Mozambik’in Ekonomik Mucizesi Yoksulluktan Nasıl Kaçınılır
Mozambik Büyük Oğlanlarla rekabet ediyor
28 Haziran 2061, MAPUTO The
Economist’m basılı yayımından Tres Estrelas, yakıt hücresi teknolojisinde yeni
bir atılımı duyurdu
Güney Afrika dışında bulunan en
büyük şirketler topluluğu konumundaki Maputo’da yerleşik Tres Estrelas, ülkenin
bağımsızlık günü olan 25 Haziran’a denk getirilerek özenle organize edilmiş bir
toplantıyla, hidrojen yakıt hücrelerinin seri üretiminde çığır açıcı bir
teknoloji geliştirdiklerini açıkladı. Şirketin coşkulu yönetim kurulu başkam
Armando Nhumaio “Fabrikamız 2063 sonbaharında üretime başladığında,
tüketicilere paralarının karşılığım çok daha iyi sunarak Japonya ve ABD’den
büyük oyuncularla rekabet edebileceğiz” dedi. Analistler, Tres Estrelas’ın yeni
teknolojisinin, temel otomobil yakıtı durumundaki alkolün yerini alacağı
konusunda görüş birliği içindeler. Güney Afrika’da Westem Cape
Üniversitesi’ndeki saygın Enerji Ekonomisi Araştırma Enstitüsü’nün Başkanı
Nelson MbekiMalan ‘Bunun Brezilyalı Petrobas ve Malezyalı Alconas gibi önde
gelen biyodizel üreticileri için ciddî bir meydan okuma anlamına gelmesi
kaçınılmazdır’ diyor.
Tres Estrelas, roket hızındaki
kendi yolculuğunu mütevazı bir başlangıç üzerine inşa etti. Şirket, iş hayatına
1968 yılında Mozambik’in Portekiz’den bağımsızlığını kazanmasından yedi yıl
önce mahun cevizi ihracatıyla başladı. Sonra tekstil ve şeker damıtımı
alanlarına girerek faaliyetlerini çeşitlendirdi. Daha sonra, önce Koreli
elektronik devi Samsung’un taşeronu, ardından da bağımsız bir üre
tici olarak elektronik alanına
cesur bir giriş yaptı. Fakat 2030 yılında, izleyen girişimlerinin hidrojen
yakıtı üretimi olacağını bildiren açıklamaları ciddî şüpheyle karşılandı. Bay
Nhumaio ‘Herkes çılgın olduğumuzu düşündü’ diyor. ‘Şirketin yakıt hücresi
kısmı, 17 yıl boyunca para emdi. Şansımıza hızla sonuç alınmasını isteyen
dışarıdan hissedarımızın sayısı, o günlerde pek fazla değildi. Dünya
sınıflamasında sayılabilecek bir firma inşa etmenin uzun bir hazırlık dönemi
gerektirdiği konusundaki inancımızda ısrar ettik.’
Firmanın yükselişi, modem
Mozambik’le sonuçlanan ekonomik mucizeyi simgeliyor. 1995 yılında, 16 yıl süren
kanlı içsavaşm bitiminden üç yıl sonra Mozambik’in kişi başına düşen geliri
sadece 80 dolardı ve ülke kelimenin anlamında dünyanın en fakir ülkesiydi.
Derin politik ayrılıklar, çığrından çıkmış bir yolsuzluk düzeni ve üzüntü
verici %33’lük okuma yazma oranıyla ülkenin geleceğine dönük beklentiler
felâketle, facia arasında bir yerdeydi.. Savaşın bitiminden sekiz yıl sonra
2000’de ortalama bir Mozambikli hâlâ 210 dolar, yani ortalama 350 dolar kazanan
bir Ganalı’nın gelirinin yansım kazanıyordu. Bununla birlikte, Mozambik’in o
zamandan beri tezahür eden ekonomik mucizesi, ülkeyi Afrika’nın en zengini ve tereddütsüz
ortaüstgelir düzeyindeki bir ülkeye dönüştürdü. Bir parça şans ve emekle, ülke
gelecek yirmi otuz yılda ileri ülkeler araşma bile katılabilir.
Müstehzi gülüşünün çelik gibi
kararlılığını gizlediği söylenen Bay Nhumaio, “Eriştiğimiz onur ve şöhretle
yetinmeyeceğiz” diyor. “Bu, teknolojinin hızla değiştiği zor bir sanayi dalı.
Ürünün hayat devreleri kısa ve kimse sadece tek bir yeniliğe dayanan pazar
liderinin uzun süre yerinde kalmasını umamaz. Rakipler, her ân ufuktaki olmadık
bir yerden belirebüir.” örneğin Bay Nhumaio’nun kendi şirketi, Amerikalılar ve
Japonlar için hoş olmayan bir sürpriz yapıverdi. Ya, Tres Estrelas’ın ağacın
zirvesine en dipteki gölgelerin arasından yükselebildiğini gören Nijerya’nın
tanınmayan ve bilinmeyen bir yerindeki bir hücre yakıtı üreticisi de kendisinin
de aynı şeyi yapabileceğine karar verirse?
Mozambik, fantezime erişecek ölçüde
başarılı olabilir ya da olamayabilir. Ama size, Mozambik rüyasından bir asır
önce, yani daha 1961 yılındayken, Güney Kore’nin 40 yıl içinde, o zamanlar
tamamıyla bir bilim kurgu ürünü olan mobil telefonun dünya daki en büyük
ihracatçılarından biri olacağı söylenseydi tepkiniz ne olurdu? En azından
hidrojen yakıt teknolojisi bugün mevcut.
1961 yılında, Kuzey Kore ile
kardeşin kardeşi öldürdüğü savaşın bitiminden sekiz yıl sonra, Güney Kore’nin
kişi başına geliri 82 dolar düzeyindeydi. Ortalama bir Koreli, ortalama bir
Gana vatandaşının kazandığının (179 dolar) ancak yansım kazanıyordu.1
Hatırlamışken, Mozambik’in bağımsızlık günü olan 25 Haziran’da başlayan Kore
Savaşı, insanlık tarihinin en kanlı savaşlarından biriydi ve üç yıldan
(19501953) biraz uzun bir zaman içinde dört milyon insanın hayatına mâloldu.
Savaş sırasında Güney Kore’nin imâlat altyapısının ve demiryollarının %75’inden
fazlası yok oldu. Ülke 1945’te, 1910’dan o yana Kore’yi yöneten sömürgeci
efendileri Japonlardan devraldığı ve %22 düzeyindeki yetersiz okuma yazma
oramnı 1961 yılma dek %71’e yükseltecek örgütlenme becerisini göstermişti.
Fakat bu ülke, genellikle kalkınma konusundaki başarısızlığın en kötü örneği
olarak kabul ediliyordu. Kore daha 1950’lerde, bugün olduğu gibi ABD’nin o
zamanki en önde gelen yardım kuruluşu USAID tarafından hazırlanan hizmete özel
bir raporda, ‘bir dipsiz kuyu’ olarak anılıyordu. O dönemde ülkenin temel ihraç
ürünleri tungsten, balık ve diğer işlenmemiş mallardı.
Bugün dünyanın önde gelen mobil
telefon, yan-iletken ve bilgisayar üreticilerinden biri olan Samsung da, Kore’nin sömürgeci Japon yönetiminden
bağımsızlığım kazanmasından yedi yıl önce, 1938 yılında, sadece balık, sebze ve
meyve ihracatçısı olarak iş hayatına başlamıştı. 1970’lere kadar şirketin ana
işkolları 1950’lerin ortasında başladığı şeker ve tekstil imalâtından
ibaretti. Samsung 1974’te Korea
Semiconductor adlı şirketin yansını satın alarak yaniletken endüstrisine
girdiğinde hiç kimse tarafından ciddiye alınmamıştı. Her şeyden öte Samsung,
1977’ye kadar renkli TV bile üretmedi. 1983’te kendi çiplerini tasarladıktan
sonra, ABD ve Japonya’daki yaniletken endüstrisinin büyük oyunculanyla rekabete
girişme niyetim ilân ettiğinde ise çok az kişiyi iknâ edebilmişti.
Dünyanın en fakir yerlerinden
biri olan Kore, benim 7 Ekim 1963’te doğduğum talihsiz ülkeydi. Bugün dünyadaki
ülkelerin en müreffehinin olmasa bile en müreffehlerinden birinin vatandaşıyım.
Yaşadığım süre boyunca Kore’nin kişi başına geliri, satın alma gücü bakımından
14 kat kadar arttı. Aynı sonuca ulaşmak İngiltere için iki asır (18 yüzyıl ile
bugün arasında), ABD için yaklaşık bir buçuk asır (1860 lardan bu yana) sürdü. Kabaca 40 yıllık hayatımda gördüğüm maddî
gelişme, âdeta III. George tahttayken doğan bir İngiliz emeklisi veya daha
Abraham Lincoln’un başkanlığı döneminde doğmuş olsa da hayata bir Amerikalı
büyükbaba olarak başlamış olacağım kadardı.
Doğduğum ve altı yaşıma kadar
yaşadığım ev, Kore’nin başkenti Seul’un o zamanlarki kuzey batı kenarındaydı.
Bu ev, ülkenin harap durumdaki konut stokunu iyileştirmek için hükümetin dış
yardım sayesinde inşa ettiği küçük (iki yatak odalı) fakat modem evlerinden
biriydi. Beton briket kullanılarak inşa edilen ev, bir türlü ısınmıyordu.
Dolayısıyla kışın (Kore’de kışın ısı sıfırın altında 15’e hattâ 20 dereceye
kadar bile düşebilir) soğuk oluyordu. Sifonu olan bir tuvaleti yoktu; tabiî bu,
sadece çok zenginler için mümkündü.
Ancak ailem, Maliye Bakanlığı’nın
seçkin bürokratları arasındaki babam sayesinde başkalarının erişemediği büyük
lükslere sahipti. Bir yıllığına Harvard’a gönderilmiş olan babam, aldığı bursu
dikkatlice biriktirmişti. Komşularımız üzerinde manyetik çekim yaratan bir siyahbeyaz
televizyonumuz vardı. Ülkedeki en büyük hastanelerden biri olan Aziz Mary’s’de
çalışan uyanık genç bir diş hekimi olan bir aile dostumuz, televizyonda ne
zaman büyük bir spor müsabakası yayınlansa, müsabakayla tamamen ilgisiz
sebepleri bahane ederek bizi ziyaret edecek zaman bulurdu.
Sözünü ettiğim diş hekimi,
bugünün Kore’sinde ailenin yatak odasındaki ikinci televizyonu bir plazma
ekrana yükseltmeyi düşünüyordur. Bir seferinde, babamın memleketi Kwangju’dan
Seul’a yeni taşınan kuzenlerimden biri bizi ziyarete geldi ve annemi oturma
odasındaki garip beyaz kabin hakkında sorguladı. Bu bizim buzdolabımızdı
(mutfak buzdolabım barındıramayacak kadar küçüktü). 1966’da Kwangju’da doğan karımHeeJeong,
sanki özel bir İsviçre bankasının müdürüymüşçesine komşularının kıymetli
etlerini düzenli olarak varlıklı bir doktorun karısı olan annesinin buzdolabına
koyduklarını anlatır.
Bir siyah beyaz televizyonu,
buzdolabı da olan beton briketten yapılma küçük ev, çok fazla şey ifade
etmeyebilir. Fakat bütün bunlar, yokluk içindeki çalkantılı zamanlan yaşayan
ebeveynlerimin kuşağı nezdinde gerçekleşen rüyanın ta kendisiydi. Sözünü
ettiğim zamanlar, Japon sömürge yönetimi dönemi (19101945), II. Dünya Savaşı,
ülkenin Kuzey ve Güney Kore olarak bölünmesi (1948) ve Kore Savaşı’nı
kapsıyordu. Ne zaman ben, kızkardeşim Yonhee ve erkek kardeşim Hasok yemekten
şikâyet etsek, annem bize nasıl şımartıldığımızı söyler; ve kendi kuşağının
bizim yaşımızdayken bir tek yumurtaya sahip olduklarında kendilerini şanslı
saydıklarını hatırlatırdı. Pek çok ailenin buna gücü yetmiyordu; gücü yetenler
bile bu yumurtayı babalan ya da çalışan ağabeyleri için ayırırlardı. Annem Kore
Savaşı boyunca devam eden acı günleri hatırlayarak, beş yaşındaki erkek
kardeşinin açlıktan kıvrandığını ve boş bile olsa bir pilav kâsesini sadece
tutabilmenin kendini iyi hissettirdiğini söyleyerdi. Fakat şu günlerde önündeki
bifteği iştahla yemekten keyif alan, ama Kore Savaşı esnasında bir ortaokul
öğrencisi olan babam bi
raz daha fazlasıyla yani; ABD
ordusundan gelen karaborsa margarin, soya sosu ve biber ezmesiyle idare etmek
zorunda kalmıştı. Babam on yaşındayken, yedi yaşındaki erkek kardeşinin o
zamanlar öldürücü bir hastalık olan fakat bugünün Kore’sinde neredeyse
bilinmeyen dizanteriden ölümüne çaresizlik içinde tanık olmuştu.
Yıllar sonra, 2003’te
Cambridge’den ayrılıp Kore’ye döndüğümde, arkadaşım ve rehberimle Nobel ödüllü
iktisatçı Joseph Stiglitz’e Seul’de Millî Müze civarını gezdiriyorduk,
1950’lerin sonlarında ve 1960’ların başlarında Seullu ortasınıf insanların
yaşadığı mahallede çalışanların siyahbeyaz fotoğrafların yer aldığı bir sergiye
denk geldik. Görüntüler bana tam da çocukluğumu hatırlattı. Joe ve benim
arkamda yirmili yaşların başlarındaki iki kadın duruyordu. Biri ‘Bu nasıl Kore
olur. Vietnam gibi görünüyor!’ diye bağırdı. İkimizin arasında 20 yaştan daha
az fark vardı, fakat bana tanıdık gelen görüntüler ona bütünüyle yabancıydı.
Joe’ya döndüm ve ona bir kalkınma iktisatçısı olarak bu boyutta bir değişimi
yaşamakla ne kadar ‘imtiyazlı’ olduğumu söyledim. Kendimi, Hastings Savaşı’na
bizzat şahit olmuş bir ortaçağ İngiltere tarihçisi veya Büyük Patlama’ya doğru
zaman içinde geriye doğru yolculuk yapan bir astronom gibi hissettim.
Kore’nin ekonomik mucizesinin
zirvesinde olduğu 1969 ve 1981 arasında
yaşadığım bir sonraki evimiz, hem sifonlu bir tuvalete hem de merkezî ısıtma
sistemine sahipti. Maalesef şofben biz taşındıktan hemen sonra ateş aldı,
neredeyse bütün evin yanmasına neden oluyordu. Bunu şikâyet etmek için
söylemiyorum; bir şofbenimiz olduğu için şanslıydık evlerin çoğu, her kış
binlerce kişinin karbonmonoksit zehirlenmesinden ölümüne yol açan kömür
briketleriyle ısıtılıyordu. Fakat hikâye, gerçekte çok yakın, ama o çok uzak
dönemdeki Kore teknolojisinin durumuna dair bir kavrayış sunar.
İlkokula 1970’te başladım. Her
dersliğinde 65 çocuğun bulunduğu ikincisınıf bir özel okuldu. Şükrediyorduk,
çünkü yandaki devlet okulunun her dersliğinde 90 çocuk vardı. Yıllar sonra
Cambridge’deki bir seminerde konuşmacılardan biri İMF’nin empoze ettiği bütçe
kısıntıları sebebiyle (bu konu üzerinde daha sonra ayrıntısıyla duracağız), pek
çok Afrika ülkesinde 1980’lerde derslik başına düşen ortalama çocuk sayısının
yaklaşık 30’dan 40 civarına yükseldiğini söyledi. Bu bana çocukluğumdaki Kore
okullarındaki durumun ne kadar da kötü olduğunu hatırlattı, ilkokuldayken,
ülkenin en lüks okulunda bir sınıfta ortalama 40 çocuk vardı ve herkes ‘bunu
nasıl yaptıklarını’ merak ediyordu. Hızla kentleşen bazı bölgelerdeki devlet
okulları, derslik başına 100 çocukla son sınırlara kadar zorlanmışlardı, tabiî
öğretmenler bazen çift, bazen de üç vardiyayla çalışıyorlardı. Bu şartlarda,
çocukların kaygusuzca dövüldüğü ve ezbere dayalı bir eğitimin yapıldığı
şüphesizdi. Bu yöntemin açık sakıncaları vardır. Fakat Kore, en azından
1960’tan bu yana neredeyse her çocuğa, asgarî altı yıllık eğitim sunmayı
başarmıştır.
1972’de üçüncü sınıftayken, okul
bahçemiz aniden bir askerî kampa dönüştürüldü. Askerler ülkenin devlet başkanı
(eski) General ParkChung Hee’nin tarafından ilân edilen sıkıyönetime karşı
düzenlenen herhangi bir öğrenci gösterisini bastırmak için oradaydılar; şükür,
beni ya da arkadaşlarımı götürmek için orada değillerdi. Biz Koreli çocuklar,
erken gelişen akademik olgunluğumuzla bilinebiliriz. Fakat açıkçası anayasal siyaset,
biz dokuz yaşmdakilerin boyunu biraz aşar. Benim ilkokulum, âsî öğrencileri
nedeniyle askerlerin hedefindeki bir üniversiteye bağlıydı. Hakikâten, askerî
diktatörlüğün yarattığı siyasî karanlık çağ boyunca Koreli üniversite
öğrencileri ulusun şuuru konumundaydılar.
1961 ’de bir askerî darbe ile
iktidara gelen General Park, bir zaman sonra sivilleşerek birbirini izleyen üç
seçimi kazandı. General Park’ın seçim başarılan, Beş Yıllık Ekonomik Kalkınma
Planlanyla ülkenin ekonomik ‘mucizesini’ başlatmadaki başansıyla ivmelendi.
Fakat sözü edilen seçim zaferleri, seçim hileleri ve siyasî dalaverelerle de
güvence altına almdı. Başkan olarak üçüncü ve normaldeki son dönemi 1974’ün
sonunda bitecekti, fakat Park buna izin veremezdi. Park, iktidardaki üçüncü doneminin
ortalarına doğru, Latin Amerikalılar tarafından ‘kendi kendisine darbe’ diye
adlandırılan oyunu sahneye koydu. Bu parlamentonun lağvedilmesini ve kendisine
hayat boyu devlet başkanlığını garantileyen fiilen hileli bir seçim sisteminin
kurulmasını içeriyordu. Mazereti ülkenin demokrasiden kaynaklanan bir kaosa
tahammül edemeyeceğiydi. Halka ise, ülkenin kendisini Kuzey Kore komünizmine
karşı savunmak ve ekonomik gelişmesini hızlandırmak zorunda olduğu söylendi.
1981 yılına kadar ülkede kişi başına düşen geliri 1000 dolara çıkaracağını ilân
eden Park’ın hedefi, hayal denilebilecek ölçüde ihtiraslı kabul ediliyordu.
Başkan Park, ihtirasla
çervrelenmiş olan Ağır ve Kimyasal Sanayileşme (AKS) programını 1973’te
başlattı. İlk çelik fabrikası ve ilk modem tersane üretime başladı. İlk yerli
tasarım otomobiller (büyük ölçüde ithal edilmiş parçalar kullanılarak) üretim
hatlarından çıktı. Elektronik, makine, kimya ve diğer ileri endüstrilerde yeni
firmalar kuruldu. Bu dönemde yani 1974 ile 1979 yıllan arasında, ülkenin kişi
başına düşen geliri dolar cinsiyle ölçüldüğünde, olağanüstü biçimde beş kattan
fazla arttı. Park’ın görünüşte hayalî kabul edilen kişi başına düşen geliri
1981 yılına kadar 1000 dolara yükseltme hedefine, gerçekte öngörülenden dört
yıl önce erişildi. İhracat daha da hızlıydı, 1972 ile 1979 arasında dolar
cinsinden dokuz kat arttı.
Ülkenin ekonomik kalkınma
saplantısı, eğitimimizde de yansımasını tam olarak gösterdi. Yabancı sigara
içenleri açığa çıkarmanın bile vatanseverlik görevimiz olduğunu öğrendik. Ülke
ihracattan kazandığı her kuruş dövizi daha iyi endüstrilerin geliştirilmesi
için makine ve diğer girdilerin ithalatında kullanma ihtiyacı duyuyordu.
Değerli yabancı paralar, ülkenin fabrikalarındaki ihracat savaşında çarpışan
sınaî askerlerimizin gerçek kanı ve teriydi. Değersiz şeylerle bunları israf
edenler ‘vatan hainiydiler’. Fakat çocuklar, şâyet bir arkadaşın evinde yabancı
sigara görmüşlerse hemen dedikodu başlardı. Çocuğun babası (neredeyse daima
sigara içenler erkeklerdi) hakkında vatansever olmadığı, dolayısıyla tam olarak
suçlu olmasa da ahlâksız bir kişi olduğuna dair gizliden gizliye yorumlar
yapılırdı.
Endüstriyel kalkınma amacıyla
zarurî olmayan herhangi bir şey için döviz harcamak yasaklandı, veya ithalat
yasaklan, yüksek tarifeler ve ağır istihlâk vergileri (lüks tüketim vergileri
olarak adlandınlırlardı) vasıtasıyla caydıncılık sağlandı. Bunlar ‘lüks’
mallar, küçük otomobiller, viski ve kurabiyeler gibi görece basit şeyleri bile
kapsıyordu. 1970’lerin sonunda hükümetin özel izniyle Danimarka kurabiyeleri
ithal edildiğinde yaşanan küçük çaplı ulusal rahatlama hissini hatırlıyorum.
Aynı sebeple, yurt dışında iş yapmak ya da öğrenim görmek için izin almadıkça
yurt dışına seyahat katiyetle yasaktı. Sonuçta, ABD’de yaşayan bir akrabam
olduğu halde, 1986’da 23 yaşımdayken bir lisansüstü öğrenci olarak Cambridge’e
gidinceye kadar Kore’nin dışına çıkmadım.
Bu hiç kimsenin yabancı sigaralar
içmediği ya da kanunsuz kurabiyeler yemediği anlamına gelmiyor. Dikkate değer
miktarda yasadışı ve yanyasal yabancı mallar dolaşımdaydı. Özellikle
Japonya’dan yapılan biraz kaçakçılık mevcuttu. Fakat sözü edilen malların çoğu,
yasadışı ya da yanyasal biçimde ülkedeki çeşitli Amerikan askerî üstlerinden
getiriliyordu. Kore Savaşı’na yer almış olan Amerikan askerleri, kendi arkalarından
koşarak çiklet veya çikolata için yalvaran kötü beslenmiş Koreli çocuklan hâlâ
hatırlayabilirler. 1970’lerin Kore’sinde bile Amerikan ordusunun mallan hâlâ
lüks sayılıyordu. Refahı gittikçe artan orta sınıftan ailelerin güçleri M&M
çikolatalarımve Tang meyve suyu tozlarını dükkânlardan ve seyyar satıcılardan
satın almaya yetiyordu. Daha az müreffeh kişiler boodae chige, yani ‘askerî üs
yahnisi’ servisi yapan lokantalara gidebiliyorlardı. Bu, klasik Kore yahnisinin
(kimchee chige) daha ucuz bir çeşidiydi. Ucuza gelen bu türde, kimchee (sanmsak
ve acı biber içinde salamura edilmiş kabaklar) kullanılır, fakat diğer esas
malzemeler Amerikan üslerinden kaçınlmış domuz beli, artık domuz pastırması,
sosis ve konserve jambon gibi ucuz etlerle ikâme edilirdi.
Amerikan ordusunun ‘C Tayın’
(cephe için konserve ya da kurutulmuş yiyecek tayını) kutularından konserve
jambon, salamura biftek, çikola a, bisküvi ve daha adını bile bilmediğim
sayısız başka şeyi deneme şansım elde etmek için can atardım. Kore ordusunda
general olan bir daymı, Amerikalı meslektaşlarıyla birlikte yaptıkları
tatbikatlarda bu tür şeyleri toplar ve ara ara bana verirdi. Amerikalı
askerler, cephe tayınlarının perişanlığına küfrediyorlardı. Benim içinse bunlar
Fortnum & Mason piknik sepeti gibiydi. Fakat o zamanlar, vanilyalı
dondurmanın içinde çok az vanilya olması sebebiyle, ortaokulda İngilizce
öğreninceye kadar, vanilyanın ‘tadı olmayan’ anlamına geldiğini sandığım bir
ülkede yaşıyordum. Eğer bu benim gibi üst-orta sınıftan iyi beslenen bir
çocuğun durumuysa, geri kalanın durumunu tahayyül edebilirsiniz.
Ortaokula başladığımda babam bana
rüyamda bile görmeyeceğim bir hediye, bir Casio elektronik hesap makinası
verdi. O zaman bu hesap makinesinin bedeli muhtemelen bir konfeksiyon fabrikası
işçisinin iki haftalık ücreti kadardı ve bu, bizim eğitimimiz için hiçbir
şeyden kaçınmayan babam için bile büyük bir tutardı. Yaklaşık 20 yıl sonra,
elektronik teknolojisindeki hızlı gelişmenin ve Kore’nin hayat standardının
yükselmesinin sonucunda elektronik hesap makineleri o kadar bollaştı ki
departmanlı mağazalarda bunlar bedavaya hediye olarak verilir hâle geldiler
(hayır hayır, bunun Koreli çocukların matematikte iyi olmalarının sebebi
olduğunu sanmıyorum).
Kore’nin ekonomik mucizesinin
elbette karanlık tarafları da vardır. Taşradaki fakir ailelerin kızları,
ilkokulu bitirir bitirmez daha 12 yaşlarında, fazladan bir boğazdan kurtulmak
ve para kazanmak, dolayısıyla da en azından bir erkek kardeşleri yüksek öğrenim
görebilsin diye çalışmaya zorlandılar. Birçoğu, kentli orta sınıf ailelerin
yanında bir oda ve karnı tokluğuna ve eğer şanslıysalar küçük bir miktar cep
harçlığı karşılığında hizmetçi oldular. Diğer kızlar ve daha az şanslı olan
oğlanlar, 19. yüzyılın karanlık şeytanî fabrikalarını veya kötü koşullan ve
düşük ücretleriyle Çin’in bugünkü köhne atölyelerini andıran fabrikalarda
sömürüldüler. Tekstil ve konfeksiyon endüstrilerindeki işçiler, genellikle
düşük ücretlerle çok riskli ve sağlıksız koşullarda 12 saat veya daha fazla
çalışıyorlardı. Bazı fabrikalar, daracık kâr marjlarını silip süpürebilecek
olması nedeniyle işçilerin fazladan bir tuvalet molası almalarını bırakın,
kantinde çorba vermeyi bile kabul etmiyorlardı. Otomobil, çelik, kimya, makine
ve benzeri yeni gelişen ağır sanayi dallarında şartlar daha iyiydi, fakat genel
olarak ortalama 5354 saatlik çalışma haftalarıyla Koreli işçiler, o zamanlar
dünyada hemen hemen herkesten daha fazla çalışıyorlardı.
Gecekondu mahalleleri tam da bu
dönemde belirdi. Bu mahalleler genellikle Kore coğrafyasının önemli bölümünü
oluşturan alçak tepelerin yükseklerinde bulundukları için, 1970’lerdeki popüler
bir TV komedi dizisinin yayınından sonra ‘Ay Mahalleleri’ adıyla anılır
oldular. Beş veya altı kişilik aileler, küçücük bir odanın içine sıkışıyor,
yüzlerce kişi tek bir tuvaleti ve tek bir musluğu paylaşıyorlardı. Nihayetinde
bu gecekondu mahallelerinin pek çoğu, hızla büyüyen orta sınıflar için yapılan
yeni apartman bloklarına yer açmak için polis tarafından zorla yerle bir edildiler.
Gecekondularda yaşayanlar kanalizasyon sisteminin daha da kötü, yol ulaşımının
daha zayıf olduğu çok uzak mahallelere sürüldüler. Eğer fakirler, gecekondu
mahallelerinden yeterince çabuk çıkamazlarsa (fakat en azından ekonominin hızla
büyüdüğü ve yeni istihdam imkânlarının yaratıldığı dikkate alındığında,
gecekondu mahallelerinden çıkmak mümkündü); kentin çarpık yayılışı kendilerine
yetişecek, onlar birkez daha biraraya toplanmış olacak ve daha da uzak bir yere
gitmek zorunda kalacaklardı. Bazıları bu yolculuğu, şehrin ana çöplüğünde,
Nanji Adası’nda çöp toplarken bitirdiler. Kore dışında az sayıdaki kişi 2002
Dünya Kupası esnasında gördükleri etkileyici Seul Futbol Stadyumu’nu çevreleyen
güzel halk parklarının, kelimenin anlamında adadaki eski çöp alanının üstüne
inşa edildiğinden haberdardı (bu çöp alanı son dönemde, buraya dökülen organik
materyalden kaynaklanan metan gazıyla çalışan ultramodem ölçülerde çevreci bir
elektrik santraline sahip ).
1979 Ekim’inde ben henüz bir
ortaokul öğrencisiyken, Başkan Park, halkın diktatörlükten duyduğu
rahatsızlığın zirveye yaklaştığı ve İkinci Petrol Şoku’nun yaşandığı dönemin
ortasında beklenmeyen bir şekilde, kendi istihbarat teşkilâtının şefi
tarafından suikaste uğradı. Bu dönemi demokrasinin artacağı umuduyla çok kısa
bir ‘Seul Bahan’ izledi. Fakat Seul Bahan da, Mayıs 1980’de Kwangu Katliamı’yla
bastınlan iki haftalık halk ayaklanmasından sonra iktidarı ele geçiren General
Chun DooHwan’ın bir sonraki askerî hükümeti tarafından zalimce sonlandınldı.
Bu çok kötü politik duruma
rağmen, 1980’lerin başına kadar Kore; Ekvator, Mauritius ve Kosta Rika’ya eşit
düzeyde tam bir ortagelir ülkesi oldu. Fakat bugün bildiğimiz müreffeh ulustan
hâlâ çok uzaktaydı. Biz lise öğrencilerinin arasında yaygın kullanılan argo
deyimlerden biri ‘Hong Kong’da bulundum’ idi. Bu ‘Bu dünyanın dışında tecrübem
oldu’ anlamına geliyordu. Bugün bile, Hong Kong, Kore’den hâlâ hatırı sayılır
ölçüde zengindir. Fakat bu deyim, 1960’larda veya 1970’lerde Hong Kong’un kişi
başına düşen gelirinin ülkeminkinden üç dört kat büyük olduğu gerçeğini
yansıtıyordu.
1982 yılında üniversiteye gittiğimde, bugün daha da hararetle
tartışılan fikrî mülkiyet haklan konusuyla ilgilenmeye başladım. O zamana kadar
Kore, ileri ürünleri kopyalayabilecek düzeyde ustalığa ve daha zarif şeyleri
(müzik, moda ürünleri, kitaplar) isteyebilecek zenginliğe erişmiş bulunuyordu.
Fakat hâlâ orijinal fikirler üretecek ve bunlan geliştirip; kendi uluslararası
patentlerine, yayın haklarına ve markalarına sahip olabilecek kadar sofistike değildi.
Bugün Kore, dünyanın en ‘icâtçı’
uluslarından biridir. Kore, Amerikan Patent Bürosu tarafından verilen
patentlerin sayısı bakımından en üstteki beş ülkenin arasındadır. Fakat
1950’lerin ortalarına kadar ‘tersine mühendislik’e {‘rev erse engineering’)
dayanmıştır. ArkadaşlarımIBM makinalarını söküp, parçalan kopyalayıp yeniden
birleştiren küçük atölyelerde üretilmiş ‘kopya’ bilgisayarlar alırlardı. O
zamanlar ülke, dünyanın sahte Nike ayakkabılarının ve Louis Vuitton çantalarının
büyük miktarlarda seri üretiminin yapıldığı ‘korsan cennetlerinden’ biriydi.
Vicdanı daha hassas olanlar taklide yakın mallan alıyorlardı. Nike’a benzeyen,
ama Nice diye anılan ve fazladan bir çıkıntıyla Nike’ın amblemini taşıyan
ayakkabılar vardı. Taklit mallar nâdiren aslıymış gibi satılırdı; taklit
ürünlerde esas olan kullanıcıyı yanıltmak değil, modaya uymaktı. Üzerinde telif
hakkı bulunan ürünler de aynı durumdaydı. Bugün Kore, giderek büyük miktarda
telif hakkı taşıyan ürünler (filmler, TV dizileri, popüler şarkılar) ihraç
ediyor; fakat o zamanlar, yabancı müzik (LP kayıtlan) veya filmler (videolar)
orijinalini çok az kişinin satın alabileceği Ölçüde pahalıydılar. Ses
kalitesinin sanki arka tarafta biri kızartma yapıyormuşcasma çok kötü oluşu
sebebiyle ‘kızartma dükkânı kaydı’ diye adlandırdığımız korsan rock’n roll
kayıtlarımdinleyerek büyüdük biz. Yabancı kitaplar söz konusu olduğundaysa,
bunların fıyatlan da hâlâ çoğu öğrencinin gücünün yetebileceğinin ötesindeydi.
Eğitime yatmma istekli, durumu iyi bir aileden gelen biri olarak benim orijinal
yabancı kitaplarımvardı, fakat İngilizce kitaplanmın çoğu korsan kitaplardı. O
yasadışı kitaplar olmasaydı asla Cambridge’e girip devam edemezdim.
1980’lerin sonunda Cambridge’deki
lisansüstü çalışmalarımı bitirinceye kadar Kore, tam bir ortagelirli ülke oldu.
Bunun en kesin kanıtı Avrupa ülkelerinin Korelilerden vize talep etmeyi
durdurmalandır. O zamana kadar çoğumuzun, yasa dışı yollardan başka ülkelere
göç etmek için sebebi kalmamıştı zaten. Ülke 1996 yılında zengin ülkelerin kulübü
OECD’ye (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) de üye oldu ve zenginlerin
seviyesine ‘vardığını’ ilân etti. Fakat 1997’de Kore’yi avucuna alan finansal
kriz, OECD üyeliğinin yarattığı büyük mutluluğu feci şekilde söndürdü. Finansal
krizden bu yana, ülkenin genel gidişi kendi yüksek standartlarına göre pek iyi
değil. Bunun sebebi temelde, ülkenin ‘serbest piyasa kurallan modeline’
gereğinden fazla bir heyecanla sanlmış olmasıdır. Fakat bu daha sonrasının
hikâyesi.
Son dönemdeki sorunlan ne olursa olsun
Kore’nin son kırk beş yıldaki ekonomik büyümesi ve bunun sonucundaki toplumsal
dönüşümü gerçekten muhteşemdir. Dünyanın en fakir ülkelerinden biriyken, kişi
başına düşen gelir bakımından Portekiz ve Slovenya ile eşit düzeye gelmiştir. Temel ihracat ürünleri tungsten cevheri,
balık ve insan saçından yapılan peruk olan bir ülke, modaya uygun zarif cep
telefonları, düz ekranlı televizyonlar ihraç eden bir ülke olmuştur. Daha iyi
beslenme ve sağlık hizmetleri sayesinde bugün Kore’de doğan bir çocuk 1960’ların
başında doğan birinden 24 yıl daha uzun yaşamayı umabilir (53 yıl yerine 77
yıl). Doğumu izleyen bir yıl içinde çok daha az sayıda ebeveyni kedere boğarak
1000’de 78 bebek yerine beş bebek ölecektir. Hayat şansı göstergelerine göre,
Kore’nin ilerlemesi âdeta Haiti’nin İsviçre’ye dönüşmüş halini
çağrıştırmaktadır. Bu mucize nasıl
mümkün oldu?
Pek çok iktisatçı için cevap
basittir: Kore serbest piyasanın emirlerini izlediği için başarılı olmuştur.
Ülke güçlü para (düşük enflasyon), küçük devlet, özel girişim, serbest ticaret
ve yabancı sermayeli yatırımlara dostça yaklaşım ilkelerine sarılmıştır. Bu
görüş neoliberal iktisat olarak biliniyor.
Neoliberal iktisat, 18’inci
yüzyıl iktisatçısı Adam Smith ve izleyicilerinin liberal iktisadının
güncellenmiş uyarlamasıdır. İlk kez 1960’larda ortaya çıkmış ve 1980’lerden bu
yana baskın İktisadî görüş olmuştur. 18. ve 19. yüzyılların liberal
iktisatçıları, bir ekonomiyi organize etmenin en iyi yolunun, herkesi azamî
etkinlikle çalışmaya zorlaması sebebiyle serbest piyasada işleyen sınırsız
rekabet olduğuna inanmışlardır. Hükümet müdahalesinin zararlı olduğu düşünülür.
Çünkü nasıl olursa olsun hükümet müdahaleleri, ithalat kontrolleri veya
tekellerin yaratılmasıyla; potansiyel rakiplerin pazara girişini
sınırlandırarak rekabetçi baskılan azaltır. Eski liberallerin desteklemedikleri
bazı hususları, neoliberal iktisatçılar desteklerler. Bu hususların en
belirginleri, çeşitli tekel türleri (patentler veya merkez bankasının banknot
teda
vUltlndeki tekeli gibi) ve
siyasal demokrasidir. Fakat genel olarak, liberallerin serbest piyasa coşkusunu
neoliberal iktisatçılar da paylaşırlar. Ayrıca, yüzyılın son çeyreğinde
gelişmekte olan pek çok eski ülkede, neoliberal politikaların yarattığı hayal
kırıklığına karşın ve birkaç küçük değişiklik dışında esası; serbestleştirme,
özelleştirme ve uluslararası ticaret ve yatırım alanlarında dışa açılmaya
dayanan neoliberal gündem, 1980’lerden bu yana değişmeksizin aynı kalmışta.
Neoliberal gündem, ABD liderliğindeki
bir zengin ülkeler ittifakı tarafından desteklenmiş ve büyük ölçüde yine
bunların kontrolü altındaki uluslararası kuruluşların ‘kutsal olmayan üçlüsü’
(Unholy Trirıity) Uluslararası Para Fonu (İMF), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) tarafından gelişmekte olan ülkelere aktarılmıştır. Zengin ülkeler,
gelişmekte olan ülkeleri neoliberal politikaları benimsemeye ikna etmek
amacıyla yardım bütçelerini ve kendi iç pazarlarına erişim imkânını havuç gibi
kullanırlar. Bu bazen lobi yapan belirli firmaları mevcut imkânlardan
yararlandırma biçiminde tezahür etse de, genellikle söz konusu olan gelişmekte
ülkedeki yabancı mallara ve yatırımlara dostça koşulların hazırlanması
amacıyladır. ÎMF ve Dünya Bankası kendilerine düşen rolü, kullandırdıkları
kredileri, kredi kullanan ülkelerin neoliberal politikaları benimseme şartım
bağlayarak oynarlar. Bu hükümetler ve uluslararası kuruluşlar bir ideologlar
ordusu tarafından desteklenirler. Sözü edilen ideologların bazıları, serbest
pazar ekonomisinin sınırlarım bilmesi gereken, fakat iş, politika tavsiyesi
vermeye gelince bunları dikkate almama eğilimindeki (özellikle, 1990’larda eski
komünist ekonomilere tavsiyelerde bulunduklarında olduğu gibi) yüksek ölçüde
eğitimli akademisyenlerdir. Belirtilen türde kurumlar ve bireyler, hep birlikte
güçlü bir propaganda makinasmın, para ve gücün desteklediği finansalentelektüel
bir kompleksi oluştururlar.
Bu neoliberal yapılanma, Kore’nin
1960’larla 1980’ler arasındaki mucize yıllarında neoliberal bir kalkınma
stratejisi izlediğine inanmamızı isteyecektir.
Bununla birlikte gerçek durum çok farklıydı. Gerçekte Kore’nin bu
dönemde yaptığı şey, hükümet tarafından özel sektöre danışılarak seçilen
belirli endüstrileri; tarife koruması, sübvansiyonlar ve diğer türde devlet
destekleriyle (örneğin, devlet ihracat kurumu tarafından sağlanan yurt dışı
pazarlama bilgilendirme hizmetleri) uluslarararası rekabete dayanabilecek
ölçüde ‘olgunlaşıncaya’ kadar geliştirmek olmuştur. O dönemde Kore’de hükümet,
bütün bankaların sahibiydi. Böylelikle ticaretin can suyu olan krediyi
yönlendirebiliyordu. Ülke, devlet mülkiyeti konusunda ideolojik olmaktan ziyade
pragmatik bir tavra sahip olmasına rağmen, kamu İktisadî teşebbüsleri (en iyi
örneği çelik imalatçısı POSCO) bazı büyük projeleri doğrudan üstlendi. Eğer
özel sermayeli girişimler iyi işleri nedeniyle olumlu karşılanıyor; fakat
önemli alanlara yatırım-yapmaktan imtina ediyorlarsa da hükümet, bu alanlarda
kamu İktisadî teşebbüslerini (KİT) bizatihi kurmaktan çekinmiyordu. Ve eğer
bazı özel sermayeli girişimler kötü yönetiliyorlarsa, hükümet bunlan genellikle
önce devralıp yeniden yapılandmyor ve sonra çoğunlukla (fakat her zaman değil)
yeniden özel sektöre satıyordu.
Kore hükümetinin kıt döviz
üzerindeki kontrolü de tamdı (döviz kontrollerinde rastlanan bir ihlâlin
karşılığı ölüm cezası olabilirdi). Bu kontrol imkânı, döviz kullanımında
dikkatle tasarlanmış öncelikler listesiyle birleştirildiğinde, güçlükle
kazanılmış dövizin hayatî öneme haiz makineteçhizatın ve endüstriyel girdilerin
ithalatında kullanılmasını güvenceye alıyordu. Yabancı sermayeli yatomlardan
bazılarının belirli sektörlerde içtenlikle karşılandığı, fakat bazılarının da
dışlandığı süreçler, bizzat Kore hükümetinin belirlediği ulusal kalkınma
planındaki değişikliklere göre saptanarak ciddî biçimlerde kontrol edilmiştir.
Aynca hükümet, yabancı patentlere tersine mühendisliği [reverse engineering]
cesaretlendiren ve patentli ürünlerde korsanlığa göz yuman umursamaz bir
tavırla yaklaşmıştır.
Kore’nin bir serbest ticaret
ekonomisi olduğu izlenimi, ihracattaki başan aracılığıyla yaratılmıştır. Fakat
Japonya ve Çin örneklerinin de gösterdiği gibi ihracat başarısı serbest
ticareti gerektirmez. Önceki dönemde tamamen basit kumaşlar ve ucuz elektronik
ürünleri gibi şeylerin satışına dayanan Kore ihracatı, artık gümrük tarifeleri
ve sübvansiyonlar aracılığıyla korunan yeni ve daha karmaşık endüstrilerin
ihtiyaç duyduğu ileri teknolojilerin ve pahalı makinelerin edinilmesindeki
dövizin kazanılması için bir araçtı. Tabiî tarife koruması ve sübvansiyonlar;
bu endüstrileri uluslararası rekabetten sonsuza dek korumak için değil, yeni
teknolojileri içselleştirebilecekleri, yeni organizasyonel yetenekler
oluşturabilecekleri ve dünya pazarında rekabet edebilirlik konumunu yaratmak
için kullanıldılar.
Kore’nin ekonomik mucizesi,
piyasa müşevviklerinin ve devlet yönlendiriciliğinin zekice ve pragmatik
karışımının sonucuydu. Kore hükümeti, komünist devletlerin yaptığı gibi
piyasayı ortadan kaldırmadı. Bununla birlikte serbest piyasaya da körü körüne
inanmadı. Piyasaları ciddiye alan Kore hükümeti, stratejik olarak piyasaların
sıklıkla politik müdahalelerle düzeltilmesine de ihtiyaç duyuyordu.
Tabiî, bu türden ‘aykırı’
politikalar vasıtasıyla zenginleşen tek başına Kore olsaydı, serbest piyasa
gurulan mevcut durumu sadece kuralı ispatlayan bir istisna olarak
reddedebilirlerdi. Bununla birlikte, Kore istisna değildir. Daha sonra
göstereceğim gibi, serbest piyasanın ve ticaretin anavatanı sayılan İngiltere
ve ABD dâhil, hemen hemen bugünün tüm gelişmiş ülkeleri, neoliberal iktisada
karşı gelen politik reçetelere dayanarak zenginleşmişlerdir.
Zamanımızın zengin ülkeleri,
yabancı yatırımcılara ayrımcılık uygularken korumacılığı ve sübvansiyonları
kullanmışlardır. Bütün bunlar bugünün ortodoks iktisadının lanetlediği ve DTÖ
Anlaşmaları gibi uluslarararası anlaşmaların kat’i şekilde kısıtladığı; yardım
verenlerin ve uluslararası finansal kuruluşların (özellikle IMF ve Dünya
Bankası’nın) yasakladığı şeylerdir. Hollanda ve (I. Dünya Savaşı’na kadar)
İsviçre gibi korumacılığı pek fazla kullanmayan birkaç ülke vardır tabiî. Fakat
bu ülkeler, patentlerin korunmasının reddedilmesi gibi başka konularda ortodoks
çizgiden sapmışlardır (bunlar üzerinde sonraki bölümlerde durulacaktır).
Zamanımızın zengin ülkelerinin yabancı sermayeli yatırım, kamu İktisadî
teşebbüsleri, makroekonomik yönetim ve siyasî kuramlara ilişkin politik
verileri, zamanımız ortodoksisinin çizgisinden belirgin sapmalar
göstermektedir.
Fakat eğer durum böyleyse, zengin
ülkeler bugünün gelişmekte olan ülkelerine, kendilerine ziyadesiyle yararı
dokunmuş olan stratejileri neden tavsiye etmiyorlar? Bunun yerine, neden
kapitalizmin tarihine dair hem düş ürünü hem de kötü bir hikâyeyi yaymaktan
geri kalmıyorlar?
Alman iktisatçısı Friedrich List,
daha 1841 yılında, kendi ekonomik üstünlüğünü yüksek gümrük tarifeleri ve geniş
çaplı sübvansiyonlar vasıtasıyla elde etmiş olan İngiltere’nin, diğer ülkelere
serbest ticareti telkin etmesini eleştiriyordu. List, İngilizleri dünyanın en
üst ekonomik pozisyonuna tırmanmak için kullandığı ‘merdiveni itmekle’
suçluyordu: ‘Birinin büyüklüğün zirvesine vardığında, diğerlerinin kendi
arkasından tırmanma vasıtasından yoksun kalmaları için oraya tırmanırken
kullandığı merdiveni itmesi çok yaygın olan zekice bir hiledir [italikler tarafımdan
eklendi].’
Bugün şüphesiz ki zengin ülke
mensuplan arasında, fakir ülkelerdeki pazarlarırımbüyük kısmım ele geçirmek ve
ortaya çıkacak muhtemel rakiplerin önüne geçmek amacıyla serbest piyasayı ve
serbest ticareti telkin eden bazı kişiler vardır. Bu kişiler ‘söylediğimizi
yapın, yaptığımızı değil’ diyorlar ve başı belâda olanların durumundan
yararlanan ‘Kötü Samiriyeliler’ gibi
davranıyorlar. Fakat çok daha fazla endişe verici olan, zamanımızın Kötü
Samiriyeliler’inin kendi politikaları nedeniyle gelişmekte olan ülkelere zarar
verdiklerinin farkında bile olmamalarıdır. Kapitalizmin tastamam yeniden
yazılan tarihi nedeniyle zengin dünyadaki pek çok kişi, gelişmekte olan
ülkelere tavsiye edilen serbest ticaretin ve serbest piyasanın ortaya
çıkarttığı tarihsel çifte standardı kavrayamaz.
Bir yerlerde, fotoğraflardaki
istenmeyen kişilerin üstünü kapatan ve tarihsel olayları sistematik biçimde
yeniden yazan bir gizli fesatlık komitesinin bulunduğunu ileri sürmüyorum.
Lâkin tarih, zafer kazananlar tarafından yazılır, tabiî geçmişi bugünün bakış
açısıyla yorumlamanın insan doğasına içkin olduğu da unutulmamalıdır.
Nihayetinde zengin ülkeler, büyük ölçüde bugün bazılarının Rönesans ‘İtalyası’
(1871’e kadar var olmayan bir ülke) hakkında yazdıkları veya Fransızca konuşan
Norveçlileri (fetihçi Norman kralları) îngiliz kral ve kraliçelerinin
listelerine dâhil ettikleri gibi, kendi tarihlerini zaman içinde tedricen,
genellikle farkında olmadan ve kendilerine dair bugünkü görüşleriyle daha
tutarlı olabilecek biçimde yeniden yazılr.
Sonuçta, fakir ülkelere dürüst,
ama yanlış bir inançla tavsiyelerde bulunan pek çok Kötü Samiriyeli, zengin
olmak için geçmişte kendi ülkelerinin de izlediği serbest ticaret ve serbest
piyasa yollarını tavsiye ediyor olabilecekleridir. Fakat gerçekte yardım etmeye
çalıştıklarının hayatlarını daha da zorlaştırıyorlar. Bazen bu Kötü
Samiriyeliler kasten ‘merdiveni tekmeleyenlerden’ daha büyük sorun olabilirler.
Çünkü kendisini haklı görenler kendi menfaatleri peşinde olanlardan genellikle
daha inatçı olurlar.
O halde niyetleri ne olursa olsun
kötü Samiriyelileri, fakir ülkeleri incitmekten nasıl vazgeçirebiliriz? Bunun
yerine ne yapmalılar? Elinizdeki kitap, bu soruya mevcut dünyanın geleceğine
dair bazı tahminler ve değişim önerileri aracılığıyla tahlil edilmesine
tarihsel bir karışımla cevaplar önermektedir.
Başlangıç noktası, kapitalizmin
ve küreselleşmenin gerçek tarihini inceleyeceğim birbirini izleyen iki bölüm
(1. ve 2. Bölümler) olacaktır. Bu bölümlerde, okuyucunun hâli hazırda ‘tarihi gerçekler’
olarak kabul etmiş olabileceği pek çok şeyin nasıl ya yanlış ya da kısmen doğru
olduğunu göstereceğim. Gerçekte, uzun bir süre boyunca dünyanın en korumacı
ülkeleri olan İngiltere ve ABD, serbest ticaretin vatanı değillerdi. Gelişmekte
olan ülkeler için nâdiren bir tercih sorunu olmuş olan serbest ticaret; bazen
askerî gücün de kullanılmasıyla genellikle dışarıdan empoze edilmiştir.
Gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu, serbest ticarete dayanan politikalar
benimsedikleri dönemlerde çok kötü performans sergilediler. Bu ülkelerin
sergilediği performanslar, korumacılığı ve sübvansiyonları kullandıkları
dönemlerde çok daha iyiydi. Performansı en iyi olan ülkeler, ekonomilerini
seçici biçimde ve tedricen dışa açmış olanlardı. Neoliberal serbest ticaret
serbest piyasa politikası büyüme için adaletin kurban edilmesi gerektiğini
ileri sürer; fakat gerçekte her ikisine de erişemez. Büyüme, piyasaların
serbestleştirildiği, sınırların açıldığı son yirmi beş yıl boyunca
yavaşlamıştır.
Kitabın tarihe ilişkin
bölümlerini izleyen ana bölümlerinde (3. Bölümden 9. Bölüme kadar), iktisat
teorisinin, iktisat tarihinin ve çağdaş kanıtlardan oluşan bir karışımı,
kalkınma hakkmdaki geleneksel aklı yerli yerine oturtmak için
konuşlandırıyorum. Serbest ticaret, fakir ülkelerin seçim özgürlüğünü azaltır.
Yabancı firmaları dışarıda tutmak uzun vadede bu ülkeler için iyi olabilir. 17
yıl boyunca zarar edecek bir firmaya yatırımyapmak mükemmel bir öneri olabilir.
Dünyanın en iyi firmalarından bazılan devlet mülkiyetindedir ve devlet
tarafından işletilir. Daha üretken yabancılardan ‘ödünç’ fikirler almak
İktisadî kalkınma için zarurîdir. Düşük enflasyon ve hükümetin bütçe
konusundaki ihtiyatlılığı, İktisadî kalkınma için zararlı olabilir.
Rüşvetçilik, piyasa çok dar olduğu için değil, çok geniş olduğu için vardır.
Serbest piyasa ve demokrasi doğal ortaklar değillerdir. Ülkeler, halklan tembel
olduğu için fakir değillerdir; fakir oldukları için halkları tembeldir.
Bu açılış bölümü gibi, kitabın
kapanış bölümü de alternatif bir gelecek tarihiyle başlıyor ama bu kez çok
nahoş bir hikâye ile... Senaryo kasten kötümser; fakat güçlü bir biçimde
gerçeğe, eğer Kötü Samiriyeliler tarafından propagandası yapılan neoliberal
politikaları izlemeyi sürdürürsek, bu türden bir geleceğe ne kadar yakın
olduğumuzu gösteren bir gerçeğe dayanıyor. Bölümün geri kalanında, eğer
gelişmekte olan ülkelerin kendi ekonomilerini ilerletmelerini sağlayacaksak,
kitap boyunca tartışacağım faaliyetlerimize rehberlik etmesi gereken ayrıntılı
politika seçenekleri arasından damıtılmış bazı temel ilkeleri sunuyorum. Nahoş
başlangıca rağmen, bölüm dolayısıyla kitap niçin Kötü Samiriyeliler’in çoğunun
değiştirilebileceklerine ve gelişmekte olan ülkelere kendi ekonomik durumlarım
iyileştirmekte gerçekten yardım edebilir hâle getirilebileceklerine nasıl olup
da inandıklarını açıklayan bir iyimserlik notuyla bitiyor.
Kaynak: Ha-Joon Chang, SANAYİLEŞMENİN GİZLİ
TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar