M. Ali AYNÎ / ATEİZM AYNASINDA TEVFİK FİKRET
Yazan: Prof. Mehmed Ali Aynî
Sadeleştiren Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu,
Yeni Çizgi 1997, Ankara
ÖNSÖZ
İslâm-Türk
kültürü, tarihin derinliklerine kadar uzanan bir zenginliğe sahiptir. Geçmişin
kültür mirası, çoğu zaman canlılığı ile günümüze intikâl etmiş iken, bir kısmı
zamanın akışı ile gözden silinmiştir. Geçmişten alınan mânâ zenginliği,
ihmale uğratılırsa, gelecek fakir ve yoz kalır. Tarihin tekerrür çizgisi iyi
farkedilebilirse, olumsuzluklar ve kötülüklerin yıkıldığı her güzellik ve
olgunluğun devam ettiği görülür. Kısaca, tarihten ders alınırsa, geçmişin
acıları tekrarlanmaz.
Mehmet
Ali Aynî’nin yayına hazırladığımız bu kitabında, geçmişin ilginç bir olay
sahnelenmektedir. Bir taraftan “kainatı kör bir tesadüfün yarattığını ileri
süren, Allah’ı inkâr eden Tevfik Fikret, öbür taraftan buna akl-ı selim ve
ilim yolu ile karşı çıkıp, cevap veren Mehmet Ali Aynî. Kültür tarihimizin bu
iki önemli siması, bu eserin muhtevası boyunca teizm-ateizm tartışmasına medâr
olmuş bulunmaktadır.
Geçmişte
olduğu gibi günümüzde de ateizm yine varlığını sürdürmekte, bu görüşe teist
görüş karşı çıkmakta ve aralarında tartışma yine devam etmektedir. Tartışmanın
genel çizgileri eskiden ne ise, şimdi de hemen hemen
odur.
Bundan seksen beş sene önce yapılan bu tartışma, işte bu yönü ile, günümüz
“bunalım insanı”na yararlı olacaktır.
Kültür
tarihimizdeki bu tür ilginç tartışmalar, hiç şüphesiz şimdi ve gelecekte
yapılacaklara, belli bir bakış açısı sağlayacak onları yönlendirecek, çok
boyutlu bir kapasiteyi muhtevâsında taşımaktadır.
Kültür
fakirliğinin ivme kazandığı bu dönemde, sadeleştirmesini yaparak yayına
hazırladığımız bu kitap, öyle sanıyoruz ki, bahsi geçen konuda bir açığı
kapatma fonksiyonunu icrâ edecektir.
Yaptığımız
bu sadeleştirme çalışmasında, beşeriyet icâbı meydana gelmiş hataların,
okuyucular tarafından eleştirilmesi bizleri memnun edecektir.
Eserin
ortaya çıkışında, önemli tavsiyelerde bulunan değerli dostumuz Hacı Gedikli
Beyefendiye şükranlarımızı arzederiz.
Başarı
Allah’tandır.
02.IX.1996/Ankara
Ethem
Cebecioğlu
GİRİŞ
Eserini
sadeleştirdiğimiz Mehmet Ali Aynî, devrinin önemli edebi siması Tevfik Fikret
ile bir tür hesaplaşmaya girmiş bulunmaktadır. İlki felsefeci, İkincisi
edebiyatçı olmak üzere fikrî tartışma alanında karşı karşıya gelen bu iki
entelektüeli, hayatı ve eserleri bakımından kısaca tanımaya çalışalım.
MEHMET
ALİ AYNÎ (D. 25 Şubat 1868 / Ö. 29 Kasım 1945)
Aynî, 25
Şubat 1868 tarihinde Manastı r’da Serfice’de dünyaya gelmiştir. Yüksek
öğrenimini Mülkiye Mekte- bi’nde tamamlayan (1888) Ayni, çeşitli yerlerde
öğretmenlik yaptıktan sonra 1895’te İstanbul’da Maarif Nezareti İstatistik
Kalemi Başkâtipliğine tayin edildi. Daha sonra Ko- sova (1897) ve Kastamonu
(1899) vilâyetleri mektupçusu oldu. 1902’de Sinop mutasarrıf vekilliğine
getirildi. Ardından Basra (1904), Balıkesir (1906) Lazkiye (1908) Sancakları
mutasarrıflıklarına, Elazığ (1910), Bitlis (1911) ve Yanya (1912) valiliklerine
atandı. 1913’te Trabzon valisi iken emekliye ayrıldı.
Aynı yıl,
İstanbul Darülfünun’u Edebiyat Fakültesi, Felsefe ve Felsefe Tarihi
muallimliğine getirildi. 1924’de ilâhi- yat Fakültesi’ne tasavvuf muallimi
oldu. 1930’da Oxford’da toplanan VII. Uluslararası Felsefe Kongresine,
Türkiyeyi temsil ederek katıldı. Ertesi yıl, Felsefe Kongreleri Organize
Komitesi sürekli üyeliğine seçildi.
1933’de
İstanbul Üniversitesi’nde ordinaryüs profesör oldu ve 1935 te Üniversite’den
emekliye ayrıldı.
Felsefe
alanında tenkid yazıları yayınlayan Mehmet Ali Aynî ele alıp sadeleştirisini
yaptığımız bu eserinde, Tevfik Fikret’i şüphecilik, kötümserlik ve ateizm
açısından ciddî biçimde felsefî, dinî ve İlmî bir tahlile tabi tutmuştur.
Kendisi
Vahdet-i Vücûd telâkkisine inanmış ve bunun ötesinde, tasavvufla teorik olmanın
ötesinde pratik anlamda temasa geçmişti. Carl VETT adlı bir Danimarkalı sosyologun
Dervish Diary (Los Angeles 1953) adlı hâtıratından, onun, Kelâmî Dergâhı
postnişîni Muhammed Es’ad Erbilî adlı bir mâneviyat önderine müntesib olduğunu
öğreniyoruz.
Özellikle,
“Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” adlı eserinde, Muhyiddin İbn Arabî” üzerine
yaptığı tahliller, onun tasavvufa duyduğu sevgiyi gösterir.
Aynî 1937
senesinde, İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu Başkanlığını ifa etmiştir.
Ölüm tarihi 29 Kasım 1945 olan Mehmet Ali Aynî’nin çeşitli eserleri vardır. Bunlar
şunlardır:
1. İntikâd ve Mülahazalar
2. Hacı Bayram Veli
3. Reybîlik, Bedbinlik, Lâilahîlik Nedir?
4. Hayat Nedir?
5. La Philosophie en Turquie
6. Şeyhi Ekber’i Niçin Severim?
7. Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâiî
8. Türk Azizleri (Bursalı İsmail Hakkı)
9. Abdülkâdir-i Geylanî
10. Muallim-i Sani Farabî
11. Türk Mantıkçıları
12. Türk Ahlâkçıları
13. Nazarî ve Amelî İstatistik
14. Malûmât-ı Nâfia-i Fenniyye
15. Küçük Umumî Tarih
16. Darülfünûn Tarihi
17. İlim ve Felsefe
18. Ruhiyat Dersleri
19. Ahlâk Dersleri
20. Tasavvuf Tarihi
21. Tarih-i Felsefe
22. La Ouintessence de la Philosophie d’lbn Arabi
23. Hükm-i Cumhûr
24. Demokrasi Nedir?
25. Milliyetçilik
26. Çeşitli makâleler
1867’de
İstanbul’da doğmuştur. 1876’da Galatasaray Sultanîsi’ne girerek, burada
edebiyata duyduğu ilgi sonucu şiir yazmaya başlamıştır. Onbeş yaşında
Tercüman-ı Hakikat’te yazdığı bir şiirle, yazı hayatına başlamış, 1888’de okulu
birincilikle bitirerek Hariciye Nezâreti İstişâ- re Odası’na girmiştir. Buradan
bir süre sonra ayrılarak Sadâret Mektûbî Kalemi’nde açılan Mühimme Odasında çalışmaya
başlamış, maaşının azlığı sebebiyle, 1889 da yeniden İstişare Odası’nda muavin
olarak görev almış, ayrıca Ticaret Mekteb-i Âlîsi’nde de yazı (hat) ve
Fransızca dersleri vermiştir.
1891 ’de
İsmail Safâ’nın idare ettiği Mirsad adlı dergide “Tevhid” ve “Sitâyiş-i
Hazret-i Pâdişâh” konulu yarışmalarda birinci olmuş, 1894’de çıkan “Malûmât”
adlı derginin yazı işlerini yönetmiş, aynı yıl Sultânî’de Türkçe öğretmenliği
sınavını kazanıp, ilkokul kısmında öğretmenliğe başlamışsa da, hükümetin bütçe
açığını kapatmak amacıyla memur maaşlarında kesintiye gitmesini protesto ederek
görevinden ayrılmıştır.
Recaizâde
Mahmud Ekrem’in teklifi ile, 1896’da Ser- vet-i Fünûn’un sahibi Ahmed Ihsân
tarafından, derginin yazı işleri sorumluluğuna getirilmiş ve bu tarih, Türk edebiyatında,
Servet-İ Fünûn Edebiyatı (Edebiyât-ı Cedîde) adı verilen yeni bir edebî çığırın
başlangıcı olmuştur. Bu dergide yayınlanan ilk şiiri “Hayran” manzumesiyle
birlikte edebî alandaki faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. 1899 başlarında
Robert Kolej’de aralıklarla hayatının sonuna kadar sürdüreceği Türkçe
öğretmenliğine başlamıştır. Servet-i Fünûn dergisindeki çabaları sonucu,
dönemin tanınmış şair ve yazarlarını bir araya getirmiş, böyle Recâizâde’nin
uzun zamandır düşündüğü genç elemanlardan kurulu, Yeni, Edebiyat Cephesi
teşekkül etmiştir. Bu grup batı hayranlığı ile tanınan yönünün yanı sıra,
çeşitli geleneksel değerlere katı ve kaba pozitivizme dayalı olarak eliştirici
bir yaklaşım ile de ismini duyurmuştur. Bir ara 1898 senesinde kısa bir
gözaltı süresinden sonra, içinde yönetime karşı duyduğu hisleri Yeşil Yurt,
Berid-i Ümid ve Bir Mersiye adlı manzumelerinde dile getirmiştir. Servet-i
Fünûn Dergisi dışında Maarif Mektebi ile Mütâlaa gibi dergilerde, Nazmî,
Mehmed Tevfik, Mehmed Fikret, M.T.Fikret ve Es’ad Necib gibi müsteâr isimlerle
çeşitli şiirler, Tarik gazetesinde de çok sayıda makaleler yayınlamıştır. 1900
da, çeşitli yerlerde yayınlanan şiirlerini “Rubâb-ı Şikeste” (Kırık Rubâb)
adlı bir kitapta toplayarak neşretmiştir. 1901’den sonra köşesine çekilen
Tevfik Fikret; 1908’de Meşrutiyet ilan edilene kadarki bu dönemde Sis, Sabah
Olursa, Mazi, Bir Lahza-i Tahattur şiirlerini yazmıştır.
Meşrutiyet’ten
sonra Hüseyin Câhid ve Hüseyin Kâzım ile birlikte Tanin gazetesini
çıkarmıştır. Ancak uğradığı hayal kırıklığı sebebiyle gazeteyi terketmiştir.
Bir aralık Maarif Nazırı yapılmak istenmişse de, kabul etmemiş, bunun yerine
Sultanî Müdürlüğü’nü tercih etmiştir. Bundan sonra tekrar inzivâya çekilen
Tevfik Fikretin yazdığı şiirleri, Fecr-i Âtî topluluğunca coşkuyla
karşılanmıştır. Onun isyankâr tavrı, Tarih-i Kadim adlı şiirinde, Allah’ı inkâr
etme derecesine ulaşmıştır.
Ele
aldığımız bu eser, onun “kör bir tesâdüf” ile kainatın oluşumunu ileri
sürmesine, yani onun tanrıtanımazlığına, Felsefeci Mehmet Ali Aynî (Prof)
tarafından verilen cevabı ihtivâ etmektedir.
Ancak
şunu da ifade etmek isteriz ki, Tevfik Fikret’in bu şiirine Ahmed Naîm vs. gibi
diğer düşünürler ve yazarlar da gereken cevabı vermişlerdir.
Alfred de
Musset’nin etkisi altında kalan Fikret, siyasî, içtimâî, kültürel konularda,
hatta çocuklarla ilgili (Şermin) şiirler yazmıştır.
Kendisiyle
aynı görüşü paylaşmayan Mehmet Akif Er- soy ile polemiğe giren Tevfik Fikret,
1915 senesinde vefat etmiştir.
Bazı eserleri:
Tarih-i Kadîm, Şermin, Rubab-ı Şikeste, Rubâbın Cevabı, Haluk’un Defteri.
1910’lu
yıllarda bastırdığı Tarih-i Kadîm, ateist karakterli olması sebebiyle, büyük
yankılar uyandırmıştır. Yayına hazırladığımız bu eserde görüleceği üzere,
Tevfik Fikret, her şeyi sorguluyor, her şeyi eleştiriyor. OsmanlIyı,millî
değerleri, bayrağı, gelenekleri, tarihi, hattâ, Allah’ı. Sonunda şiirinin bir
yerinde “Ceberût” (zâlim) diye bağırdığı Allah’ı, yer yüzüne indirip, Nietsche
gibi “Allah öldü” der- cesine, kainatı, kör bir tesâdüfün eseri olarak görüyor.
Bu şiirin yayınlanması ile, o devir gençlerinin mâneviyat dünyasında yara
açılmasını engellemek üzere, Prof. Mehmet Ali Aynî elinizdeki bu eseri kaleme
alıp, cevap veriyor.
Eserin,
tenkidî mâhiyette olmakla birlikte, dikkat edilirse, yıkıcı bir üslûbda değil,
yapıcı, sakinleştirici, yönlendirici, akılcı, temkinli bir muhtevâ içinde
şekillendiği görülür. Günümüzde, tanrıtanımazlığın az da olsa yaygın bulunması,
Aynî’nin bu kıymetli eserini aktüel kılmaktadır. Günümüz insanına bu eseri
layıkıyla aktarabildiysek, kendimizi mutlu addederiz. Başarı Allah’tandır.
TARİH-İ KADÎM’E CEVAP
Bu
reddiyeyi bir rica üzerine yazıyorum. Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadîm”ini
okuyan gençler, ruhen zehirleni- yorlarmış; bu nedenle o “Tarih”in mâhiyetini
açıklamak, gençliğin düşünce namus ve sağlığını korumak üzere çok lüzumlu imiş.
Gerçekten, bu şiiri yayınladığı sırada, ben de görmüştüm, ancak ona bu şekilde
bir karşılık vermek aklımdan geçmemişti. Çünkü bu tür isyankâr saldırılara
daha önceden de cür’et edenler çıkmıştı. Eskilere göre, daha dün sayılabilecek
bir zamanda Nietzsche (1844-1900) de Hristiyanlık aleyhinde ve Voltaire
(1694-1778) ile Feuer- bach’ı (1804-1872) fersah fersah geçmek
şartıyla, o gü- nedek duyulmadık alçakça küfür ve saldırıları içeren “Deccal”
(Antecrist)’ini yazmamış mıydı? Ona göre Allah kötülüğün vücut
bulmuş bir şekli, Hz. İsa ise “Haçın zehirli ağacına asılmış alçak bir
yahudi” değil miydi? İncil, dünyayı, içi hastalar ve hastabakıcılarla dolmuş
büyük bir hastahaneye çevirmişti. Ancak bazen pek şiddetli ve öldürücü bir
zehir gibi olan bu saldırı ve kötülemelere itibar edilseydi, insanlık için
felâket ve musibetlerden başka ele ne geçerdi? Bununla birlikte, o sapıklık
öncülerinin hepsi, eserleriyle, rahatsız edici karanlık bir kabus, boğucu bir
şüphe ve isyan çukuru içinde mahvolmamışlar mıydı? Hele Nietzsche delilik ve
hezeyân nöbetleri içinde çırpınarak can vermemiş miydi[1] Bütün üzüntülerimize rağmen,
Tevfik Fikret de, şimdi o hüsrana uğrayanlar kafilesine katılacakmış. Ne
yapalım!.. Nietzsche’nin “DeccaH, yüz milyonlarca Hristiyandan kaçını,
İncil’i okumaktan ve dinlemekten men etmişti; “Tarih-i Kadîm”in de,
bize ne etkisi olabilir demiştim. Böyle düşünmekle birlikte, ona çok acı-
mıştım. Daha doğrusu, bu şiiri ona bir türlü yakıştırama- mıştım; bu olamaz
diyordum. Bu, “Tarih-i Kadîm”, “Sabah Ezanı”[2]nı yazan
şairin olabilir.
Allâhü Ekber, Allahü Ekber!
Bir samt-ı ulvî: Güyâ tabiat,
Hâmûş hâmûş eyler ibâdet.
Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!
Bir samt-ı nâlân: Güyâ avâlim,
Pinhân ü peyda, nevvâr ve muzlim,
Itmekde zikr-i Hallâk dâim,
Allâhü Ekber, Allahü Ekber!
' Bir samt-ı ulvî: Kalb-i tabiat,
Bir samt-ı nâlân: Rûh-ı avâlim,
Itmekde zikr-i
Hallâk dâim,
Itmekde ra’şân ra’şân ibâdet.
Şiirin sadeleştirmesi şu şekildedir:
Allâhü Ekber Allâhü Ekber!
Yüce bir suskunluk: Sanki tabiat,
Sessiz sessiz eyler ibâdet.
Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!
İnleyen bir sessizlik: Sanki âlemler,
Gizli ve açık, aydınlık ve karanlık,
Sürekli Hallâk’ı (Yaratıcıyı) zikretmekte.
Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!
Yüce bir suskunluk: Tabiatın kalbi,
İnleyen bir sessizlik:
Âlemlerin ruhu,
Sürekli Hallâk’ı (Yaratıcıyı) zikretmekte,
Ürpere ürpere ibâdet etmekte.
Tevfik
Fikret
Acaba onu
böyle inkarcı haykırtan bazı olaylar mı olmuştu? Fakat, ne olursa olsun,
Tevfik Fikret, kendisiyle, bu denli açık bir çelişkiye düşmemeliydi. Tevfik
Fikret, bu şiirinde, tarihi sorguluyor: Tarihi uzun boylu, kuru kemikli bir
heykele benzetiyor. Bu heykelin başı, geçmişe yani rüyaya; ayakları da,
gelecek denilen heyülaya sürünüyor- muş. Heykelin altında altı bin yıllık şüphe
buruşukları varmış. Bu heykel, bize, örnek olarak geçmiş zamanı gösteriyormuş.
Şair sorularına, bir sırtlan mezardan ölü kemiklerini nasıl çıkarırsa, o da
hatıralarını yoklayarak cevap vermeye başlamış, sürekli çağlara ait olayların
hep felâket ve ölüm yığıntıları olduğunu söylemiş:
“Ne zaman
geçse bir ketîbe-i şân Daima rehgüzâra hûn-efşân Bir bulut sâyebâr olur mutlak
Başda, en başda kanlı bir bayrak Onu bir kanlı tâc eder takib Sonra hunîn-i
vesâit-i tahrîb Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta Mancınık, top, saban, tüfek
arada Kanlı âmirleriyle cündüğâ Sonra artık alay alay üserâ Mutlaka bir
muzaffer, on mağlub Çiğneyen haklı, çiğnenen ma’yûb
Kahre
alkış, gurura secde, kerem Da’f u zilletle daima tev’em Doğruluk dilde, yok
dudaklarda Hayır ayaklarda, şer kucaklarda Bir hakikat hakikat-ı zencir Bir
belâğat, belâğat-ı şemşîr Hak kavînindir demek şerîrirıdir En celî hikmet,
ezmeyen ezilir Her şeref yapma, her seâdet pîç Her şeyin ibtidâsı âhiri hiç Din
şehid ister, asümân kurbân Her zaman her tarafta kan kan.”
demiş.
Bu şiirin sadeleştirmesi de şu şekildedir:
Ne zaman
geçse şanlı bir alay,
Geçtiği
her yere sürekli kan saçan.
Bir
bulut, mutlaka gölgeler.
Başta, en
başta kanlı bir bayrak.
Onu kanlı
bir tâc takip eder,
Sonra
kanlı ölüm silahları.
Mızrak,
yay, kılıç, topuz, balta,
Mancınık,
top, sapan, tüfek arada.
Kanlı
komutanlarıyla askerler,
Mutlaka
bir muzaffer (gâlib), on mağlub.
Çiğneyen
haklı, çiğnenen ayıplanmış.
Kahra
alkış, gurura secde, ikrâm.
Zayıflık
ve alçaklık ile sürekli ikiz.
Doğruluk,
dilde, dudaklarda yok.
İyilik
ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir
hakikat, zincir hakikati,
Bir
belâğat, kılıç belâğatı,
“Hak
güçlünündür” demek, kötü kişinindir.
En açık
hikmet: “Ezmeyen ezilir”.
Her şeref
sahte (yapay), her mutluluk piç.
Her şeyin
başlangıcı ve sonu, hiç.
Din şehit
ister, gök kurban,
Her
zaman, her yerde kan, kan.
Sevgili
okuyucu! Şimdi bu mısraları yazarken, onun, “Asker Geçerken” adlı
kahramanlık şiirini, elimde olmadan hatırlayıverdim. Tevfik Fikret bu şiiri, “Tarih-i
Ka- dim”den önce mi söylemiş, sonra mı? Bunun bir önemi yok; ancak bu ne
değişiklik!..
“Nekkâre
önde, bir müteharrik cebel gibi, Geçmekte zî vakâr ü tarab mevkib-i zafer.
Ancak evrene al ile fecr-i ezel gibi,
Firak mehâbetinde
saçar mevce mevce fer. Herkes büyük küçük birikir rehgüzârına.
Bir
incizâb-ı rûh ile, pür şevk ü ihtirâm. Gözler dalar güzâriş-i satvet-medârına,
îsâr eder
kudümüne her nazaraya selâm[3]
Durmaz,
yürür ketîbe-i rahşân-mefharet.
Yüzlerde,
süngülerde, kılıçlarda berk urur.
Kalmaz
günüde geçtiği yerlerde hiss-i şân,
Ba’zan
durur selâmına bir kışla nâgihân;
Bir
seyf-i âmirâne parıldar: Selâm dur!”
Davul
önde, hareketli bir dağ gibi,
Zafer
alayı coşkulu ve vakarlı olarak geçmekte.
Ancak
evrene kırmızılığı ile ezelî bir fecir gibi;
Alaylar
azametinde dalga dalga ışık saçar.
Çoluk
çocuk herkes onun geçtiği yerlerde birikir;
Bir ruh
çekiciliği, şevk ve saygı ile dolu olarak.
Gözler
dalar, onun ezici kuvvetli geçişine,
Gelişini
her seyredene selâm saçar.
Durmaz
yürür, parlayan öğünç alayı,
Yüzlerde,
süngülerde, kılıçlarda şimşek çakar.
Onun
geçtiği yerlerde şân duygusu uyumaz.
Bazan
durur selâmına bir kışla birdenbire,
Bir kılıç
emredercesine parıldar: Selâm dür!
Tevfik
Fikret’in muhatabı olan “Tarih-i Kadîm" (Geçmişin Tarihi), kılıçtan
nefret ediyor. Fakat, bizzat Tevfik Fikret, kılıç için bakınız ne diyor:
“O çelik
parçası bir gün ehemmiyyet alır,
Koca bir
kavmin olur hâris-i istiklali Koca bir memleketin ırzı, hayatı, malı Ona
vabeste kalır.
O zaman
ey ebedî hâmî-i şân-ı akvam,
O zaman
sen yed-i kahhâr-ı hamiyyetde iyin, Olarak ehl-i ta’addiye verirsin hüsran,
O zaman
nâkâm.
Kalbe
şevkinle gelir neş’eli bir hiss-i felâh.
Sana
baktıkça fahûrâne parıldar gözler.
Sana ey
seyf-i mücellâ, sana ey berk-i zafer,
Sana ey
şanlı silâh!
O çelik
parçası bir gün önem kazanır.
Koca bir
toplumun bağımsızlık bekçisi olur.
Koca bir
memleketin ırzı, hayatı, malı,
Ona bağlı
kalır.
O zaman,
ey milletlerin şânının sonsuz koruyucusu O zaman sen, hamiyetin kahredici
elinde görülür Olarak, saldırganları hüsrana uğratırsın.
O zaman
mutsuz.
Kalbe
şevkin ile neş’eli bir kurtuluş duygusu gelir. Sana öğünerek baktıkça parıldar
gözler.
Sana ey
parlak kılıç, sana ey zafer şimşeği.
Sana ey
şanlı silâh!
Tevfik
Fikret bu “Kılıç” şiirinde samimidir. Onun “Tarih-i Kadîm”ine söylettiği
fikirler, her nasılsa vicdanına uğursuz karanlık bulaştığı bir zamana tesadüf
etmiş olmalıdır.
“Hak
kavîrıin demek, şerîrindir En celî hikmet: Ezmeyen ezilir. ”
* Bu ne
ahmakça, fakat hem çekici, hem de yalan bir söz! Gerçekten Hak, dıştan
bakıldıkta, kuvvetle korunur. Fakat:
“Zulmün
topu var, güllesi var, kal’ası varsa Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü
vardır.
Göz yumma
güneşden, ne kadar nuru kararsa Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.”
diyen
yine Tevfik Fikret değil mi? Gerçekten Hak bizzât kuvvettir; Ona galip
gelmeğe imkân yoktur. Hakkından şüphesi olanlardır ki haklarını kaybederler.
Hak ile kuvvet kavramını birbirinden ayırmak, nesneleri sadece dışlarına
bakarak değerlendirmekten doğan bir görüş hatasıdır.
HAK VE KUVVET(1)
Hak yahut
manevî kudret, kuvvet yahut cismanî kudret karşılığıdır. Bousouillet diyor ki:
“Hakka karşı hakyok- tur.” Yan\ kanun dışında, kanun aleyhinde manevî kudret
yoktur. Kuvvet yahut cismânî kudret Hakkı ezebilir, fakat ona üstün gelemez.
Burada, biraz Leibniz’in düşüncelerine kulak verelim: “Bize kurtla kuzunun
hikâyesini anlatırken, egemenlik galip gelenindir kuralını haber veren masalcı,
bir Hakkı değil, bir vâkıayı ortaya koymuş oluyor, olan şeyi söylüyor. Olması
gerekeni söylemiyor. Ahlâken, Hakka galib gelen, kuvvet değildir, kuvvete galip
galip gelen, Hak’tır. Bir zâlimin kuvveti, bu zâlim isterse bir ferd yahut
bir grup veyahut da bir toplum olsun ve bunların gasb ve vurgunları senelerce,
asırlarca devam etse bile, bir Hak tesis etmek veya bir mükellefiyet ihdâs
etmekten âcizdir. O zorlama ve haksızlığa, mecburen katlanılır, fakat boyun
eğilmez, karşı gelinir. Yedi yüzyıldan beri İrlanda’nın İngiltere’ye karşı
yaptığı budur. İrlandalIlar Hakk’ın kutsal özelliğine ve bunun, sonucunda
zafere ulaşacağına ezilmez bir güven beslemektedirler.
Hayvanî
kuvvet, ancak geçici olabilir. Hakk’a karşı üstün gelemez onu yenemez. Zira
Hak, er geç kendi mevkiini elde etmek suretiyle, kuvveti toplumsal ve ahlâkî
hayatın yüksek hedeflerine bağlayarak kullanır.
Kuvvet
Hakk’ın hizmetinde olmalıdır. Kuvvet bize, bu maksat ve gâye ile
bahşedilmiştir. Adâlete noksanlık getiren her şey sonunda harab olur.
Muvaffakiyet verebilen kuvvet üzerinde adalet ve Hak vardır ki, sadece bunlar o
başarıya meşrü bir özellik verir.
Hak,
kendisine galip gelinmesi mümkün olmayan manevî bir kuvvettir. Hak, hayvani
kuvvete dâima üstündür. Hatta dıştan bu kuvvete yenik görünse bile. Kuvvet
geçer, yok olur. Hak, yok edilmesi imkansız, eksilmeyen, ölmeyen olarak
varlığını sürdürür. Çünkü Hakk’ın kaynağı kanunduPK Bundan dolayı, Hakk’ın
dâima iddia olunabildi- ğine ve olunması icabettiğine hükmolunmaktadır. Hakk’ın
aleyhine, (kâne mâtkâne) oldu bitti kuralı hiç vakit uygulanamaz.
Özet olarak, tahakkuk mevkiine çıkarılması gere- kbn şey, Hak’tır.”
Adalet
karşısında hiç kimse kuvvetli değildir. Zira hiç kimse Allah’a karşı kuvvetli
olamaz. İşte bu nedenledir ki, inananlar hiç bir zaman ümitsizliğe düşmezler ve
cesaretlerini asla kaybetmezler. Allah adâlet sahibidir ve adâleti
ister. Hak en güçlünün değil, en haklı olanındır. Mahlûkâ- tın hâkimiyeti,
Yaratan’ın üstün kudretini yenemez. zira bu konuda çok zayıf ve âcizdir. Allah,
yarattığı varlığı bildiği gibi, onu hareket etme konusunda özgür bırakır.
Fakat işin aslında onu sevkeden Allahtır, bu sebeple koyduğu genel kanunları
bozmasına izin vermez.
“En
celîhikmet; ezmeyen ezilir.”
Hayvanlık
âleminde geçerli olan bu düsturu, insanlık âlemine geçirmek ne denli yanlış bir
düşüncedir. Gerçekten, Sokrat’ı AtinalIlar ezmiş, ona baldıran zehiri
içirmiş- lerdi. Fakat, bir de o filozofun ölümünü anlatan sayfaları okuyunuz!
Hakk’a kuvvetle inanan o filozofun ölümü, bin alçak hayattan üstündür. Onun
düşmanlarının gemileri çoktan çürüdü, ad ve izlerinden hiç bir şey kalmadı.
Fakat Sokrat’ın adı, dünyadaki bütün üniversitelerde hâlâ saygıyla
anılmaktadır. İnsaf ediniz, Sokrat’ın bu durumuna, nasıl ölmek veya
ezilmek denebilir?
Gayret
edelim de, aramızdaki hayvanlığa ait gelenekleri tamâmen kaldıralım. Ancak, bu
husus öyle mi savunulur?
“Her
şeref yapma, her sa'âdet pîç
Her şeyin
ibtidası, âhiri hîç,”
Bilmem ki
Tevfik Fikret şeref deyince neyi anlıyor? Eğer onun maksadı Fransızlardaki Excellence
Altesse veya bizaeki “Devletlû”, “Seâdetlû”, “Izzetlû”... veyahut
İranlIlardaki saltanat ihtişamı, devlet ikbali vs. gibi öğünç lakâpların ve
şeref ifadelerinin gerçekten hiç bir değeri yoktur. Gerçekten, mizâcın,
zamanın, mekânın ve toplum- ların değişmesiyle değişen şereflerin, belirli bir
hakikati yoktur. Bütün şeref lakâpları bir kalem oynatmakla, sahiplerinden
kolayca alınabilir. Fakat gerçek şerefler öyle midir? Gerçek şerefler “yapma”
olamazlar. Onlar eskimez ve solmaz, zira böyle şerefler, insanlığa verilen
hizmetlerle elde edilirler. Bu gibi şeref sahiplerinin göğüslerinde madalya da
bulunmaz. Fakat onlar, herkesin gönüllerinde bir iz, nişan bırakmışlardır. Çok
eskilere gitmeyeceğim, burada, sadece Pasteur’ün adını zikretmenin
yeteceğini sanıyorum. Bu değerli bilim adamının insanlık âleminde elde ettiği
şeref nasıl yapma olabilir?!..
Tevfik
Fikret’in çok önceleri yazdığı “Millet Şarkısında,
“Dünyada
şerefdir yaşatan milleti, ferdi”
hükmünü
verdikten sonra, şerefin yapma olduğundan bahsetmesi, hayret edilecek bir
değişiklik değil de nedir?
HİÇİN ANLAMSIZLIĞI
Hayır,
her şeyin başlangıcı hiç olmadığı gibi, sonu da hiç değildir. Esasen akıllı bir
varlığın hiçliği düşünebilmesi imkansızdır. Akıl, böyle bir tasavvuru şiddetle
reddeder. Tevfik Fikret gibi, ince ve duygulu bir şâirin kaleminden, bu şekilde
bir safsatanın nasıl çıkabildiğine, gerçekten hayret ediyorum. Vakıa yine onun
ifadelerine göre:
“Şüphe
bir Hakk’a doğru koşmakdır
Hakkı
tenvîr, ukûl içün haktır.”
Şüphe,
bir Hakk’a doğru koşmaktır,
Hakkı
aydınlatmak, akıllar için haktır.
Pekâlâ
ama, bu şüphe düsturunu ortaya koyan filozof Descartes bile, onu usûl
gereği muvakkat (provisoire) olarak kabul etmiş ve derhal önce ilk olarak
bulunan (primordial)[4] açık
şeylerden olmak üzere, kendi varlığının hakikatini kabul ile bunda şüphenin
câiz olmadığını doğrulamıştır^. Hiç bir anlamı bulunmayan bir kelime varsa, o
da Tevfik Fikret’in kullandığı mânâdaki “hiç” lafzıdır.
Gerçekten
şu üzerinde yürüdüğümüz yerin, bir başı olduğu gibi, bir de sonu vardır ve
gelecektir. Bilimsel araştırma ve incelemelerin tümü, bunu gösteriyor. Fakat
yerin geçirmekte olduğu değişim devirlerinin başlangıcını nasıl olur da hiçliğe
indirgeyebiliriz? Gerçi bu konuda çeşitli na- zariyeler serdedilmiştir^. Fakat
bütün bilim adamlarının ittifakla öne sürdükleri sonuç, ilk ortaya çıkış
aşamasında güç ve esîr şeklinde izini gösteren hiçlik değil varlıkdır.
Sona
gelince, bunun da “hiç” olmadığını, bizden önce hiç şüphesiz şairin kendisi
anlamıştır, ama ne fayda. Zannederim bu anlayış, ona oldukça pahalıya mal
olmuştur!
ÂHİRET HAYATI
Tevfik
Fikret, bu hüküm ile âhiret hayatını da inkâr ediyor. Gerçekten bedenin
parçaları unsurlarına dağılmış, cismânî hüviyetinden hiç iz kalmamış bir varlık
için, nasıl bir âhiret hayatı tasavvur edilebilir? Bu inkârı desteklemek için
eskiden beri ileri sürülen deliller, hep birbirinin aynıdır. Vâkıa basit bir
muhakeme ve görüş alanı sınırlı bir akıl için, ahiret hayâtını kabullenmek
zordur. Onu kabul etmek için, kesin ve şüpheden kurtulmuş deliller arıyoruz. Fakat
bu inkarcılara sorunuz: Bir damla nutfe (meni), ana rahminde kendisine
ulaştırılan çeşitli unsurları, göze, kulağa, buruna, damarlara, sinirlere,
dönüştürüp şekil vererek, dedelerinin bir çok ahlâkî ve cismânî kalıtımlarını
da taşıdığı halde, belirli bir günde bu varlık alanına nasıl çıkıyor! Maddî
unsurları bu şekilde tertip, düzenleme ve İnsanî güzel şekile dönüştürme işini
yapan hangi kudrettir? Bu konuda alacağınız cevabın, sizi hiç bir şekilde
tatmin etmeyeceğini iddia edebilirim. Zira bu hayat sırrı, bu gün mutlak bir
sırdır[5].
HAYATIN
BAŞLANGICI MESELESİ[6]
Gerçekte,
kimyânın günümüzdeki gelişimine söyleyecek bir sözümüz yok. Daha 1828’da Vöhler,
siyanat d’amonyak yardımıyla, üre imal etmeye muvaffak olmuştur. Berthelot’un
çalışmaları maden kimyası ile organik kimya arasında aşılması imkansız bir
engel bulunmadığını göstermişti. 1854’den beri alkol, hardal, kokulu uçucu,
yağ ve karınca asidi imal edilmektedir. Bundan sonra kimyagerler, evvelce
yalnız, canlı varlıklar tarafından üretildiği sanılan bir çok cevherleri yapay
olarak üretmeye muvaffak oldular. Kafein, seompromin, etropin, nikotin,
elizarin... bunlar arasındadır. Öyle ki bugün organik kimyanın canlı
varlıkların müdâhelesine ihtiyaç duymaksızın, kendi başına üretebildiği
cisimlerin sayısı 150.000’i geçmiştir.
Organik
kimyanın[7] bu
önemli başarıları, hayat sahibi maddesinin günün birinde, bize kendi sırrını
açıklayacağını ümid ettirmektedir. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki,
şimdiye kadar yapılmaya muvaffak olunan cisimler, canlı maddenin çalışmasından
doğan ürünlerdir. Bizzat o, canlı madde değildir. Halbuki hayat meselesini
çözmeyi denemek için, o canlı maddenin sentezini elde etmek gerekti.
Gerçekten, Fischer tabiî albümine benzer aynı unsurlardan
(elementlerden)[8] oluşmuş
terkipleri taşıyan po- lipeptides’lerin sentezini yapmayı başarmış ve bunun üzerine,
problemin pek karışık olduğu da anlaşılmıştı. Zira “protoplasma”, bir
“colloide” olmakla birlikte, bu öyle açıkça belirli bir kimyevî cevher
değildir. Protoplasma, albürriin benzeri bir madde olmaktan çok, her biri başlı
başına “kimyevî bileşik bir yapı” olan belirli sayıda albümin benzeri
maddelerden meydana gelmiştir. İşte kimyagerin karşılaştığı problemlerin ilk
kaynağı budur. Fakat, madem ki bu albümin benzeri maddelerin tabiatı artık
belirlenmiştir, o halde bunların sentezi de mümkün hale gelmiştir diye far-
zolunuyor. O halde bunların birleşmesiyle, nasıl oluyor da hayat özelliklerini
gösteren bir madde meydana geliyor? İşte, bu problemi çözümlemek gerekir. Şu
kadar var ki, tabiat güçlerindeki birliğe inananlar, bu problemleri yavaş
yavaş yenerek, sonunda bu denli önemli bir sorunun çözümünü başaracaklarından
ümidsizliğe düşmüyorlar; çalışsınlar bakalım.
Her
halde, bu gün için dünyada hayatın en ilkel ve basit şeklinin, nasıl ve ne
sebeple ortaya çıktığı bilinmemektedir/[9]* Şu mâruzâtımdan, hayatı,
çeşitli unsurların uyuşumundan kendi başına doğan hususî bir keyfiyet olduğu
inancından bulunduğumu elbette sanmıyorsunuz. Hayatı öyle kabul etmediğim
içindir ki, âhiret hayatının varlığına inanmaktayım. Âhiret hayatına olan
inancımın sebebi nedir? İzin verirseniz, bunları size de arz edeyim: Evvela
tabiatın gerek cansızlar, gerek bitkiler ve gerekse hayvanlar âlemine şöyle bir
ibret nazarıyla bakalım. Her yerde ve her noktada karşılaştığımız güzel bir
tertip, mucizevî bir ahenk, her işinde Alîm (bilici) ve her işinde Hakîm
(hikmetle yapıcı) bir Mutlak güç sahibinin varlığını açıklamıyor mu? Hayvanlar
zincirlerinin en aşağısında bulunan “Monere” yani hücre çekirdeği ve zarı
bulunmayan protoplazmanın değişim ve gelişim yoluyla İnsanî şekle yükselinceye
kadar yirmi iki aşamadan geçtiğini söyleyenlerin biri olan Lamarck bile
bu değişim ve gelişimi “bütün işlerin ve şeylerin yüce Yaratıcıya ait, daha
önce düzenlenmiş ve belirlenmiş bir planı imkan ve gerçekleşme alınana
çıkarmakta olduğunu ka- bûle mecbur kalmıştı.
Lamarck’ın
“Yüce
Yaratıcı” adını verdiği Allahü Teâlâ, her yeni doğanın ihtiyaç duyduğu sütü, o
yavrunun annesine vermektedir.
Bu
tabiattaki bütün doğumlarda, istisnasız aynıdır. İster insan yavrusu, ister
hayvan inciği ve isterse tırtıl olsun gıdaları tamamen hazır ve onların gelişim
mertebeleriyle uygunluk arzeder. Bu gıda başlangıçta gayet zayıf, fakat daima
özlüdür. Bu gıda o kadar güzel hazırlanmıştır ki, onun yerini başka hiç bir
gıda tutamaz, şayet onun yerine başka bir gıda verilse yavrunun ölmesine neden
olurdu, işte bu durum, yaratıcı kudretin diğer bütün işleri gibi sayısız ve
ölçüsüz olarak tekrar eder durur. Şu halde insanların mutlak surette yok edilmekte
olduklarını varsaymak, büyük bir incelikle yarattıklarını yaşatmak için bu
kadar özenli ve şefkatli olan yaratıcı kudretin, şu basiret ve tedbiriyle
nasıl uyuşturulabilir? Bu sebeple bütün muhakkik ve âriflere uyarak derim ki,
ölüm bir yok olma değil, ruhu yeni bir âleme hazırlamak ve ulaştırmaktır. Bir
âhiret hayatının varlığı muhakkaktır. Bundan başka Kant gibi bana göre,
bu kanâatları kuvvetlendiren delillerin en güçlüsü, İnsanî fıtratımıza
konulmuş bulunan “Ahlâkî Kanun”dur. Kant’a göre, Allah kâinatın gerçek
mânâda düzenini kurandır. Ancak bu düzen, bu hayatta bize tamamen gizlidir. Bu
dünya hayatı, dış görüntülerden, oluşlardan ve hayâllerden başka bir şey
değildir. “Saf Aklın Tenkidi” adlı eserinde Kant, bizim eşya diye
bildiğimiz şeylerin, olaylardan ve şe’nlerden ibâret olduğunu göstermiştir.
Bundan dolayı, bir çeşit, perdeler, örtüler arasında görmekte olduğumuz
eşyanın tabiatı, edeb ve ahlâklılığın sağlık ve hakikatini ve mutlulukla
faziletin ilgisini caiz görecek şekilde düzenlenmiş olduğuna inanmaya
müsaittir. Binaenaleyh bu oluş hâlindeki hayatın, üzerine dayandığı uhrevî hayatın
kefili, Allah’tır. Kant’ın kanaatine göre, gayenin gayesi, en mükemmel
bir gerçek varlık olup, gerçek hayatın, sonsuz hayatın imkânı, ancak O’na bağlıdır.
Sözün
kısası, fizikte, astronomide karşılaştığımız kanunlar kadar kesin ve
desteklenmiş olan bu ahlâkî kanun, mutlaka ikinci bir dirilişi gerektirir.
Matematikteki
keşifleri ile tanınmış bir bilim adamı vardır: Jacques Bernouillie. Bu
bilim adamı, Arşimet’in meşhur buluşunu[10] mezar taşına yazdırmasını
örnek alarak logaritmik helezonuna ait keşifini gösteren şekli kendi mezar
taşına kazdırarak yanına Lâtince şu ibâreyi de yazdırmıştı: Eadem mutata
resurgo (Ben yine kendi hüviyetime uygun olarak dirilmiş bulunuyorum). Bu
büyük bilim adamının ne de sağlam inancı varmış[11]. Bu kitâbe- den bahseden Maitre
J.H.Faber’in şu görüşüne kulak veriniz: “Pozitif bilimlerde derinleşmiş
bir üstâdın şu şâhitliği gerçekten değerlidir. Bu tasdik, hayalsever birinin değildir.
Ayrıca bilim adamları alçakgönüllü olurlar. Kehânetsatan- lara gelince, onlar
dâima dar görüşlüler, yarım âlimler ve yarım bilgicilerdir olmuşlardır.”[12]
BİLEMEYİZ
Fakat bu
âhiret hayatı nasıl olmaktadır, veyahut nasıl olacaktır? Bu konuda benden ayrıntılı
bilgi istememenizi rica ederim. Gerçekten, Doktor Fougairon, “Ruhun Ölmezliği” (La
survîvance de l’âme)[13] adlı eserinde “bir
insan dünyaya gelince, yeni doğmuyor, tekrar doğuyor. Öldüğü vakit tekrar ölüyor.
Bugünün yaşayanları geçmişin ölüleridir, nasıl ki yarının ölüleri daha sonra
tekrar dirileri olacaktır”, diyorsa da onun dönüşümü tenâsühü)[14] içeren
bu kanaatine katılmak için acele etmemeliyiz. Gerçi Dr. Fougairon, bu
husustaki düşüncesini ispatlamak için bazı çocukların, daha çok küçük yaşlarda
iken, bir ilim veya sanatta üstad olduklarını gösteriyor. Mesela Pascal, daha
oniki yaşında iken pek önemli geometri problemlerini keşfetmişti, isveçli Ericson,
henüz onüç yaşında iken Süveyş Kanalı’m açan usta mühendisler
arasında bulunuyordu. Mondeux, bilinen bir sayının logaritmasını, herhangi
bir logaritmanın karşılığı olan sayıyı derhal bulup söylerdi. Bu zât 1840’ta
İlimler akademisi’ni, en çetin problemle-
ri, ânında
çözerek şaşırtmıştı. Ünlü sanatkâr Rambrandt, daha alfabeyi okumadan,
resim yapardı. Mozart ilk bestesini sekiz yaşında iken yapmamış mıydı? Fougairon
“bu dahiler geçmiş hayatlarında o ilim ve san’atları öğrenmiş olmasalardı,
şimdi bu maharetlerini nasıl gösterebilirlerdi?" diye soruyor. The-
orosita Milanollo’nun, henüz dört yaşında iken ustaca bir hünerle keman
çalabilmesi için Baillot’nun dediği gibi doğmazdan önce keman çalışması
gerekirdi!
Bununla
birlikte sadece bu olaylarla tenâsüh (Reincar- nation)’ün ispat
olunamayacağını söyleyebiliriz. Binaenaleyh, biz sadece ruhun ölümsüzlüğünü
kabul edersek ve bunun tafsilâtını bilemiyoruz dersek, daha çok ihtiyata uygun
olur.
HİSLERİN
ALDANIŞI[15], AKLIN DÜZELTMELERİ,
KALBİN HABER VERMELERİ[16]
Kıymetli
ve sevgili okuyucularım! Hislerimizin uzun süreden beri bizi aldattığını
biliyorsunuz. Şu satırları yazar-
ken,
başımı çevirip bahçeme bakınca odamın tavanında yanmakta olan lambayı aynen
havada asılı görmeye devam ediyorum. Ancak biliyorum ki, orada lamba falan
yok. Uzaktan yuvarlak gördüğüm bir kuleyi, yanına varınca, dört köşeli görüyorum.
İşte hislerimizin verdiği haberlerde bu tür yanlışlıklar vardır. Onların
yalancı şâhitliğini aklımızla düzeltiyoruz. Fakat akıl da bir ölçüdür. Çarşıda
alış-ve- riş yaparken, istediğimiz zaman, esnafın kullandığı terazilerin
doğruluğuna güvendiğimiz içindir ki aldanmadığımıza inanıyoruz. Fakat bu
kilolar, metreler eğer yanlışsa, işte o zaman yandığımızın resmidir. Fikrî
muhâkemelerimizde, her şeyi akıl ile ölçüyoruz. Zira, aklın tam ayarlı bir
terazi gibi olduğuna, peşinen inanıyoruz. Diyelim ki bu terazi doğrudur: Fakat
her şeyin kendine uygun ve kendine göre bir ölçüsü yok mudur? Zamanı saatle,
uzunlukları metre ile, ağırlıkları kilo ile, elektriği de kilovatlarla ölçmüyor
muyuz? Acaba akıl, bu bahsettiğimiz uhrevî hayat probleminde, ne dereceye
kadar yetki sahibi bir hâkimdir? Bunu düşünmeyelim mi? Hiç olmazsa, her aklın
bu alanda dolaşa- mıyacağını kabul edersiniz ya! Şu halde, biraz da kalp ve
vicdânımızın ilhamlarını dinlemeliyiz. İzin verirseniz, bunu bir benzetme
yaparak biraz daha açalım. Yatağınıza girip uyuduktan sonra, etrafınızdaki
şeyler, artık sizin için yoktur. Odanıza girerler, çıkarlar, konuşurlar,
bakarlar, eşyalarınızı karıştırırlar. Fakat, siz bunların hiç birinden haberdar
olmazsınız. O sırada sizin için gerçek, rüyada görmekte olduğunuz şeylerdir.
Ve bunlar, sizin için o kadar hakîkî ve itimada değer değer şeylerdir ki,
onların etkisi altında gülersiniz, ağlarsınız, tartışırsınız, çekişirsiniz,
seversiniz, kıskanırsınız, acırsınız, yolculuk edersiniz... hatta uyandığınızda
bunların henüz tesiri devam ettiği için, bir anda onların rüya olduğunu
anlamayamazsınız. Yine gözünüzü kapayıp, rüyanızın devam etmesini istersiniz.
Şu halde hangi durum ve makamda isek, ona mahsus halleri kabul etmekle
birlikte, durum ve makam değiştirdiğimizde, idraklerimizin de değişeceğini
iyice bilmeliyiz. Kısaca, ölüm daha derin ve daha uzun bir uyku gibidir.
Gâyemiz bu uykuyu rahat geçirebilmek ve bu uykudan uyandığımız zaman ak yüz ve
müsterih bir vicdanla hesaba hazır olmaktır.
“Her
sa’âdet pîç!”
Âh, bu ne
yanlış bir düşünce ve zihinlere sapıklık veren ne kadar yalan bir hüküm! Lehçe’ye[17] bakarsak, “piç”e şu
manaları verdiğini görürüz: “Her şeyin ufağı, pürüzü ve bozulmuş puç yavrusu,
ağacın kök sürgünü, mum fitilinin sarkan teli, şeytan tırnağı, zina yapan
kişinin çocuğu, veled-i zinâ, piç olmak, puç olmak; çarçur, hebâ, heder olmak,
soyu bozulup ufak, âciz olmak, hüsrân, kayıp, emel bozukluğu.”
Şu hâlde
şairimiz, ya her mutluluğun aslı gayr-i meş- rû bir iş veyahut her mutluluk
bizzât hüsrandır demek istiyor.
Fakat
sinirlenmeyiniz de, meseleyi hep birlikte soğuk kanlılıkla inceleyip, analiz
edelim. Önce, biliyoruz ki ahlâkî hayatımızın biricik düsturu, fazilettir,
istediğimiz mutluluk ise, bu faziletin ondan ayrılmaz bir mükâfatıdır. Hangi
insan vardır ki mutlu olmak istemesin? Fakat mutluluk nedir? Roma
imparatorlarından Anto- ine, mutluluğu aşkta, Brütüs şan ve şerefte, Kayser
iktidarı elde tutmakta aramıştı. Bunlardan ilki zillete ve ayba maruz kalmış,
İkincisi usanmış, üçüncüsü küf- rân-ı nimet (nankörce davranma)e uğramış ve
hepsi hüsrana mübtelâ olmuşlardı. Çoğunlukla, servet de, insanı tehlikeye,
sıkıntılara düşürür ve baştan çıkarır. Her ne kadar akıllıca harcansa ve idare
edilse, insana bir çok hazlar sağlasa da... Ancak servetin korunması çok özen
ister.
Öyleyse
mutluluk nedir? Ve nasıl meydana gelir?
Evvela
iyice bilelim ki mutluluk, zihnin perişanlıktan korunması, kalbin sükûnet ve
rahatlık bulmasıdır. Marc Aurele şöyle diyordu: “İnsanlar deniz kenarında, dağ
başlarında, kırlarda, zihinlerini ve vücutlarını dinlendirecek tenha yerler
ararlar; sen de bunları istemeye alışıksın. Ancak bu, bütün insanların
kanâatidir. Çünkü istediğin vakit, kendi başına yalnız kalmak senin elindedir.
Bir insan, daha çok sükûnla ve kederden kurtulmak üzere ruhundan başka hiç bir
yere çekilemez, özellikle seyretmesi insana derhal tam bir huzûr verecek
düşüncelerle, kalp hâzinesi dolu ise.
Gerçekten,
ruhunun hariminde böyle bir mihrabı olan kimseler mutludurlar”*1*
Kısaca,
hayatımız temiz, nezih ve başkalarına yararlı olmazsa mutlu olmamız mümkün
değildir. Her şeyden önce kendi kendimize, iyi bir arkadaş olmamız için,
ruhlarımızı iyice donatmalı, güçlendirmeliyiz. Onları temiz ve güzel
düşüncelerle, geçmişin canı çeken anıları ve geleceğin olumlu, makûl
ümitleriyle doldurmalıyız. Kendimizi vicdanın azarlamalarından, her türlü
kaygılardan mümkün olduğu kadar uzak tutmalıyız.
Kötülüğe
karşı koymak, şehvetlerimizi itidalde tutarak ve daha uygun, iyi isteklerimizi
güçlendirerek, hayatımızı faziletli bir şekle koyabiliriz. Şu halde üzerinde
durduğumuz fikirlere, çok dikkat etmeliyiz. Çünkü ruhun rengi bu fikirlere
göre olur. Şayet bir cinayet veya günaha ait tafsilâtla o fikirlerin
gizlenmesine izin verirsek, onları temiz olarak koruyamayız. Ruhun sükûn ve
huzûru, Ruskin[18]in
belâ- ğatlı bir şekilde hatırlattığı gibi, uygun bir vaktinde olmalıdır. Tıpkı
suyun yavaş yavaş durulup sükûn buluşu gibi... Kalbî duygularınızı ondan daha
fazla “bir ân”da arıtıp imbikten geçiremiyeceğiniz gibi, sükûna da zorlayamazsınız;
suyu saf olarak korumaya mecbursunuz. Eğer onun temiz kalmasını istiyorsanız,
içine taş atmamalısınız, eğer sâkin kalmasını isterseniz.
Yukarıda
bir münasebetle Sokrat’tan bahsetmiştim. Öğrencisi Ksenefon, bakınız
hocasını nasıl anlatıyor: “O kadar takva sahibi ve saiih idi ki, ilahların
tasvibine dayanmayan hiç bir şeyi yapmazdı. O kadar dürüst idi ki, hiç bir
kimseye, hatta en önemsiz konularda bile, haksızlık yapmazdı. Fakat kendisi
ile tanışıklığı olanlara, en önemli işlerde hizmet ederdi. O kadar kanaatkârdı
ki, hazzı hiç bir zaman fazilete tercih etmemişti. O denli ince düşünce sahibi
idi ki, iyiyi kötüden ayırdetme hususunda tereddüde düşmezdi. Başkalarının
öğüdüne ihtiyacı yoktu, fakat hangi yolu takip edeceğini bilirdi. Soruları
karşılıklı konuşma metodu ile açıklayıp aydınlatmakta, hatta başkalarının karakterini
anlayıp gaflet ve sapıklık içinde bulunanları, fazilet ve şeref yoluna teşvik
edip yönlendirerek cevap verip tenkid edecek güce sahipti. Bu bakımdan
içimizdeki en iyi ve en mutlu kişilerin, ne halde bulunmaları gerekiyorsa Sokrat’ın
da o halde olduğunu zannediyorum. Şayet birisi benimle aynı görüşü
paylaşmıyorsa, başkalarının tavır ve hareketlerini Sokrat’m metoduyla
kıyaslasın, ondan sonra bir hüküm versin.”
Madem ki
mutluluğun nasıl elde edileceğini öğrenmek istiyoruz, size bir de, Marc
Aurele’in Antuanin’i anlatmak üzere yazdığı satırları gösterelim: “Her
zaman Antu- anin’in öğrencisi gibi davran. Onun akla uygun her şeyi yapmaktaki
sebatı, her konuda hep bir kararda oluşunu, dindarlığını, hal ve tavrındaki
saflığını, yumuşaklığını, boşa öğünmelerden nefretini, işleri ve problemleri
iyi anlama hususundaki çabasını hatırla; önce dikkatle gözden geçirmeksizin ve
pek açık anlaşılmaksızın hiç bir şeyi nasıl geçirmediğini hatırla. Onu haksız
yere kötüleyenlere, kötülükle karşılık vermeksizin bu duruma nasıl
katlandığını düşün. Hasılı bir şeyi acele ile yapmazdı, iftiralara kulak aşmazdı,
fakat başkasının tavır ve davranışlarını nasıl izlerdi, insanları kötüleme ve
kınamaya meyletmezdi, korkak değildi, vesveseli ve mugalatacı da değildi.
Hatırla: Odası, yatağı, elbisesi, yiyeceği ve köleleri konusunda ne kadar az
ile yetinmeyi bilirdi; ne kadar çalışkan ve sabırlı idi, kendi geçim tarzında
ne denli iktisadlıydı. Hatırla: Dostluklarında ne kadar sebatlı ve sağlam idi.
Hasımlarının serbestçe konuşmasına ne kadar hoşgörülü idi. Eğer birisi, kendisine
daha iyisini gösterse, ne kadar sevinirdi. Bozuk düşüncelere düşkünlüğü
olmadığı halde, ne kadar dindar idi. Şu halde senin de son saatin geldiği
vakit, onun vicdanı kadar sâf bir vicdana[19] sahip olmak için, bütün bu
anlattığım hususlarda onu kendine örnek edin".
İşte
insan olarak yapmak zorunda olduğumuz vazifelerimizin tam olarak yerine
getirilmesi, bize bu şekilde bir mutluluk verir. Böyle bir vicdan huzur ve
sükûnuna, “pîç” demek ne büyük yanlışlık ve küstahlıktır!
Bu
konuda, Sokrat, Antuanin, Marc Aurele’den örnekler vermeme, belki de
hayret edersiniz. Bunda haklısınız. Öyle ya İslâm ve Türk tarihinden bizim
için daha çekici'örnekler bulmak mümkündü. Hz. Peygamber Efendi- mizin(s) güzel
hayatı, ne kadar ince hikmetlerle doludur. Fakat Antuanin gibi putperest
bir kralı örnek olarak vermem, faziletin[20] hangi devirde veya hangi
şahısta görülürse görülsün, örnek gösterilmeye değer olduğunu göstermek
içindir.
“Sa’âdetle
fazîlet muttahiddir.”
Kabul
edilmelidir ki fazilet akıllı bir şekilde anlaşılırsa, mutluluğun en kalbî, en
devamlı ve en yüce bir şekliyle ikiz olur. Buradaki “fazileften maksadım, bütün
insanlara ve bütün varlıklara sevgi ile birleşen ve yekvücud olan fazilettir.
Bu faziletten maksadım, günah işlemiş olmak korkusuyla titreyerek, bütün
beşerî arzulardan sıyrılmaya yönelmiş zâhidâne bir fazilet değildir. Ibsen’in
tâbiriyle “mutluluğu helâke sürükleyen” bu aşırı endişe, kişinin sadece
kendi nefsini düşünmekle meşgul olduğuna ve cömertlik duygusundan mahrum
bulunduğuna delâlet eder. Hatta diyebiliriz ki, ahlâkî hayatın yanlış
anlaşıldığını ve hasbîlik meziyetinin eksik olduğunu gösterir.
Bununla
birlikte, fazilet mutlaka uygun şartlar ve hallerden meydana gelen haricî ve
zahirî bir mutluluk da sağlar denilemez. Faziletli bir insan hasta veya fakir
olabilir. İnsanlardan ihanet, hakaret görebilir, mahkûm olabilir, hattâ
işkence de görebilir. Şu halde faziletin arkadaş ve ikiz olduğu mutluluk,
tamamen kalbî olan bir mutluluktur ki buna, “Tubâ” (Beatitude/iç mutluluğu)
adını vermişlerdir.
Faziletli
olmak, insanın kendi sonlu varlığının, kainatın hayatının sonsuzluğu içindeki
küçüklüğünü duyması, ferdî şahsiyetinin öneminde mübalağaya kaçmaması demektir.
Binaenaleyh varlığın cismânî kötülükler, izzet-i nefsin yaralanmasından doğan
ızdıraplar, doyuma ulaştırılamamış cahil hırslar gibi küçük sefilliklerini,
hayale kapılıp daha vahim bir şekle sokmamak gerekir. İnce düşünen kişi, kaçınılması
imkânsız olan şeye kolaylıkla teslim olur. Çoğu insanlar gibi, hayatını bencil
düşük istekler, servet özlemi, öğünç dolu lakaplara sahip olma arzusu ile
bozmaz. Çoğu kimseler gibi, yaşamanın tadını yok etmeye yeterli olan ölüm
korkusu ile titremez. İnce düşünen kimse, varlığı zorunlu ızdıraplara,
kaçınılması imkansız ölüme razı olduğundan düzenli ve kurala uygun bir hayatta
bol bulunan lezzetlerden, onlara tâlib olmamakla birlikte, sonuna kadar
nasibini alır: His ve duygularımıza ait temiz ve güzel sevinçlerden, aşkın,
ailevî şefkatin, dostluğun, çok latîf olan hazlarından, düşünmesinin taş gibi
sert, fakat bazılarına göre pek sağlam sevinç ve zevkinden nasibini alır.
Faziletli olmak, haksız olmamak, hâin olmamak, intikam ve kin gibi
duygulardan uzak kalmak demektir. Çoğu kez, faziletli insanların çevresinde,
saygı ve sevgiden oluşan hoş bir hava meydana gelir ki, onu teneffüs etmek pek
tatlıdır.
Faziletli
olmak, özellikle sevmek demektir. Ailesini, vatanını ve bütün insanlığı
sevmektir. Bu, kıyısı bulunmayan bir sevgi okyanusu içinde sınırsız hazlar
bulmaktır. Bu hazlar, başkalarının sevinçlerine ortak olma sevinci, onların
ızdıraplarını hafifletmek için çaba harcama sevincidir. Kalbi sevgi ile dolmak,
geniş bir kardeşlik hissiyle genişlemektir. Yalnız kine karşı kindar bir
kalbin çarptığını duymak sevincidir.
Faziletli
olmak, kainatı kaplayan hayatı sevmek, İlmî düşünceye ve güzel san’atlara özgü
yüce sevinçleri tad- maktır. ilmin ispatlamayı başardığı yüce hakikatlar, sonlu
hayatımızın içine kainatın bütün sonsuzluğunu nüfûz ettirmiştir. Aynı şekilde
tabiat levhalarının menfaatten uzak bir gözle seyredilmesi, güzel ve iyiye
düşkün bir kalbe, çok çekici ve çok latîf sevinçler bahşetmektedir. Faziletli
olmak demek, gerek geçmişin, gerek şimdiki zamanın ve hatta geleceğin en iyi
insanlarıyla ve en büyük hünerlilerinin tahayyül ettikleri yücenin yücesi
kişilerle ruhî planda beraber yaşamak demektir. Böyle bir hâlde, onların bizi
doğrulayıp koruduğunu, sevdiğini kalben hissederiz. Eşsiz çekiciliğe sahip
bulunan bu duyguların biri diğerini destekler. Tarihten veya hayal ve rüya
âleminden, kendisine rehber ve dost olarak çekildiğimiz zatlar sayesinde, yüce
ve yüksek insanlıkla, genel hayatın içerdiği en lâhûtî (ruhanî) şeylerle
münâsebet kurarız. İşte bu şekilde, insanlık âlemi ve kâinatla uyum içinde
yaşamak lazımdır.
Bu hayat,
özgürlük ve ahlâken yücelmekle, kalbî ve sürekli bir mutluluk ile karışmış
vaziyettedir. Dıştaki olayların bu mutluluk üzerine etkisi çok azdır.
Kısacası, tabiat, mutluluğa tâlibdir, fakat onu edeb sahibi kişiler elde eder.
Bakınız Sa’dî-i Şirâzî ne demiş:
“Edeb
tâcîst ez nûr-i İlâhî
Bineh ber
ser birev her câ ki hâhî.
Yani, edeb[21], Hâhî
nurdan yapılmış bir öğünç tâcıdır. Bunu başına giy ve istediğin yere git.
Akıllıca
anlaşılmış faziletin en gerçek mutlulukla olan bu birliğini, bize insanlığın en
asîl ve yüksek kişileri öğretiyor. Çeşitli ahlâkî sistemlerden
çıkarabildiğimiz büyük gerçeklerden birisi de, işte bu birliktir. Son
dönemlerde, faziletle mutluluğun ilgisini Spinoza kadar güzel
ispatlamış başka bir düşünür yoktur. Spinoza, “Ethique” adlı değerli
eserinde, bir düşünürü şöyle anlatıyor: “Bu düşünür bir zâ- hid değildir.
Düşünür, kendilerinden sonra sersemlik ve kötü bir durumu davet etmeyen
zevklerin hiç birinden kendini yoksun bırakmaz. Nefis ve güzel bir yiyeceği
beğenir, mücevherleri, güzel kokuları, bitkilerin güzelliklerini, bedensel
çalışmaları, tiyatro ve müziği takdir eder. Fakat gerektiği vakit, az ile
yetinmeyi bilir. Tebessümden, kahkaha ile gülmekten çekinmez, fakat kimseyle
alay etmez, evlenebilir, çoluk çocuk sahibi olur, onları akıl ve mantığa göre
yetiştirir. Düşünür, sâkin, mütevekkil, alçak gönüllü, kibirsiz olur, alçaklık
da göstermez, ayıplara bakmaz, hoşgörülü, kinsiz, nefretsiz ve hasedsiz olur.
Akıl ve hikmete uygun bir şekilde düşünmek lezzetiyle, diğer insanları sevmek
lezzetini tadar. Onların zayıflık ve acizliklerini ortaya koymaya yönelik
konuşmalarla onları sıkmaz, onlara akla uygun, fakat korkarak değil sevinçle
yaşamayı öğretir. Kötüleri akıl ve hikmete yönlendirmeyi sever. Sevgi ile kine
galip gelmek için korkusuzca ve neş’e içinde mücâdele verir. Allah’ı,
mahlûkatın bütün hakikatlerini sever[22]. Hazzın hepsini Allah’a
bağlar. Bu şekilde sonsuz bir mutlulukla zevk alır. Bu mutluluğa, dış
olaylardan kaynaklanan kederler karışmaz. Zira bu mutluluk, tam anlamıyla
kalbîdir.
İSYAN
Tevfik
Fikret eski tarih adına hayâl ettiği “kuru an’aneci”nin dilinden, geçmiş
devirlerdeki kanlı olayları işittikten sonra, öfkeyle şöyle bağırıyor:
“Hele sen
ey kadîd an’ane hâh Yetişir çizdiğin hutût-ı siyâh Biz sabah isteriz sabah, o
uzun Geceler nâimîne hayr olsun!
Kimsin ey
gölge? Öyle mest ü harâb Ediyorsun zalâma doğru şitâb Kanlı bir şeyle uyanmış
gibisin Belli hemnev’imin muhribisin Kahramanlık: Esası kan, vahşet Beldeler
çiğne ordular mahvet,
Kes,
kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık.
Ne aman
ver, ne âh işit, ne yazık.
Geçtiğin
yer ölüm, elem dolsun Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun,
Her ocak
benzesin mezar taşına,
Sönsün
evler, sürünsün âileler Kalmasın hırpalanmadık bir yer Bu ne vicdangüdâz-ı
şenî’a, ne âr Yere geç satvetinle ey serdâr
Her taraf
bir harabe bir medfen Ey cihângîr utan şu makbereden!
Devril ey
köhne taht-ı istiklâl Zîr-i kahrında inliyor ensâl Parçalan ey şikeste pür
iklîl Şu yığınlarla ihtiyâc-ı sefîl Hep senin, hep senin, senin eserin r
Göz yaşından yapılma incülerin Görsen artık nasıl yosunlanmış Size mazi ne
hisle aldanmış Bilsen ey kargalar, ki âkil-i hûn Her karanlık sizinledir meşhûn
Fikre yeter artık tahakkümünüz Yaşanır pek güze/ tegallübsüz Sizi tarih eder
himaye gidin Gece hemrâzıdır hayadaydın Ve o matmûre-i tebâhîde Boğulun, işte
en güzel müjde Bu tasavvur dühûr-ı âtiyeye İşte hürriyet-i hakîkiyye:
Ne
muhârib, ne harb ve istilâ
Ne
tasallut, ne saltanat, ne şekâ
Ne
şikâyet, ne kahr ve istibdâd
Ben
benim, sen de sen, ne Rab, ne ibâd
Şimdi
cenk, ihtilâl, uhûd, azfâr
Diye
saydıkların kalır meçhûl
Birer
ucübe, yâ hikâye-i gavl
Yırtılır
ey kitab-ı köhne yarın Medfen-i fikr olan sahifelerin Bunu kimden fakat ümid
edelim Bu azîm inkılâb-ı hilkati, kim, Hangi kuvvet ta’ahhüd eyleyecek? Sâhib-i
kâinât, evet gerçek,
Sâhib-i
kâinât olan ceberut O takarrub-şiken likâ-yı samût O fakat aslı hep bu
kavgaların
Bu şiirin
sadeleştirmesi şu şekildedir:
Hele sen,
ey kuru nakilci Yetişir çizdiğin siyah çizgiler.
Biz sabah
isteriz sabah, o uzun Geceler uyuyanlara hayır olsun.
Kimsin ey
gölge? Öyle sarhoş ve harap. Karanlığa doğru koşuyorsun.
Kanlı bir
şeyle uyanmış gibisin.
Belli
insanlığın yıkıcısı gibisin. Kahramanlık: Temeli kan, vahşet. Ülkeler çiğne
orduları mahvet,
Kes,
kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık.
Ne aman
ver, ne âh işit, ne yazık. Geçtiğin yer ölüm, elem olsun;
Ne
ekinden eser, ne ot, ne yosun.
Her ocak
(ev) benzesin mezar taşına;
Sönsün
evler, sürünsün aileler,
Kalmasın
hırpalanmadık bir yer.
Bu ne
kötü vicdansızlık, ne utanma.
Yerin
dibine geç satvetinle ey başkomutan.
Her taraf
yıkılmış bir harabelik, bir mezarlık.
Ey
dünyayı yenen komutan utan şu mezarlıklardan. Devril ey köhne bağımsızlık
tahtı. t Nesiller kahrın altında inliyor.
Parçalan
ey kırık saf iklil.
Şu
yığınlarla sefil muhtaçlar,
Hep
senin, hep senin, senin eserin.
Göz
yaşından yapılmış incilerin Görsen artık nasıl yosunlaşmış.
Geçmiş,
size hangi his ile aldanmış.
Bilsen ey
kan içen kargalar Her karanlık sizinle doludur,
Düşünceye
olan baskınız yeter artık,
Baskı
olmadan çok güzel yaşanır.
Sizi
tarih korur, gidin,
Gece sır
arkadaşıdır, utanmadaydın Ve o, yıkık mezarda,
Boğulun,
işte en güzel müjde.
Bu
düşünce, gelecek asırlara İşte gerçek özgürlük:
Ne
savaşçı, ne savaş ve istilâ.
Ne
saldırı, ne saltanat, ne şikâyet.
Ne
şikâyet, ne kahır, ne baskı
Ben
benim, sen de sen, ne Rab (Allah), ne kullar.
Şimdi
savaş, ihtilâl, andlaşmalar, zaferler,
Diye
saydıkların kalır meçhûl.
Birer
acayip mahluk, veya kin hikayesi.
Ey
eskimiş kitap, yırtılır yarın,
Fikir
mezarlığı olan sayfaların Fakat, bunu kimden umalım.
Bu büyük
yaratılış devrimini, kim,
Hangi
güç, taahhüt edecek?
Kainatın
sahibi, evet gerçek,
Kâinatın
sahibi olan zâlim O yaklaşmayı önleyen sessiz kavuşma.
Fakat,
bütün bu kavgaların sebebi, OL.
Gerçekten
ince duygulu şairi, isyana yönelten katliâmlar, yağmalar, yıkımlar, yangınlar
yapılmış! Tahakküm ve zorbalık asırlarca devam etmiş! Şair artık savaş ve savaşçı
istemiyor. Artık saltanat ve sultanlık veya baskı olmasın! Ben, ben olayım, sen
de, sen olasın. Bundan sonra ne “kullar” olsun, ne “ilâh” şeklindeki dileğini
ortaya koyuyor. Bu dilekten sonra, bu büyük devrimi kim yapabilir? diye
düşünüyor. Acaba kâinatın sahibi olan ceberut, bunu taahhüt edebilir mi? Fakat
ne mümkün! Bütün kavgaların sebep olucusu, o (yani Allah) değil mi? diyor.
(Hâşâ!)
GEÇMİŞLE
ŞİMDİYİ KIYAS: AHLÂKÎ İLERLEME
Artık
burada biraz duralım. Önce şunu belirteyim ki
Tevfik
Fikret, insan ahlâkının ilerlemesine kasıtlı olarak gözlerini yummaktadır. Bir
kere tarih öncesi devirlerde yaşayan insanların maddî, manevî ve ahlâkî
düşüklüklerini, ondan sonra, hatta, orta çağlardaki milletlerin ahlâk anlayışlarını
göz önüne getiriniz, bir kere de şimdiki insanların ahlâkî inanç ve müesseselerini
ölçün biçin. Elbette, olmasaydı daha iyi olurdu. Fakat bütün o katliâmlara,
yağmalara, yangınlara rağmen insanlığın vicdanı, ne kadar incelik kazanmıştır.
Zalim
krallardan Deniş, Eflatun’u Siraküza’da esir pazarında sattırmıştı. Şimdi
değil öyle büyük bir filozofu, cahil bir zenciyi bile sattırabilir misiniz?
Eskiden bir çok yerlerde çiftlikleri, içinde çalışan ve Avrupa’da serf adı
verilen çiftçilerle beraber satarlardı. Medenî milletlerde, şimdi bunun izi
bile kalmamıştır. Bundan üç, dört asır önce, fırtınanın şiddetli saldırısı
ile, parçalanıp karaya oturan bir geminin yolcularını esir ve içindeki eşyayı
yağma etmek, sahil halkı arasında câiz ve teâmül hâlindeydi; bu bir kuraldı.
Şimdi böyle bir felâket vukûunda her taraftan yardım ve kurtarma amacıyla
koşarlar. Eskiden çeşitli milletlerin fertleri arasında birbirlerine karşı
sürekli bir nefret ve güvensizlik hâkimdi. Bu vahşi duygu, eskiye nazaran ne
kadar azalmıştır, büsbütün kalkmıştır demiyorum. Fakat kalkacağına şüphem
yoktur. Özet olarak, insanlık vicdanı şimdi, kandan gerçekten nefret ediyor.
Bütün insanların kardeş olduklarını daha iyi ve daha açık hissediyor. Şu
halde, bu dakikada bize tatlı bir düş gibi gelen genel barış, er geç imkân
alanında gerçekleşecektir. Çünkü, bilim her yerde yaygınlaşıyor. Sadece Avrupa’da,
Kuzey ve Güney Amerika’da değil, Japonya, Çin, Hindistan, Afrika ve
Okyanusya’da kurulan çok sayıdaki bilim merkezleri her gün biraz daha
artarak zihinlere nüfuz etmektedir. Her bilim düşüncesi, ve ilme olan temâyül,
insanları birbirlerine yaklaştıracaktır.
Bundan
başka, İktisadî ve siyasî güçlerde, o kadar uzun süre birbirinden uzak ve ayrı
yaşamış olan insan top- lumlarını birbirine yaklaştıracaktır.
Milletler
Cemiyeti (Birleşmiş Milletler) artık bir kaç hükümetin ittifakı olmaktan
çıkarak, bütün milletlerin doğru ve serbest bir birliğine dönecektir. O vakit,
harbe en ciddi engel bu teşkilât olacaktır. Bu sâyede sürekli bir barışın
imkânı gerçekleşecektir. Şair Victor Hugo, “Lux” şiirinde bu yüksek
davayı ne güzel anlatıyor:
Des a
present l’oeil qui s’eleve Voit distirıctement ce beau re ve Qui sera le reel
un jour;
Car Dieu
denouera toute chaîne Car te passe s’apelle haine Et l’avenir se nomme amour Au
fond des cieux un point scintille Regardez, il grandit, il brille,
II
approche, enorme et vermeil.
O
Republique Üniverselle Tu n’es encore que l’etincelle:
Demain,
tu sera le soleil.
Çevirisi:
“Kalkan göz, bir gün gerçek olacak bu güzel rüyayı, şimdiden açıkça görüyor.
Zira Allah, her zinciri çözecek. Çünkü, geçmişin ismi kin ve düşmanlık olduğu
halde, geleceğin ismi, sevgidir. Göklerin en sonunda bir nokta, bakınız
büyüyor, parlıyor, yaklaşıyor, büyük ve gülgün olarak. Ey dünyayı kuşatan
cumhuriyet! Sen henüz bir kıvılcımsın, yarın bir güneş olacaksın.”
Şimdi
geçmişin yağma, katliâm, yangın gibi olaylarını, o zamanın ahlâk anlayışları ve
gelenekleri ile değerlendirmek zorundayız. Bedevîlik veya vahşî âlemde, ölüm
yatağında, hastalığın şiddetli ızdırabından her dakika ölümünü isteyen ve
yalvaran babasını oğlu öldürürdü. Onu kurtarmak üzere acıma gereği olarak
öldürdüğüne inanırdı. İlim sayesinde, şimdi evladın şefkati, babasının başına
en iyi doktorları çağırmaya, her türlü tıbbî tedaviyi tatbike dönüşmüştür. Şu
açıklamalara göre şairin,
“Bu ne
vicdangüdâz-ı şenî’a ne âr
Yere geç
satvetinle ey serdâr. ”
şeklindeki
ifadesi, onun gerçek durumdan haberdâr olmadığını veya cahilliğini gösterir
bir şâhittir.
GENEL BARIŞ(İ)
Ancak
bahsettiğimiz genel barış rüyası, şâirimizin hayâl ettiği gibi insanların öyle
yönetimsiz, düzensiz kalmasıyla veya yukarıda adı geçen Nietzsche’nin tavsiye
ettiği: Nichts ist wahr alles ist erlaubt, yani hiç bir şey doğru değildir,
her şey câizdir şeklindeki yanlış düstura uyarak veya kâinat sahibinin işe
karışmasını istemekle değil, ancak bilim kuvvetiyle, bilim adamları ve
filozofların şefkatli, cömert nasihâtları ve uyarıları sayesinde husûle
gelecektir. Nasıl ki, milattan dört yüz yıl önce, Eflatun “Cumhuriyet”i yazmıştı.
Thomas Moore da “Ütopya” sını yazmıştı.[23] Hz. Muhammed Mustafa
Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin hicretinden üç asır sonra bir “Medinetü’l-Fâ-
dıla” (Erdemli Kent) tahayyül eden bir İslâm ve Türk filozofu olan Fârâbî
idi. Ancak son bilimsel gelişmelerdir ki, bu konuların tahakkukunu, her gün
biraz daha sür’atle kolaylaştırmaktadır.
Burada,
bir noktayı aydınlatmakta yarar görüyorum: Bize çoğu kez tahakküm şeklinde
görülen davranışlar, özellikle ahlakî ve fikrî alanda oldukları zaman, işin
aslında fuzülî bir karışma değij umûmun yararı ve İnsanî ilerlemelere uygun
bir hizmettir. Dünyanın sâbit düz ve kâinatın merkezi olduğuna binlerce sene
inananlarla, onun yuvarlık ve hareketli olduğunu haber vermek, ayrıca bu yeni
fikri onlara kabul ettirmek, onlara tahakküm etmek midir?
Başka
yerlerde nasıl olduğunu araştırmaya gerek yok. Kendi aramızda bile düşünme
özgürlüğünü sağlıyamamış olsaydık. Tevfik Fikret,
“Fikre
yeter artık tahakkümünüz”
demek
için kendinde cesaret bulabilir miydi?
ALLAHA SAVAŞ AÇMA SAPIKLIĞI
Kana,
savaşa, ihtilâle, andlaşmalara, zaferlere nefretle dolu olan Tevfik Fikret,
sonunda Allahü Teâlâ’ya da savaş ilân ediyor! Yeryüzündeki kavgaların sebebi o
imiş! Şair göklerden soruyor ve diyor ki “Söyleyiniz: Yeryüzünde işitilen ezân
sesleri, çan sesleri, davul sesleri, hastaların inleyişleri, şikâyetler,
feryadlar, ağlamalar, yermeler, kötülemeler, gülmeler, yürek çarpıntıları...
gibi şeylerden hangileri, üstlerindeki büyük köşke çıkabilmiş? Bundan sonra da,
hangi dua kabul olmuş, diye soruyor. Şâir bu noktada, biraz daha kabararak
bakınız nasıl öfkelenip isyan etmiş:
Seni
ebnâ-i dîn olanlardan
Dinledim bî şübhe ve bî noksan.
Hayy ü
Kayyüm u Kâdir u Mute’âl
Bâsitu’r-rızk,
Vâhibu’l-Âmâl,
Kâhir u
Muntakım, Semî u Basîr,
Zahir u
Bâtın u Alîm u Habîr,
Müstemiddâna
Sâhib ve Nâsır,
Zâtı her
yerde Hazır u Nâzır,
Zâtı her
yerde Hazır u Nâzır,
Diye
vasfeyliyorlar, en parlak
Sıfatın
“Lâ şerîke leh”ken bak,
Şu
bataklıkta kaç şerîkin var.
Hepsi
Kayyûm u Kâdir u Kahhâr.
Hepsinin,
“Lâ şerîke leh” sıfatı.
Hepsinin
emr u nehyi, saltanatı,
Hepsinin
mührü, mâhı ecrâmı,
Hepsinin
bir sipihr-i ilhamı,
Hepsinin
bir hafâ-yı mescûdu
Hepsinin
bir behişt-i mev’ûdu,
Hepsinin
bir vücûdu bir ademi,
Hepsinin
bir Nebiyy-i Muhteremi,
Hepsinin
hizmetinde hurîler,
Hepsinin
tu’me-i cahîmi beşer.
Hepsi
hılkatden istiyor, makhür,
İki büklüm
ber inkıyâd-ı sabür.
Bu şiirin
sadeleştirmesi şu şekildedir:
Seni
dinin evlatlarından Dinledim, şüphesiz olarak, noksansız şekilde Hayy ve Kayyûm
ve Güçlü ve Yüce Rızık veren, emelleri yerine getiren
Kahredici
ve intikâm alıcı, Duyan ve İşiten Zâhir ve Bâtın, Bilen ve Haberdâr.
Yardım
dileyene sahip ve yardım edici Zâtı her yerde hazır ve nâzır,
Diye
tanımlıyorlar, en parlak Sıfatın “Ortağı yok” iken bak,
Şu
bataklıkta kaç ortağın var.
Hepsi
Kayyûm ve Güçlü ve Kahredici. vHepsinin “Ortağı yok” sıfatı Hepsinin
emir, yasak ve saltanatı Hepsinin mührü, ayı yıldızları Hepsinin bir ilham
seması Hepsinin secde olunan bir gizliliği Hepsinin vadedilmiş bir cenneti,
Hepsinin
bir varlığı, bir yokluğu Hepsinin saygıdeğer bir peygamberi Hepsinin hizmetinde
huri kızları Hepsinin cehenneminin lokması, insan.
Hepsi
yaratılanlardan istiyor, ezilmiş İki büklüm, boyun eğmiş, sabırlı olarak.
Bu
beytlerle yeryüzündeki Nemrudlar, zâlimler, baskıcılar örnek gösterilerek,
Allah’a, aciz ve zayıf olduğu şiddetle ihtar ediliyor! Öyle ya, mâdemki ortağı
ve benzeri yokmuş, yeryüzündeki bu azgınlara Allah (hâşâ) nasıl tahammül
edebiliyor?
Vah
zavallı şair! Acaba onu bu kadar inciten kimlerdi? Onlara olan öfkesini,
Allah’tan çıkarmak istemiş! Bundan başka görülüyor ki, o zâlimlere büyük bir
önem atfetmiş! Ne yazık ki onların bir sinek kadar değeri olmadığını anlayamamış.
Bir, bizi her yönden kuşatan şu sonsuzluğu düşününüz, bir de, içinde bir kum
tanesi kadar bile olmayan dünya üzerinde kımıldayan sonsuz küçük seviyesindeki
insanlara bakınız! Hele o gâfil zâlimlerle, şu sonsuzluk arasında bir oran
düşünmek ve bu sırada, benzerden, ortaktan bahsetmek, ne üzücü bir körlüktür!
İBRET
Son
devrin en güçlü padişahı Abdülhamîd değil miydi? İmparator ve krallar
onu ziyarete gelirlerdi. Bütün İslâm ülkelerinde büyük bir itibârı vardı. Fakat
sonunda ne oldu? Bir gün önce, gazetelerde “Yeryüzünde Allah’ın Gölgesi” diye
yüceltilen Abdülhamîd, Meşrûtiyet’in ilânının ertesi günü yahudi
oğlanlarının hakaretine hedef olmuştu. Bu yahudiler, onun alelacele yapılmış
resimlerini aşağılayıcı bir şekilde ve alay ederek İstanbul sokaklarında
satmaya başlamışlardı. Ya Rabbi! O haşmete göre bu düşüş, ne müthiş bir son, ve
ne üzücü bir zillet idi! İşin daha tuhafı, o daha tahtında oturmaktaydı!
Tevfik
Fikret, bu olayı başından sonuna kadar görmüştü. “Lâ şerîke leh” diye tavsîf
ettiği haşmetli bir padişahın izzet tahtından, bir anda nasıl zillete
düştüğüne şâhit olmuştu! Fakat hayır, demek ki yalnız görmüş, çünkü bunların
anlamını hiç anlıyamamıştı! Aslında şâirin hayaline göre, Allah öfkeyle
gökyüzünden inip Abdülhamîd’i kolundan tutarak yere atmamış ve ayakları
altında çiğnememiş. Hatta ona, tahttan indirilişini melekler değil, Emma-
nuel Karasu (Ermeni) ile Es’ad Paşa Toptanî bildirmişlerdi. Bu
doğru. Fakat farz-ı muhâl olarak, Allah, bizzat yere inip Abdülhamid’i
Yıldız’dan çıkarmış olsaydı, bu gökten inme olayı, Allah’ın şanına halel
getirmekten başka, hazırladığı cezanın inceliği ve acılığı o kadar hissedilmiş
olmazdı! Cezâ, Abdülhamid’in en sâdık seçme adamlarından Gani Bey’in
kardeşi Toptanî ve Karasu eliyle yapıldığı içindir ki,
Hakk’ın celâl tecellîlerindeki şiddet, basî- ret sahiplerinin bir kat daha
soluğunu kesmişti.
“TARİH-İ KADİM” YAZARININ ŞÜPHELERİ:
Ben ki
hepsinden iştibâh (şüphe) ederim Kime sorsam, diyor ki yok haberim.
Kimbilir
belki hepsi vehmiyyât Belki aldanmak ihtiyâc-ı hayat.
Kim bilir
belki hepsi doğru da ben,
Bî haber
kendi sehv-i hissimden,
Varı yok
bilmek istedim, yoku var,
İştibâh
işte töhmetim, ne zarar.
Şüphe,
bir nûra doğru koşmaktır,
Hakkı
tenvîr, ukûl için haktır.
Kim
bilir, belki bir adem mevcûd Belki, ukbâda var, fakat bu vücûd.
Sun’u
olmağle Sâni-i Ebed’in Neye olsun esiri bin derdin.
Hem niçin
yoktan eyleyüb icâd Sonra virmek zevale isti’dâd
Kim bilir
belki aslımız toprak,
Bunu bir
muztarib çamur yapmak.
Ki
mesâmâtı kanla, yaşla dolu, Hangi hâin tesadüfün işi bu.
Bunu bir
hâlık irtikâb itmez,
Halk iden
mahv ider, harap itmez.
İşte en
zorlu hasmın ey Hallâk, Senin karşısında eyliyor ihnâk.
Bize
vaktiyle zehr-i gayzmdan Verdiğin cür’adır, odur bu yılan.
Bileceksin
bu hasmı elbet Sen Şüphe en zâlim, en kavî düşman.
Bize en
gafiline taslîtin Yahut en muğfilâne tağlîtin
O, bu gün
hud’a, şeytanet, iğvâ Seni mülkünden eyliyor iclâ.
Üflüyor
ma’bedinde meş'aleni Kırıyor elleriyle heykelini.
Ve bütün
kudretinle Sen meflûc,
Düşüyorsun,
ne in’idâm-ı burûc.
Ne
savâ’ık, ne bir hubüb jeyân Ne cehennemlerinde bir galeyan
Ne
nazarlar habîrin mâteminin Ne kulaklarda bir tanîn-i hazîn
Kopsa bir
zerre cism-i hilkatden Duyulur bir tazallüm olsun, Sen.
Göçüyorsun
da arş ü ferşinle Yok tabiatda bir inilti bile
Bilakis
her tarafda “kah kah”lar.
Kizbe
yalnız riyâ ve humk ağlar.
Sene:
1324/1909 Yukarıya yazdığım şu 23 beyt, üç ana fikri içeriyor: Birincisi:
Şüphecilik (Le Scepticisme)
İkincisi:
Bu
dünyadaki cismanî ve ruhanî izdiraplar- dan şikâyet, yani kötümserlik (Le
Pessimisme).
Üçüncüsü:
İnsanlar,
Allah’ı azamet arşından indirdikleri ve onu inkâr ettikleri halde, ne burçlar
yıkılıyor, ne şimşekler düşüyor, ne kasırgalar esiyor, ne cehennemler kaynıyor,
kimsenin aldırdığı yok! Aksine her tarafta bu manzaraya karşı “kah kah”
gülüyorlar! Bu da kızıl bir Tanrıtanımazlık (Atheisme)’tır. Şimdi bu üç
ana fikri, ayrı ayrı inceleyelim.
ŞÜPHECİLİK
NEDİR? [24]
İnsanda
doğuştan gelen bir tecessüs vardır. Her ne görse, bunun ne olduğunu anlamak
ister. Çocuğa bakınız, ana ve babasına sürekli sorular sorar. Eline bir oyuncak
verince, derhal içini açıp nasıl çalıştığını görmek ister. Kısaca bütün ilmî
ilerlemeleri bu tecessüs özelliğimize borçluyuz. İnsanın bu araştırması pek
eskidir; zekânın ilk gelişimi ile birlikte başlamıştır. Ancak tahkîk
(gerçekleştirme) vasıtalarımız, her şeyden önce, bizi dış âlem ile münasebet
halinde tutan hislerimizdir. Biz, önce gözümüzle gördüğümüz şeylere, var
diyebiliriz. Yani felsefe deyimiyle empiristiz.[25] Gözümüzle görmediğimiz,
ellerimizle tutmadığımız, kulaklarımızla seslerini işitmediğimiz, burnumuzla
kokusunu almadığımız şeylere nasıl var diyebiliriz? Bundan başka, bu şekilde
hislerimizle tanıdığımız şeylerin, bizim dışımızda bağımsız halde varlığa
sahip olduklarına, yani biz onları idrak etmesek ve hatta ölsek bile, onların,
yine “kendi zatı ile var” kalacaklarını düşünürüz. Deneyler geliştikçe,
hislerimizin bizi aldatmakta olduğunu ve gerçeğin başka türlü olması
gerektiğini anlamaya başlamışız. Meğer, uzaktan küçük gördüğümüz nesneler
büyükmüş. Hareket eder gördüklerimiz sabit, sabit duruyor gördüğümüz hareketli
imiş.[26] Çölde
uzaktan gördüğümüz suların serap olduğunu, yanına yaklaşınca anlamışız, insana,
hatta dış âlemin hakikatından şüpheler böyie gelmiş. Bu konu biraz daha
derinleştirilince nesneleri temel hakikati ile değil, kendi hislerimizin
icaplarına göre algıladığımızı anlamışız. Gözümüz tahminen saniyede 450 trilyon
titreşim yapan ışığın aşağısında, yine tahminî olarak 750 trilyon ışık
titreşiminin üstündeki ışık titreşimlerini idrak edemiyoruz. Fakat bu
sınırlama indî (rölatif) değil midir? Mesela duyularımız kırmızı ötesi
(l’infra rouge) ile mor ötesi (l’ultra violet) renkleri algılayacak şekilde
olsaydı, bütün dünyayı olduğundan daha farklı bir biçimde görecektik. Bazı
hayvanların duyu organları başka türlü olduğuna göre, acaba onlar yaşadığımız
şu dünyayı bizim gibi mi görüyorlar? Algıların hayallerimizde, farklı bir
biçime dönüştüğü tecrübe ile ortaya çıkmıştır.
Duyularımızın
yanılmasına, hafızanın hataları ve aklî istidlallerdeki yanlışlıklardan başka
filozofların ve bilim adamlarını düşüncelerindeki farklılaşma da buna eklenince,
bu şüpheler büsbütün artar. Mesela Thaies suyu nesnenin aslı saydığı
halde, Heraklit “diri ve düşünen” ateşin, Anaksimenes “sonsuz ve
diri” havanın, Anaksimandros “belirsizin nesnelerin aslı olduğunu kabul
edip savunmuş. Anaksagoras “bütün eşya amâ’da idi. ‘Akıl’ onları düzenledi”
diye iddia etmiş. İşte ilk İndiyye (görecilik, relativis- me)[27], lnâdiyye[28] ve Laedriyye (bilinemezcilik,
agnosti- cisme)[29] nin
ortaya çıkışının sebebi bunlardır. Tevfik Fikret’in bu felsefî görüşlerden
hangisine bağlı olduğu, tam olarak anlaşılamıyor. Fakat onun, daha çok, Pyrhon
mesleğine yakın olduğunu zannediyorum. Zira bir hüküm vermekten
kaçınmakla, “Kim bilir belki hepsi vehmiyyât” demektedir. Yok, belki de var, âhiret
de belki varmış! Zavallı ne, var, diyebiliyor, ne de inkâra cesâret
gösterebiliyor. Ancak Pyrhon hiç bir şeyi tasdik etmemekle Ataraksiya
yı yani, kalp huzurunu, sağlamanın mümkün olacağını öğretmişti. Bu filozofa
göre fazilet, her konuda bu kalp huzuruna sahip olmaktan ibâretmiş. Fakat
Tevfik Fikret’in şüpheciliğinden bu şekilde felsefî bir amaç gütmediğini de
açıkça görüyoruz. Pyrhon’un bu “bilmem”cilik sisteminden dolayı, öğrencisi
Timon’un onu nasıl övdüğüne bakınız: “Ey muhterem üstâd! Ey Pyrhon! Safsatacı
(Sofist)ların mânâsız düşüncelerinden, nefsini nasıl kurtardın. Sırf cehâlet
ye safdillik bağlarını nasıl kırdın, Yunanistan’da rüzgâr nereden
esiyor, veya eşyanın başı ve sonu nedir, diye aramaya hiç tasalanmadın.”.Acaba
Tevfik Fikret de bu kadarcık bir kalp huzuru elde edibilmiş miydi? Şu kadar var
ki, böyle bir huzuru, onun eserlerinden çıkarabilmek mümkün değildir.
ŞÜPHE
Ah bu
şüphe, insanı yavaş yavaş kemiren ve ağır ağır öldüren ne korkunç bir
hastalıktır. Fakat ne olur, bu şüpheciler Spînoza’nın öğüdünü biraz
dinleselerdi! Spinoza; “Gerçek agnostik (bilinmezci)in görevi, susup
oturmaktır” demişti. Onlar bu öğüdü dinleseydiler, zararı hiç olmazsa
kendilerine olurdu. Halbuki onlar, gönüllerde gevşeklik ve tembellik doğurarak
ilerlemeye engel oluyorlar.
Yukarıda
şüphenin, bilimsel gaye ile şartlı olması durumunda, ne kadar makbûl olduğunu
söylemiştim. Fakat bizim, burada hastalık dediğimiz şüphe için, bir defa da Dr.
Paul Sollier’in şu sözlerini dinleyiniz: “Şüphe, aksine halledilmedikçe,
şuur halinde varlığını sürdürür ve bütün ruhî hallerimize yayılır, zihnî
faaliyetlerimizin her yanına uzanıp hücum eder ve bu şekilde hayatımızda
gitgide daha büyük bir karışıklığa sebep olur. Bu şüphenin insan üzerinde bedenî,
ahlâkî ve zihnî kötü etkileri vardır. ”
ŞÜPHENİN
BEDEN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Şüphe,
insanın tavır ve hareketleri üzerinde katılık, sıkıntı ve beceriksizlik
meydana getirir. Binaenaleyh şüphe sahibi, imkan elverdiği ölçüde, bu
sıkıntıdan kurtulmak için hareketlerini en gerekli hususlara hasreder. Bedenî
sporlardan, oyunlardan çekinir, zira bu tip insanlar çok yorgun düşerler.
ŞÜPHENİN
ZİHNÎ ETKİLERİ
Bu
hastalığa yakalanan kişi, devamlı ve ciddi bir zihnî çabaya muvaffak olamaz.
Beyni az çok uzun müddet, böyle bir şüphe dalgalarıyla sallanmış bir adamın,
zihnî güç sarfedebilmesi oldukça zordur. Onların dikkatleri de zayıftır.
Zihinleri cevval değildir. Hafızaları azalır. Kendilerindeki duyumlar,
fikirler ve alakadârlık çemberi gitgide daralır. Kısaca, her iş, onlara göre gittikçe
imkânsız bir hâle gelir. Sadece tenkid fikirleri varlığını sürdürür. Bununla
birlikte, çoğunlukla onların zihnî canlılık çemberi darlaştıkça, beden
sağlıklarında mükemmel bir denge ortaya çıkar.
ŞÜPHENİN
AHLÂKÎ ETKİLERİ
Duyumların,
eğilimlerin, kısaca kişiliğin en gizli ve samimî temelini oluşturan şeylerin,
maruz kaldıkları sarsıntı ve birbirine zıd dalgalanmalar, şüpheli insanların
zihinlerinde meydana getirdikleri sonuçların bir aynısını da, ahlâkî
alanlarında oluştururlar. Davranışlarında beceriksizlik, sıkıntı ve harekete
geçirici fikirlerinde karışıklıklar oluşan kimseler ürkek ve bencildirler.
Bunlar muhabbet meclislerinde eğlenceye ve safâya rağbet ettikleri halde,
herkesten kaçmak ve tenhada yalnız yaşamak isterler, bu nedenle çoğu kez,
üzüntü ve sıkıntıya düçâr olurlar. Özgür bir düşünceden yoksun oldukları için,
asla rahatça eğlenemez- ler. Manevî dirençleri zayıflar, bazan da hiç bir
şeyden etkilenmeyecek bir hâle düşerler. Bazan manevî kişilikleri o derece
bozulmuş bulunan büyük şüphe sahibi kişilerin çoğunda, kendilerini kontrol
duygusu zayıflar. O vakit insanlar, hadiselerin tesadüf elinde oyuncak ve
hakikattan şüphe duyan zihinlerinin esiri olurlar.
ŞÜPHENİN
SOSYAL SONUÇLARI
Hayatın
bazı durum ve olaylarında tesadüfen şüpheye düşmüş bulunan bir kimsenin gerek
menfaatları, gerekse görevi, ihmâle uğrar. Tereddüd ve şüpheye tutulan kimseler,
bazı durumlarda, sorumluluğu üzerine alıp hareket etmek gerekirken, ya geri
çekilerek, yahut istenen ânda hareket etmeyerek çok önemli faydaları tehlikeye
atarlar. Savaş veya siyasette iş başına geçenlerin teeddüd ve şüphesi, ne
kadar tehlikelidir! Kendinden şüphe eden kişi, başkalarına nasıl güven
verebilir? Zira şüphe edilen şeyin konusu veya şekli, ne olursa olsun, bunun
hakikati, kendinden şüphe etmektir, insan kendinden şüphe ederse, hayatta
nasıl hareket edebilir? Kendi namına hareket edemeyen, başkalarının hesabına
hareket edip onları harekete geçirebilir mi? Her yeni şey, insanı ürkütür ve
ona uymakta acz gösterilirse ilerlemeye nasıl yardımcı olunabilir? Bununla
birlikte şüphecilerin çoğu, gerici ve ilerlemeye karşı iseler de, bazıları da
bunun aksine, ileri gitmek isteyenler ve hatta azgınlardır. Zira şüphecilerin
diğer bir açık özelliği de, birden atılmaktır. Bulunduğu ihtiyatlı vaziyetten
çıkmaya karar vermiş ürkek bir kişi kadar cür’etli insan bulunmaz; bu şiddeti,
ona gerçekte sahip olmadığı bir kuvvete de sahip olduğunu vehm ettirir.
Kısaca, şüphecilerin ne işlerinde, ne de düşüncelerinde, itidâl yoktur. Ya pek
fazla, veya pek az! Mevkilerini, mesleklerini, memuriyetlerini sorumluluk
korkusu ile terkeden ne kadar adam vardır! Bazılarının zannına göre, bu hal
irâde yokluğundan kaynaklanır. Hayır bu hal, sağlam ve sür’atli bir karar
vermemekten, hayata ait olaylar ve hallerin bize sunduğu çeşitli çözüm
şekillerinden birini tercih edememekten kaynaklanır. Bunun içindir ki, erkek
ve kadın nice kimseler, hayat ve geçim zorluklarına meydan okumaya cesâret
edemiyorlar, yahut hayatın bekârlık, evlilik, bir mesleğe girme ve bir derece
sorumsuz bir makâmdan, sorumluluğu bulunan makama yükselme gibi nâzik
anlarında hastalıklı bir şüphe içinde mahvoluyorlar. Nice kadınlar nikâhlarına
tâlib olanlardan birini tercihe karar veremedikleri için, sonunda evde
kalıyorlar! Sosyoloji açısından böyle bir tavır ve hareketin sonuçları,
üremeye ve cinsini korumaya engel olacağı için vahim olmaz mı? Şüpheci,
atılgandan daha kötüdür.
Zira
atılgan hiç olmazsa hareket edebiliyor, onu yönetmek mümkündür. Fakat şüpheci,
yalnız kendisi tembel ve boş oturmakla kalmaz; başkalarının da hareketine,
itirazlarıyla, eleştirileriyle, aşırı tembellik ile engel olur. Şüphe, başkalarının
şevkini kıran bir şeydir. Özet olarak şüphecilere, mütereddidlere acımalıyız,
çünkü, hayatları manevî ve sürekli bir sıkıntı içinde geçmektedir. Ancak, bu
şekildeki şüpheci kişilerle arkadaşlık yapıp onunla beraber bulunanla^,
acınmaya daha çok muhtaçtırlar.
* *
Şüpheciliğin,
çeşitleriyle dayandıkları delilleri, çürütmek için, felsefe kitaplarında
verilen cevapları, burada yazarak sözü uzatmayı uygun görmüyorum. Bu konuda etraflı
ve detaylı bilgi almak isteyenlere D. Mercier’nin “Cri- teriologie Generale”
adlı eserinin 74 ncü sayfasından iti- bâren okumalarını tavsiye ederim.
KÖTÜMSERLİK (PESSIMISM)
Tevfik
Fikret’in şiirinde tartışılacak ikinci noktanın, bu dünyadaki maddî ve manevî
sıkıntılardan şikâyet olduğunu söylemiştim. Kötümserlik, bu şikâyetlerden
ibârettir. Şâirimiz de bu görüşte olduğu için insan hakkında şunları söylüyor:
“Kimbilir
belki aslımız toprak Bunu bir muztarib çamur yapmak Ki mesâmâtı kanla, yaşla
dolu Hangi hâin tesâdüfün işi bu?” diyor.
Her
şeyden önce şunu söylemeliyim ki, bu mesele Tevfik Fikret’ten çok önce,
asırlarca zihinleri oyalamıştı ve oyalamaya da devam ediyor. Hindistan’da
Boudha, kötümserliği bir mezhep derecesine yükseltmiş idi. Bu görüş
Budizmin dışında da yayılmıştır. Bha-trihari adlı, kasidelerinde beşerî
varlıktan bakınız nasıl yakınıyor: “İnsanın ömrü yüz yılı geçmiyor. Bunun
yarısını gece alıyor, geri kalan yarısını da çocukluk ve ihtiyarlık devreleri
işgâl ediyor, arta kalan zamanda hastalıklar, ayrılıklar ve günlerin değişmesi
ile, başkalarına hizmetle ve buna benzer işlerde didişmekle geçiyor. O halde,
mutluluğu, dalgaların suda meydana getirdiği kabarcıklara benzeyen bir varlığın
neresinde bulmalı?” “İnsanın sağlığını hastalıklar, endişeler tahrib ediyor,
mutluluğun indiği yere, hemen felâket, kapı açıkmış gibi giriyor; ölüm, bütün
varlıkları, birbiri ardınca yakalıyor, hiç kimse ona direnemiyor”.
Bu
kötümserlik felsefesi^[30]*,
Hind’den Mısır’a geçmiş, orada milattan üçyüz yıl önce Hegesias, onu
var gücüyle öğretmeye başlamış, fakat Mısır hükümdârı Batlamyus, insanlara
hayattan nefreti öğreten Hegesias’ın okulunu kapatmış ve onu da sürgüne
göndermişti.
Artık bu
eski zamanları bırakalım da biraz daha bize yakın olanlara geçelim. Yazar Bayie,
yayınladığı tenkidî ve tarihî bir sözlük (sene: 1697) de, Allah’ın
adâletini, insanların isteme ve seçmelerini inkâr etmişti. İşte onun bu
könudaki itirazlarını çürütmek içindir ki ünlü filozof Leibniz (1646-1716)
“Theodicee’sini yazmıştı[31]. Bu
filozof diyor ki, kötülük nereden geliyor diye soruyorlar?
Si Deus
est, unde malum? Si non est, unde bonum? Yani kötülük vardır. O halde iki
şıktan birisi, yani Allah, ya ona engel olmamış, o takdirde âcizdir; yahut
engel olmaya gücü yetiyor idi, ama bunu istememiş, o halde “Nâfi” (Fayda
verici) ismine lâyık değildir. İşte bu bakımdan sonuçta, Allah’ın ya kudret
veya âtıfetine ve her iki durumda İlâhî yardımına karşı çıkıyorlar”. Theodicee’nin
içerdiği muhâkemeleri, burada tekrarlamak uzun olur. Fakat başlıca
düşüncelerini, daha bazı mütâlaalar ekleyerek özet olarak yazarsam uygun
olacağını zannediyorum.
Kötülük
ya fizik ötesine ait, ya cismânî, ya da ahlakî olabilir. Metafiziğe ait
kötülük, yaratıkların noksanlığından dolayıdır. Cismanî kötülük elemden, manevî
kötülük de günahtan ibârettir. Bizzat kötülük bir varlık değildir, ancak
varlığın bir arazı (ilinek)dır. Onun fiilî hakikati, varlığın bir aybı, bir
noksanı olmaktan ibârettir. Bir varlığın iyiliği, onun düzen ve tertibe uygun
olmasıdır. Bu düzen ve tertip, gerek araçları amaca bağlayan, gerek bir bütün
içindeki kısımları ve parçaları birleştiren düzen ve tertip olsun, eşittir.
Metafiziğe
ait kötülük, işin aslında bir kötülük değildir. Bu, Allah’tan başka bütün
varlıkların sınırlı olmasından kaynaklanır. Allah’tan yarattığı şeyleri,
kelimenin mutlak mânâsına göre, en mükemmel olarak yaratmasını istemek bir
çelişkidir: Noksan, bütün mümkün varlıkların vâcib olarak mâhiyetine dâhildir.
Phenelon’un ifâdesine göre, mah- lûkatta hiç bir noksan bulunmasaydı
“Hâlık” (Yaratıcı) olurdu. Zira tam ve en mükemmel olmak Allah’a mahsustur.
Cismanî
kötülük, tabiatta açıkça görülen düzensizlikler nedeniyle, his taşıyan
mahlüların ıztırabından ibârettir. Bununla birlikte, cismânî kötülükler
genellikle tahâyyül olduğu için daha azdır. Evvela, hayvanlar izdiraplarını düşünmedikleri
için zannedildiği kadar ızdırap çekmezler. İnsanlara gelince, onlar
ızdıraplarını kendileri hazırlarlar. Kısaca cismânî kötülükler, ya
fıtratımızdan veya eşyanın tabiatından veyahut eşyayı ve zatî kuvvetlerimizi
kötüye kullanmaktan doğar.
İnsanın
bedeni, hayvanın bedeni gibi tabiatı itibariyle bozulmaya kabiliyetlidir, eleme
ve ölüme maruzdur. Eleme mârûz kalmaması için, hissedici olmaması, yani elem
gibi lezzeti de duymaması gerekirdi. Hissî hayatta hareketlerin icabettirici
sebepleri, duyumlardır. Eğer bunlar yardım görürse, lezzetli; direnç ve engel
ile karşılaşırsa tatsız olurlar. Lezzet ve elem hissî veya hayvanî hayatın aslî
sebepleridir. Seçme ve isteme manevî hayat bünyesine dahil olduğu gibi,
lezzet ve elem de hayvanî hayatın terkibine girmiştir.
Oldukça
geniş bir açıdan, “cismânî, zihnî ve ruhî lezzet”, iyiliği gösterir, fakat
bizzat iyilik değildir. Çoğunlukla ona karşıdır. Faziletli kişi, iyilik yapmayı
zevke tercih eder.
Elem de,
genel olarak kötülüğün alâmetidir, fakat bizzat kötülük değildir; elem
çoğunlukla bir iyiliktir. Bu lezzet ve elem, kendilerini doğuran fiiller
üzerine etki ederler. Şayet itidâl derecesinde iseler, o fiilleri genel olarak
uyarırlar. Aşırılık derecesine çıkarlarsa, o fiilleri zayıflatır ve felce
uğratırlar. Çalışmanın meyvesi olan lezzet, o çalışmayı artırır ve
olgunlaştırır. Bu bir uyarıcı ve mükâfattır. İnsan, ancak bir iş yaparken zevk
duyar. Ve bu zevki duyarak, o işi daha iyi yapar. Zevkin tehlikesi, onu
muntazam bir çalışmanın meyvesi olarak değil, bizzat bir amaç diye aramaktadır.
Zevk böyle aranırsa, yine zevkin kanunu insanı cezalandırır. Zira akıl
yolundan sapar, gevşer ve zevk meydana gelmez. Özellikle zevk kastedilmiş
olduğu için, zevk
kaybolunca,
çalışmayı teşvik eder ve harekete geçirir. Hazır olunca onu uyuşturur ve sinir
gücümüzün bütün zembereklerini çözer. “İyilik arzusu ve gelecek kötülükten
korkmak, bizi bunlardan birini elde etmek ve diğerini çevirmek vasıtalarını
bulmaya sevk eder. Izdırap, yükselmenin uyarıcı âletidir. Izdırap çekmeyen bir
insan, ne bilir?” İnsanda aklî hayatın ve seçmenin gelişip olgunlaşması, ruhî
gücün, sabrın, cesaretin, yani kuvvete ait bütün faziletlerle yumuşaklığa,
başkalarının ızdırabından etkilenmeye, acımaya bağlı olup ruha incelik veren
faziletlerin yayılması (yerleşmesi), ancak, mücadele sayesinde, yani ızdırap
çekerek sağlanabilir^. En sıkı bağların, sıkıntı ve elem çekerken meydana
geldiği denenmiştir. Uygulaması hiç bir zorluk ve zahmete bağlı olmayan
faziletin ne değeri olur? Izdırabın her mezhepte ve her millet tarafından
tasdik gören diğer bir fazileti daha vardır ki, bu onun günahlarının kefâreti
olması ve iradeyi yeniden tanzim etmesidir.
Binaenaleyh,
lezzetin çekiciliğine veya ızdırabın iticiliğine kör gibi kapılmak yerine, iki
olayın hangi amaca yönelik olduğunu hatırlamak gerekir: Makûl bir lezzetten,
ölçülü olarak payını almak, ahlâkî ilerlemeye faydalı veya lüzûmlu olan elemi
kabul etmek. Tarih, günlerin geçmesiyle, nefsini süslemiş nice kişiler
görmüştür.”
Cismanî
düzensizliklerden Allah’ın hikmeti aleyhine bir delil çıkarmak için, yaratılışa
ait genel planını bilmek ve cismânî kötülüğün daha yüce bir sınıftan iyiliğe
bir vasıta olmadığını kesin olarak açıklamak lazımdır. Gerçekten genel düzenin
sağlanması için, ârâz olarak bazı şeylerin yıkılıp yok edilmesi gerekir. Bu
düzen, zarurî olarak günahkarların cezalandırılmasını da icap ettirir.
Ahlâkî
kötülüğe gelince, bu, elem gibi, mânevî fıtratımızın kanunları icabından
değildir. Fakat onun imkânı, İnsanî fıtrattaki iyiliklerden büyük bir kısmının
şartıdır. Zira bir hata yapabilme gücü, cüz’î irâdemizin sonucudur. İşte bu
seçme sayesindedir ki, insan fiillerine sâhip, fazilet ve meziyete hak
kazanmıştır. Allah’tan insanın artık insan olmamasını istemek demektir. Şu
halde ahlâkî kötülük, insanın cüz’î irâdesini kötüye kullanmasından doğar.
Gerçekten, fâilde etkili olan, yine Allah’tır. Fakat kötü bir işte, nis- bet
mahlûkadır. Şunun gibi: Topal birinin hareketi, ondaki hareket ettirici
kuvvetten doğar. Fakat aksaklığı, bacaklarının ayıp ve kusurundan dolayıdır.
Şerli ve
hâin kişilerin refah içinde yüzdükleri halde, hakkaniyet ve fazilet sahipleri
sıkıntı ve sefalet içinde eziliyorlar. Bu da olayların dışına bakanların
gözünde, Allah’ın adâletiyle uyuşur olarak kabul edilmiyor.[32] Fakat
bütün bu durumlar için:
“Hangi
hâin tesadüfün işi bu?”
mu demek
uygundu? Yoksa 1775 senesinde şiddetli bir zelzele Lisbon’u yıktığı ve 35.000
insanı öldürdüğü vakit, bu olaydan etkilenerek, kötümserlik gösteren Voltaire
kadar olsun:
Un jour
tout sera bien, voiiâ nötre esperance
Tout est
bien aujourd’hui, voiiâ i’illusion.
demesi mi
ihtiyata uygun olurdu.[33] Tevfik
Fikret’in şu “hâin tesâdüf” ü bana zorunlu olarak Schopenhauer ile öğrencisi
Hartmann[34]’ı hatırlatıyor. Schopenhauer’a
göre, bu dünya, mümkün âlemlerin kötüsüdür. Bu âlemi akılsız ve maksadsız,
kör bir kuvvet yapmıştır.[35]
Kötülük,
yaşamak istemek gibi akılsızlıktadır. Bunun ilacı ise, açlık vasıtasıyla
intihardadır. Bu görüşe karşı Ca- ro diyor ki: “Felâketin büyüğü insan
olmak değil, insan olduğu halde, ne sebeple bir hayvan olmadığı için canı sıkılacak
kadar kendini hakîr görmektir.”
Hartmann’a
gelince
bu filozof da âlemin illetinin, kendini bilmeyen bir fikir olduğunu serd
ediyor. İnsanlar hayattaki büyük butlânı anladıkları gün, âlem kendini yok
etmek isteğiyle, kendisini kurtaracaktır. Yükselmenin son sınırı yokluk imiş.
Yalnız Schopenhauer’la
Tevfik Fikret arasında, şu önemli farka dikkat etmek gerek: Alman filozofu,
kendi kötümserlik felsefesinden çok güzel bir acıma ahlâkı çıkarmayı bilmiş
ve insanlara bir kurtuluş ve selâmet yolu gösterebilmiş. Ona göre acımak,
ene(ben) ile ene olmayan, “ben ve ben’den gayri şeyler” arasındaki her şeddi
her engeli kaldırdığından insana bütün varlıkların, yaratılış itibariyle ikiz
olduğunu anlatıp öğretiyor.^
Hayatının
son senelerini “Âşiyân”ında kapatan, hemen herkese dargın, herkesten ve her
şeyden şüphe eden Tevfik Fikret, keşke Alman filozofunun tavsiye ettiği yolu da
terviç etmiş olsaydı! Yahut insanların tesellîsi ve sükûnu için, başka bir şey
düşünmüş idiyse, bari onu da haber vermiş olsaydı!
Bununla
birlikte, söz aramızda kalsın, gençliğinde frengi hastalığına yakalanmış olan
Frankfurtlu o büyük filozofun kötümserliği yaşı ilerledikçe geçmiş ve
vefatından biraz önce daha 20 yıl yaşayabileceğini ümid ve temenni etmeye
başlamıştı[36].
Alman
şâirlerinden Heine, Nicolas Lenau “Alem’in Gamı” (Weltschmerz)’nı parlak
bir dille terennüm etmiş oldukları gibi, Rus şâirlerinden Pouchkine ile Lermontoff,
yazdıkları şiirlerde “Hayatın Amacı Nedir?” sorusunu sorduktan sonra, buna
insanı bir hayli yeis ve gevşekliğe düşüren cevaplar vermişlerdi. Ingiliz
edebiyatçılarından Byron ile, İtalyan şâirlerinden Leopardi de o
kötümserler kafilesinin önünde bulunuyorlar.
Fakat
tuhaf şey, hayattan o kadar bezginlik gösteren bu efendilerin öğretmenleri
durumunda olan Schopenha- uer, az önce belirttiğim gibi, hayatının son
senelerinde, yaşamaktan son derece zevk almaya başlamıştı. Haniyâ ölmek pek iyi
imiş, Nirvana’ya(2^ dönmeli imiş. Diğer kötümser filozof Mainlander
de mezara girme zamanı yaklaşınca, fikir değiştirip, yaşamayı tercih
etmişti. Hele bu filozoflar son günlerinde, bir güzel kadına gönüllerini
kaptırmış olurlarsa, hayatı pek sevimli, pek güzel görmeye başlamış
olmalılar. Bunun en güzel örneği Goethe’dir. Bu büyük dâhî 74 yaşındayken
güzel mavi gözlü, siyah saçlı, kanı sıcak ve neş’eli, henüz ondokuz yaşındaki
dilber (Ulri- ke de Lewetzow)e tam bir harâretle gönül bağladıktan
sonra, hayatı ne kadar tatlı görmüştü!.. Goethe, gençliğindeki aşırı
kötümserliğini, meşhur Werther romanında pek siyah ve insanı ağlatan,
bitiren sahifelerle anlatmıştı. Fakat yaşı ilerlemiş Goethe’yi, şaheseri olan
“Faust”unda ne kadar değişmiş buluruz. 80 yaşında iken bile, maddî, manevî
bütün gençlik gücünü güzelce koruyan bu bâde- perest (içkici) eşsiz üstad
hayata ne kadar sarılmıştı! Fa- ust’un ikinci bölümünde dilber Helen’e yöneltilen
o içli seslenişler ne kadar sıcaktır!
* *
Bizim
şâirlerimizin terennüm ettikleri kötümserliklerine, yine de inanmıyorum.
“Gelmeseydim
âleme ma’dûm (yok) olaydım keşke!”
diyen
şâire buyurun dönmeniz için tantanalı bir. cenaze alayı da tertip edilecektir,
denilseydi, kim bilir nerelere gizlenecekti?
Âsûde
olam dersen eğer, gelme cihâna
Meydana
düşen kurtulamaz seng-i kazâdan
diyen Ziyâ
Paşa’ya, buraya gelirken fikrini almışlar mı? Alırlarken de, kendisine
gitmek istermisiniz, demişler mi!
Her halde
böyle insanı, zaaf ve terdıide, gevşeklik ve yeise sevkedecek sözlere önem
vermeyerek, hayatın her türlü problemlerini yenme sebeplerini sağlamaya
çalışma- lıyız.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: TANRITANIMAZLIK*[37]*
“İnsanlar,
Allah’ı büyüklük arşından indirdikleri halde, ne burçlar yıkılıyor, ne
yıldırımlar düşüyor, ne kasırgalar esiyor, ne cehennemler kaynıyor. Kimsenin
aldırdığı yok! Aksine her tarafta bu manzaraya karşı kah kah gülüyorlar.”
Tevfik
Fikret’in özeti bundan ibâret olan beytleriyle kızıl bir tanrıtanımazlık
sergilediğini yukarıda kaydetmiştim. Fakat onun bu taşkınlığı sırasında, nasıi
bir duyguya kapıldığını, doğru olarak bilmek isterdim. O, şüphe yok ki insanlara
dargındı. Zira onun gözünde, insanların hepsi ahmak, hepsi hilekâr, hepsi
bencil ve belki hepsi kirli idi.
“Kaç nâsiye
vardır çıkacak pâk ü dırahşân!”
(Kaç alın
vardır, çıkacak parlak ve temiz)
diye
soran şâirimiz, kaderi ve talihinden de şikâyetçi idi. Öyle ya, parlak şâirâne
dehâya sahip bulunduğu halde, değerini bilememişlerdi. Galatasaray müdürlüğünden
bile çıkarmışlardı. Takdir edilememek yetişmiyormuş gibi, başına bir de
diyabet (şeker hastalığı) musallat olmuştu. Haydi o câhil insanlar, onun
değerini bilemiyorlar, Allah olsun onu bu hastalıktan koruyabilirdi ya!
Fakat Allah da aldırmamış, çünki âcizdir. Hem baksanıza, onu yüzlerce
asır oturduğu büyüklük arşından kaldırıp yere çaldıkları halde, hiç bir şey
yapamıyor. Onun bu düşüşünden, gök kubbesinin bir çivisi bile oynamadı, ne olur
insanların başına bir kaç yıldırım düşseydi, bir iki kasırga kopsaydı! Hayır,
hayır, tabiatta bir inilti bile yok. Aksine her tarafta bu düşüşe kah kah
gülüyorlar. Şu halde şâirimiz, artık bütün intikam alıcı öfkesiyle ferah ve
öğünçlü:
“Kizbe
yalnız riyâ ve humk ağlar.”
(Yalana,
sadece gösteriş ve ahmaklık ağlar)
demekte,
kendisini haklı görmüş! Gerçekten dünyada doğru sadece şâirimiz, samimi yalnız
o, akıllı yalnız Tevfik Fikret değil mi ya? Vah zavallı kötümser hasta! Fakat
ona sorsak, büyüklük arşından yere atılan, hangi Allah imiş ve bunu
yapanlar hangi insanlar imiş?
Bir zamanlâr
Yunanlılar, ülkelerinin en yüksek dağı olan Olimpos Dağı’nı tanrının evi
zannederlermiş, Zeus’un tahtı[38] orada kurulu imiş. Fakat
Tevfik Fikret şüphe yok ki bu veya şu milletin taptığı özel ilahları
kastetmiyor.
O açıkça
insanlığın taptığı Allah’a saldırıyor. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de, gerekse
Tevrat’da “arş” kelimesi kullanıldığı için, Allah’ı bir taht
üzerinde oturan zâlim bir kral gibi düşünüyor. Gerçekten Avrupa klişelerinde
Allah’ın, en büyük sanatkârlar tarafından yapılmış, insan şeklindeki
çeşitli resim ve heykelleri vardır. Bunlara bakarsanız (hâşâ) Allah bu
kainatı yaratmak üzere altı gün çalıştığı için yorulmuş ve bu yorgunluk
nedeniyle, Onu alnı buruşmuş, sakallı bir yaşlı bir adam hâlinde görürsünüz!
Fakat insaf ediniz, hangi batılı bunlara Allah diye inanmış? “Yaratılış”
bölümünün temsîlî bir hikâyesini göstermek için yapılmış bir sanat
eseridir. Ayrıca, müslümanlarda, Allah’ın bu şekilde resmi, heykeli ve
hayâli de yoktur. Gerçi Kur’ân-ı Kerim’de, “Rahman, arşın üzerine istiva
etti” (Tâ- hâ(20),5) âyeti vardır. Ancak, hiç bir Kur’ân yorumcusu,
arşa, taht; kuruldu (istevâ) fiiline de oturmak anlamını vermemiştir. Zira
bütün kâinât Allah’ın arşı olup, istivâ da kahr ve galip gelmek demektir. Şu
halde, müslümanlar arasında, göklerin bir yerinde tahta oturmuş, etrafını
melekler kuşatmış, elinde saltanat asâsı, oradan aşağı hışım ve öfke ile bakan
bir Allah, kesin olarak hiç bir zaman düşünülmemiştir.^
Şimdi, Yunan
mitolojisinin boş efsanelerini, Tevfik Fikret’in günümüz insanlarına mal etmek
istemesi, gerçekten
çok
üzücüdür. Şüphesiz k,i bu “insanlar” sözü ile, sadece fikrî ve medenî seviyesi
yeteri miktarda olanları kastettiğimi takdir buyurursunuz. Bu konuda, elbette,
kendilerini mesela Kanguru denilen hayvan gibi, bir totem ile bir sa-
yan[39] ve onu
yakın akrabası sayan Avustralya yerlilerini kastetmiyorum. Şimdiki
insanlar, Allah’ı kabûl ederler ve severler. Ancak O’nun hiç bir zaman
bilimsel deney konusu olamıyacağını da anlamışlardır. Gerçekten, sağda solda
bir takım inkarcılar vardır. Fakat filozofların ve bilim adamlarının büyük
çoğunluğu Allah’ı kabul etmekte ve O’na saygı duymaktadırlar. Bunların
şu dosdoğru olan sistemlerine bağlanmak, hikmet ve ihtiyata daha uygun iken,
niçin bir kaç bozuk düşüncelinin, sakat fikirlerini benimseyeyim? Ayrıca,
desteklediği ve açıkladığı evrimcilik (l’evolutionisme) teorisiyle[40] bizi
oldukça şaşırtan Charles Darvvin’in bile, Allah’a inanmakta
hayat ile kâinattaki kuvvetlerin, Allah tarafından yaratıldığını kabul
etmekte olduğunu görsem, artık bir daha tereddüde kapılır mıyım? Bu konuda Darvvin’in
en önemli bilimsel eseri “Türlerin Kökeni” (Origin of Spieces)’nin ondördüncü
bölümünün beş ve altıncı satırlarındaki ifadelere bakmanız yeterlidir.
Günümüzün
büyük filozoflarından Bergson’un çeşitli eserlerinin hiç birinde
doğrudan doğruya “tanrı” meselesine dokunduğunu görmüyoruz. Fakat,
özellikle “Yaratıcı Evrim” (l’Evolution Creatrice) adlı eserinden: “Yaratıcı
ve yapıp etmelerinde bağımsız, hem maddenin, hem de hayatın meydana getiricisi
olan ve yaratma fiiline, hayat yönünde çeşitli bitki ve hayvanların evrimi ve
değişimi ve İnsanî şahsiyetlerin teşekkülü vasıtasıyla devam eyleyen bir Allah
fikri çıkarılabileceğini'*[41] kabul
etmiştir.
Fakat
efendim, bizim aklımız yok mu? Vicdanımızın her ân gösterdiği bir gerçeği, Darvvin
veya Bergson’un göstermeleriyle desteklemeye veya doğrulamaya neden
gerek duyalım? Bu, bizim düşünce bağımsızlığımıza ters düşen ve insanlık
onurumuzu zedeleyen bir şeydir. Önümüzde, dünyalar, güneşler ve her biri başka
başka âlemler olan samanyolları, bazan gönülleri okşayan bir güzellikle,
bazan korku verici bir heybet ve şiddetle, yüceliğini ortaya koyup durmaktadır!
Onları kuşatan güçte ise, bir sonsuzluk, olanca büyüklüğü ile gözlerimizin
önüne açılıyor! Biz bu okyanus içinde, bir damla bile değiliz. Fakat vicdanım,
o sonsuzluğa çekilmekte, onun susuzluğu ile yanmakta. Âh o ünlü kâşif, bu
şiddetli ihtiyacı ne güzel an- lamış.[42] İskandinavyalI Johan Bojer
adındaki bir yazar “Büyük Açlık” adlı romanında insanların vicdanındaki
bu sonsuzluk ihtiyacını, bakınız nasıl inceliyor: “özellikle servete, şan ve
şerefe, bilgiye aç değiliz. Açlığımız ancak, sonsuzluğadır. ”
r Bir
yönüne bakmakla, “sonsuz” adını verdiğimiz güç, kendilerini yenmek mümkün
olmayan kanunlarla, pek açık bir şekilde kendini gösteriyor. Evet, o kanunlarda
bozulma ve değişme olamaz. Bütün tabiat olayları, insanı ne kadar hayrette
bırakacak bir düzen içinde meydana gelmektedir. O kanunlarda biraz sapma olsa,
ne kadar müthiş ve korkutucu sonuçlara neden olurdu! Rabbânî hikmetin açık
işâretlerinden olan bu kanunlar sayesinde, yıldızların dönmesinden iki güç
meydana geliyor: Birisi merkezden dışarıdır ki, âlemleri eşit uzaklıklarda
tutar; diğeri merkeze doğrudur ki, her şeyi onların yüzeyinde muhafaza eder.
Yüksek göklerin şu mekanik düzeninde bir dakikalık, hatta bir sâniyelik bir
duraksama olsaydı, bütün kâinât alt üst olurdu. Yıldızlar, hallâç pamuğu gibi
darmadağın olurdu. Fakat tüm bunlar, öyle bir kolaylık, öyle bin incelikle meydana
geliyor ki, hiç bir şeyin farkında bile değiliz. Hatta en büyük matematikçiler
ve mühendisler arasında bile, dünyanın ve diğer gezegenlerin yüzeyinde,
denizlerini, dağlarını, orada oturanları vs. tutmak için düzenlenmiş olan kuvveti
kim hesap edebilmiş? (Bu satırların yazılış tarihinin 1926 olduğunu gözden uzak
tutmayalım. Yayma hazırlayanın notu). İçi su dolu bir kâseyi çevirmeyi
denesek, daha ilk anda üstümüz başımız sırılsıklam olur. Denemeye biraz daha
devam edersek, kasede bir damla su kalmaz. Halbuki içinde denizler ve nehirler
bulunan o olağünüstü büyük kap, yüzyıllardır dönüp duruyor. Eğer merkeze doğru
kuvvetler yer çekimi bir saniye duraklasa, bütün o sular uzaya saçılır, biz de
susuzluk ve açlıktan ölürdük. Dünyanın güneşle arasındaki uzaklık, tam güvenli
bir şekilde belirlenmiştir. İşte o sâyededir ki, gezegenimiz güneşin hayat
veren ışınlarından yararlandığı halde, onun çok yüksek olan ısısından kavrulup
yanmaz. Yahut güneşten pek uzak olmadığı için soğuktan ölmez. Kısacası, güneş
ile gezegenleri arasındaki uzaklığın ne kadar olması gerekeceği mükemmelen
halledilmiştir.
Fakat
inkârcılar, bu kanunların ve düzenlerin kör bir kuvvet veya Tevfik Fikret’in
tevehhümü gibi; hain bir tesadüfün eseri olduğunu veya daha az saldırgan bir
tâbir ile tabiatta bir otomatizmin valığını iddia ediyorlar. Şu halde bir
yaratıcının, bir düzenleyicinin varlığını düşünmeyi zor sanmış! Gerçekten
Allahü Teâlâ âlemdeki işlere, bizim işlerimizi düzenlediğimiz gibi müdâhale
etmez. Onun vasıtaları çok büyük ve son derece mükemmeldir. Fakat bu hal, onun
müdâhelesine engel olamaz. Bu müdâhele yaratma kanunlarını, mükemmel bir güç ve
ustalıkla gerçekleşme ve istifâde etme mevkiine koyması, onların sınırsız olgunluğu
ile desteklenmiştir. Kanunlar ise, düzenleyicisiz olamaz. Her tür, her varlık
bütün evrim ve gelişimini, kendisine mahsus yapısını, kendi bünyesinde
potansiyel olarak bulundurmaktadır. O çevresini kendisine ayırır, kendi varlığına,
kendi gelişme ve büyümesine en gerekli olan şeyleri kendine uyarlar. Bu
bakımdan, tavusun tüyleri, gülün kokusu ve rengi, kendiliğinden hazır olarak
bulunan şeyler sâyesinde, o çekici güzelliğe, o hoş kokuya sahiptir. Halbuki o
hazır olarak buunan şeyler, bizim için geçerli değildir. Bizim için de bu
şeyler böyle oluyor. Şöyle ki, insanın geleceği, yumurtanın içerdiği hücrelerde
mevcuttur. Bilimin deney ve araştırmalarından önce, ahmakça zannedildiği
gibi, tahtadan kazıdığımız heykelcikler gibi oradan çıkmıyor. Böyle bir şey
imkânsızdır. Bu çeşit kendi kendine üreme, ancak aşağı varlıklarda görülmektedir.
Halbuki küçük hücrelerin gelişmesi, mantıkî bir seyir takip eder. Jinekoloji,[43] bize
onun çeşitli aşamalardan geçtiğini gösteriyor. Bu aşamalar, insanlıktan önceki
merhalelerin aynıdır. Hücre, bu aşamaların her birinde, sonunda insana ulaşmak
üzere, yeni özellikler kazanır. Bununla birlikte, çoğu kez, bu yavaş gelişimde,
önceden var olan bir uzvun, basit bir sapması, gelişme kaydetmesi, yeni bir
kabiliyetin oluşumuna yetmektedir. Tabiatıyla, oranı koruma şartıyla, maddeyi
işleyerek, onun hiç bir zaman sahip olmadığı özellikleri icad etmiyor muyuz?
Meselâ elimize bir kağıd parçası alalım, bu hiç bir işe yaramaz. Fakat onu
katlamak suretiyle kutuya dönüştürebiliriz. O hep kağıttır, ancak bir kaç defa
bükmek, onu kutuya dönüştürmüş ve ona önceden sahip olmadığı özellikleri
kazandırmıştır.
Her yerde
her şey için geçerli olan, bu haldir. Kısaca, belirli bir plana uygun olarak
tabiat işlemektedir. Tabiatın kendisine özgü tezgahları, dökümhaneleri ve
fabrikaları vardır ki, orada nesneleri lehimler, çekiçle döğer, kalıba döker,
karıştırır. Bunlar, bütün bu âlem içinde cereyan eder. Her şey bu gayeler için
düzenlenmiştir. Şimdi kâinatın bir düzenleyicisi bulunduğunu inkâr etmek, bu
düzenlemenin bize görünmemesinden değil, kesin olarak sağlıklı bir aklın
yokluğundandır. Eğer hayvanların muhâkeme gücü olsaydı, bizim icat ettiğimiz
âletler hakkında aynı inkâr- cı cevâbı kullanacaklardı. Onlara şu makinelerin
işlemesinde insanların müdâhalesi olduğunu söyleselerdi, “hadi oradan, bu bir
masaldır, yalandır” diyeceklerdi. Dolapların, pistonların, kendi kendine
işlediklerini görüyoruz. Tezgahlarda testereler, rendeler, âletler aynı tarzda
işliyorlar. Fakat o hayvanlar, bulundukları mevkiden yükselmeye muktedir
değil, zihnî olarak soyutlamalara yeteneksiz, sadece gözlerinin gördükleri,
kulaklarının duydukları şeylerle hüküm vermeye alışmış oldukları için, bir
nokta kadar haklıdırlar. O makineleri yapmak için, önceden yapılması gereken
çalışmalardan haberleri yok; madenleri topraktan çıkarmak, yumuşatmak için
eritmek gerektiğini, madenin direncine göre hesaplanmış, ustalık ve vukufla
düşünülüp düzenlenmiş ve yapılacak işin durumuna göre tertib edilmiş bir plan
icap ettiğini bilmiyorlar. Bu kadar bilgi ve ustalığa kabiliyetli varlıklar
olduğunu varsaymak, kabul etmek, onlar için imkansız olurdu. Onlar bizim
üstünlüğümüzü tanıyıp mühâkeme edememekle birlikte, seziyorlar. Onlara üstün
gelişimizin nedeni, tabiî olarak budur.
Hayvanlarla
aramızdaki uzaklık, ne kadar büyük olursa olsun, onların anlayışlarını bizimkinden
ayıran bir sınır vârdır ki, bunu az çok tahmin etmek mümkündür. Fakat bizimle
sınırsız tabiat arasındaki uzaklığı tahmin etmek, imkansızdır. Bu hal, bizi şu
masum hayvanlar seviyesine indiren, kainat hakkındaki boş hükümlerimizde, daha
ihtiyatlı olmaya sevk etmelidir. Bizim, onlar gibi mazeretimiz de yok. Zira,
kalbimizde bir öncesizlik ve sonrasızlık duygusu vardır. Bu duygu, ona
yaklaşmayı denemek üzere, daha yükseğe kalkmakla bizi yükümlü kılmalıdır. Her
ne kadar ona ulaşmak, gücümüzü aşıyorsa da, bu hâl, hiç olmazsa onun
yanaşılması mümkün olan kenarlarına sokulmamak için bir neden teşkil etmez.
Bilim ve sanatlarda da böyle değil mi? Onların alanı sonsuzdur. Eğer bu nedenle
onları incelemekten kaçınmış olsaydık, şimdi bulunduğumuz ileri dereceye asla
varamazdık. Hepsini istemek, veyahut hiç bir şey istememek, akıl vğ hikmete uygun değildir. Mümkün olana razı olmak,
elbette tercih olunur. Bununla birlikte, bu kadarı da mühim bir bilgi hâzinesi
oluşturmaktadır. İlmî inceleme ve araştırmalar, o hâzineyi sürekli ve azar
azar, zayıf beyinlerimizin kabiliyetine uygun olmak üzere artırmaya müsaittir.
Ayrıca, beynimizin bu zayıflığı, ancak sonsuzluğa göredir. Zira
kazandıklarımızın tümüne birden bakılırsa, aksine zihnî güçlerimizin fazlalık
ve genişliğine şaşırmaktan ve şaşkınlığımızı, bu muazzam tabiata da
yükseltmekten kendimizi alamayız. Zira bütün ilerlemelerimizi ona borçluyuz.
Bununla birlikte, ne kadar yücelir ve kuvvet kazanırsak, onun kuvvet ve
haşmeti, o kadar çok açık hale gelecektir. Hiç bir zaman son sınıra ula-
şamıyacağız. Zira biz ilerledikçe sınırlar gerilemektedir, yahut sınır ve kenar
yoktur. Yani, her zaman bilinmesi ve nüfûz edilmesi gereken bir şey veya sır
kalacaktır.
Fakat, şu
anda bulunduğumuz durumda kalacağımızı iddia etmeye kim cesaret edebilir?
Şimdiye kadar geçtiğimiz aşamalar, göz önünde tutulursa, başka yavaş değişiklerin
meydana geleceğini çıkarmak, yalnız câiz değil, hattâ mantıkîdir. O değişme
meydana geldiğinde, daha yüksek aklî yeteneklerle donanacağız ve onlar
sayesinde, bugün bize tamamen kapalı bulunan bilgileri ele geçirebileceğiz.
Bu değişikliklerin, cismanî olmaktan çok, aklî olacaklarını tahmin edebiliriz.
Açıktır ki dış şekil, şu âna kadar olduğu gibi, bu gelişimi takip edecektir.
Eserden çok, sanatkâra, müzik üstâdına, daha gelişmiş, daha ince bir enstrüman
lazım değil midir? Fakat öyle de olsa, bu insan bedeni, sürekli yok olmakla
yüzyüzedir. Önemli olan husus, bedenimizin dış şekli bakımından tekâmül etmesi
değil, asıl önem, akıl ve edeb[44]e aittir: Zira insanlığın
ilerleme kaydetmesi için gerekli olan harekete geçirici iki şey bunlardır.
Bu
ilerleyiş, akılları durduracak bir hızda aşamalar yapmıştır. Günümüz biliminin
verilerine göre, biz tahminen 30.000 yıldan beri varız(1). Halbuki
yine o bilgilerin ışığında, ırkımızın okyanusların derinliklerinde uyuyan
sayısız kü£ük hücreciklerini kendi mertebesine çıkarabilmek için yüzlerce
milyon yılın geçmesi gerekmiş. Bu milyonlarca yıl, ölümlü ve âciz insanların
başını döndürüyor. Fakat sonsuzluk önünde, milyonlarca yıl veya bir dakika ve
bir sâniye nedir? Bütün bunlar sonsuzluk dalgası içinde boğulmuştur,
sonsuzluğa göre, zaman yoktur.(2^
Heybetli
bir yavaşlık içinde yatağı derin büyük bir nehir gibi, uzunluğu bizi
sersemleten şu olağan üstü büyük devirlerde, dünya küresinin unsurlarının
oluşması için gerekli olaylar, sıralar içinde peşpeşe akıp gitmiş. Nihayet insan
ortaya çıktığında, onun bilim ve akıl ile işbirliği yapması sayesinde,
ilerleme adımlarını hızla atmış. Demek ki, dâima ruhun ve nefs-i
nâtıka(akıl)nın üstünlüğü!
Yine
ekleyelim ki, insan, ilerlemeyi ondan başka kimseye borçlu değildir. İnsana
her zaman öyle yüce bir kılavuz gerekecektir. O olmasa ve insan tek başına
kalsaydı tamamen acze mahkûm olurdu.
Bu
girişlerden maksadımız, Allah’ın varlığını ispatlayan delillerden
bazılarını ortaya koymaktır. Bu konuda felsefe kitaplarında ortaya konması
alışılmış olan delilleri, belirli bir tertip hâlinde görmek isteyenler, o
kitaplara bak- sınlar(1'.
Biraz
önce “zaman”dan bahsetmiştim. Âlemdeki olaylarını üzerinde cereyan ettiği bir
de mekan vardır. Burada, mekânın, l’Abbe Th. Moreut duymasın[45]
aritmetik anlamıyla sonsuzluğundan da bahsetmeyeceğim. Sadece tartışmaya
sebep olmamak için, yaratma işlerinin tamamlanmasının, zaman ve mekana bağlı
olduğunu söylemekle yetiniyorum.
Bundan
başka bu mekânın her yönünde, canlılık ve hareket görüyoruz. Ancak bu canlılık
ve hareket, maddenin de varlığını gerektirir. Fakat madde cansız ve hareketsizdir.
Yalnız başına bir iş yapamaz, hiç bir şey meydana getiremez. Zaruri olarak ona,
bütün dereceleriyle ruhun da çalîşma birliği ile ona eşlik etmesi gerekir.
Hayat sahibi en aşağı varlıklardan bize varıncaya kadar, hepimiz bilerek veya
bilmeyerek, maddeye bu yardımı yapmaktayız. Şu halde, beraberce var olan madde
ile ruhun, birbirine uyması lâzımdır. Fakat madde ile ruhun beraber çalışması,
görmekte olduğumuz ince san’at eserlerinin meydana gelmesine yeter mi? İşte
biz buna ihtimâl vermiyoruz. Bunun için Hakîm bir yöneticinin son derece
sağlam (precies) kanunlarla işleri yürütmesi ve kudret eliyle, her şeyi bir
düzen ve armoni içinde tutması lâzımdır. Bu muazzam yönetişlerin planını
anlıyamıyorsak da, geçmişteki durumumuzla, şimdiki durumumuzu karşılaştırınca,
Yaratıcı kudretin, insanların ilerlemesini hedef aldığına hükmedebiliriz. İnsanın
aklı ve düşüncesi, bazı istisnâlar bir yana bırakılırsa, kendi kısa hayat
süresinin ötesini görecek kadar yeterli değildir. Her ne olursa olsun insanın
üstünlüğü, bu âlemdeki şeylerin tümünü kuşatmaktan âcizdir. Onları ihata etmek
hususunda daha da acizdir. Bu âlemdeki işlerin yürütülmesi işi insana
bırakılmış olsaydı, dünyanın hali acaba ne olurdu? Ne büyük bir karışıklık ve
perişanlık olurdu? içlerinden birisi yağmur, ötekisi kuraklık, yahut birisi
sıcak, diğeri soğuk isteyecekti. Her konuda herkes, kendi yararını gözönünde
tutacaktı. Kabaca herkesin yararı, bir kişinin yararına kurban edilecekti. Ve
bütün yarar kendisine hasredilmek istenecekti. Zira ister bir ferd, ister bir
âile veya bir millet bahis konusu olsun, sonuçta bencilliğimiz doymak
bilmiyor. Gücümüz arttıkça, onu kötüye kullanmaya daha çok heves ediyoruz.
Gerçekten güç ve başarı içinde iken, dâima adâlete yapışmak için, pek az olan
bir ahlâkî üstünlük lâzımdır. Bu kadar farklı ahlâklar, çelişkili menfa- atlar
arasından, hattâ nisbî bile olsa, bir denge nasıl kurulabilirdi? Bize rağmen,
olayların zorlamasıyla ortaya çıkan bir parça âhenk bile zorlukla
korunabiliyor. Bu nedenle, insan başta olmak üzere bütün mahlûkât için genel
maddî dengeyi koruyan, duvar saatlerimizdeki dengeyi sağlayan rakkâs gibi
mekanik düzenleyiciden başka, mutlak güç sâ- hibi, hikmetle yöneten biri
lâzımdır ki, bu heybetli kitleyi kullansın, yönetsin ve düzene soksun, bu
ahengi bozanları yıkıp devirerek, bir düzen sağlasın.
Biz de bu
şekilde davranmıyor muyuz? Cismanî ve noksan olan zekalar üzerinde, maddî,
zihnî ve manevî sevk ve idare bizde değil mi? İhtiyacımız için icad ettiğimiz
makineler, kullandığımız kuvvetle kendi hallerinde bırakılmış olsalardı, ne
olurdu? Onlar bizim yararımıza çalışacakları yerde, her şeyi yıkıp tahrib
ederlerdi. Bir sevk ve idâre olmasa, onları kullanmak mümkün olmazdı. Mesela
kondüktörsüz olmak üzere bir milyon lokomotifi harekete geçirilmiş varsayalım.
Böyle bir karışıklığın neden olacağı felâketli sonuçları, varın tahayyül edin.
Bununla birlikte bu bir milyon lokomotif, gözümüzde çok büyük bir kuvvet olarak
görüldüğü halde, onu tabiatla orantılarsak, çok önemsiz kalır. Bunun gibi
güneş, çevresindeki gezegenlerin ortasında, dengesini sağlayan akılları
şaşkınlığa düşüren kanunlarla yönetilmiş olmasaydı ve bu nedenle o ateşli küre
etrafındaki gezegenler üzerine atılsaydı, ne korkunç bir yangın çıkardı. Bütün
bu gezegenler ateş içinde mahvolurdu.
Bize göre
zekâları eksik olan hayvanlara karşı düzen- leyicilik görevimiz de, aynıdır.
Onlar bizim gözetimimiz altında, bize hizmet ederler, bize yararlı olurlar. Bu
gözetim olmasa, onlara gösterdiğimiz işi yapamazlar. O işlerdeki amacı
bilmediklerinden, onu anlamaktan âciz olurlardı. Biz de sonsuzluğa göre bu
durumdayız, ilmi ve gücü mükemmel bir düzenleyicinin yönetim ve yürütmesi
olmasaydı, aynı vahşet ve aynı cehâletle hareket etmiş olurduk. Bizde meydana
gelmesi ve gerçekleşmesine şuursuz olarak ortaklık ve yardımcılık yaptığımız
yüce amacın ne olduğunu bilemiyoruz. Zira bu amaç çok büyük olup tahmin sınırlarımızın
dışında, pek geniş bir alanı kuşatmaktadır. Bununla birlikte tekrar edelim ki,
hayvanların bize yakın olduğu kadar, biz o en büyük kuşatana yakın değiliz.
Hayvanlarla aramızdaki mesafe büyük olmakla birlikte, yine tahmin edilebilir.
Fakat bizimle, sonsuz arasındaki mesafe hiç bir şekilde ölçülemez. Buna ait her
şey, akıl ve anlayışın ötesindedir. Binaenaleyh gerçek akıl ve hikmet, âeizâne
gürültü yaygaralar kalbî baş kaldırışlar yerine, kader kısmet, olaylar,
tesadüfler gibi meşrebe göre çeşitli isimlerle andığımız halde, en doğru ismi “Takdîr-i
Rabbânî”(Al- lah’ın kaderi) olan şeyleri, sâkin bir şekilde, emniyetle kabullenmeyi
bilmekten ibârettir.
Kabul
ederiz ki bu elem vericidir. Fakat bu, tekamülümüz için zorunludur. Zira
hayatın amacı olan ilerlemeye doğru yükselen hareketimiz, bununla meydana
geliyor. Meziyetimiz, kıymetsiz çabalarımızla artar. Bir şeyi meşru şekilde
kullanmak için onu kendi çabamızla elde etmeliyiz. Bu hususta, bize kılavuzluk
edecek üstadların yardım ve yol göstericiliği de lâzımdır. Zira bildiğimiz
şeyleri, sadece kendi vasıtalarımızla açıp ortaya koyamayız. Aklî konularda
nasılsa, mânevî konularda da gelişme ve yükselmemiz, aynı vasıtalarla meydana
gelir. Bu gerçeği bize, olayların dağılımı ve bölünmesi haber vermekte, ortaya
koymaktadır.
Kısaca,
tabiat üzerindeki üstünlük ve galibiyetimize rağmen, hadiseler de bizi,
arzumuza rağmen yönlendiriyor. Dağıtıcısı biz olmadığımız şekillerde
mechûlümüz olan ve bizde gizli kalan bir amaç ve isteğe doğru yolluyor. Sabırlı
olunuz da anlatayım: Uygun zamanı elince, elverişli bir ortamda doğuyoruz.
Meziyetler, ayıplar, kâbiliyetler, sakatlıklar ve şahsî bir karakter ve mizaçla
birlikte bu saydığım şeylerin tümü, varlığımız üzerinde fevkalâde etkili
şeyler oluyor. Fakat bunları bizzât kazandığımızı iddia edebilir miyiz? Bu
konudaki yetersizliğimiz pek açık(1).
Gelelim
ölüme... Her şeye rağmen, insanlara daima korku verecek olan bu amansız cellad,
herkesi sırası gelince yere serecektir. Bu ortak kanun, ister en âlim, ister
en kuvvetli ve güçlü veya âciz olsun herkes için geçerlidir.
Vücûd cûd-ı İlâhî, hayat bahş-ı kerîm
Nefs atiyye-i rahmet kelâm fazl-ı kadîm
Beden binâ-yı Hüdâ, rûh nefha-i tekrîm
Kuva, vedîa-i
kudret, havas vad-ı Hakîm
Ademden itdi beni
kudreti ber âverde
Gıdamı eyledi âmâde rahm-i mâderde
Nevâl-i zahir ü bâtınla itdi perverde
Benimle çekdi zuhur-ı cemâline perde.
Nâbî’nin “Tahmisinden
Sadeleştirmesi:
Varlık, ilah cömertliği, hayat Cömerdin bağışı
Nefs, rahmet vergisi, kelam Kâdîm’in fazlı
Beden Allah yapısı, ruh keramet soluğu
Kuvvetler, kudret emaneti, hisler
Hakîm’in yerleştirdiği
Beni yoklukta kudreti var etti,
Gıdamı
ana rahminde hazır etti
Açık
gizli yiyecekle beni doyurdu
Güzelliğinin
ortaya çıkmasını benimle perdeledi
Bu
şekilde, ne düşüncelerimizin, ne kaderimizin ve ne arzularımızla irâdemizin
zıddına giden binlerce şeyin hâkimi olamıyoruz. Fakat bütün bunları seyir
sırasında, her şeyi ayırım yapmadan çiğneyen, öfkeye kapılmış deliler gibi iş
gören “kör bir kuvvefe dayandırmak çok kötü bir sapıkIık olmaz mı? Basiret
sahibi ve anlayışlı bir müşâhit, o sapıklık öncülerinin zıddına, her yerde
kesintisiz ve kusursuz takip ve daima bir amaca yöneltilmiş bulunan şuurlu bir
yönetim ve yürütmeyi görür. Bu amaç, ilerlemedir.
Diyeceksiniz
ki bu yönetim ve yürütme, bizim kişisel tedbirlerimizi, özel menfaatlarımızı
bozuyor ve hoşnutsuzluğa sürüklüyor, bu doğrudur. Fakat bu konuda daha ilerisini
göremiyoruz. Biz de hiç şüphesiz bizim hakkımızda düşünen aşağı hayvanlar gibi
düşünüyoruz. Bizim de istek ve problemlerimiz, onları bir hayli bîzâr ediyor.
Bizim ihtiyaçlarımızdan onlara ne? Onlar sadece kendi arzularını bilirler.
Kendilerine o kadar iş yüklediğimiz o zavallı at, çayırlarda otlayıp
sıçramayı, elbette tercih edecekti. Ona göre biz, onun cellâdıyız. Genel
menfaata hizmet etmek, yardımda bulunmak, hiç şüphesiz, onun en son düşüneceği
şeydir. Bununla birlikte bilmeden ve kendi arzusuna rağmen ona iştirak ediyor.
Biz de, genel menfaata, çoğunlukla şuursuz olarak ve nefsimize rağmen hizmet
ve yardım etmekteyiz. Yakamızı bıraksalar, biz de, koltuğumuza gömülüp
gevezelik yapmaktan elbette çok hoşlanırdık. Komşuların durumundan bize ne?
Çocuklarımız da okul sıraları üstünde eziyet çekmekten ise, bahçede koşmayı,
elbette daha çok isterlerdi. Kendi geleceklerinin yararı için çalışmak! Ancak
bu gelecek, onlar için o kadar uzak ki hatırlarına bile gelmez. Onlar sadece
şimdiki zamanlarını, şimdiki ihtiyaçlarını bilirler. Fakat buna ve kendilerine
rağmen, onlara varlık sağlayacak, genel faaliyet alanında onlara işgal
edecekleri mevkiyi tahsis eyleyecek olan yolu takibe mecburdurlar. Bu çocuklar,
neden sonra, azar azar o çalışmadaki amacı anlamaya başlar. Boynuna tasma
geçirdiğimiz, o sevimli küçük köpek, bu işkence hakkında ne düşünüyor.
Belediye reislerinin uyarıları, onu bağlamaz. O, gönlünce kaldırımları
koklayarak, serbestçe gidip gelmek ister. İnsanları onun dişlerinden ve
kuduzundan korumak, onun nesine gerek. Ona göre, biz, ona layık olmadığı
azabları sebebsiz yere çektiren zâlimleriz. Artık konumuza dönelim. O çarpık
düşünenlerin iddialarına göre, ayırım yapmadan kör gibi davranan ve şuursuz
olan bir kuvvet, nasıl bir plan takip edebilir? Nasıl belli bir amaca sahip
olabilir? İyi ama o kudrette bilgi ve idrak olmasaydı, bize bunu nasıl
verebilirdi? Madem ki eser, müessirin tabiatını ortaya koyuyor. Bizdeki
müessir ilim ve idrakin varlığı, o kuvvetin de Alîm ve Habîr olduğuna
zorunlu olarak ,şehâdet eder[46]. Bunun
zıddı bir teori, kesin olarak yanlıştır. Çevremizdeki binlerce, milyonlarca
haller, olaylar yaratılıştaki ince tertibi akıl sahiplerine gösterip
durmaktadır. Bu konuda milyonlarca olaylar içinden birini, latif havayı örnek
olarak seçeceğim. Zira yaratılıştaki yüce hikmeti açıkça gösteriyor.
Hava
şeffaf ve hafiftir, akıcıdır. Onun bileşimi içinde gezmemize, görmemize,
yaşamamıza, çalışmamazı izin verecek şekilde, bizim yaratılmamızdan önce tertip
edilmiştir. Kısaca hava, yeryüzünde yaşayanların bütün ihtiyaçlarına göredir.
Eğer atmosfer yoğun olmakla birlikte şeffaflığı bulunmasaydı, hem bizim, hem de
diğer varlıkların varlık nedeni olan bütün hayatî fonksiyonlar, imkânsız
olurdu. Su için de böyle. Suyun bileşimi de içinde yaşayan, tabiatları bizim
tabiatımızdan daha aşağı olan hayvanların bütün ihtiyaçlarına uyacak şekilde
yapılmıştır. Bu sebeple su, daha az akıcı, daha az hafif, daha az şeffaftır.
Bununla birlikte, kendi içinde sâkinlerinin yaşayacak, gezecek, ihtiyaçlarını
sağlayacak derecededir. Eğer onun bileşimi önceden buna uygun biçimde yapılmış
olmasaydı, bu işler yine imkansız olurdu. Bilgi ve şuura bitişik olan bütün bu
eserlerin sebebi, kör bir tesadüf nasıl olabilir. İşlerimizin yönetiminde de
gerekli olan şuurlu bir müdahale, o küçük iştigallerle hiç bir şekilde
karşılaştırması caiz olmayan âlemin işlerinin veya varlıklarını
maslahatlarının yürütülmesi için, öncelikle gereklidir. Eğer bir kimse, bir
milletin veya sadece bir şehrin veyahut küçük bir mahallenin, yalnız kendi
başına idare olunduğu, veyahut daha doğrusu idaresinin kanunsuz, hükümetsiz,
vekilsiz körükörüne yürüdüğünü iddia edecek olsa, onu hakkıyla deli
sayarlardı. Fakat tabiattan bahsolunduğu gibi, nice zeki kişiler belli fikirlerinden
dönmeyerek safsataya başlıyorlar. Sağlıklı akla meydan okuyan bir takım
sistemler ortaya koyarak Yaratıcı kuvvetin bu şekilde bir müdâheiesini
uzak görüyorlar. Onlara üzülmekten ve kendilerini insafa çağırmaktan başka
yapacak bir şeyimiz yoktur. Biz de kendi hesabımıza, âlemin işlerinde lüzumlu
olduğu kesin olan bu hikmetli yönetme ve tedbiri büyük bir alçakgönüllülük ve
samimiyetle kabul ediyoruz.
Fakat,
kendi lisanımızda Allah adını verdiğimiz bu yönetici kimdir? İşte bu
sorunun cevabını vermek, pek müşküldür. Bu husustaki aczimizi, her zaman
itiraf etmeliyiz. Çünkü, Allah hakkındaki bilgimiz, yeterli değildir.
Gerçek*- ten, bizden o kadar büyük olan Allah’ı, nasıl anlayabiliriz?
Gerçi düşünce kuvvetimiz mutlak âlemde uçmak istiyor, fakat kanadlarında o güç
yok ki... Gözlerimiz o nurun şiddetine dayanamıyor. Özet olarak, Allah’ı ispat
etmekle birlikte, hakkında tam olarak bilgi edinmek gücüne sahip değiliz.
***
Yukarıda
bir münasebetle Goethe’den bahsetmiştim. Bu filozof, Alîm ve her
işinde, terbiyesinde Hakîm olan Allah’a karşı bakınız nasıl
mahviyet gösteriyor: “Allah hakkında tam ve doğru bir bilgi olduğuna
inanmaktan çok uzağım. Zanlarımın, söylediklerim veya yazdığım düşüncelerin
hepsi şu şekilde hülâsa edilebilir: Allah anlaşılamaz ve insanın O’nun
hakkında kapalı bir duygusu, tahmine dayalı bir fikri vardır. Ayrıca, hem
tabiata ve hem bizzat bizlere ulûhiyet o derece nüfuz etmiştir ki bizi güçlü
kılan ve ayakta tutan O’dur. O’nda yaşıyoruz, O’nda soluk alıyoruz ve biz
O’ndayız. Ebedî kanunlara bağlı olarak ızdırap çekiyoruz ve sevinç duyuyoruz.
O kanunların karşısında hem etken, hem edilgen bir hizmetimiz vardır. O
kanunları bilelim, bilmeyelim, o kadar önemi yoktur. Çocuk eline bir çörek
alır, karnını doyurur, onu pişirenin kim olduğunu düşünmez. Serçe, kiraz
tanesini gagalar. Fakat, bir kirazın nasıl yetiştiğini düşünmez bile. Allah
kavramına dâir bilgimiz ne? Allah’a dâir, kalbimizde gizli olan keşif ve
basiretin mânâsı nedir? Türkler gibi Allah’a yüzlerce isim versem de, hakikatin
yine çok altında kalacağım. Zira İlâhî sıfatlar sayısızdır... Uluhiyet adını
verdiğimiz Allah, yalnız insanda tecellî etmiyor. Fakat zengin ve güçlü bir
tabiâtın sinesinde olduğu gibi, âlemin bütün büyük olaylarında da varlığını
ortaya çıkardığından, O’nun hakkında, beşerî sıfatlara göre, yapılan tefekkürün
yetersizliği açıktır.”
Goethe’nin
bu düşünesini, İslâm âlimlerinin ifâdelerini tekrardan başka bir şey
saymıyorum.
Düşünen,
eşya ve olayları mânâ bakışıyla inceleyip tecrübe eden bir kimse, tabiât önünde
kendisini pek küçük ve' âciz görür. Fakat her şeyden ibret dersi olmak, onun
için mümkündür. Bir yıldız, bir çiçek velhasıl her zerre ona bir sırrı açıklar.
Alîm, Hakîm ve Mürîd bir mutlak güç sahibi (Allah) gerek gözle
görülmeyen zerrelerde, gerek ışığı gözleri kamaştıran âlemlerde mutlak olarak
hâkimdir. Doktor Gibier, Eşyanın Analizi (L’analyse des Choses) adlı
eserinde bakınız ne diyor: “İnsanın fikri, âdî gözümüzün ulaşamayacağı
yıldızlara kadar uzanır. Ruh, fikrin bir şimşeğiyle, o âlemleri seyreder. Ondan
sonra bedenine döner. Eğer bu yükselmesinden, delice bir grura düşmemeyi
bilirse, vuslata erenlerden olur”. Doktorun bu ifâdesi, size şüphesiz yapmacık
gelir, ona isterseniz inanmayın. Fakat bilirsiniz ki, insan bile, gördüğümüz
âlemler gibi, yükselmeye ve gelişmeye tâbidir. Hayatın hakiki amacı budur.
Bununla birlikte, bunu bilmeyen veya inkâr edenler, ne kadar çoktur. İnsanın
küçük dairesinden çıkması ve mümkinattan kurtulması vicdanını tamamen kaplayan
sıradan işgallerden sıyrılması için, uzun bir düşünce ve derin bir tefekkür
lâzımdır. İşte o zaman insan, kendisine boşa imiş gibi görünen ölmez eserlerin
gerekliliğini hissetmeye başlar. Zihni onların mânâsını daha iyi anlamaya,
kalbi daha iyi hissetmeye kabiliyet kazanır. Bundan sonra tabiî kuvvetlerin kör
olmadığını anlar. Kâinatı yöneten İlâhî kanunları hisseder. İnsanın mutlu
yaşayabilmesi, işte bu kanunlara uygun hareket etmesiyle mümkündür.
Bir de şu
meşhur Belçikalı yazar Maeterlinck’i dinleyelim: “Büyük sır, biricik sır
şundan ibârettir ki, her şey sırdır. Hiç olmazsa dedelerimizin mektebinden,
onların yaptıkları gibi bilinmesi imkânsız olan şeyi ayırmayı ve her şeyi
Allah’dan olduğunu ve bilinmesini yegâne ümit edebileceğimiz ulûhiyyeti, ancak
kalbimizin derinliklerinde keşfedebileceğimizi öğrenelim. Büyük sırrın
görüntüsü değişmemiştir. Onlar için ne idiyse, aynı yerde öylece duruyor.
Öncekiler tâ başlangıçtan bilinmeyenden, sahibi bulunduğumuz en saf ahlâkı çıkarmayı
bilmişlerdi. Madem ki bu bilinmeyen içinde, aynı noktada bulunuyoruz, diğer
ahlâk öğretilerini çıkarmak muhaldir, dememek için söylüyorum. Bütün dinlerde
yüksek yönüyle birbirinin tıpkısı olan ve sadece aşağıdaki teferruatta
birbirinden ayrılan o ahlâk öğretilerini, eğer insan, izlemek cesaretini
gösterseydi, henüz olmadığı bir şey olurdu”[47].
Maeterlinck’in bu görüşü altında gizli hasreti ben açıklamıyacağım. Bunun
değerlendirmesini, aydın okuyucularımın takdirine bırakıyorum.
Sevâd-ı
kâinât âsâr-ı sun’ı hî sühan söyler
Kitâb-ı kâinât, esrâr-ı Hakk’ı bî dihan söyler
Senin
kuşunda istidâd yok, idrâk yoksa
Leb-i
cûde kemâl-i sun’ı her birin çemen söyler.
Nâbî
Ben
bilmez idim gizli lyân açık hep Sen imişsin
Canlarda
ve tenlerde nihan gizli hep Sen imişsin
Alemde
nişân ister idim ben Sana Sen’den
Bildim ki
o âlemde nişân hep Sen imişsin.
Sultan
Veled
(1) Hak (Truth, Gerçek): Allah; adaletin
gerektirdiği, kişiye ayırdığı şey; hukuken korunan çıkar; zihindeki nesnenin,
dış âlemde ortaya çıkmış şekli ile mutabakat hâlinde olması.
8
(1) Leibniz, bununla Hakk’ın kaynağının bizzât
Hak olduğunu anlatmak istiyor.
(2) “Cogito ergo sum: Madem ki düşünüyorum,
varım.”
(1) Genetik biliminin son gelişmeleri pek çok
hususu sır olmaktan çıkarmıştır (Sadeleştirenin notu).
(2) Akıl (Raison): Arapça bağ demektir. Anlama,
bilme, tanıma, düşünme, sonuç çıkarma, olaylar arasında bağlantılar kurma ve
mantıkî çıkarımlar yapma yeteneği. Akıl, insanın amelî çabası ile oluşmuş bir
güçtür. Şer’î teklifin medâr olduğu kâbiliyet. (Sadeleştirenin notu)
(1) Boece (455-525), ünlü bir Hristiyan
düşünürüdür.
(1)
Vicdan (Şuur, Conscience): İnsanın özünü ve çevresini anlamasını sağlayan anlık
süreçlerin toplamı. Metafizikte vicdân, insandan bağımsız bir güç olup, İlâhî
bir yöne sahiptir, insana verilmiştir. İyiyi, kötüden, hayrı şerden ayıran içe
ait duygu veya seziş.
(1) “Ütopya" kelimesini filozoflardan
Thomas Moore (1478-1535) Yunanca iki lafızdan birleştirmekle türetmiştir.
Anlamı, dünyanın hiç bir yerinde karşılaşılmayan şey demektir. Thomas More,
hayalini kurduğu o ülkede, her şeyin en güzel şekilde düzenlenmiş olduğunu
bildiriyor. Bu bakımdan, orada herkesin mutluluğu güven altındadır. Utopia,
Sive de Optimo Reipublicae.
(1)
Şair Mousset’nin “Ekim Gecesi” adlı
şiirindeki şu beyti ne kadar anlamlıdır:
L’homme
est un apprenti, la douleur est son maitre.
Et nul ne
se connait tant qu’il n’a pas souffert.
Yani:
“İnsan bir çıraktır. Öğretmeni ızdıraptır. Ve hiç bir kimse, meşakkat çekmeyen
adam kadar kendini tanımaz.”
Malûm
olur meşakkat ile kadri devletin Olmaz husûl kâm-ı cihân bî ta’b lezîz.
Valî-i
Âmidî
(1) Deli doktorlarından Moebius, Schopenhauer
hakkındaki bilimsel eserinden. Uber Schopenhauer, Leipzig 1899.
(2) Nirvana: Budizm’de, ruhun bir bedenden
diğerine geçmesi olayının son bulduğu (durduğu) en yüksek basamak. Bedenî
isteklerden kurtulunmuş, tam bir huzur durumu, evrenin ruhu ile bir olma.
(1) Totem: İlkel toplumların çoğunda aynı
kabileye mensup fertler, kendilerini bir hayvan cinsi veya herhangi bir bitki
ile akraba sayar. İşte o hayvan veya bitki, o kabilenin koruyucusu ve alâmeti
sayılır ki, “Totem” denilen şey bundan ibarettir.
(1) Bilimin son buluşları, Monsieur De Quatre
Fage ile diğer antropolojistlerin, önemli çabaları, bizim yeryüzünde 100.000
yıl önce ortaya çıktığımızı gösteriyor.
(1) Özellikle Sivas milletvekili aziz dostum
Şemseddin Bey’in “Felsefe- i Ûlâ”sından pek çok yararlanılabilir. Bu kitabın
son bölümünü oluşturan 529-533 sayfaları arası, gerçekten ezberlenecek
gerçekleri içermektedir.
(2) Devrimizde aritmetik bilimine ait çeşitli
eserleri ile şöhret yapmış bir yazardır. “Les Confins de la Science et de la
Foi” adlı eserinde şöyle diyor: “Sözün özeti, uzay kendi başına hiç bir şey
değildir. Dıştaki mekâna gelince, bu da maddî şeylerden bağımsız ve ayrı
değildir. Ve bu mekân dâima çokluğu gerektirir.” diğer bir yerde de
“Binâenaleyh, kâinat sonludur” der.
[1] Gerçekten Nietsche, ömrünün yaklaşık son on yılını,
ablasının bakımı altıda geçirmişti. Ömrünün sonlarında aklını yitiren ve
“Allah öldü” diyen bu filozof, delilikte, kendi pisliğini yiyecek derekelere
düşmüş bulunuyordu. (Hüseyin Aydın, Nietzsche’de Metafizik, Doçentlik tezi,
Ankara 1981.)
[3] Arapça îsâr kelimesi, başkasını kendisine tercih etmek
anlamına gelirken, bu mısrada aynı manada kullanılmamıştır. Burada dökme,
saçma anlamına gelir.
[4] Primordial
(evvelî): Zaman bakımından ilk; ilk’in eşanlamlısı, en eski (sadeleştirenlerin
notu).
[5] La Place, Kant,
Le Colonel du Ligondes, Arrhenius teorileri.
[6] Hayat (Life):
Canlı varlıklar tarafından gösterilen belirtilerin tümü (Sadeleştirenin notu).
[7] Organik kimyâ:
Kimyanın karbon bileşiklerini inceleyen dalı. Karbon dışındaki elementlerin
bileşikleri Anorganik kimyada incelenir. (Sadeleştirenin notu).
[8] Element (Unsur):
Kimyasal yollarla, kendisinden daha basit maddelere ayrıştırılamıyan veya
başka maddeleri kimyasal olarak birleştirerek elde edilemeyen madde. İki veya
daha çok elementin birleşmesi ile bileşik (mürekkeb) denilen kimyasal maddeler
meydana gelir. Kimyada bilinen element sayısı 126 civarındadır (Sadeleştirenin
notu).
[9] Bugün, jeoloji ve
biyoloji ilimleri hayatın ilk başlangıcı konusunda ilginç varsayımlar ileri
sürmektedirler (Sadeleştirenin notu).
[10] Arşimet’în en güzel
buluşlarından birisi, küre ile silindirin oranını belirlemesiydi. Mezar taşına
bu şekli kazdırmıştı.
[11] Bernouillie
(1651-1705) Baile şehrinde doğmuştur. Matematiğin gelişmesine büyük hizmetleri
vardır. Isokoron eğrisine ait keşifleri vardır.
[12] Souvenirs
entomologiques, c,IX, s. 130.
[13] Ruh (L’Âme): Can,
nefs, insandaki bilen ve idrâk eden latîfe olup emr âleminden inmiş, insandaki
hayvanî ruha binmiştir. Mahiyetini bilmek mümkün değildir. İnsanî, hayvanî,
nebâtî, cemadî olmak üzere çeşitleri bulunduğu kaydedilir (Sadeleştirenin notu)
[14] Tenâsüh
(Reincamation): Ruh göçü. Ruhun bir bedenden, diğerine göç etmesi inancı. Bu
inanca göre, ruhun evreni anlayabilmesi için bir tek hayat yeterli değildir.
Bunun için beden ölünce, ruh başka bedenlere girip hayat sürdürür. Bu durum,
ruh, olgunluğa erene kadar sürer, gider. Ancak Islâm inancıyla bağdaşmaz.
(Sadeleştirenin notu)
[15] His (Sentiment):
Duygu. Gönülde meydana gelen yankı, duyuş. Bu bir psikoloji terimidir. İnsanın
algıladıklarını değerlendirerek edindiği tutum. His için yapılan bir tanım da
şu şekildedir: “Belirli nesne, olay, ya da kişilerin, bireyin iç dünyasında
uyandırdığı izlen- imler”.(Sadeleştirenin notu)
[16] Kalb (L’or): Arapça,
çevirme, döndürme, değiştirme demektir. Vicdan gönül. Marifet veya irfân
denilen bilginin kaynağı, keşif ve ilhamın mahalli, Allah’ın evi. Kur’ân-ı
Kerim’de kalp, bazen, beynin fonksiyonu olarak bildiğimiz akletme, tefekkür
etme fiillerinin icrâ edicisi durumunda görülmektedir. (Sadeleştirenin notu)
[17] Lehçe-i Osmanî
[18] John Ruskin,
Ingiliz edebiyatçısıdır. 1819’da Londra’da doğmuştur. Oxford’da güzel sanatlar
felsefesi hocası idi. Değerli edebî eserleri ile, Ingilizlerin fevkalâde saygı
ve sevgisini kazanmıştı.
[19] Eski şairlerimizden Münîb’in şu beyti hatırıma geldi:
“Mahvolmayınca çerk-i sivâ kalb olur mu
sâf Safvet gelir mi bir suya tâ kim durulmasa.”
[20] Fazilet (Virtüe, erdem): İnsanın ahlâkî ve ruhî bakımdan
kendisini aşma gücü. İnsanın kendi irâdesi ile ahlâkî iyiye yönelişi,
ölçülülük, güçlülük, mertlik, fazilet vs. gibi konularda olgunluğa yöneliş.
Allah’a kul olabilmek için gereken şartların tümüne fazilet denir. Fazilet için
ilim ve amel birlikteliği ve artışı da söz konusudur.
[21] Edeb: İnsanı yüksek kültüre erdiren ve onu irfânlı
kişilerle yaşamaya uygun seviyeye çıkaran öğrenim, terbiye, doğru davranış,
ahlâk kurallarına uyma. Edeb şu şekilde de tanımlanabilir: Her hangi bir
varlığı bir hedefe göre yetiştirip olgunlaştırma. Mevlânâ şöyle der: “Kur’ân
âyettir; âyet ise edebdir”. Sufîier edebi, insanın şerefi ve onu hayvandan
ayıran özelliktir, diye tarif etmektedir.
[22] Spinoza’nın bu sözü, vahdet-i vücûd telâkkisini kabul
etmesinden kaynaklanmaktadır.
[23]
Barış: Savaşın karşıtı olan uzlaşma; çelişkilerin kaldırılması;
savaşı gerektiren zıdlıkların
giderilmesi.
[24] Şüphecilik (Scepticisme): İnsanın yakînî
olarak ve kesinlikle bilgi sahibi olabileceğini ileri süren dogmatizme zıd bir
meslek.
[25] Empirizm (Tedrisiyye, deneycilik, görgücülük):
Bilginin kaynağının tecrübî deney olduğunu ileri süren sistem; duyum ve tecrübî
deney yolundan başka hiç bir şekilde bilgi edinilemiyeceğini savunur. Empirizm,
fizikten çok fizyoloji ve psikolojiye dayanır. Metodu da rasyonalizmin aksine
tümevarımcı (inductive)dır.
[26] lmtiyaz-ı sâbit ve seyyar-ı müşkildir hayâl
Zan eder segân keştî sâhil-i deryâ
yürür.
Râgıb Paşa
[27] İndiyye (Rölativizm, görecilik, izâfîlik):
Bütün bilgilerimizin bizzât bize göre, ölçülerimize ve duyularımıza göre izâfî
olduğunu, bizim mutlak ve yakînî bilgiye ulaşamıyacağımızı, bizim ancak fenomenleri
ve onlar arasındaki ilişkileri bilebileceğimizi ileri süren felsefî sistem.
[28] Inadiyye (Pironculuk, mutlak şüphecilik):
Eşyanın hakikatlarını inkar eden, olumlu veya olumsuz kanaata varmayan felsefî
bir görüş. İnsan düşüncesinde metafizik uydurmalara bir tepki olarak beliren
şüphecilik Antik Çağ Yunan bilgicileriyle başlar. Bu, Pyrhon’un öğretisi olup,
kökten şüphecilik şeklinde bilinir.
[29] Agnosticisme (bilinemezcilik, lâedriyye):
Nesnelerin kendiliklerinin hiç bir zaman bilinemiyeceğini ileri süren felsefî
sistem. Tarihî olarak bilimin denetiminden yoksun olan insan düşüncesinin
düştüğü büyük yanılgılara tepki olarak belirmiştir.
[30]
Kötümserlik (pessimisme, bedbinlik): Her şeyi kötü gören, ya da kötülüğü iyiliğe
egemen sayan düşünce. Bu felsefeyi Arthur Scho- penhauer (1788-1860) “evren,
birbirlerini sonsuz olarak yiyenlerin yeridir. Acı sevinçten çoktur. Varolmak,
acı çekmek anlamını taşır. Hiç doğmamış olmak, doğmuş olmaktan çok daha iyidir.
Olumlu mutluluk, sonsuz bir kuruntudur. İnsan olsa olsa, olumsuz bir mutluluğa
erişir ki, bu da acıların kısa sürelerle azalmasından başka bir şey değildir.
Ben, bir deneyler ve gözlemler dünyası içindeyim. Ne ilk, ne de sonla
uğraşırım. Bulabildiğim, bu deney ve gözlemler dünyasının gerçeğinden
ibârettir” şeklinde sistemleştirmiştir. (Sa- deleştirenin notu)
[31]
Bayle'ın kitabını okuduğu vakit Prusya kraliçesi Sofia Charlotte pek
etkilenmişti. Bu sebeple, buna bir reddiye yazılmasını Leibniz’den ricâ
etmişti. İşte “Theodicee”, bu rica üzerine Leibniz tarafından, Fransızca olarak
kaleme alınmıştı. Fakat bu risalenin yayınlanmasından önce Bayie ölmüş
buunuyordu. Şunu da haber vereyim ki, “bilcümle şekiller altında kötülüğün
varlığı “ateistlerin en çok beğendikleri ve dayandıkları bir delildir.
[32] Ne kadar akıllı ve olgun kimseler vardır ki
geçinemiyorlar. Ne kadar ahmak ve tedbirsiz kimseler var ki müreffeh
yaşıyorlar. Bu hal, akılları hayrette bırakmış ve nice âlim ve müdakkikleri
zoru zoruna dinsiz etmiştir.
Ibnü’r-Râvendî
[33] Bir gün her şey düzelecek, işte ümidimiz
bundan ibarettir.
Bu âlemde her şey iyidir, işte
tevehhüm de budur.
[34] Kari Robert Hartmann, Berlinde 1842’de
doğmuştur. 1858’de Topçu Okulu’na girmiş, orada parlak bir mevkiye ulaşmak
üzere iken, bir kaza nedeniyle, askerlikten istifâya mecbur kalmıştır; başlıca
eseri: Philosophie de rinconscienfdır.
[35] Schopenhauer’a göre bu bir kör irade (Blinder
Drang)dir.
[36] Schopenhauer, Le Fondement de la Morale.
64
[37]
Atheisme (Tanrıtanımazlık): Allah’ın varlığını, yani âlemde derûnî, haricî ve
üstün bir sebebi inkâr eden felsefî meslek. Bu meslek, Allah’ı, ruhu, hayatı
inkâr ederken, âlemin, bir takım tesadüf kombinezonlar ile meydana geldiğini
kabul eder. Tabiat olaylarının açıklamasında, sebep tanımaz.
[38]
Zeus: Eski Yunan dininde, en yüksek tanrı. Gök, gök gürültüsü, şimşek ve
rüzgârları idâre ettiğine inanılırdı.
[39] Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın “el” ve “yüz”üne
dâir geçen sözlere, maddî anlam veren “Mücessime” adlı sapık grup, alimler
tarafından ittifakla şiddetle eleştirilmiştir.
[40] Evrimcilik (Evolutionisme, tekâmüliyye):
Tabiatı, hayatı, varlıkları, zihni ve toplumları, verâset, hayat kavgası,
devamlı değişim ile mekanik ve zarurî olarak tabiî seçkinleşme kanunlarına
indirgeyen, evrimi canlı cansız tüm varlıkların yasası kabul eden, reelin üstün
şekillerini aşağı dereceden şekillerle açıklayan, değişmeyi eşyanın cevheri
sayan felsefî sistem. Bu sistem Yaratıcılığa (creationisme) karşıdır. Zira
evolüsyonizm, mekanist ve monisttir. O, bu yönü ile, insanı tabiata ircâ
gayreti ile, materyalist anlayışa en büyük desteği temin eden bir sistemdir.
[41]
Bergson’un Pair de Thunque’ye yazıp, Etudes’nin 2 Şubat 1912 tarihli sayısında
yayınlanan mektubu.
[42]
Fizik ve Geometri’deki pek önemli buluşları Pascal, “Traite de Vie” adlı
eserinde şöyle diyor: “L’homme n’est prduit que pour l’infinite”.
[43]
Jinekoloji: Kadın üreme sistemi ile ilgili hastalıklarla uğraşan bilim.
[44] Edeb kelimesinden bazan “ahlâklı olma” diye
tercüme edilen “mo- ralite”yi kastediyorum. Zira “moralite” kelimesinin
gösterdiği manayı “edeb” daha iyi ifâde ediyor.
[45] Antropoloji (Insanbilim, ilm-i beşer):
İnsan fenomenini inceleyen bilim dalı. İnsan, fenomen olarak, XVIII nci
yüzyılda başlı başına inceleme konusu olmaya başlamış iken, ancak XX nci
yüzyılda, insanbilim felsefesi şeklinde, bağımsız karakterde vücûd bulmuştur.
İnsanı tabiatın bir parçası olarak inceleyen öğretilerin genel adı
“Antropolijim”dir.
[46]
Fizik bilim adamlarından Lippmann şöyle soruyor: “Commence l’ab- sence de
pensee pourrait-elle engendrer la pensee” Nasıl olabilir de, düşüncenin
yokluğunu düşüncenin doğmasına sebep olarak düşünüyoruz, başkalarının fikrî
mahsûllerini anlıyoruz. Kendi fikirlerimizle, onların fikirlerini uygulama
alanına koyuyoruz .Bundan başka, bilgi ilerledikçe eşyanın boyun eğmesi,
fikirlerimizin dışta fiilî bir gerçek olduğunu bize gittikçe inandırıyor. O
halde âlimin kendisi ile edeb vasıtasıyla münasebet kuracağımız yüce bir ilim
sahibi tarafından ihdas olunmuş ve bu yapıcının sınırsız ölçüde derin bir
fikri olduğunu, işin sonunda hissetmemek nasıl mümkün olur.
[47]
Maeterlinck, Le Grand Secret’den.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar