Print Friendly and PDF

M. Ali AYNÎ / ATEİZM AYNASINDA TEVFİK FİKRET


 

Yazan: Prof. Mehmed Ali Aynî
Sadeleştiren Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu,
Yeni Çizgi
1997, Ankara

ÖNSÖZ

İslâm-Türk kültürü, tarihin derinliklerine kadar uzanan bir zenginliğe sahiptir. Geçmişin kültür mirası, çoğu zaman canlılığı ile günümüze intikâl etmiş iken, bir kısmı zamanın akışı ile gözden silinmiştir. Geçmişten alınan mânâ zen­ginliği, ihmale uğratılırsa, gelecek fakir ve yoz kalır. Tari­hin tekerrür çizgisi iyi farkedilebilirse, olumsuzluklar ve kö­tülüklerin yıkıldığı her güzellik ve olgunluğun devam ettiği görülür. Kısaca, tarihten ders alınırsa, geçmişin acıları tekrarlanmaz.

Mehmet Ali Aynî’nin yayına hazırladığımız bu kitabın­da, geçmişin ilginç bir olay sahnelenmektedir. Bir taraftan “kainatı kör bir tesadüfün yarattığını ileri süren, Allah’ı in­kâr eden Tevfik Fikret, öbür taraftan buna akl-ı selim ve ilim yolu ile karşı çıkıp, cevap veren Mehmet Ali Aynî. Kül­tür tarihimizin bu iki önemli siması, bu eserin muhtevası boyunca teizm-ateizm tartışmasına medâr olmuş bulunmaktadır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de ateizm yine var­lığını sürdürmekte, bu görüşe teist görüş karşı çıkmakta ve aralarında tartışma yine devam etmektedir. Tartışma­nın genel çizgileri eskiden ne ise, şimdi de hemen hemen

odur. Bundan seksen beş sene önce yapılan bu tartışma, işte bu yönü ile, günümüz “bunalım insanı”na yararlı ola­caktır.

Kültür tarihimizdeki bu tür ilginç tartışmalar, hiç şüphe­siz şimdi ve gelecekte yapılacaklara, belli bir bakış açısı sağlayacak onları yönlendirecek, çok boyutlu bir kapasite­yi muhtevâsında taşımaktadır.

Kültür fakirliğinin ivme kazandığı bu dönemde, sade­leştirmesini yaparak yayına hazırladığımız bu kitap, öyle sanıyoruz ki, bahsi geçen konuda bir açığı kapatma fonk­siyonunu icrâ edecektir.

Yaptığımız bu sadeleştirme çalışmasında, beşeriyet icâbı meydana gelmiş hataların, okuyucular tarafından eleştirilmesi bizleri memnun edecektir.

Eserin ortaya çıkışında, önemli tavsiyelerde bulunan değerli dostumuz Hacı Gedikli Beyefendiye şükranlarımızı arzederiz.

Başarı Allah’tandır.

02.IX.1996/Ankara
Ethem Cebecioğlu

GİRİŞ

Eserini sadeleştirdiğimiz Mehmet Ali Aynî, devrinin önemli edebi siması Tevfik Fikret ile bir tür hesaplaşmaya girmiş bulunmaktadır. İlki felsefeci, İkincisi edebiyatçı ol­mak üzere fikrî tartışma alanında karşı karşıya gelen bu iki entelektüeli, hayatı ve eserleri bakımından kısaca tanıma­ya çalışalım.

MEHMET ALİ AYNÎ (D. 25 Şubat 1868 / Ö. 29 Kasım 1945)

Aynî, 25 Şubat 1868 tarihinde Manastı r’da Serfice’de dünyaya gelmiştir. Yüksek öğrenimini Mülkiye Mekte- bi’nde tamamlayan (1888) Ayni, çeşitli yerlerde öğretmen­lik yaptıktan sonra 1895’te İstanbul’da Maarif Nezareti İs­tatistik Kalemi Başkâtipliğine tayin edildi. Daha sonra Ko- sova (1897) ve Kastamonu (1899) vilâyetleri mektupçusu oldu. 1902’de Sinop mutasarrıf vekilliğine getirildi. Ardın­dan Basra (1904), Balıkesir (1906) Lazkiye (1908) San­cakları mutasarrıflıklarına, Elazığ (1910), Bitlis (1911) ve Yanya (1912) valiliklerine atandı. 1913’te Trabzon valisi iken emekliye ayrıldı.

Aynı yıl, İstanbul Darülfünun’u Edebiyat Fakültesi, Fel­sefe ve Felsefe Tarihi muallimliğine getirildi. 1924’de ilâhi- yat Fakültesi’ne tasavvuf muallimi oldu. 1930’da Oxford’da toplanan VII. Uluslararası Felsefe Kongresine, Türkiyeyi temsil ederek katıldı. Ertesi yıl, Felsefe Kongreleri Organi­ze Komitesi sürekli üyeliğine seçildi.

1933’de İstanbul Üniversitesi’nde ordinaryüs profesör oldu ve 1935 te Üniversite’den emekliye ayrıldı.

Felsefe alanında tenkid yazıları yayınlayan Mehmet Ali Aynî ele alıp sadeleştirisini yaptığımız bu eserinde, Tevfik Fikret’i şüphecilik, kötümserlik ve ateizm açısından ciddî biçimde felsefî, dinî ve İlmî bir tahlile tabi tutmuştur.

Kendisi Vahdet-i Vücûd telâkkisine inanmış ve bunun ötesinde, tasavvufla teorik olmanın ötesinde pratik anlam­da temasa geçmişti. Carl VETT adlı bir Danimarkalı sos­yologun Dervish Diary (Los Angeles 1953) adlı hâtıratından, onun, Kelâmî Dergâhı postnişîni Muhammed Es’ad Erbilî adlı bir mâneviyat önderine müntesib olduğunu öğ­reniyoruz.

Özellikle, “Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” adlı eserin­de, Muhyiddin İbn Arabî” üzerine yaptığı tahliller, onun ta­savvufa duyduğu sevgiyi gösterir.

Aynî 1937 senesinde, İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu Başkanlığını ifa etmiştir. Ölüm tarihi 29 Kasım 1945 olan Mehmet Ali Aynî’nin çeşitli eserleri vardır. Bun­lar şunlardır:

1.    İntikâd ve Mülahazalar

2.    Hacı Bayram Veli

3.    Reybîlik, Bedbinlik, Lâilahîlik Nedir?

4.    Hayat Nedir?

5.    La Philosophie en Turquie

6.    Şeyhi Ekber’i Niçin Severim?

7.    Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâiî

8.    Türk Azizleri (Bursalı İsmail Hakkı)

9.    Abdülkâdir-i Geylanî

10.  Muallim-i Sani Farabî

11.  Türk Mantıkçıları

12.  Türk Ahlâkçıları

13.  Nazarî ve Amelî İstatistik

14.  Malûmât-ı Nâfia-i Fenniyye

15.  Küçük Umumî Tarih

16.  Darülfünûn Tarihi

17.  İlim ve Felsefe

18.  Ruhiyat Dersleri

19.  Ahlâk Dersleri

20.  Tasavvuf Tarihi

21.  Tarih-i Felsefe

22.  La Ouintessence de la Philosophie d’lbn Arabi

23.  Hükm-i Cumhûr

24.  Demokrasi Nedir?

25.  Milliyetçilik

26.  Çeşitli makâleler

1867’de İstanbul’da doğmuştur. 1876’da Galatasaray Sultanîsi’ne girerek, burada edebiyata duyduğu ilgi sonu­cu şiir yazmaya başlamıştır. Onbeş yaşında Tercüman-ı Hakikat’te yazdığı bir şiirle, yazı hayatına başlamış, 1888’de okulu birincilikle bitirerek Hariciye Nezâreti İstişâ- re Odası’na girmiştir. Buradan bir süre sonra ayrılarak Sa­dâret Mektûbî Kalemi’nde açılan Mühimme Odasında ça­lışmaya başlamış, maaşının azlığı sebebiyle, 1889 da ye­niden İstişare Odası’nda muavin olarak görev almış, ayrı­ca Ticaret Mekteb-i Âlîsi’nde de yazı (hat) ve Fransızca dersleri vermiştir.

1891 ’de İsmail Safâ’nın idare ettiği Mirsad adlı dergi­de “Tevhid” ve “Sitâyiş-i Hazret-i Pâdişâh” konulu yarış­malarda birinci olmuş, 1894’de çıkan “Malûmât” adlı dergi­nin yazı işlerini yönetmiş, aynı yıl Sultânî’de Türkçe öğret­menliği sınavını kazanıp, ilkokul kısmında öğretmenliğe başlamışsa da, hükümetin bütçe açığını kapatmak ama­cıyla memur maaşlarında kesintiye gitmesini protesto ede­rek görevinden ayrılmıştır.

Recaizâde Mahmud Ekrem’in teklifi ile, 1896’da Ser- vet-i Fünûn’un sahibi Ahmed Ihsân tarafından, derginin yazı işleri sorumluluğuna getirilmiş ve bu tarih, Türk ede­biyatında, Servet-İ Fünûn Edebiyatı (Edebiyât-ı Cedîde) adı verilen yeni bir edebî çığırın başlangıcı olmuştur. Bu dergide yayınlanan ilk şiiri “Hayran” manzumesiyle birlikte edebî alandaki faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. 1899 başla­rında Robert Kolej’de aralıklarla hayatının sonuna kadar sürdüreceği Türkçe öğretmenliğine başlamıştır. Servet-i Fünûn dergisindeki çabaları sonucu, dönemin tanınmış şair ve yazarlarını bir araya getirmiş, böyle Recâizâde’nin uzun zamandır düşündüğü genç elemanlardan kurulu, Ye­ni, Edebiyat Cephesi teşekkül etmiştir. Bu grup batı hay­ranlığı ile tanınan yönünün yanı sıra, çeşitli geleneksel de­ğerlere katı ve kaba pozitivizme dayalı olarak eliştirici bir yaklaşım ile de ismini duyurmuştur. Bir ara 1898 senesin­de kısa bir gözaltı süresinden sonra, içinde yönetime kar­şı duyduğu hisleri Yeşil Yurt, Berid-i Ümid ve Bir Mersiye adlı manzumelerinde dile getirmiştir. Servet-i Fünûn Der­gisi dışında Maarif Mektebi ile Mütâlaa gibi dergilerde, Nazmî, Mehmed Tevfik, Mehmed Fikret, M.T.Fikret ve Es’ad Necib gibi müsteâr isimlerle çeşitli şiirler, Tarik ga­zetesinde de çok sayıda makaleler yayınlamıştır. 1900 da, çeşitli yerlerde yayınlanan şiirlerini “Rubâb-ı Şikeste” (Kı­rık Rubâb) adlı bir kitapta toplayarak neşretmiştir. 1901’den sonra köşesine çekilen Tevfik Fikret; 1908’de Meşrutiyet ilan edilene kadarki bu dönemde Sis, Sabah Olursa, Mazi, Bir Lahza-i Tahattur şiirlerini yazmıştır.

Meşrutiyet’ten sonra Hüseyin Câhid ve Hüseyin Kâ­zım ile birlikte Tanin gazetesini çıkarmıştır. Ancak uğradı­ğı hayal kırıklığı sebebiyle gazeteyi terketmiştir. Bir aralık Maarif Nazırı yapılmak istenmişse de, kabul etmemiş, bunun yerine Sultanî Müdürlüğü’nü tercih etmiştir. Bundan sonra tekrar inzivâya çekilen Tevfik Fikretin yazdığı şiirle­ri, Fecr-i Âtî topluluğunca coşkuyla karşılanmıştır. Onun isyankâr tavrı, Tarih-i Kadim adlı şiirinde, Allah’ı inkâr et­me derecesine ulaşmıştır.

Ele aldığımız bu eser, onun “kör bir tesâdüf” ile kaina­tın oluşumunu ileri sürmesine, yani onun tanrıtanımazlığı­na, Felsefeci Mehmet Ali Aynî (Prof) tarafından verilen ce­vabı ihtivâ etmektedir.

Ancak şunu da ifade etmek isteriz ki, Tevfik Fikret’in bu şiirine Ahmed Naîm vs. gibi diğer düşünürler ve yazarlar da gereken cevabı vermişlerdir.

Alfred de Musset’nin etkisi altında kalan Fikret, siyasî, içtimâî, kültürel konularda, hatta çocuklarla ilgili (Şermin) şiirler yazmıştır.

Kendisiyle aynı görüşü paylaşmayan Mehmet Akif Er- soy ile polemiğe giren Tevfik Fikret, 1915 senesinde vefat etmiştir.

Bazı eserleri: Tarih-i Kadîm, Şermin, Rubab-ı Şikeste, Rubâbın Cevabı, Haluk’un Defteri.

1910’lu yıllarda bastırdığı Tarih-i Kadîm, ateist karak­terli olması sebebiyle, büyük yankılar uyandırmıştır. Yayı­na hazırladığımız bu eserde görüleceği üzere, Tevfik Fik­ret, her şeyi sorguluyor, her şeyi eleştiriyor. OsmanlIyı,millî değerleri, bayrağı, gelenekleri, tarihi, hattâ, Allah’ı. Sonunda şiirinin bir yerinde “Ceberût” (zâlim) diye bağırdı­ğı Allah’ı, yer yüzüne indirip, Nietsche gibi “Allah öldü” der- cesine, kainatı, kör bir tesâdüfün eseri olarak görüyor. Bu şiirin yayınlanması ile, o devir gençlerinin mâneviyat dün­yasında yara açılmasını engellemek üzere, Prof. Mehmet Ali Aynî elinizdeki bu eseri kaleme alıp, cevap veriyor.

Eserin, tenkidî mâhiyette olmakla birlikte, dikkat edilir­se, yıkıcı bir üslûbda değil, yapıcı, sakinleştirici, yönlendi­rici, akılcı, temkinli bir muhtevâ içinde şekillendiği görülür. Günümüzde, tanrıtanımazlığın az da olsa yaygın bulun­ması, Aynî’nin bu kıymetli eserini aktüel kılmaktadır. Gü­nümüz insanına bu eseri layıkıyla aktarabildiysek, kendi­mizi mutlu addederiz. Başarı Allah’tandır.

TARİH-İ KADÎM’E CEVAP

Bu reddiyeyi bir rica üzerine yazıyorum. Tevfik Fik­ret’in “Tarih-i Kadîm”ini okuyan gençler, ruhen zehirleni- yorlarmış; bu nedenle o “Tarih”in mâhiyetini açıklamak, gençliğin düşünce namus ve sağlığını korumak üzere çok lüzumlu imiş. Gerçekten, bu şiiri yayınladığı sırada, ben de görmüştüm, ancak ona bu şekilde bir karşılık vermek ak­lımdan geçmemişti. Çünkü bu tür isyankâr saldırılara daha önceden de cür’et edenler çıkmıştı. Eskilere göre, daha dün sayılabilecek bir zamanda Nietzsche (1844-1900) de Hristiyanlık aleyhinde ve Voltaire (1694-1778) ile Feuer- bach’ı (1804-1872) fersah fersah geçmek şartıyla, o gü- nedek duyulmadık alçakça küfür ve saldırıları içeren “Deccal” (Antecrist)’ini yazmamış mıydı? Ona göre Al­lah kötülüğün vücut bulmuş bir şekli, Hz. İsa ise “Haçın zehirli ağacına asılmış alçak bir yahudi” değil miydi? İncil, dünyayı, içi hastalar ve hastabakıcılarla dolmuş büyük bir hastahaneye çevirmişti. Ancak bazen pek şiddetli ve öldü­rücü bir zehir gibi olan bu saldırı ve kötülemelere itibar edilseydi, insanlık için felâket ve musibetlerden başka ele ne geçerdi? Bununla birlikte, o sapıklık öncülerinin hepsi, eserleriyle, rahatsız edici karanlık bir kabus, boğucu bir şüphe ve isyan çukuru içinde mahvolmamışlar mıydı? He­le Nietzsche delilik ve hezeyân nöbetleri içinde çırpınarak can vermemiş miydi[1] Bütün üzüntülerimize rağmen, Tev­fik Fikret de, şimdi o hüsrana uğrayanlar kafilesine katıla­cakmış. Ne yapalım!.. Nietzsche’nin “DeccaH, yüz mil­yonlarca Hristiyandan kaçını, İncil’i okumaktan ve dinle­mekten men etmişti; “Tarih-i Kadîm”in de, bize ne etkisi olabilir demiştim. Böyle düşünmekle birlikte, ona çok acı- mıştım. Daha doğrusu, bu şiiri ona bir türlü yakıştırama- mıştım; bu olamaz diyordum. Bu, “Tarih-i Kadîm”, “Sa­bah Ezanı”[2]yazan şairin olabilir.

Allâhü Ekber, Allahü Ekber!

Bir samt-ı ulvî: Güyâ tabiat,

Hâmûş hâmûş eyler ibâdet.

Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!

Bir samt-ı nâlân: Güyâ avâlim,

Pinhân ü peyda, nevvâr ve muzlim,

Itmekde zikr-i Hallâk dâim,

Allâhü Ekber, Allahü Ekber!

' Bir samt-ı ulvî: Kalb-i tabiat,

Bir samt-ı nâlân: Rûh-ı avâlim,

 Itmekde zikr-i Hallâk dâim,

Itmekde ra’şân ra’şân ibâdet.

Şiirin sadeleştirmesi şu şekildedir:

Allâhü Ekber Allâhü Ekber!

Yüce bir suskunluk: Sanki tabiat,

Sessiz sessiz eyler ibâdet.

Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!

İnleyen bir sessizlik: Sanki âlemler,

Gizli ve açık, aydınlık ve karanlık,

Sürekli Hallâk’ı (Yaratıcıyı) zikretmekte.

Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!

Yüce bir suskunluk: Tabiatın kalbi,

İnleyen bir sessizlik:

Âlemlerin ruhu,

Sürekli Hallâk’ı (Yaratıcıyı) zikretmekte,

Ürpere ürpere ibâdet etmekte.

Tevfik Fikret

Acaba onu böyle inkarcı haykırtan bazı olaylar mı ol­muştu? Fakat, ne olursa olsun, Tevfik Fikret, kendisiyle, bu denli açık bir çelişkiye düşmemeliydi. Tevfik Fikret, bu şiirinde, tarihi sorguluyor: Tarihi uzun boylu, kuru kemikli bir heykele benzetiyor. Bu heykelin başı, geçmişe yani rü­yaya; ayakları da, gelecek denilen heyülaya sürünüyor- muş. Heykelin altında altı bin yıllık şüphe buruşukları var­mış. Bu heykel, bize, örnek olarak geçmiş zamanı gösteri­yormuş. Şair sorularına, bir sırtlan mezardan ölü kemikle­rini nasıl çıkarırsa, o da hatıralarını yoklayarak cevap ver­meye başlamış, sürekli çağlara ait olayların hep felâket ve ölüm yığıntıları olduğunu söylemiş:

“Ne zaman geçse bir ketîbe-i şân Daima rehgüzâra hûn-efşân Bir bulut sâyebâr olur mutlak Başda, en başda kanlı bir bayrak Onu bir kanlı tâc eder takib Sonra hunîn-i vesâit-i tahrîb Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta Mancınık, top, saban, tüfek arada Kanlı âmirleriyle cündüğâ Sonra artık alay alay üserâ Mutlaka bir muzaffer, on mağlub Çiğneyen haklı, çiğnenen ma’yûb

Kahre alkış, gurura secde, kerem Da’f u zilletle daima tev’em Doğruluk dilde, yok dudaklarda Hayır ayaklarda, şer kucaklarda Bir hakikat hakikat-ı zencir Bir belâğat, belâğat-ı şemşîr Hak kavînindir demek şerîrirıdir En celî hikmet, ezmeyen ezilir Her şeref yapma, her seâdet pîç Her şeyin ibtidâsı âhiri hiç Din şehid ister, asümân kurbân Her zaman her tarafta kan kan.”

demiş.

Bu şiirin sadeleştirmesi de şu şekildedir:

Ne zaman geçse şanlı bir alay,

Geçtiği her yere sürekli kan saçan.

Bir bulut, mutlaka gölgeler.

Başta, en başta kanlı bir bayrak.

Onu kanlı bir tâc takip eder,

Sonra kanlı ölüm silahları.

Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta,

Mancınık, top, sapan, tüfek arada.

Kanlı komutanlarıyla askerler,

Mutlaka bir muzaffer (gâlib), on mağlub.

Çiğneyen haklı, çiğnenen ayıplanmış.


Kahra alkış, gurura secde, ikrâm.

Zayıflık ve alçaklık ile sürekli ikiz.

Doğruluk, dilde, dudaklarda yok.

İyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.

Bir hakikat, zincir hakikati,

Bir belâğat, kılıç belâğatı,

“Hak güçlünündür” demek, kötü kişinindir.

En açık hikmet: “Ezmeyen ezilir”.

Her şeref sahte (yapay), her mutluluk piç.

Her şeyin başlangıcı ve sonu, hiç.

Din şehit ister, gök kurban,

Her zaman, her yerde kan, kan.

Sevgili okuyucu! Şimdi bu mısraları yazarken, onun, “Asker Geçerken” adlı kahramanlık şiirini, elimde olma­dan hatırlayıverdim. Tevfik Fikret bu şiiri, “Tarih-i Ka- dim”den önce mi söylemiş, sonra mı? Bunun bir önemi yok; ancak bu ne değişiklik!..

“Nekkâre önde, bir müteharrik cebel gibi, Geçmekte zî vakâr ü tarab mevkib-i zafer. Ancak evrene al ile fecr-i ezel gibi,

Firak mehâbetinde saçar mevce mevce fer. Herkes büyük küçük birikir rehgüzârına.

Bir incizâb-ı rûh ile, pür şevk ü ihtirâm. Gözler dalar güzâriş-i satvet-medârına,

îsâr eder kudümüne her nazaraya selâm[3]

Durmaz, yürür ketîbe-i rahşân-mefharet.

Yüzlerde, süngülerde, kılıçlarda berk urur.

Kalmaz günüde geçtiği yerlerde hiss-i şân,

Ba’zan durur selâmına bir kışla nâgihân;

Bir seyf-i âmirâne parıldar: Selâm dur!”

Şiirin sadeleştirmesi:

Davul önde, hareketli bir dağ gibi,

Zafer alayı coşkulu ve vakarlı olarak geçmekte.

Ancak evrene kırmızılığı ile ezelî bir fecir gibi;

Alaylar azametinde dalga dalga ışık saçar.

Çoluk çocuk herkes onun geçtiği yerlerde birikir;

Bir ruh çekiciliği, şevk ve saygı ile dolu olarak.

Gözler dalar, onun ezici kuvvetli geçişine,

Gelişini her seyredene selâm saçar.

Durmaz yürür, parlayan öğünç alayı,

Yüzlerde, süngülerde, kılıçlarda şimşek çakar.

Onun geçtiği yerlerde şân duygusu uyumaz.

Bazan durur selâmına bir kışla birdenbire,

Bir kılıç emredercesine parıldar: Selâm dür!

Tevfik Fikret’in muhatabı olan “Tarih-i Kadîm" (Geç­mişin Tarihi), kılıçtan nefret ediyor. Fakat, bizzat Tevfik Fikret, kılıç için bakınız ne diyor:

“O çelik parçası bir gün ehemmiyyet alır,

Koca bir kavmin olur hâris-i istiklali Koca bir memleketin ırzı, hayatı, malı Ona vabeste kalır.

O zaman ey ebedî hâmî-i şân-ı akvam,

O zaman sen yed-i kahhâr-ı hamiyyetde iyin, Olarak ehl-i ta’addiye verirsin hüsran,

O zaman nâkâm.

Kalbe şevkinle gelir neş’eli bir hiss-i felâh.

Sana baktıkça fahûrâne parıldar gözler.

Sana ey seyf-i mücellâ, sana ey berk-i zafer,

Sana ey şanlı silâh!

Manzumenin sadeleştirmesi:

O çelik parçası bir gün önem kazanır.

Koca bir toplumun bağımsızlık bekçisi olur.

Koca bir memleketin ırzı, hayatı, malı,

Ona bağlı kalır.

O zaman, ey milletlerin şânının sonsuz koruyucusu O zaman sen, hamiyetin kahredici elinde görülür Olarak, saldırganları hüsrana uğratırsın.

O zaman mutsuz.

Kalbe şevkin ile neş’eli bir kurtuluş duygusu gelir. Sana öğünerek baktıkça parıldar gözler.

Sana ey parlak kılıç, sana ey zafer şimşeği.

Sana ey şanlı silâh!


Tevfik Fikret bu “Kılıç” şiirinde samimidir. Onun “Tarih-i Kadîm”ine söylettiği fikirler, her nasılsa vicdanına uğursuz karanlık bulaştığı bir zamana tesadüf etmiş olma­lıdır.

“Hak kavîrıin demek, şerîrindir En celî hikmet: Ezmeyen ezilir. ”

* Bu ne ahmakça, fakat hem çekici, hem de yalan bir söz! Gerçekten Hak, dıştan bakıldıkta, kuvvetle korunur. Fakat:

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Göz yumma güneşden, ne kadar nuru kararsa Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.”

diyen yine Tevfik Fikret değil mi? Gerçekten Hak bizzât kuvvettir; Ona galip gelmeğe imkân yoktur. Hakkından şüphesi olanlardır ki haklarını kaybederler. Hak ile kuvvet kavramını birbirinden ayırmak, nesneleri sadece dışlarına bakarak değerlendirmekten doğan bir görüş hatasıdır.

HAK VE KUVVET(1)

Hak yahut manevî kudret, kuvvet yahut cismanî kud­ret karşılığıdır. Bousouillet diyor ki: “Hakka karşı hakyok- tur.” Yan\ kanun dışında, kanun aleyhinde manevî kudret yoktur. Kuvvet yahut cismânî kudret Hakkı ezebilir, fakat ona üstün gelemez. Burada, biraz Leibniz’in düşünceleri­ne kulak verelim: “Bize kurtla kuzunun hikâyesini anlatır­ken, egemenlik galip gelenindir kuralını haber veren ma­salcı, bir Hakkı değil, bir vâkıayı ortaya koymuş oluyor, olan şeyi söylüyor. Olması gerekeni söylemiyor. Ahlâken, Hakka galib gelen, kuvvet değildir, kuvvete galip galip ge­len, Hak’tır. Bir zâlimin kuvveti, bu zâlim isterse bir ferd ya­hut bir grup veyahut da bir toplum olsun ve bunların gasb ve vurgunları senelerce, asırlarca devam etse bile, bir Hak tesis etmek veya bir mükellefiyet ihdâs etmekten âcizdir. O zorlama ve haksızlığa, mecburen katlanılır, fakat boyun eğilmez, karşı gelinir. Yedi yüzyıldan beri İrlanda’nın İngil­tere’ye karşı yaptığı budur. İrlandalIlar Hakk’ın kutsal özel­liğine ve bunun, sonucunda zafere ulaşacağına ezilmez bir güven beslemektedirler.

Hayvanî kuvvet, ancak geçici olabilir. Hakk’a karşı üs­tün gelemez onu yenemez. Zira Hak, er geç kendi mevki­ini elde etmek suretiyle, kuvveti toplumsal ve ahlâkî haya­tın yüksek hedeflerine bağlayarak kullanır.

Kuvvet Hakk’ın hizmetinde olmalıdır. Kuvvet bize, bu maksat ve gâye ile bahşedilmiştir. Adâlete noksanlık geti­ren her şey sonunda harab olur. Muvaffakiyet verebilen kuvvet üzerinde adalet ve Hak vardır ki, sadece bunlar o başarıya meşrü bir özellik verir.

Hak, kendisine galip gelinmesi mümkün olmayan ma­nevî bir kuvvettir. Hak, hayvani kuvvete dâima üstündür. Hatta dıştan bu kuvvete yenik görünse bile. Kuvvet geçer, yok olur. Hak, yok edilmesi imkansız, eksilmeyen, ölme­yen olarak varlığını sürdürür. Çünkü Hakk’ın kaynağı ka­nunduPK Bundan dolayı, Hakk’ın dâima iddia olunabildi- ğine ve olunması icabettiğine hükmolunmaktadır. Hakk’ın aleyhine, (kâne mâtkâne) oldu bitti kuralı hiç vakit uygula­namaz. Özet olarak, tahakkuk mevkiine çıkarılması gere- kbn şey, Hak’tır.”

Adalet karşısında hiç kimse kuvvetli değildir. Zira hiç kimse Allah’a karşı kuvvetli olamaz. İşte bu nedenledir ki, inananlar hiç bir zaman ümitsizliğe düşmezler ve cesaret­lerini asla kaybetmezler. Allah adâlet sahibidir ve adâleti ister. Hak en güçlünün değil, en haklı olanındır. Mahlûkâ- tın hâkimiyeti, Yaratan’ın üstün kudretini yenemez. zira bu konuda çok zayıf ve âcizdir. Allah, yarattığı varlığı bildiği gibi, onu hareket etme konusunda özgür bırakır. Fakat işin aslında onu sevkeden Allahtır, bu sebeple koyduğu genel kanunları bozmasına izin vermez.

“En celîhikmet; ezmeyen ezilir.”

Hayvanlık âleminde geçerli olan bu düsturu, insanlık âlemine geçirmek ne denli yanlış bir düşüncedir. Gerçek­ten, Sokrat’ı AtinalIlar ezmiş, ona baldıran zehiri içirmiş- lerdi. Fakat, bir de o filozofun ölümünü anlatan sayfaları okuyunuz! Hakk’a kuvvetle inanan o filozofun ölümü, bin alçak hayattan üstündür. Onun düşmanlarının gemileri çoktan çürüdü, ad ve izlerinden hiç bir şey kalmadı. Fakat Sokrat’ın adı, dünyadaki bütün üniversitelerde hâlâ say­gıyla anılmaktadır. İnsaf ediniz, Sokrat’ın bu durumuna, nasıl ölmek veya ezilmek denebilir?

Gayret edelim de, aramızdaki hayvanlığa ait gelenekle­ri tamâmen kaldıralım. Ancak, bu husus öyle mi savunulur?

“Her şeref yapma, her sa'âdet pîç

Her şeyin ibtidası, âhiri hîç,”

Bilmem ki Tevfik Fikret şeref deyince neyi anlıyor? Eğer onun maksadı Fransızlardaki Excellence Altesse veya bizaeki “Devletlû”, “Seâdetlû”, “Izzetlû”... veyahut İranlIlardaki saltanat ihtişamı, devlet ikbali vs. gibi öğünç lakâpların ve şeref ifadelerinin gerçekten hiç bir değeri yoktur. Gerçekten, mizâcın, zamanın, mekânın ve toplum- ların değişmesiyle değişen şereflerin, belirli bir hakikati yoktur. Bütün şeref lakâpları bir kalem oynatmakla, sahip­lerinden kolayca alınabilir. Fakat gerçek şerefler öyle mi­dir? Gerçek şerefler “yapma” olamazlar. Onlar eskimez ve solmaz, zira böyle şerefler, insanlığa verilen hizmetlerle elde edilirler. Bu gibi şeref sahiplerinin göğüslerinde ma­dalya da bulunmaz. Fakat onlar, herkesin gönüllerinde bir iz, nişan bırakmışlardır. Çok eskilere gitmeyeceğim, bura­da, sadece Pasteur’ün adını zikretmenin yeteceğini sanı­yorum. Bu değerli bilim adamının insanlık âleminde elde ettiği şeref nasıl yapma olabilir?!..

Tevfik Fikret’in çok önceleri yazdığı “Millet Şarkı­sında,

“Dünyada şerefdir yaşatan milleti, ferdi”

hükmünü verdikten sonra, şerefin yapma olduğundan bahsetmesi, hayret edilecek bir değişiklik değil de nedir?

HİÇİN ANLAMSIZLIĞI

Hayır, her şeyin başlangıcı hiç olmadığı gibi, sonu da hiç değildir. Esasen akıllı bir varlığın hiçliği düşünebilmesi imkansızdır. Akıl, böyle bir tasavvuru şiddetle reddeder. Tevfik Fikret gibi, ince ve duygulu bir şâirin kaleminden, bu şekilde bir safsatanın nasıl çıkabildiğine, gerçekten hayret ediyorum. Vakıa yine onun ifadelerine göre:

“Şüphe bir Hakk’a doğru koşmakdır

Hakkı tenvîr, ukûl içün haktır.”

Sadeleştirmesi;

Şüphe, bir Hakk’a doğru koşmaktır,

Hakkı aydınlatmak, akıllar için haktır.

Pekâlâ ama, bu şüphe düsturunu ortaya koyan filozof Descartes bile, onu usûl gereği muvakkat (provisoire) ola­rak kabul etmiş ve derhal önce ilk olarak bulunan (primordial)[4] açık şeylerden olmak üzere, kendi varlığının haki­katini kabul ile bunda şüphenin câiz olmadığını doğrula­mıştır^. Hiç bir anlamı bulunmayan bir kelime varsa, o da Tevfik Fikret’in kullandığı mânâdaki “hiç” lafzıdır.

Gerçekten şu üzerinde yürüdüğümüz yerin, bir başı ol­duğu gibi, bir de sonu vardır ve gelecektir. Bilimsel araştır­ma ve incelemelerin tümü, bunu gösteriyor. Fakat yerin geçirmekte olduğu değişim devirlerinin başlangıcını nasıl olur da hiçliğe indirgeyebiliriz? Gerçi bu konuda çeşitli na- zariyeler serdedilmiştir^. Fakat bütün bilim adamlarının it­tifakla öne sürdükleri sonuç, ilk ortaya çıkış aşamasında güç ve esîr şeklinde izini gösteren hiçlik değil varlıkdır.

Sona gelince, bunun da “hiç” olmadığını, bizden önce hiç şüphesiz şairin kendisi anlamıştır, ama ne fayda. Zan­nederim bu anlayış, ona oldukça pahalıya mal olmuştur!

ÂHİRET HAYATI

Tevfik Fikret, bu hüküm ile âhiret hayatını da inkâr edi­yor. Gerçekten bedenin parçaları unsurlarına dağılmış, cismânî hüviyetinden hiç iz kalmamış bir varlık için, nasıl bir âhiret hayatı tasavvur edilebilir? Bu inkârı desteklemek için eskiden beri ileri sürülen deliller, hep birbirinin aynıdır. Vâkıa basit bir muhakeme ve görüş alanı sınırlı bir akıl için, ahiret hayâtını kabullenmek zordur. Onu kabul etmek için, kesin ve şüpheden kurtulmuş deliller arıyoruz. Fakat bu inkarcılara sorunuz: Bir damla nutfe (meni), ana rah­minde kendisine ulaştırılan çeşitli unsurları, göze, kulağa, buruna, damarlara, sinirlere, dönüştürüp şekil vererek, de­delerinin bir çok ahlâkî ve cismânî kalıtımlarını da taşıdığı halde, belirli bir günde bu varlık alanına nasıl çıkıyor! Mad­dî unsurları bu şekilde tertip, düzenleme ve İnsanî güzel şekile dönüştürme işini yapan hangi kudrettir? Bu konuda alacağınız cevabın, sizi hiç bir şekilde tatmin etmeyeceği­ni iddia edebilirim. Zira bu hayat sırrı, bu gün mutlak bir sırdır[5].

HAYATIN BAŞLANGICI MESELESİ[6]

Gerçekte, kimyânın günümüzdeki gelişimine söyleye­cek bir sözümüz yok. Daha 1828’da Vöhler, siyanat d’amonyak yardımıyla, üre imal etmeye muvaffak olmuş­tur. Berthelot’un çalışmaları maden kimyası ile organik kimya arasında aşılması imkansız bir engel bulunmadığı­nı göstermişti. 1854’den beri alkol, hardal, kokulu uçucu, yağ ve karınca asidi imal edilmektedir. Bundan sonra kim­yagerler, evvelce yalnız, canlı varlıklar tarafından üretildi­ği sanılan bir çok cevherleri yapay olarak üretmeye muvaffak oldular. Kafein, seompromin, etropin, nikotin, elizarin... bunlar arasındadır. Öyle ki bugün organik kimyanın canlı varlıkların müdâhelesine ihtiyaç duymaksızın, kendi başı­na üretebildiği cisimlerin sayısı 150.000’i geçmiştir.

Organik kimyanın[7] bu önemli başarıları, hayat sahibi maddesinin günün birinde, bize kendi sırrını açıklayacağı­nı ümid ettirmektedir. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, şimdiye kadar yapılmaya muvaffak olunan cisimler, canlı maddenin çalışmasından doğan ürünlerdir. Bizzat o, canlı madde değildir. Halbuki hayat meselesini çözmeyi denemek için, o canlı maddenin sentezini elde etmek ge­rekti. Gerçekten, Fischer tabiî albümine benzer aynı un­surlardan (elementlerden)[8] oluşmuş terkipleri taşıyan po- lipeptides’lerin sentezini yapmayı başarmış ve bunun üze­rine, problemin pek karışık olduğu da anlaşılmıştı. Zira “protoplasma”, bir “colloide” olmakla birlikte, bu öyle açık­ça belirli bir kimyevî cevher değildir. Protoplasma, albürriin benzeri bir madde olmaktan çok, her biri başlı başına “kim­yevî bileşik bir yapı” olan belirli sayıda albümin benzeri maddelerden meydana gelmiştir. İşte kimyagerin karşılaş­tığı problemlerin ilk kaynağı budur. Fakat, madem ki bu albümin benzeri maddelerin tabiatı artık belirlenmiştir, o halde bunların sentezi de mümkün hale gelmiştir diye far- zolunuyor. O halde bunların birleşmesiyle, nasıl oluyor da hayat özelliklerini gösteren bir madde meydana geliyor? İşte, bu problemi çözümlemek gerekir. Şu kadar var ki, ta­biat güçlerindeki birliğe inananlar, bu problemleri yavaş yavaş yenerek, sonunda bu denli önemli bir sorunun çözü­münü başaracaklarından ümidsizliğe düşmüyorlar; çalış­sınlar bakalım.

Her halde, bu gün için dünyada hayatın en ilkel ve ba­sit şeklinin, nasıl ve ne sebeple ortaya çıktığı bilinmemek­tedir/[9]* Şu mâruzâtımdan, hayatı, çeşitli unsurların uyuşu­mundan kendi başına doğan hususî bir keyfiyet olduğu inancından bulunduğumu elbette sanmıyorsunuz. Hayatı öyle kabul etmediğim içindir ki, âhiret hayatının varlığına inanmaktayım. Âhiret hayatına olan inancımın sebebi nedir? İzin ve­rirseniz, bunları size de arz edeyim: Evvela tabiatın gerek cansızlar, gerek bitkiler ve gerekse hayvanlar âlemine şöyle bir ibret nazarıyla bakalım. Her yerde ve her nokta­da karşılaştığımız güzel bir tertip, mucizevî bir ahenk, her işinde Alîm (bilici) ve her işinde Hakîm (hikmetle yapıcı) bir Mutlak güç sahibinin varlığını açıklamıyor mu? Hayvanlar zincirlerinin en aşağısında bulunan “Monere” yani hücre çekirdeği ve zarı bulunmayan protoplazmanın değişim ve gelişim yoluyla İnsanî şekle yükselinceye kadar yirmi iki aşamadan geçtiğini söyleyenlerin biri olan Lamarck bile bu değişim ve gelişimi “bütün işlerin ve şeylerin yüce Ya­ratıcıya ait, daha önce düzenlenmiş ve belirlenmiş bir pla­nı imkan ve gerçekleşme alınana çıkarmakta olduğunu ka- bûle mecbur kalmıştı.

Lamarck’ın “Yüce Yaratıcı” adını verdiği Allahü Teâlâ, her yeni doğanın ihtiyaç duyduğu sütü, o yavrunun anne­sine vermektedir.

Bu tabiattaki bütün doğumlarda, istisnasız aynıdır. İs­ter insan yavrusu, ister hayvan inciği ve isterse tırtıl olsun gıdaları tamamen hazır ve onların gelişim mertebeleriyle uygunluk arzeder. Bu gıda başlangıçta gayet zayıf, fakat daima özlüdür. Bu gıda o kadar güzel hazırlanmıştır ki, onun yerini başka hiç bir gıda tutamaz, şayet onun yerine başka bir gıda verilse yavrunun ölmesine neden olurdu, iş­te bu durum, yaratıcı kudretin diğer bütün işleri gibi sayı­sız ve ölçüsüz olarak tekrar eder durur. Şu halde insanla­rın mutlak surette yok edilmekte olduklarını varsaymak, büyük bir incelikle yarattıklarını yaşatmak için bu kadar özenli ve şefkatli olan yaratıcı kudretin, şu basiret ve ted­biriyle nasıl uyuşturulabilir? Bu sebeple bütün muhakkik ve âriflere uyarak derim ki, ölüm bir yok olma değil, ruhu yeni bir âleme hazırlamak ve ulaştırmaktır. Bir âhiret haya­tının varlığı muhakkaktır. Bundan başka Kant gibi bana göre, bu kanâatları kuvvetlendiren delillerin en güçlüsü, İn­sanî fıtratımıza konulmuş bulunan “Ahlâkî Kanun”dur. Kant’a göre, Allah kâinatın gerçek mânâda düzenini ku­randır. Ancak bu düzen, bu hayatta bize tamamen gizlidir. Bu dünya hayatı, dış görüntülerden, oluşlardan ve hayâl­lerden başka bir şey değildir. “Saf Aklın Tenkidi” adlı eserinde Kant, bizim eşya diye bildiğimiz şeylerin, olaylar­dan ve şe’nlerden ibâret olduğunu göstermiştir. Bundan dolayı, bir çeşit, perdeler, örtüler arasında görmekte oldu­ğumuz eşyanın tabiatı, edeb ve ahlâklılığın sağlık ve haki­katini ve mutlulukla faziletin ilgisini caiz görecek şekilde düzenlenmiş olduğuna inanmaya müsaittir. Binaenaleyh bu oluş hâlindeki hayatın, üzerine dayandığı uhrevî haya­tın kefili, Allah’tır. Kant’ın kanaatine göre, gayenin gayesi, en mükemmel bir gerçek varlık olup, gerçek hayatın, son­suz hayatın imkânı, ancak O’na bağlıdır.

Sözün kısası, fizikte, astronomide karşılaştığımız ka­nunlar kadar kesin ve desteklenmiş olan bu ahlâkî kanun, mutlaka ikinci bir dirilişi gerektirir.

Matematikteki keşifleri ile tanınmış bir bilim adamı var­dır: Jacques Bernouillie. Bu bilim adamı, Arşimet’in meşhur buluşunu[10] mezar taşına yazdırmasını örnek ala­rak logaritmik helezonuna ait keşifini gösteren şekli kendi mezar taşına kazdırarak yanına Lâtince şu ibâreyi de yaz­dırmıştı: Eadem mutata resurgo (Ben yine kendi hüvi­yetime uygun olarak dirilmiş bulunuyorum). Bu büyük bilim adamının ne de sağlam inancı varmış[11]. Bu kitâbe- den bahseden Maitre J.H.Faber’in şu görüşüne kulak ve­riniz: “Pozitif bilimlerde derinleşmiş bir üstâdın şu şâhitliği gerçekten değerlidir. Bu tasdik, hayalsever birinin değildir. Ayrıca bilim adamları alçakgönüllü olurlar. Kehânetsatan- lara gelince, onlar dâima dar görüşlüler, yarım âlimler ve yarım bilgicilerdir olmuşlardır.”[12]

BİLEMEYİZ

Fakat bu âhiret hayatı nasıl olmaktadır, veyahut nasıl olacaktır? Bu konuda benden ayrıntılı bilgi istememenizi rica ederim. Gerçekten, Doktor Fougairon, “Ruhun Ölmezliği” (La survîvance de l’âme)[13] adlı eserinde “bir insan dünyaya ge­lince, yeni doğmuyor, tekrar doğuyor. Öldüğü vakit tekrar ölü­yor. Bugünün yaşayanları geçmişin ölüleridir, nasıl ki yarının ölüleri daha sonra tekrar dirileri olacaktır”, diyorsa da onun dönüşümü tenâsühü)[14] içeren bu kanaatine katılmak için acele etmemeliyiz. Gerçi Dr. Fougairon, bu husustaki düşün­cesini ispatlamak için bazı çocukların, daha çok küçük yaşlar­da iken, bir ilim veya sanatta üstad olduklarını gösteriyor. Me­sela Pascal, daha oniki yaşında iken pek önemli geometri problemlerini keşfetmişti, isveçli Ericson, henüz onüç yaşın­da iken Süveyş Kanalı’m açan usta mühendisler arasında bulunuyordu. Mondeux, bilinen bir sayının logaritmasını, her­hangi bir logaritmanın karşılığı olan sayıyı derhal bulup söy­lerdi. Bu zât 1840’ta İlimler akademisi’ni, en çetin problemle-

ri, ânında çözerek şaşırtmıştı. Ünlü sanatkâr Rambrandt, da­ha alfabeyi okumadan, resim yapardı. Mozart ilk bestesini se­kiz yaşında iken yapmamış mıydı? Fougairon “bu dahiler geç­miş hayatlarında o ilim ve san’atları öğrenmiş olmasalardı, şim­di bu maharetlerini nasıl gösterebilirlerdi?" diye soruyor. The- orosita Milanollo’nun, henüz dört yaşında iken ustaca bir hü­nerle keman çalabilmesi için Baillot’nun dediği gibi doğmazdan önce keman çalışması gerekirdi!

Bununla birlikte sadece bu olaylarla tenâsüh (Reincar- nation)’ün ispat olunamayacağını söyleyebiliriz. Binaenaleyh, biz sadece ruhun ölümsüzlüğünü kabul edersek ve bunun taf­silâtını bilemiyoruz dersek, daha çok ihtiyata uygun olur.

HİSLERİN ALDANIŞI[15], AKLIN DÜZELTMELERİ, KALBİN HABER VERMELERİ[16]

Kıymetli ve sevgili okuyucularım! Hislerimizin uzun sü­reden beri bizi aldattığını biliyorsunuz. Şu satırları yazar-

ken, başımı çevirip bahçeme bakınca odamın tavanında yanmakta olan lambayı aynen havada asılı görmeye de­vam ediyorum. Ancak biliyorum ki, orada lamba falan yok. Uzaktan yuvarlak gördüğüm bir kuleyi, yanına varınca, dört köşeli görüyorum. İşte hislerimizin verdiği haberlerde bu tür yanlışlıklar vardır. Onların yalancı şâhitliğini aklımız­la düzeltiyoruz. Fakat akıl da bir ölçüdür. Çarşıda alış-ve- riş yaparken, istediğimiz zaman, esnafın kullandığı terazi­lerin doğruluğuna güvendiğimiz içindir ki aldanmadığımıza inanıyoruz. Fakat bu kilolar, metreler eğer yanlışsa, işte o zaman yandığımızın resmidir. Fikrî muhâkemelerimizde, her şeyi akıl ile ölçüyoruz. Zira, aklın tam ayarlı bir terazi gibi olduğuna, peşinen inanıyoruz. Diyelim ki bu terazi doğrudur: Fakat her şeyin kendine uygun ve kendine göre bir ölçüsü yok mudur? Zamanı saatle, uzunlukları metre ile, ağırlıkları kilo ile, elektriği de kilovatlarla ölçmüyor mu­yuz? Acaba akıl, bu bahsettiğimiz uhrevî hayat problemin­de, ne dereceye kadar yetki sahibi bir hâkimdir? Bunu dü­şünmeyelim mi? Hiç olmazsa, her aklın bu alanda dolaşa- mıyacağını kabul edersiniz ya! Şu halde, biraz da kalp ve vicdânımızın ilhamlarını dinlemeliyiz. İzin verirseniz, bunu bir benzetme yaparak biraz daha açalım. Yatağınıza girip uyuduktan sonra, etrafınızdaki şeyler, artık sizin için yok­tur. Odanıza girerler, çıkarlar, konuşurlar, bakarlar, eşya­larınızı karıştırırlar. Fakat, siz bunların hiç birinden haber­dar olmazsınız. O sırada sizin için gerçek, rüyada görmek­te olduğunuz şeylerdir. Ve bunlar, sizin için o kadar hakîkî ve itimada değer değer şeylerdir ki, onların etkisi altında gülersiniz, ağlarsınız, tartışırsınız, çekişirsiniz, seversiniz, kıskanırsınız, acırsınız, yolculuk edersiniz... hatta uyandı­ğınızda bunların henüz tesiri devam ettiği için, bir anda on­ların rüya olduğunu anlamayamazsınız. Yine gözünüzü kapayıp, rüyanızın devam etmesini istersiniz. Şu halde hangi durum ve makamda isek, ona mahsus halleri kabul etmekle birlikte, durum ve makam değiştirdiğimizde, idrak­lerimizin de değişeceğini iyice bilmeliyiz. Kısaca, ölüm da­ha derin ve daha uzun bir uyku gibidir. Gâyemiz bu uyku­yu rahat geçirebilmek ve bu uykudan uyandığımız zaman ak yüz ve müsterih bir vicdanla hesaba hazır olmaktır.

“Her sa’âdet pîç!”

Âh, bu ne yanlış bir düşünce ve zihinlere sapıklık ve­ren ne kadar yalan bir hüküm! Lehçe’ye[17] bakarsak, “piç”e şu manaları verdiğini görürüz: “Her şeyin ufağı, pü­rüzü ve bozulmuş puç yavrusu, ağacın kök sürgünü, mum fitilinin sarkan teli, şeytan tırnağı, zina yapan kişinin çocu­ğu, veled-i zinâ, piç olmak, puç olmak; çarçur, hebâ, heder olmak, soyu bozulup ufak, âciz olmak, hüsrân, kayıp, emel bozukluğu.”

Şu hâlde şairimiz, ya her mutluluğun aslı gayr-i meş- rû bir iş veyahut her mutluluk bizzât hüsrandır demek is­tiyor.

Fakat sinirlenmeyiniz de, meseleyi hep birlikte so­ğuk kanlılıkla inceleyip, analiz edelim. Önce, biliyoruz ki ahlâkî hayatımızın biricik düsturu, fazilettir, istediği­miz mutluluk ise, bu faziletin ondan ayrılmaz bir mükâ­fatıdır. Hangi insan vardır ki mutlu olmak istemesin? Fakat mutluluk nedir? Roma imparatorlarından Anto- ine, mutluluğu aşkta, Brütüs şan ve şerefte, Kayser iktidarı elde tutmakta aramıştı. Bunlardan ilki zillete ve ayba maruz kalmış, İkincisi usanmış, üçüncüsü küf- rân-ı nimet (nankörce davranma)e uğramış ve hepsi hüsrana mübtelâ olmuşlardı. Çoğunlukla, servet de, insanı tehlikeye, sıkıntılara düşürür ve baştan çıkarır. Her ne kadar akıllıca harcansa ve idare edilse, insana bir çok hazlar sağlasa da... Ancak servetin korunması çok özen ister.

Öyleyse mutluluk nedir? Ve nasıl meydana gelir?

Evvela iyice bilelim ki mutluluk, zihnin perişanlık­tan korunması, kalbin sükûnet ve rahatlık bulmasıdır. Marc Aurele şöyle diyordu: “İnsanlar deniz kenarın­da, dağ başlarında, kırlarda, zihinlerini ve vücutlarını dinlendirecek tenha yerler ararlar; sen de bunları iste­meye alışıksın. Ancak bu, bütün insanların kanâatidir. Çünkü istediğin vakit, kendi başına yalnız kalmak se­nin elindedir. Bir insan, daha çok sükûnla ve kederden kurtulmak üzere ruhundan başka hiç bir yere çekile­mez, özellikle seyretmesi insana derhal tam bir huzûr verecek düşüncelerle, kalp hâzinesi dolu ise.

Gerçekten, ruhunun hariminde böyle bir mihrabı olan kimseler mutludurlar”*1*

Kısaca, hayatımız temiz, nezih ve başkalarına yararlı olmazsa mutlu olmamız mümkün değildir. Her şeyden ön­ce kendi kendimize, iyi bir arkadaş olmamız için, ruhlarımı­zı iyice donatmalı, güçlendirmeliyiz. Onları temiz ve güzel düşüncelerle, geçmişin canı çeken anıları ve geleceğin olumlu, makûl ümitleriyle doldurmalıyız. Kendimizi vicda­nın azarlamalarından, her türlü kaygılardan mümkün oldu­ğu kadar uzak tutmalıyız.

Kötülüğe karşı koymak, şehvetlerimizi itidalde tutarak ve daha uygun, iyi isteklerimizi güçlendirerek, hayatımızı faziletli bir şekle koyabiliriz. Şu halde üzerinde durduğu­muz fikirlere, çok dikkat etmeliyiz. Çünkü ruhun rengi bu fi­kirlere göre olur. Şayet bir cinayet veya günaha ait tafsilât­la o fikirlerin gizlenmesine izin verirsek, onları temiz olarak koruyamayız. Ruhun sükûn ve huzûru, Ruskin[18]in belâ- ğatlı bir şekilde hatırlattığı gibi, uygun bir vaktinde olmalı­dır. Tıpkı suyun yavaş yavaş durulup sükûn buluşu gibi... Kalbî duygularınızı ondan daha fazla “bir ân”da arıtıp im­bikten geçiremiyeceğiniz gibi, sükûna da zorlayamazsınız; suyu saf olarak korumaya mecbursunuz. Eğer onun temiz kalmasını istiyorsanız, içine taş atmamalısınız, eğer sâkin kalmasını isterseniz.

Yukarıda bir münasebetle Sokrat’tan bahsetmiştim. Öğrencisi Ksenefon, bakınız hocasını nasıl anlatıyor: “O kadar takva sahibi ve saiih idi ki, ilahların tasvibine dayan­mayan hiç bir şeyi yapmazdı. O kadar dürüst idi ki, hiç bir kimseye, hatta en önemsiz konularda bile, haksızlık yap­mazdı. Fakat kendisi ile tanışıklığı olanlara, en önemli iş­lerde hizmet ederdi. O kadar kanaatkârdı ki, hazzı hiç bir zaman fazilete tercih etmemişti. O denli ince düşünce sa­hibi idi ki, iyiyi kötüden ayırdetme hususunda tereddüde düşmezdi. Başkalarının öğüdüne ihtiyacı yoktu, fakat han­gi yolu takip edeceğini bilirdi. Soruları karşılıklı konuşma metodu ile açıklayıp aydınlatmakta, hatta başkalarının ka­rakterini anlayıp gaflet ve sapıklık içinde bulunanları, fazi­let ve şeref yoluna teşvik edip yönlendirerek cevap verip tenkid edecek güce sahipti. Bu bakımdan içimizdeki en iyi ve en mutlu kişilerin, ne halde bulunmaları gerekiyorsa Sokrat’ın da o halde olduğunu zannediyorum. Şayet birisi benimle aynı görüşü paylaşmıyorsa, başkalarının tavır ve hareketlerini Sokrat’m metoduyla kıyaslasın, ondan sonra bir hüküm versin.”

Madem ki mutluluğun nasıl elde edileceğini öğrenmek istiyoruz, size bir de, Marc Aurele’in Antuanin’i anlatmak üzere yazdığı satırları gösterelim: “Her zaman Antu- anin’in öğrencisi gibi davran. Onun akla uygun her şeyi yapmaktaki sebatı, her konuda hep bir kararda oluşunu, dindarlığını, hal ve tavrındaki saflığını, yumuşaklığını, bo­şa öğünmelerden nefretini, işleri ve problemleri iyi anlama hususundaki çabasını hatırla; önce dikkatle gözden geçir­meksizin ve pek açık anlaşılmaksızın hiç bir şeyi nasıl ge­çirmediğini hatırla. Onu haksız yere kötüleyenlere, kötü­lükle karşılık vermeksizin bu duruma nasıl katlandığını dü­şün. Hasılı bir şeyi acele ile yapmazdı, iftiralara kulak aş­mazdı, fakat başkasının tavır ve davranışlarını nasıl izler­di, insanları kötüleme ve kınamaya meyletmezdi, korkak değildi, vesveseli ve mugalatacı da değildi. Hatırla: Odası, yatağı, elbisesi, yiyeceği ve köleleri konusunda ne kadar az ile yetinmeyi bilirdi; ne kadar çalışkan ve sabırlı idi, ken­di geçim tarzında ne denli iktisadlıydı. Hatırla: Dostlukla­rında ne kadar sebatlı ve sağlam idi. Hasımlarının serbest­çe konuşmasına ne kadar hoşgörülü idi. Eğer birisi, kendi­sine daha iyisini gösterse, ne kadar sevinirdi. Bozuk dü­şüncelere düşkünlüğü olmadığı halde, ne kadar dindar idi. Şu halde senin de son saatin geldiği vakit, onun vicdanı kadar sâf bir vicdana[19] sahip olmak için, bütün bu anlattı­ğım hususlarda onu kendine örnek edin".

İşte insan olarak yapmak zorunda olduğumuz vazife­lerimizin tam olarak yerine getirilmesi, bize bu şekilde bir mutluluk verir. Böyle bir vicdan huzur ve sükûnuna, “pîç” demek ne büyük yanlışlık ve küstahlıktır!

Bu konuda, Sokrat, Antuanin, Marc Aurele’den ör­nekler vermeme, belki de hayret edersiniz. Bunda haklısı­nız. Öyle ya İslâm ve Türk tarihinden bizim için daha çeki­ci'örnekler bulmak mümkündü. Hz. Peygamber Efendi- mizin(s) güzel hayatı, ne kadar ince hikmetlerle doludur. Fakat Antuanin gibi putperest bir kralı örnek olarak ver­mem, faziletin[20] hangi devirde veya hangi şahısta görülür­se görülsün, örnek gösterilmeye değer olduğunu göster­mek içindir.

“Sa’âdetle fazîlet muttahiddir.”

Kabul edilmelidir ki fazilet akıllı bir şekilde anlaşılırsa, mutluluğun en kalbî, en devamlı ve en yüce bir şekliyle ikiz olur. Buradaki “fazileften maksadım, bütün insanlara ve bütün varlıklara sevgi ile birleşen ve yekvücud olan fazilet­tir. Bu faziletten maksadım, günah işlemiş olmak korku­suyla titreyerek, bütün beşerî arzulardan sıyrılmaya yönel­miş zâhidâne bir fazilet değildir. Ibsen’in tâbiriyle “mutlulu­ğu helâke sürükleyen” bu aşırı endişe, kişinin sadece ken­di nefsini düşünmekle meşgul olduğuna ve cömertlik duy­gusundan mahrum bulunduğuna delâlet eder. Hatta diye­biliriz ki, ahlâkî hayatın yanlış anlaşıldığını ve hasbîlik me­ziyetinin eksik olduğunu gösterir.

Bununla birlikte, fazilet mutlaka uygun şartlar ve hal­lerden meydana gelen haricî ve zahirî bir mutluluk da sağ­lar denilemez. Faziletli bir insan hasta veya fakir olabilir. İnsanlardan ihanet, hakaret görebilir, mahkûm olabilir, hat­tâ işkence de görebilir. Şu halde faziletin arkadaş ve ikiz olduğu mutluluk, tamamen kalbî olan bir mutluluktur ki bu­na, “Tubâ” (Beatitude/iç mutluluğu) adını vermişlerdir.

Faziletli olmak, insanın kendi sonlu varlığının, kainatın hayatının sonsuzluğu içindeki küçüklüğünü duyması, ferdî şahsiyetinin öneminde mübalağaya kaçmaması demektir. Binaenaleyh varlığın cismânî kötülükler, izzet-i nefsin ya­ralanmasından doğan ızdıraplar, doyuma ulaştırılamamış cahil hırslar gibi küçük sefilliklerini, hayale kapılıp daha va­him bir şekle sokmamak gerekir. İnce düşünen kişi, kaçı­nılması imkânsız olan şeye kolaylıkla teslim olur. Çoğu in­sanlar gibi, hayatını bencil düşük istekler, servet özlemi, öğünç dolu lakaplara sahip olma arzusu ile bozmaz. Çoğu kimseler gibi, yaşamanın tadını yok etmeye yeterli olan ölüm korkusu ile titremez. İnce düşünen kimse, varlığı zo­runlu ızdıraplara, kaçınılması imkansız ölüme razı oldu­ğundan düzenli ve kurala uygun bir hayatta bol bulunan lezzetlerden, onlara tâlib olmamakla birlikte, sonuna kadar nasibini alır: His ve duygularımıza ait temiz ve güzel se­vinçlerden, aşkın, ailevî şefkatin, dostluğun, çok latîf olan hazlarından, düşünmesinin taş gibi sert, fakat bazılarına göre pek sağlam sevinç ve zevkinden nasibini alır. Fazilet­li olmak, haksız olmamak, hâin olmamak, intikam ve kin gi­bi duygulardan uzak kalmak demektir. Çoğu kez, faziletli insanların çevresinde, saygı ve sevgiden oluşan hoş bir hava meydana gelir ki, onu teneffüs etmek pek tatlıdır.

Faziletli olmak, özellikle sevmek demektir. Ailesini, va­tanını ve bütün insanlığı sevmektir. Bu, kıyısı bulunmayan bir sevgi okyanusu içinde sınırsız hazlar bulmaktır. Bu hazlar, başkalarının sevinçlerine ortak olma sevinci, onla­rın ızdıraplarını hafifletmek için çaba harcama sevincidir. Kalbi sevgi ile dolmak, geniş bir kardeşlik hissiyle genişle­mektir. Yalnız kine karşı kindar bir kalbin çarptığını duy­mak sevincidir.

Faziletli olmak, kainatı kaplayan hayatı sevmek, İlmî düşünceye ve güzel san’atlara özgü yüce sevinçleri tad- maktır. ilmin ispatlamayı başardığı yüce hakikatlar, sonlu hayatımızın içine kainatın bütün sonsuzluğunu nüfûz ettir­miştir. Aynı şekilde tabiat levhalarının menfaatten uzak bir gözle seyredilmesi, güzel ve iyiye düşkün bir kalbe, çok çekici ve çok latîf sevinçler bahşetmektedir. Faziletli olmak demek, gerek geçmişin, gerek şimdiki zamanın ve hatta geleceğin en iyi insanlarıyla ve en büyük hünerlilerinin ta­hayyül ettikleri yücenin yücesi kişilerle ruhî planda beraber yaşamak demektir. Böyle bir hâlde, onların bizi doğrulayıp koruduğunu, sevdiğini kalben hissederiz. Eşsiz çekiciliğe sahip bulunan bu duyguların biri diğerini destekler. Tarih­ten veya hayal ve rüya âleminden, kendisine rehber ve dost olarak çekildiğimiz zatlar sayesinde, yüce ve yüksek insanlıkla, genel hayatın içerdiği en lâhûtî (ruhanî) şeyler­le münâsebet kurarız. İşte bu şekilde, insanlık âlemi ve kâ­inatla uyum içinde yaşamak lazımdır.

Bu hayat, özgürlük ve ahlâken yücelmekle, kalbî ve sürekli bir mutluluk ile karışmış vaziyettedir. Dıştaki olayla­rın bu mutluluk üzerine etkisi çok azdır. Kısacası, tabiat, mutluluğa tâlibdir, fakat onu edeb sahibi kişiler elde eder. Bakınız Sa’dî-i Şirâzî ne demiş:

“Edeb tâcîst ez nûr-i İlâhî

Bineh ber ser birev her câ ki hâhî.

Yani, edeb[21], Hâhî nurdan yapılmış bir öğünç tâcıdır. Bunu başına giy ve istediğin yere git.

Akıllıca anlaşılmış faziletin en gerçek mutlulukla olan bu birliğini, bize insanlığın en asîl ve yüksek kişileri öğreti­yor. Çeşitli ahlâkî sistemlerden çıkarabildiğimiz büyük ger­çeklerden birisi de, işte bu birliktir. Son dönemlerde, fazi­letle mutluluğun ilgisini Spinoza kadar güzel ispatlamış başka bir düşünür yoktur. Spinoza, “Ethique” adlı değerli eserinde, bir düşünürü şöyle anlatıyor: “Bu düşünür bir zâ- hid değildir. Düşünür, kendilerinden sonra sersemlik ve kötü bir durumu davet etmeyen zevklerin hiç birinden ken­dini yoksun bırakmaz. Nefis ve güzel bir yiyeceği beğenir, mücevherleri, güzel kokuları, bitkilerin güzelliklerini, be­densel çalışmaları, tiyatro ve müziği takdir eder. Fakat ge­rektiği vakit, az ile yetinmeyi bilir. Tebessümden, kahkaha ile gülmekten çekinmez, fakat kimseyle alay etmez, evle­nebilir, çoluk çocuk sahibi olur, onları akıl ve mantığa gö­re yetiştirir. Düşünür, sâkin, mütevekkil, alçak gönüllü, ki­birsiz olur, alçaklık da göstermez, ayıplara bakmaz, hoş­görülü, kinsiz, nefretsiz ve hasedsiz olur. Akıl ve hikmete uygun bir şekilde düşünmek lezzetiyle, diğer insanları sev­mek lezzetini tadar. Onların zayıflık ve acizliklerini ortaya koymaya yönelik konuşmalarla onları sıkmaz, onlara akla uygun, fakat korkarak değil sevinçle yaşamayı öğretir. Kö­tüleri akıl ve hikmete yönlendirmeyi sever. Sevgi ile kine galip gelmek için korkusuzca ve neş’e içinde mücâdele ve­rir. Allah’ı, mahlûkatın bütün hakikatlerini sever[22]. Hazzın hepsini Allah’a bağlar. Bu şekilde sonsuz bir mutlulukla zevk alır. Bu mutluluğa, dış olaylardan kaynaklanan ke­derler karışmaz. Zira bu mutluluk, tam anlamıyla kalbîdir.

İSYAN

Tevfik Fikret eski tarih adına hayâl ettiği “kuru an’aneci”nin dilinden, geçmiş devirlerdeki kanlı olayları işittikten sonra, öfkeyle şöyle bağırıyor:

“Hele sen ey kadîd an’ane hâh Yetişir çizdiğin hutût-ı siyâh Biz sabah isteriz sabah, o uzun Geceler nâimîne hayr olsun!

Kimsin ey gölge? Öyle mest ü harâb Ediyorsun zalâma doğru şitâb Kanlı bir şeyle uyanmış gibisin Belli hemnev’imin muhribisin Kahramanlık: Esası kan, vahşet Beldeler çiğne ordular mahvet,

Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık.

Ne aman ver, ne âh işit, ne yazık.

Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun,

Her ocak benzesin mezar taşına,

Sönsün evler, sürünsün âileler Kalmasın hırpalanmadık bir yer Bu ne vicdangüdâz-ı şenî’a, ne âr Yere geç satvetinle ey serdâr

Her taraf bir harabe bir medfen Ey cihângîr utan şu makbereden!

Devril ey köhne taht-ı istiklâl Zîr-i kahrında inliyor ensâl Parçalan ey şikeste pür iklîl Şu yığınlarla ihtiyâc-ı sefîl Hep senin, hep senin, senin eserin r Göz yaşından yapılma incülerin Görsen artık nasıl yosunlanmış Size mazi ne hisle aldanmış Bilsen ey kargalar, ki âkil-i hûn Her karanlık sizinledir meşhûn Fikre yeter artık tahakkümünüz Yaşanır pek güze/ tegallübsüz Sizi tarih eder himaye gidin Gece hemrâzıdır hayadaydın Ve o matmûre-i tebâhîde Boğulun, işte en güzel müjde Bu tasavvur dühûr-ı âtiyeye İşte hürriyet-i hakîkiyye:

Ne muhârib, ne harb ve istilâ

Ne tasallut, ne saltanat, ne şekâ

Ne şikâyet, ne kahr ve istibdâd

Ben benim, sen de sen, ne Rab, ne ibâd

Şimdi cenk, ihtilâl, uhûd, azfâr

Diye saydıkların kalır meçhûl

Birer ucübe, yâ hikâye-i gavl

Yırtılır ey kitab-ı köhne yarın Medfen-i fikr olan sahifelerin Bunu kimden fakat ümid edelim Bu azîm inkılâb-ı hilkati, kim, Hangi kuvvet ta’ahhüd eyleyecek? Sâhib-i kâinât, evet gerçek,

Sâhib-i kâinât olan ceberut O takarrub-şiken likâ-yı samût O fakat aslı hep bu kavgaların

Bu şiirin sadeleştirmesi şu şekildedir:

Hele sen, ey kuru nakilci Yetişir çizdiğin siyah çizgiler.

Biz sabah isteriz sabah, o uzun Geceler uyuyanlara hayır olsun.

Kimsin ey gölge? Öyle sarhoş ve harap. Karanlığa doğru koşuyorsun.

Kanlı bir şeyle uyanmış gibisin.

Belli insanlığın yıkıcısı gibisin. Kahramanlık: Temeli kan, vahşet. Ülkeler çiğne orduları mahvet,

Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık.

Ne aman ver, ne âh işit, ne yazık. Geçtiğin yer ölüm, elem olsun;

Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun.

Her ocak (ev) benzesin mezar taşına;

Sönsün evler, sürünsün aileler,

Kalmasın hırpalanmadık bir yer.

Bu ne kötü vicdansızlık, ne utanma.

Yerin dibine geç satvetinle ey başkomutan.

Her taraf yıkılmış bir harabelik, bir mezarlık.

Ey dünyayı yenen komutan utan şu mezarlıklardan. Devril ey köhne bağımsızlık tahtı. t Nesiller kahrın altında inliyor.

Parçalan ey kırık saf iklil.

Şu yığınlarla sefil muhtaçlar,

Hep senin, hep senin, senin eserin.

Göz yaşından yapılmış incilerin Görsen artık nasıl yosunlaşmış.

Geçmiş, size hangi his ile aldanmış.

Bilsen ey kan içen kargalar Her karanlık sizinle doludur,

Düşünceye olan baskınız yeter artık,

Baskı olmadan çok güzel yaşanır.

Sizi tarih korur, gidin,

Gece sır arkadaşıdır, utanmadaydın Ve o, yıkık mezarda,

Boğulun, işte en güzel müjde.

Bu düşünce, gelecek asırlara İşte gerçek özgürlük:

Ne savaşçı, ne savaş ve istilâ.

Ne saldırı, ne saltanat, ne şikâyet.

Ne şikâyet, ne kahır, ne baskı

Ben benim, sen de sen, ne Rab (Allah), ne kullar.

Şimdi savaş, ihtilâl, andlaşmalar, zaferler,

Diye saydıkların kalır meçhûl.

Birer acayip mahluk, veya kin hikayesi.

Ey eskimiş kitap, yırtılır yarın,

Fikir mezarlığı olan sayfaların Fakat, bunu kimden umalım.

Bu büyük yaratılış devrimini, kim,

Hangi güç, taahhüt edecek?

Kainatın sahibi, evet gerçek,

Kâinatın sahibi olan zâlim O yaklaşmayı önleyen sessiz kavuşma.

Fakat, bütün bu kavgaların sebebi, OL.

Gerçekten ince duygulu şairi, isyana yönelten katliâm­lar, yağmalar, yıkımlar, yangınlar yapılmış! Tahakküm ve zorbalık asırlarca devam etmiş! Şair artık savaş ve savaş­çı istemiyor. Artık saltanat ve sultanlık veya baskı olmasın! Ben, ben olayım, sen de, sen olasın. Bundan sonra ne “kullar” olsun, ne “ilâh” şeklindeki dileğini ortaya koyuyor. Bu dilekten sonra, bu büyük devrimi kim yapabilir? diye düşünüyor. Acaba kâinatın sahibi olan ceberut, bunu taah­hüt edebilir mi? Fakat ne mümkün! Bütün kavgaların se­bep olucusu, o (yani Allah) değil mi? diyor. (Hâşâ!)

GEÇMİŞLE ŞİMDİYİ KIYAS: AHLÂKÎ İLERLEME

Artık burada biraz duralım. Önce şunu belirteyim ki

Tevfik Fikret, insan ahlâkının ilerlemesine kasıtlı olarak gözlerini yummaktadır. Bir kere tarih öncesi devirlerde ya­şayan insanların maddî, manevî ve ahlâkî düşüklüklerini, ondan sonra, hatta, orta çağlardaki milletlerin ahlâk anla­yışlarını göz önüne getiriniz, bir kere de şimdiki insanların ahlâkî inanç ve müesseselerini ölçün biçin. Elbette, olma­saydı daha iyi olurdu. Fakat bütün o katliâmlara, yağmala­ra, yangınlara rağmen insanlığın vicdanı, ne kadar incelik kazanmıştır.

Zalim krallardan Deniş, Eflatun’u Siraküza’da esir pa­zarında sattırmıştı. Şimdi değil öyle büyük bir filozofu, ca­hil bir zenciyi bile sattırabilir misiniz? Eskiden bir çok yer­lerde çiftlikleri, içinde çalışan ve Avrupa’da serf adı verilen çiftçilerle beraber satarlardı. Medenî milletlerde, şimdi bu­nun izi bile kalmamıştır. Bundan üç, dört asır önce, fırtına­nın şiddetli saldırısı ile, parçalanıp karaya oturan bir gemi­nin yolcularını esir ve içindeki eşyayı yağma etmek, sahil halkı arasında câiz ve teâmül hâlindeydi; bu bir kuraldı. Şimdi böyle bir felâket vukûunda her taraftan yardım ve kurtarma amacıyla koşarlar. Eskiden çeşitli milletlerin fert­leri arasında birbirlerine karşı sürekli bir nefret ve güven­sizlik hâkimdi. Bu vahşi duygu, eskiye nazaran ne kadar azalmıştır, büsbütün kalkmıştır demiyorum. Fakat kalka­cağına şüphem yoktur. Özet olarak, insanlık vicdanı şim­di, kandan gerçekten nefret ediyor. Bütün insanların kar­deş olduklarını daha iyi ve daha açık hissediyor. Şu halde, bu dakikada bize tatlı bir düş gibi gelen genel barış, er geç imkân alanında gerçekleşecektir. Çünkü, bilim her yerde yaygınlaşıyor. Sadece Avru­pa’da, Kuzey ve Güney Amerika’da değil, Japonya, Çin, Hindistan, Afrika ve Okyanusya’da kurulan çok sayıdaki bilim merkezleri her gün biraz daha artarak zihinlere nüfuz etmektedir. Her bilim düşüncesi, ve ilme olan temâyül, in­sanları birbirlerine yaklaştıracaktır.

Bundan başka, İktisadî ve siyasî güçlerde, o kadar uzun süre birbirinden uzak ve ayrı yaşamış olan insan top- lumlarını birbirine yaklaştıracaktır.

Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler) artık bir kaç hükümetin ittifakı olmaktan çıkarak, bütün milletlerin doğ­ru ve serbest bir birliğine dönecektir. O vakit, harbe en cid­di engel bu teşkilât olacaktır. Bu sâyede sürekli bir barışın imkânı gerçekleşecektir. Şair Victor Hugo, “Lux” şiirinde bu yüksek davayı ne güzel anlatıyor:

Des a present l’oeil qui s’eleve Voit distirıctement ce beau re ve Qui sera le reel un jour;

Car Dieu denouera toute chaîne Car te passe s’apelle haine Et l’avenir se nomme amour Au fond des cieux un point scintille Regardez, il grandit, il brille,

II approche, enorme et vermeil.

O Republique Üniverselle Tu n’es encore que l’etincelle:

Demain, tu sera le soleil.

Çevirisi: “Kalkan göz, bir gün gerçek olacak bu güzel rüyayı, şimdiden açıkça görüyor. Zira Allah, her zinciri çö­zecek. Çünkü, geçmişin ismi kin ve düşmanlık olduğu hal­de, geleceğin ismi, sevgidir. Göklerin en sonunda bir nok­ta, bakınız büyüyor, parlıyor, yaklaşıyor, büyük ve gülgün olarak. Ey dünyayı kuşatan cumhuriyet! Sen henüz bir kı­vılcımsın, yarın bir güneş olacaksın.”

Şimdi geçmişin yağma, katliâm, yangın gibi olaylarını, o zamanın ahlâk anlayışları ve gelenekleri ile değerlendir­mek zorundayız. Bedevîlik veya vahşî âlemde, ölüm yata­ğında, hastalığın şiddetli ızdırabından her dakika ölümünü isteyen ve yalvaran babasını oğlu öldürürdü. Onu kurtar­mak üzere acıma gereği olarak öldürdüğüne inanırdı. İlim sayesinde, şimdi evladın şefkati, babasının başına en iyi doktorları çağırmaya, her türlü tıbbî tedaviyi tatbike dönüş­müştür. Şu açıklamalara göre şairin,

“Bu ne vicdangüdâz-ı şenî’a ne âr

Yere geç satvetinle ey serdâr. ”

şeklindeki ifadesi, onun gerçek durumdan haberdâr olma­dığını veya cahilliğini gösterir bir şâhittir.

GENEL BARIŞ(İ)

Ancak bahsettiğimiz genel barış rüyası, şâirimizin ha­yâl ettiği gibi insanların öyle yönetimsiz, düzensiz kalma­sıyla veya yukarıda adı geçen Nietzsche’nin tavsiye ettiği: Nichts ist wahr alles ist erlaubt, yani hiç bir şey doğru de­ğildir, her şey câizdir şeklindeki yanlış düstura uyarak ve­ya kâinat sahibinin işe karışmasını istemekle değil, ancak bilim kuvvetiyle, bilim adamları ve filozofların şefkatli, cö­mert nasihâtları ve uyarıları sayesinde husûle gelecektir. Nasıl ki, milattan dört yüz yıl önce, Eflatun “Cumhuriyet”i yazmıştı. Thomas Moore da “Ütopya” sını yazmıştı.[23] Hz. Muhammed Mustafa Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin hicretinden üç asır sonra bir “Medinetü’l-Fâ- dıla” (Erdemli Kent) tahayyül eden bir İslâm ve Türk filozo­fu olan Fârâbî idi. Ancak son bilimsel gelişmelerdir ki, bu konuların tahakkukunu, her gün biraz daha sür’atle kolay­laştırmaktadır.

Burada, bir noktayı aydınlatmakta yarar görüyorum: Bize çoğu kez tahakküm şeklinde görülen davranışlar, özellikle ahlakî ve fikrî alanda oldukları zaman, işin aslın­da fuzülî bir karışma değij umûmun yararı ve İnsanî ilerle­melere uygun bir hizmettir. Dünyanın sâbit düz ve kâinatın merkezi olduğuna binlerce sene inananlarla, onun yuvar­lık ve hareketli olduğunu haber vermek, ayrıca bu yeni fik­ri onlara kabul ettirmek, onlara tahakküm etmek midir?

Başka yerlerde nasıl olduğunu araştırmaya gerek yok. Kendi aramızda bile düşünme özgürlüğünü sağlıyamamış olsaydık. Tevfik Fikret,

“Fikre yeter artık tahakkümünüz”

demek için kendinde cesaret bulabilir miydi?

ALLAHA SAVAŞ AÇMA SAPIKLIĞI

Kana, savaşa, ihtilâle, andlaşmalara, zaferlere nefret­le dolu olan Tevfik Fikret, sonunda Allahü Teâlâ’ya da sa­vaş ilân ediyor! Yeryüzündeki kavgaların sebebi o imiş! Şair göklerden soruyor ve diyor ki “Söyleyiniz: Yeryüzün­de işitilen ezân sesleri, çan sesleri, davul sesleri, hastala­rın inleyişleri, şikâyetler, feryadlar, ağlamalar, yermeler, kötülemeler, gülmeler, yürek çarpıntıları... gibi şeylerden hangileri, üstlerindeki büyük köşke çıkabilmiş? Bundan sonra da, hangi dua kabul olmuş, diye soruyor. Şâir bu noktada, biraz daha kabararak bakınız nasıl öfkelenip is­yan etmiş:

Seni ebnâ-i dîn olanlardan

 Dinledim bî şübhe ve bî noksan.

Hayy ü Kayyüm u Kâdir u Mute’âl

Bâsitu’r-rızk, Vâhibu’l-Âmâl,

Kâhir u Muntakım, Semî u Basîr,

Zahir u Bâtın u Alîm u Habîr,

Müstemiddâna Sâhib ve Nâsır,

Zâtı her yerde Hazır u Nâzır,

Zâtı her yerde Hazır u Nâzır,

Diye vasfeyliyorlar, en parlak

Sıfatın “Lâ şerîke leh”ken bak,

Şu bataklıkta kaç şerîkin var.

Hepsi Kayyûm u Kâdir u Kahhâr.

Hepsinin, “Lâ şerîke leh” sıfatı.

Hepsinin emr u nehyi, saltanatı,

Hepsinin mührü, mâhı ecrâmı,

Hepsinin bir sipihr-i ilhamı,

Hepsinin bir hafâ-yı mescûdu

Hepsinin bir behişt-i mev’ûdu,

Hepsinin bir vücûdu bir ademi,

Hepsinin bir Nebiyy-i Muhteremi,

Hepsinin hizmetinde hurîler,

Hepsinin tu’me-i cahîmi beşer.

Hepsi hılkatden istiyor, makhür,

İki büklüm ber inkıyâd-ı sabür.

Bu şiirin sadeleştirmesi şu şekildedir:

Seni dinin evlatlarından Dinledim, şüphesiz olarak, noksansız şekilde Hayy ve Kayyûm ve Güçlü ve Yüce Rızık veren, emelleri yerine getiren

Kahredici ve intikâm alıcı, Duyan ve İşiten Zâhir ve Bâtın, Bilen ve Haberdâr.

Yardım dileyene sahip ve yardım edici Zâtı her yerde hazır ve nâzır,

Diye tanımlıyorlar, en parlak Sıfatın “Ortağı yok” iken bak,

Şu bataklıkta kaç ortağın var.

Hepsi Kayyûm ve Güçlü ve Kahredici. vHepsinin “Ortağı yok” sıfatı Hepsinin emir, yasak ve saltanatı Hepsinin mührü, ayı yıldızları Hepsinin bir ilham seması Hepsinin secde olunan bir gizliliği Hepsinin vadedilmiş bir cenneti,

Hepsinin bir varlığı, bir yokluğu Hepsinin saygıdeğer bir peygamberi Hepsinin hizmetinde huri kızları Hepsinin cehenneminin lokması, insan.

Hepsi yaratılanlardan istiyor, ezilmiş İki büklüm, boyun eğmiş, sabırlı olarak.

Bu beytlerle yeryüzündeki Nemrudlar, zâlimler, baskı­cılar örnek gösterilerek, Allah’a, aciz ve zayıf olduğu şid­detle ihtar ediliyor! Öyle ya, mâdemki ortağı ve benzeri yokmuş, yeryüzündeki bu azgınlara Allah (hâşâ) nasıl ta­hammül edebiliyor?

Vah zavallı şair! Acaba onu bu kadar inciten kimlerdi? Onlara olan öfkesini, Allah’tan çıkarmak istemiş! Bundan başka görülüyor ki, o zâlimlere büyük bir önem atfetmiş! Ne yazık ki onların bir sinek kadar değeri olmadığını anla­yamamış. Bir, bizi her yönden kuşatan şu sonsuzluğu dü­şününüz, bir de, içinde bir kum tanesi kadar bile olmayan dünya üzerinde kımıldayan sonsuz küçük seviyesindeki insanlara bakınız! Hele o gâfil zâlimlerle, şu sonsuzluk arasında bir oran düşünmek ve bu sırada, benzerden, or­taktan bahsetmek, ne üzücü bir körlüktür!

İBRET

Son devrin en güçlü padişahı Abdülhamîd değil miy­di? İmparator ve krallar onu ziyarete gelirlerdi. Bütün İslâm ülkelerinde büyük bir itibârı vardı. Fakat sonunda ne oldu? Bir gün önce, gazetelerde “Yeryüzünde Allah’ın Gölgesi” diye yüceltilen Abdülhamîd, Meşrûtiyet’in ilânının ertesi günü yahudi oğlanlarının hakaretine hedef olmuştu. Bu yahudiler, onun alelacele yapılmış resimlerini aşağılayıcı bir şekilde ve alay ederek İstanbul sokaklarında satmaya başlamışlardı. Ya Rabbi! O haşmete göre bu düşüş, ne müthiş bir son, ve ne üzücü bir zillet idi! İşin daha tuhafı, o daha tahtında oturmaktaydı!

Tevfik Fikret, bu olayı başından sonuna kadar gör­müştü. “Lâ şerîke leh” diye tavsîf ettiği haşmetli bir padişa­hın izzet tahtından, bir anda nasıl zillete düştüğüne şâhit olmuştu! Fakat hayır, demek ki yalnız görmüş, çünkü bun­ların anlamını hiç anlıyamamıştı! Aslında şâirin hayaline göre, Allah öfkeyle gökyüzünden inip Abdülhamîd’i ko­lundan tutarak yere atmamış ve ayakları altında çiğneme­miş. Hatta ona, tahttan indirilişini melekler değil, Emma- nuel Karasu (Ermeni) ile Es’ad Paşa Toptanî bildirmiş­lerdi. Bu doğru. Fakat farz-ı muhâl olarak, Allah, bizzat ye­re inip Abdülhamid’i Yıldız’dan çıkarmış olsaydı, bu gök­ten inme olayı, Allah’ın şanına halel getirmekten başka, hazırladığı cezanın inceliği ve acılığı o kadar hissedilmiş olmazdı! Cezâ, Abdülhamid’in en sâdık seçme adamla­rından Gani Bey’in kardeşi Toptanî ve Karasu eliyle ya­pıldığı içindir ki, Hakk’ın celâl tecellîlerindeki şiddet, basî- ret sahiplerinin bir kat daha soluğunu kesmişti.

“TARİH-İ KADİM” YAZARININ ŞÜPHELERİ:

Ben ki hepsinden iştibâh (şüphe) ederim Kime sorsam, diyor ki yok haberim.

Kimbilir belki hepsi vehmiyyât Belki aldanmak ihtiyâc-ı hayat.

Kim bilir belki hepsi doğru da ben,

Bî haber kendi sehv-i hissimden,

Varı yok bilmek istedim, yoku var,

İştibâh işte töhmetim, ne zarar.

Şüphe, bir nûra doğru koşmaktır,

Hakkı tenvîr, ukûl için haktır.

Kim bilir, belki bir adem mevcûd Belki, ukbâda var, fakat bu vücûd.

Sun’u olmağle Sâni-i Ebed’in Neye olsun esiri bin derdin.

Hem niçin yoktan eyleyüb icâd Sonra virmek zevale isti’dâd

Kim bilir belki aslımız toprak,

Bunu bir muztarib çamur yapmak.

Ki mesâmâtı kanla, yaşla dolu, Hangi hâin tesadüfün işi bu.

Bunu bir hâlık irtikâb itmez,

Halk iden mahv ider, harap itmez.

İşte en zorlu hasmın ey Hallâk, Senin karşısında eyliyor ihnâk.

Bize vaktiyle zehr-i gayzmdan Verdiğin cür’adır, odur bu yılan.

Bileceksin bu hasmı elbet Sen Şüphe en zâlim, en kavî düşman.

Bize en gafiline taslîtin Yahut en muğfilâne tağlîtin

O, bu gün hud’a, şeytanet, iğvâ Seni mülkünden eyliyor iclâ.

Üflüyor ma’bedinde meş'aleni Kırıyor elleriyle heykelini.

Ve bütün kudretinle Sen meflûc,

Düşüyorsun, ne in’idâm-ı burûc.

Ne savâ’ık, ne bir hubüb jeyân Ne cehennemlerinde bir galeyan

Ne nazarlar habîrin mâteminin Ne kulaklarda bir tanîn-i hazîn

Kopsa bir zerre cism-i hilkatden Duyulur bir tazallüm olsun, Sen.

Göçüyorsun da arş ü ferşinle Yok tabiatda bir inilti bile

Bilakis her tarafda “kah kah”lar.

Kizbe yalnız riyâ ve humk ağlar.

Sene: 1324/1909 Yukarıya yazdığım şu 23 beyt, üç ana fikri içeriyor: Birincisi: Şüphecilik (Le Scepticisme)

İkincisi: Bu dünyadaki cismanî ve ruhanî izdiraplar- dan şikâyet, yani kötümserlik (Le Pessimisme).

Üçüncüsü: İnsanlar, Allah’ı azamet arşından indirdik­leri ve onu inkâr ettikleri halde, ne burçlar yıkılıyor, ne şim­şekler düşüyor, ne kasırgalar esiyor, ne cehennemler kay­nıyor, kimsenin aldırdığı yok! Aksine her tarafta bu manza­raya karşı “kah kah” gülüyorlar! Bu da kızıl bir Tanrıtanı­mazlık (Atheisme)’tır. Şimdi bu üç ana fikri, ayrı ayrı ince­leyelim.

ŞÜPHECİLİK NEDİR? [24]

İnsanda doğuştan gelen bir tecessüs vardır. Her ne görse, bunun ne olduğunu anlamak ister. Çocuğa bakınız, ana ve babasına sürekli sorular sorar. Eline bir oyuncak verince, derhal içini açıp nasıl çalıştığını görmek ister. Kı­saca bütün ilmî ilerlemeleri bu tecessüs özelliğimize borç­luyuz. İnsanın bu araştırması pek eskidir; zekânın ilk geli­şimi ile birlikte başlamıştır. Ancak tahkîk (gerçekleştirme) vasıtalarımız, her şeyden önce, bizi dış âlem ile münase­bet halinde tutan hislerimizdir. Biz, önce gözümüzle gör­düğümüz şeylere, var diyebiliriz. Yani felsefe deyimiyle empiristiz.[25] Gözümüzle görmediğimiz, ellerimizle tutma­dığımız, kulaklarımızla seslerini işitmediğimiz, burnumuzla kokusunu almadığımız şeylere nasıl var diyebiliriz? Bun­dan başka, bu şekilde hislerimizle tanıdığımız şeylerin, bi­zim dışımızda bağımsız halde varlığa sahip olduklarına, yani biz onları idrak etmesek ve hatta ölsek bile, onların, yine “kendi zatı ile var” kalacaklarını düşünürüz. Deneyler geliştikçe, hislerimizin bizi aldatmakta olduğunu ve gerçe­ğin başka türlü olması gerektiğini anlamaya başlamışız. Meğer, uzaktan küçük gördüğümüz nesneler büyükmüş. Hareket eder gördüklerimiz sabit, sabit duruyor gördüğü­müz hareketli imiş.[26] Çölde uzaktan gördüğümüz suların serap olduğunu, yanına yaklaşınca anlamışız, insana, hatta dış âlemin hakikatından şüpheler böyie gelmiş. Bu konu biraz daha derinleştirilince nesneleri temel hakikati ile değil, kendi hislerimizin icaplarına göre algıladığımızı anlamışız. Gözümüz tahminen saniyede 450 trilyon titre­şim yapan ışığın aşağısında, yine tahminî olarak 750 tril­yon ışık titreşiminin üstündeki ışık titreşimlerini idrak ede­miyoruz. Fakat bu sınırlama indî (rölatif) değil midir? Me­sela duyularımız kırmızı ötesi (l’infra rouge) ile mor ötesi (l’ultra violet) renkleri algılayacak şekilde olsaydı, bütün dünyayı olduğundan daha farklı bir biçimde görecektik. Bazı hayvanların duyu organları başka türlü olduğuna gö­re, acaba onlar yaşadığımız şu dünyayı bizim gibi mi gö­rüyorlar? Algıların hayallerimizde, farklı bir biçime dönüş­tüğü tecrübe ile ortaya çıkmıştır.

Duyularımızın yanılmasına, hafızanın hataları ve aklî istidlallerdeki yanlışlıklardan başka filozofların ve bilim adamlarını düşüncelerindeki farklılaşma da buna eklenin­ce, bu şüpheler büsbütün artar. Mesela Thaies suyu nes­nenin aslı saydığı halde, Heraklit “diri ve düşünen” ateşin, Anaksimenes “sonsuz ve diri” havanın, Anaksimandros “belirsizin nesnelerin aslı olduğunu kabul edip savunmuş. Anaksagoras “bütün eşya amâ’da idi. ‘Akıl’ onları düzen­ledi” diye iddia etmiş. İşte ilk İndiyye (görecilik, relativis- me)[27], lnâdiyye[28] ve Laedriyye (bilinemezcilik, agnosti- cisme)[29] nin ortaya çıkışının sebebi bunlardır. Tevfik Fik­ret’in bu felsefî görüşlerden hangisine bağlı olduğu, tam olarak anlaşılamıyor. Fakat onun, daha çok, Pyrhon mes­leğine yakın olduğunu zannediyorum. Zira bir hüküm ver­mekten kaçınmakla, “Kim bilir belki hepsi vehmiyyât” demek­tedir. Yok, belki de var, âhiret de belki varmış! Zavallı ne, var, diyebiliyor, ne de inkâra cesâret gösterebiliyor. Ancak Pyrhon hiç bir şeyi tasdik etmemekle Ataraksiya yı yani, kalp hu­zurunu, sağlamanın mümkün olacağını öğretmişti. Bu filo­zofa göre fazilet, her konuda bu kalp huzuruna sahip ol­maktan ibâretmiş. Fakat Tevfik Fikret’in şüpheciliğinden bu şekilde felsefî bir amaç gütmediğini de açıkça görüyo­ruz. Pyrhon’un bu “bilmem”cilik sisteminden dolayı, öğ­rencisi Timon’un onu nasıl övdüğüne bakınız: “Ey muhte­rem üstâd! Ey Pyrhon! Safsatacı (Sofist)ların mânâsız dü­şüncelerinden, nefsini nasıl kurtardın. Sırf cehâlet ye saf­dillik bağlarını nasıl kırdın, Yunanistan’da rüzgâr nereden esiyor, veya eşyanın başı ve sonu nedir, diye aramaya hiç tasalanmadın.”.Acaba Tevfik Fikret de bu kadarcık bir kalp huzuru elde edibilmiş miydi? Şu kadar var ki, böyle bir hu­zuru, onun eserlerinden çıkarabilmek mümkün değildir.

ŞÜPHE

Ah bu şüphe, insanı yavaş yavaş kemiren ve ağır ağır öldüren ne korkunç bir hastalıktır. Fakat ne olur, bu şüp­heciler Spînoza’nın öğüdünü biraz dinleselerdi! Spinoza; “Gerçek agnostik (bilinmezci)in görevi, susup oturmaktır” demişti. Onlar bu öğüdü dinleseydiler, zararı hiç olmazsa kendilerine olurdu. Halbuki onlar, gönüllerde gevşeklik ve tembellik doğurarak ilerlemeye engel oluyorlar.

Yukarıda şüphenin, bilimsel gaye ile şartlı olması du­rumunda, ne kadar makbûl olduğunu söylemiştim. Fakat bizim, burada hastalık dediğimiz şüphe için, bir defa da Dr. Paul Sollier’in şu sözlerini dinleyiniz: “Şüphe, aksine hal­ledilmedikçe, şuur halinde varlığını sürdürür ve bütün ruhî hallerimize yayılır, zihnî faaliyetlerimizin her yanına uzanıp hücum eder ve bu şekilde hayatımızda gitgide daha büyük bir karışıklığa sebep olur. Bu şüphenin insan üzerinde be­denî, ahlâkî ve zihnî kötü etkileri vardır. ”

ŞÜPHENİN BEDEN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Şüphe, insanın tavır ve hareketleri üzerinde katılık, sı­kıntı ve beceriksizlik meydana getirir. Binaenaleyh şüphe sahibi, imkan elverdiği ölçüde, bu sıkıntıdan kurtulmak için hareketlerini en gerekli hususlara hasreder. Bedenî spor­lardan, oyunlardan çekinir, zira bu tip insanlar çok yorgun düşerler.

ŞÜPHENİN ZİHNÎ ETKİLERİ

Bu hastalığa yakalanan kişi, devamlı ve ciddi bir zihnî çabaya muvaffak olamaz. Beyni az çok uzun müddet, böy­le bir şüphe dalgalarıyla sallanmış bir adamın, zihnî güç sarfedebilmesi oldukça zordur. Onların dikkatleri de zayıf­tır. Zihinleri cevval değildir. Hafızaları azalır. Kendilerinde­ki duyumlar, fikirler ve alakadârlık çemberi gitgide daralır. Kısaca, her iş, onlara göre gittikçe imkânsız bir hâle gelir. Sadece tenkid fikirleri varlığını sürdürür. Bununla birlikte, çoğunlukla onların zihnî canlılık çemberi darlaştıkça, be­den sağlıklarında mükemmel bir denge ortaya çıkar.

ŞÜPHENİN AHLÂKÎ ETKİLERİ

Duyumların, eğilimlerin, kısaca kişiliğin en gizli ve sa­mimî temelini oluşturan şeylerin, maruz kaldıkları sarsıntı ve birbirine zıd dalgalanmalar, şüpheli insanların zihinle­rinde meydana getirdikleri sonuçların bir aynısını da, ahlâ­kî alanlarında oluştururlar. Davranışlarında beceriksizlik, sıkıntı ve harekete geçirici fikirlerinde karışıklıklar oluşan kimseler ürkek ve bencildirler. Bunlar muhabbet meclisle­rinde eğlenceye ve safâya rağbet ettikleri halde, herkesten kaçmak ve tenhada yalnız yaşamak isterler, bu nedenle çoğu kez, üzüntü ve sıkıntıya düçâr olurlar. Özgür bir dü­şünceden yoksun oldukları için, asla rahatça eğlenemez- ler. Manevî dirençleri zayıflar, bazan da hiç bir şeyden et­kilenmeyecek bir hâle düşerler. Bazan manevî kişilikleri o derece bozulmuş bulunan büyük şüphe sahibi kişilerin ço­ğunda, kendilerini kontrol duygusu zayıflar. O vakit insan­lar, hadiselerin tesadüf elinde oyuncak ve hakikattan şüp­he duyan zihinlerinin esiri olurlar.

ŞÜPHENİN SOSYAL SONUÇLARI

Hayatın bazı durum ve olaylarında tesadüfen şüpheye düşmüş bulunan bir kimsenin gerek menfaatları, gerekse görevi, ihmâle uğrar. Tereddüd ve şüpheye tutulan kimse­ler, bazı durumlarda, sorumluluğu üzerine alıp hareket et­mek gerekirken, ya geri çekilerek, yahut istenen ânda ha­reket etmeyerek çok önemli faydaları tehlikeye atarlar. Sa­vaş veya siyasette iş başına geçenlerin teeddüd ve şüphe­si, ne kadar tehlikelidir! Kendinden şüphe eden kişi, baş­kalarına nasıl güven verebilir? Zira şüphe edilen şeyin ko­nusu veya şekli, ne olursa olsun, bunun hakikati, kendin­den şüphe etmektir, insan kendinden şüphe ederse, ha­yatta nasıl hareket edebilir? Kendi namına hareket ede­meyen, başkalarının hesabına hareket edip onları hareke­te geçirebilir mi? Her yeni şey, insanı ürkütür ve ona uy­makta acz gösterilirse ilerlemeye nasıl yardımcı olunabilir? Bununla birlikte şüphecilerin çoğu, gerici ve ilerlemeye karşı iseler de, bazıları da bunun aksine, ileri gitmek iste­yenler ve hatta azgınlardır. Zira şüphecilerin diğer bir açık özelliği de, birden atılmaktır. Bulunduğu ihtiyatlı vaziyetten çıkmaya karar vermiş ürkek bir kişi kadar cür’etli insan bu­lunmaz; bu şiddeti, ona gerçekte sahip olmadığı bir kuvve­te de sahip olduğunu vehm ettirir. Kısaca, şüphecilerin ne işlerinde, ne de düşüncelerinde, itidâl yoktur. Ya pek faz­la, veya pek az! Mevkilerini, mesleklerini, memuriyetlerini sorumluluk korkusu ile terkeden ne kadar adam vardır! Bazılarının zannına göre, bu hal irâde yokluğundan kay­naklanır. Hayır bu hal, sağlam ve sür’atli bir karar verme­mekten, hayata ait olaylar ve hallerin bize sunduğu çeşitli çözüm şekillerinden birini tercih edememekten kaynakla­nır. Bunun içindir ki, erkek ve kadın nice kimseler, hayat ve geçim zorluklarına meydan okumaya cesâret edemiyorlar, yahut hayatın bekârlık, evlilik, bir mesleğe girme ve bir de­rece sorumsuz bir makâmdan, sorumluluğu bulunan ma­kama yükselme gibi nâzik anlarında hastalıklı bir şüphe içinde mahvoluyorlar. Nice kadınlar nikâhlarına tâlib olan­lardan birini tercihe karar veremedikleri için, sonunda ev­de kalıyorlar! Sosyoloji açısından böyle bir tavır ve hareke­tin sonuçları, üremeye ve cinsini korumaya engel olacağı için vahim olmaz mı? Şüpheci, atılgandan daha kötüdür.

Zira atılgan hiç olmazsa hareket edebiliyor, onu yönetmek mümkündür. Fakat şüpheci, yalnız kendisi tembel ve boş oturmakla kalmaz; başkalarının da hareketine, itirazlarıyla, eleştirileriyle, aşırı tembellik ile engel olur. Şüphe, başka­larının şevkini kıran bir şeydir. Özet olarak şüphecilere, mütereddidlere acımalıyız, çünkü, hayatları manevî ve sü­rekli bir sıkıntı içinde geçmektedir. Ancak, bu şekildeki şüpheci kişilerle arkadaşlık yapıp onunla beraber bulunan­la^, acınmaya daha çok muhtaçtırlar.

*  *

Şüpheciliğin, çeşitleriyle dayandıkları delilleri, çürüt­mek için, felsefe kitaplarında verilen cevapları, burada ya­zarak sözü uzatmayı uygun görmüyorum. Bu konuda et­raflı ve detaylı bilgi almak isteyenlere D. Mercier’nin “Cri- teriologie Generale” adlı eserinin 74 ncü sayfasından iti- bâren okumalarını tavsiye ederim.

KÖTÜMSERLİK (PESSIMISM)

Tevfik Fikret’in şiirinde tartışılacak ikinci noktanın, bu dünyadaki maddî ve manevî sıkıntılardan şikâyet olduğu­nu söylemiştim. Kötümserlik, bu şikâyetlerden ibârettir. Şâirimiz de bu görüşte olduğu için insan hakkında şunları söylüyor:

“Kimbilir belki aslımız toprak Bunu bir muztarib çamur yapmak Ki mesâmâtı kanla, yaşla dolu Hangi hâin tesâdüfün işi bu?” diyor.

Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, bu mesele Tevfik Fikret’ten çok önce, asırlarca zihinleri oyalamıştı ve oyalamaya da devam ediyor. Hindistan’da Boudha, kö­tümserliği bir mezhep derecesine yükseltmiş idi. Bu görüş Budizmin dışında da yayılmıştır. Bha-trihari adlı, kasidele­rinde beşerî varlıktan bakınız nasıl yakınıyor: “İnsanın öm­rü yüz yılı geçmiyor. Bunun yarısını gece alıyor, geri kalan yarısını da çocukluk ve ihtiyarlık devreleri işgâl ediyor, ar­ta kalan zamanda hastalıklar, ayrılıklar ve günlerin değiş­mesi ile, başkalarına hizmetle ve buna benzer işlerde di­dişmekle geçiyor. O halde, mutluluğu, dalgaların suda meydana getirdiği kabarcıklara benzeyen bir varlığın nere­sinde bulmalı?” “İnsanın sağlığını hastalıklar, endişeler tahrib ediyor, mutluluğun indiği yere, hemen felâket, kapı açıkmış gibi giriyor; ölüm, bütün varlıkları, birbiri ardınca yakalıyor, hiç kimse ona direnemiyor”.

Bu kötümserlik felsefesi^[30]*, Hind’den Mısır’a geçmiş, orada milattan üçyüz yıl önce Hegesias, onu var gücüyle öğretmeye başlamış, fakat Mısır hükümdârı Batlamyus, insanlara hayattan nefreti öğreten Hegesias’ın okulunu kapatmış ve onu da sürgüne göndermişti.

Artık bu eski zamanları bırakalım da biraz daha bize yakın olanlara geçelim. Yazar Bayie, yayınladığı tenkidî ve tarihî bir sözlük (sene: 1697) de, Allah’ın adâletini, in­sanların isteme ve seçmelerini inkâr etmişti. İşte onun bu könudaki itirazlarını çürütmek içindir ki ünlü filozof Leibniz (1646-1716) “Theodicee’sini yazmıştı[31]. Bu filozof diyor ki, kötülük nereden geliyor diye soruyorlar?

Si Deus est, unde malum? Si non est, unde bonum? Yani kötülük vardır. O halde iki şıktan birisi, yani Allah, ya ona engel olmamış, o takdirde âcizdir; yahut engel olma­ya gücü yetiyor idi, ama bunu istememiş, o halde “Nâfi” (Fayda verici) ismine lâyık değildir. İşte bu bakımdan so­nuçta, Allah’ın ya kudret veya âtıfetine ve her iki durumda İlâhî yardımına karşı çıkıyorlar”. Theodicee’nin içerdiği muhâkemeleri, burada tekrarlamak uzun olur. Fakat başlı­ca düşüncelerini, daha bazı mütâlaalar ekleyerek özet ola­rak yazarsam uygun olacağını zannediyorum.

Kötülük ya fizik ötesine ait, ya cismânî, ya da ahlakî olabilir. Metafiziğe ait kötülük, yaratıkların noksanlığından dolayıdır. Cismanî kötülük elemden, manevî kötülük de günahtan ibârettir. Bizzat kötülük bir varlık değildir, ancak varlığın bir arazı (ilinek)dır. Onun fiilî hakikati, varlığın bir aybı, bir noksanı olmaktan ibârettir. Bir varlığın iyiliği, onun düzen ve tertibe uygun olmasıdır. Bu düzen ve tertip, ge­rek araçları amaca bağlayan, gerek bir bütün içindeki kı­sımları ve parçaları birleştiren düzen ve tertip olsun, eşittir.

Metafiziğe ait kötülük, işin aslında bir kötülük değildir. Bu, Allah’tan başka bütün varlıkların sınırlı olmasından kaynaklanır. Allah’tan yarattığı şeyleri, kelimenin mutlak mânâsına göre, en mükemmel olarak yaratmasını istemek bir çelişkidir: Noksan, bütün mümkün varlıkların vâcib ola­rak mâhiyetine dâhildir. Phenelon’un ifâdesine göre, mah- lûkatta hiç bir noksan bulunmasaydı “Hâlık” (Yaratıcı) olur­du. Zira tam ve en mükemmel olmak Allah’a mahsustur.

Cismanî kötülük, tabiatta açıkça görülen düzensizlik­ler nedeniyle, his taşıyan mahlüların ıztırabından ibârettir. Bununla birlikte, cismânî kötülükler genellikle tahâyyül ol­duğu için daha azdır. Evvela, hayvanlar izdiraplarını dü­şünmedikleri için zannedildiği kadar ızdırap çekmezler. İn­sanlara gelince, onlar ızdıraplarını kendileri hazırlarlar. Kı­saca cismânî kötülükler, ya fıtratımızdan veya eşyanın ta­biatından veyahut eşyayı ve zatî kuvvetlerimizi kötüye kul­lanmaktan doğar.

İnsanın bedeni, hayvanın bedeni gibi tabiatı itibariyle bozulmaya kabiliyetlidir, eleme ve ölüme maruzdur. Eleme mârûz kalmaması için, hissedici olmaması, yani elem gibi lezzeti de duymaması gerekirdi. Hissî hayatta hareketlerin icabettirici sebepleri, duyumlardır. Eğer bunlar yardım gö­rürse, lezzetli; direnç ve engel ile karşılaşırsa tatsız olurlar. Lezzet ve elem hissî veya hayvanî hayatın aslî sebepleri­dir. Seçme ve isteme manevî hayat bünyesine dahil oldu­ğu gibi, lezzet ve elem de hayvanî hayatın terkibine girmiş­tir.

Oldukça geniş bir açıdan, “cismânî, zihnî ve ruhî lez­zet”, iyiliği gösterir, fakat bizzat iyilik değildir. Çoğunlukla ona karşıdır. Faziletli kişi, iyilik yapmayı zevke tercih eder.

Elem de, genel olarak kötülüğün alâmetidir, fakat biz­zat kötülük değildir; elem çoğunlukla bir iyiliktir. Bu lezzet ve elem, kendilerini doğuran fiiller üzerine etki ederler. Şa­yet itidâl derecesinde iseler, o fiilleri genel olarak uyarırlar. Aşırılık derecesine çıkarlarsa, o fiilleri zayıflatır ve felce uğratırlar. Çalışmanın meyvesi olan lezzet, o çalışmayı ar­tırır ve olgunlaştırır. Bu bir uyarıcı ve mükâfattır. İnsan, an­cak bir iş yaparken zevk duyar. Ve bu zevki duyarak, o işi daha iyi yapar. Zevkin tehlikesi, onu muntazam bir çalış­manın meyvesi olarak değil, bizzat bir amaç diye aramak­tadır. Zevk böyle aranırsa, yine zevkin kanunu insanı ce­zalandırır. Zira akıl yolundan sapar, gevşer ve zevk mey­dana gelmez. Özellikle zevk kastedilmiş olduğu için, zevk

kaybolunca, çalışmayı teşvik eder ve harekete geçirir. Ha­zır olunca onu uyuşturur ve sinir gücümüzün bütün zem­bereklerini çözer. “İyilik arzusu ve gelecek kötülükten kork­mak, bizi bunlardan birini elde etmek ve diğerini çevirmek vasıtalarını bulmaya sevk eder. Izdırap, yükselmenin uya­rıcı âletidir. Izdırap çekmeyen bir insan, ne bilir?” İnsanda aklî hayatın ve seçmenin gelişip olgunlaşması, ruhî gücün, sabrın, cesaretin, yani kuvvete ait bütün faziletlerle yumu­şaklığa, başkalarının ızdırabından etkilenmeye, acımaya bağlı olup ruha incelik veren faziletlerin yayılması (yerleş­mesi), ancak, mücadele sayesinde, yani ızdırap çekerek sağlanabilir^. En sıkı bağların, sıkıntı ve elem çekerken meydana geldiği denenmiştir. Uygulaması hiç bir zorluk ve zahmete bağlı olmayan faziletin ne değeri olur? Izdırabın her mezhepte ve her millet tarafından tasdik gören diğer bir fazileti daha vardır ki, bu onun günahlarının kefâreti ol­ması ve iradeyi yeniden tanzim etmesidir.

Binaenaleyh, lezzetin çekiciliğine veya ızdırabın iticili­ğine kör gibi kapılmak yerine, iki olayın hangi amaca yöne­lik olduğunu hatırlamak gerekir: Makûl bir lezzetten, ölçü­lü olarak payını almak, ahlâkî ilerlemeye faydalı veya lüzûmlu olan elemi kabul etmek. Tarih, günlerin geçmesiyle, nefsini süslemiş nice kişiler görmüştür.”

Cismanî düzensizliklerden Allah’ın hikmeti aleyhine bir delil çıkarmak için, yaratılışa ait genel planını bilmek ve cismânî kötülüğün daha yüce bir sınıftan iyiliğe bir vasıta olmadığını kesin olarak açıklamak lazımdır. Gerçekten ge­nel düzenin sağlanması için, ârâz olarak bazı şeylerin yı­kılıp yok edilmesi gerekir. Bu düzen, zarurî olarak günah­karların cezalandırılmasını da icap ettirir.

Ahlâkî kötülüğe gelince, bu, elem gibi, mânevî fıtratı­mızın kanunları icabından değildir. Fakat onun imkânı, İn­sanî fıtrattaki iyiliklerden büyük bir kısmının şartıdır. Zira bir hata yapabilme gücü, cüz’î irâdemizin sonucudur. İşte bu seçme sayesindedir ki, insan fiillerine sâhip, fazilet ve meziyete hak kazanmıştır. Allah’tan insanın artık insan ol­mamasını istemek demektir. Şu halde ahlâkî kötülük, insa­nın cüz’î irâdesini kötüye kullanmasından doğar. Gerçek­ten, fâilde etkili olan, yine Allah’tır. Fakat kötü bir işte, nis- bet mahlûkadır. Şunun gibi: Topal birinin hareketi, ondaki hareket ettirici kuvvetten doğar. Fakat aksaklığı, bacakla­rının ayıp ve kusurundan dolayıdır.

Şerli ve hâin kişilerin refah içinde yüzdükleri halde, hakkaniyet ve fazilet sahipleri sıkıntı ve sefalet içinde ezi­liyorlar. Bu da olayların dışına bakanların gözünde, Al­lah’ın adâletiyle uyuşur olarak kabul edilmiyor.[32] Fakat bü­tün bu durumlar için:

“Hangi hâin tesadüfün işi bu?”

mu demek uygundu? Yoksa 1775 senesinde şiddetli bir zelzele Lisbon’u yıktığı ve 35.000 insanı öldürdüğü vakit, bu olaydan etkilenerek, kötümserlik gösteren Voltaire ka­dar olsun:

Un jour tout sera bien, voiiâ nötre esperance

Tout est bien aujourd’hui, voiiâ i’illusion.

demesi mi ihtiyata uygun olurdu.[33] Tevfik Fikret’in şu “hâ­in tesâdüf” ü bana zorunlu olarak Schopenhauer ile öğ­rencisi Hartmann[34]’ı hatırlatıyor. Schopenhauer’a göre, bu dünya, mümkün âlemlerin kötüsüdür. Bu âlemi akılsız ve maksadsız, kör bir kuvvet yapmıştır.[35]

Kötülük, yaşamak istemek gibi akılsızlıktadır. Bunun ilacı ise, açlık vasıtasıyla intihardadır. Bu görüşe karşı Ca- ro diyor ki: “Felâketin büyüğü insan olmak değil, insan ol­duğu halde, ne sebeple bir hayvan olmadığı için canı sıkı­lacak kadar kendini hakîr görmektir.”

Hartmann’a gelince bu filozof da âlemin illetinin, ken­dini bilmeyen bir fikir olduğunu serd ediyor. İnsanlar hayat­taki büyük butlânı anladıkları gün, âlem kendini yok etmek isteğiyle, kendisini kurtaracaktır. Yükselmenin son sınırı yokluk imiş.

Yalnız Schopenhauer’la Tevfik Fikret arasında, şu önemli farka dikkat etmek gerek: Alman filozofu, kendi kö­tümserlik felsefesinden çok güzel bir acıma ahlâkı çıkar­mayı bilmiş ve insanlara bir kurtuluş ve selâmet yolu gös­terebilmiş. Ona göre acımak, ene(ben) ile ene olmayan, “ben ve ben’den gayri şeyler” arasındaki her şeddi her en­geli kaldırdığından insana bütün varlıkların, yaratılış itiba­riyle ikiz olduğunu anlatıp öğretiyor.^

Hayatının son senelerini “Âşiyân”ında kapatan, he­men herkese dargın, herkesten ve her şeyden şüphe eden Tevfik Fikret, keşke Alman filozofunun tavsiye ettiği yolu da terviç etmiş olsaydı! Yahut insanların tesellîsi ve sükû­nu için, başka bir şey düşünmüş idiyse, bari onu da haber vermiş olsaydı!

Bununla birlikte, söz aramızda kalsın, gençliğinde frengi hastalığına yakalanmış olan Frankfurtlu o büyük fi­lozofun kötümserliği yaşı ilerledikçe geçmiş ve vefatından biraz önce daha 20 yıl yaşayabileceğini ümid ve temenni etmeye başlamıştı[36].

Alman şâirlerinden Heine, Nicolas Lenau “Alem’in Gamı” (Weltschmerz)’nı parlak bir dille terennüm etmiş oldukları gibi, Rus şâirlerinden Pouchkine ile Lermontoff, yazdıkları şiirlerde “Hayatın Amacı Nedir?” sorusunu sor­duktan sonra, buna insanı bir hayli yeis ve gevşekliğe dü­şüren cevaplar vermişlerdi. Ingiliz edebiyatçılarından Byron ile, İtalyan şâirlerinden Leopardi de o kötümserler kafilesinin önünde bulunuyorlar.

Fakat tuhaf şey, hayattan o kadar bezginlik gösteren bu efendilerin öğretmenleri durumunda olan Schopenha- uer, az önce belirttiğim gibi, hayatının son senelerinde, yaşamaktan son derece zevk almaya başlamıştı. Haniyâ ölmek pek iyi imiş, Nirvana’ya(2^ dönmeli imiş. Diğer kö­tümser filozof Mainlander de mezara girme zamanı yakla­şınca, fikir değiştirip, yaşamayı tercih etmişti. Hele bu filo­zoflar son günlerinde, bir güzel kadına gönüllerini kaptır­mış olurlarsa, hayatı pek sevimli, pek güzel görmeye baş­lamış olmalılar. Bunun en güzel örneği Goethe’dir. Bu bü­yük dâhî 74 yaşındayken güzel mavi gözlü, siyah saçlı, ka­nı sıcak ve neş’eli, henüz ondokuz yaşındaki dilber (Ulri- ke de Lewetzow)e tam bir harâretle gönül bağladıktan sonra, hayatı ne kadar tatlı görmüştü!.. Goethe, gençliğin­deki aşırı kötümserliğini, meşhur Werther romanında pek siyah ve insanı ağlatan, bitiren sahifelerle anlatmıştı. Fa­kat yaşı ilerlemiş Goethe’yi, şaheseri olan “Faust”unda ne kadar değişmiş buluruz. 80 yaşında iken bile, maddî, manevî bütün gençlik gücünü güzelce koruyan bu bâde- perest (içkici) eşsiz üstad hayata ne kadar sarılmıştı! Fa- ust’un ikinci bölümünde dilber Helen’e yöneltilen o içli seslenişler ne kadar sıcaktır!

* *

Bizim şâirlerimizin terennüm ettikleri kötümserlikleri­ne, yine de inanmıyorum.

“Gelmeseydim âleme ma’dûm (yok) olaydım keşke!”

diyen şâire buyurun dönmeniz için tantanalı bir. cenaze alayı da tertip edilecektir, denilseydi, kim bilir nerelere giz­lenecekti?

Âsûde olam dersen eğer, gelme cihâna

Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazâdan

diyen Ziyâ Paşa’ya, buraya gelirken fikrini almışlar mı? Alırlarken de, kendisine gitmek istermisiniz, demişler mi!

Her halde böyle insanı, zaaf ve terdıide, gevşeklik ve ye­ise sevkedecek sözlere önem vermeyerek, hayatın her türlü problemlerini yenme sebeplerini sağlamaya çalışma- lıyız.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: TANRITANIMAZLIK*[37]*

“İnsanlar, Allah’ı büyüklük arşından indirdikleri halde, ne burçlar yıkılıyor, ne yıldırımlar düşüyor, ne kasırgalar esiyor, ne cehennemler kaynıyor. Kimsenin aldırdığı yok! Aksine her tarafta bu manzaraya karşı kah kah gülüyorlar.”

Tevfik Fikret’in özeti bundan ibâret olan beytleriyle kı­zıl bir tanrıtanımazlık sergilediğini yukarıda kaydetmiştim. Fakat onun bu taşkınlığı sırasında, nasıi bir duyguya ka­pıldığını, doğru olarak bilmek isterdim. O, şüphe yok ki in­sanlara dargındı. Zira onun gözünde, insanların hepsi ah­mak, hepsi hilekâr, hepsi bencil ve belki hepsi kirli idi.

“Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân!”

(Kaç alın vardır, çıkacak parlak ve temiz)

diye soran şâirimiz, kaderi ve talihinden de şikâyetçi idi. Öyle ya, parlak şâirâne dehâya sahip bulunduğu halde, değerini bilememişlerdi. Galatasaray müdürlüğünden bile çıkarmışlardı. Takdir edilememek yetişmiyormuş gibi, ba­şına bir de diyabet (şeker hastalığı) musallat olmuştu. Haydi o câhil insanlar, onun değerini bilemiyorlar, Allah ol­sun onu bu hastalıktan koruyabilirdi ya! Fakat Allah da al­dırmamış, çünki âcizdir. Hem baksanıza, onu yüzlerce asır oturduğu büyüklük arşından kaldırıp yere çaldıkları halde, hiç bir şey yapamıyor. Onun bu düşüşünden, gök kubbesinin bir çivisi bile oynamadı, ne olur insanların ba­şına bir kaç yıldırım düşseydi, bir iki kasırga kopsaydı! Ha­yır, hayır, tabiatta bir inilti bile yok. Aksine her tarafta bu düşüşe kah kah gülüyorlar. Şu halde şâirimiz, artık bütün intikam alıcı öfkesiyle ferah ve öğünçlü:

“Kizbe yalnız riyâ ve humk ağlar.”

(Yalana, sadece gösteriş ve ahmaklık ağlar)

demekte, kendisini haklı görmüş! Gerçekten dünyada doğru sadece şâirimiz, samimi yalnız o, akıllı yalnız Tevfik Fikret değil mi ya? Vah zavallı kötümser hasta! Fakat ona sorsak, büyüklük arşından yere atılan, hangi Allah imiş ve bunu yapanlar hangi insanlar imiş?

Bir zamanlâr Yunanlılar, ülkelerinin en yüksek dağı olan Olimpos Dağı’nı tanrının evi zannederlermiş, Zeus’un tahtı[38] orada kurulu imiş. Fakat Tevfik Fikret şüphe yok ki bu veya şu milletin taptığı özel ilahları kastetmiyor.

O açıkça insanlığın taptığı Allah’a saldırıyor. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de, gerekse Tevrat’da “arş” kelimesi kul­lanıldığı için, Allah’ı bir taht üzerinde oturan zâlim bir kral gibi düşünüyor. Gerçekten Avrupa klişelerinde Allah’ın, en büyük sanatkârlar tarafından yapılmış, insan şeklinde­ki çeşitli resim ve heykelleri vardır. Bunlara bakarsanız (hâşâ) Allah bu kainatı yaratmak üzere altı gün çalıştığı için yorulmuş ve bu yorgunluk nedeniyle, Onu alnı buruş­muş, sakallı bir yaşlı bir adam hâlinde görürsünüz! Fakat insaf ediniz, hangi batılı bunlara Allah diye inanmış? “Ya­ratılış” bölümünün temsîlî bir hikâyesini göstermek için yapılmış bir sanat eseridir. Ayrıca, müslümanlarda, Al­lah’ın bu şekilde resmi, heykeli ve hayâli de yoktur. Gerçi Kur’ân-ı Kerim’de, “Rahman, arşın üzerine istiva etti” (Tâ- hâ(20),5) âyeti vardır. Ancak, hiç bir Kur’ân yorumcusu, arşa, taht; kuruldu (istevâ) fiiline de oturmak anlamını ver­memiştir. Zira bütün kâinât Allah’ın arşı olup, istivâ da kahr ve galip gelmek demektir. Şu halde, müslümanlar arasın­da, göklerin bir yerinde tahta oturmuş, etrafını melekler ku­şatmış, elinde saltanat asâsı, oradan aşağı hışım ve öfke ile bakan bir Allah, kesin olarak hiç bir zaman düşünülme­miştir.^

Şimdi, Yunan mitolojisinin boş efsanelerini, Tevfik Fik­ret’in günümüz insanlarına mal etmek istemesi, gerçekten

çok üzücüdür. Şüphesiz k,i bu “insanlar” sözü ile, sadece fikrî ve medenî seviyesi yeteri miktarda olanları kastettiği­mi takdir buyurursunuz. Bu konuda, elbette, kendilerini mesela Kanguru denilen hayvan gibi, bir totem ile bir sa- yan[39] ve onu yakın akrabası sayan Avustralya yerlilerini kastetmiyorum. Şimdiki insanlar, Allah’ı kabûl ederler ve severler. Ancak O’nun hiç bir zaman bilimsel deney konu­su olamıyacağını da anlamışlardır. Gerçekten, sağda sol­da bir takım inkarcılar vardır. Fakat filozofların ve bilim adamlarının büyük çoğunluğu Allah’ı kabul etmekte ve O’na saygı duymaktadırlar. Bunların şu dosdoğru olan sis­temlerine bağlanmak, hikmet ve ihtiyata daha uygun iken, niçin bir kaç bozuk düşüncelinin, sakat fikirlerini benimse­yeyim? Ayrıca, desteklediği ve açıkladığı evrimcilik (l’evolutionisme) teorisiyle[40] bizi oldukça şaşırtan Char­les Darvvin’in bile, Allah’a inanmakta hayat ile kâinattaki kuvvetlerin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekte olduğunu görsem, artık bir daha tereddüde kapılır mıyım? Bu konuda Darvvin’in en önemli bilimsel eseri “Türlerin Kökeni” (Origin of Spieces)’nin ondördüncü bölümünün beş ve altıncı satırlarındaki ifadelere bakmanız yeterlidir.

Günümüzün büyük filozoflarından Bergson’un çeşitli eserlerinin hiç birinde doğrudan doğruya “tanrı” meselesi­ne dokunduğunu görmüyoruz. Fakat, özellikle “Yaratıcı Evrim” (l’Evolution Creatrice) adlı eserinden: “Yaratıcı ve yapıp etmelerinde bağımsız, hem maddenin, hem de ha­yatın meydana getiricisi olan ve yaratma fiiline, hayat yö­nünde çeşitli bitki ve hayvanların evrimi ve değişimi ve İn­sanî şahsiyetlerin teşekkülü vasıtasıyla devam eyleyen bir Allah fikri çıkarılabileceğini'*[41] kabul etmiştir.

Fakat efendim, bizim aklımız yok mu? Vicdanımızın her ân gösterdiği bir gerçeği, Darvvin veya Bergson’un göstermeleriyle desteklemeye veya doğrulamaya neden gerek duyalım? Bu, bizim düşünce bağımsızlığımıza ters düşen ve insanlık onurumuzu zedeleyen bir şeydir. Önü­müzde, dünyalar, güneşler ve her biri başka başka âlem­ler olan samanyolları, bazan gönülleri okşayan bir güzel­likle, bazan korku verici bir heybet ve şiddetle, yüceliğini ortaya koyup durmaktadır! Onları kuşatan güçte ise, bir sonsuzluk, olanca büyüklüğü ile gözlerimizin önüne açılı­yor! Biz bu okyanus içinde, bir damla bile değiliz. Fakat vicdanım, o sonsuzluğa çekilmekte, onun susuzluğu ile yanmakta. Âh o ünlü kâşif, bu şiddetli ihtiyacı ne güzel an- lamış.[42] İskandinavyalI Johan Bojer adındaki bir yazar “Büyük Açlık” adlı romanında insanların vicdanındaki bu sonsuzluk ihtiyacını, bakınız nasıl inceliyor: “özellikle ser­vete, şan ve şerefe, bilgiye aç değiliz. Açlığımız ancak, sonsuzluğadır. ”

r Bir yönüne bakmakla, “sonsuz” adını verdiğimiz güç, kendilerini yenmek mümkün olmayan kanunlarla, pek açık bir şekilde kendini gösteriyor. Evet, o kanunlarda bozulma ve değişme olamaz. Bütün tabiat olayları, insanı ne kadar hayrette bırakacak bir düzen içinde meydana gelmektedir. O kanunlarda biraz sapma olsa, ne kadar müthiş ve kor­kutucu sonuçlara neden olurdu! Rabbânî hikmetin açık işâretlerinden olan bu kanunlar sayesinde, yıldızların dön­mesinden iki güç meydana geliyor: Birisi merkezden dışa­rıdır ki, âlemleri eşit uzaklıklarda tutar; diğeri merkeze doğrudur ki, her şeyi onların yüzeyinde muhafaza eder. Yüksek göklerin şu mekanik düzeninde bir dakikalık, hatta bir sâniyelik bir duraksama olsaydı, bütün kâinât alt üst olurdu. Yıldızlar, hallâç pamuğu gibi darmadağın olurdu. Fakat tüm bunlar, öyle bir kolaylık, öyle bin incelikle mey­dana geliyor ki, hiç bir şeyin farkında bile değiliz. Hatta en büyük matematikçiler ve mühendisler arasında bile, dün­yanın ve diğer gezegenlerin yüzeyinde, denizlerini, dağla­rını, orada oturanları vs. tutmak için düzenlenmiş olan kuv­veti kim hesap edebilmiş? (Bu satırların yazılış tarihinin 1926 olduğunu gözden uzak tutmayalım. Yayma hazırla­yanın notu). İçi su dolu bir kâseyi çevirmeyi denesek, da­ha ilk anda üstümüz başımız sırılsıklam olur. Denemeye biraz daha devam edersek, kasede bir damla su kalmaz. Halbuki içinde denizler ve nehirler bulunan o olağünüstü büyük kap, yüzyıllardır dönüp duruyor. Eğer merkeze doğ­ru kuvvetler yer çekimi bir saniye duraklasa, bütün o sular uzaya saçılır, biz de susuzluk ve açlıktan ölürdük. Dünya­nın güneşle arasındaki uzaklık, tam güvenli bir şekilde be­lirlenmiştir. İşte o sâyededir ki, gezegenimiz güneşin hayat veren ışınlarından yararlandığı halde, onun çok yüksek olan ısısından kavrulup yanmaz. Yahut güneşten pek uzak olmadığı için soğuktan ölmez. Kısacası, güneş ile gezegenleri arasındaki uzaklığın ne kadar olması gereke­ceği mükemmelen halledilmiştir.

Fakat inkârcılar, bu kanunların ve düzenlerin kör bir kuvvet veya Tevfik Fikret’in tevehhümü gibi; hain bir tesa­düfün eseri olduğunu veya daha az saldırgan bir tâbir ile tabiatta bir otomatizmin valığını iddia ediyorlar. Şu halde bir yaratıcının, bir düzenleyicinin varlığını düşünmeyi zor sanmış! Gerçekten Allahü Teâlâ âlemdeki işlere, bizim iş­lerimizi düzenlediğimiz gibi müdâhale etmez. Onun vasıta­ları çok büyük ve son derece mükemmeldir. Fakat bu hal, onun müdâhelesine engel olamaz. Bu müdâhele yaratma kanunlarını, mükemmel bir güç ve ustalıkla gerçekleşme ve istifâde etme mevkiine koyması, onların sınırsız olgun­luğu ile desteklenmiştir. Kanunlar ise, düzenleyicisiz ola­maz. Her tür, her varlık bütün evrim ve gelişimini, kendisi­ne mahsus yapısını, kendi bünyesinde potansiyel olarak bulundurmaktadır. O çevresini kendisine ayırır, kendi var­lığına, kendi gelişme ve büyümesine en gerekli olan şey­leri kendine uyarlar. Bu bakımdan, tavusun tüyleri, gülün kokusu ve rengi, kendiliğinden hazır olarak bulunan şeyler sâyesinde, o çekici güzelliğe, o hoş kokuya sahiptir. Hal­buki o hazır olarak buunan şeyler, bizim için geçerli değil­dir. Bizim için de bu şeyler böyle oluyor. Şöyle ki, insanın geleceği, yumurtanın içerdiği hücrelerde mevcuttur. Bili­min deney ve araştırmalarından önce, ahmakça zannedil­diği gibi, tahtadan kazıdığımız heykelcikler gibi oradan çık­mıyor. Böyle bir şey imkânsızdır. Bu çeşit kendi kendine üreme, ancak aşağı varlıklarda görülmektedir. Halbuki kü­çük hücrelerin gelişmesi, mantıkî bir seyir takip eder. Jine­koloji,[43] bize onun çeşitli aşamalardan geçtiğini gösteri­yor. Bu aşamalar, insanlıktan önceki merhalelerin aynıdır. Hücre, bu aşamaların her birinde, sonunda insana ulaş­mak üzere, yeni özellikler kazanır. Bununla birlikte, çoğu kez, bu yavaş gelişimde, önceden var olan bir uzvun, ba­sit bir sapması, gelişme kaydetmesi, yeni bir kabiliyetin oluşumuna yetmektedir. Tabiatıyla, oranı koruma şartıyla, maddeyi işleyerek, onun hiç bir zaman sahip olmadığı özellikleri icad etmiyor muyuz? Meselâ elimize bir kağıd parçası alalım, bu hiç bir işe yaramaz. Fakat onu katlamak suretiyle kutuya dönüştürebiliriz. O hep kağıttır, ancak bir kaç defa bükmek, onu kutuya dönüştürmüş ve ona önce­den sahip olmadığı özellikleri kazandırmıştır.

Her yerde her şey için geçerli olan, bu haldir. Kısaca, belirli bir plana uygun olarak tabiat işlemektedir. Tabiatın kendisine özgü tezgahları, dökümhaneleri ve fabrikaları vardır ki, orada nesneleri lehimler, çekiçle döğer, kalıba döker, karıştırır. Bunlar, bütün bu âlem içinde cereyan eder. Her şey bu gayeler için düzenlenmiştir. Şimdi kâina­tın bir düzenleyicisi bulunduğunu inkâr etmek, bu düzenle­menin bize görünmemesinden değil, kesin olarak sağlıklı bir aklın yokluğundandır. Eğer hayvanların muhâkeme gü­cü olsaydı, bizim icat ettiğimiz âletler hakkında aynı inkâr- cı cevâbı kullanacaklardı. Onlara şu makinelerin işleme­sinde insanların müdâhalesi olduğunu söyleselerdi, “hadi oradan, bu bir masaldır, yalandır” diyeceklerdi. Dolapların, pistonların, kendi kendine işlediklerini görüyoruz. Tezgah­larda testereler, rendeler, âletler aynı tarzda işliyorlar. Fa­kat o hayvanlar, bulundukları mevkiden yükselmeye muk­tedir değil, zihnî olarak soyutlamalara yeteneksiz, sadece gözlerinin gördükleri, kulaklarının duydukları şeylerle hü­küm vermeye alışmış oldukları için, bir nokta kadar haklı­dırlar. O makineleri yapmak için, önceden yapılması gere­ken çalışmalardan haberleri yok; madenleri topraktan çı­karmak, yumuşatmak için eritmek gerektiğini, madenin di­rencine göre hesaplanmış, ustalık ve vukufla düşünülüp düzenlenmiş ve yapılacak işin durumuna göre tertib edil­miş bir plan icap ettiğini bilmiyorlar. Bu kadar bilgi ve usta­lığa kabiliyetli varlıklar olduğunu varsaymak, kabul etmek, onlar için imkansız olurdu. Onlar bizim üstünlüğümüzü ta­nıyıp mühâkeme edememekle birlikte, seziyorlar. Onlara üstün gelişimizin nedeni, tabiî olarak budur.

Hayvanlarla aramızdaki uzaklık, ne kadar büyük olur­sa olsun, onların anlayışlarını bizimkinden ayıran bir sınır vârdır ki, bunu az çok tahmin etmek mümkündür. Fakat bi­zimle sınırsız tabiat arasındaki uzaklığı tahmin etmek, im­kansızdır. Bu hal, bizi şu masum hayvanlar seviyesine in­diren, kainat hakkındaki boş hükümlerimizde, daha ihtiyat­lı olmaya sevk etmelidir. Bizim, onlar gibi mazeretimiz de yok. Zira, kalbimizde bir öncesizlik ve sonrasızlık duygusu vardır. Bu duygu, ona yaklaşmayı denemek üzere, daha yükseğe kalkmakla bizi yükümlü kılmalıdır. Her ne kadar ona ulaşmak, gücümüzü aşıyorsa da, bu hâl, hiç olmazsa onun yanaşılması mümkün olan kenarlarına sokulmamak için bir neden teşkil etmez. Bilim ve sanatlarda da böyle değil mi? Onların alanı sonsuzdur. Eğer bu nedenle onla­rı incelemekten kaçınmış olsaydık, şimdi bulunduğumuz ileri dereceye asla varamazdık. Hepsini istemek, veyahut hiç bir şey istememek, akıl hikmete uygun değildir. Mümkün olana razı olmak, elbette tercih olunur. Bununla birlikte, bu kadarı da mühim bir bilgi hâzinesi oluşturmak­tadır. İlmî inceleme ve araştırmalar, o hâzineyi sürekli ve azar azar, zayıf beyinlerimizin kabiliyetine uygun olmak üzere artırmaya müsaittir. Ayrıca, beynimizin bu zayıflığı, ancak sonsuzluğa göredir. Zira kazandıklarımızın tümüne birden bakılırsa, aksine zihnî güçlerimizin fazlalık ve ge­nişliğine şaşırmaktan ve şaşkınlığımızı, bu muazzam tabi­ata da yükseltmekten kendimizi alamayız. Zira bütün iler­lemelerimizi ona borçluyuz. Bununla birlikte, ne kadar yü­celir ve kuvvet kazanırsak, onun kuvvet ve haşmeti, o ka­dar çok açık hale gelecektir. Hiç bir zaman son sınıra ula- şamıyacağız. Zira biz ilerledikçe sınırlar gerilemektedir, yahut sınır ve kenar yoktur. Yani, her zaman bilinmesi ve nüfûz edilmesi gereken bir şey veya sır kalacaktır.

Fakat, şu anda bulunduğumuz durumda kalacağımızı iddia etmeye kim cesaret edebilir? Şimdiye kadar geçtiği­miz aşamalar, göz önünde tutulursa, başka yavaş değişik­lerin meydana geleceğini çıkarmak, yalnız câiz değil, hat­tâ mantıkîdir. O değişme meydana geldiğinde, daha yük­sek aklî yeteneklerle donanacağız ve onlar sayesinde, bu­gün bize tamamen kapalı bulunan bilgileri ele geçirebile­ceğiz. Bu değişikliklerin, cismanî olmaktan çok, aklî ola­caklarını tahmin edebiliriz. Açıktır ki dış şekil, şu âna kadar olduğu gibi, bu gelişimi takip edecektir. Eserden çok, sa­natkâra, müzik üstâdına, daha gelişmiş, daha ince bir enstrüman lazım değil midir? Fakat öyle de olsa, bu insan bedeni, sürekli yok olmakla yüzyüzedir. Önemli olan hu­sus, bedenimizin dış şekli bakımından tekâmül etmesi de­ğil, asıl önem, akıl ve edeb[44]e aittir: Zira insanlığın ilerle­me kaydetmesi için gerekli olan harekete geçirici iki şey bunlardır.

Bu ilerleyiş, akılları durduracak bir hızda aşamalar yapmıştır. Günümüz biliminin verilerine göre, biz tahminen 30.000 yıldan beri varız(1). Halbuki yine o bilgilerin ışığın­da, ırkımızın okyanusların derinliklerinde uyuyan sayısız kü£ük hücreciklerini kendi mertebesine çıkarabilmek için yüzlerce milyon yılın geçmesi gerekmiş. Bu milyonlarca yıl, ölümlü ve âciz insanların başını döndürüyor. Fakat sonsuzluk önünde, milyonlarca yıl veya bir dakika ve bir sâniye nedir? Bütün bunlar sonsuzluk dalgası içinde bo­ğulmuştur, sonsuzluğa göre, zaman yoktur.(2^

Heybetli bir yavaşlık içinde yatağı derin büyük bir ne­hir gibi, uzunluğu bizi sersemleten şu olağan üstü büyük devirlerde, dünya küresinin unsurlarının oluşması için ge­rekli olaylar, sıralar içinde peşpeşe akıp gitmiş. Nihayet in­san ortaya çıktığında, onun bilim ve akıl ile işbirliği yapma­sı sayesinde, ilerleme adımlarını hızla atmış. Demek ki, dâima ruhun ve nefs-i nâtıka(akıl)nın üstünlüğü!

Yine ekleyelim ki, insan, ilerlemeyi ondan başka kim­seye borçlu değildir. İnsana her zaman öyle yüce bir kıla­vuz gerekecektir. O olmasa ve insan tek başına kalsaydı tamamen acze mahkûm olurdu.

Bu girişlerden maksadımız, Allah’ın varlığını ispatla­yan delillerden bazılarını ortaya koymaktır. Bu konuda fel­sefe kitaplarında ortaya konması alışılmış olan delilleri, belirli bir tertip hâlinde görmek isteyenler, o kitaplara bak- sınlar(1'.

Biraz önce “zaman”dan bahsetmiştim. Âlemdeki olay­larını üzerinde cereyan ettiği bir de mekan vardır. Burada, mekânın, l’Abbe Th. Moreut duymasın[45] aritmetik anla­mıyla sonsuzluğundan da bahsetmeyeceğim. Sadece tar­tışmaya sebep olmamak için, yaratma işlerinin tamamlan­masının, zaman ve mekana bağlı olduğunu söylemekle yetiniyorum.

Bundan başka bu mekânın her yönünde, canlılık ve hareket görüyoruz. Ancak bu canlılık ve hareket, madde­nin de varlığını gerektirir. Fakat madde cansız ve hareket­sizdir. Yalnız başına bir iş yapamaz, hiç bir şey meydana getiremez. Zaruri olarak ona, bütün dereceleriyle ruhun da çalîşma birliği ile ona eşlik etmesi gerekir. Hayat sahibi en aşağı varlıklardan bize varıncaya kadar, hepimiz bilerek veya bilmeyerek, maddeye bu yardımı yapmaktayız. Şu halde, beraberce var olan madde ile ruhun, birbirine uy­ması lâzımdır. Fakat madde ile ruhun beraber çalışması, görmekte olduğumuz ince san’at eserlerinin meydana gel­mesine yeter mi? İşte biz buna ihtimâl vermiyoruz. Bunun için Hakîm bir yöneticinin son derece sağlam (precies) ka­nunlarla işleri yürütmesi ve kudret eliyle, her şeyi bir düzen ve armoni içinde tutması lâzımdır. Bu muazzam yönetişle­rin planını anlıyamıyorsak da, geçmişteki durumumuzla, şimdiki durumumuzu karşılaştırınca, Yaratıcı kudretin, in­sanların ilerlemesini hedef aldığına hükmedebiliriz. İnsa­nın aklı ve düşüncesi, bazı istisnâlar bir yana bırakılırsa, kendi kısa hayat süresinin ötesini görecek kadar yeterli değildir. Her ne olursa olsun insanın üstünlüğü, bu âlem­deki şeylerin tümünü kuşatmaktan âcizdir. Onları ihata et­mek hususunda daha da acizdir. Bu âlemdeki işlerin yürü­tülmesi işi insana bırakılmış olsaydı, dünyanın hali acaba ne olurdu? Ne büyük bir karışıklık ve perişanlık olurdu? iç­lerinden birisi yağmur, ötekisi kuraklık, yahut birisi sıcak, diğeri soğuk isteyecekti. Her konuda herkes, kendi yararı­nı gözönünde tutacaktı. Kabaca herkesin yararı, bir kişinin yararına kurban edilecekti. Ve bütün yarar kendisine has­redilmek istenecekti. Zira ister bir ferd, ister bir âile veya bir millet bahis konusu olsun, sonuçta bencilliğimiz doy­mak bilmiyor. Gücümüz arttıkça, onu kötüye kullanmaya daha çok heves ediyoruz. Gerçekten güç ve başarı içinde iken, dâima adâlete yapışmak için, pek az olan bir ahlâkî üstünlük lâzımdır. Bu kadar farklı ahlâklar, çelişkili menfa- atlar arasından, hattâ nisbî bile olsa, bir denge nasıl kuru­labilirdi? Bize rağmen, olayların zorlamasıyla ortaya çıkan bir parça âhenk bile zorlukla korunabiliyor. Bu nedenle, in­san başta olmak üzere bütün mahlûkât için genel maddî dengeyi koruyan, duvar saatlerimizdeki dengeyi sağlayan rakkâs gibi mekanik düzenleyiciden başka, mutlak güç sâ- hibi, hikmetle yöneten biri lâzımdır ki, bu heybetli kitleyi kullansın, yönetsin ve düzene soksun, bu ahengi bozanla­rı yıkıp devirerek, bir düzen sağlasın.

Biz de bu şekilde davranmıyor muyuz? Cismanî ve noksan olan zekalar üzerinde, maddî, zihnî ve manevî sevk ve idare bizde değil mi? İhtiyacımız için icad ettiğimiz makineler, kullandığımız kuvvetle kendi hallerinde bırakıl­mış olsalardı, ne olurdu? Onlar bizim yararımıza çalışa­cakları yerde, her şeyi yıkıp tahrib ederlerdi. Bir sevk ve idâre olmasa, onları kullanmak mümkün olmazdı. Mesela kondüktörsüz olmak üzere bir milyon lokomotifi harekete geçirilmiş varsayalım. Böyle bir karışıklığın neden olacağı felâketli sonuçları, varın tahayyül edin. Bununla birlikte bu bir milyon lokomotif, gözümüzde çok büyük bir kuvvet ola­rak görüldüğü halde, onu tabiatla orantılarsak, çok önem­siz kalır. Bunun gibi güneş, çevresindeki gezegenlerin or­tasında, dengesini sağlayan akılları şaşkınlığa düşüren kanunlarla yönetilmiş olmasaydı ve bu nedenle o ateşli kü­re etrafındaki gezegenler üzerine atılsaydı, ne korkunç bir yangın çıkardı. Bütün bu gezegenler ateş içinde mahvolur­du.

Bize göre zekâları eksik olan hayvanlara karşı düzen- leyicilik görevimiz de, aynıdır. Onlar bizim gözetimimiz al­tında, bize hizmet ederler, bize yararlı olurlar. Bu gözetim olmasa, onlara gösterdiğimiz işi yapamazlar. O işlerdeki amacı bilmediklerinden, onu anlamaktan âciz olurlardı. Biz de sonsuzluğa göre bu durumdayız, ilmi ve gücü mükem­mel bir düzenleyicinin yönetim ve yürütmesi olmasaydı, aynı vahşet ve aynı cehâletle hareket etmiş olurduk. Biz­de meydana gelmesi ve gerçekleşmesine şuursuz olarak ortaklık ve yardımcılık yaptığımız yüce amacın ne olduğu­nu bilemiyoruz. Zira bu amaç çok büyük olup tahmin sınır­larımızın dışında, pek geniş bir alanı kuşatmaktadır. Bu­nunla birlikte tekrar edelim ki, hayvanların bize yakın oldu­ğu kadar, biz o en büyük kuşatana yakın değiliz. Hayvan­larla aramızdaki mesafe büyük olmakla birlikte, yine tah­min edilebilir. Fakat bizimle, sonsuz arasındaki mesafe hiç bir şekilde ölçülemez. Buna ait her şey, akıl ve anlayışın ötesindedir. Binaenaleyh gerçek akıl ve hikmet, âeizâne gürültü yaygaralar kalbî baş kaldırışlar yerine, kader kıs­met, olaylar, tesadüfler gibi meşrebe göre çeşitli isimlerle andığımız halde, en doğru ismi “Takdîr-i Rabbânî”(Al- lah’ın kaderi) olan şeyleri, sâkin bir şekilde, emniyetle ka­bullenmeyi bilmekten ibârettir.

Kabul ederiz ki bu elem vericidir. Fakat bu, tekamülü­müz için zorunludur. Zira hayatın amacı olan ilerlemeye doğru yükselen hareketimiz, bununla meydana geliyor. Meziyetimiz, kıymetsiz çabalarımızla artar. Bir şeyi meşru şekilde kullanmak için onu kendi çabamızla elde etmeliyiz. Bu hususta, bize kılavuzluk edecek üstadların yardım ve yol göstericiliği de lâzımdır. Zira bildiğimiz şeyleri, sadece kendi vasıtalarımızla açıp ortaya koyamayız. Aklî konular­da nasılsa, mânevî konularda da gelişme ve yükselmemiz, aynı vasıtalarla meydana gelir. Bu gerçeği bize, olayların dağılımı ve bölünmesi haber vermekte, ortaya koymaktadır.

Kısaca, tabiat üzerindeki üstünlük ve galibiyetimize rağmen, hadiseler de bizi, arzumuza rağmen yönlendiri­yor. Dağıtıcısı biz olmadığımız şekillerde mechûlümüz olan ve bizde gizli kalan bir amaç ve isteğe doğru yolluyor. Sabırlı olunuz da anlatayım: Uygun zamanı elince, elveriş­li bir ortamda doğuyoruz. Meziyetler, ayıplar, kâbiliyetler, sakatlıklar ve şahsî bir karakter ve mizaçla birlikte bu say­dığım şeylerin tümü, varlığımız üzerinde fevkalâde etkili şeyler oluyor. Fakat bunları bizzât kazandığımızı iddia edebilir miyiz? Bu konudaki yetersizliğimiz pek açık(1).

Gelelim ölüme... Her şeye rağmen, insanlara daima korku verecek olan bu amansız cellad, herkesi sırası ge­lince yere serecektir. Bu ortak kanun, ister en âlim, ister en kuvvetli ve güçlü veya âciz olsun herkes için geçerlidir.

Vücûd cûd-ı İlâhî, hayat bahş-ı kerîm

Nefs atiyye-i rahmet kelâm fazl-ı kadîm

Beden binâ-yı Hüdâ, rûh nefha-i tekrîm

 Kuva, vedîa-i kudret, havas vad-ı Hakîm

 Ademden itdi beni kudreti ber âverde

Gıdamı eyledi âmâde rahm-i mâderde

Nevâl-i zahir ü bâtınla itdi perverde

Benimle çekdi zuhur-ı cemâline perde.

Nâbî’nin “Tahmisinden

Sadeleştirmesi:

Varlık, ilah cömertliği, hayat Cömerdin bağışı

Nefs, rahmet vergisi, kelam Kâdîm’in fazlı

Beden Allah yapısı, ruh keramet soluğu

Kuvvetler, kudret emaneti, hisler

Hakîm’in yerleştirdiği

Beni yoklukta kudreti var etti,

Gıdamı ana rahminde hazır etti

Açık gizli yiyecekle beni doyurdu

Güzelliğinin ortaya çıkmasını benimle perdeledi  

 

Bu şekilde, ne düşüncelerimizin, ne kaderimizin ve ne arzularımızla irâdemizin zıddına giden binlerce şeyin hâki­mi olamıyoruz. Fakat bütün bunları seyir sırasında, her şe­yi ayırım yapmadan çiğneyen, öfkeye kapılmış deliler gibi iş gören “kör bir kuvvefe dayandırmak çok kötü bir sapıkIık olmaz mı? Basiret sahibi ve anlayışlı bir müşâhit, o sa­pıklık öncülerinin zıddına, her yerde kesintisiz ve kusursuz takip ve daima bir amaca yöneltilmiş bulunan şuurlu bir yö­netim ve yürütmeyi görür. Bu amaç, ilerlemedir.

Diyeceksiniz ki bu yönetim ve yürütme, bizim kişisel tedbirlerimizi, özel menfaatlarımızı bozuyor ve hoşnutsuz­luğa sürüklüyor, bu doğrudur. Fakat bu konuda daha ileri­sini göremiyoruz. Biz de hiç şüphesiz bizim hakkımızda düşünen aşağı hayvanlar gibi düşünüyoruz. Bizim de istek ve problemlerimiz, onları bir hayli bîzâr ediyor. Bizim ihti­yaçlarımızdan onlara ne? Onlar sadece kendi arzularını bilirler. Kendilerine o kadar iş yüklediğimiz o zavallı at, ça­yırlarda otlayıp sıçramayı, elbette tercih edecekti. Ona gö­re biz, onun cellâdıyız. Genel menfaata hizmet etmek, yar­dımda bulunmak, hiç şüphesiz, onun en son düşüneceği şeydir. Bununla birlikte bilmeden ve kendi arzusuna rağ­men ona iştirak ediyor. Biz de, genel menfaata, çoğunluk­la şuursuz olarak ve nefsimize rağmen hizmet ve yardım etmekteyiz. Yakamızı bıraksalar, biz de, koltuğumuza gö­mülüp gevezelik yapmaktan elbette çok hoşlanırdık. Kom­şuların durumundan bize ne? Çocuklarımız da okul sırala­rı üstünde eziyet çekmekten ise, bahçede koşmayı, elbet­te daha çok isterlerdi. Kendi geleceklerinin yararı için ça­lışmak! Ancak bu gelecek, onlar için o kadar uzak ki hatır­larına bile gelmez. Onlar sadece şimdiki zamanlarını, şim­diki ihtiyaçlarını bilirler. Fakat buna ve kendilerine rağmen, onlara varlık sağlayacak, genel faaliyet alanında onlara iş­gal edecekleri mevkiyi tahsis eyleyecek olan yolu takibe mecburdurlar. Bu çocuklar, neden sonra, azar azar o ça­lışmadaki amacı anlamaya başlar. Boynuna tasma geçir­diğimiz, o sevimli küçük köpek, bu işkence hakkında ne düşünüyor. Belediye reislerinin uyarıları, onu bağlamaz. O, gönlünce kaldırımları koklayarak, serbestçe gidip gel­mek ister. İnsanları onun dişlerinden ve kuduzundan koru­mak, onun nesine gerek. Ona göre, biz, ona layık olmadı­ğı azabları sebebsiz yere çektiren zâlimleriz. Artık konu­muza dönelim. O çarpık düşünenlerin iddialarına göre, ayırım yapmadan kör gibi davranan ve şuursuz olan bir kuvvet, nasıl bir plan takip edebilir? Nasıl belli bir amaca sahip olabilir? İyi ama o kudrette bilgi ve idrak olmasaydı, bize bunu nasıl verebilirdi? Madem ki eser, müessirin tabi­atını ortaya koyuyor. Bizdeki müessir ilim ve idrakin varlı­ğı, o kuvvetin de Alîm ve Habîr olduğuna zorunlu olarak ,şehâdet eder[46]. Bunun zıddı bir teori, kesin olarak yanlış­tır. Çevremizdeki binlerce, milyonlarca haller, olaylar yara­tılıştaki ince tertibi akıl sahiplerine gösterip durmaktadır. Bu konuda milyonlarca olaylar içinden birini, latif havayı örnek olarak seçeceğim. Zira yaratılıştaki yüce hikmeti açıkça gösteriyor.

Hava şeffaf ve hafiftir, akıcıdır. Onun bileşimi içinde gezmemize, görmemize, yaşamamıza, çalışmamazı izin verecek şekilde, bizim yaratılmamızdan önce tertip edil­miştir. Kısaca hava, yeryüzünde yaşayanların bütün ihti­yaçlarına göredir. Eğer atmosfer yoğun olmakla birlikte şeffaflığı bulunmasaydı, hem bizim, hem de diğer varlıkla­rın varlık nedeni olan bütün hayatî fonksiyonlar, imkânsız olurdu. Su için de böyle. Suyun bileşimi de içinde yaşayan, tabiatları bizim tabiatımızdan daha aşağı olan hayvanların bütün ihtiyaçlarına uyacak şekilde yapılmıştır. Bu sebeple su, daha az akıcı, daha az hafif, daha az şeffaftır. Bunun­la birlikte, kendi içinde sâkinlerinin yaşayacak, gezecek, ihtiyaçlarını sağlayacak derecededir. Eğer onun bileşimi önceden buna uygun biçimde yapılmış olmasaydı, bu işler yine imkansız olurdu. Bilgi ve şuura bitişik olan bütün bu eserlerin sebebi, kör bir tesadüf nasıl olabilir. İşlerimizin yönetiminde de gerekli olan şuurlu bir müdahale, o küçük iştigallerle hiç bir şekilde karşılaştırması caiz olmayan âle­min işlerinin veya varlıklarını maslahatlarının yürütülmesi için, öncelikle gereklidir. Eğer bir kimse, bir milletin veya sadece bir şehrin veyahut küçük bir mahallenin, yalnız kendi başına idare olunduğu, veyahut daha doğrusu ida­resinin kanunsuz, hükümetsiz, vekilsiz körükörüne yürü­düğünü iddia edecek olsa, onu hakkıyla deli sayarlardı. Fakat tabiattan bahsolunduğu gibi, nice zeki kişiler belli fi­kirlerinden dönmeyerek safsataya başlıyorlar. Sağlıklı ak­la meydan okuyan bir takım sistemler ortaya koyarak Ya­ratıcı kuvvetin bu şekilde bir müdâheiesini uzak görüyor­lar. Onlara üzülmekten ve kendilerini insafa çağırmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Biz de kendi hesabımı­za, âlemin işlerinde lüzumlu olduğu kesin olan bu hikmetli yönetme ve tedbiri büyük bir alçakgönüllülük ve samimi­yetle kabul ediyoruz.

Fakat, kendi lisanımızda Allah adını verdiğimiz bu yö­netici kimdir? İşte bu sorunun cevabını vermek, pek müş­küldür. Bu husustaki aczimizi, her zaman itiraf etmeliyiz. Çünkü, Allah hakkındaki bilgimiz, yeterli değildir. Gerçek*- ten, bizden o kadar büyük olan Allah’ı, nasıl anlayabiliriz? Gerçi düşünce kuvvetimiz mutlak âlemde uçmak istiyor, fakat kanadlarında o güç yok ki... Gözlerimiz o nurun şid­detine dayanamıyor. Özet olarak, Allah’ı ispat etmekle bir­likte, hakkında tam olarak bilgi edinmek gücüne sahip de­ğiliz.

***

Yukarıda bir münasebetle Goethe’den bahsetmiştim. Bu filozof, Alîm ve her işinde, terbiyesinde Hakîm olan Al­lah’a karşı bakınız nasıl mahviyet gösteriyor: “Allah hak­kında tam ve doğru bir bilgi olduğuna inanmaktan çok uzağım. Zanlarımın, söylediklerim veya yazdığım dü­şüncelerin hepsi şu şekilde hülâsa edilebilir: Allah an­laşılamaz ve insanın O’nun hakkında kapalı bir duygu­su, tahmine dayalı bir fikri vardır. Ayrıca, hem tabiata ve hem bizzat bizlere ulûhiyet o derece nüfuz etmiştir ki bizi güçlü kılan ve ayakta tutan O’dur. O’nda yaşıyo­ruz, O’nda soluk alıyoruz ve biz O’ndayız. Ebedî ka­nunlara bağlı olarak ızdırap çekiyoruz ve sevinç duyu­yoruz. O kanunların karşısında hem etken, hem edil­gen bir hizmetimiz vardır. O kanunları bilelim, bilme­yelim, o kadar önemi yoktur. Çocuk eline bir çörek alır, karnını doyurur, onu pişirenin kim olduğunu düşün­mez. Serçe, kiraz tanesini gagalar. Fakat, bir kirazın nasıl yetiştiğini düşünmez bile. Allah kavramına dâir bilgimiz ne? Allah’a dâir, kalbimizde gizli olan keşif ve basiretin mânâsı nedir? Türkler gibi Allah’a yüzlerce isim versem de, hakikatin yine çok altında kalacağım. Zira İlâhî sıfatlar sayısızdır... Uluhiyet adını verdiğimiz Allah, yalnız insanda tecellî etmiyor. Fakat zengin ve güçlü bir tabiâtın sinesinde olduğu gibi, âlemin bütün büyük olaylarında da varlığını ortaya çıkardığından, O’nun hakkında, beşerî sıfatlara göre, yapılan tefekkü­rün yetersizliği açıktır.”

Goethe’nin bu düşünesini, İslâm âlimlerinin ifâdeleri­ni tekrardan başka bir şey saymıyorum.

Düşünen, eşya ve olayları mânâ bakışıyla inceleyip tecrübe eden bir kimse, tabiât önünde kendisini pek küçük ve' âciz görür. Fakat her şeyden ibret dersi olmak, onun için mümkündür. Bir yıldız, bir çiçek velhasıl her zerre ona bir sırrı açıklar. Alîm, Hakîm ve Mürîd bir mutlak güç sa­hibi (Allah) gerek gözle görülmeyen zerrelerde, gerek ışı­ğı gözleri kamaştıran âlemlerde mutlak olarak hâkimdir. Doktor Gibier, Eşyanın Analizi (L’analyse des Choses) adlı eserinde bakınız ne diyor: “İnsanın fikri, âdî gözümü­zün ulaşamayacağı yıldızlara kadar uzanır. Ruh, fikrin bir şimşeğiyle, o âlemleri seyreder. Ondan sonra bedenine döner. Eğer bu yükselmesinden, delice bir grura düşme­meyi bilirse, vuslata erenlerden olur”. Doktorun bu ifâdesi, size şüphesiz yapmacık gelir, ona isterseniz inanmayın. Fakat bilirsiniz ki, insan bile, gördüğümüz âlemler gibi, yükselmeye ve gelişmeye tâbidir. Hayatın hakiki amacı budur. Bununla birlikte, bunu bilmeyen veya inkâr edenler, ne kadar çoktur. İnsanın küçük dairesinden çıkması ve mümkinattan kurtulması vicdanını tamamen kaplayan sı­radan işgallerden sıyrılması için, uzun bir düşünce ve de­rin bir tefekkür lâzımdır. İşte o zaman insan, kendisine bo­şa imiş gibi görünen ölmez eserlerin gerekliliğini hissetme­ye başlar. Zihni onların mânâsını daha iyi anlamaya, kalbi daha iyi hissetmeye kabiliyet kazanır. Bundan sonra tabiî kuvvetlerin kör olmadığını anlar. Kâinatı yöneten İlâhî ka­nunları hisseder. İnsanın mutlu yaşayabilmesi, işte bu ka­nunlara uygun hareket etmesiyle mümkündür.

Bir de şu meşhur Belçikalı yazar Maeterlinck’i dinleye­lim: “Büyük sır, biricik sır şundan ibârettir ki, her şey sırdır. Hiç olmazsa dedelerimizin mektebinden, onla­rın yaptıkları gibi bilinmesi imkânsız olan şeyi ayırmayı ve her şeyi Allah’dan olduğunu ve bilinmesini yegâ­ne ümit edebileceğimiz ulûhiyyeti, ancak kalbimizin derinliklerinde keşfedebileceğimizi öğrenelim. Büyük sırrın görüntüsü değişmemiştir. Onlar için ne idiyse, aynı yerde öylece duruyor. Öncekiler tâ başlangıçtan bilinmeyenden, sahibi bulunduğumuz en saf ahlâkı çı­karmayı bilmişlerdi. Madem ki bu bilinmeyen içinde, aynı noktada bulunuyoruz, diğer ahlâk öğretilerini çı­karmak muhaldir, dememek için söylüyorum. Bütün dinlerde yüksek yönüyle birbirinin tıpkısı olan ve sa­dece aşağıdaki teferruatta birbirinden ayrılan o ahlâk öğretilerini, eğer insan, izlemek cesaretini göstersey­di, henüz olmadığı bir şey olurdu”[47]. Maeterlinck’in bu görüşü altında gizli hasreti ben açıklamıyacağım. Bunun değerlendirmesini, aydın okuyucularımın takdirine bırakı­yorum.

Sevâd-ı kâinât âsâr-ı sun’ı hî sühan söyler

 Kitâb-ı kâinât, esrâr-ı Hakk’ı bî dihan söyler

Senin kuşunda istidâd yok, idrâk yoksa

Leb-i cûde kemâl-i sun’ı her birin çemen söyler.

Nâbî

Ben bilmez idim gizli lyân açık hep Sen imişsin

Canlarda ve tenlerde nihan gizli hep Sen imişsin

Alemde nişân ister idim ben Sana Sen’den

Bildim ki o âlemde nişân hep Sen imişsin.

Sultan Veled

 (1) Hak (Truth, Gerçek): Allah; adaletin gerektirdiği, kişiye ayırdığı şey; hukuken korunan çıkar; zihindeki nesnenin, dış âlemde ortaya çıkmış şekli ile mutabakat hâlinde olması.

8

(1)    Leibniz, bununla Hakk’ın kaynağının bizzât Hak olduğunu anlat­mak istiyor.

(2)    “Cogito ergo sum: Madem ki düşünüyorum, varım.”

(1)    Genetik biliminin son gelişmeleri pek çok hususu sır olmaktan çıkarmıştır (Sadeleştirenin notu).

(2)     Akıl (Raison): Arapça bağ demektir. Anlama, bilme, tanıma, düşünme, sonuç çıkarma, olaylar arasında bağlantılar kurma ve mantıkî çıkarımlar yapma yeteneği. Akıl, insanın amelî çabası ile oluşmuş bir güçtür. Şer’î teklifin medâr olduğu kâbiliyet. (Sadeleştirenin notu)

(1)    Boece (455-525), ünlü bir Hristiyan düşünürüdür.

(1) Vicdan (Şuur, Conscience): İnsanın özünü ve çevresini anlamasını sağlayan anlık süreçlerin toplamı. Metafizikte vicdân, insandan bağımsız bir güç olup, İlâhî bir yöne sahiptir, insana verilmiştir. İyiyi, kötüden, hayrı şerden ayıran içe ait duygu veya seziş.

(1)     “Ütopya" kelimesini filozoflardan Thomas Moore (1478-1535) Yu­nanca iki lafızdan birleştirmekle türetmiştir. Anlamı, dünyanın hiç bir yerinde karşılaşılmayan şey demektir. Thomas More, hayalini kurduğu o ülkede, her şeyin en güzel şekilde düzenlenmiş olduğu­nu bildiriyor. Bu bakımdan, orada herkesin mutluluğu güven altın­dadır. Utopia, Sive de Optimo Reipublicae.

(1)       Şair Mousset’nin “Ekim Gecesi” adlı şiirindeki şu beyti ne kadar anlamlıdır:

L’homme est un apprenti, la douleur est son maitre.

Et nul ne se connait tant qu’il n’a pas souffert.

Yani: “İnsan bir çıraktır. Öğretmeni ızdıraptır. Ve hiç bir kimse, meşakkat çekmeyen adam kadar kendini tanımaz.”

Malûm olur meşakkat ile kadri devletin Olmaz husûl kâm-ı cihân bî ta’b lezîz.

Valî-i Âmidî

(1)     Deli doktorlarından Moebius, Schopenhauer hakkındaki bilimsel eserinden. Uber Schopenhauer, Leipzig 1899.

(2)      Nirvana: Budizm’de, ruhun bir bedenden diğerine geçmesi olayının son bulduğu (durduğu) en yüksek basamak. Bedenî isteklerden kurtulunmuş, tam bir huzur durumu, evrenin ruhu ile bir olma.

(1)    Totem: İlkel toplumların çoğunda aynı kabileye mensup fertler, kendilerini bir hayvan cinsi veya herhangi bir bitki ile akraba sayar. İşte o hayvan veya bitki, o kabilenin koruyucusu ve alâmeti sayılır ki, “Totem” denilen şey bundan ibarettir.

(1)       Bilimin son buluşları, Monsieur De Quatre Fage ile diğer antropolojistlerin, önemli çabaları, bizim yeryüzünde 100.000 yıl önce ortaya çıktığımızı gösteriyor.

(1)     Özellikle Sivas milletvekili aziz dostum Şemseddin Bey’in “Felsefe- i Ûlâ”sından pek çok yararlanılabilir. Bu kitabın son bölümünü oluş­turan 529-533 sayfaları arası, gerçekten ezberlenecek gerçekleri içermektedir.

(2)     Devrimizde aritmetik bilimine ait çeşitli eserleri ile şöhret yapmış bir yazardır. “Les Confins de la Science et de la Foi” adlı eserinde şöyle diyor: “Sözün özeti, uzay kendi başına hiç bir şey değildir. Dıştaki mekâna gelince, bu da maddî şeylerden bağımsız ve ayrı değildir. Ve bu mekân dâima çokluğu gerektirir.” diğer bir yerde de “Binâenaleyh, kâinat sonludur” der.

 

 



[1] Gerçekten Nietsche, ömrünün yaklaşık son on yılını, ablasının ba­kımı altıda geçirmişti. Ömrünün sonlarında aklını yitiren ve “Allah öldü” diyen bu filozof, delilikte, kendi pisliğini yiyecek derekelere düşmüş bulunuyordu. (Hüseyin Aydın, Nietzsche’de Metafizik, Do­çentlik tezi, Ankara 1981.)

Sabah Ezanı

[3] Arapça îsâr kelimesi, başkasını kendisine tercih etmek anlamına gelirken, bu mısrada aynı manada kullanılmamıştır. Burada dök­me, saçma anlamına gelir.

[4]     Primordial (evvelî): Zaman bakımından ilk; ilk’in eşanlamlısı, en eski (sadeleştirenlerin notu).

[5]     La Place, Kant, Le Colonel du Ligondes, Arrhenius teorileri.

[6]     Hayat (Life): Canlı varlıklar tarafından gösterilen belirtilerin tümü (Sadeleştirenin notu).

[7]     Organik kimyâ: Kimyanın karbon bileşiklerini inceleyen dalı. Karbon dışındaki elementlerin bileşikleri Anorganik kimyada ince­lenir. (Sadeleştirenin notu).

[8]     Element (Unsur): Kimyasal yollarla, kendisinden daha basit mad­delere ayrıştırılamıyan veya başka maddeleri kimyasal olarak bir­leştirerek elde edilemeyen madde. İki veya daha çok elementin bir­leşmesi ile bileşik (mürekkeb) denilen kimyasal maddeler meydana gelir. Kimyada bilinen element sayısı 126 civarındadır (Sadeleştirenin notu).

[9]     Bugün, jeoloji ve biyoloji ilimleri hayatın ilk başlangıcı konusunda ilginç varsayımlar ileri sürmektedirler (Sadeleştirenin notu).

[10]   Arşimet’în en güzel buluşlarından birisi, küre ile silindirin oranını belirlemesiydi. Mezar taşına bu şekli kazdırmıştı.

[11]   Bernouillie (1651-1705) Baile şehrinde doğmuştur. Matematiğin gelişmesine büyük hizmetleri vardır. Isokoron eğrisine ait keşifleri vardır.

[12]   Souvenirs entomologiques, c,IX, s. 130.

[13]   Ruh (L’Âme): Can, nefs, insandaki bilen ve idrâk eden latîfe olup emr âleminden inmiş, insandaki hayvanî ruha binmiştir. Mahiyetini bilmek mümkün değildir. İnsanî, hayvanî, nebâtî, cemadî olmak üzere çeşitleri bulunduğu kaydedilir (Sadeleştirenin notu)

[14]   Tenâsüh (Reincamation): Ruh göçü. Ruhun bir bedenden, diğerine göç etmesi inancı. Bu inanca göre, ruhun evreni anlayabilmesi için bir tek hayat yeterli değildir. Bunun için beden ölünce, ruh başka bedenlere girip hayat sürdürür. Bu durum, ruh, olgunluğa erene ka­dar sürer, gider. Ancak Islâm inancıyla bağdaşmaz. (Sadeleştiren­in notu)

[15]   His (Sentiment): Duygu. Gönülde meydana gelen yankı, duyuş. Bu bir psikoloji terimidir. İnsanın algıladıklarını değerlendirerek edindiği tutum. His için yapılan bir tanım da şu şekildedir: “Belirli nesne, olay, ya da kişilerin, bireyin iç dünyasında uyandırdığı izlen- imler”.(Sadeleştirenin notu)

[16]   Kalb (L’or): Arapça, çevirme, döndürme, değiştirme demektir. Vicdan gönül. Marifet veya irfân denilen bilginin kaynağı, keşif ve ilhamın mahalli, Allah’ın evi. Kur’ân-ı Kerim’de kalp, bazen, beynin fonksiyonu olarak bildiğimiz akletme, tefekkür etme fiillerinin icrâ edicisi durumunda görülmektedir. (Sadeleştirenin notu)

[17]   Lehçe-i Osmanî

[18]   John Ruskin, Ingiliz edebiyatçısıdır. 1819’da Londra’da doğmuştur. Oxford’da güzel sanatlar felsefesi hocası idi. Değerli edebî eserleri ile, Ingilizlerin fevkalâde saygı ve sevgisini kazanmıştı.

[19] Eski şairlerimizden Münîb’in şu beyti hatırıma geldi:

“Mahvolmayınca çerk-i sivâ kalb olur mu sâf Safvet gelir mi bir suya tâ kim durulmasa.”

[20] Fazilet (Virtüe, erdem): İnsanın ahlâkî ve ruhî bakımdan kendisini aşma gücü. İnsanın kendi irâdesi ile ahlâkî iyiye yönelişi, ölçülülük, güçlülük, mertlik, fazilet vs. gibi konularda olgunluğa yöneliş. Allah’a kul olabilmek için gereken şartların tümüne fazilet denir. Fazilet için ilim ve amel birlikteliği ve artışı da söz konusudur.

[21] Edeb: İnsanı yüksek kültüre erdiren ve onu irfânlı kişilerle yaşa­maya uygun seviyeye çıkaran öğrenim, terbiye, doğru davranış, ahlâk kurallarına uyma. Edeb şu şekilde de tanımlanabilir: Her hangi bir varlığı bir hedefe göre yetiştirip olgunlaştırma. Mevlânâ şöyle der: “Kur’ân âyettir; âyet ise edebdir”. Sufîier edebi, insanın şerefi ve onu hayvandan ayıran özelliktir, diye tarif etmektedir.

[22] Spinoza’nın bu sözü, vahdet-i vücûd telâkkisini kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.

[23] Barış: Savaşın karşıtı olan uzlaşma; çelişkilerin kaldırılması;

savaşı gerektiren zıdlıkların giderilmesi.

[24]  Şüphecilik (Scepticisme): İnsanın yakînî olarak ve kesinlikle bilgi sahibi olabileceğini ileri süren dogmatizme zıd bir meslek.

[25]  Empirizm (Tedrisiyye, deneycilik, görgücülük): Bilginin kaynağının tecrübî deney olduğunu ileri süren sistem; duyum ve tecrübî deney yolundan başka hiç bir şekilde bilgi edinilemiyeceğini savunur. Em­pirizm, fizikten çok fizyoloji ve psikolojiye dayanır. Metodu da ras­yonalizmin aksine tümevarımcı (inductive)dır.

[26]  lmtiyaz-ı sâbit ve seyyar-ı müşkildir hayâl

Zan eder segân keştî sâhil-i deryâ yürür.

Râgıb Paşa

[27]  İndiyye (Rölativizm, görecilik, izâfîlik): Bütün bilgilerimizin bizzât bi­ze göre, ölçülerimize ve duyularımıza göre izâfî olduğunu, bizim mutlak ve yakînî bilgiye ulaşamıyacağımızı, bizim ancak fenomen­leri ve onlar arasındaki ilişkileri bilebileceğimizi ileri süren felsefî sistem.

[28]  Inadiyye (Pironculuk, mutlak şüphecilik): Eşyanın hakikatlarını in­kar eden, olumlu veya olumsuz kanaata varmayan felsefî bir gö­rüş. İnsan düşüncesinde metafizik uydurmalara bir tepki olarak be­liren şüphecilik Antik Çağ Yunan bilgicileriyle başlar. Bu, Pyrhon’un öğretisi olup, kökten şüphecilik şeklinde bilinir.

[29]  Agnosticisme (bilinemezcilik, lâedriyye): Nesnelerin kendiliklerinin hiç bir zaman bilinemiyeceğini ileri süren felsefî sistem. Tarihî ola­rak bilimin denetiminden yoksun olan insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara tepki olarak belirmiştir.

[30] Kötümserlik (pessimisme, bedbinlik): Her şeyi kötü gören, ya da kötülüğü iyiliğe egemen sayan düşünce. Bu felsefeyi Arthur Scho- penhauer (1788-1860) “evren, birbirlerini sonsuz olarak yiyenlerin yeridir. Acı sevinçten çoktur. Varolmak, acı çekmek anlamını taşır. Hiç doğmamış olmak, doğmuş olmaktan çok daha iyidir. Olumlu mutluluk, sonsuz bir kuruntudur. İnsan olsa olsa, olumsuz bir mut­luluğa erişir ki, bu da acıların kısa sürelerle azalmasından başka bir şey değildir. Ben, bir deneyler ve gözlemler dünyası içindeyim. Ne ilk, ne de sonla uğraşırım. Bulabildiğim, bu deney ve gözlemler dünyasının gerçeğinden ibârettir” şeklinde sistemleştirmiştir. (Sa- deleştirenin notu)

[31] Bayle'ın kitabını okuduğu vakit Prusya kraliçesi Sofia Charlotte pek etkilenmişti. Bu sebeple, buna bir reddiye yazılmasını Leibniz’den ricâ etmişti. İşte “Theodicee”, bu rica üzerine Leibniz tarafından, Fransızca olarak kaleme alınmıştı. Fakat bu risalenin yayınlanma­sından önce Bayie ölmüş buunuyordu. Şunu da haber vereyim ki, “bilcümle şekiller altında kötülüğün varlığı “ateistlerin en çok be­ğendikleri ve dayandıkları bir delildir.

[32]  Ne kadar akıllı ve olgun kimseler vardır ki geçinemiyorlar. Ne ka­dar ahmak ve tedbirsiz kimseler var ki müreffeh yaşıyorlar. Bu hal, akılları hayrette bırakmış ve nice âlim ve müdakkikleri zoru zoruna dinsiz etmiştir.

Ibnü’r-Râvendî

[33]  Bir gün her şey düzelecek, işte ümidimiz bundan ibarettir.

Bu âlemde her şey iyidir, işte tevehhüm de budur.

[34]  Kari Robert Hartmann, Berlinde 1842’de doğmuştur. 1858’de Topçu Okulu’na girmiş, orada parlak bir mevkiye ulaşmak üzere iken, bir kaza nedeniyle, askerlikten istifâya mecbur kalmıştır; başlıca eseri: Philosophie de rinconscienfdır.

[35]  Schopenhauer’a göre bu bir kör irade (Blinder Drang)dir.

[36]  Schopenhauer, Le Fondement de la Morale.

64

[37] Atheisme (Tanrıtanımazlık): Allah’ın varlığını, yani âlemde derûnî, haricî ve üstün bir sebebi inkâr eden felsefî meslek. Bu meslek, Allah’ı, ruhu, hayatı inkâr ederken, âlemin, bir takım tesadüf kom­binezonlar ile meydana geldiğini kabul eder. Tabiat olaylarının açıklamasında, sebep tanımaz.

[38] Zeus: Eski Yunan dininde, en yüksek tanrı. Gök, gök gürültüsü, şimşek ve rüzgârları idâre ettiğine inanılırdı.

[39]  Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın “el” ve “yüz”üne dâir geçen sözlere, maddî anlam veren “Mücessime” adlı sapık grup, alimler tarafın­dan ittifakla şiddetle eleştirilmiştir.

[40]  Evrimcilik (Evolutionisme, tekâmüliyye): Tabiatı, hayatı, varlıkları, zihni ve toplumları, verâset, hayat kavgası, devamlı değişim ile mekanik ve zarurî olarak tabiî seçkinleşme kanunlarına indirgeyen, evrimi canlı cansız tüm varlıkların yasası kabul eden, reelin üstün şekillerini aşağı dereceden şekillerle açıklayan, değişmeyi eşyanın cevheri sayan felsefî sistem. Bu sistem Yaratıcılığa (creationisme) karşıdır. Zira evolüsyonizm, mekanist ve monisttir. O, bu yönü ile, insanı tabiata ircâ gayreti ile, materyalist anlayışa en büyük desteği temin eden bir sistemdir.

[41] Bergson’un Pair de Thunque’ye yazıp, Etudes’nin 2 Şubat 1912 tarihli sayısında yayınlanan mektubu.

[42] Fizik ve Geometri’deki pek önemli buluşları Pascal, “Traite de Vie” adlı eserinde şöyle diyor: “L’homme n’est prduit que pour l’infinite”.

[43] Jinekoloji: Kadın üreme sistemi ile ilgili hastalıklarla uğraşan bilim.

[44]  Edeb kelimesinden bazan “ahlâklı olma” diye tercüme edilen “mo- ralite”yi kastediyorum. Zira “moralite” kelimesinin gösterdiği mana­yı “edeb” daha iyi ifâde ediyor.

[45]     Antropoloji (Insanbilim, ilm-i beşer): İnsan fenomenini inceleyen bilim dalı. İnsan, fenomen olarak, XVIII nci yüzyılda başlı başına inceleme konusu olmaya başlamış iken, ancak XX nci yüzyılda, insanbilim felsefesi şeklinde, bağımsız karakterde vücûd bulmuş­tur. İnsanı tabiatın bir parçası olarak inceleyen öğretilerin genel adı “Antropolijim”dir.

[46] Fizik bilim adamlarından Lippmann şöyle soruyor: “Commence l’ab- sence de pensee pourrait-elle engendrer la pensee” Nasıl olabilir de, düşüncenin yokluğunu düşüncenin doğmasına sebep olarak düşünüyoruz, başkalarının fikrî mahsûllerini anlıyoruz. Kendi fikirle­rimizle, onların fikirlerini uygulama alanına koyuyoruz .Bundan baş­ka, bilgi ilerledikçe eşyanın boyun eğmesi, fikirlerimizin dışta fiilî bir gerçek olduğunu bize gittikçe inandırıyor. O halde âlimin kendisi ile edeb vasıtasıyla münasebet kuracağımız yüce bir ilim sahibi tara­fından ihdas olunmuş ve bu yapıcının sınırsız ölçüde derin bir fikri olduğunu, işin sonunda hissetmemek nasıl mümkün olur.

[47] Maeterlinck, Le Grand Secret’den.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar