Bütün Dünya Bana Bir Yaşama Borçlu
İma C. Özkan | 11
Temmuz 2013 | Kategori : Deneme |
Okunma:3.747
İma
C. Özkan, bir tragedyanın rölanti kahramanını, bir metamorfoz şaheserini
anlattı. Hiçbir şey bildiğimiz gibi değil.
***
Ateşle
dans eder o güneşle dans eder
Çırçıplak çıkar güneşin karşısına
Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır
Sezai
Karakoç/”Ağustos Böceği Bir Meşaledir”
Muse; ilham
meleği. İlk
kez şarkı’yı dünyaya getirdiğinde, sesin güzelliğinden bazı
insanlar yemeden içmeden kesilip, ölene dek bu şarkıya dalmışlar. Bu müzik
delisi talihsiz ruhları Muse, ağustos böceklerine dönüştürmüş. Böylece onlar,
ömürleri boyunca şarkı söyleyebilmişler.Phaedrus adlı
eserinde Platon ağustos böceklerinin bir zamanlar insan
olduklarını bu hikayeye dayanarak söylemiş olmalı.
Bir ağustos
böceği böyle bir cümleyi ne diye eder: “Bütün dünya bana bir yaşama
borçlu.” La Fontaine’deki haliyle carpe diem’ci; nerde akşam orda
sabahçı, sefahat düşkünü tembel cırcır böceğini düşününce bu soruyu yanıtlamak
daha bir çetrefilli olur. Çünkü bu fabl’dan bakıldığında karınca stokçu,
istifçi, merkantilist bir kolonyal böcek gibi değil; çalışkan, ahlaklı bir
hayvancağız olarak belletilmişti bize.
Tembel
ağustos böceği demek! Sorumsuz, gürültücü, dırdırcı mahlûk! Bütün yaz zevk ü
sefa eyle sen, sonra kış geldiğinde karıncanın kapısına dayan. Oh ne âlâ! Kış
geldiğinde mi? Ona ne diye ağustos böceği diyoruz ki o zaman? Yok öyle
demeyelim de hadi tüm canlılara alengirli adlar koymak için icad edilmiş gibi
görünen Latinceye başvuralım: Hemoptera takımından Cicadidaefamilyasına
bağlı böcekler diyelim mesela. Yani homojen kanatlılar takımının
cırcırgiller ailesi. Biçare cırcır, sanki ömründe ağaç tepesinde bir
defacık kış görebilmiş gibi, bir de elin ecnebisinin fablına konu olmuş. Oysaki
bütün dünya ona bir yaşamak borçlu.
Bir ağustos
böceği anlatabilseydi eğer; hal beyanı tastamam şu olacaktı: yumurtadan bir
kurtçuk olarak çıkan ağustos böceği, doğruca toprak altına yollanıyor. Orada
büyüyüp erişkin bir böcek olması, bir defacık gün yüzü görebilmesi için 11, 13,
ya da 17 yıl geçmesi gerekiyor. Mutlaka tek sayı. Dahası mutlaka asal
sayı. Onların bu sayı sayma işini nereden bildiklerini düşünmek benim
işim değil. Fakat bir erişkin böceğin toprak altında bekleyişle geçirdiği
zaman, kraliçe karıncaların, hani o süperorganizmaların; o kolonyal militarist
canlıların yaşam süresinden bile fazla. Elit sınıfı teşkil eden bir kraliçe
karınca, aşağı sınıftaki karıncanın 100 katı daha fazla yaşıyor gerçi ama
toprak altında bir ömür beklemiyor muhakkak. 17 yıl toprak altında uyuyup
bekleyen ağustos böceği larvaları, zamanı geldiğinde bir gece sürüler halinde
toprak yüzeyine çıkar ve muhtemelen atalarının ağacına son hızla tırmanırlar.
Tüm bir nesil eşgüdüm içinde ve aynı anda. Henüz beyaz, peltemsi ve kanatsızdırlar.
İlk iş dış kılıfçıklarından kurtulurlar. Bu onların geçirdiği dönüşümlerden
yalnızca biri. Kanatsızlık evrelerinde, sürünün bir bölümü onları beklemekte
olan kuşlara, farelere, hatta sincaplara ziyafet olur. Şafak sökene kadar
güzelim tülsü kanatlarına kavuşmak için bir dönüşüm daha geçirmelidir kalan
sağlar. Hep zamanla yarışırlar. Derken kanatlarına da kavuşarak, artık
çiftleşmeye hazır hale gelirler. Vakitleri azdır. Önleri kış değildir; bir an
evvel dişiler yumurtalarını dölletmek, o yumurtaları güneşli bir dala yapışıp
daha da sıcak tutmak zorundadırlar. Erkeklere gelince; ne de olsa ötecek olan
onlar. Erkekler, karınlarındaki zara yapışık halkaları titreştirerek
çıkardıkları ve sessiz gecelerde 2 kilometrelik mesafeden duyulabilecek o ses için,
kelimenin tam anlamıyla kendilerini yakarlar. Yakarlar çünkü bu titreşimi
sağlayan aralıksız sürtme, vücutlarını düpedüz yakacaktır için için. Toplam
ömürleri en fazla 3 hafta olan cırcırlar, dişilerin dikkatini çekmek için bu
sesi çıkarmak zorunda. Eğer sadece teker teker çiftleşene dek ses çıkaracak
olsalar, can düşmanları avcı kuşlar koordinatlarını belirleyebilir. Bu nedenle
hepsi birlikte koro halinde cırlarlar. Çiftleşir çiftleşmez de, fonksiyonları
bitecek; çatlayarak yeniden toprağa düşeceklerdir. Dişiler de aynı biçimde
yumurtalarından kurtçukları bıraktığında, vadeleri yetmiş demektir. Bu toprağa
dönüş, atalarının ağacına en candan teşekkür kabul edilebilir. Çünkü doğada tek
seferde verilmiş en büyük doz gübre olarak toprağa karışacak, ağacı besleyecekler.
Ne de olsa zürriyetleri için gereken sayıda yavru toprak altına gönderilmiştir.
Bu yıl sesini duyduğumuz bir ağustos böceğinin yavrusunun sesini duyabilmek
için, bizim kabaca 17 yıl daha beklememiz lazım. Peki nasıl oluyor da her yaz o
gürültücü mahlukatın sesini duyuyoruz. Bizim sesini duyduklarımız, 17 yıl önce
toprağa bırakılan başka sabırlı ağustos böceği yavrularınınkiler. Bu kadar
basit.
Demem o ki,
bir ağustos böceği, kışın gidip karıncadan yiyecek dilenecek bir yeryüzü ömrüne
sahip değil. Onun bir kışı hiç olmadı. Dolayısıyla yiyecek biriktirmesi, çok
katlı yuvalar inşa etmesi hiç gerekmedi. Yaratıma dâhil olmak üzere
yaradılışını feda eden bir canlı o. Tembel değil, bizatihi sanatçı. Bir
tragedyanın rölanti kahramanı. Bir metamorfoz şaheseri. Faniliğin istiaresi.
Onun işi ötmek. Gerisine karışmıyor.
Bir ağustos
böceği ile muhabbet edemezsin. Onun vakti yoktur bu tür şeylere. O ötmek
zorundadır. Ötmek ve türünün devamı için canı pahasına sazını çalmak. İyi de bu
böceğin“Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” dediğini nereden
biliyorum o halde? Yusuf Atılgan’ın o eşsiz “Yaşanmaz” adlı
öyküsünden biliyorum: “Al bakalım, hakkınmış gibi ye!”diyerek
maaşını veren mutemetin karşısında bir an ölmek istediğini düşünüyordu öykü
karakteri. O zaman işte; tam o zaman ağustos böceğinin sözü kafasının diline
dolanıyordu. Söz şuydu:Bütün dünya bana bir yaşamak borçlu. Yusuf
Atılgan bu öyküyü 1950’li yıllarda yazmış,Güneşli Pazartesiler filminden
çok önce cırcırböceği ile karınca masalına tragedyanın göbeğinden bakabilmiş.
Cidden ağustos böceği olarak doğduysan, hapı yuttun demekti. Bir canlının canı
pahasına çıkardığı sesleri keyif emaresi ilan etmek ne kadar kolay.
Şimdi
ağustos böceği sesleri giderek azalıyor. Arada duyduğum oluyor yine de. Ve
bundan böyle ne vakit o sesleri işitsem, Yusuf Atılgan’ın o cümlesi ile Stevie
Smith’in “Not Waving But Drowning” adlı şiirinden şu dizeleri
anımsayacağım:
Kimse
duymadı onu, ölen adamı,
Gene de inliyordu o yattığı yerde:
Sandığınızdan çok daha uzaktaydım ben,
Hem de el sallamıyordum, boğuluyordum.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar