Print Friendly and PDF

HÜSEYİN CAHİT YALÇIN/ EDEBÎ HATIRALAR



İlk Çocukluk

Bende kitap merakı ne zaman başladığını tayin etmek için gözlerimi maziye çevirdiğim vakit çocukluğuma kadar inmeğe mecbur oluyorum. İlle kütüphanem elime geçirmiş olduğum bir ayakkabı kutusu olmuştur. Bütün itina ve dikkatimle burada sakladığım hazineler de galiba sokaklarda satılan destanlar, Âşık Garip ve Kerem hikâyeleri idi. Daha sonraları, marangoz elinden çıkmış küçük bir kütüphanem olduğu vakit te oynarken içine girebilecek kadar küçüktüm.

Oyun ve oyuncak: bunlarla başım o kadar hoş değildi. Oynamak için babamın beni zorladığını hâlâ hatırlarım. Fakat kitaplarla oynamak için teşvik edilmeğe ihtiyacım yoktu. Babam da benim bunlara zarar vermediğimi anlayınca kendi kitaplarını bana emniyet edebilmek cesaretini göstermişti.

Hazreti Alinin gazaları, Battal Gazi, Kara Davut nereden elime geçti bilmem. Ben bunları Âşık Garibe de, Kereme de tercih ediyordum. Hattâ geceleri aile arasında okunan romanlar da bende meselâ Hayber kalesi önünde Hazreti Alinin gösterdiği kahramanlık menkıbeleri kadar heyecan uyandırmazdı.

Aile hayatının bendeki en eski hatıraları bu gece kıraatlerde karışıktır. Yemekten sonra, babam kahvesini içer, biraz lâkırdı olurdu. Sonra ablam, babamın bir işareti üzerine eline bir kitap alır, petrol lâmbasının yanına oturur, dün gece bıraktığı yerden okumağa başlardı. Annem, babam sükût içinde dinlerlerdi. Ben de hikâyeyi takip etmeğe uğraşır, nihayet yorulur, minderin üzerinde derin bir uykuya dalardım.

Böyle ilk hatırladığım romanlardan biri «Eflâtun Bey ile Rakım Efendinin hikâyesi» dir. Ahmet Mithat Efendinin eseri idi. Babam Ahmet Mithat Efendinin pek büyük takdirkârı idi. Ne yazarsa iyi yazar, derdi. Kitabının böyle dikkatle okunduğunu, merakla takip edildiğini gördüğüm, methini işittiğim adam da hayalimde bir yarım Allah azametile yükseklere çıkardı.

Dikkat ediyordum, Ahmet Mithat Efendinin romanları okunurken annem ile babam arasında ufak bir münakaşa olurdu. Mithat Efendi hikâyeyi ortada bırakarak birtakım şeyler söylemeğe kalkardı. O zaman annem buralarını atlıyalım, içim sıkıldı, der, babam razı olmazdı. Doğrusu ben iptidaları anneme hak verirdim.

Babam muhasebecilikle Sereze gittiği ve bizi de birlikte götürdüğü zaman sekiz yaşında idim. Orada da bu gece kıraatleri devam ediyordu. Artık benim de ilk sayıfalarda uykum gelmiyordu. Şimdi o romanlara daha ziyade alâkadar oluyordum.

Montekristolar, Hasan mellâhlar, Hüseyin fellâhlar ve daha şimdi isimlerini unuttuğum birçok romanlar... Bunlar hep birer birer aile ocağının sakin ve samimî hayatına zevk ve heyecan verdiler. Babam bir iş için Selâniğe gittiği zaman, avdetinde bana Mithat Efendinin «Hayret» ismindeki romanını getirmiş ve bu beni akla gelebilecek bütün hediyelerden ziyade sevindirmişti.

Artık ben de Ahmet Mithat Efendinin ümmeti arasına girmiştim. Bu «ümmet» kelimesini tartarak kullanıyorum. Filhakika, muharrire karşı duyduğum hissi hakkile ifade için bundan başka tâbir bulamıyorum.

Yaşım ilerledikçe, yalnız geceleri okunan kitaplar bana kifayet edememeğe başlamıştı. Ben gündüzün vakit buldukça da onları elime geçirir ve daha çabuk okur, bitirirdim.

Babamın küçük kütüphanesi benim ihtiyacımı teminden uzaktı. Onun kitaplarının hemen hiçbirinden bir şey anlamıyordum. Babamın elinden düşmiyen bir kitap vardı. Buna Fususulhikem derdi. Muharriri de Şeyh Muhiddin El-arabî imiş. Babam bu ismi adeta lâfzaicelâl gibi dindarane bir hürmetle telâffuz eder, bu hürmet ve tazim eseri benim kalbime de bir titreme verirdi. Fakat büyük bir merak ile elime aldığım o sarı kâğıtlı koca kitap bana hiçbir şey 

söylemezdi. Sanki başka bir lisan ile yazılmıştı. Yarım sayıfasını bile okumağa tahammül edemezdim. Gene babamın kitaplarından Hadikatüssuada güzel cildile beni celbederdi. Ne yazık ki bir şey anlamıyordum.

Divanlar bunlara nisbetle biraz daha munis bir çehre gösteriyorlardı. Hiç olmazsa içlerinde bazı anlaşılacak satırlar bulunuyordu. Fuzuli, Nedim, Nabi, Sünbülzade Vehbi divanları elimde dolaştı durdu. Hiçbirini sevemedim. Yalnız Enderunî Vâsıf divanı ile barışabildim. Galiba edebî kıymet itibarile ötekilerle mukayese bile edilemezdi. Fakat anlıyordum. Hele kadınlara hitaben yazdığı bir nasihatnamenin:

Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol!

mısraı manzum bir şey belliyememek yolundaki kabiliyetsizliğime rağmen hâlâ aklımdadır.

Bütün bu kitapların içinde beni en derin surette müteessir ve mütehassir eden eser Nesimi divanıdır, iyi anlıyamadığım münderecatile değil, muharririnin şahsiyetile. Onun sergüzeştini babamın ağzından dinledim. Bütün bu hikâye içinde de aklımda şu kaldı: derisini diri diri yüzmüşler! Sizin taptığınız Allah benim ayağımın altındadır demiş. Kabahati de bundan ibaretmiş. Ayağının altında da para varmış.

Uzun bir müddet, geceleri yatağımda, diri diri derisi yüzülen büyük adamın menkıbesinden duyduğum heyecan ile uykuya daldım. Zamanındaki bütün kuvvetli ve fena adamlara ka^şı meydan okuyor... Düşündüğünü korkmadan söylüyor... Tutuyorlar, siyaset meydanına götürüyorlar... Olüm karşısında bile gene susmuyor, gene doğruyu söylemekten vazgeçmiyor ve bu uğurda en müthiş bir ölüme katlanıyor. ..

Bu ulvî ve feci hayaller benim çocukluk dünyamın minimini ufku içinde müthiş bir fırtına yaratıyordu. Ne olduğumu, ne duyduğumu ben de his ve tahlil edemiyordum. Fakat kandilin üzerine düşen pervaneler gibi bütün zihnimin ve varlığımın hep bu menkıbeye doğru sürüklendiğini görüyordum. Çocukluğumun en derin duygusu bu olmuştur.

Kitapçı Arakel bir katalog yollamıştı. Bunu uzun uzun tetkik ettim, içinden birçok kitap seçtim. Getirtmek istediğim eserler, arasında dama risalesinden Şevahidünnübüvveye varıncaya kadar her türlüsü vardı. Babam ricamı kırmadı. Ben uykum kaçacak kadar sabırsızlıkla beklediğim bu kitaplara kavuştum ve en büyük bir açlıkla üzerlerine atıldım.

Şevahidünnübüvve... Hazreti Peygamberin gösterdiği mucizelerin hikâyesi idi. Çocukluğumda kuvvetli bir din hissi içimi titretirdi. Hazreti Peygamber bir hurma ile bir orduyu doyuruyordu, bir parça su bütün bir orduyu kandırıyordu. Fakat ben bir türlü doymuyor, kanmıyordum. Taze, titrek, derin bir lüsle hep daha fazlası, hep daha fazlası...

Hazreti Ali kahramanlıkları, Battal Gazi hikâyeleri, Kara Davut menkıbeleri, nübüvvet mucizeleri, şair Nesimi büyüklükleri... Bütün bu mafevkattabiî yüksek, güzel şeylerin içimde kabarttığı coşkun hisler Rumeli muhitinin adeta orta zamanları hatırlatan serbest hayatı ile pek güzel uzlaşıyordu. Bir atım ve küçük bir martinim vardı. Yaylalarda, ormanlarda, kırlarda gezer, koşar, tehlikelere atılır, derin derin yaşardım.

Şimdi çocukluğumu düşündükçe kafamın, ruhu m un ve bedenimin muvazi ve hemahenk olarak inkişaf etmiş olduğunu görüyorum. Hiçbir zaman kaybetmediğim muvazenemi bu güzel tesadüfe borçlu olduğumu anlıyorum.

Bir gün, birdenbire içimde garip bir arzu canlandı :

—        Ben de bir şey yazayım! dedim ve bunu düşünürken utandım, vazgeçtim. Fakat içimde daha kuvvetli bir şey bu tasavvurdan bir türlü vazgeçmiyordu. Arzu kuvvet buldukça, ben, nasıl yazarını, diyerek onu susturmağa çalıştım. Nihayet bir gün, kurşunkalemini elimde buldum. Bu ,bana isyan etmiş vaziyette, kendi kendiliğinden, mutlaka bir şey doğurmak istiyordu. Yeşil Serez ovasının uzaklıklarında Tahyanos gölü parlardı: işte mevzu. Okuduğum eserlerden aklımda kalmış bir cümle ile: «Afitabı cihantap tulü etmiş...» diye başladığımı hatırlıyorum. Fakat ne yazık ki bu şaheserin müsveddesi yırtılmıştır !

İstanbul’a döndüğümüz vakit on üç yaşımda idim. Serezden ayrılışta beni en çok sevindiren şey istediğim kitaplara kavuşmak imkânının artık tahakkuk etmesi idi. Gündeliklerimden fazla olarak babamdan kopardığım bütün paraları Babıâli caddesinde kitapçı Kirkor Efendiye verdim. O bana Ahmet Mithat Efendinin tekmil eserlerini sattı. Benim de bir kütüphanem olmuştu. Ciltsiz olunca birbirlerine dargın gibi yanyana dizilmeleri pek zor olan bizim türkçe kitapları kütüphanemin boş raflarına âşıkane bir ihtimam ile dizer, karşılarına geçer, saadet ile mestolmuş bir halde uzun uzun seyrederdim. Rafların boş tarafları içime derin bir eza verirdi. Kitapların perişan haline de üzülürdüm. Beyazıtta mürekkepçilerde bir mücellit Sait Efendi vardı. Kırmızı meşin üzerine, yaldızlı en iyi cildi beş kuruşa yapardı. Fakat hem kitap alabilmek, hem onları ciltletmek küçük bir mekteplinin mütevazı bütçesi için en zor bir mesele idi.

Artık İstanbul idadisine neharî olarak devam ediyordum. Mektebimiz, Sultanmahmut türbesinde sonradan Maarif Nezareti ittihaz edilen binada idi. Aksarayda oturuyorduk. Perşembe günleri sabahleyin mektebe giderken ayaklarım Beyazıt yokuşunu her zamankinden daha hızla ve arzu ile tırmanırdı.

O zamanlar çıkan romanlar on altışar sayfalık cüzler halinde haftada bir kere, perşembe günleri neşrolunnrdu. Artin isminde bir gözü kör bir müvezzi bellemiştim. Bevazıttaki kösede dururdu. Orası adeta müvezzilerin karargâhı gibiydi. Perşembe günleri epeyce roman müşterisi görülürdü.

Ben bunların en sadıklarından biriydim. Artin bana enmiyet getirmiş, küçük bir hesabı cari açmıştı. Tramvayla gittiğim yağmurlu havalarda bile tramvayın penceresinden benim romanlarımı verirdi. Bunlar Xavier de Montepin’in, Emile Gaborieau ve daha bu kabil muharrirlerin hep cinayetlerden bahseden romanları idi.

Sayıfalarını yırtmamağa gayret ederek dikkatle keser, mektepte ders arasında hocanın, teneffüs zamanında mubassırın gözünden kaçırmağa çalışarak merak ile okurdum. Bilhassa bazı dersler roman ve gazete mütaleası için çok müsait idi. Bu müsaadeyi suüstimal ettiğimiz olurdu. Cebir hocamız, Boyacıyan Efendi vardı. Ders takririnin muttarit ahengi arasında hazan Boyacıyan efendinin kendi kendisine söylenir gibi bir mütaleası sınıf içinde çınlardı:

—        640 Hüseyin Cahit Efendi gene siyasiyat ile meşgul!

On sıradaki arkadaşlar arkaya doğru bakışırlar, gülüşürlerdi. Ben bozulur, fakat hiç işitmemiş gibi davranarak, gözlerim duvardaki kara tahtada, ellerim sıranın altından gazeteyi yavaşça toplar, hemen gözün içine tıkardım. Boyacıyan Efendi de takririne devam ederdi.

İlk Eser: Nadide

Bir gün beni altüst eden bir Jıâdise oldu. Gazetelerin birinde koca bir makale. Zannederim Asaf isminde bir genç talebe Seyyiei tesamüh isminde bir roman kaleme almış. Recaîzade Ekrem Bey de buna bir takriz yazmış. Gazete işte bu eserden bahsediyor, takrizi basıyor, pek sitayişkâr bir lisan kullanıyordu.

Ne büyük bir hâdise. Bu mes’ut genç acaba kimdir? Recaîzade Ekrem Bey gibi büyük bir edibi tanımak ve hele eserini ona beğendirmek saadetini nasıl ele geçirmişti?

Herhalde zihnim bize ders diye ezberlettirdikleri Kasidei nuniyeden ziyade bununla meşguldü. Ben de bir roman yazsam! Benim de ismim gazetelere geçse! Böyle koca bir makale ile, meşhur bir takriz ile halka takdim edilmek değil, iki satırlık bir methiyeye nail olmak bile beni mes’ut etmeğe kâfi gelirdi..

içimde adeta bir rahatsızlık hissediyordum. Mutlaka bir şey yazmalı idim! Nihayet kararımı verdim. Serezde iken dinlediğim bir hikâye vardı. Onu biraz değiştirerek roman haline sokacaktım. Bu kararı verince derhal kaleme sarıldım, yazdım, yazdım. «Nadide» işte bu gayretin mahsulüdür. Tam beş yüz iki sayıfalık bir kitap!

Nadideyi yazmakla iş bitmiş olmuyordu. Bir kere Maarif Nezaretinden tab’ına ruhsat almak lâzımdı. Sonra, büyük ediplerden birinin bir takrizi lâzımdı. Ye daha sonra bir tâbi bulmak lâzımdı. En az ehemmiyet verdiğim nokta da bu idi. Böyle bir romanı, bahusus başında koca bir takriz ile hangi kitapçı basmazdı!          

Romanımı bir ’ arzuhal ile «Encümeni teftiş ve muayene» ye tevdi ettim. Tab’ı için icap eden müsaadeyi aldım. Takriz meselesini de sınıf arkadaşlarımdan Arif Bey temin etti.

Roman yazdığımı yakın arkadaşlarım tabiî biliyorlardı. Mühim parçalar kendilerine kim bilir kaç defa okunmuştu. Arif Bey Ahmet Mithat Efendiyi tanıdığını söylüyor, Mithat Efendinin hususî hayatı hakkında hikâyeler anlatıyordu. Bu en büyük romancın] n en zevkle okuduğu yazılar lokanta listeleri imiş! Nadide de böyle dişe dayanacak bir şey olmamakla beraber onu Ahmet Mithat Efendiye takdim ederek bir takrizine nail olmak benim için en yüksek bîr eme! teşkil etti. Arif Bey gayet nazik, çelebi, arkadaşlarına teşrifatlı bir lisan ile hitap eder, bir mektep talebesinden ziyade bir büyük adam gibi konuşurdu. Sonra Hidive kâtip ve teşrifat müdürü oldu.

Herhalde yaradılışı böyle işlere kabiliyetli olduğunu çocukluğunda bile hissettiriyordu. Mithat Efendiye takdim etmek üzere benim romanımı aldı.

Epeyce bir helecan devresi geçirdim. Çünkü giden eser bir türlü gelmiyordu. Kaybolacak diye titriyordum. Fakat maatteessüf bu korku haksız çıktı. Bir gün Arif Bey Ahmet Mithat Efendinin takrizi ile birlikte benim şaheseri mektebe getirdi. Doğrusu takriz Recaîzade Ekrem Beyin o imrendiğim iltifatı kadar parlak olmamakla beraber kitabımın başına Ahmet Mithat Efendinin yazısını basabilmek saadeti beni o gün dinlediğim derslerin hiçbirini anlıyarnı yacak kadar sarhoş etti.

Mektepten çıkar çıkmaz, Babıâli caddesine koştum. Eserimi kitapçı Arakele verecektim. O zamanın en meşhur kitapçısı o idi. Dükkâna girip çıkarken, bazı muharrirlere rastgelir, sıkılırdım. Fakat şimdi ben de oraya bir fatih gururile giriyor, hiçbir hicap duymuyordum. Arakel Efendi ne benim o büyük eserimi okudu, ne ona parlak bir istikbal vadeden takrize baktı. Romanımı basamıyacağını söyledi, önündeki hesap ile meşgul olmağa başladı.

Bu adeta bir istiskal idi. Hiç kadir bilmiyen bir adam! Nefret ve galeyan ile dükkândan ayrıldım. Babıâli caddesinin bütün tabilerini birer birer dolaştım. Hiçbiri kendilerine getirilen mücevherin kıymetini takdir edemiyordu. Böyle büyük bir fırsatı kaçırıyorlardı.

Adeta şaşkın bir halde eve döndüm. Bütün bu teşebbüste hiç ehemmiyet vermemiş olduğum şu adi teferruat noktası şimdi her şeyi akim bırakacak kadar bir vahamet arzediyordu. O gece nihayet uykum kaçtı. Ne çare bulabilirdim? Kitabı kendi hesabıma bastırmak. Ne ile? Nihayet bir ümit parladı. Çocuk luğumdanberi biriktirmiş olduğum paralar vardı. Bunları babam saklıyordu. Ona yazar, yalvarırım, dedim. İlk posta ile babama pek yanık bir mektup uçurdum. Ne diller döktüm, bilmem. Fakat maatteessüf bunlar müsmir oldular. Babam ricamı kabul etti. Bütün birikmiş paramın yekûnu kırk beş liraya baliğ olduğunu söyliyerek onları posta ile bana gönderdi.

Doğru Alem matbaası ismini taşıyan Ahmet Ihsan ve şürekâsı matbaasına koştum. Bu, şık kitaplar basmakla aramızda meşhur olmuş yeni Türk matbaası idi. Ahmet İhsan Bey ile, ortağı Asım Beyle dostluğumuz işte o tarihten başlar. Matbaa Ebussuut caddesinde, dar, kötü bir binada idi. Fakat ilk defa içine ayak bastığım bu matbaa, pis kokularile, uğultulu havasile, bana bir mabet kadar kutsî göründü. Hele onu idare edenler ne büyük adamlar olmak icap ederdi!

Artık tashihler için matbaaya devama başladım. Bu, beni kendi nazarımda pek yükselten bir meşgale teşkil etmişti. Etrafımdakilere: matbaaya gitmiştim, matbaadan geliyorum sözlerini tekrar ederken nasıl hayretler ve gıptalar içinde gözlerinin açılmadığına şaşardım.

Nadideyi yazıp bitirmekle içimdeki yazı hevesi geçmiş değildi. Bilâkis bu hastalık vahamet, kesbe diyordu.

«Nadide» nin tab’ı bittiği zaman, arkasına «Muharririn derdesti tabı asarı» diye koca bir liste ilâve ettim. Böyle bir şey yapmazsam, adeta edebî haysiyetim haleldar olacak kanaatinde idim. Binaenaleyh bütün gayretimle başka eserler daha hazırlamıştım. O sayıfayı aynen naklediyorum:

KUŞDİLİ PİYASALARI

Bu serlevha altında teşkil olunan küçük romanlar külliyatı memleketimize ait feci hikâyeciklerden ibaret olarak birbirini müteakip neşrolunacaktırlar. Atideki dört adedi kâmile» yazılmıştır:

Iztırabı vicdan Katil Seviyor Sevmiyor

KANDİL GECELERİ

Şu umumî nam ile tertip olunan mudhik hikâyeler külliyatı şehrimize müteallik gülünç romancık lardan mürekkep olarak yekdiğerini müteakip meydanı matbuata arzolunacaktır.

Atideki dört adedi kamilen yazılmıştır:

Takip

Yine takip

Desise

Sütninenin kör tarafı

HELENE VE MATİLDE

Fransız meşahni muharrirîninden Adolphe Belot’nun enfesi asarından olan şu roman Fransada pek ziyade mazharı rağbet olmuş lâtif ve letafeti nis betinde şayanı istifadedir.

ACINMAZ MI?

Bu da küçük ve fakat müessir bir hikâyeciktir.

Artık bu yüklü listeden sonra okuyucular büyük bir muharrir karşısında bulunduklarını teslim etmezlerse çok insafsız davranmış olurlardı.

Çok şükür ki bunların hiçbiri basılmadı. İçlerinden yalnız fransızcadan tercüme ettiğim kitabı merak ediyorum. Bu pek gülünç bir acibe olmak icap ederdi, idadinin ikinci sınıfına geçmiştim. Doğru bir fran sızca kıraat yapabiliyor mıydım? Bilmem. Gramere yeni başlamıştık. Bildiğim lügatlerin yekûnu yüzü geçmezdi. Dört sene idadî tahsili sürdü. Uç sene de Mektebi Mülkiye. Larive et Fleuris gramerini bitirmek bir türlü nasip olmadı. Mektebi Mülkiyenin son sınıfından çıkarken aramızda «avoir» fülini tasrif edemiyen arkadaşlar vardı. Bu kadar karışık bir tahsil, iptidaî bir tedris usulü ile daha başlangıçta benim neka dar fransızca anlıyabileceğim pek kolay takdir edilir. Fakat ben elime bu kitabı almıştım. Mutlaka tercüme edecektim. Hemen her kelime için lügat kitabına bakarak üzerlerine kurşunkalem ile manalarını yazdım. Satırların arası almadı. Çizgilerle kenardaki boş yerlere çıktım. Bütün sayıfaların yüzü su yolu oyunu oynar gibi çizgi ile dolu. Aynı kelime için dört beş yerde lügat kitabına bakmışım, en müstamel kelimeleri bile bilmiyor muşum. Fakat her kelimenin manasını kaydetmekle iş bitmiyordu. Bu muhtelif manalar içinde acaba buraya hangisi yakışıyordu?

Öyle cümleler oluyordu ki her kelimenin ayrı ayrı manasını bulmakla beraber bir şey anlamak kabil olmuyordu. Bazı kelimeleri lügat kitabında bulmak mümkün değildi. Bu şerait altında benim için sezmek kabilinden bir tercüme yapmaktan, uydurup uydurup yazmaktan başka bir çare kalmıyordu. İşte ilk tercümem. Fakat karilerime temin edeyim ki sonrakiler biraz daha iyicedir.

Nadidenin mevzuundan bahsedecek değilim. Zahmete değmez. Üslûp ve tertip tarzı tamamile Ahmet Mithat Efendinin fena'bir taklidinden ibaretti. Taklidi o derece ileri götürmüştüm ki hikâyeyi yarıda bırakarak, hikâye münasebetile gûya felsefî bir mütaleaya ayrıca bir bap bile tahsis etmişim. Bunu aynen nakledeceğim. Bu mütalealarda bir kıymet bulduğum için değil. Fakat o zamanın kültürü, o zamanda yetişmiş on üç on dört yaşında bir çocuk üzerinde o zamanki neşriyatın tesiri hakkında bir vesika teşkil ettiği için. Aynı zamanda, bu, benim ruhumun sonra geçirdiği tekâmül hakkında da iyi bir fikir verir. Böyle bir başlangıçtan hareket ederek bugünkü manevî ve fikrî hüviyete vâsıl olmak için başka türlü tesirler altında kalmış olmaklığım icap eder.

Nadidenin sekizinci babını aynen naklediyorum:

«Evlâtlarını hüsnü terbiye etmiyen valdelere cemiyeti beşeriye taraf ından lanet edilse sezadır.

«Çünkü bilâhare mazarratı gene cemiyeti beşe riyeye ait olacaktır! Tıpkı Nadidede olduğu gibi!

«Vakıa Nadideye valdesi faziletten başka bir şey öğretmemiştir. Lâkin ahlâk hususunda mutaassıp Nğı ile beraber gene müsamaha göstermiştir.

«işte bu müsamahası da nihayet kendisinin ve bir biçare halayığın ölümüne sebep olmuştur.

«Niçin mi? dediniz. Evet, bayatının mahvına sebebiyet veren kendi müsamahasıdır. Çünkü kızının bu haline elbette vâkıf idi. Bu haline diyişimizden Ali Beye, Fuada mektup yazdığını anlamayınız. Yalnız kızının hafifmeşrebane harekette bulunduğunu bilmek lâzım ki bnnn da mutlaka bilmiştir.

«Şimdi bu halde görmemezlik etmeli mi idi? Gayet ufak bir vukuat üzerine kemali şiddetle muamele etmesi lâzımdı. Sesini çıkarmadığı kızını sevdiğinden midir?

«Hâşa! Valdelerin hemen kâffesi kızım yanımda mahcup olmasın, daha aldı ermez elbette uslanır zu’mile günden güne azmakta olan işe ehemmiyet vermeyip gözlerini yumarlar, seslerini çıkarmazlar. Amma on binde bir tanesi müstesna imiş! Ender değil mi? Ne hükmü olabilir? İşte öyle valdeler namuslarının berbat olmasına sebep oldukları cihetle kızlarının hayırhahı değil, belki düşmanıdırlar!

«Bahusus bu son senelerde: medeniyettir! (?) diyerek açık saçık geziyorlar da valdeleri iftihar ediyorlar!

«Yazık!... Böyle bir valdeden yetişen evlâttan hissiyatı milliye, hissiyatı vataniye bulunabilir mi?

«Heyhat! Öyleleri, valde ve pederlerinin salik oldukları tariki kemali rezaletle takip ederler. Böyle bir valdeden yetişen çocuklar da böyledir! Böyle bir valdeden terbiye gören bir kız da böyle bir valde olacaktır!..

«Hele bazı Avrupa şehirlerinde kolkola gezmekte olan islâm erkek ve kadınlarının hali kalbinde zerre kadar hissiyatı islâmiyesi bulunanları hüngür hüngür ağlatacak derecededir.

«Acaba medeniyet kelimesi ahlâk bozukluğu ile müteradif midir?

«İnsan bu halleri görüyor da bilâihtiyar gözlerinden yaş boşanarak:

«—• Nerdesin ey bizim eski vahşetimiz! demekten kendisini alamıyor.

«Heyhat!...

«Avrupalılar medeniyet kisvesi altına saklanarak bizim ahlâkı milliyemizi mahvediyorlar. Biz de lâkaydane davranıyoruz.! Yazık!.

«Asıl birinci derecede ıslah olunması lâzımge len şey valdelerin halidir. Bir valde evlâdının mutlaka cüz’î, küllî bir harekete sebebiyet vereceğini bilmelidir de ona göre takayyüdatta bulunmalıdır. Bir insan nasıl ki herkesin nazarı tamaı matuf gayet kıymettar bir mücevherini, elmasını kemali dikkatle hıfzederse bir valde de kızına bundan daha pek çok ziyade dikkat ve onu muhafaza eylemelidir.

«Gayet lâtif, nazik, nadide çiçekleri havi olan bir bahçe nasfl ki fena havalardan muhafaza olunmakla beraber, akşamları sulanmak ve gündüzleri otları ayıklanmak için bir bahçıvana muhtaç ise, bir kız da valdesinin nasayihi mürşidanesine öylece muhtaçtır. Çiçeğin fena havalardan muhafaza olunması bir val denin kızını «düşmanı iffet» şık beylerimizin yazdıkları tezkerelerden muhafaza etmesine müşabih olduğu gibi bir bahçıvanın çiçekleri sulaması, bir valdenin kızına nasayihi mürşidane vermesine benzer. Kezalik bir bahçıvanın çiçeklerin yanında çıkan otları ayıklaması da bir valdenin kızının harekâtında görülen kusurun tashihine çalışmasının aynıdır.

«Yeni kadın olmağa başlıyan bir kız valdesinden hüsnü misal görmezse hali ne olur?

«Neylerim öyle valdeleri ki kızına nasayihi hakikiye vereceği yerde komşuların birtakım ayıplarından bahseder!

«Neylerim öyle valdeleri ki kızına hane umurunu öğretecekken daha kendisi bir pilâv pişirmesini bile bilmez!

«Bu sözümden bazıları bu âciz muharrire darılıp ta:

—        Allah Allah, artık hiç işimiz kalmadı da alıçılık mı öğreneceğiz!

suretinde tevbihte bulunmasınlar. Hayhay! Bir hanım nekadar kibar olursa olsun mutlaka evinin her işine vâkıf olmalıdır. Olmazsa hizmetçilerin iyi yahut fena yaptıklarını nereden bilecek?

«Cenabı Rezzak kimseden ihsan buyurmuş oldukları nimeti ilâhiyelerini istirdat buyurmasın! Düşmez kalkmaz bir Allahtır derler.

«Kadınların ve bahusus kızların iffetleri giran beha bir cevher olduğu gibi muhafızları da valdele ridir. Artık valdelerin de çekecekleri suubet mülâhaza olunsun!

«Çünkü o cevherin sahibi olan hanımların dirseklere kadar açık kollarından, yalnız ince bir tül ile mestur (!) çıplak göğüslerinden, açık yüzlerinden kat’ı nazar, zihinlerine hakolmuş olan «medeniyet!» lâfzını suüstimal etmeleri o cevheri ismet aleyhine mitralyözler kadar müthiştir! Lâkin kısmı azami da valdelerinden görüyorlar!

«Oü Ey esbabı ciddiyet, siz de hiddetlenmeğe başladınız rai?

«Ne yapalım, aşağı tükürsem sakalım, yukarıya tükürsem bıyığım!..

«Galeyanı teessürle yazdığım şu baba hitam vermezden evvel, hüsnü niyetimin affe medar olacağı ümidinde bulunduğumu arzetmek isterim...

[Nadide, sar ifa 127  138]

Fransız Kültürünün Tesirleri

Uf!. Kendini bilmeğe başladığı dakikadanberi cinaî romanlar içinde büyüyen, Ahmet Mithat Efendinin edebiyat ve felsefesile ruhu beslenen bir çocuktan daha fazlasını beklemek insafsızlık olur. Herhalde bugün görüyorum ki bütün o okuduğum eserlerin benim üzerimde müsbet bir faydası olmuş: yazıya alışmışım. Vefa idadisi müdür muavinliğinde ve Mercan idadisi müdürlüğünde bulunduğum zamanlarda tahsillerini bitiren talebe içinde doğru türkçe yazabilenlerin miktarı yüzde onu geçmezdi. Şüphesiz ki bunun sebeplerinden biri çocukların az okumaları, mektep haricinde mütaleaya düşkün olmamaları idi. Tedris usulü nekadar fena olursa olsun bir çocuk çok okursa kendi kendisine doğru yazabilmek kabiliyetini alıyor. Türkçe tedrisatında bu noktayı gözden kaçırmamak iktiza edeceği fikrindeyim.

Nadideden naklettiğim sayfalardaki fikirleri ben nereden bulmuşum? Bu kanaatleri bana hangi tetkik ve müşahede, hangi kitaplar vermiş? Burasını tayinden âcizim. Herhalde görüyorum ki hep o âna kadar ruhumun üzerinde hüküm süren tesirler devam etmiş olsaydı tam Sıratı müstakimde çalışabilecek bir gazeteci olacakmışım! Ben kendimi kurtarmışım. Kurtaramıyanlar büyümüşler, hep bu fikirleri daha düzgün bir ifade ile müdafaadan başka bir şey yapmamışlar ve bugünlere kadar sürüklenip gelmişler.

Benim müfekkiremi bu skolâstik batağından çekip kurtaran, gözlerimin önüne daha geniş ufuklar açan, ruhumu esaretten azat eden âmiller nelerdir?

Ben bunların en esaslısı olarak fransızcayı vç garp kültürünü buluyorum. Helene ve Matilde’i tercüme için sarfettiğim emek, katlandığım zahmet, fransızcaya nekadar heves ettiğimi pekâlâ gösterir. Nadideyi yazmakla kazandığım müelliflik şerefine bir de mütercimlik şerefi ilâve edilirse bir eksiğim kalmayacaktı. Roman okumak için tercümeler yapılmasını beklemeden fransızcamn romanlarına da kavuşacaktım. İste bu hırs ile fransızca romanlara sal dırdım. Fransızca öğrenmek için elimde hiçbir çare yoktu. Sınıf tahsili pek karmakarışıktı. Hususî ders almağa da imkân yoktu. Elime geçen fransızca romanları lügat kitabına baka baka okumaktan başka bir şey yapanı iyordum. Bilâihtiyar, adeta sevkıtabiî ile bulduğum bu yol beni istediğim noktaya götürdü.

Bundan çok seneler sonra, Gustave Le Bon’un Psychologie de l’education’u çıkmıştır. Mekteplerde ecnebi lisanları tedrisatına tahsis ettiği bapta fransız liselerinden şehadetanme alan gençlerin ecnebi lisan öğrenemem elerindn şikâyt ediyor, kabahati tedris usulüne buluyor.

Kendisinin tavsiye ettiği çare, çocukların lâkırdı söylemek için takip ettikleri tabiî yolu tatbik etmekten ibarettir. Çocuklar hiçbir şey anlamazlar. Fakat anlamadıkları kelimeleri isite isite muhtelif ve şilelerle manalarına intikal ederler. Manalarını belledikleri bu kelimelerin yardımile başka kelimeleri de anlarlar ve nihayet duyduklarını anlıyacak bir hale gelirler, sonra kendileri de meramlarını ifade ederler. Onun için, Gustave Le Bon ecnebi bir lisanı öğrenmek istiyenlere o lisanda yazılmış eserleri okumak, çok okumak yolunu tavsiye ediyor ve misal olarak İngilizceyi nasıl öğrendiğini anlatıyor. Wickfeld papası ismindeki İngilizce romanın bir tarafı fran sızca, bir tarafı İngilizce bir nüshası varmış. Bunu almış, fransızcası ile İngilizcesini mukayese etmiş, bazı kelimelerin manasını, edatların vazifesini az çok anlamış, sonra, başka eserler okumuş ve nihayette okuduğunu anlıyacak hale gelmiş.

Benim fransızca öğrenmekliğim de tamamen bu usul dairesinde olmuştur. Gramer itibarile kelimelerin mahiyetini bilmeden, okuduğumu anlıyabilecek mertebeye çıkmıştım: sırf okumak sayesinde. Gustave Le Bon’un kitabından sonra ben de aynı usulü İngilizceye tatbik ettim. İngilizceyi kendi kendime, hocasız, gramersiz, okuduğumu anlıyabilecek kadar elde ettim. Bu tecrübelerle hükmediyorum ki ana lisanı olsun, ecnebi lisanı olsun, bir dili öğrenmek için manası anlaşılsın, anlaşılmasın okumaktan, muttasıl okumaktan, çok çok okumaktan iyi bir yol yoktur. Bu usulü takip ederken, bir kitaba başladığınız zaman, ilk sayıfalarm manasını pek az sezdiğiniz halde nasıl oluyor bilmem, eserin sonuna doğru lisanda ileriye adımlar atmış bulunuyorsunuz ve daha iyi anlıyorsunuz.

Nadidenin mürettip tashihlerini yapmak için Alem matbaasına devam ettiğim sıralarda Servetifü tuiü intişar etmeğe başladı. Bunun ilk nüshalarına Sereze ait bir resim verdim. Alem matbaasının böyle teklifsiz bir müdavimi bulunurken, Jule Verne mütercimini tanımak gibi bir şerefe nail olurken Serve tiJirouna yazı yazmak hevesinden kendimi nasıl me nedebilirdim?

Fransızca bir faydalı kütüphane külliyatı vardı. Küçücük ciltleri yirmi paraya satılırdı. Babıâli caddesindeki Yuvanidisin Fransız kütüphanesinden dikişe ait bir tanesini aldım. Servetifünun için bunu tercüme etmeyi düşündüm. Fakat iktidarım kifayet etmiyordu.. Zannederim ki bugün bile tercümesinde müşkülâta uğrarım. Çünkü dikişe ait öyle hususî ıstılahlar vardı ki bizim türkçe lügatlerden onlarm karşılıklarını bulup yabancısı olduğum bir mevzuu anlıyabilmek o zamanki fransızcam için imkân haricinde idi. Bu müşkül işi sınıf arkadaşım Cavit ile beraber iktiham etmeğe karar verdik. «İğne iplik» serlevhası altında tercümeler yaptık. Ahmet Ihsan Bey de galiba bedavaya dayanamadı, bunları Servetifünuna bastı! Gazetelerde ilk çıkan yazım budur.

Alem matbaasına devam ederken Ahmet Rasinı Beyi tanıdım. O benim farkımda mıdır, bilmem, Ra sim Bey o zamanlar birkaç eserile matbuatta kendisini tanıtmış meşhur genç muharrirlerden idi. Arabî, farisı terkiplerle süslü güzel romanları vardı. Kitaplarını Arakel kabul ediyor, basıyordu. Ahmet Ihsan Bey ile de dost idi. Matbaaya gelir, yazıhanenin başına oturur, fesini atar, ceketini çıkarır, uznn dalgalı saçları havada, gözleri zeki ve parlak, sesi yüksek, konuşur, kalemi eline alarak bir roman için çalışmağa başlardı. Bazan, civardan turunç şerbeti getirtir, oh! diye tatlı tatlı içerdi. Ahmet Rasim Bey gelince, ben tashihlerimi toplıyarak bir köşeye büzülür, meşhur edibin mesaisini ihlâl etmemeğe dikkat ederek işimle meşgul olurdum. Yazı yazarken, arada Ahmet Rasim Bey durur, gözleri bana initaf eder, sanki ben bir şey sormuşum gibi izahat verirdi: «muhakemeye gelince kalem yürümüyor! Yazması kolay anıma işi muhakeme etmesi zor!»

Onda da o zamanki edebiyatın İm muhakeme ve tefelsüf illeti vardı. Bu işnı zorluğunu ben de bilirdim. Nadidenin o naklettiğim babını yazıncaya ka dar neler çekmiştim. Fakat bir kere yazdıktan sonra onları kendi kendime tekrar tekrar okumak ne keyifli oluyordu...

Nadide cüz cüz intişar etti. Kaç tane satıldı? Hatırlamıyorum. Kimler aldı? Bilmem. Alanlar okumağa nasıl tahammül ettiler? Burasına hiç akıl erdire mem. Aradan çok uzun seneler geçtikten sonra, bazı bildiklerle konuşurken Nadiyeyi okumuş olanlara, hâlâ hatırlıyanlara tesadüf ettim. Herhalde çok bir şey satılmamış olacak ki kalanları bir arabaya doldurarak eve getirdim, tavan arasına taşıttım. Ağırlıkta tavan çökecek diye evde epeyce lâf işittim. Sonra, kitapçı acemlerden birine pek ucuz bir fiatla hepsini toptan sattım. Hayatımda ilk tasarruf ettiğim paralar böyle uçtu gitti ve hayatımda pek fena bir an’a ne başlangıcı teşkil etti.

Fransızca romanlar okumağa heves edince içimdeki yazı yazmak arzusu sönmüştü. Bu hastalığın bitmesi beni istediğim kadar okumakta serbest bırakıyordu. En iptida Alexandıe Dumas babanın masallarını halletmekle meşguldüm. Aradan bir sene geçti. Bunları adeta anlar bir hale gelmiştim.

O aralık matbuatımızda «hissî romanlar» modası çıkıyordu. Bu ismi galiba Ahmet Ihsan Bey George Ohnet’nin romanları münasebetile kullanmıştı. Herhalde, cinaî romanlardan artık eskisi kadar zevk alamıyordum! Paul de Kok’un yazıları da tuhaflıklarını kaybetmişlerdi. Şimdi «Demirhane müdürü» muharriri Georges Ohnet, «Fakir delikanlının hikâyesi» muharriri Octave Feuillet benim en sevdiğim muharrirlerden olmuşlardı. George Ohnet’nin

D ette de haine diye bir eseri elime geçti. Tercüme he vesile yanımda gezdirdim durdum. Fakat devamlı çalışmadım. Bunlardan sonra Dumas fils’in kitapları beni celbettiler. Gözleri karanlığa alışmış bir adam kolaylığile bu fransızca romanlar içinde yolumu buluyor, onlardan artık zevk alıyordum. Dumas fils bana romancılıkta çıkılabilecek mertebenin en sonuna varmış bir dâhi gibi görünüyordu.

Ahmet İhsan Beyin Servetifünunu o sıralarda Paul Bouıget diye bir muharririn resmini bastı, hissî romanlar yazmakta pek iktidar gösterdiğini haber verdi. Babıâli caddesindeki Fransız kütüphanesinin camekâmnda tesadüfen Paul Bourget’nin Terre Pro mise'ini gördüm. Alcan kitaphanesinin bir franklık eserlerine alışmıştım. Uç buçuk franga satılan bu kitabı bir hayli düşündükten ve üzüldükten sonra nihayet tedarik ettim.

İlk say ifalarda beni bir sukutu hayal karşıladı. Bir şey anlıyamıyordum! Sanki bu başka bir fran sızca idi. Sebat ettim, okudum. Fakat bir türlü zevk alamıyordum, çünkü okuduklarımdan mana çıkara mıyordum. Bizzarure Paul Bourget’nin romanını mahzun mahzun kütüphaneme koydum ve gene alışkın olduğum Dumas fils’e döndüm. Aradan beş altı ay geçti. Okuyacak bir kitap kalmamıştı. Gözlerim La Terre promise’e gitti. Tekrar açtım, okumağa başladım. Hayreti Bu defa oldukça anlıyordum. Devam ettim ve anlıyarak okudum, Paul Bourget’nin meftunu oldum. İkdamda «Andre Cornelis» si tercüme ediliyordu. Bütün eserlerini getirtmeğe başladım. Bun lann arasında Psychologie contemporaine ismindeki iki cilt te vardı. Paul Bourget bu tenkit sayıfalarmda bana yeni yeni büyük muharrirler tanıtıyor, tenkitte takip ettiği tarz ile de bana yeni yol gösteriyordu. Hippolyte Taine’i Paul Bourget vasıtasile tanıdım. Roman sahasından yavaş yavaş çıkıyor, yeni sihirli, cazip ufuklar keşfediyordum. Bourget’nin ve Hippolyte Tanı’nin tesirleri üzerimden biç silinmemiştir zannediyorum.

Ta Dreyfüs davasına kadar Paul Bourget’ye tam bir m eftu niyetle, lekesiz bir takdirle, derin bir hayranlık hissi ile bağlı kaldım. Fakat onun sonra kıral lık ve papazlık taraftarlığı etmesi aramızı açtı. O tarihten sonraki eserlerini okuyamadım.

Şimdi bu geçmiş fikrî hayatımı düşündükçe görüyorum ki bütün kültürümü Garba ve bilhassa Fransaya borçluyum. Üzerimde Şark eserlerinin hiçbir tesiri1 olmadı. Arapça ve Acemce tahsilimiz zaten pek noksan idi. O lisanlarda yazılmış bir şey okuyamazdık. Eski ve yeni türkçe eserlere de veda etmiştim. Çocukluğumda anlamadan okıvdğum divan edebiyatından da uzaklaşmıştım. Şiir için kendimde ufak bir istidat bile hissetmiyordum. Binaenaleyh, diyebilirim ki gençliğimdenberi ne okumuşsam fransızca dır, ne öğrenmişsem o membadan gelmiştir. Bundan dolayıdır ki «Nadide» ile «Hayatı muhayyel» muh

telif cins iki tohumun mahsulleri gibi birbirine benzemekten çok uzaktırlar.

İdadinin üçüncü sınıfında iken haftalık risalelere bazan yazılar gönderirdim. Bunlar La Nature gibi fıansızca fennî risalelerden tercüme edilmiş «fennî eğlenceler» idi. 0 zamanlar haftalık gazetelerde böyle bir moda vardı. Kaplarına yazı basarlardı. Bu yazılar arasında da fennî eğlencelere bir yer ayrılmıştı. Elime geçen tercümesi kolay parçaları kaçırmaz, tercüme ederdim.

Ahmet Şuayp ile dostluğumuz idadinin üçüncü sınıfında başlar. Talebe mevcudu çok olduğu için aşağı sınıflar müteaddit şubelere ayrılmıştı.

ikimiz de ayın tarihte idadiye girmiş olduğumuz halde üçüncü sınıfa gelinceye kadar Şuayp ile tanışmamıştık. Sınıfa yeni girdiğimiz vakitlerde, bir gün, sıralardan birinin bir ucunda sarışın, mavi gözlü, gayet müstehzi bakışlı, zayıf bir çocuk gördüm. Çekingen, vahşi bir tavrı vardı. Yanma sokuldum. Konuşmağa başladık. Beş dakika içinde aradaki buzlar uçtu. Onun elinde de bir roman vardı. Muhavere derhal edebiyat sahasına geçti. Birtakım romanları okumuş olmakta iştirak aramızda pek kuvvetli bir manevî rabıta vücuda getiriyordu. Şuayp, o muhteriz, müstehzi halile o ana kadar hemen hiçbir ruhî dost bulamamıştı. Kendisini sevenler pek azdı. O da hiç kimseyi beğenmiyordu. Büyük bir gururu, etrafına faikıyetini hissetmekten ileri gelen bir azameti ve istihzası

vardı. Fakat biz birbirimizi mehenge vurduk, tarttık. Birbirimizin meziyet ve iktidarını teslim ettik ve dost olduk. Mektep sıralarında his ve fikir iştirakinin üzerine kurulan bu dostluk günler geçtikçe kuvvetlenerek en sağlam bir kardeşlik derecesine vardı. Meşrutiyetten sonra, geç kalmış bir apandisit ameliyatı neticesinde henüz çok genç yaşta vefat ettiği zaman, memleket en kıymetli, son derecede çalışkan, pek müdekkik bir mütefekkirini kaybettiği gibi ben de bir insanın hayatta kazanabileceği bir iki dostun birinden mahrum ve yetim kalmıştım.

Vatan ve Hürriyet Âşkı

Bu tarihlerde bizim için yeni bir his, daha doğrusu bir ihtiras peyda olmağa başladı. Vatan ve hürriyet muhabbeti. O zamanın nesli vatan ve millet sözlerini kimseden işitemezlerdi. Hatta evlerinde bile. Benim bir dayım varmış, Mektebi Harbiye talebesinden imiş. Mithat Paşayı Abdülhamit Avrupaya nefyettiği zaman gazetelerin birine Mithat Paşa lehinde bir mektup yazmış. Uç arkadaşile beraber kendisini tevkif etmişler. Redif Paşa Divanıhrabi bunları on beş sene müddetle Radosa kalabent olarak göndermiş. Dayımın mevcudiyetinden, böyle bir vak’a üzerine sürüldüğünden hemen hiç haberim yoktu. Aile içinde bu mahkûmiyeti biz çocuklardan gizlerler, herhalde sebebini izah etmekten çekinirlerdi.

Bu on beş sene mahkûmiyet nihayete ermiş. Günün birinde aile içinde büyük bir sevinç dalgalandı. Dayım menfadan avdet etti. Bu, otuz, otuz bir yaşlarında sevimli, güzel söz söyler bir genç idi. Benim üzerimde büyük bir tesir yapıyordu. O sihirli vatan ve hürriyet bahislerini onun ağzından tatlı tatlı dinlerdim. Dayım benim nazarımda büyük bir şeref ha lesile parlıyordu. Radosta Namık Kemal Bey onları evlât gibi kabul etmiş, fikrî terbiyelerile meşgul olmuş. İstibdat aleyhinde bulunduğu için nefye giden, orada Namık Kemal Beyin evlâdı gibi büyüyen bir dayı.. Ağzından çıkan bütün sözler dosdoğru kalbime ve ruhuma gidiyordu. 0 benim için bir peygamber idi. Benim ruhumun muhtaç olduğu bir gıdayı bana getiriyordu, bana yeni bir iman getiriyordu. Evet, tam doğru kelimesi budur: yeni bir din, vatan ve hürriyet aşkı...

Kemal Beyin «Cezmi» sini bana dayım verdi; Kemal Beyin gayrimatbu «Celâl» inin yazma bir nüshasını bana dayım verdi. Artık «Vatan ve Silistre» sini, «Akif Bey» ini, «Gülnihal» ini Beyazıttaki sahaflardan ben buldum.

Benden daha yaşlı bir teyzezadem vardı. Tıbbiye mektebine devam ederdi. Tıbbiye mektebinin öte denberi içinde yanan hürriyet aşkına o da tutulmuştu* Onunla bu mevzu üzerinde nekadar hararetle konuşabiliyorduk. HuJki, teyzezadem, bana Beşir Fuattan da bahsediyordu. Beşir Fuadin o zamanki nesiller üzerinde büyük bir tesiri olmuştur. Buchnerden tercüme ettiği eser gençleri bizim klâsik ilmikelâmm zincirlerinden kutrararak daha geniş ufuklara götürüyordu.

Bütün bu yazıların tesiri akıl ve muhakemeden gelmiyordu. Okuyup, anlayıp ta onları kabul etmiyor

dura, Okuyup ta anlıyamadığım fakat müphem bazı şeyler sezdiğim için esrarlı bir hakikate müncezip olur gibi hissiyatımla onlara meylediyordum ve bu tarz şüphesiz ki daha müessir, daha cazip oluyordu.

Bir gün, dayımla nıubahase ediyorduk. Ben gençlere ve cahillere mahsus bir inat ile iddia ediyordum: Allah böyle demiş, diyordum.

Bana müstehziyane mukabele etti:

—        Ne biliyorsun?

Bu istihfaf en beliğ, en kanaat verici bir delil kadar beni sarstı ve müfekkireme başka bir yol açtı: kendiliğimden düşünmek, kendiliğimden hüküm vermek yolunu.

Dayım Istanbulda çok kalmadı. Hükümet onu Anadolunun bir tarafına küçük bir memuriyet ile göndererek Istanbuldan uzaklaştırdı. Fakat burada bulunduğu kısa müddet, benim üzerimde yaptığı tesir için kâfi gelmişti. Mektepte ders esnasında okunan kitaplar artık, yalnız romanlara inhisar etmiyordu. Şimdi onların arasına gizli siyasî eserler de karışmıştı. Bunlar yalnız Kemal Beyin kitaplarından ibaret değildi.

Şuayp bir gün, gizlice elime pek ince kâğıt üzerine basılmış bir gazete tutuşturdu: Mizan. Istanbnl dan kaçan Murat Bey tarafından neşrediliyordu. Ab dülhamide ve idaresine hücum ediyor, «ikiden biri» serlevhasile yazdığı makaleler silsilesinde onu meşrutiyeti iadeye yahut saltanattan çekilmeğe davet ediyordu. Murat Bey ne büyük adamdı! Namık Kemal, Murat Bey gibi büyük adamlar arasına Ahmet Rızanın ismi de karıştı. Esrarengiz bir membadan çıkar gibi, Şuayp günün birinde onun da Avrupada neşrettiği Meşveretten bir nüsha getirmişti. Şuaybın babası ölmüştü. Bir annesi vardı. Sultanselimde, hücra bir köşede yaşıyordu. Onun bu gizli evrakı bulup getirmek ihtisası uzun müddet devam etti. Daha sonraları,, tahsilimizi bitirdikten sonra da bundan vazgeçmedi. Abdülhamit idaresinin en şiddet kesbettiği, kitapçılarda Fransız gazetelerinin satılması menolunduğu, ecnebi postahanelerinde «Post restant» muvaredat bile tecessüs altında tutulduğu zamanlarda o gene pek gizli gizli Meşveret nüshaları ve Temps gazeteleri taşırdı.

Bazan, merak ederdim, bu Meşveretleri nereden bulduğunu sorardım. Geceleyin Samatya yahut Yedi knle tarafında bir eve gittiğini ve oradan aldığını anlatırdı. Şimdi biz gece hayatına alışkın olduğumuz için, geceleri sokağa çıkmanın, Sultanselimin tenha bir mahallesinden kalkarak Samatyaya kadar gidip gelmenin ne olduğunu gençler pek anlıyamazlar. Kışın saat dört buçukta İstanbul sokaklarında hayat kesilirdi. Her taraf, kapanır, çamur içindeki sokaklarda derin bir karanlık hüküm sürerdi.

Şuaybm, on paraya satılan bir kâğıt feneri vardı. Bunu esvabının arka cebinde taşırdı. İşte o sarışın, cılız çocuk fenersiz sokaklarda, karanlıklardan

geçerken bunun ışığı ile kendisine yol bulurdu. Ne manalı bir misal: tıpkı o zamanın yetim ve mahrum gençliğinin hali. Her taraf müthiş bir istibdat karanlığı içinde. Kendi kendisine bırakılmış, düşman telâkki edilmiş gençlik, öteden beriden sızan hürriyet nurlarını rehber edinerek kendisine bir yol bulmak, yüksek bir gayeye varmak için bütün aczile çırpınıyor,.. Bir gençlik ki vatan kelimesini telâffuz etmekten mahrum... Fakat bütün bu mahrumiyetlere rağmen o çocukların içinde adeta mafevkalbeşer bir kudretin yaktığı bir nur, bir ateş var: Vatan ve Hürriyet aşkı. Onlar için bir istinatgah var: gençliğin yılmaz azim ve iradesi...

Yalnız Vatan ve Millet sözlerini işitmek, söyliye bilmek ile kalplerimizin nekadar titrediğini, ruhumuzun nekadar derinliklere kadar sarsıldığını anlıyabil mek için o sıkı mahrumiyet ve memnuiyel hayatını yaşamak ister. Bugünkü gençlerin pek tabiî, pek alelade buldukları bu şeyler o zaman için bizim üzerlerimizde yüksek bir dinin en kudsî serairi kadr tesiri haiz idiler. Gençlerde Vatan ve Hürriyet aşkını uyandırmak bakımından Namık Kemale bu memleket ebedî bir şükran hissi beslemek iktiza eder. Herhalde benim ve benim neslimin en büyük manevî mürebbimiz, mürşidimiz odnr. Hâlâ Namık Kemal ismini anarken içimde bir hürmet galeyanı, bir sıcaklık duyarım. Murat Beyin, o yaptığı neşriyattan sonra İstanbul a dönerek Şûrayı Devlet azalığmı kabul etmesinin verdiği inkisarı hayal, uyandırdığı nefret te bn yeni Vatan din ve aşkının taassubundaki şiddetten ileri gelmiştir. Murat Beyin, kim bilir, İnsanî bakımdan düşünülürse, mazur addedilmesi belki de kabil olacak o zaaf eseri bizde okadar acı bir infial uyandırmıştı ki aradan uzun seneler geçtiği halde bir türlü zail olmamıştı. Meşrutiyeti müteakip Taninde yazdığım şiddetli makalelerden biri de Murat Beyin aleyhinde idi. Bugün, türlü türlü hayat tecrübelerinden sonra bu vak’ayı hatırladığım zaman belki de biraz haksız idim, belki de Murat Beyin lehinde muhaffif sebepler vardı, diyorum. Fakat gençlik, meseleleri tek bir bakımdan görüyor, evet, hayır tarzında kat’î bir hüküm vererek ânâtı düşünmüyor.

Murat Beyin mücadeleyi yarı yolda bırakması nekadar fena bir tesir husule getirmişse Ahmet Rızanın Saray tarafından vukua gelen bütün tekliflere, davetlere, vaitlere ehemmiyet vermiyerek hürriyet lehindeki neşriyatına devam etmesi de kendisini bizim nazarımızda alelâde fanî insanların üstüne çıkarmıştı. Meşrutiyetten sonra, Ahmet Rıza., bir büyük emlâk ve akar sahibi gibi, hep mazide biriktirmiş olduğu bu sermayeyi yedi, yedi, fakat okadar çoktu ki bitiremedi. Seyahatte bulunduğum için, cenazesine gidememek bana ayrıca bir acı teşkil etmiştir.

Kemal Beyin kitapları, arada sırada elimize geçen hürriyet propaganda risaleleri bize fransızca eserleri ihmal ettiremiyorlardı. Okuduğumuz şeyleri 

anladıkça okumak hevesi de artıyordu. Bu bir susuzluk idi ki teskin edilmek istendikçe daha ziyadeleşiyordu. Artık Fransız edebî hareketini, pek nakıs olmakla beraber, takip edebilecek bir hale gelmiştik. «Les annales politiques et litteraires» mecmuası bu noktada bizim için pek faydalı oluyordu.

Zannederim, o sıralarda idi, Sarah Bernhardt Istanbula geldi. Bu Şuayp ile bana büyük bir dert teşkil etti. Sarah Bernhardt’i görmek isterdik. Fakat nasıl? Sarah Bernhardt Beyoğlundaki tiyatroda oynuyordu. Geceleyin beni ailem Aksaraydan Beyoğlu na yalnız tiyatroya yollamazdı. Şuaybın babası olmadığı için o hareketlerinde daha serbestti.

Fakat benim için evden izin koparmak kabil olsa bile ikimize birer «paradi» bileti almak seksen kuruşa bakardı, ikimiz de ceplerimizdeki parayı birleştirdik. Kırk beş kuruş tuttu. Kur’a çektik, Şuayp kazandı. Kırk kuruş ile bilet alacak, yirmi para gidip gelme köprüye verecekti. Üst tarafı da hafta basma kadar ikimize cep harçlığı olacaktı. Şuayp, kâğıt fenerinin mumunu tazeledi. Sultanselimdeki tenha ve karanlık sokaklardan yola çıktı, Tepebaşma kadar yürüdü, Sarah Bernhardt’ın La dame aux Cameli as’smı gördü ve gece yarısında, gene aynı yollardan, Sultanselimin sokaklarında uyuyan köpekleri çiğni yerek evine yayan döndü.

Ertesi sabah merak ve heyecan ile onu mektepte bekliyordum. Bana Sarah Bernhardt’ı uzun uzun an

lattı. Yüzünü, oyununu bütün tafsilâtı ile. Talih bana acımış olacak ki Sultanhamammdan tesadüfen geçerken açık araba içinde Sarah Bernhaıdt’a ras geldim. Orası eskiden pek dar idi. Arabalar ekseriya sıkışır beklerlerdi. Aynı hal Sarah Bernhardt’m başına da gelmişti. Onu görür görmez, resimlerinden, derhal tanıdım. Durarak, rahat rahat büyük san’at kârı seyrettim.

Şu adi, ehemmiyetsiz tafsilâtı ihtimalki pek fazla bulanlar olacaktır. Bunlar da bir hatıra mı? denilebilir. Fakat benim için okadar derin bir hatıra ki aradan otuz beş seneden fazla bir zaman geçtiği halde, Sarah Bernhardt sarı saçlarile hâlâ arabanın içindeki gibi gözlerimin önündedir. Sonra bu meşhur aktrisi, locada oturarak, La Dame aux Camelias oynarken ben de gördüm. «J’ai chaud» diyen ateşli sesi hâlâ kulağımda. Fakat küçük, âciz, mahrum bir talebe iken onu uzaktan, sokakta görmenin verdiği haz ve saadetin hatırasına hiç benzemiyor. Gençlik güzel ve yüksek şeylere, san’ate okadar meftun ve ona temas eden en adi teferruata bile okadar hürmetkar ki...

idadinin üçüncü sınıfında başımdan ufak, hissî bir macera geçti. Buna «macera» demek bile doğru değil. Çünkü cereyan etmiş, vukua gelmiş hiçbir şey yok. Fakat bu küçük hissî hâdise sonra «Hayal içinde» romanımın mevzuunu teşkil etti. Bu romandan bahsetmek sırası gelince, onu anlatırım.

 

 

 

İdadinin dördüncü sınıfına geçtiğimiz vakit, edebiyat hocası olarak İsmail Safa Beyi tanıdık. İsmail Safa Beyin adeta resmî lâkabı «şairi maderzat» idi. 0 devirde her şairin böyle bir unvanı olurdu. Kim tevcih ederdi, bilmem. Fakat İsmail Safa Beyin gazete^ lerde ismi geçerken mutlaka kendisine şairi maderzat unvanı verilecekti. Faraza Mehmet Celâl Beyden de «şairi şirinmakal» demeden bahsetmek adeta bir günah teşkil ederdi. Galiba Safa Beye bu rütbeyi Muallim Naci tevcih etmişti.

Safa Bey idadî mektebinde hocamız, sonra aziz bir dostumuz oldu. Sarı sakalı, zayıf bir vücudu vardı. Pek güzel olmamakla beraber pek sempatik bir adamdı. Sonra, kendisini yakından tanıdıkça ahlâkının temizliği onu bize daha çok sevdirmişti. Safa Bey bize nazmı ve şiiri sevdirmek için epeyce uğraştı. Ha midin Makberinden ve sair eserlerinden bir hayli parçalar ezberletti. Sınıfımızda bunları güzelce ezberli yenelr oldu, fakat maatteessüf, şair yetişmedi.

Muallim Nacinin vefatı bu tarihe tesadüf eder. İyi hatırlıyorum, bir gün İsmail Safa Bey derse geldiği zaman pek müteessir idi. Naci Efendinin öldüğünü bize haber verdi ve şu beytin vefatına tarih teşkil ettiğini söyledi:

Geldi bir devrei matem şi’re Irtihal etti muallim Naci

Ne lüzumsuz şeyler insanın aklında kalıyor!

İsmail Safa Beyden bahsederken ona ait bir hikâyeyi kaydetmek isterim. Tahsilimizi bitirdikten sonra dost sıfatile tanıştığımız sıralarda bir gün Tevfik Fikretin evinde kendisi nakletmişti.

İsmail Safa Beyin mahallesine yeni bir komşu taşınır. Safa Bey bu zatın kendisinin babasının dostlarından olduğunu biliyormuş. Hem de komşu. Bir ziyaret lâzım. Mevsim de Ramazan. Gayet iyi bir fırsat. Şairi maderzat, iftara beş dakika kala komşunun kapısını çalar. Buyurun diye karşılarlar. Başka misafirler de varmış. İftar sofrasının başına götürürler. Safa Bey sofraya oturur, ev sahibile selâmlaşır amma hiç kimseden bir güler yüz görmez. Buna okadar ehemmiyet vermezse de ev sahibinin, hiç aşinalık eseri göstermemesi ve kendisile hiç meşgul olmaması canını sıkar. Ne ettim de geldim diye içinden kendi kendisini yemeğe başlar. Ortadaki sbğukluğu izale için bir lâkırdı zemini bulmağa uğraşır. Fakat okadar sıkılmış, sinirlenmiş ki oldukça zarif konuşan zavallı şair bir türlü bir şey bulup söyliyemez. Her geçen saniye kocaman bir taş ağırlığı ile kalbinin üzerine basmağa başlar. Çekilip gitmek de kabil değil.

Bu azap içinde iken, ev sahibi uşaktan bir su ister. İsmail Safa Bey bunu hemen muhavere için bir fırsat olarak yakalamayı düşünür. Büyük bir nezaketle bir temenna ederek:

— Allah afiyetler versin efendim! demek için ağzını açar. Fakat, aman yarabbi, kulakları ne işitiyor? Ev sahibine bu nezaketli temenna

dan sonra:

—        Allah akıllar versin efendim!

demez mi? İsmail Safa Beyin şaşırarak söylediği bu sözler, bütün sofra halkile beraber ev sahibini de şaşırtır. Zavallı şair felâket içinde kendisini toplar, mutat zarafetini bulur ve birdenbire kararını vererek:

—        Efendim, der, düşündüğümü ifade için bana yâr olmıyan bir ağzı, müsaadenizle bendeniz de nimetlerinizden mahrum bırakayım!

Bunları söyler söylemez, sofradan fırlar, etrafına bakmadan odadan ve evden kaçar.

Bu hikâyeye hem kendisi gülüyor, hem Fikretle ben kahkahalar savuruyorduk. Kim bilir o çıktıktan sonra iftar sofrasında neler konuşulmuştur!

Matbuat âlemindeki uzun hizmetleri, temiz ahlâkı ile kendisini tanıtmış olan Selânikli Tevfik Efendi de hocalarımızdan idi. Bize tarih okuturdu. O da meşhur dalgınlardandı. Ders verirken sınıfta inzibat bozulmuyorsa bu sırf bizim ona karşı beslediğimiz hürmetten ileri gelirdi. Bir gün, dershaneye girdiğimiz vakit, sınıf defterine bakmak için, mubassırsızlıktan istifade ederek, hoca kürsüsünün etrafına toplanmıştık. Birdenbire içeriye Selânikli Tevfik Efendi girdi. Herkes yerine kaçıştı. Fakat hoca kürsüsünün önünde, ayakta bir talebe kaldı. Bu, Aynîzade Hasan Tahsin idi. Parmağını kürsünün budağına sokmuş, çekmek isterken parmağı şişerek çıkmamıştı. Selânikli Tevfik Efendi, burnunun dibinde ayakta dikilen bu talebesini

görmedi mi, gördü, bunda gayritabiî bir hal bulmadı ini? Hiç ses çıkarmadan, mutadı veçhile ön sıradaki talebeden birini göz hapsine alarak, hep onun yüzüne bakarak, gözlerini çevirmeden takririne devam etti durdu. Hocaya bir kere böyle yakalandıktan sonra baş çevirmek ayıp olacağı için, tarih dersi arasında roman okumak istiyenler daha bidayette gözlerini yere indirirler ve bu takrir duşundan kurtulurlardı.

Selânikli Tevfik Efendi hocalığında ve gazeteciliğinde ömrünün sonuna kadar bu mahrumiyet ve tevazu içinde devam etti, durdu. Sonraları, artık çalışamaz bir hale gelmişti. Zannederim, hocalıktan da çıkarmışlardı. O zamanlar Tanin intişar ediyordu. Maziye hürmet hissile, Taninde sermuharrirlik kabul etmesini rica ettim. Yarım bir ateh başlamıştı. Fakat hâlâ yazıyor, hâlâ vazife hissini unutmuyordu. Yalnız, geç vakit matbaadan çıkarken, türkçe ve fransızca bütün gazeteleri koca bir paket halinde koltuğunda taşımak merakına uğramıştı. Hâlâ gözü okumakta, çalışmakta idi. Bu hal Mulıiddin ile Babanzade Şükrünün istihzalarını davet ediyordu. Eğleniyorlardı. Gençlik insafsız oluyor.

Fransızca hocamız canlı bir harabeden ibaret kalmıştı. Monsieur De Vares ismini taşıyan, memleketinde barınamıyarak yabancı bir ülkede, yapayalnız hayatının son günlerini ısındırmağa uğraşan bu zavallı ihtiyar, sınıfında uyuklar, dururdu. Bir kelime türkçe bilmezdi. Biz de bir tek cümle fransızca söyliyemez dik. Hiçbir istifade temin etmeden seneyi kaybettik.

Benim elimde fransızca kitaplar görmüş, meraklı olduğumu anlamıştı. Okumak için bana kitap vereceğini vadetti. Bir hafta sonra, gazetelerden tefrika halinde kesilerek toplanmış bir eser getirdi. Baktım. Emile Richebourg’m La füle maudite’i. Merdut kız diye türkçeye bile tercüme edilmişti. Yüzümü buruşturdum. Artık böyle yazıları okumıyacak kadar yükselmiştim. Hocaya bir şey de söyliyemiyordum. Yalnız, düşüne düşüne, kendimi sika sika:

—        Emile Zola nasıl? Onun kitapları fena mıdır? diye fransızca sordum. Bana tek bir kelime ile cevap verdi:

—        Cochonî

Emil Zolayı böyle istihfaf etmesi üzerine bizim fransızca hocasına numarasını vermiştik. Fransız edebiyatını biz ondan ziyade anlıyorduk!

Mektebi Mülkiyede...

Dördüncü sene ile idadî tahsilimiz nihayete eriyordu. Hep Mektebi Mülkiyeye geçmeğe hazırlanıyorduk. Fakat o sene ilk defa olarak, Mektebi Mülkiye için müsabaka usulü çıkarıldı. Yalnız kırk talebe kabul edilecekti. Bu karar benim edebî ve siyasî hayatım üzerinde bilvasıta büyük bir tesir icra etmiştir.

Müsabaka imtihanı hiçbirimizin, ve bilhassa tembel arkadaşların, hoşumuza gitmedi. Mektebi Mülkiye binası içindeki idadî talebesinden de bundan memnun olmıyanlar çoktu. İki mektep talebesi arasında gizli müzakereler cereyan etti. Nihayet müsabaka imtihanına iştirak etmemeğe karar verdik. Ahdettik. Şaşılacak şey, Abdülhamit devrinde bu karar bir gün tatbik ve icra bile edildi. Böyle bir isyan tertibinin Saray nazrında nekadar müthiş bir cinayet teşkil edeceğini biz tahmin edemezdik. Fakat nasıl oldu da Saray bu işe büyük bir ehemmiyet vermedi, bilmem.

Müsabaka günü hepimiz Mektebi Mülkiye civarına dökülmüştük. Köse baslarında talebeden kolcular,gözcüler vardı. Geleni çeviriyorlardı. Divanyolu ayakta dolaşan iki idadî talebesile dolmuştu. 0 gün zabıta muvakkat tevkif at yaptı. Fakat kimse imtihana girmedi. Ertesi günü, şiddetli bir yağmur yağdı. Sokaklarda dolaşmak kabil değildi. Mektebe gittik ve imtihana girdik!

O zaman Sarayın ehemmiyet vermediği bn hâdise Sarayın hatırından çıkmamıştı. Uç sene sonra Mektebi Mülkiye tahsilimizi bitirdiğimiz vakit, mektepten birincilik, ikincilik ile çıkanları kâtip olarak mabeyne almadılar. Halbuki bize gelinceye kadar her sene birinci ve İkinciler mabeyn kâtipliğine alınırlardı. Bizden üç sene sonra çıkanlara kadar bu aforoz devanı etti. Zihinleri bozulmuş talebenin arkası kesildiğine emniyet gelince tekrar Mektebi Mülkiye birinci ve İkincilerinin mabeyne alınması usulü iade olundu.

işte bunun içindir ki Mektebi Mülkiyeyi bitirdikten sonra mabeyne gitmedim. Gitmiş olsaydım, hayatını büsbütün başkalaşacaktı.

Müsabaka imtihanı Şuayp ile sınıf arkadaşlığımıza hatime çekti.

Çok zeki bir talebe okluğu halde müsabakada kazanamamıştı. Hukuk mektebine yazıldı. Bir bildik vasıtasile Orman, maadin ve ziraat nezareti kalemlerinden birine yüz elli kuruş maaşla girdi, ilk eline geçen para ile de bana Zolanın Rugon Macquart külliyatından kütüphanemizde eksik olan ciltleri hediye etti.

Mektebi Mülkiyede fransızca hocamız Mösyö Lescant isminde bir fransız idi. Kendisinden istifade

kabil olabilecekti. Fakat fransızca talısil itibarile sınıfımız okadar karışık idi ki hâlâ kıraat yapıyor, hâlâ gramerin birinci senesile meşgul oluyorduk. Ma arnafih, hocam lügatte bulamadığım kelimelerin manasını anlamak hususunda işime yarıyordu. Okuduğum romanlarda tesadüf ettiğim böyle kelimeleri defterime yazar, ders günü gelince hocaya sorardım. Bunlar ekseriya argot lügatlerdi. Bir gün defterimi açtım, bilmediğim bu kelimelerden birinin manasını sordum. Mösyö Leseant ciddî bir tavırla kısaca:

—        Une femme de mauvaise condition, dedi. Arkasından ikinci kelimeyi sordum.

—        La meme chose!

Bu cevap daha kuru, daha kesik bir sesle verilmişti. Biraz sıkıldım amma, daha sonraki lügati ben gene sordum. Hoca kızdı.

—Simdi sizi sınıftan dışarı, atarım! dedi.

Beni mahsus yapıyor zannetmişti. Artık bundan sonra lügat sormakta ihtiyatlı davranmağa başlamıştım.

Şuayp ile aynı sınıfta arkadaşlık edememekle beraber dostluğumuz hiç gevşemem işti. Her cuma, cepleri gazete ve kitap ile dolu, bana gelirdi, bütün lâkırdılarımızın esasını haftanın fransızca neşriyatı teşkil ederdi.

0 sıralarda Babıâli caddesinde ikinci bir Fransız kütüphanesi daha açılmıştı. Bunun içinde iki genç ermeni ateşli bir komitacı ruhile çalışıyorlardı. îç lerinden biri Babikyan idi. Şimdi o da matbuat âleminden uzaklaşmış. İstiklâl caddesinde antika eşya satıyor. 0 vakitki en kıymettar eşyası, bize gizli gizli teronı ettiği fransız gazeteleri idi. Abdülhamit idaresi nazarında ecnebi gazetelerinin hemen kâffesi bir düşman idi. Bunları okumak, bir cürüm vücuda getirirdi. Fakat ecnebi postalarının mevcudiyeti Sarayın bütün takayyütlerini hükümsüz bırakıyordu. Posta haneler tarassut altında tutulurdu. Fakat memnu kitap ve gazete ısmarlıyanlar doğrudan doğruya ecnebi postahaneleıinden almazlardı. Araya bir ecnebi, yahut, konsolato karışır, ondan sonra gizlice Türkiye dahiline dağılırdı. Bu noktai nazardan ecnebi postalarının memlekete büyük hizmeti olmuştur. Onlar olmasaydı memlekete hiçbir hakikat nuru, hiçbir hürriyet havası giremezdi.

Biz Temps gazetelerini muntazaman alıyorduk. Genç Türklerin Avrtıpadaki propaganda neşriyatını da Şuayp, Samatya tarafındaki esrarengiz evden geceleri gidip alırdı. Bu itibar ile işimiz gayet yolunda idi.

Şuaybnı hayrete şayan bir çalışma tarzı vardı. Bir kere, bu gazetelerin hepsini biriktirirdi. Mühim bulduğu makalelerin altını çizer, kenarlarına işaretler yapardı. Bir cep defteri vardı. Oraya bunları işaret eder, sınıf sınıf ayırırdı. Sonra, mühim bulduğu parçaları başka bir deftere ya aynen ya hulâsatan tercüme ederdi. O surette ki okuduğumuz yazılardan kıymetli bir şeyin unutulmasına imkân yoktu. Onun böyle doldurulmuş müteaddit not defterleri birikmişti. Seneler geçtikten sonra bile onlardan istifade edebiliyorduk.

Şuayp ile cunıa günlerinin en hararetli musahabelerinden birini de Avrupaya kaçmak mevzuu teşkil ederdi. «Gitmek» değil «kaçmak» diyorum. Çünkü Saray idaresi nazarında Avrupaya gitmek bir cürüm idi. Türkler için memnu idi. Avrupaya gidilmez, gizlice kaçılırdı. Parise gidebilmek, tiyatrolarını, kütüphanelerini dolaşmak, istediğimiz gazete ve kitapları doya doya okumak, o medenî ve hür memlekette yaşamak, vatanda hürriyeti tesis için mücadele edenlerle birlikte bulunmak... Bunlar ne içimizi yakan arzulardı!

Kaçmak... Belki bir çaresi bulunurdu. Fakat orada ne ile yaşayacaktık? İşte halledemediğimiz nokta bu idi. Ne olursa olsun, diye bütün bütün meç hulât içine atılmak onun da, benim de dimağımızın teşekkülâtı ile telif kabul etmez bir hareket idi. Parise kaçamadık. Fakat İstanbulini tenha ve hücra köşelerinde en sönük bir hayata zincirlerle bağlı iken, hayalen hep Pariste yaşadık. Parisin sokak isimleri bile meçhulümüz değildi. Kulis dedikodularından bahseden hususî gazetelerden artist hayatlarının küçük teferruatına varıncaya kadar her şeyi takip ediyorduk. Hakikaten Istanbulda değil, Pariste yaşıyorduk.

İstediğimiz kitapları alabilmek için para yetiştirmek büyük bir mesele teşkil ediyordu. Babam bana iki lira aylık veriyordu. Şuaybm Orman ve Maadin ve Ziraat Nezaretinden aldığı para da yüz elli kuruştan ibaretti. Kitapların ucuzluğuna rağmen, bütçemiz pek dardı. Ben bunu genişletmek yolunu buldum. Kitapçı Karabet Saray için roman tercüme ettiriyordu. Fransızca say ifasına kırk para veriyordu. Bu tercümelere başladım.

Abdülhamidin cinaî romanlara pek merakı vardı. Geceleri yatağa yatar, birisi roman okur, bunları dinliye dinliye uykuya dalar, derlerdi. Herhalde mabeyn mütercimlerinin tercüme işine yetişemedikleri, kitapçı Karabetin de ayrıca tercüme yaptırarak Saraya takdim etmesile sabittir. Karabetin tercümeleri gayet kalın kamış kalemle küçük mektupluk yaldızlı kâğıtlara yazılır, Saraya gönderilirdi. Karabetin ucuz mütercimlerinden başka güzel yazılı ucuz mübeyyiz leü de vardı. Bizim tercümeleri onlara beyaz ettirirdi.

Tercüme olunan cinaî romanlardaki aşk tafsilâtı hulâsa edilir, bütün ehemmiyet cinayet tafsilâtına, zabıta vak’alarına, hafiyeler taharriyatma verilirdi. Karabete bu romanlardan tercüme etmeğe başlamadan evvel Şuayp ile uzun uzun düşünerek ahlâkî ve vatanî bir meseleyi halletmek mecburiyetinde kaldık. Abdülhamit için roman tercüme etmekle acaba bir hamiyetsizlik etmiş oluyor mıydık? Acaba bu bir ahlâksızlık mı idi?

Şu endişeyi bugünkü gençler anlıyamazlar. Hatta, korkarım ki, gülünç bile bulurlar. Fakat Abdülhamit zamanında yaşıyan, Sarayın mutlak hâkimiyeti, zulüm ve kahrı altında Hürriyet ve Yatan aşkını taşıyan gençlik için bundan tabiî bir şey olamazdı. Saraya temas eden her şeyden nefret ederdik. En büyük ahlâksızlık Saraya jurnal vermek, Abdülhamidin saltanatını kuvvetlendirmek, Saraya devam etmek, Saray adamı olmaktı. Jurnalcilik etmemek iyi adam olmak için kâfi bir meziyetti. Padişaha dalkavukluk, padişah dolayısile etrafındakilere ve onların da bendelerine tabasbus okadar taammüm etmişti ki temiz gençlik bir veba mikrobu gibi bunlardan kaçardı. Fakat bu «temiz» lerin miktarı acaba nekadardı? Ne ehemmiyeti var, bir tane olsa, kâfi!

Nihayet, muhakeme ede ede, Karabet hesabına Saray için roman tercüme etmekte ahlâkî ve vatanî bir mahzur görmedik. Bunu yapmakla Abdülhamidin saltanatını takviye etmiş olmuyorduk. Saraya gidip boyun iğmiyorduk. Çalışıyorduk ve çalışmamızla meydana çıkan mahsulü satıyorduk. Bunu kim isterse satmalabilirdi.

işte bu karar ile vicdanımızı tatmin ettikten sonra, tercümelere başladım. Karabetten pek zor para alınabilmekle beraber herhalde elimiz epeyce genişlemişti. Günde 011 beş yirmi sayıfa tercüme yapmak pek kabildi. Fakat maalesef devamlı iş yoktu.

Eh büyük arzularımdan biri Larousse’un on yedi ciltlik büyük ansiklopedisini tedarik edebilmekti. Ona malik olursam dünyanın en zengin kütüphanesine sahip olmuş kadar memnuniyet duyacaktım. Kitapçı Karabet ile uyuştum. 0 kefil oldu. Ansiklopedi geldi. Baybilhavz mücellithanesine ciltlettim. Hepsi bana otuz beş liraya maloldu. Bu borcumu ödemek için Karabete üç bin beş yüz sayfa cinaî roman tercüme ettim! Bundan başka, diğer kitaplara verdiğimiz paralara mukabil yaptığım tercümeler de hesap edilirse otuz ciltten fazla kitap yazmışım demek oluyor. Ne ziyan olmuş bir emek.. Fakat biz bundan memnun idik.

Matbuat hayatında ilk adım

Artık Mektebi Mülkiye tahsili nihayete ermek üzere idi. Şehadetname almaya altı ay kalmıştı. Yaşını da yirmiyi bulmuştu, istikbal düşünceleri, ha }rat mücadelesi zihnimizi işgal etmeye başlamıştı. Arkadaşlardan çoğu vali maiyetine gitmek, kaymakam olmak yolunu tutacaklardı. Ben matbuat hayatını düşünüyordum. O sırada matbuat hayatına atılmak için bir fırsat zuhur etti.

Kitapçı Karabet «Mektep» isminde haftalık bir risale neşrediyordu. Hemen hemen bedavaya tutulan muharrirlerle bu kabil risaleler hiç rağbet bulmazlar, sönüp giderlerdi. O tarihlerde Hazinei fünun, Maarif gibi birtakım haftalık mecmualar daha intişar ediyordu. Kitapçı Karabet kendi tahrir heyetile nyuşa mamış, «Mektep» gazetesinin intişarı sekteye uğramıştı. Karabet ile de tercümeler dolayısile ahbaplığımız ilerlemişti. Mektep risalesini biz çıkarsak nasıl olurdu?

Karabet Kayserili bir Ermeni idi. Fakat bir kelime ermenice bilmezdi. Dükkânı şimdiki Kanaat kütüphanesinin yerinde idi. Kara sakallı, zeki gözleri ile cevval, müteşebbis bir adamdı. Herhalde, hiçten başlıyarak, çalışması ve kurnazlığı sayesinde kendisine bir mevki yapmıştı. Genç istidatlara, muntazam çalışmaya hürmeti vardı. Maamafih, bu hürmet, onlara mümkün olduğu kadar az para vermesine bir mâni teşkil etmezdi.

Henüz mektep talebesi olduğumuz için «Mektep» risalesini doğrudan doğruya bize veremiyordu. Arada başka biri lâzımdı. Bu isi de idadî mektebinde fransızca hocamız olan Baki Bey gördü. Karabetten risaleyi o aldı, bedava çalışmaya biz başladık.

«Biz» tâbiri içinde kimler vardı? Mektebi Mül kiyenin son sınıfında birleşmiş arkadaşlarla Şuayp. Bu arkadaşlar başlıca Aynîzade Hasan Tahsin, Ca vit, Kâni idi. Hepimiz aynı kafiyede birer namı müs tear bulduk: Hakî, Namî, ilâh. Benim kullandığım müstear ad Hakî idi.

Üzene bezene Mektep risalesini çıkardık. Maalesef kendi yazılarımı toplamamak gibi fena bir âdetim var. Şimdi bile kütüphanemde kendi kitaplarımdan hiçbiri yoktur. Nadideyi merak ederk bir nüshasını ele geçirmek için son senelerde uğraştım durdum. Nihayet tesadüfen Libıairie mondiale kütüphanesinde memurluk eden bir küçük hanım Nadidenin kendisinde bulunduğunu söyliyerek onu lütfen bana verdi. «Mektep» kolleksiyonu olsaydı o zamanki neşriyatımız hakkında karilerime şimdi daha iyi bir fikir verebilirdim. Fakat yoktur.

Herhalde şurasını iyice hatırlıyorum ki Mektep risalesinin münderecatı gayet malûmatfüruşane, taf rafüruşane, balâpervazane idi. İyi hazım olunmamış, ağır ciddî bahislerle dolu idi. Elimdeki büyük hâzineden, Larousse ansiklopedisinden Hint, Çin felsefelerine dair tercümeler yapıyordum! Bunları okuyan var mı idi? bilmem. Fakat o zaman bizim anladığımıza göre, risale bizim muhitimizde iyi bir tesir yapıyordu. Ciddî, esaslı bir mecmua gibi telâkki olunuyordu. Herhalde, yenilik, bir başkalık arzediyordu ki etraftaki sair neşriyatın husumetini uyandırıyordu.

Bu yenilik hususunda Cenap Şehabeddinin şiirleri en çok müessir olmuştur. Cenap Şehabeddinin o zamana kadar yalnız ismini isitmistim. Kardeşim Hü şeyin Suadin arkadaşı idi. Ben şiire nekadar bigâne isem Suat da şiire okadar düşkündü.

Ben daha küçük bir çocuk iken onun, arkadaş larile şiire dair konuşmalarını dinler, bir şey anlamazdım. Cenap Şehabeddinin Nusret isminde bir küçük kardeşi vardı. Suadın en iyi arkadaşlarından idi. Topçu mektebine gittiği için kendisine kısaca topçu derlerdi. Semtleri Dırağmanda idi. Şair Şeyh Yasfi Efendi de o mahallede idi. Mubahaseleri arasında bu isimleri, Muallim Naci ismini işitip dururdum. Bu .münasebetle Cenap hakkında da kulak dolgunluğum vardı.

Biz Mektep gazetesini çıkarırken Hüseyin Suat:

—        Bende Cenabın şiirleri var, vereyim de basınız, dedi.

Doğrusu birdenbire pek memnun olmadım. Neden ise, çocukluğumda anlamadan okuduğum eski divanlar bende şiir hakkında iyi bir fikir bırakmamıştı. İsmail Safanın ezberlettiği Hâmidin şiirlerini pek sevdiğim halde ezberlemekte çektiğim sıkıntıdan dolayı onlara da dargındım. Cenabın şiirlerini Suattan alırken içimden bunları risaleye koymağa hiç niye tim yoktu.

Fakat, Cenabın yazılarına bir göz gezdirince fikrim değişti. Bunlarda, şiir diye o tarihlerde haftalık gazetelerde gördüğümüz yazılardan bir başkalık vardı. O zamnlar haftalık mecmualar Andelip, Müste cabîzade İsmet gibi imzalarla muallim Naci tarzında birtakım manzumeler neşrediyorlardı. Bunlar bana pek adi, pek iptidaî şeyler gibi görünüyordu. İdadî mektebinin ikinci sınıfından başlıyarak altı sene devam eden fransızca edebiyat ülfeti bende bütün bütün başka türlü bir zihniyet husule getirmişti. Elimdeki terazi, tatbik ettiğim tenkit ölçüsü değişmişti. Bu türkçe eserlerden bir zevk almak kabil olamıyordu.

Halbuki Cenabın şiirleri bir Garp çeşnisile zevki okşuyordu. İfade düzgün, şekil şarklı, fakat ruh garplı idi. Hattâ sonne şeklile de şarktan ayrılmıştı. Bunları memnuniyetle Mektebe bastım.

Bizim felsefî, ağır yazılarımız arkadaşımız haftalıkların okadar büyük itirazlarını davet etmediği halde Cenabın şiirleri kıyamet kopardı. İstihza etmeğe başladılar. Bununla da kalmıyarak tahkire kalktılar. Bu tenkit tarzı bizde pek eskidir. Hattâ tenkidin başka türlü olacağı aklımıza sığmamıştır. Halbuki Paul Bourget’nin Jule Le Maître’ın Sainte  Beuve’ün tenkitlerini gören, Hyppolite Taine’in kalem tecrübelerde beslenen bir ruh için bu muaheze tarzı nekadar bayağı gelirdi. Düşüncelerdeki, hislerdeki ayrılık adeta bir düşmanlık hissi doğuruyordu. Eminim ki etrafımızdaki eski tarz muharrirler bizi bir düşman telâkki ediyorlardı. Bizim nazarımızda da onlar bir düşman idiler.

En çok kimin şiirlerinden hoşlanırsınız? diye mecmuada bir istimzaç yaptık. Buna gûya karilerden gelmiş gibi, biz kendimiz cvap vererek Cenap Şeha beddinin şiirlerini birinci derecede beğenilen yazılardan gösterdik. Bittabi bu, daha ziyade husumet, daha ziyade hücum celbetti, Ihtimalki sonradan mat butta gördüğüm tecavüzlere nazaran, bu ilk hücumlar haddi zatında pek ehemmiyetsiz şeylerdi. Fakat yeni olduğu için ağır görünüyordu. Yalnız bunların, üzerimde bir müşevvik gibi tesir ettiğini hissediyordum, istihzalar, tarizler, tahkirler adeta acı fakat mukavvi bir ilâç tesirini yapıyordu. Gazetelerde uğradığı hücumlardan bahsederken: «Her sabah bir kara kurbağa yutarım!» diyen Emil Zolayı hatırlıyordum.

Matbuat hayatına girmek, itiraza uğramak, onlara cevap vermek... Emil Zola da böyle tecavüz görmüş, cevaplarını vermiş ve şöhretini tesis etmişti. Emil Zola derecesine yükselmek hiçbir zaman hayalimin bile yetişemiyeceği bir rüya idi. Fakat onun yolunda yürümek kalbimi iftihar ile dolduruyor, mücadelede pervasız davranmak noktasında ona benzemek bile büyük bir hareket görünüyordu. Gençlik, hiç mevcut olmıyan yerlerde de müşabehetler icat eder ve bunlarla avunur.

Bir gün, Mektep risalesine bir mektup geldi. Bilmediğimiz bir imza: Mehmet Rauf. Kendisini tanımadığımız bu mektup sahibi bizim en büyük ruhî bir dostumuzdu. Yazılarını okuyunca, kendisile uzun senelere!enberi dost imişiz gibi bir yakınlık duydum. Mektubun münderecatı, Cenap Şehabeddinin şiirleri münasebetile cereyan eden münakaşalara, uğradığımız hücumlara dair idi. Bunların şiddeti bu gıyabî dostumuzu coşturmuştu; bize muhabbetlerini bildiriyordu.

Böyle bir iki mektuptan sonra, risalemizin idarehane namı verdiğimiz tek odasına Mehmet Ranfun kendisi geldi. Bu, tahsilini yeni bitirmiş genç bir balu riyeli idi. Kısa boylu, inceden ziyade kalınca, pembe pembe yüzlü, miyop gözlü, pek sevimli bir gençti.

Mehmet Raufun mektuplarında en çok bana çar pan şey üslûbu idi. Bu karışık, çetin çetrefil bir şeydi. Fakat muallim Naci mektebinin artık bütün bütün yavanlaşmış klâsik, düzgün ifadesinden çok cazip, çok ruhlu idi. Bunda da, Cenap Şehabeddinin üslûbun» dan gelen zevke bir benzeyiş vardı. Bu üslûp ta Avrupai i idi.

Cenap Şelıabeddinin üslûbu ile Mehmet Ra uf un yazdan arasında bir müşabehet bulmak son derecede garip görünür. Cenap Şehabeddinin her kelimesi işlenmiştir, yazıları, meşhur tâbir ile, fasihtir. Arapça, acemce kelimeler tanı yerindedir. Cenap, bu lisanlara ne dereceye kadar vâkıftır, bilmem. Fakat herhalde türkçe için kâfi gelecek miktardan çok daha fazlasını bilir. Üslûbu tumturaklı bir kolaylık ile kulakları okşıyarak akar. Halbuki Mehmet Raufun yazılar]        Adeta şimdi düşecekmiş hissile sizin kalbinizi titreten, sendeliyerek yürüyen ve yürürken öteye beriye çarpan bir adam hissini verir. Arabi ve farisî kelimeleri kullanırken onlara kendi bildiği, daha doğrusu kendi bilmediği, gibi tasarruf eder. Fakat bütün bunlara rağmen, dağlık bir arazide seyahat ederken bazı dönüm yerlerinde gözlerinizin önünde açılan geniş, güzel manzaralar gibi size cazip yenilikler ar zeder ve hiç beklenmiyen bu şümullerde sizi celp ve teshir eyler. Cenap Şehabeddin ile Mehmet Raufun biribirlerine benzemeleri de bu noktadadır, ikisi de o ana kadar klâsik türkçe nesirde ve nazımda hüküm süren bayağılıktan basmakalıplıktan, fikir eksikliğinden daha doğrusu fikirsizlikten kurtulmuştur. İkisinin de söylemek istediği, hissettiği şeyler, yenilikler vardır. Cenap bunları eski türkçenin bütün inceliklerine, san’atlerine vâkıf, pürüzsüz, zarif bir lisan ile  anlatır. Mehmet Rauf böyle içinden taşan duyguları ifadeye kabiliyetli, hazır bir aletten mahrumdur. O binbir ıztırab içinde lisanım kendi yaratır. Yatağını bulmağa çalışan bir nehir gibi tereddütler, çırpıntılar arasında ilerler. Düzgün değil, canlıdır. Cenaba benzeyişi şekilden ziyade ruhtan gelir.

Mehmet Rauf ile derhal dost olmak için bu ruhî karabet kâfi geldi. Bugün kendisi en müthiş, en feci bir hastalığın kurbanı olarak tahammül edilmez ıztı rablar içinde çırpmıyor. Yaşadığı halde ölmüştür. Şahsiyeti, manevî varlığı sönmüştür. Maneviyatı Ölen bu bedbaht için maddî ölüm bir nimet teşkil edecektir. Bu facia karşısında dostluğumuzun şu ilk günlerini hatırlamakta ne yakıcı elemler var... [1]

O zamanlar sıhhat, neşe, saadet, ümit ve hayat dakikaları idi. Her şey unutuldu, hayat yürüdü ve .bütün bunlar artık geri dönmez birer hatıra, birer hiç oldu. Şimdi yalnız bir hakikat var: ölüm. Bütün o ümitler, didinmeler hep boşmuş...

Halbuki hayata henüz yeni atılmak üzere bulunduğumuz o dakikalarda bütün ebediyet bizimmîş gibi, hudutsuz emellerimiz, ümitlerimiz vardı.

Mehmet Rauf ta cuma günleri Şuayp ile beraber bana gelmeğe başladı. 0, bahriyeli olmak münasebe tile İngilizce de biliyordu. 0 da Şuayp ile beni sarsan edebî ve vatanî hülya ve ümitlerle yaşıyordu. Odamın çıplak duvarım süsliyen taş basması bir levha

[1] Bu satırlar yazıldığı zaman Rauf ölmemişti. 

vardı. Fransada üçüncü Napoleon saltanatının yıkılarak cumhuriyetin, millî müdafaa hükümetinin tesisini tasvir ediyordu. Birinci plânda da bütün şiddeti azmi ve galeyanı ile Gambetta göze çarpıyordu. San’at itibarile kıymetsiz olan bn levha karşısında tapınır gibi, istiğrak dakikaları geçirdiğimiz olurdu. Raufun bu ihtisasları unutmadığını Hakimiyeti Milliye gazetesinde dört beş sene evvel yazdığı bir makaleden anladım.

Gençliğinde «bir dostunun evindeki» bu levhadan bahsederken hafiyeler duysaydı bütün mahalleyi berhava etmeğe kâfi gelirdi diyor.

Cenap Şahabeddiıü de şahsen tanımamıza Mektep risalesi vesile oldu. Şiirlerinin neşrinden ve bu neşriyat etrafındaki gürültülerden sonra bir gün idarehanemize o da geldi. Cenap, etrafındakilere, kendisine karşı takdir ve hayret hissini telkin eden bir cerbeze ve faikiyete malikti. Güzel söz söyler, söylerken zeki, kıvılcımlı gözleri, hafif hafif kırpışır, çok hareket ederdi. Müstehzi ve cazip bir hali vardı. Bize akran olamazdı. Bir ağabey mevkünde idi. Bizden büyük ve bilhassa bize faik insanlara karşı beslediğimiz hürmetle kendisini dinlerdik.

Mehmet Rauf, bir Halit Ziya Beyden de bahsediyor, hikâyelerine, romnlarına karşı derin bir takdir eseri gösteriyordu. Halit Ziya Beyi tanımadığımız için Rauf hayretler içinde idi. Herhalde bizim Fransız eserlerinden başka kitaplarda bir hayat hak

kı görmemekliğimiz ihtimalki kulağımıza çarpan Halit Ziya ismine o güne kadar lakayt kalmamızı intaç etmiş olacaktı.

Rauf, yalnız Mektep risalesinin neşriyatını teşci ile kalmadı. 0 da bazı şeyler yazmağa başladı. Fakat, bu neşriyat uzun bir müddet devam edemedi. Karabet ile aramızda vasıta olan Baki Bey yüzünden bir mesele çıktı. Baki Bey dindarlığın bütün dar mana sile mutaassıp, sofu bir adamdı. Bu devir için bir müstehase addedilebilirdi. Cenabın sinirlerine dokunmuştu. Bir gün Rauf bana geldi:

—        Cenap fena halde kızmış, dedi. Baki Bey işin başında bulundukça yazı yazmiyacağmı söylüyor.

Cenap feda edilemezdi. Baki Beye ultimatum verdik, dediğimizi yaptıramadığımız için mecmuayı hep bıraktık, çekildik. Ertesi hafta «Mektep» Cenap Şalıabeddinin idaresi altında muntazaman intişar etti! Cenabın kabiliyet ve iktidarına okadar hayran ve meftun idik ki kızmadık. Bundan şn faydamız oldu ki ilk hevesle okadar sevdiğimiz risalemizi kendi elimizle gömmek felâketini görmedik. Hiç olmazsa bizim elimizde iken top atmadı.

Kalem hayatı

Mektebi Mülkiyeyi bitirmiştik. Müsabaka imtihanına girmemek için ittifak etmek dolayısile mimlenmiş olduğumuzdan bizleri Mabeyn kâtipliğine almadılar. Kitabeti resmiye hocamız Menemenlizade Tabir Beydi. Tahir Bey de o zamanın üdebasından idi. Fakat biz kendisine okumadığımız şiirlerinden ziyade ciddiyeti için hürmet ve takdir hissi beslerdik. Maarif nezareti mektubî kalemi müdürü idi. Aynîza de Hasan Tahsin ile beni maarife aldı. Mektebi Mülkiye mezunlarına kanunun tahsis etmiş olduğu iki yüz elli kuruş maaş ile Maarif nezareti çelilesi mektubî kalemine onun sayesinde çırağ buyuruldum!

O         zaman için, Menemenlizade Tahir Beyin bu kadirşinaslığı adeta bir lütuf teşkil ediyordu. Babıâ liye yerleşmek istiyen arkadaşlardan birine ancak on kuruş maaş tahsis buyurulmuştu!

Maarif mektubî kalemi benim için âlâ bir kıraathane teşkil etti. Yapılacak iş az, vakit çoktu. Bu boş vakitleri kitap okumakla geçiriyordum. Kaleme en son girdiğim için bana ta kapının yanında küçük bir masa vermişlerdi. Koca oda bir sürü kâtip ile dolu

içli. Mübeyyiz olsun, müsevvit olsun, adam başına günde beşer onar satırlık dört beş kâğıt yazmaktan başka bir iş düşmezdi. Bunu çok ağır, tahammülfersa bulanlar da vardı. Hele müsevvitlerden Aziz Bey hiç gözümün önünden gitmez. Kalemin en teşrifatperest, en nazik ve çelebi kâtiplerinden biri idi. İstanbulininin düğmelerini çözük gören pek nadirdi. Bir müsvedde yazacağı zaman kâğıdı dizinin üzerine dayar, kalemi eline alır, bir hafız gibi sallanır dururdu. «Derkâr», «aşikâr» gibi kelimelere bir kafiye aradığı şüphesiz idi. Bu istediği kafiyeyi sallana sallana bulduktan sonra bir iki satır daha yazar ve tekrar bir sallanma faslı daha geçirirdi.

Kalemde kimse ile ihtilât etmiyordum. Yarım saat sürmiyen resmî meşgalem bittikten sonra kitabımı, gazetemi açardım. Benim bu halim aıkadaşlarca iptidaları azametime hamlolunmuş, fransızca kitaplar da bir gösteriş telâkki edilmiş, eğlenmişler durmuşlar. Sonra buzlar çözüldüğü zaman anlatıyorlardı.

Kâtipler kalemde eskidikçe, masaların yerleri değişir, bir adım daha yukarı doğru, müdür istikametinde, ilerledi. Bu, âdetti. Benden sonra birkaç mün halde benim de masam böyle kımıldamıştı. Bütün bu hareketler kalem için ne büyük bir hâdise teşkil ederdi. İtirazlar, heyecanlar, ihtiraslar uyanır, şikâyetler yükselirdi. Kalemde ne zaman böyle bir teşrifat kavgası çıksa, benim masamı biraz aşağıya doğru kımıldatarak işi halletmek yolunu bulmuşlardı. Galiba böyle bir şeye aldırmıyacağımı hiç şikâyet etmediğime bakarak keşfetmişlerdi.

Kalemin en büyük hâdiselerinden birini de «münhal» meselesi teşkil ederdi. Maarif mektubî kaleminden birinin terfian bir tarafa gitmesi ihtimali ender olarak tahakkuk ettiği için münhal vukuu ancak ihtiyarlardan birinin ahirete gitmesi ile kabil idi. Kalemde çok eskimiş ihtiyarların vefat etmemesi onlar için adeta bir kabahat teşkil ederdi.

Nekadar da çok yaşıyor diye bazılarına kızdıklarını hatırlarım. Bunlardan birinin ağırca hastalandığı şayi olunca kalemde fısıltılar, dertleşmeler ve kıpraşmalar başlardı. Artık kapı kapı dolaşarak etek öpmek, tavsiyeler tedarik etmek sırası gelirdi. Kalemde kâtipler arasında hiçbir zaman dostluk hissi hüküm sürmezdi. Fakat böyle buhran zamanında herkes birbirine düşman kesilirdi. Kim bilir, belki öteki daha kuvvetli yerden bir tavsiye bulacak, münhalden kendisine daha büyük bir hisse koparacaktı! Nihayet adamcağız ölür, kemali teessürle cenazesine gidilir ve münhal neticesinde maaşın arkada kalanlara ne suretle tevzi edildiği anlaşılmak için alelâcele kaleme koşuluıdu. Tabiî sukutu hayaller pek acı olurdu. O zaman, kendilerine fazla fazla para verilenlerin mükemmel bir tereümei halini arkadaşlarının ağzından dinliyebilirdiniz. Tabiî bu tafsilât, resmî tercümeihal varakasına geçmiyen cinsten olurdu.

Maarif mektubî kalemindeki arkadaşlar bana  çok kızmamış olacaklardır. Çünkü beş senede maaşım ancak elli kuruş artmıştı. Filhakika, bütün bu patır dılar, kavgalar, hattâ göz kızarmaları, baş ağrıları beş on kuruş etrafında cereyan ederdi.

Maarif mektubî kaleminde müdürümüz Mene menlizade Tahir Beyden başka iki edip daha vardı: Mustafa Reşit Beyle Halil Edip Bey. Birisi birinci mümeyyiz idi. Halil Edip Bey mültefit tavrı, eski kalem efendilerine mahsus nezaketi, sünneti şerif dairesinde kesilmiş bıyıkları, devamı ve vazifeşinaslığı ile kendisine birinci mümeyyizden daha ileride bir mevki yapmıştı. Mustafa Reşit Bey daha serazat, adeta haylazdı.

Halil Edip Beyle iptidaları aramız iyi idi. Beyaza çekilen kâğıtları mukabele için yanına beni çağırır, kâğıtları okuturdu. Fakat, Selânikte çıkan Müta lea risalesine Muallim Naci aleyhinde yazdığım cür’etkârane bir makaleden sonra aramız fena halde açıldı. Bu çelebi zat kendisinin mukaddesatına taarruz edilmiş gibi hiddetlendi. Matbuatta bana şiddetli bir mukabelede bulundu. Fakat sonra gene barıştık amma zannederim ki içinde beslediği nefret pek geçmemiştir.

Naci aleyhindeki bu yazımın sebep olduğu tuhaf bir hikâyeyi de, tarih sırasını atlıyarak, burada nakletmek isterim.

Menemenlizade Tahir Bey bir ramazan gecesi bizi iftara çağırmıştı, iftarda bulunanlar arasında

Tevfik Fikret, İsmail Safa ve Mehmet Raufu hatırlıyorum. Yemekten sonra otururken uşak, Hayret Efendinin geldiğini haber verdi. Bu, meclisi maarif yahut encümeni teftiş ve muayene azasından, meşhur bir hoca idi. Tabiî, pek eski kafalı bir şey. Yalnız hoş sohbetliği ile maruftu. Tahir Bey bittabi:

—        Buyursunlar, dedi.

Hoca efendi azameti ile içeri girdi. Galiba gözleri de pek iyi görmüyordu. Kendisine büyük hürmetle yer gösterildi. 0, böyle hürmetlere alışkın Ve bütün bunlar kendisi hakkında pek tabiî imiş gibi, baş köşeye kuruldu. Ona: Hazret! diye hitap ediliyordu.

Hazret söze başladı. Tahir Bey bu hoca efendinin mensup olduğu dünya ile bizlerin temsil ettiğimiz dünya arasındaki farkı ve uçurumu pekâlâ müdrikti. Hoca Hayret Efendi hazretleri kendisinin kırk sandık dolusu kitabından bahsettikçe bu sözlerin bizim üzerimizde yapacağı tesiri düşünerek gülümsüyordu.

Bir aralık İsmail Safa bir azizlik etti:

—        Hazret, dedi, şu Hüseyin Cahit hakkında ne buyurursunuz? Naci merhum için yazdıklarını okudunuz mn?

Hayret hoca birdenbire köpürdü. Beni şahsen tanımıyordu. Karşısında oturduğumu da aklına getiremezdi.

—        Cehil, dedi, iki türlü olur derler. Birisi cehli basit, diğeri cehli mürekkep. Cehli basit, malûm.

Cehli mürekkep bilmediğini de bilmemektir. Fakat ben bunlara üçüncü bir cehil daha ilâve edeceğim: cehli mükâp. Bu da bilmemek, bilmediğini bilme» inek ve başka hiç kimseyi de hiçbir şey bilmez zannetmektir. İşte bu bahsettiğiniz herif bu cins cahillerden!...

İsmail Safa makaraları salıverdi. Zavallı Menemenlizade sıkıntısından yerinde duramamağa başladı. Fakat benim yüzümdeki tebessümü görünce rahatlaştı. Hoca efendiye gene müteşekkirim ki daha fazla bir şey söylemedi.

Servetifünun

Mektebi mülkiyeden 1312 senesinde çıkmıştık. Tevfik Fikretin tahrir reisliği altında Servetifünunun edebî bir mahiyet alması da o tarihlere tesadüf eder, Recaizade Ekrem Bey «abes» ile «muktebes» kelimelerini kafiye yapmış. Eski arap yazısında bunlar ayrı ayrı harflerle nihayetlenen iki kelimedir. Naci mektebi taraftarlarınca bu, küfür ve ilhat derecesinde vahim bir hareketti. Haftalık Malûmat risalesinde Ekrem Beye şiddetli hücum etmişlerdi. Ekrem Bey Mektebi Sultanîde muallim iken kabiliyetine şahit ve hayran olduğu Tevfik Fikreti Servetifünuna getirmiş, Servetifünun da kafiyenin göz için değil, kulak için olduğunu ileriye sürerek Malûmatın neşriyatına mukabele etmişti.

Halit Ziya ile Cenap Şehabeddin de zannederim gene Ekrem Beyin teşvikile Servetifünuna yazmıya başlamışlardı. Bu yeni hareket bende de eski yazı ihtiyacını tazeliyordu. RÖneka diye küçük bir hikâye yazdım. O sene hava tebdili için Ayastafanosa gitmiştik. Orada gördüğüm küçük bir kız çocuğuna taallûk eden bu hikâye Ayastafanos hayatının telkin ettiği yazıların ilkidir. Hikâyemi, tabiî, Raufa okudum. O bunu Servetifünuna götürmek istedi. Nadide zamanının balâpervazlığını çoktan kaybetmiştim. Okuduğum fıansızca edebî eserler bana korku ve tevazu vermişlerdi. Onlara yetişemiyeceğimi görmekten mütevellit bir ihtiraz ve mahviyet içinde, kendi yazılarımda hiçbir kıymet tasavvur edemiyordum. Maamafih, içimde gene bir heves vardı. Raufun ısrar» üzerine dayanamadım. Hikâyemi Servetifünuna götürmesine razı oldum.

Röneka Servetifünunda intişar etti. Bunun verdiği cesaret ile başka bir hikâye daha yazdım. Rauf onu da Servetifünuna götürdü. O da basıldı. Artık bana da cesaret geldi, hevesim arttı ve bir gün, Rauf ile birlikte Servetifünımu ziyarete gittim.

O         zaman Servetifünun, sonra Sanayi ve Maadin Bankasının bulunduğu binada idi. Ahmet Ihsan Beyle Nadide zamanmdanberi bir aşinalık vardı. Fakat Recaizade Ekrem Bey de dahil olduğu halde Cenaptan başka orada yazı yazanların hiçbirini tanımıyordum.

Tevfik Fikretin Servetifünundan evvel yalnız bir eserini okumuştum. Miısat ismile çıkan bir gazete «Tevhit» mevzuu üzerine edebî bir müsabaka açmıştı. Bunu Mehmet Tevfik isminde bir genç kazanmıştı. Bu Mehmet Tevfik işte bizim Fikıettir. Halit Ziyadan büyük bir takdir ile bahseden Rauf onun

Nümide, Ferdi ve şürekâsı gibi romanlarını bana vermişti.

Bunları okurken ilk duyduğum şey hayretten ibaretti. Ben türkçe romanları hâlâ Ahmet Mithat Efendinin yazılarından ileriye adım atmamış zannediyordum. Ya Ahmet Mithat Efendinin yazıları gibi olacak, yahut Sami Paşazade Sezai Beyin «Sergüzeşt»i, ya Kemal Beyin «Cezmi» si tarzında olacak kanaatinde idim. Halbuki beni okadar celp ve teshir eden Fransız edebiyatı ile akrabalık iddia edebilecek hakikî bir san’at eseri karşısında kalıyordum, işte hayretim bundan ileri geliyordu. Halit Ziyanın bu yazıları ihtimalki müşkülpesent bir tenkide pek tahammül etmezler. Şüphesizdir ki bunlar edebiyatımızın ölmez eserleri arasında sayılmıyacaklardır. Fakat gene şüphesiz ki edebiyat tarihimizde mühim bir yer tutacaklardır. Çünkü bir merhale teşkil ediyorlar. Çünkü bizde garp romanı tarzında, tekniği yolunda ilk eserlerdir. Mütereddi bir yeniçeri ile bir nizamı eedit neferi arasında şarklılık ve garplılık noktai nazarından ne fark varsa Halit Ziyanın kitaplarile ondan evvelki romanlarımız arasında da aynı mahiyette bir ayrılık mevcuttur. Bu şerefi Halit Ziyanın elinden kimse alamaz.

Kendimi artık müptedi bir çocuk bulmamakla beraber Servetifümma girerken içimde bir heyecan vardı. Orada Fikret ile Halit Ziyayı gördüm. Fikretin derhal emniyet ve muhabbet telkin eden tatlı bir karşılayışı, müstehzi zannolunabileceği halde istihza et m iyen bir gülüşü vardı. Halit Ziya Bey daha teklifli, daha ağır görünüyordu. Ihtimalki yazıları gibi muntazam ve mutantan konusmasımn da bunda tesiri oluyordu. Rabıtası bozuk bir yazıdan insan nasıl mah çnp olursa Halit Ziyanın karşısında da biraz lâübali davranmaktan insan öyle utanacak zannediyordum. Bende ilk hâsıl olan intiba budur. Halbuki Halit Ziyada dost oldukça ısınan ve hiçbir zaman kaybetmediği o süslü konuşmasına kalbinden gelme bir sıcaklık vermesini bilen bir ruh vardı.

Aradan bin türlü vakayi ile dolu çok uzun, tatlı ve acı seneler bir daha ebediyen avdet etmemek üzere geçip gittikten sonra, maziyi düşündükçe kalbde metruk bir mezarlık, yeis verici bir yalnızlık lüssi pek kuvvet bulur. 0 zaman, Halit Ziyayı gidip aramak ihtiyacı içimde şiddet kesbeder. Onu bu eski seneler gibi şimdiki dünyadan uzaklaşmış hissini veren Ayastafanostaki köşkte bulurum. Bu evin yapıldığı zamanı, bu bahçenin Avrupadan çiçekleri getirildiği günleri de bilirim. O zamanki hayat yeniliğinin yerine şimdi o bahçede bile bir hazan ve inziva havası vardır. Bembeyaz olmuş yüzünde hâlâ cevvalliğini kaybetmiyen nafiz küçük gözlerinin parlaklığile Ha lit Ziya beni karşılar. Bir târiki dünya ikametgâhı durgunluğile dinlenen sakin evinin içinde gürültü etmeden ihtiraz eder gibi bir odaya çekiliriz. Sanki uzun seyahatlerden avdet yorgunluğu üzerimizde, konuşmağa başlarız. Ebediyen sönmüş hatıralar etrafında bir haç yapmış gibi sükûnet bulmuş bir halde oradan dönerim...

Servetifünunda çıkan yazılarımı Fikret ile Halit Ziya beğenmişlerdi. Herhalde böyle olmasa bile yüzüme karşı bir şey söyliyemiyecekleri tabiî idi. Ben bu teşvik ve iltifatı halis sikke olarak kabul ettim. Artık her hafta Servetifünuna bir şey yetiştirmek benim için en tatlı bir meşgale oldu. Yazdıklarım, kâh bir küçük hikâye, kâh mensur şiir tarzında bir parça oluyordu.

Mensur şiirleri en çok Rauf moda etmişti. Bende kalan intibaa göre bunda en çok Rauf muvaffak oluyordu.

Bir tenkit yazmış olsaydım bütün o yazıları toplar, ona göre fikrimi bildirirdim. Fakat hatırat hududundan dışarı çıkmak istemediğim için, bahsettiğim tarihlerdeki kanaatlerimi kayıt ile iktifa ediyorum.

Servetifünuna böyle haftada bir yazı yazmak bendeki edebî hayat ihtiyacını tamamile teskin edemiyordu. O zaman, arkadaşlarla kendi başımıza bir mecmua çıkarmağı düşündük. Şuayp, Rauf, Cavit, Hasan bir araya toplandık. Tıpkı Avrupa mecmuaları tarzında edebî ve ilmî, ciddî b.ir risale neşrini kararlaştırdık. Örnek olarak Larousse mecmuasını kabul etmiştik. Hattâ onun başlıklarını bile keserek yaptırdık. Aynı genişlikte sütunlar, aynı büyüklükte de sayfalar olacaktı. Mecmuanın isminde de tereddüt et

medik: Yeni mecmua. Yapmak istediğimiz şeylerin hepsinin üzerinde mutlaka bu yenilik damgası olacaktı.

Gazete için icap eden parayı kendimizi sıkarak | aramızda toplıyabileceğimize kanaat getirdik. Hem j öyle büyük bir sermayeye ihtiyaç yoktu. Bizim gazetemiz çıkınca halk onu kapışa kapışa alacaktı. En düşünmediğimiz nokta bu para ciheti idi!

Zihnimizi iptida en çok yoran ve bizi üzen cihet imtiyaz meselesi idi. Gazete çıkarmak için hükümetten izin almak icap ederdi ve bu çok zordu. Bizlerden biri imtiyaz isterse reddolunacağını muhakkak görüyorduk. Genç olmak, âli bir mektep mezunu bulunmak hükümet nazarında şüpheli addedilmek için kâfi idi. Babam aklıma geldi. «Mütekaidini mâliyeden Ali Rıza Efendi» namına istenecek bir müsaadenin şüpheyi davet etmemesi pek ihtimal dahilinde idi. Babam her zamanki yumuşaklığile başına bu derdi almağa da razı oldu. Ve filhakika, tahminimiz doğru | çıktı. Epeyce uzun teşebbüsat neticesinde bir gün bu ruhsatname elimize verildi. Biz de derhal kalemlere ( sarıldık.)  Rauf, «Ferdayi garam» ismile bir roman hazırladı. Sonradan Servetifununda çıkmıştır. Bir yenilik ■j olmak üzere bunu resimli basmayı istedik ve resimler yaptırdık.

Şuayp birinci nüsha için Albert Sorel’den bir tercüme yapmıştı. Ben ve öteki arkadaşlar neler yazın iştik, hatırlıyamıyorum. Yeni mecmuanın serlevhasını Fikret yaptı. Fikretin resme, tezyinata, güzel yazmaya istidadı vardı. «Yeni mecmua» ismini kamış parçalarından terkip edilmiş bir halde pek zarif tersim etmişti. Son derecede özeniyorduk. Bir Avrupa mecmuası mükemmeliyetile çıkması için bütün kabiliyetimizi sarf ediyorduk.

Avrupa mecmualarında, yazı odalarında meşa hiıin resimlerde beraber hayatlarına dair tafsilât okurduk. Bunları biz de yapmak istedik. Fikretin Servetifünunda basılan höcrei iştigalindeki resmi Yeni mecmua için çıkarılmış ve Viy anaya gönderilerek hazırlattırılmıştı. Fikretten başka, hocalarımızdan Ali Şelıbaz Efendinin de höcrei iştigalinde resmini almıştık.

Bütün bu idare işlerde ben uğraşıyordum. Epeyce uzun ve yorucu bir şeydi. Müze müdürü Hamdı Beyin, Hazinei Hassa nazırı Portakal Paşanın yazı odalarında resimlerini basmayı düşündük. Bütün bu zatları ziyaret ederek muvafakatlerini almak icap ediyordu. Hamdi Beyi bulmak için yağmurlu havalarda müzeye kadar birkaç kere gittiğimi, o eziyetlerden kalan hatıra ile hâlâ unutmuyorum.

Portakal Paşa, Mektebi Mülkiyede maliye hocası idi. Bizden evvel kendisini hocalıktan çekmişlerdi. Fakat mektepteki şöhreti canlı olarak yaşıyordu. Portakal Paşa hürriyeiperver, Saray idaresine muhalif bir vaziyette tanınan ve bundan dolayı sevilen mu akimlerdendi. Bizi de kendisine bu şöhreti çekiyordu.

Hazinei Hassada beni kabul etti. Ziyaret maksadını anlattım ve resmi neşredilecek nüshada çıkmak üzere kendisinden bir makale rica ettim. Yüksek sesle biperva haykırdı:

—        Ne yazanı, evlât? dedi. Umuru mâliyemiz berbattır, bu gidişte hayır yoktur mu diyeyim?

Ne o diyebilirdi, ne sansör neşrine müsaade ederdi. Boynumu büktüm, cevap veremedim ve yanından çıktım.

Bu kadar şevk ve itina ile hazırladığımız Yeni mecmuayı temsil etmek istediğimiz yenilik fikirlerine lâyık olacak surette ilân etmek icap ederdi, işte bu ilânı tertip ederken farkında olmadan kendi mezarımızı kazmış bulunuyorduk.

Nereden aklıma geldi, bilmem. Yeni mecmuayı. Şehzadebaşı tiyatrolarından birinin perdesine projektörle in’ikâs ettirmek suretile intişarını halka müjdelemeği düşündüm. Şüphesiz Avrupada bulutlara ilânlar in’ikâs ettirildiğine, veyahut buna benzer te şebbüsata dair okuduğum yazılardan içime düşmüş bir heves olacak. Bu projeksiyonu hazırlamak için öteye beriye baş vurdum. Galatada bir Lehliyi tavsiye ettiler. Galatadan Tophaneye giden caddeye amut sol taraftaki yan sokaklardan birinin içinde, sefil, yarısı natamam bir apartımamn yıkılmak korkusu veren merdivenlerinden tırmandım. Bir genç Lehli san’at kârı buldum ve kırk kuruşa istediğim cam levhayı yaptırdım.

Yeni mecmuanın her hazırlığı bitmişti. Müsveddeler sansöre gönderilmişti. Edebî mecmua olmak iti barile o zaman bu yazılar encümeni teftiş ve muayeneci e tetkik olunurdu. Ben de maarifte olduğum için oradan çabukça ve kolaylıkla izin aldık. Pek tahribat yapmadılar.

Yazılar dizildi, Larousse mecmuasının başlıkla üle süslendi. Mehmet Rauf un romanının kenarına muharririn resmi konuldu. Mecmuamız bizi hakikaten memnun eden bir mükemmeliyetle basıldı. Bana öyle geliyor ki o tarihten sonra hâlâ hu mükemmeliyette bir mecmua neşrolunmamıştır!

Artık son iş ilâna kaldı. Şehzadebaşmda, Abdür rezzakın, ya Kel Hasanın tiyatrosunda projeksiyon da muvaffakiyetle yapıldı. Bunu gazetelerle de bildirmek icap ederdi. «Elektrikli ilân» serlevhası altında Sabah gazetesine bir fıkra yazdırdık. İki gün sonra, perşembe günü de birinci nüsha çıkacaktı.

Fakat çıkamadı! Çünkü Saraydan gelen bir emir üzerine mecmuamız çıkmadan tatil edilmişti, Şükretmeliyiz ki bu kadarla iktifa etmişlerdi. Bizi tevkif, nefyedebilirlerdi. Besbelli aleyhimizdeki jurnal şiddetli olmıyacak ki isticvaba lüzum görmemişlerdi.

Bir jurnal üzerine Yeni mecmuanın kapatıldığı tabiî idi. Fakat bu jurnali kim vermişti? Biz bunu keşfetmek için Yeni mecmuanın intişarından kimin menfaati muhtel olabileceğini düşündük. Aklımıza derhal haftalık Musavver Malûmat gazetesi sahibi Baba Tahir geldi. Baba Tahir ahlâksızlığı, jurnalciliği ile namuslu kimseler arasında nefret kazanmış bir adamdı.

Fakat itiraf etmeliyim ki Baba Tabirin boş yere günahına girmişiz. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra bir gün Rauf bana geldi:

—        Biliyor musun? dedi, Yeni mecmuayı kimin jurnal ettiğini öğrendim. Sana söylersem hayretler içinde kalacaksın.

Rauf sesini hafifleterek bu ismi fısıldadı ve devanı etti:

—        Dün gece konuşuyorduk. Bana hayatını anlatıyordu. 0 tarihlerde Istanbula yeni gelmiş imiş. Sıkıntı ve zaruret içinde ne yapacağını bilmez bir halde düşünürken elektrikli ilân serlevhasını görmüş, bunu jurnal edebileceğini aklına getirmiş ve yapmış! Şimdi derin bir nedamet ve acı ile bunu hatırlıyor.

Raufun bu ifşaatı üzerine ağzım açık kaldı. Bahsettiği o bizi mahveden jurnalci muhterem tanıdığımız, sevdiğimiz bir adamdı. Bugün de hâlâ berhayat tır, ve hürmet görmektedir. Şu satırlarım gözlerine ilişirse müteessir olacağı şüphesizdir. Bu teessür kâfi bir ceza teşkil eder. İsmini söylemiyeceğim.

Yeni mecmuanın bütün masrafı kırk beş lirayı bulmuştu. Bunu aramızda paylaştık ve borcumuzu ödemek için epeyce sıkıntı çektik.

Yeni mecmua tecrübesinin muvaffakıyetsizliğinden sonra, artık Servetifünun ile iktifa etmek zaruret halini aldı. Servetifünun, gittikçe daha bariz bir sima ile bir şahsiyet kesbediyoıdu. Servetifünun böyle bir varlık gösterdikçe Hazineifünun, haftalık Musavver Malûmat gibi mecmuaların da tarizleri, hücumları şiddet buluyordu. Fikret bunlara Servetifünun namına hemen hiç mukabele göstermez, yahut bir iki satırlık bir yazı ile bir ademi tenezzül, ifade eder, bunu kâfi görürdü.

Servetifünun etrafında toplanan muharrir ve şairlerin ve temsil ettikleri edebiyatın uğradığı hücumlar arasında en muvaffakiyetlisi Ahmet Mithat Efendiden geldi, Ahmet Mithat Efendi ötedenberi gençleri ve yeni hareketleri teşvik ve himaye eder bir meslek tuttuğu halde Servetifünun edebiyatına karşı bir husumet besliyordu.

Bunun sebebi ne idi? Ihtimalki kendi takip ettiği edebiyat yolu ile Servetifünun edebiyatı arasında pek büyük bir ayrılık, görüyordu. Fakat bizde de Ahmet Mithat Efendinin edebiyatına karşı artık hiçbir takdir ve hürmet eseri kalmamıştı. Bahusus, Ahmet Mithat Efendinin Mithat Paşa vak’alarmda Saraya hizmet etmiş ve Mithat Paşa aleyhinde bulunmuş olması bizi kendisinden tamamile ayırmıştı. Abdül hamit zamanındaki dostluklardan, hattâ edebî takdir ve hürmetlerden çoğunun altında bu siyasî mülâhazayı da bulmak kabildir. İnsanlığını idrak etmiş, vatanını seven bir genç nazarında Saray ve mutlak hükümet taraftarı olmak bir namussuzluktu. Oyle bir adamdan uzak durmak, nefret etmek icap ederdi.

işte Mithat Paşa aleyhinde bulunmuş, «Üssü inkılâb» ı yazmış Ahmet Mithat Efendi, bütün hizmetlerine rağmen, bu yüzden bizim nazarımızda pek kabahatli idi. Şimdi bu siyasî cürmüne bir de «Dekadanlar» unvanile Servetifünun muharrirleri, aleyhine yazdığı makale inzimam, ediyordu.

«Dekadan» kelimesi matbuatta büyük bir hüsnü kabul gördü. Uzun müddet bir hücum ve tahkir kelimesi olarak dillerde dolaştı. Sabah gazetesinde bir muharrir, birtakım iğlâl ve idğam neticesinde bunun «on günlük eşek yavrusu» manasına geleceğini keşfetti !

Ahmet Mithat Efendinin bu hücumu bittabi hepimizi pek sinirlendirdi. Fikret, Ahmet Mithat Efendi aleyhinde yazdığı bir manzumede kendisinin «Lihyei earubnümâ» smdan bahsederek hiddetini teskin ediyordu. Carub kelimesinin süpürge manasına geldiğini o zaman öğrendim.

Dekadanlar artık bizim için ikinci bir isim teşkil etmişti. Biz bile, lâtife ederken birbirimize karşı bu kelimeyi kullanıyorduk.

Tarik gazetesinde

Bu sıralarda eski Tarik gazetesi, ebediyen sönecek bir kandilin son bir gayretle hafif parlayışı gibi, tekrar dirilmek teşebbüsünde bulundu. Tarik, Türk matbuatı arasında en ehemmiyetli telâkki edilmiş gazetelerdendi. Sait Beyin oraya başmakaleler yazdığı hürmetkâr bir lisan ile söylenirdi. Ben o zamana yetişmemiştim. Ata Beyin delâletile, Cavit ve ben beşer yüz kuruş maaşla Tarik gazetesine muharrir olarak girdik.

Âta Bey, maliye nezaretinde yüksek bir vazifesi olduğu halde, kanına matbuat mikrobu karışmış, bu gayrikabili tedavi illete uğramış bir zattı. Kendisile sonraları Sabah gazetesinde bir dost sıfatile daha yakından tanıştığımız vakit, gayretine ve namuskâr lığma karşı derin bir hürmet beslemiştik. Gayet zayıf ve cılız idi. O zayıflığı ile beraber her sene bir zatür rieye tutulur ve atlatırdı. Son zamanlarında Hammer tarihini tercüme edecek kadar gayret ve sebat eseri göstermiştir. Bunları hasta hasta, yatağının içinde tercüme ediyor diyorlardı.

Tarik muharrirliği benim pek memnuniyetle kabul ettiğim bir iş idi. Sait Bey isminin gençler arasındaki yüksek mevkü Tarik gazetesi muharrirliğine ayrı bir şeref vermişti. Gazetenin idarehanesi Artin Asadoryanın Şirketi Mürettibiye matbaasının üstünde idi. Sahibi imtiyazı da meşhur Filip Efendi idi. Eskiden gazetesini çıkarırken Osmanlı imparatorluğu ricali arasına karışmış, rütbeler almış bir adamdı.

Gazeteye intisap ettiğimiz zaman, tabiî, huzuruna girdik. Kulaklarına kadar inmiş aziziye fesi, düğmeleri tamamen ilikli istanbolini ile Filip Efendi Ba bıâliyi gazete idarehanesine taşımıştı. Bizimle «efendimiz», «zatıâliniz» kelimelerde karışık bir surette, gayet teşrifat dairesinde konuştu, içime sıkıntılar bastı. Artık bundan sonra da Filip Efendinin bir daha yüzünü görmedik.

Artin Asadoryan idare işlerine bakıyordu. Filip Efendinin teşrifatperestliği ona da sirayet etmişti. Ay başında ezilip büzülerek, mahviyetle yanımıza sokuldu. Bir zarf «takdim» etti, içinde aylık vardı.

Tarik gazetesinde Fransız matbuatından havadis tercümesinden başka, bazı makaleler de yazıyordum. Bunların arasında «Araplardan istifade edeceğimiz ulûm» serlevhasını taşıyan bir tanesi epeyce gürültü yaptı.

Osmanlı imparatorluğunun teşekkül tarzının icabatmdan mı idi, o devirde yaşıyan muharrirlerin samimî kanaatleri mahsulü mü idi, bilmem, fakat herhalde matbuatımızda kuvvetli bir Arap taraftarlığı ..mevcuttu. Amma her hususta bir Arap taraftarlığı. Türkçe mi yazacaksınız; Arapça. öğreneceksiniz. Dininizi mi bileceksiniz, Araplardan ve arapça eserlerden Öğreneceksiniz. Bu, .bende isyan hisleri uyandırıyordu.

Beri tarafta, bir garp âlemi vardı ki bugün bütün medeniyeti temsil ediyordu. Hayat, hürriyet, irfan, san’at, servet hep orada idi. Bugün dünya demek, beşeriyet demek garp demekti. Biz, etrafımız Çin şeddi ile çevrilmiş gibi medeniyetin bütün nurlarına, hareketlerine, seslerine gözlerimizi, kulaklarımızı, ruhumuzu kapamış, meskenet içinde, boyunduruk altında yaşıyorduk. Sonra, hiç kendimizi, haddimizi bilmeden, birtakım halâpervazlıklara kalkıyorduk. Medeniyet mi? Onu Araplar yaptı. İlim mi? 0 Arapların kütüphanelerinde. Hayat mı? O bizde. Ahlâk ve fazilet rai? 0 bizde, Sayei şahanede bundan daha, fazla rahat, bundan daha süratli terakki olur mu? Fakat, bütün bu Arabm medeniyetinden, ilminden, sahih bile olsalar, bize ne?

İşte hoca Hayret Efendinin «cehli mikâp» ı tam burada kullanılacak bir kelime. Bu şark irfanı, Islâm medeniyeti, Arap ulûmu memleketi uyuşturmak, onu yanıbaşımızdaki Garbın hayat seline atılmaktan alıkoymak için kullanılan zehirli bir madde gibi her yazıda, her vesile ile etrafa yayılmak istenirdi. Memleketin üstündeki kalın, siyah cehalet kefeninden fazla bir de bu. halimizi beğenmek, Avrupayı hakir görmek gibi katmerli bir gafletimiz de vardı. Vaziyeti az çok sezen ve memleketini seven bir insan için bu manzara karşısında bir işkence azabı duymamak kabil olamazdı.

Tam bu sıralarda Velet Çelebi Efendi Arapların ilminden, irfanından pek çok şeyler istifade edebileceğimize dair bir makale neşretmişti. Bu, beni taşırmak için kâfi geldi. Tarikte yazdığım cevap, sansörün tahribatına rağmen duyduğum isyan hissi hakkında bir fikir verebilir. Onu aynen nakletmek zaâfını hissediyorum. Fakat «Kavgalarım» da neşretmiş olduğum .makaleyi burada tekrar etmekte bir mana yok. Yazınım ruhu avru paklaşmak lüzumunu ortaya koyuyor ve şu sözlerle nihayet buluyordu:

«Zamanımızın ilim ve fenni ile dimağımızı doldurmak için şimdiki kitaplara sarılır, bunları hım can ederiz. Ve bu kitapları da arapta değil, garpta buluruz.»

Bu makalenin bugün için hiç kıymeti olmayabilir. Hattâ pek tabiî, pek sönük görüneceğine de eminim. Bir kere, o zaman başımızda dehşetli bir sansör bulunduğunu hatıra getirmek iktiza eder. Bir muharririn en büyük endişesi sansörün gözünden kaçıracak surette lisan kullanmaktı. Onun için, sivri köşeli, batacak ve iğneliyecek yazı yazmak kabil değildi. Bizza rure sönük olmağa mahkûmdunuz. Hattâ nasıl olup ta o zaman sansörün bu sözlere müsaade etmiş olduğuna mütehayyirim.

Makalenin, yazıldığı tarih için, pek cür’etkârane olduğuna gördüğü şiddetli mukabele şahittir. Hoca Sabri Efendi «cür’etkâr bir dekadan» serlevhalı bir yazı ile derhal taarruza geçti. Avrupalılaşanların kellelerini koltuklarına aldıklarını söyledi. Hücum yalnız matbuat sahasında kendisini göstermedi, benim bütçemi sarsacak surette garip bir tecelliye bile şahit oldum.

Abdülhamit zamanında muntazam aylık almak kabil değildi. Yalnız ramazanda ve bayramlarda muntazam aylık verilirdi. Ötekiler tesadüfe bağlı idi. Ve bir senede verilen aylıkların miktarı da altıyı geçmezdi. Kendilerinin hususî varidatı bulunan daireler istisna teşkil ederlerdi. Maarif nezareti de bu müstesna daireler arasında sayılabilirdi. Burada bir teshilât sandığımız vardı. Dört taksitte ödenmek üzere ikra zatta bulunurdu. Bunları aylığa mahsuben ödemek kabil olurdu. Senede üç kere teshilât sandığından borç almak suretile küçücük maaşımı tedahülden kurtarabiliyordum. Arap ulûm ve fünunn aleyhindeki bu makalemden sonra teshilât sandığının kapısı uzun bir müddet için bana kapandı! Muhasebecimiz Şükrü Bey Arap imiş. Teshilât sandığından para istiyenlerin isimleirni havi liste kendisine takdim edildiği zaman, yanında bulunan hayır sahiplerinden biri benim Arap lar aleyhinde yazı yazdığımı söylemiş. Şükrü Bey de ismimi defterden silmiş!

Âli Kemal İle Münakaşe

Servetifünuna yazmağa başladığım Hikmeti be dayi makaleleri, o zamanın matbuatı için mübim hâdiselerden sayılabilecek bir münakaşaya sebebiyet vermiştir. Bu makalelerin esasını Hippolyte Taine’den alıyordum. Taine’in nazariyesini ve mesleğini izah eden makalelerden sonra bunları bizim edebiyatımıza tatbik etmek istedim. Bu vesileden istifade ederek makalenin sonunda İkdamın Paris muhabiri Ali Kemal Bey tarafından Servetifünun edebiyatı aleyhinde yazılan şeylere mukabelede bulundum. Servetifünun, muarız gazetelerle münakaşaya girişmemek, ademi tenezzül eseri göstermek mesleğini tutmuştu. Fakat arada sırada münasebet düştükçe kendimizi müdafaadan ve muarızlarımıza hücumdan da geri durmazdık.

İkdamın Paris muhabirine dokunmak, gazetenin sinirlerine dokunmak oldu. Gûya mürettip sehvi imiş gibi «Cahit» kelimesini «cahil» suretinde dizdirerek Hüseyin Cahil Beyin manasız sözlerine karşı şiddetli bir makale neşretti. Arkasından Paris muhabirinin mukabelesi yetişti. Fakat Ali Kemal Beyin fransızca yazılmış birtakım makaleleri kendi tetkik ve tetebbuu

mahsulü imiş gibi gösterdiğini fransızca asıllaüle beraber ben gazeteye basınca herkese bir hayret geldi.

Gariptir, Ali Kemal Beyi şahsan lüç tanımazdım. Avrupaya kaçmış olması, oradan İkdam gazetesine mektuplar yollaması kendisini gıyaben takdir etmeğe, sevmeğe beni sevkediyordu. Böyle olduğu halde, sanki hayatın evvelden verilmiş bir hükmü bizi daima birbirimize karşı mevki almaya şevketti. 1314 senesinde edebiyat sahasında tecelli eden bu muaraza, on sene sonra siyasiyat sahasında da tekerrür etti ve nihayete kadar sürüp gitti.

Ali Kemal Bey ile cereyan eden hu edebî münakaşa meşhur sadrazam küçük Sait Paşayı tanımama sebep oldu.

Bir gün, Maarif mektubî kaleminin sicilliahval şubesinde tercümeihal varakalarından birinin hulâsasını yapmakla meşgul olduğum bir sırada, içeriye kitapçı Arak el girdi. Nadideyi neşr için dükkânına gittiğim zaman beni adeta istiskal ile karşılıyan ve şaheserimin kıymetini takdir etmiyen azametli kitapçı Arakel değil. Şimdi göğsünün düğmelerini ilikliyerek, yerden selâm vererek kemali mahviyetle yanıma sokulan Arakel.

Hayret ettim. Ne istediğini sordum. Gayet mühim bir şeyler söyliyecekmiş gibi, biraz kırıldıktan ve sesini yavaşlattıktan sonra:

— Pek büyük zatlardan biri, dedi, sizin Serveti fünunda Ali Kemal Beye karşı yazdığınız makaleleri okumuş, takdir etmiş, sizi merak etmiş, görmek için resminizi istiyor.

Kitapçı Arakelin bu sözlerine bir mana veremedim. «Büyüklerden birinin» Servetifünunun edebiyat bahislerini gözden geçirmesine imkân verilebilir miydi? Makalemi beğenmiş olabilir. Fakat bu alâkayı resmimi görmek istiyecek dereceye vardırmak şayanı hayret değil midir? 0 zamanlar bizde evlenmeğe talip olan gençlerin fotoğraflarını kızlara göndermek âdetti. Bunu hatırlatan şu talebe gülerek resmimi kitapçı Arakele verdim. Büyük zatın kim olduğunu ısrar ile sordum. Bir türlü söylemedi. Mezun değilim deyip duruyordu.

Birkaç gün sonra kitapçı Arakel tekrar kaleme geldi. Bu defa daha hüımetkârane bir tavır ve lisan ile söze başladı. Makalemi okuyan, takdir eden ve resmimi görmek istiyen zat, Sait Paşa hazretleri imiş. Benimle konuşmak arzu buyuruyorlarmış. Konaklarına «teşrif edersem» memnun olacaklarmış.

Sait Paşa memleket üzerinde büyük nüfuzu ile kendisini tanıtan zikudret sadrazamlardan biri idi. Onun böyle Servetifünun neşriyatını takip etmesi beni pek hayrete düşürdü. Kitapçı Arakele muvafakat cevabı verdim, cuma günü Nişantaşındaki Sait Paşa konağına gittim.

Sait Paşa alt katta küçük bir odada beni kabul etti. Sakallı, kısa boylu bir zat. Bütün yüzünü kaplıyor gibi görünen sakalları arasında parlak ve gayet nafiz iki göz. Sait Paşa ayağa kalkarak beni karşıladı. Zamanın ahlâk ve âdatı nokta i nazarından bu fevkalâde bir şeydi.

Sait Paşa pek iltifatlı kelimelerle konuştu. Tahsilimi nerede yaptığımı sordu. Avrupaya gitmemiş olduğumu söyleyince hayret etti. Yazılarımdan mantığı pek sevdiğimi anladığını, ilmi mantık tahsil etmiş olacağımı söyledi. Halbuki ilmi mantık namına bütün bildiğim şey, on, 011 bir yaşında iken Serez rüşdiyesinin son sıfında okuduğumuz «Isaguci» den ibaretti. Bütün o tahsilden, aklımda «kaziye» tâbirinden başka bir şey kalmamıştı. Sait Paşanın karşısında hık mık ettim durdum.

Sait Paşa fransızcayı nerede öğrendiğimi sordu, Mektebi Mülkiyede cevabını alınca galiba inanmadı ki biraz sonra:

—        Bu mülakatımızdan bendenizde bir yadigâr kalsın, bir iki satır fransızca bir şey tercüme eder misiniz?

dedi. Bittabi peki cevabını verdim.

Yandaki kitap odasına geçtik. Bütün duvarlar camlı kitap dolaplaüle kapanmıştı. Yepyeni kırmızı ciltlerin altın yaldızları parlıyordu. Benim zavallı parça parça kitaplarım bunların yanında ne kılıksız kalıyordu.

Sait Paşa bir dolabı açarak bir cilt çıkardı. Thiers’in hatıralarından idi. Rasgele bir sayıfayı gösterdi :

— Buyurunuz, dedi ve odadan çıktı.

Yazı yazmak için kâğıt kalem vardı. Fakat lügat kitabı görünmüyordu. Tercümeyi bitirince içerki odaya götürdüm. Kitap ile karşılaştırdı, «realiser» filini «sahai hakikate isal» diye tercüme etmiştim. Sakalını avuçlayarak ve aşağıya doğru süzerek:

—        Bunu «sahai file vazı» diye de tercüme buyu rabilirdiniz, değil mi efendim?

dedi. Ben arada hiçbir fark görmüyordum. Fakat ses çıkarmadım. Artık mülâkat nihayete ermişti.

Sait Paşanın bu iltifatı pek hoşuma gitmişti. Matbuat âleminde, kendi muhitimiz istisna edilirse, tân ve teşnîden başka hiçbir şey görmezken pek yüksek telâkki ettiğimiz bir sadrazamın yazılarımı okumuş ve takdir etmiş olması, manevî büyük bir müşevvik hizmetini gördü. Uç sene sonra bunun maddî bir faydasını da gördüm.

Çocuğum vefat etmişti. Annesi hasta idi. Ben de gazeteden çıkmış, Maarif nezaretindeki üç yüz kuruş aylıkla kalmıştım. O sırlarda Midilli maarif müdürlüğünün açılacağı söyleniyordu. Maarif nezaretinden doğrudan doğruya beni buraya tayin etmiyecelderine emin idim. Sait Paşaya müracaat etmek aklıma geldi. Sadrazamdı. Fakat bu bana okadar ağır bir şey geliyordu ki kendi kendime uzun mücadelelerde bulundum. Bu müracaatın hacaletini nazarımda azaltmak için adeta küstahane bir tavır aldım. Kenarı pürtüklü İngiliz mektup kâğıtlarından birini seçtim. Fransızca

kalemle ve mor mürekkeple Sait Paşaya bir mektup yazdım.

Bugün için bu küçük teferruatın hiç ehemmiyeti yoktur. Çünkü hep demir kalemle yazıyoruz. Fakat 1317 senesinde bir Osmaulı sadrazamına bu şekilde bir mektup göndermek ancak gençliğin yaptırabileceği bir cür’etkârlık teşkil ederdi. Abdülhamit devrinin de ğil, meşrutiyet zamanının sadrazamları bile buna zor tahammül gösterirlerdi. Hele bizim zavallı Sait Halim Paşa birinden böyle bir kâğıt alsaydı ilk hiddet dakikasında belki onu sürdürmeği bile düşünürdü. Yazdığım mektubun muhteviyatı da şekli kadar küstahane idi. Birkaç sene evvel beni huzurunuza çağırdınız, iltifat ettiniz. Eğer bu sözleriniz samimî ve ciddî idiyse bana şimdi yardım ediniz de Midilli maarif müdiri yetine gideyim! tarzında ricadan ziyade adeta bir alacaklı, bir hak davacısı mektubuna benziyen sözler.

Pek azametli olması icap ederdi zann olunabilen Sait Paşa bu tarz müracaattan hiç muğber olmamış, bilâkis, maarif nazırı Zühtü Paşaya beni tavsiye etmiş olacak ki bir gün, Zühtü Paşa beni çağırttı. Midilli maarif müdürlüğünün açık olmadığını, Vefa idadisi müdür muavinliğini kabul edip etmiyeceğimi sordu. Sonra ilâve etti:

—        Senin ilmin de varmış, dedi. Niçin şimdiye kadar bizden bir hocalık istemedin?

Halbuki hasıraltı edilmiş kaç tane arzuhalim vardı!

Vefa idadisi müdür muavinliğine tayin olunduktan sonra, Zühtü Paşa bana şu sözleri de söyledi,

— Sen, dedi, gazetecilik te ediyormuşsun. Evlât, bizim memlekette gazeteciliğin dünyası yoktur. Kaleminden bir mürekkep damlar, sonra kendini kabil değil kurtaramazsın!

Zühtü Paşanın 1317 senesinde söylediği halde tazeliğini ve kuvvetini bir türlü kaybetmiyen bu sözlerini sonra kaç defalar hatırladım ve kendisini rahmetle andım!

Sadrazam Sait Paşanın gösterdiği bu insaniyet ve kadirşinaslık eserine benzer bir hareket te sadrazam Hakkı Paşadan. Ahmet Şuaybe karşı sadır olmuştur. Hakkı Bey o tarihlerde Babıâli hukuk müşavirlerinden idi. Hukuk mektebinde de dersi vardı. Şuaybin Servetifünuna verdiği makalelerden hukuku cezaya taallûk eden bir yazısı kendisinin dikkatini celbetmiş ti. Şuaybi çağırttı, görüştü ve dersine muavin sıfatile yanına aldı. Sırf sâye, zekâya, istidada karşı bazı büyüklerdeki bu alâka ve teşvik hissi ve an’anesi neka dar hürmete lâyıktır.

Sabah gazetesinde

Tarik gazetesi çok dayanamadı. Son aylarda, idare memura Artin Asadoıyan elindeki kapalı zarfı ile yanımıza pek sokulmaz olmuştu. Gazete kapandı. Biz de bilmem nekadar alacağımız ile açıkta kaldık.

Bu sırada Sabah gazetesine makale yazmaklığım için bana teklifte bulundular. 0 zamanın gazeteleri, arada sırada böyle yenilikler yaparlardı. İkdam ile Sabah arasındaki rekabet bunda büyük bir saik teşkil ederdi. Bilhassa ramazan ayı gazetelerin bir münde recat müsabakasına girişmelerine sebep olurdu. Ramazana mahsus nasıl pideler, yağlı simitler, hususî sigaralar varsa gazetelerde de ramazana mahsus mütenevvi neşriyat görülürdü. Bu an’ane son zamana kadar gazetelerde devam etti.

Sabah gazetesi bir makale için kırk kuruş verirdi ve o zaman için, bahusus daha benim gibi ismini yeni tanıtmağa başlıyan muharrirler için bu bir para idi.

Sabah gazetesi sahibi Mihran Efendi, galiba İkdama karşı rekabet sahasında pek ileri gitmiş olacak ki heyeti tahririyiseni takviye emelile beni ve Cavidi altışar yüz kuruş maaşla gazeteye aldı. Bugünkü Milli

yetin işgal ettiği Sabah binasında bir aralık Politika gazetesine tahsis edilmiş olan yukarı kat henüz inşa edilmemişti. Karanlık bir merdivenden ayak yordami le çıktıktan sonra girilen loş sofa camlı bir bölme ile tefrik edilmişti. İşte bu bölmenin içinde gece gündüz havagazı lâmbası altında muharrirler çalışırlardı. Kapıdan girer girmez sağ tarafta insanın beline gelecek kadar bir bölme daha vardı. Bunun arkasında yüksek bir iskemle üzerinde idare memuru Aleksan otururdu. Sokak üstündeki oda da Mihran Efendiye mahsustu. Fakat Mihranm bu odada oturması pek nadir vukua gelir bir şeydi.

Matbaalarda eskiden maknıalar motörlerle değil, el ile çevrilirdi. Bunun için de hamallar vardı, îşte matbuat âlemine böyle makina hamallığından yahut ınüvezzilikten başlamış ve yavaş yavaş servetini yapmış denilen Mihran Efendi gazeteyi ve matbaayı daimî bir nezaret altında bulundurmak için her tarafta muttasıl döner dolaşırdı. Şimdi mürettiphanede, şimdi heyeti tahririye odasında ve daima Alek samn yanında!

Sabahta muharrir olarak Abdullah Zühlü ile Mahmut Sadığı bulduk. Abdullah Zülıtü matbaada daha ziyade baba Zühtü diye anılırdı. Zülıtü teklifsiz tavrı, açık ve saf hissini veren kalbi ile derhal insana sempati telkin eden bir sima idi. Mahmut Sadık titiz, aksi bir adam zannını veriyordu. Kabarık ve dik bıyıkları kendisile temasın dikenli bir şeye dokunmağa benziyeceğini ihsas ediyordu. Halbuki Mahmut Sadık, gayet dürüst, hoşmeşrepli ve tatlı bir adamdı. Kendisinin hak diye bildiği şeylerine tecavüz edilmezse o da karşısındakinin hukukuna hiç dokunmazdı.

Baba Zühtü için bu gibi mülâhazalar varit değildi. 0 daha ziyade «Boheme» idi. İşin oluruna bakardı. Ve bunu okadar kalenderce, okadar tatlı bir surette yapardı ki kızmak kabil olamazdı.

Baba Zühtü ile Mihran arasındaki münasebet hakikaten tuhaftı. Gayrimeşru bir münasebetle senelerce bir arada yaşamış, birbirlerinden ayrılamaz bir hale gelmiş iki aman münasebetini andırırdı. Ne Mihran Zühtüden memnundu, ne Zühtü Mihrandan. Fakat gene birbirlerinden ayrılamazlardı.

Ceketini üstünden atarak, kollarını sıvayan, büyük bir aşk ve şevk ile yazıya sarılmış gibi görünen baba Zühtünün mümkün olduğu kadar az çalışmaktan başka bir arzusu yoktu. Kendi hissesine düşmesi lâzımgeleri yazıları başkalarına tahmil etmekte büyük bir meharet ve ihtisası vardı. Bunu hisseden Mihran ile aralarında daimî bir didinme sahnesine şahit olurduk. Mihranın hikâye yazmağa mecbur ettiği Abdullah Zühtü için mevzu bulmak müşkülâtı çıkarsa eski yazmış olduğu hikâyeleri başka isimlerle tazelemek ona pek tabiî görünürdü. Bu kurnazlığı Mihrana yutturduğu gün Zühtünün en neşeli zamanlarından birini teşkil ederdi. Maamafilı bu yüzden büyük kavgalar çıktığı da olurdu. Sahibi imtiyaz ile muharrir bağrışırlar, hafif tertip söğüşürler, kalemler bir tarafa atılır, kapılar vurulur, bir gürültü, bir patırdı. Artık bu defa kat’î bir dargınlık olacak zannedersiniz. Fakat ertesi gün ortalık sütliman.

Abdullah Zühtünün en çok sevdiği şey bol bol lâf atmaktan ibaretti. Tatlı bir konuşması vardı. En çok sevdiği mevzu da aşk maceraları idi. Zühtüde gayet santimantal bir ruh göze çarpardı. Ucuz aşk âleminin bayağılıkları arasında yüzdüğü halde hassasiyetini, teessür kabiliyetini kaybetmemişti. Zühtü her dakika âşıktı. Sevdiği kadınlar değişebilir, fakat sevgi ihtiyacı bir türlü değişmezdi. Bir gün anlatıyordu: Istanbula bir fransız operet kumpanyası gelmişti. Zühtü her akşam tiyatroda ve bittabi kırk kuruşluk paradide. Çünkü artistlerden matmazel Viyo lete âşık. Kız sahneye çıktıkça avuçları patlıyacak kadar alkışlıyor. Fakat san’atkâr başını kaldırıp ta paradinin kalabalığı arasında Abdullah Zühtüyü nereden görecek? Zühtü artık çıldırmak derecelerinde. Sevgilisine kendisini göstermek için nihayet bir çare düşünüyor. Tiyatronun en tepedeki ucuz kısmı bütün locaların üstünü kaplıyarak ta sahneye kadar uzanıyor. İşte Zühtü bu parçanın en ucuna gidiyor ve oyunun en heyecanlı bir dakikasında fesini sahneye düşürüyor! Herkeste bir kahkaha. Matmazel Viyolet de başını kaldırarak yukarı bakıyor!

Mihıan da nadir tesadüf olunur tiplerden idi. Adeta ümrnî denilecek derecede cahil olduğu halde hergün hem kendi gazetesini, hem İkdamı gayet dikkatle okurdu. İkdamda gördüğü bir havadisi Sabahta bulamazsa bu onun için büyük bir keder teşkil ederdi. Aynı zamanda matbaada da büyük bir hâdise olurdu. Asık suratı ile heyeti tahririyeye tahsis edilmiş dar bölmenin içine girer, içini çeker, çalışmıyoruz, dikkat etmiyoruz; işi böyle yürütemeyiz mukad demesile tazallümde bulunur, havadisin neden dolayı Sabaha geçmediğini araştırırdı.

O zamanın türkçe gazeteleri için en büyük havadis membaları Beyoğlu tarafında çıkan Moniteuı Oriental ve Levan Herald gazetelerinin neşriyatı idi. Akşama doğru gazeteler gelince, Baba Zühtü kemali itina ile bunları okur, o gün türkçe gazetelerin yazmış olduklarını istisna ederek ertesi gün için tercümeleri icap edenlerin kenarım çizer, bize verirdi. Avrupa gazeteleri de aynı muameleye tâbi olurdu. Abdullah Zühtü çizmiş te biz tercüme etmemişsek kabahat bizim, onun gözünden kaçıp ta işaret etmemişse kabahat onun olurdu. Ye daima da kabahat Abdullah Zühtü de kalırdı!

Mihramn en büyük zâafı para hususunda idi. İdare memuru Aleksan ile kırk para için kırk dakika kavga etmesi pek tabiî umurdan idi. Hele borcunu ödemek Mihran için büyük bir azap teşkil ederdi. Ufak tefek alacaklıların matbaaya müracaat edip te ilk gelişte haklarını almaları görülmüş bir vak’a değildir. Bu, Mihramn parasızlığından ileri gelmezdi.

Para cebinde iken onu çıkarıp vermekte bir ıztırap duyardı. Şimdi tediye edeceği bir parayı bir saat sonra ödemekte bir haz bulurdu. Aylıklarımızı o zaman elli altı kuruşa geçen kremis altını olarak verir ve bunu da silik olarak ayırırdı. Bu silik kremis altınlarında beş altı kuruş zarar ederdik.

Mihranm borç ödememek hususunda kullandığı tuhaf bir kurnazlık vardı. Alacaklının geleceğini merdivendeki ayak sesinden mi anlardı, yoksa koku mu alırdı, bilmem. Fakat herhalde, mühimce bir para istemeğe gelen adam mutlaka Saadetlû Mihran Efendi hazretlerini idare memuru Aleksan ile kavga eder bulurdu. Bu calî kavgada Mihran avaz avaz bağırır, Aleksanı haşlar, alacaklı da bu manzara karşısında siner, kalır, ya bir şey söylemeden, ya Mihran Efendinin ters bir suratla kaşlarını çatarak:

—        Sonra gel! demesine sakinane boyun bükerek geri dönerdi.

Bu hususta Baba Zühtü Mihran Efendiden bir adım daha ileri gitmişti. Çünkü onun cebinde zaten borcunu ödiyecek parası bulunmazdı.

—        Ben, derdi, çok sevdiğim adamlardan, dostlardan hiç borç almam. Çünkü ödemeğe niyetim yoktur ki...

Sabah gazetesi heyeti tahririyesi arasına sonradan Adnan da karıştı. Genç bir talebe idi. Sükûtî, sıkılgan, vazifesini bilir ve aynı zamanda çokça alıngan... Az bir zaman içinde pek iyi dost olduk. Buna

rağmen, kendisine: Hafız! diye hitap ettiğimiz vakit epeyce kızardı. Hepimizin küçüğü olması meslekte henüz müptedi bulunması itibarile böyle şakalara maruz kalması tabiî idi.

Abdullah Zühtü, Milıranm yanında kendisini çekiştirmediğimize, ayağının altına karpuz kabuğu koymıyacağımıza emin olduktan sonra bize ısınmıştı. Aramızda gençliğe mahsus bir şevk ve temyizsizlikle sıkı bir dostluk teessüs etmişti. Onun hayatının Boheme tarafı çıkarılırsa birbirimizle pekâlâ anlaşıyorduk.

Abdülhamit devrinde gazetecilik epeyce zor ve tehlikeli bir san’atti. Gazetenin siyasiyatı âliyesile yani Saray ile olan münasebetile sahibi imtiyazlar meşguldü. Saraya nasıl giderlerdi? Orada kime ben delik ederlerdi? Göze girmeğe nasıl çalışırlardı? Burası kendilerinin sırrı idi. İp üzerinde cambazlık belki bu kadar büyük bir hüner teşkil etmezdi. Sahibi imtiyazlar bütün bu meharetlerine, diplomatlıklarına, sadakatlerini her vesile ile teyit etmelerine rağmen arada sırada tedip sillesine uğrarlardı. Bu da gayet masum bir sebeple, ufak bir kaza ile vukua gelirdi. Küçük bir mürettip sehvi bir gazetenin kapanması, gazete sahibi imtiyazının isticvap altına alınması için kâfi bir cürüm vücuda getirirdi.

ikdam gazetesinin, Abdülhamidin cülûs gününe tesadüf eden 19 ağustosta yapılan şenliklerden bahsederken kullandığı «Leylei mes’ude» tâbiri ayın harfinin sukutile mesude şeklinde çıkmıştı. Mesude kelimesi ise siyah manasını ifade eden bir cezirden çıkardı. Binaenaleyh terkibin manası kara gece olabilirdi. İşte bundan dolayı İkdam gazetesi kapanmıştı!

Böyle tertip yanlışlığı yüzünden gazete kapanmasına bir misal daha hatırlıyorum. Bu da iyi hatırımda kalmışsa, Sabah gazetesinin başına gelmiştir. Şevketlû gazi Abdülhamit hanı sanî ibaresinde, Şevketli! kelimesinde L harfi düşmüştü.

Şu halde, Arap harflerile yazılan bu kelimeyi: «şu kötü Gazi Abdvilhmit» diye okumak mümkündü. Kıyamet koptu ve gazete kapandı! 0 zaman Lâtin harfleri olsaydı böyle bir iltibasa mahal kalmıyacaktı!

Böyle bir tehlike gazetelerin başına asılmış bir kılıç gibi daima mevcuttu. Sahibi imtiyazlar bunun mümkün olduğu kadar önüne geçmek için bir çare düşünmüşlerdi. Padişahtan en çok cuma selâmlıkları münasebetile bahsedilirdi. Cuma selâmlıklarına mahsus olmak üzere beş altı tane klişe yaptırmışlardı. Bunlar az çok farklı ibarelerle Allahın yeryüzün deki gölgesinin Hamidiye camüne cuma namazı için nasıl çıktığını tumturaklı, basmakalıp bir lisan ile ifade ederlerdi. Bu klişeler sermürettipte dururdu. Her hafta sıra ile birini gazetenin en başına koyar ve sonra tekrar başlardı. Bu suretle, hiç olmazsa cuma selâmlıkları yazısı münasebetile vahim bir tertip seb vinin önüne geçilmişti.

Yevmî gazeteler için 19 ağustos tarihi de en belâlı günlerden biri sayılırdı. Fakat bunun belâsına karşı bir de tatlı tarafı vardı. Sahibi imtiyazlar bu vesile ile saraydan ihsan alırlar mıydı, bilmem. Herhalde Mihran, belki muharrirler de bir şey isterler korkusile hiçbir zaman saraydan para aldığını bizim yanımızda söylemezdi. Fakat 19 ağustosta kanadili ■ süreyya misil ile konaklarım donatan kübera kendi donanmalarının parlak bir tamda gazete sütunlarına geçmesi için gazeteye epeyce para verirlerdi.

19 ağustosla gazeteler akıllarınca pek parlak çıkardı ve bütün ilk sayıfa yeryüzü halifesinin bu din ve Devlete yaptığı parlak hizmetlerin teşrihile dolardı. Bu, ayrı bir edebiyat zemini teşkil ederdi.

Benim, dostumun ve Adnamn prensipimiz Saraya ve padişaha taallûk eden havadislerin hiçbirini yazmamaktı. Çünkü en âdi bir mevzuda bile Abdül hamidi methetmeden bunn yapmağa imkân yoktu, imzamız altında neşredilmiyeceği halde, velev havadis kabilinden olsun, Abdülhamidin iyiliğine ve büyüklüğüne dair kalemimizden bir yazı çıkmak bizim nazarımızda bir namussuzluk teşkil ederdi. Bun yapmayı vatan muhabbetile telif edilmez telâkki ederdik. Omın için, üçümüzün kaleminden Abdülhamit ve Saray lehinde bütün gazetecilik hayatımızda tek bir satır vazı çıkmamıştır.

Mihran, Baba Zühtünün edebiyatım da 19 ağustos nüshası için kâfi derecede parlak bulmazdı. Arapça, acemce, müsecca ve mutantan ifadesile meşhur muharrirleri arardı. Harbiye nezaretinde bir Hamit Vehbi Efendi vardı. Mihramn pek itina ettiği, ehemmiyet verdiği bu debdebeli edebiyatı ekseriya o, hazan, Ata Bey yazardı.

Sabah gazetesinde bulunduğumuz sıralarda şehzadelerin bir sünnet düğünü oldu. Mihran bize karşı azametli tavrını takındı, hakkımızda büyük lûtuflar da bulunacakmış gibi bir şeyler dokundurmağa başladı. Çok geçmeden işin mahiyetini anladık. Bütün gazete muharrirlerine nişan verilmiş. Bu vesile ile biz de ya üçüncü ya dördüncü rütbeden Mecidî nişanı zişamna nail olmuş bulunuyorduk. Fakat o zaman, herkesin bin can ile özlediği, hattâ uğrunda epeyce para vermeğe bile müheyya bulunduğu bu lûtfu şahane bizi pek soğuk bırakıyordu. 0 zamanın hükümeti, halkın ve bilhassa memurin tabakasının nisan ve rütbeye son derecede hırsını gözönünde tutarak bunların beratlarından para almağı usul ittihaz etmişti. Biz üç dost parayı vermedik, nişan beratını almadık ve Abdülbamidin nisanından kendimizi bu su retle kurtarmak yolunu bulduk.

Mihramın en çok dalkavukluk ettiği adamlardan biri sansür memuru Hıfzı Bey di. Hıfzı Bey matbuatın en mühim simalarından idi. Gazetelerin canı onun elinde idi. Son derecede şiddeti ve saraya mensubiyeti ile tanınmıştı. Belki hususî ahlâk itibarile iyi bir adamdı.. Belki alelade, pek tabiî bir resmî vazife ifa eder gibi bu sansörlük işini görüyordu. Fakat, Sarayın vicdanlar üzerindeki hâkimiyetini bizim nazarımızda temsil eden bu zat bizce dünyanın en nefret edilecek en kötü adamı idi. Vazifesini hakikaten zalimane, herhalde padişaha karşı gayet sadıkane ifa ederdi. Sütun sütun yazılar çizerdi. En ufak kelimeyi bile gözünden kaçırmaz, gece sabahlara kadar bu işle uğraşırdı.

Türk matbuatının Abdülhamit zamanına ait tarihi yazılırken sansür faslı mühim bir yer tutmak icap eder Bugünkü gençlik ve Abdülhamit zamanına yetişip te gazetecilik bayatına temas etmemiş kimseler bu sansürün şiddeti, dehşeti ve aynı zamanda budalalığı, müvesvisliği hakkında kabil değil doğru bir fikir edinemez. Bunu vesikalar üzerinde görmedikçe insan inanamaz. Sansöre gönderilen en ehemmiyetsiz bir yazının bile ne gibi tahribata uğradığını gösteren sansor provalarından maatteessüf beride yoktur. Eğer eski ga zateler bunları saklamam ıslarsa tarihimizin bu noktası cidden karanlıkta kalacaktır. Servetifünunda Ahmet Ihsan Beyin ortağı Mustafa Asım Bey Servetifü nunnn sansor provalarının kâffesini sakladığını bir kere bana söylemişti. Sonra bunların bir yangında yanmış olduğuna dair aklımda müphem bir haber var. Eğer doğru ise matbuat tarihi bakımından bu telâfisi gayrikabil bir ziyandır.

Bizim şimdi bu hususa dair hatırımızda kalan şeyler pek nakıstır, Abdülhamit sansürünün mahiyeti hakkında fikir veremez. Bu sansür yalnız siyasî şeylere değil, en ufak, en âdi teferruata varıncaya kadar her şeye karışır, her yazıda mutlaka arzuyiâliye mugayir bir nokta bulur ve onu ya büsbütün çizer, ya başka bir sekle sokardı.

Guy de Maupassant’m Kalbimiz romanını tercüme ediyordum. Bunda Abdülhamide ve saltanatına dokunacak ne bulunabilir? Fakat sansör bulurdu. Bir gün roman müsveddelerinde öyle bir tashih yapmıştı ki mana değişmişti. Adeta yanlış bir tercüme yapmış oluyordum. İleride böyle bir muahazeye uğrarsam, sansör yüzünden bu yanlışın vukua gelmiş olduğunu ispat için Hıfzı Beyin imzasile sansör provasını saklamıştım. Evrakım okadar elden ele geçti ki bu kâat kayboldu gitti.

Servetifünunda, Pierre Loti’nin İzlanda Balıkçısını, bilmem niçin, belki dikkatsizlikle, İzlanda Balıkçıları diye tercüme eden benim. Pek çok sevdiğim bu eserin üstüne mütercim sıfatile ismimi koyamadım. Çünkü sansörün tahribatına uğrıyarak edebî kıymetini kaybetmiş telâkki ediyordum ve bunu edebî haysiyete mugayir buluyordum. Gene Loti’den tercüme ettiğim Madam Krizantem romanına da aynı mülâhazaya binaen ismimi koymadım. Lamaı tinden tercüme ettiğim Graziyella ise sansörün okadar şiddetli tahribatına uğradı ki zannederim tercümesine bile devam etmedim, yahut bitirdim de kitap suretinde basılmadı.

Bazı kelimeler vardı ki onların istimali caiz olmadığını bütün muharrirler bilirlerdi. Meselâ burundan bahsedilmezdi. Çünkü Allahın yeryüzündeki gölgesinin muazzam, müstesna ve muhteşem bir burnu vardı. Burun lâkırdısının onunla istihza teşkil edeceğine hükmedilmişti. Bana merak olan nokta şudur: acaba burun kelimesinin matbuatta yasak olduğu Ab düllıamide söylense etraftakiler bu dalkavukluğu, bu yasağı ne suretle izah edeceklerdi? Yeryüzü halifesine :

—        Şevketpenah, sizin pek biçimsiz bir burnunuz var da onun için bu kelimeyi yasak ettik mi diyeceklerdi?

Herhalde, onların ne diyeceklerini bilmem. Fakat ben İzlanda Balıkçısını tercüme ederken coğrafyaya ait burun kelimesi geldikçe «karaların denizlere doğru ilerlemiş kısımları» diye yazıyordum. Artık böyle bir tercümenin zavallı Loti’nnı eserini telvisten başka bir mana ifade etmiyeceği tabiîdir.

Suda eritmek manasına gelen halletmek kelimesi de memnu olan tâbirlerden idi. Çünkü tahttan indirmek manasını ifade eden hal, kelimesile bir ses müşabeheti arzediyordu. Tahtakurusu da sarayın lûtfuna uğramış hayvanlardandır. Gazetelerde ismi geçemezdi. Çünkü «tahtı kurusun» temennisine ses itibarile uzaktan uzağa temas ederdi. Hatırımda kalan bu misaller, hergün bin türlüsü tekerrür eden sair memnui y eti er yanında ihtimalki de en az gülünç olanlardır.

Sansür belâsı matbuatın başında hergün şiddeti, dehşeti ve budalalığı artan bir felâket halinde devam et mistr. Her sene, bir sene evvelkine nisbetle sansürde fazla bir şiddet görülüyordu. Abdülhamit elektrikten hoşlannlazdı. Telefonu memlekete sokmazdı. Tayyare ise bir umacı kadar dehşet verirdi. Ali Reşadm, şundan bundan sütunlarında tayyarelerden bahsetmesi az kalsın başına büyük bir dert getirecekti. Sansürün iz nile intişar etmiş bazı yazılar, Sarayın vehmine dokunursa muharrirler için yakayı kurtarmak gene pek zordu.

Sabah gazetesinde bulunduğum sırada mühim bir eser için çalışmağa başladım. Şemsettin Sami Beyin fransızcadan türkçeye ve türkçeden fransızcaya lügatlerini Mihran basmıştı. Şüphesiz Sami Beyi bu alışverişte aldatmış olacak ki araları açılmıştı. Halbuki fransızcadan türkçeye ikinci tab’mın mevcut nüshaları bitmiş olduğu için tekrar tabedilmek iktiza ediyordu. Ben bunları sonradan tahmin ile buluyorum. Çünkü Mihran bana evvelce bu noktaları hiç anlatmadı. Yalnız, mevcut lügat kitabını ıslah ve tevsi edip etmiyece ğimi sordu. İçine resimler de konulacak, eksiksiz bir lügat kitabı vücuda getirilecekti.

Bir formasının ıslah ve tevsü için Mihran bana yarım lira verecekti. Çalışmağa başladım. İşte bugün elde gezen Şemseddin Sami Beyin lügatinin üçüncü tâb’ı bu çalışmanın mahsulüdür. T harfine kadar kitabı ben tevsi ettim. Büyük Larousse ansiklopedisine müracaat ederek eksik manaları tamamlıyordum. Halit Bey de yalnız nebatata, tıbba ilâh, ait ıstılahları ilâve ediyordu.

Buna çalışırken Şemsettin Sami Beyin kitabının eski simasını muhafaza etmeğe pek dikkat ettim. Çünkü benim nazarımda lügat gene Şemsettin Sami Beyin idi. Ben onu, Sami Beyin takip etmiş olduğu usule riayet ederek ikmal etmekten başka bir şey yapmıyordum. Esaslı değişiklikler yapmağa kendimde hak göremedim.

Lügat kitabını bir taraftan tamamlıyordum, bir taraftan eser basılıyordu. Basıldıkça da tahrir ücretini alırdım. Fakat bu aralık, bir hâdise oldu. Sabah gazetesini terkederek Saadet gazetesini çıkarmağa başladık. Bu yüzden Mihran Efendi ile aramız açıldı. Tahrir ücretinden mütebaki istihkakımı vermediği gibi elimde yazılmış müsveddeleri de kabul etmedi. Evvelâ ticaret, sonra hukuk mahkemesin3 müracaat ettim. Senelerce uğraştıktan sonra hakkımı almağa muvaffak oldum. Fakat avukat ücreti vermediğim halde yarısından fazlası masrafa gitti.

Bu lügat işinde o zamanlar beni müteessir eden bir nokta olmuştu. Mihran, kitabın üzerine benim ismimi yazmak istiyordu. Böyle olursa Şemseddin Sami Beye tahrir hakkı vermiyecek, ben senin lügatini değil, yeni bir eseri bastım diyebilecekti. Buna kat’iyyen razı olmadım. Eser, iki misli, belki daha fazla tevsi edilmiş olmakla beraber gene Şemseddin Sami Beyin eseri olarak kaldığını, hüviyetini değiştirmediğini söyledim.

Lügat kitabının üzerine muharrir sıfatile benim ismimi yazamıyan Mihran Efendi nihayet Sami Bey ile barışmağa ve uzlaşmağa mecbur oldu. Eser Sem şeddin Sami Beyin malı olarak intişar etti. Fakat mu kaddemesi! Bunda benim ismim bile zikredilmiyor. Sami Beyin yüzünü bile görmemiş olduğum halde hakkına hürmet ve riayet ederek Mihrana karşı onu müdafaa etmiştim. Halbuki Sami Bey, eserin tevsünde benim okadar çalıştığımı, kitabı adetâ benim tamamladığımı ağzına bile almıyordu. Şemseddin Sami Beye karşı büyük bir hürmet hissi beslememiş olsaydım okadar gücüme gitmiyecekti. Sonra, düşüne düşüne Mihramn bu hususta kendisini aldatmış olacağına ve benden bahis bile etmediğine hükmettim. Kitabı benim tevsi ettiğimi Şemseddin Sami Bey nereden keşf ve tahmin edecekti?

Bir Matbuat Grevi

Sabah gazetesinden ayrılışımız Abdülhamit devrinin matbuat hayatında epeyce garip bir hâdise teşkil eder. O zamattlar gazetelerin başında bir de pul derdi vardı. Her gazeteye iki paralık bir pul yapıştırılırdı. imtiyaz sahipleri Mabeyne müracaat ede ede nihayet yolunu bulmuşlar, bu pul resmini affettirmeğe muvaffak olmuşlardı.

Mihran, muharrir ve mütercimlerin hakkından on para kesebilmek için nasıl dört gözle fırsat ararsa Abdullah Zühtü de sahibi imtiyazdan beş on para vurabilecek fırsatları hiç kaçırmazdı. Pul resminin kaldırılmasını işte böyle fırsatlardan biri olarak telâkki etti. Mihramn cebine bu yüzden bir hayli para girecekti. Bundan niçin ufak bir kısmı muharrirlere verilmesin? Niçin maaşlarımıza zam yapılmasın?

Mahmut Sadık, fincancı katıralarmı ürkütmüş olduğu için, Kudüs tahrirat müdürlüğile İstanbuldan uzaklaştırılmıştı. Sabah gazetesinde filen sermuharrir olarak Zühtü kalmıştı. Mihran nezdindeki bu talebe daha kuvvet vermek için İkdam gazetesindeki muharrirlerle de konuştu. Bu, iki gazetenin muharrirleri arasında gizli gizli büyük müzakerelere meydan açtı.

İkdamda başlıca muharrir olarak Babanzade İsmail Hakkı ile Ali Reşat vardı. İkisi de Mektebi Mülkiyelidir. Ali Reşat tahsilini bitirmiş, Babanzade siyasî addedilen bir itaatsizlik yüzünden, son sınıfta iken, mektepten çıkarılmıştı. İki gazete heyeti tahririyesi, maaş zammı talebinde kendimizin pek haklı olduğumuza hükmettik. Maaşa zam talebi iki gazete muharrirleri tarafından salübi imtiyazlar nezdinde teyit edildi.

Hiçbir noktada ittifak edemiyen Mihran Efendi ile Cevdet Bey bu talebi reddetmek hususunda pek müttehit bulunuyorlardı. Baba Zühtü epeyce uğraştı, çırpındı ve nihayet Mihrandan bir şey koparmak imkânı olmıyacağım gördü. O zaman, başka bir hava esti. Grev yapalım, gazeteyi terkedelim, iki gazete muharrirleribirleşelim ve kendi hesabımıza başka bir gazete çıkaralım! denildi.

İnsan tamamile taraftar olmadığı bir fikre de bazan arkadaş hatırı için sürükleniyor. İşte böyle bir sürüklenişle ben de arkadaşlardan ayrılmadım. Mesele o şekle girmişti ki Sabahı bırakmayarak Mihran Efendinin yanında çalışmakta devam etmek adetâ namussuzluk olacaktı. Çıkaracağımız gazeteyi de bulduk: Saadet!

Bu ismi gazeteye Abdülhamit vermiş. Fakat «mübarek femi hümayundan» sâdır olan bu kelime sahipleri hakkında hiç te uğurlu olmamıştı. Saadet, gazetesi bir türlü canlanamıyordu. İntişar ediyor mıydı? Kapanmış mıydı? Kimse farkında bile olmazdı. Sahibi imtiyaz galiba Nuri Efendi idi. Ömer Efendi isminde bir de kardeşi vardı. İşlere daha ziyade bakan o idi. İkisi de aksakallı, eski zaman adamları idi. Tali ne münasebetle kendilerini ruhan ve fikren yabancısı oldukları bu mesleğe atmıştı? Hiç şüphesiz ki geçinmek mecburiyeti buna saik olmuştu. Fakat geçinebiliyorlar mıydı? Burası da meçhul.

Saadet gazetesi sahiplerde görüşüldü. Bütün bu işlere Baba Zühtü önayak oluyordu. Nihayet, müzake rat neticelendi. Sabah ve İkdam gazetelerinin tahrir heyetleri, muhbirler ve musahhihler de dahil olmak üzere, işimizi bırakacaktık. Yirmi beşer lira sermaye koyacaktık. Muharrirler aylıksız çalışacaklardı. Yalnız muhbirlerle musahhihlere aylıklarını verecektik.

İşte Saadet gazetesinin yeni tahrir heyeti bu surede vücuda geldi. O zaman gazetenin idarehanesi şimdi polis müdüriyeti ittihaz edilen binanın bahçesinde, girince sağ tarafta harap bir yerde idi. Yıkılacak gibi sarsılan pis tahta merdivenlerden çıkılırdı. Yukarıki kırık pencereli, murdar odalardan Lirini tahrir heyeti* ne ayırdık. Bir odayı musahhihe verdik. Küflü sıvaları yer yer dökülmüş, tavanı delik deşik, tozlu ve murdar bir küçük odayı da idare müdiriyetine tahsis ettik. 0 kadar çok muharrir vardı ki ben idare müdürlüğüne ayrıldım!

Hep birden aynı günde grev yapıp Saadet gazetesini çıkarmamız ne İkdamı sarstı, ne Sabahı. Mat bnat piyasasının kalbur üstüne gelen en işgüzar muharrirleri Saadet gazetesini bir türlü yürütemiyorlar dı. Sansör müthiş bir silindir mahiyetini arzediyordu. Hiçbir muharririn kendi benliğini göstermesine, hiçbir gazetenin mevcutlardan başka türlü olmasına imkân yoktu. Bir şey yazarsanız sansör çizerdi. Hattâ nasıl olup ta bizleün böyle bir nevi isyan şeklinde ayrılarak kendi başımıza bir gazete çıçkarmamıza müsaade ettiklerine şimdi şaşıyorum.

Saadet gazetesini yürütmek için bütün gayretimizle kalemlere sarıldık. İdare işi için ayrılmış olduğum halde gene gazetenin romanım ben tercüme ediyordum. Marcel Prevost’nun o tarihte Temps gazetesinde intişar eden «Françoise’e mektupları» m tercüme hususunda İkdam ile müsabakaya girişmiş idik. Gazete akşama doğru gelirdi. Bu uzun hikâyeyi ertesi günkü nüshaya yetiştirmek lâzımdı. Çünkü aynı zamanda İkdam da . tercüme ediyordu. Saadette de tercüme eden bendim.

Saadet gazetesinin idare işi okadar hafifti ki asır dide tozların, duvarlardaki güherçilelerin arasında tercüme için bana bol bol zaman kalıyordu. Arada sırada bir müvezzi, bir Afrika kâşifi gibi, bu eski tomruk dairesinin harabesini ziyaret eder, kırk paralık alışveriş yaparak geri dönerdi. Taşra abonelerimiz hiç yoktu. Yevmî bütün satışımız otuz kırk kuruşun içinde idi!

Saadet gazetesinde nekadar kaldığımızı pek hatırlamıyorum. Herhalde çok sürmemiş olacaktır. Ote den beriden, bin fedakârlıkla borç alarak koyduğumuz sermayeyi yiyip bitirdiğimiz zaman gazete belini doğrultmuş addolunuyordu! Çünkü ilk günlere nazaran satışımız biraz artmıştı. Bir ölünün dirilmesinden daha hayret verici bir mucize olan bu kımıldama eseri Saadet sahiplerinin hırs ve tamalarım kımıldattı. İhtiyar Nuri Efendi için herkes iyi adam derlerdi. Fakat kardeşi Omer Efendinin kurnazlığından korkarlardı. Omer Efendi artık Saadet gazetesinin kâfi derecede hayat kuvveti kesbettiğine emniyet getirmiş olacak ki günün birinde bizi kapı dışarı etti. Hepimiz ellerimiz böğrümüzde açıkta kaldık. Omuzlarımızda da yirmi beşer liralık bir borç! Maamafih Baba Zühtü taahhüt ettiği hissesini vermemek yolunu bulmuştu.

Altı yüz kuruş maaştan mahrum kalmak, birkaç ay bedava çalışmak, üstüne de yirmi beş lira borca girmek o zamanki matbuat amelesi için epeyce büyük bir felâket idi.

Nuri Efendi bize karşı yaptığı kötülükten büyük bir fayda görmemiş olacaktır. Çünkü Saadet gazetesi biraz sonra bilmem kaçıncı defa olarak gözlerini tekrar hayata kapadı. Sermüve?;zümiz Babıâli yokurunda sucu Sava idi. Biz gazeteden kapı dışarı atılınca o da son günün satış bedelinin üstüne yattı. Bu tam elli altı kuruş tutuyordu. Belini doğrulttu telâkki edilen gazetenin işte bir günlük hasılatı! Bütün bu patırdı silik bir kremis altını için oluyordu.

Saadet gazetesinin o köhne, murdar idare odasından aklımda kalmış bir hatıra var. Bir gün, içeriye dağ gibi bir zeybek girdi. Bütün işlemeli, süslü esvabı ve belinde silâhlığı ve silâhlarile beraber! Hayret ettim. Biraz ihtiraz ile, 11e istediğini sordum.

iptida, düzgün bir cevap ile söze başladı. İzmirli imiş. Maden işlerile meşgul oluyormuş. Sonra, madencilik hakkında izahata girişti. Söyledi, söyledi. O söyledikçe ben dehşet içinde kalıyordum: muhatabım deli idi! Maden araya araya aklını kaybetmiş olacaktı. Herhalde kaçacak değil, kımıldıyacak yeri olmıyan küçücük odanın içinde bu dev gibi müsellâh deli zeybeğin karşısında geçirdiğim dakikaları unutamıyorum.

Gazetecilik hayatında yarım tertip delilere tesadüf ettiğim çok oldu. Boşandığı kocasının aleyhinde birkaç satır yazı yazdırmak için sizin başınızı ağrıtan kadınlardan başlıyarak size hiç taallûku olmıyan dertlerini yanmak için vaktinizi, sabrınızı, nezaketinizi suüstimal eden kimseler hakkında yarım tertip tâbirinden başka bir şey kullanamazsınız. Fakat böyle zırdelilerin ancak iki tanesini gördüm. Biri işte Saadet gazetesindeki bu madenci zeybektir. İkincisi ile ta sonraları Taninde teşerrüf ettim.

Henüz Aşiyan risalesinin idarehanesinde bulunduğumuz ilk aylarda idi. Bir softa içeri girdi, beni sordu ve teklifsiz bir tavırla karşıma oturdu.

—        Abdülhamit bana kızını vermek istiyor! diye söze başlayınca işi anladım. Bu yobaz merak ve endişe içinde idi. Bu işi ne yapacağım bana soruyordu. Abdullah Zühtü delilerden pek korkardı. Derhal aklıma o geldi. Resimli gazeteyi çıkarıyordu. Softaya :

—        Sana bir mektup vereyim, git o adamı bul. Yakasını sakın bırakma, senin derdine derman varsa o adamdan gelecektir.

dedim ve derhal Abdullah Zühtüye bir mektup yazarak hocanın eline tutuşturdum. Hoca gitmiş, Züh tüyü bulmuş. Zavallı Zühtü bu yobazın deliliğini anlayınca avaz avaz haykırarak bütün matbaadakileri başına toplamış..

Başka Dünyalar Hülyası

Tarik, Sabah, Saadet gazellerinde çalışmam Ser vetifünunda yazı yazmama hiç halel getirmiyordu. Seı ı vetifünun bir san’at ve edebiyat ocağı idi. Ruhumun en ihtizazlı, yüksek ve temiz hamlelerile oraya bağlı idim. Gazetecilikte de büyük bir hevesim vardı. Fakat bu aynı zamanda maişetimi temin mecburiyetinin tahmil ■ettiği bir meşgale idi. Maarif nezaretinden aldığım üç yüz kuruş maaşla yaşamak ve aile geçindirmek imkânı tasavvur edilebilir miydi?

Servetifünundaki yazılarımız için para almazdık. Bu, Tevfik Fikreti isyana sevkeden bir haksızlıktı. Kendisinin Servetifünundan altı yüz kuruş aylığı vardı. Daimî muharrir gayretile her hafta Servetifünuna makale, hikâye, mensur şiir yetiştiren bizlerin bedava çalışmamızı insaf ile telif edilmez bulan Fikret, Ahmet İhsan Bey nezdinde teşebbüslerde bulunarak kendi emrine haftada seksen kuruş muharrir tahsisatı koparmıştı. Bu parayı Fikret bizlere adilâne bir prensip dairesinde taksim ederdi.

Servetifünuna yazı yazanların hiçbiri işin maddî cihetini düşünmüyordu. Orada toplananlar ve yazı yazanlar arasında daha kuvvetli, daha canlı bir rabıta vardı: ideal; yüksek bir san’at ideali, vatan ideali..

Servetifünun denilince, bu isim etrafında toplanan şairler ve naşirler içinde en bariz bir şahsiyet ile Fikret göze çarpar. Gazetenin sermuharriri olduğu ve Servetifünunu o sevk ve idare ettiği için değil. Hangi muhitte olsa Fikret temeyyüz edecek ve etrafındakilere otoritesini kabul ettirecekti. Fikretin kuvvetli, bariz ve ezici bir şahsiyeti vardı. Çok eski zamanlarda olsaydı belki ismi bir peygamber diye ahlâfa intikal ederdi. Daha sonraları gelseydi bir tarikat müessisi olurdu. Fakat on dokuzuncu asır sonlarında Abdülhamit idaresinin her necip hissi susturan ve öldüren zulüm ve istibdadı içinde Fikret ancak san’at ve vatanperverlik tarikinin şeyhi oluyordu.

Servetifünun edebiyatı bu bakımdan hiç tetkik edilmemiştir. Hattâ, daha fenası, bu bakımdan yanlış ve haksız bir lıüküm ile tezyife uğramıştır. «Türk Teceddüt Edebiyat Tarihi» ni hayret verecek nazar nüfuzu ile ve azamî bir bitaraflık ile yazmağa muvaffak olan,. gayet munsıf davranan İsmail Habip Bey bile tanzim at edebiyatını daha vatanperverane bulur. Servetifünunu bu cihette kusurlu görür.

Bu hüküm zahiren haklı olabilir. Çünkü Servetifünun edebiyatı açıktan açığa vatan, milliyet ve hürriyet mevzular ma temas edememiştir. Çünkü etmek imkânı yoktu. Fakat Servetifünun matbaası bir milliyet ve vatanperverlik ocağı idi. Onun muharrirlerini san’at rabıtası nekadar birbirlerine bağlıyorsa istibdattan ve'Saraydan nefret, hürriyet ve meşrutiyete muhabbet hissi de onları okadar birleştiriyordu.

Servetifünunda yalnız siyasî «komplo» yapmak fikri ve teşebbüsü yoktu. Fakat memlekette hüküm süren istibdat ve tazyıktan kurtulmak arzuları kalbde pek canlı îdi. Bir aralık bunun bir çaresini bulacağımız ümidile avunduk durduk.

Ortaya Nuvelzeland adalarına hep birden muhaceret etmek tasavvuru çıktı. Bu fikrin iptida kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlıyamıyorum. Nuvelzeland adalarına muhacir sevketmek için Londrada bir cemiyet varmış, herkesi teşvik için risaleler çıkarmış. Oraya gidenlere bedava arazi veriliyormuş. Bu risalelerde Nuvelzeland adasının iklimi, güzelliği son derecede metholunuyormuş. Mehmet Rauf bunlardan bir tanesini ele geçirmişti. İngilizceden tercüme.ederek bizlere anlatıyordu.

Fikret bu bahsi ortaya attı ve her işiten kabul cevabını verdi. Nuvelzelandaya hicret fikrine taraftar olmıyan hemen hemen hiç kimse yoktu. Bu tasavvur kat’iyyet kesbetseydi kaç kişi işin ta sonuna kadar gidecekti? Kim bilir. Herhalde, en şiddetli taraftarları arasında göz hekimi Esat Paşayı, Hüseyin Kâzımı, Tevfik Fikreti, Raufu ve kendimi sayacağım.

Muhaceret seyahati için icap eden parayı Esat Paşa bulacağını söylüyordu. Ankara civarında ailesine ait büyük bir çiftlik varmış, içinde iki gün ’dola şılırmış. Bu çiftlik satılacak, parası Nuvelzelandaya gidecek Türk kolonisinin sermayesini teşkil edecekti. Âda lıakkında propaganda risalelerinin verdiği malûmat ile iktifa etmiyerek bir kere kendi gözümüzle de görmek için Hüseyin Kâzımın ve benim arkadaşlardan evvel yola çıkarak bir keşif yapmamız bile düşünülüyordu.

Bu tasavvur ortaya atıldıktan sonra, uzun bir müddet tekmil hülyalarımızın zeminini hep bu yeni hayat teşkil etti. Benim «Hayatı muhayyel» işte bu tasavvurun mahsulüdür.

Hikâyedeki: «Orada her şey, hattâ sema bile yeni idi» tarzındaki cümle İstanbul muhitinden bittabi hiç görmediğimiz «nısıf kürei cenubî» semasına bir ima teşkil eder. Nuvelzeland teşebbüsünde yalnız bir noktada Tevfik Fikret ile aramda bir ihtilâf çıkıyordu. Fikret, ilelebet adada yerleşmek ve hiç memlekete dönmemek fikrinde idi. Ben:

—        Hayır, diyordum, Abdülhamit ölür de memlekette meşrutiyet teessüs ederse Nuvelzelantta kalamam, mutlaka buraya dönerim!

Fikret bunu bir nevi oyunbozanlık addederek kızıyordu. Hele o zaman gelsin düşünürüz diye bu ihtilâfın hallini ileriye bırakıyorduk.

Nuvelzeland hicreti doğmadan ölen bir çocuk gibi akim kaldı. Çünkü barut bulamadık. Çünkü çiftliği satmak için büyük bir hararetle Ankaraya giden Esat Paşa oradan bomboş döndü ve bittabi biz de bu hülyaya elveda dedik.

Maamafih, İstanbul muhitinden uzaklaşmak bizde bir nevi sabit fikir olmuştu. Hafiyelerle, sansürlerle, nefiler ve zulümlerle muhat bu hayat içinde vicdanen rahat bir dakika geçirmek pek zordu. Bu derdin çaresini Hüseyin Kâzım buldu. Manisa civarında galiba Sarıçam denilen köyde arazisi varmış. Orada çamlık güzel bir tepe üzerinde bir köşk yaparak çiftçilikte yaşıyacaktık. Bu son tasavvur, daha mahdut, fakat daha hakikî bir çerçeve içinde idi. Fikret, Kâzım, ben ailelerimizle oraya gidecektik. Masrafı Hüseyin Kâzım deruhte ediyordu.

Fikret derhal bu hülya ile tutuştu. Kurşunkaleme sarıldı. Güzel bir köşk plânı çizdi: ortada müşterek ve zemin katından ibaret büyük bir salon. Burası hem oturma, hem yemek odası vazifesini görecekti. İki kenarda iki katlı birer cenah yatak odalarını teşkil edecekti. Fikret, salonumuzu nasıl döşiyeceğimizi bile kararlaştırmıştı.

Fakat acaba Sarıçam köyünde yaşamak imkânı var mıydı? Hüseyin Kâzım Fikretin müşkülpesentliğini bildiği için bunu teminde pek ileri gidemiyordu. Nihayet, Cahit bir gidip görsün, kararı verildi. Ben Ma »îsaya Sarıçam köyüne gidecek ve hükmü verecektim.

Bugün Manisaya gitmekten sade bir şey yoktur. Fakat Âbdülhamit devrinde bu ne zor, karışık bir siyasî mesele idi! İstanbuldan Avrupaya değil, Ânadoluya bile gitmek için mürur tezkeresini derhal vermezlerdi. Maarif nezaretinde kâtip olduğum için, 

evvelâ nezaretten izin almak ve nezaret vasıtasile zaptiye nezaretine yazdırıp mürur tezkeresi istemek icap ediyordu.

Bir haftalık izni kolaylıkla aldım ve zaptiye nezaretine tezkere yazdırdım. Bir türlü cevap gelmiyordu. Takip edilmiyen tezkerelerin muamelesi bitmiye ceğini düşünerek zaptiye nezaretinde kalem kalem dolaşmağı göze aldım. Nihayet zaptiye nazırı Şefik Paşanın huzuruna kadar çıktım.

Şefik Paşa, bana ait tezkereyi buldurdu. Göz gezdirmeğe başladı. Karşısında ayakta duruyordum. Tezkerenin kenarına kalın kalemle «şüphelidir» kelimesinin yazılmış olduğunu gördüm. Şefik Paşa, gözlerini kâğıttan kaldırarak sordu:

—        Manisaya niçin gideceksin?

Ben safvetle cevap verdim:

—        Orada bir çiftlik var efendim, dedim. Bakacağını, eğer oturulabilecek bir yer ise ailelerimizle gideceğiz.

Şefik Paşa beni tepeden tırnağa kadar süzdü. Dudaklarını büktü:

—        Sen, dedi, çiftçilik yapacak adama hiç benzemiyorsun. Doğru söyle, maksadın ne? Bir kadın meselesi olmasın?

izin koparmak için, evet demek aklıma geldi. Fakat böyle derim de sonra hangi kadm? diye sorarsa iş bütün bütün karışacaktı. Onun için, gene hakikati tekrardan başka bir çare göremedim. Kısaca:

—        Olmaz! cevbını verdi. Odadan çıktım.

Fakat fikir hiç beynimizden çıkmıyordu. Nihayet, Kâzım bir çare buldu. Benim mürur tezkeremi alır, İzmire kaçak olarak gidersin, dedi. O zaman için bu tehlikeli bir teşebbüstü. Avrupaya kaçanlar izmire gideceğiz diye bir ecnebi vapuruna binerek İzmirde çıkmazlar ve Avrupaya giderlerdi. Kendilerini vapurdan almak kabil değildi. Resmî bir teşebbüste ret cevabı aldıktan sonra, İzmir vapuruna binerken yakalanırsam maksadımın firar olmadığına zabıtayı kabil değil ikna edemezdim. Fakat İstanbul muhitinden çıkarak Anadolunun bir köşesinde, sevdiğim dostlarla bir arada yaşamak hülyası okadar tatlı ve cazip idi ki bu tehlikeyi düşünmedim. Hüseyin Kâzım Bey hüviyeti altında Hidiviye vapuruna binmeğe muvaffak oldum, ilk defa olarak İzmir rıhtımına ayak attım.

Birkaç adım ilerleyince arkamdan bir ses:

—        Yay Cahit Bey, burada ne arıyorsun?

Endişe ile başımı çevirdim: Sabahın seyyar muhabiri Tevfik. Biraz daha ilerledm : bizim sınıf arkadaşlarından Ranf. İzmir idadisinde müdür idi.

Bir haftayı doldurmadan Sarıçam köyünün çamlık tepesindeki ideal hayata meftun bir halde İstan bula döndüm. Artık her şey olmuştu. Hüseyin Kâzım vadini tutmağa hazırdı. Sarıçam pek iyi bir yerdi. Fakat biz gene İstanbulda kaldık. Fikretin böyle garabetleri vardı. Kim bilir, ne gibi bir mülâhaza ile fik .rinclen vazgeçti ve kabahati Hüseyin Kâzıma bulmak, istedi. Ben Manisada iken:

«Gel ey beridi perestide..» [Rebabı şikeste] diye terennüm etmiş, sabırsızlıkla avdetimi beklemiş, sonra teşebbüsten vazgeçilince:

«Sen de gittin, senin de arkandan... [Rebabı şikeste]

diye gözyaşları dökmüştü. Sanki bütün teşebbüs!» gayesi bu iki manzumeyi yazmaktan ibaret imiş!

Edebiyatı Cedide Kütüphanesi

Servetifünun neşriyatı ilerledikçe, epeyce bir zenginlik aızetmeğe başlamıştı, içimde pek tatlı ve pek kuvvetli bir arzu canlandı: Edebiyatı Cedide kütüphanesi namı altında bir neşriyat silsilesi vücuda getirmek: tıpkı Avrupa matbuatında gördüğümüz gibi. Bu kütüphanenin kılığı kıyafeti de Avrupaiı olacaktı. Çünkü bizim kitaplarımız hiçbir zaman perişanlıktan kurtulmamıştır. Zamkla hafifçe yapıştırarak satılığa çıkarırız. Daha okuyup bitirmeden parça parça dağılır. Kâğıtların cinsini de mutlaka kendimize göre intihap ederiz. Avrupa kitaplarına burasını da benzetemeyiz. Hele kıt’ası. Nekadar kâğıt cesameti varsa bizde de okadar mütenevvi büyüklükte kitap çıkar: kıt’ası büyük, kalınlığı az; kalın, kıt’ası küçük. Hasılı, şekli, tertibi, manzarası, her şeyi bozuk bir neşriyat. Edebiyatı Cedide Kütüphanesi namı altında çıkacak kitaplar bu kusurlardan uzaklaşacak, şeklen de avrupalı eserlere benziyecekti.

Bu fikri Fikret ve Rauf büyük bir şevkle karşıladılar. Yalnız Servetifünun sütunlarına inhisar eden edebiyat tam bir varlık göstermiş olamazdı. O zamana kadar intişar eder, hikâyelerimi topladım. Bir cilt teşkil edecek kadar çoğalmışlardı. Bunlar, etrafında pek tatlı hülyalarla vakit geçirdiğimiz Edebiyatı Cedide Kütüphanesinin birinci adedini teşkil etmek üzere Hayatı Muhayyel namı altında neşredildi. Kitaptaki ilk hikâye, kitaba ismini veriyordu. Avrupa hikâye kitaplarında olduğu gibi!

Bugün Edebiyatı Cedide Kütüphanesi neşriyatından birini eline alan bir genç şu cildin karşısında hiçbir şey duymaz. Hattâ o iyi basılmamış, soluk kırmızı renkte bir mana olabileceğini bile düşünmez. Ve eminim ki matbaacılık noktai nazarından bunu zevki selime bile mugayir görür. Halbuki bu neşriyata ait en ufak teferruatın bile bizce büyük bir manası ve ehemmiyeti vardı.

Bir kere, Edebiyatı Cedide Kütüphanesine giren eserlerde mukaddeme yoktur. 0 zamanlarda çıkan kitaplara nazaran bu hayret edilmesi lâzımgeleeek bir istisna teşkil eder. Bir tarafta şiddetli bir edebî münakaşa cereyan ettiği bir vakitte böyle bir edebiyat mektebi namına neşredilen kitaplarda meslek müdafaası hizmetini görecek bir mukaddemenin eksikliği hayrete şayan değil midir? Biz de bunu çok arzu etmiştik. Eserlerimizin başında nazariyelerden san’atimizden, fikrimizden, emellerimizden bahsetmeyi lüzumlu görmüştük. Fakat bizi bütün bu tasavvurlardan vazgeçilen büyük bir mülâhaza vardı. Mukaddeme yazacak olursak Abdülhamide dua etmek icap eyliye cekti. Çünkü çıkan bütün kitaplarda her muharrir böy

le yapıyordu. Mukaddeme yazıp ta Abdülhamide dua etmemek nefye gitmeyi göze almaktı. Biz, Abdülhamide velevki belâ def’i kabilinden dua etmeyi insan haysiyeti ve vatan muhabbeti ile telifi kabil görmüyorduk. İşte bunun için kitaplarımız mukaddemesiz çıktı. Fakat acaba onların böyle mukaddemesizliği dikkati celbetmiyecek miydi? Bu yüzden jurnal edil miyecek miydik? İşte bir halecan noktası.

Sonra, kabın kırmızı renkte olmasını ben düşündüm ve bunda ben ısrar ettim. Kırmızı zemin üzerine beyaz yazı. Kırmızı ve beyaz: bayrak rengi, Türk rengi, vatan rengi. Sansörün zulmile dilsiz haline gelen kitaplarımız hiç olmazsa uzaktan görünüşlerile zihinde vatan mefhumunu uyandıracaklardı. Ve aynı zamanda kırmızı, kan ve ihtilâl rengi...

O zamanlar bizim kalblerimizi çarptıran, bize en hayatî meseleler gibi görünen bu şeyler ihtimalki şimdi gülünç birtakım çocukluklar gibi telâkki olunacak. Çocukluk, belki. Fakat hâlâ iddia ederim ki gülünç değil. Gaye necip ve yüksek olduktan sonra teferruat gülünç olamaz. Keşke böyle çocukluklar hareketlerimize her zaman hâkim olsa.

Edebiyatı Cedide Kütüphanesi bu korktuğumuz noktalardan hiçbir derde uğramadı. Hayatı Muhayyel, matbaacılığımızın imkân verdiği derecede medenî ve garplı bir şekilde intişar etti ve... satıldı! Hayatı Muhayyelin satılmasından biriken parayı Fikrete ödünç verdim, o da Kebabı Şikesteyi bastırdı. O daha çok sa

tıldı. Artık bütün zorluk yenilmişti. Arkadaşlara da cesaret geldi. Neşriyat biribirini takip etmeğe başladı.

Bu kütüphane arasında çıkan benim bir de romanım vardır: Hayal içinde. Şimdi kitaplarımın isimlerine bakıyorum da aralarında pek yakın bir karabet görüyorum: Hayatı Muhayyel, Hayal içinde, Hayatı hakikiye sahneleri. Hep hayal, hayat ve hakikat! Hayal içinde, belki daha hakikat ile çarpışmamış bîr gencin henüz hayal âleminde yüzerken duyduğu heyecanlardan ibarettir, fakat hiç te hayalî değildir. Bu, ufak değişikliklerle tamamen hakikî bir... vak’adır. «Vak’ a» demek bile fazla. Çünkü içinde vak’a yoktur. Fakat bu sönüklük ve siliklik ona başka bir nokta i nazardan kuvvet vermiş olacak ki İsmail Habip Bey, Hayal içindeden bahsederken:

«Nezih’e bir roman kahramanı diyemiyeceğiz. Her mektepli hemen bir parça «Nezih» tir. Onun hayallerine, ümitlerine, hüsranlarına, heyecanlarına, zavallılığına ve saffetine bakarken sanıyoruz ki bu, mektepte, sınıfta, her vakit gördüğümüz, hattâ kendimizde, kendi ruhumuzda bile yaşadığımız bir gençtir. Nezih’i, kitapta okuduktan sonra ona roman kahramanı diyeceğimize, her mekteplinin kendini bilmiyen bir roman kahramanı olabileceğine hükmediyoruz: eserin kuvveti buradan geliyor.»

diyor. Yukarda işaret ettiğim gibi, idadinin üçüncü sınıfında iken, bir akşam Tepebaşı bahçesine gitmiştik. Tesadüfen, yanımızdaki masada birtakım genç

kızlar oturuyorlardı. İşle roman böyle başladı, Hayal içinde de gördüğünüz tarzda devam etti ve o tarzda bitti. Yalnız isimler biraz değişti. Hakikatte «Sevasto pulo» aile ismini taşıyan kızlar romanda «Diyapulo» ismini aldı. İşte bu kadar.

0 zaman tutmuş olduğum notlar da romanı yazmağa, ona küçük teferruattaki hayattan kesilmiş canlı parçalar hissini vermeğe hizmet etti.

Hayal içinde, benim tasavvuruma göre bir silsilenin birinci kitabını teşkil edecekti. Bundan sonra «Hakikat pençesinde» gelecekti ve matbuat âlemini tasvir edecekti. Nezih, hayat ile ilk temasta «septik» oluyor, «determinizm» e doğru sürüklenmeğe başlıyordu. Hakikat pençesine düşünce daha bedbin ve münkir olacaktı. Bunun yazılmamasından edebiyatımız şüphe yok ki büyük bir şey kaybetmedi. Fakat o zaman hakkında ruhî ve İçtimaî bir vesikadan da şüphesiz ki mahrum kaldı.

Hayal içindeyi bitirdikten sonra, bir gece, Tevfık Fikretin evindeki bir içtimada onu «büyüklere» okudum. Rauf o içtımalarm en tabiî müdavimlerinden idi. O gece Halit Ziya da hazırdı. Romanın kendimce iyi yeri addettiğim bir tarafından başladım, okudum, okudum. Oka dar okudum ki elimden kurtulmaları için beğenmekten başka çareleri kalmamıştı. Romanda, bir mektup yazmak istiyen Nezih kalemi hokkaya batırır, fakat bütün düşündükleri kalemin ucundan hokkaya akmış gibi yazacak bir şey bulamaz. Bu kü çük cümle Halit Ziyanın kulağından kaçmadı ve pek hoş bulduğunu da ilâve etti. Bu kendisinin en küçük teferruatta bile süse, itinaya nekadar ehemmiyet verdiğini gösterir.

Arkadaşlar Hayal içindeyi beğendiklerini ilân etmekle kitabı nihayete kadar dinlemekten kurtuldular. Fakat Velet Çelebi için halâs imkânı yoktu. Ser vetifünunun sansörlüğü, Servetifünun edebiyatının talü eseri olarak, Velet Çelebi Efendiye tevdi edilmişti. Hıfzı Beyin pek şiddetli ve insafsız tahribatından kurtulan Servetifünun yazıları bir dereceye kadar daha serbest kalıyorlardı. Fakat Velet Çelebi nekadar müsamahakâr davamsa gene her yazıyı dikkatle ve nihayete kadar okumak mecburiyetinde idi. İşte bundan dolayıdır ki benim romanımın en dikkatli karü odur. Zavallı, Tevfik Fıkrete gelir, derdini yanarmış. Bıkmış, usanmış. Fakat ne çare, bir «derdi devanapezire» uğramıştı.

Hayal içindeden bahsederken, bana pek çarpmış olan ufak bir hatırayı ilâve edeceğim. Aradan seneler geçmişti. Vefa idadisinde müdür muavini bulunuyordum. İhtiyar bir eımenice hocası vardı. Maatteessüf ismini hatırlıyamıyorum. Dersini verir, kimseye görünmeden çekilir giderdi. Bir gün benim odama uğradı. Hayal içindeyi benim yaz p yazmamış olduğumu sordu. Evet cevabını verince, başını salladı. Bariz bir ermeni sivesile:

—        Yazık, dedi. Bu memlekette kaç kişi anlar böyle yazıları! Bittabi memnun oldum, fakat daha çok, hayretler içinde kaldım. Bu ihtiyar ermeni hoca türk çe neşriyata alâkadar oluyor, okuyor, benim romanımda bir mana buluyor ve onu takdir edeceklerin pek az olacağına esefler ediyordu. Kitabım hakkında bir yabancıdan işittiğim yegâne takdir cümlesi budur!

Şu hatıralar münasebetile Hayal içindeyi karıştırdım. Lisan itibarile eskimiş parçalar çok mu? diye baktım. Bazı yerlerine gülmemek elimden gelmedi.

Meselâ, «fevki serinde» demişim. Suna «basının üstünde» deseydim acaba sanatkârlığımdan, edipliğim den ne eksilirdi? Maamafih otuz sene evvelki bu eser ikinci defa basılmak lâzımgelse, ufak bir tashih ile bugünkü lisana tamamen uyar.

İsmail Habip Bey, Servetifünun edebiyatı münasebetile benden bahsederken lisanın bu sadeliğini benim için bir meziyet olarak kaydediyor. Halbuki, bilse! Raufnn, benim bu sadeliğimiz, doğrusunu isterseniz, cehaletimizden ileri geliyordu. Cenabın arapça smı, Fikretin kamusunu bize veriniz, bak neler yazardık! Halit Ziya Beyin de arapçada pek derin olduğunu zannetmiyorum amma, herhalde cümlelerini kâfi derecede ballandıracak bir arap ve acem hâzinesine malikti. En cahili Rauf ile bendim. Bundan dolayı türkçe yazıyorduk.

Fikret ile Cenabın arapça ve acemceye düşkünlükleri de malûmatfüruşluk arzusundan, arap ve acem mukallitliğinden ileri gelmiyordu. «San’atkârane ya

zı», «güzel üslûp» emeli buna saik oluyordu. Kelimelerin de kendilerine göre Sür şahsiyeti, nezaheti, zara feti, asaleti vardı. Mademki bir tarafta istediğimiz kadar içine dalmakta hiç beis görülmiyen bir arap ve acem kamusu vardı, bu şartları haiz kelimeleri oradan niçin almamalı idi? «Tiraje», «tâlâp» gibi edebiyatı cedide kelimeleri bu düşünceler mahsulüdür.

Nadide ve zarif kelime bulmak iptilâsı en çok Ahmet Hikmette kendisini gösterirdi. Onun küçük bir defteri vardı. Nerede böjdekulağa hoş gelen arabî bir kelime, Farisî bir vasfı terkibî bulursa hemen oraya kaydederdi. Yazı yazarken, defter önünde, onları kullanmağa çalışırdı. Güzide üslûp merakını böyle arabayı beygirlerin önüne koşmak derecesine vardırmıştı.

Fikir için kelime aramazdı, daha ziyade, seçtiği güzel kelime ve tâbirleri kullanmak için vesile ve fikir arardı. Ahmet Hikmetin pek kolaylıkla yazılmış gibi zannolunan sade hikâyeleri işte böyle iğne ile kuyu kazmak kabilinden uzun gayretlerin mahsulüdür.

Ahmet Hikmet bu kolleksiyon merakını yalnız kelimelere hasretmiyerek biraz fikirlere ve mevzulara da teşmil etmişti zannediyorum. «Haristan ve Gülistan» ismindeki hikâyesi Rosny biraderlerin bir hikâyelerinden mülhemdir. «Mülhem» tâbiri biraz hafif gelir. Açıkçası o hikâyeden aynen alınmıştır. Rauf ile bunun farkına vardığımız vakit işi bir aile sırrı kadar gizli tuttuk. Çünkü bir taraftan Ali Kemali intihal işinde çürmü meşhut halinde yakalarken, diğer taraftan

Avrupa mukallitliği ile ittiham edilirken, içimizden bîrinin bu teklifsizliği hepimiz için bir tezyif sebebi

olabilirdi. Bugün olsa pek kolay cevap verilrdi. Adaptasyon der, işin içinden çıkardık. Fakat o tarihlerde zevk henüz adaptasyon yapan romancıları takdir edecek kadar incelmemişti. Başka muharrirlerden mal edilen yazılara hırsızlık diyordu.

Servetifünuna yazı yazanlar hergün gazete idarehanesine uğrayabilirler ve orada Fikrete, birkaç dosta tesadüf ederlerdi. Fakat en çok haftada,bir kere mim tozanı surette toplanılırdı. Buraya hemen herkes cebinde bir eser ile gelirdi. Bunlar alenen okunurdu. Okunan eserler tenkitten ziyade takdir edilirdi. Mehmet Ra uf un yazıları buna az çok bir istisna teşkil ediyordu. Raufun kabiliyeti, san’atkârlığı Fikretin, Cenabın, Halıt Ziyanın nazarlarından kaçmamıştı. Onlar Raufu ciddî ve samimî bir takdir hissi ile beğenirlerdi. Yalnız, tahammül edemedikleri nokta Raufun lisanı idi. Yazdığı hikâyelerin birinde fazla tombul bir kadın için:

«Calibane nigeran şişman incir» j   tâbirini kullanmıştı. Bu cümle Cenabın kahkaha

J           zembereklerini harekete getirdi. Bunu bir türlü unuta

!           marnıştı. Uzun müddet aramızda «Calibane nigeran

!'          şişman incir» diye tekrar edip güldük.

Benim yazılarım, üslûbundan ziyade, bazı fazla realist buldukları tafsilât dolayısile muahezeye uğrardı. Hattâ «sukut» namile yazdığım bir hikâye uzun tereddütleri bile mucip olmuştu. Bunda genç bir mektepli ile yaşlıca bir yenge arasında sırf et ve sinirlerin sevkile bir münasebetin teessüsü tasvir olunuyordu. Bütün Servetifünun isyan etti! Ahlâk namına en ziyade galeyane gelen de Süleyman Nesip idi. Süleyman Nesip, sakin, yumuşak, son derecede temiz kalbi ve ahlâkı ile hepimize hürmet ve muhabbet telkin etmişti. Yazı hususunda ufak bir kıskançlık gölgesi bile fikrine düşmemiştir. Her yazının daima iyi tarafını bulur, arkadaşlarının meziyetli taraflarını ileriye sürerdi.

Umumî bir muhalefete maruz kalan Sukut hikâyesi bazı yerleri çıkarıldıktan sonra Servetifünuna kabul edildi. Kadının galiba yengeliğinden hiç bah solnnmadı, bu sayede ahlâk ta tecavüzden kurtuldu.

«Fifi» serlevhasını taşıyan, Bey oğlunun mahut sokaklarındaki bir evin ufak bir tasvirini ihtiva eden hikâye de gene arkadaşların sansüründen geçmiştir.

Böyle ahlâk namına yapılan ufak tefek tashihler istisna edilirse Servetifünuna gelen eserler üzerinde Fikretin hiçbir tasarruf ve müdahalesi yoktu. Onun merakı imlâya idi. imlâda ittırat arardı ve bütün müsveddeleri, imlâlar muttarit olacak surette kurşun kalemile düzeltirdi. Fakat bütün bu emekler yarım bir semere verirdi. Çünkü mürett,iplerin de kendilerine göre bir imlâları vardı. Müsvedde ne suretle yazılmış olursa olsun, onlar gene bildikleri imlâya riayet ederlerdi. Fikret yorulmak bilmez bir gayretle müreltipie rin itiyatlarına karşı harp ilân eylemişti.

Bir İki Hâdise

Transval muharebesi münasebetile Servetifünun üdebası büyük bir tehlike atlattılar. Bir kısmı da kurban gittiler.

Bir gün, Servetifünunda mahrem bir fısıltı halinde bir haber dolaştı. Bir İsmail Kemal Bey varmış. Hürriyet uğrunda mücahedede bulunan kahramanlardan... Ingiltere sefareti ile münasebette imiş. Memlekette hürriyetin ve meşrutiyetin teessüsü için Ingilte renin muzaheret ve müdahalesini temine çalışıyormuş. Defeat ile sefir nezdinde ricalarda ve teşebbüslerde bulunmuş. Fakat sefir, memleketin mutlakıyeti idare ile pekâlâ uyuştuğunu, mevcut rejimden memnun olduğunu söylüyormuş. Eğer memlekette bir gençlik hareketi, bir uyanma eseri görülürse takip edilen gaye noktai nazarından pek faydalı neticeler hâsıl edebilirmiş. İsmail Kemal Bey bu hareketi göstermek fırsatının çıktığı fikrinde imiş. İngiltere Transvalde muharebe ile meşgul. Memleketin gençleri, münevverleri muharebede İngilterenin galebesini temenni ettiklerine dair sefarete müşterek bir mektup yazarlarsa bu nü mayişkârane muhabbet sefaretin pek hoşuna gidecek ve lehimize sefaretin bir müdahalesini temin edecek imiş!

Bugün pek çocukça görüleceği tabiî olan şu tertip o zaman Servetifünun üdebasının pek şevk ve hevesle karşıladıkları ciddî bir iş halinde ortaya atılıyordu. Servetifünunda yazı yazan beş on gencin Transval muharebesinde Ingilterenin galibiyetini temenni etmeleri üzerine Ingiltere hükümetinin, takip ettiği siyaseti değiştirerek, Türkiyenin dahilî işlerine müdahale etmesi ve Ahdülbamidi meşrutiyeti iadeye mecbur bırakması aklın kabul edeceği bir mülâhaza değildi.

İsmail Kemal Beyin kim olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Fakat, esrarengiz bîr tavır ile ve yavaşça: hürriyet mücahitlerinden denilmesi daha fazla bir şey sorulmasına hacet bırakmazdı. Bugün öyle tahmin ediyorum ki İsmail Kemal Beyin Fikreti böyle bir teşebbüse sevketmesi sırf kendi şahsî bir menfaatini istihsal arzusundan başka bir şeye müstenit değildi. Ya Abdülhamide şantaj yapmak'istiyordu,, ya Türkiyede bir nüfuz ve ehemmiyeti olduğunu İngiltere sefaretine inandırarak oradan bir menfaat istihsal etmek emelinde idi. Bunu ancak meşrutiyetin ilânından sonra, İsmail Kemal Beyin hakikî hüviyti meydana çıkınca anlamak kabil oldu.

Fakat o zaman, zavallı Servetifünun bu masala pek ciddî surette kapıldı. Sefarete yazılacak mektubu galiba Fikret kaleme almıştı. Bu, bir müddet ceplerde dolaştı. Dostlara gizli gizli gösterildi, imzalar toplandı. Hattâ, imza dairesi biraz daha tevsi edilerek hariçte emniyet edilen dostlara da gösterildi ve imzaları alındı.

Bu münasebetle ariza bir müddet İsmail Saf an m da cebinde kaldı. Pek dalgın ve biraz unutkan olan sevimli şair bu gizli, mühim vesikayı bir gün sokakta düşürmez mi? Servetifünun büyük bir halecan ve endişe içinde idi. En ehemmiyetsiz bir vak’ayı, bir lâkırdıyı bile jurnal için fırsat bekliyen hafiyelerden biri bunu ele geçirirse Servetifünunun külünü havaya uçuracakları muhakkaktı. Ve hafiyeler okadar çoktu ki arizanın sadece kaybolup gitmesi hiç ümit edilemezdi.

İsmail Safa böyle bir vicdan azabı altında kalmaktan kurtuldu. Vesika namuslu bir ada mm eline geçmişti. İmzaları görmüş, hüviyetlerini anlamıştı. Bir gün, gizlice Servetifünuna gelmiş, başınıza bir belâ getirebilir, diye arizayı Tevfik Fikrete teslim etmişti. Ne yazık ki bu zatın ne ismini biliyorum, ne hüviyetini.

Transval meselesi münasebetile İngiltere sefaretine verilecek bu arizada benim imzam yoktur. İsmail Kemal Beyin tavsiyesinden ve teklifinden bahsederken, Fikret, Ali Paşa damadı Nâzım Paşanın da meseleden haberdar olduğunu ve bu teşebbüsü onun da teyit ettiğini, İsmail Kemal Beyin sözlerine atfen, temin etmişti. Nâzım Paşa, sınıf arkadaşımız Alinin babası idi. Bu münasebetle kendisini tanır, hür fikirli olmasından dolayı hakkında büyük bir hürmet beslerdik.

Nâzım Paşayı gidip buldum. Kendisinden meseleyi sordum. İsmail Kemal Bey hakkında hiç te sita yişkârane bir lisan kullanmadı, ve: bir evlât sıfatile sana bunu imza etmeyi tavsiye edemem, dedi. Geldim, işi Fikrete hikâye ettim. Fakat artık geri dönü lemiyecek kadar ileri gidilmişti. Boşboğazlıklara mahal bırakmamak arzusile bir an evvel ariza sefarethaneye takdim olundu.

Fakat boşboğazlık gene oldu. Hükümet bu ari zadan haber aldı. Fakat işi hakkile anlıyamadı, onun için, tedip hareketi çok şükür ki nakıs kaldı. Yalnız bazı zavallılar sürüldü. İsmail Safa ile Siret bu kurbanlar arasındadır.

Transval arizasım kimin jurnal ettiği o zamanlar bizim için meçhul kalmıştı. Aradan uzun bir vakit geçti. Meşrutiyet oldu. Jurnallar meydana çıktı ve ancak o gün hakikat anlaşıldı: bunu Abdullah Zühtü jurnal etmiş! Jurnali gözile gören biri bana bu feci hakikati haber verdiği zaman donup kaldım.

Sıvasa sürülen zavallı İsmail Safa artık bir daha Istanbula dönemedi. Sireti de ancak meşrutiyetten sonra görmek kabil oldu.

Siret Servetifünun muharrirlerinin en hayal ile yaşıyan şair ruhlarından biri idi. Dünyaya rüya görmek ve hayal sukutlarına uğramak için gelmiş denilebilecek sevimli bir sima idi. Şiirlerinde artık veremden can vermek üzere bulunan bir hastanın hassasiyeti ve tatlı nikbinliği hissedilirdi. O pek ince hülyaları, mariz hassasiyetleri, yüksek hayalî aşkları terennüm ederdi. Ezelden âşık olarak dünyaya gelmişti. Bu aşk daima eflâtunı kalacak, daima peri padişahlarının kızları gibi yüksek, yetişilmez kadınlara taallûk edecekti.

İlk zamanlarda bir «nadirei hilkate» aşık olan Siret, bana öyle geliyordu ki sonra bir «nimeti İlâhiye» addedilecek kadar esirî hanımların, «nazlı prenseslerin» aşkile sızlayıp durmuş, şiir yazmış ve buna da mutlaka «Mor menekşe» demiş olacaktır. Onu başka türlü tahayyül edemiyorum. Karlı, fırtınalı bir gecede Siret aklıma gelse, şimdi sevgilisinin odasında aydınlık görmek için sokaklarda dolaşıyor zannediyorum. Sonraları meşrutiyet Sirete de siyaset illetini vermişti. Uzun bir ayrılıktan sonra birbirimizi gördüğümüz vakit Kâmil Paşa aleyhinde Taninde yazdığım yazıların meftunu idi. Aman sana bu adama dair vesikalar vereyim dedi. Bir karlı gecede Beyoğlunda bir birahanede randevu verdik. Kâmil Paşa diye söze başladık, fakat dört kelime sonra bahis edebiyata intikal etmişti.

Meşrutiyet devrinin ruhlarda kabarttığı fırtınaların garabetine bakmalı ki sonra Siret ile siyasiyat sahasında düşman olduk.. Onu Kâmil Paşa tarafında gördüm. Uzun siyasî dargınlıklardan sonra birbirimize tesadüf edince uçurumların üzerinden gayrühtiyarî

bir hamle ile atlıyarak, arada hiçbir fasıla yokmuş gibi, tekrar Servetifunundan bahse başladık!

Servetifünuna yazı yazanlar arasında iki Ma beyn kâtibi de vardı. Bu memuriyetleri onları müs îear isim kullanmağa mecbur etmişti. «A. Nadir» Kemal Beyin oğlu Ali Ekrem Beyin, «H. Nâzım» da Reşit Beyin imzaları idi. Servetifünunun diğer edipleri gazeteye sık sık geldikleri halde bu zatlar, gene memuriyetlerinin icabı olarak, Servetifünun içtimalarma pek nadir uğramak zaruretinde idiler.

Bir aralık bunların yazıları Servetifünunda bütün bütün kesildi, fakat Baba Tahirin haftalık Musavver Malûmat mecmuasında intişar etmeğe başladı. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Hayretler içinde kaldım. Derhal Fikretten meseleyi sordum. Fikret pek tafsilâta girişmek istemedi. Anladığıma göre, A. Nadir ve H. Nâzım Beyler bir şeyden dolayı Fikrete darılmışlar ve bu dargınlık sevkile Servetifünundan ayrılarak Malûmata yazı yazmağa başlamışlardı.

Şimdiki zaman için bundan daha tabiî bir şey olamaz. Fakat o vakit edebiyat dostlarımızla bu hareketi nazarımıza pek büyük bir günah olarak çarpıyordu. Bir kere Tevfik Fikrete darılabilmek büyük bir haksızlıktı! Hiç muhakeme ve tetkike hacet kalmadan hükmediyorduk ki Fikretle dargınlık meselesinde kabahat kendilerinindir. Bu dargınlık neden ileri gelmişti? Dediğim gibi, burasını Fikret tamamile izah etmemişti. Yalnız, kendilerinin şiirlerinin başka şiirlerden daha aşağı bir yere konması iğbirarlarını mucip olmuş gibi bir şey işitiyorduk. Bu, bittabi bize gülünç görünüyordu. Hakikat böyle miydi, değil miydi. Tamika ne lüzum vardı? Mademki ihtilâf Tevfik Fikret ile vukua geliyordu, bunda elbette haksızlık öteki tarafta olmak icap ederdi. Fikret etrafındakilere işte bu kadar körkörüne bir emniyet, muhabbet ve hürmet telkin ediyordu.

Sonra, Tevfik Fikrete darılmağı akıl alsa bile o hiddetle Malûmat gazetesine yazı yazmak affedilmesi: bir cürüm şeklinde göze çarpıyordu. Yıldızın en şerir hafiyelerinden biri olmak üzere tanınmış Baba Tahi rin gazetesine yazı yazmak onun seyyiatma iştirak inanasım tazammun etmez miydi? O zaman işte böyle düşündük. Bu yazı dostları hakkında sukutu hayale uğradık.

Hattâ bu infialin sevkile, A. Nadir Beyle aramızda edebî bir münakaşa bile çıktı. Dargınlığımız ta meşrutiyetten sonralara kadar devam etti. Nihayet, zaten bir hiç için tahaddüs etmiş olan bu infial pek tabiî bir barışıklıkla neticelendi.

Fikret ve Rauf

Servetifünun hareketinin ruhu şüphesiz ki Fikret idi. Fikretin kuvvetli ve yüksek şahsiyeti çekici bir kudret gösteriyor, bütün hürmetleri ve muhabbetleri kendi üzerinde topluyordu. Servetıfünuncular yalnız edebî kanaatlerinde değil, siyasî ve İçtimaî emellerinde, şahsî dostluklarında da biribirlerine bağlı bir manzara arzederlerdi. Bu birliğin merkezi Fikret idi.

Fikret, Aksarayda Ağa yokuşunun alt başında, babasının konağında, bize komşu denilecek kadar yakın bir yerde otururdu. Haftada bir gece muntazaman onun evinde toplanırdık. En sadık müdavimler, hafta kaçırmıyanlar, Rauf ile bendim. Rauf ile Fikret arasındaki hususiyet nihayet bir sıhriyet rabıtası ile de kuvvetlendi. Rauf Fikretin halasile evlendi. Artık ben de evlenmiştim. Uç aile arasında «kaçgöç» yoktu. Bu, kardeşçe samimiyetimizin derecesini göstermeğe kâfidir.

Fikretin manevî hüviyetini küçük bir cümlede hulâsa etmek için bütün intihalarımı, kanaatlerimi, batınlarımı gözönüne getirerek şu hükümde karar kıldım:

Fikret yaşıyan bir ideal idi. îdeal bizden çok  uzakta, çok yükseklerde kalan erişilmez bir hedeftir. Yalnız, hayatın bu karanlık ve çamurlu yolları, azgın mücadeleleri içinde bize yolumuzu gösterir ve bizi kendisine doğru yükselmeğe sevkeder, Fikret işte bu ideale yükselmişti. Onu yeryüzüne indirmiş ve kendi hayatına mezeetmişti. Bir insan mutlak ile nisbîyi ne kadar cemetmeğe kadir olabilirse Fikret bu imkânın azamîsini nefsinde ortaya koymuştu.

Bazı noktalarda çok titizdi, çok hassas idi. İnsanlardan adetâ bir zahit hayatı isterdi. Ahlâk ve iyilik neşreden bir peygamberdi. Bu noktada mutaassıptı ve belki bu bir kusurdu. Fakat Fikret bütün bu biraz gay rünsanî büyüklüklerini, İnsanî zaaflara karşı merhametsizce müsaadesizliklerini o kadar tatlı, o kadar candan ve affettirici bir surette yapardı ki tenkitlerinin acısını tadanlar bile Fikrete darılınazlardı.

Fikretin de bir insan sıfatile belki bazı kusurları vardı. Fakat etrafına karşı telkin ettiği muhabbetti hürmet o kadar'kat’ı idi ki hiçbir hali göze batmazdı. Fikret yalnız başkalarına prensip tavsiye etmeğe kalkmaz, kendisi de bunları nefsine tatbik ederdi.

Fikret sigara içmezdi. İspirtolu içkilerden uzak kalırdı. Zaten Servetifünun muharrirleri arasında bu içkilere düşkünlük hiç yoktu. Fikret edebiyattaki yüksek mevküne rağmen, arkadaşlarını kendisinden yüksek görür, Cenabın şiirlerini kendi yazılarından çok ileride tutar, bir istidat gördüğü arkadaşlarını teşvik eder, birisinin iyi yazısını arkadaşlara haber vermekten, okumaktan zevk alır, Haüt Ziyadan büyük bir hürmetle bahseylerdi. Servetifünun muharrirlerinden birinin muvaffak olmuş bir hikâyesi, bir şiiri Fikret için pek samimî bir sevinç membaı olurdu. Şimdi düşünüyorum da bütün Servetifünun muharrirleri arasında bir kıskançlık hissinin nasıl olup ta yer bulmamış olduğuna hayret ediyorum. Tabiîdir ki bunun çirkin olacağını anlıyacak kadar muhakemeleri yerinde idi ve içlerinde bir şeyler hissetseler bile belli et miyeoelderdi. Fakat hepsi de mi hulûs, saffet ve birbirine merbutiyet hissi rolünü oynamakta bu kadar mahir idiler? Hiçbirinde böyle âdi bir duygudan bir eser

hissedilmemisti.

Fikretin çok güzel bir şiir okuyuşu, çok tatlı bir söz söyleyişi vardı. Arslan gibi bünyesi, sevimli yüzü ile bu bediî heyecanları içinde bütün bütün güzel görünürdü.

Fikret en çok Abdülhamit ve istibdat aleyhinde söz söylerken coşardı. Yanımızda yabancı bulunmadığı zamanlar, sohbet mevzuu edebiyattan sonra bu idi. Fikret lâkırdılarında gayet nezih ve ciddî olduğu halde Abdüllıamide ve onun istibdadına karşı duyduğu kin kendisini bizim eski alaturka tarzda hicviyeler yazmağa bile sevketmişti. Bir gün, Ali Ekrem Bey ile birlikte otururken, karşılıklı, irticalen, bir hicviye söylediler. Bunu, tabiî, kimse kaydetmedi idi. İhtimalki Ali Ekrem Beyin böyle bir şey akimdan bile çıkmıştır.

Fakat nasılsa benim hatırımda tek bir beyit kalmışa benziyor:

Bir hamlede birden içerek bin fıçı müshil Ey Şahı cihan halk bütün canına ... sırı.

Fikretin şiirlerini kendisinin ağzından dinlemeli idi. Yazdıklarını okumasını severdi. Ve pek tabiî olarak, eserleri bizde büyük bir haz ve meftuniyet uyandırırdı. Maamafih, bazı yazılarile sonra kâğıt üstünde haşhaşa kalınca, Fikretin ağzında iken almış oldukları hararet ve hayatı biraz eksilmiş bulduğum olurdu.

Fikret ince duyguları, afif ve perhizkâr hayatı, zahidane meyilleri ile beraber bir atlet kadar sağlam idi. Hayat ve zaman onun yalnız maneviyetine değil, maddiyetine de ilelebet hürmet edecek zannolunabilir di. Halbuki...

1314 senesi yazında, Kanlıcada oturuyorduk. Fikret de Anadoluhisarmdaki yalısında idi. Rauf Tarab yadaki gemide zabitti. Bu yakınlık bizim sık sık buluşmamızı ve Kanlıca arkalarında uzun cevelânlar yapmamızı kolaylaştırmıştı. Göztepe membaına gittiğimiz bazı günlerde Fikretin bir omuzuna beni, bir omuzuna Raufu alarak epeyce uzun bir mesafeye kadar kolaylıkla taşıdığını hatırlıyorum.

Kanlıcada oturmak Fikretin beni bir defa iyice haşlaması için bir vesile çıkardı. Mehtapta Milırabad tepesi ve civarları çok güzel olurdu ve böyle gecelerde bittabi eve kapanıp uyumağa imkân yoktu. İşte bu mehtaplı gecelerin biri Abdülhamidin tahta çıktığı 19 ağustosa tesadüf etmişti. Ertesi gün ben Fikrete mehtabın güzelliğinden bahsederken kaşları çatıldı. Abdülhamidin tahta çıktığı bir gecede benim bu felâkete tabiatin güzelliğini farkedebilecek kadar lâkayt kalışımı acı surette yüzüme çarptı. Fikret bu gibi noktalarda en sevgili dostlarını bile zehirli iğnelerinden muaf tutmazdı ve hislerini doğrudan doğruya yüze karşı söylerdi. Kendisi «cülusu hümayun» geceleri evde lâmba yakmayı bile bir hamiyetsizlik telâkki eder ve karanlıkta otururdu.

Fikret aile hayatına son derecede bağlı idi. Bütün kalbini karısına ve çocuğuna vermişti. Bir gece bile evini bırakarak misafirliğe gitmemişti zannediyorum. Bu hissini Fikreti tammıyanlar ve samimiyetinin derecesini ölçmiyenler için çocukluk addedilecek dereceye vardırmış idi. Bazan, yanyana gittiğimiz zaman., Fikretin, birdenbire, mütebessim, yer değiştirdiğini ve beni sağma aldığını görürdüm. Nazarlarımız çarpışır, karşılıklı gülüşürdük; anladım, pardon! der, lâtife ederdim. Sol tarafta kalb vardı ve o kalb tamamen karısının idi. Kalb tarafına başka kimse geçmemek iktiza ederdi, Fikret bir defa bunu izah etmişti. Bittabi herkesin yanında ve herkese söyliyemezdi...

Fikret aile hayatında günah işlememiştir. Yanında zaten böyle şeylerin lâkırdısı da pek olmazdı. Maa mafih, insanlar, Fikret de olsalar, melek değildirler. Fikretin de hayatından değilse bile hayalinden, günah değilse bile bir günah gölgesi geçti. Rebabı Şikestede birinci tesadüf, ikinci tesadüf gibi başlıklarla birkaç manzume vardır. Bunları ilham eden kadın Karlman mağazasında bir satıcı kız idi...

Fikret güzelliğe meftunluğunu evinin eşyasında, en küçük teferruatta bile isbat ederdi. Mütevazı bir hayat yaşıyordu. Babıâlide parlak bir kalemde terakki edebilecek bir kâtip olduğu halde, oraya devam etmeyi vatanî hislerile telif edememişti. Galiba babasının yardımile yaşıyordu. Fakat Fikret eline geçen az bir para ile temiz ve zarif yaşamak sırrını bilirdi. Bir kırçiçeği bile onun odasında bir süslü demet yerini tutardı. Bu odanın samimî ve sıcak dostluk havası içinde geçirilen o ümitli, neşeli ve bilhassa hararetli ve canlı saatler... Etrafın karanlığı ve murdarlığı içinde, bütün bu âdi ve fena şeylere bulaşmadan, istikbalin geniş ve güneşli ufuklarını düşünerek, canlandırarak uzayan sohbetler... Seneler geçti, beklenen zamanlar geldi... Yıpratıcı, yıkıcı seneler ve bu senelerle birlikte, onlardan ayrılmaz hayal sukutları...

Ufak tefek bazı kusurlarımızı Fikretten saklardık. Bizim arada sırada küçük kâğıt oyunlarımızı Fikretin büyük bir şiddetle ayıplıyacağı şüphesizdi. Böyle şeyleri ve hissî yaramazlıklarımızı ancak daha akran arkadaşlar arasında serbestçe itiraf edebilirdik. Nekadar olsalar, Fikret ve Halit Ziya bizler içn hatırları sayılacak «ağabeyler», «büyükler» idiler.

Bu hususta en çok Rauf ile anlaşmıştık. Rauf bütün o vatan ve hürriyet muhabbetlerinin arasında kalb aşkına da hakkı olan parçayı, hattâ galiba biraz faz lasile, ayırmıştı. Tarabyadaki gemi hayatı ona nisbet le geniş bir sergüzeşt sahası temin ediyordu. Bugünkü gençler için bir kadın tanımak hayatın en tabiî hâdisesidir. Hattâ bir kadını daha resmen tanımadan plajlarda en samimî, en mahrem maddî teferruatlarına varıncaya kadar tanımaktan kolay bir şey yoktur. Halbuki o zamnların muaşakaları...

O         devrin bu hususiyetini bize anlatabilecek iyi tetkik ve müşahedeye istinat eder bir roman elimizde olsaydı, bugün okuması nekadar alâka uyandırırdı. Taıabya, hıristiyan yerli ahalisi ve yazın gelen ecnebi kadınları ile bugünkü kadar değilse de herhalde o zamana nazaran bir genç için pek müsait ihtimaller aı zederdi.

Rauf orada bir Italyan kadınına âşık olmuştu. Kendi gemilerinin yakınında Italyan sefareti maiyetine memur bir küçük gemi dururdu. Bir gün, Rauf elinde dürbün, etrafı seyrederken gemide bir kadın gördü ve sevdi! Şuayp ile Raufun gemisine gece yatısı misafirliğine giderdik. Geminin kaptanı Şevket Bey isminde zarif, bizlerle ruhan ve hissen müşterek bir gençti. Rauf ile aralarında rütbe farkına müstenit resmî bir münasebetten ziyade bir dostluk bağı teessüs etmişti. Sabahlara kadar devam eden musahabelerimize Sevket Bey de karışır ve bu musahabe bittabi hürriyete, Abdülhamit devrinin fenalıklarına, istikbalin saadetlerine dair olurdu. Artık çeneler yorulduğu ve ortalık ağarmağa başlayıp ta herkes yatağına çekildiği zaman, Rauf ile konuşmalarımız bu yaramazlık işlerine intikal eder ve zavallı Rauf yana yana dertlerini, korkularını, ümitlerini anlatırdı.

Rauf, aşklarını bir gazete muharririne hikâye etmişti. Bunları okudum. Tarabyadaki aşkından da bahsediyor, kadının bir zabit karısı olduğunu söylüyordu. Halbuki, aklımda kaldığına göre, bu vapurun çarkçısının karısı idi.

Maamafih, bahriyelilerin kendilerine mahsus ıstılahları var. Çarkçı denilince o zaman biz kadında, müstesna bir kibarlık hülya etmemiştik. Halbuki çarkçının zabiti olmaz mı?

Rauf muttasıl yanar tutuşurdu. Tıpkı bir mecusî mabedinin sönmez ateşi gibi. Fakat bu ateşin ilâlıesi sık sık değişirdi. Raufta esas olan yanmaktı. Kimin için? Bunun ne ehemmiyeti var? O sevmek için yaradılmış bir sel gibi akıyordu. Aktı, aktı ve kendisini de sürükledi götürdü...

Rauf yalnız kadın şeklinde tecelli eden güzelliği sevmekle iktifa etmezdi. Pek sevdiği: «her güzel şey kalbimde bir yara açarak geçer» sözü onun hakkında pek doğru olarak kullanılabilirdi. Güzelliğin bütün tecellilerine kalbi açıktı. Musikiye, resme büyük bir meftuniyeti vardı. Çocukluğunda bir musiki tahsili alamadığı için bu eksikliği bir türlü dolduramıyordu.

Fakat bu onu bir pıyanola tedarik etmekten menedememişti.

Güzel ve zarif giyinirdi. Kısa boylu, tıknazdı ve pek kanlı, renkli bir yüzü vardı. Gözlüklerin altından parlıyan miyop gözlerindeki zekâ ile bu ateş ve hayat fışkıran varlık canlı bir ateş hissini verirdi. Her zaman temiz ve ütülenmiş beyaz üniformasile derhal göze çarpardı. Rauf bütün bunları iki ayda bir çıkan küçük bir mülâzim aylığı ile yapardı. Bir de Seıveti fünundan arada sırada aldığı birkaç mecidiye...

Raufta soğuk ve keskin bir muhakemeden ziyade his hâkimdi. Hissiyatının elinde sürüklenip gider, ta sonuna kadar kendisini bu cereyana bırakırdı. O zaman, ihtirasatmdan başka dünyada her mülâhazayı unutur, her şey gözünden silinirdi.

Bir kere bu ihtirası onu ölüme kadar götürdü ve Rauf isliye istiye, seve seve öldü. Sonra gözlerini tekrar hayata açtıysa bu biraz da bizim kabahatimiz...

Bir gün, mektepte, işimle meşgul olduğum sırada, bir mektup getirdiler. Yazısını derhal tanıdım: Rauf dandı. Merak ile açtım ve ilk satırlarda dehşetle karışık bir acı ve şaşkınlık içinde kaldım : Rauf bam, intihara karar verdiğinden bahsediyordu. O sırada, Bıiyükadada oturuyordu ve zarafeti, güzelliği, maceraları ile meşhur bir hanımefendiyi seviyordu. Raufnn bu aşka dair aradaki tevdiatını alâka ile, kâh gülerek, kâh alay ederek dinlerdim. Fakat bu aşkın hiçbir zaman onu böyle o kadar sevdiği dünyadan bıktıracak bir facia şekli alabileceğini düşünmemiştim.

Mektubun tarihine baktım. Bana gelebileceği zamanı düşündüm. Büyükadaya gidebilmeyi hesap ettim. İşin içinden çıkabilmek kabil değildi. Zihnim işlemiyordu. Akşamları ezan saatile Büyükadaya onda ve on birde ancak iki vapur vardı. Hemen Rejiye, Halit Ziyaya koştum. Odadan içeriye ağlıyarak girdiğimi gören Halit Ziya da şaşırdı, işi anlattım ve beraber Adaya koşmağa karar verdik. Bu dakikalar bugün hatırımda bir duman ve rüya içinde gibi. Yanımıza başka dostlar da aldık mı, hatırlıyamıyorum. Yalnız gözümün önünde bütün vuzuhile, Raufun karyolada, perişan bir halde yatışı var. Küçük yatak odasının kapısını zorlayıp ta içeri girdiğimiz vakit onu kendinden geçmiş bir halde bulmuştuk. Ortada bir mangal duruyordu. Ve içindeki ateş artık kül olmuştu. Derhal pencereyi açtık. Rauf ölmemişti. Kurtuldu.

Gazeteci ile mülakatında Rauf bu aşkın sahibesine dair fazla izahat vermediği için, ben de sevdiği kadının ismini burada ifşa etmeyi münasip görmüyorum.

Rauf gene aynı mülakatta «Eylül» ü ilham eden hislerine de hiç temas etmedi. Sevgili bir ölünün sevgili hatırasına hürmet benim için bir borç. Bu noktayı sükût ile geçmeğe mecburum.

Rauf Servetifünun edebiyatı devresinde san’ate, san’at için san’ate karşı pek derinden ve candan bir aşk beslerdi. Onun içindir ki en yaşıyacak, en güzel eserleri bu devrin mahsulüdür. Fakat sonra, hayat

mücadelesi onu yazıl ar ile yaşamak gibi bir mecburiyet karşısında bıraktı. Rauf gibi san’atkâr yaradılmış, ince ve hisli bir muharrir için san’atten fedakârlık etmek, kolay eser vücuda getirmek, kendi kendisini kop ye ıztırarında kalmak ve bunu hissede ede yapmak büyük bir acı teşkil edeceğini anlamak zor bir şey değildir. Rauf Servetifünun edebiyatının en parlak bir siması olmadı. Fakat şüphesiz ki en canlı, en okur ve zekâsı en muhtelif san’at tezahürlerine açık, kıymetli bir unsuru idi. Mensur şiirleri, edebiyat yapmak için basmakalıp sözlerin hiç hissedilmeden yanyana dizilmiş yığınları değildir. Onlar Raufun kalbinden ve ruhundan kopmuş bakir yazılardı. Eylülü de canlı kalacaktır.

Fikretin Servetifünundan çekilmesi

Servtifünun edebiyatı bir gün mühim bir darbeye maruz kaldı. Vefa idadisi müdür muavinliğinin küçük odasında çalışıyordum. Camlı kapı açıldı, içeri Mehmet Asım Bey girdi: Ahmet İhsan Beyin arkadaşı, ortağı ve dostu. Alem matbaasında Nadideyi bastırdığım zamandanberi kendisini tanırdım.

Asım Beyin Vefaya kadar gelerek beni ziyaret etmesi için mühim bir sebep olmak lâzımdı. Çünkü sık sık uğradığım Servetifünunda beni her zaman görebilirdi. Asım Bey üzüntü içinde idi: Fikret Ahmet İhsan Beye darılmış, Servetifünunu bırakmış, kat’iy yen bir daha oraya ayak atmam, diyormuş.

Fikret ile Ahmet İhsan Bey arasında bu yolda geçimsizlikler ötedenberi görülüyordu. Fikret her şeye pek çabuk kırıldığı, hayatın bazı zaruret ve icaplarına hiç pay ayırmadığı için Ahmet Ilışan Beyi muttasıl muahaze eder, güler yüzlü şakaları ile iğnelemekten vazgeçmezdi. Bazan, Fikretin infiali dargınlık derecesini bulurdu. Fakat bu kadar gergin ve kat’î bir hal hiçbir zaman görülmemişti.

Asım Bey de bundan telâş ediyor ve üzülüyordu. Fikret Servetifünundan çekilecek olursa Servetifünun.

edebiyatının bağı çözüleceğini ve başlıyan temiz ve iyi bir hareketin söneceğini düşünüyordu. Ahmet Ihsan Beyin de aynı endişe içinde pek sıkıldığını hikâye ediyordu. Tabiî, böyle bir ihtimale karşı benim de canım sıkıldı. Fikrete rica ederiz, dedim. Asım Bey bumın kabil olmıyacağım, Fikretin ağzından pek kat’î bir söz çıktığını, şimdi kendisinin Fikretin yanından geldiğini, kandırmak için uğraştığını, fakat muvaffak olamadğnm, adetâ ağlarcasına anlattı. Herkes gibi o da Fikret i pek severdi.

Fikret Ticaret mektebinde hoca idi. Asım Bey kendisini gidip orada görmüş, Fikretin yanından çıktıktan sonra bana gelmişti.

—        Beni buraya Fikret, gönderdi, dedi. Servetiftiminim dağılması ihtimali onu da müteessir ediyor. Git, Cahidi bul, benim tarafımdan da rica et, Serveti fünun yazı işlerini o deruhte etsin, ben de ileride vakit buldukça gene yazarım, Servetifünun eskisi gibi devam eder, dedi.

Asım Beyin lâkırdıyı değiştirmiyeceği şüphesiz idi. Fakat Fikrete karşı hürmet ve muhabbetim kendi sile görüşmeden Servetifünun yazı işlerini deruhte etmeme mâni idi. Bir kere de vak’ayı onun ağzından dinlemek lâzımdı.

Fikrete, hemen Ticaret mektebine koştum. İhsan Bey ile dargınlığının sebebini bugün hatırlıyamıyo nnn. Herhalde, Fikretin yeryüzünde ideal adam aramak yolundaki talepkârlığından ileri gelmiş bir asabîlik olacaktı. Asım Beyi bana kendisi yollamış olduğunu söyledi ve Servetifünunun başına geçmemi rica etti. Çekiniyordum. Fikreti incitmekten korkuyordum. Nekadar alıngan olduğunu bilirdim.

—Benim, Servetifünunun basma geçmemi cidden istediğine, böyle bir harekete kırılmıyacağma Halûkun başına yemin et, bakayım, dedim.

Fikret istediğim yeminle beni temin etti, hattâ teessürü geçtikten sonra Servetifünuna yazı bile yazacağını vadederek beni tekrar teşvik eyledi. İşte bu suretle Servetifünun yazı işlerini idare vazifesi bana geçti.

Bu, filhakika Servetifünumı dağılmaktan kurtardı. Fakat, maatteessüf, Fikret ile aramızı açtı. Korktuğum olmuştu; Fikret kırılmıştı. İptidaları bunu hissetmedim. Fikret Aksaraydan Rumelihisarmdaki yalıya taşındıktan sonra zaten eskisi gibi sık sık görüşmek kabil olmuyordu.

Ben Servetifünunda hiçbir değişiklik yapmadan, risalenin eski ahenk ve ruh içinde çıkmasını temine çalışıyordum. Fikretin şiirlerinin eksikliği risale için büyük bir ziyan ve darbe idi. Bunu da Fikretin teessürü geçince telâfi edebileceğimizi ümit ederek müteselli oluyordum.

Bir gün bir kartpostala yazılmış küçük bir tezkere aldım. Fikretten geliyordu. Resmî bir lisan ile müstehzi bir tebrik. Aynı zamanda, Fikretin hususiyetini, huyunu bilenler için, zehirli bir iğne. Vefa idadisinde

bir hocalığa tayin edilmiştim. Gazeteye havadis olarak yazılmıştı. Abdülhamit devrinde, bütün kalemlere alınanlara, bîr memuriyete taynı edilenlere, doktor ve zabit çıkanlara, hükümetle alâkası olanların hepsine padişaha sadakat edeceğine dair yemin ettirilirdi. Hocalığa tayinimden bahseden gazete tahlif edildiğimi de ilâve ediyordu. İşte Fikret kartpostalda bu noktaya işaret ederek gıptalarını, tahassürlerini, tebriklerini bildiriyordu.

Fena halde canını sıkıldı. Kendimden geçecek derecede müteessir oldum. Fikret tarafından gelebilecek her türlü siteme, mnahazeye, acı şakaya seve seve katlanabilirdim.

Fakat Fikret beni en müteessir edecek bir noktadan yaralıyor, hep beraber yerin dibine geçirdiğimiz adamlar sırasına koymak istiyordu. Fikretin insafsızlığı bu dereceye kadar vardırmasına karşı bir isyan duydum. Birbirimizi ilk tanıdığımız ve karşılıklı derin bir hürmet ve muhabbet hissini kardeşlik derecesine çıkardığımız zamanlarda ben maarif mektubî kaleminde idim ve herkes gibi alelûsul ben de tahlif olunmuştum. Bunun şimdi bir hamiyetsizlik teşkil etmesi pek mantıksızlık olurdu. Fikrete bu yolda bir cevap yazdım. Ondan sonra birbirimizi meşrutiyetin ilk günlerine kadar bir daha görmedik. 0 zaman anladım ki Fikret kendisinin teklifi, ısrarı, teminleri üzerine Ser vetifünunda kendisine halef olmama incinmişti. Bu kadar müfrit bir hassaslığı vardı.

Fikretin Servetif Unundan çekilmesi çok büyük bir ziyan olmakla beraber, risale korkulan inhilâl manzarasını göstermeden, eskisi gibi çıkmakta devam etti. İlk. günlerde, eski edebiyat mektebi diyebileceğimiz bir cereyanı temsil eden zatların büyük istihzalarına ve tecavüzlerine uğrıyan Servetifünun artık dört beş senelik edebî hayatile bütün mukavemetlere galebe çalmış, teessüs etmiş sayılabilirdi.

Servetifünunu yıkan darbe Saraydan geldi. 3 teşrinievvel, 1317 tarihinde intişar eden sayısında «Edebiyat ve hukuk» serlevhasile fransızcadan tercüme ettiğim bir makale vardı. Bu yazı P. Lacombe isminde bir muharririn Introduction â Vhistoire lilteraire ismindeki eserinden alınmıştı. Usul dairesinde, sansüre gönderilmiş, sansör tarafından çizilen parçaları çıkarıldıktan sonra, Servetifünuna basılmıştı. Fakat bir jurnal ortalığı altüst etti.

Bunu kim jurnal etmişti? Bence hâlâ meçhuldür. Fakat o zamanlar Servetifünun un rakibi ve Musavver Malûmat gazetesi sahibi Baba Tahirden şüphe etmiştik. Sırf tahmin üzerine müstenit bir şüphe. Jurnal pek esaslı bir surette yazılmış olacak ki Abdülhamidi fena halde kızdırmıştı. Padişah, ilk hiddeti içinde hepimizi mahvetmek istemiş ve mutat olduğu üzere, birer tarafa sürülmemizi düşünmüştü. Bereket versin ki Sarayda bu fırtınanın kopmasına mabeyinci Arif Bey şahit olmuştu. Mektebi Mülkiye mezunlarından olan Arif Bey Ahmet İhsan Beyin arkadaşı ve dostu idi.

Esasen iyi kalbli bir zat olduğu anlaşılan Arif Bey, vaziyeti kurtarmak için Abdülhamide mahirane bir lisan kullanmıştı. 0 sıralarda Avrupa Devletleri Tür kiyedeki kanunsuzluklardan şikâyet ederek Abdülha midi ıslahat yapmağa zorluyorlardı. Arif Bey bu teşebbüsleri ve tazyikleri ileriye sürerek şimdi Serveti fünunun tatilile sahip ve muharririnin sürülmesi haricin şikâyetlerine zahiren haklı bir vesile ihzar edeceğini anlatmış ve meselenin adliyeye havale olunarak oradan alınacak bir hüküm ile cezaların tayini daha muvafık olacağını arzetmişti.

Abdüllıamit, nasılsa, bu mütaleayı münasip gördü ve şiddetli bir «iradei seniyye» ile Adliye nezareti harekete getirildi. Adliyeye tebliğ edilen iradede Fran« sızlar gibi kıratlarını idam edecek dereceye varmış bir milletin fikirlerini memlekete sokarak halkın hissiyatını bozmak istiyen bu muharrirlerin ibret teşkil edecek surette cezalandırılmaları emrü ferman buyuruluyordu.

Vak’amn hikâyesine devam etmeden evvel, edebiyat tarihimiz bakımından bir ehemmiyet kesbeden o «Edebiyat ve Hukuk» makalesini buraya, yalnız yabancı terkipleri kırarak, aynen nakledeceğim. Bugünkü gençler o zamanki arkadaşlarının nasıl ehemmiyetsiz sebeplerle ne büyük tehlikelere maruz kaldıklarını görürlerse Servetifünun edebiyatının neden dolayı vatan ve milliyet hislerine temas edemediğini daha iyi anlarlar:

Musahabe! Edebiye Edebiyat ve Hukuk

Edebiyat ile hukuk aynı zamanda aynı tekâmül safhalarından geçerler. Faraza edebiyatta hakikatpe restlik mesleki hükümferma olduğu bir devirde hukuk nazariye]erinde de aynı temayüller görülür. Bu tevafuk ve münasebeti teyit eden misaller cümlesinden olmak üzere, Fransada 1850, 1885 seneleri arasında geçen müddet gösterilebilir. Bu otuz beş senelik zaman zarfında Fransız edebiyatında realizm, naturalizm isimlerde yâdedilen meslekler, güzeli hakikate, san’ati ilme münkat bulundurmağa çalışıyorlardı. Romanlardan şahsiyet kalkarak bunlar bir vesikalar mecmuası haline geliyor; tiyatroîrdaki vaz’î ve itibarî birtakım kaideler mehcur kalarak bir eser sahneye konulacağı zaman mümkün olduğu kadar kakikate yaklaşılıyor; tarih muşikâf tetkikler içinde tebahhura dalıyor; tenkit mümkün olduğu derecede tahlilî, İlmî olmağa çalışarak imkân mertebesinde bitaraflığı muhafaza ediyor; şiir bile ilimden, hergünkü hayattan mülhem oluyordu.

İşte bu zaman zarfında hukuk işlerinde hüküm süren nazariyelere bakılacak olursa orada da ideale hiç ehemmiyet verilmeyip bunun istihfaf ve istihkar edildiği anlaşılır. Vakıa hu esnada başka hukuk nail] Fransızcadan.

zariyelcri de mevcut idi. Zaten her vakit, her yerde fikirler muhteliftir. Bir kısım halk maziye merbut kaldıkları halde bir kısmı âtiye doğru koşarlar. Fakat her zaman bu yekdığerile çarpışan şahsî fikirler neticesinde bir cereyan peyda olur ki aksi cereyanlara, anaforlara rağmen, mütefekkirlerin büyük kısmını ve tefekkür zahmetinden vareste kalarak başkalarının tefekkürleri neticelerini hazırca kabul edenleri muayyen bir istikamete doğru sürükler. İşte Fransada 1850 1885 seneleri arasında hukuk nazariyelerinin cereyanı da efkârı ideali istihfafa sevkediyordu. Beynelmilel, «kuvvet hakkı» esasına riayet ediliyordu. Hayat mücadelesi nazariyesini bu suretle sui tefsir edenlere karşı Voltaire’in evvelden cevap vermiş olduğu söylenerek «Felsefî lügat» te «Harp» bahsinde yazdığı şu satırlar tekrar edildi:

«Bütün hayvanlar daimî bir harp hali içindedirler. Her cins hayvan diğer cinsi mahvetmek için doğmuştur. Hattâ koyunlar, güvercinler bile birçok küçük hayvanları itlâf ederler. Aynı bir nev’in erkekleri, dişiler için, erkek insanlar gibi, aralarında kavgalarda bulunurlar. Hava, toprak, sular birer muharebe meydanıdır. Allah, insanları akıl ile mümtaz kılmış olduğu için bu akıl onları hayvanları taklitten müctenip bulundurmalıdır. Bahusus tabiat insanlara hemcinslerini telef edecek bir silâh vermediği gibi kan içmekten zevk alacak bir sevkitabiî de vermemiştir.»

Beşeriyetin hattı hareketini kurtların, yabani, vahşi hayvanların hattı hareketine benzetmeğe çalışanlara karsı itiraz eden bu ideal meftunları ne istihzalara uğramadılar! Onlara hayalperest diyerek eğlendiler.

Hattâ, Avrupada değil yalnız hükümetler arasında, bir memleketin efradı beyninde de hak ve adalet endişesi tarihî vak’aya karşı riayet ve sükût etmek vü cubuna feda edildi. Bir heyeti içtimaiye bir uzviyete teşbih ediliyordu. Bu uzviyet büyük bir ağaç gibi kendi kendiliğinden neşvünema bulur deniliyordu. Binaenaleyh ıslahat icrası fikrile bu neşvünemaya müdahale etmek tabiî tekâmülü ihlâl eyliyeceği cihetle faydasız, hattâ zararlı addolunduğundan beşerî münasebetlerde calî bir hakkaniyet aramaktan, umumî meselelerde birtakım ulvî ve mücerret kaidelere hareketlerimizi uydurmağa çalışmaktansa milletin menfaatlerini günü gününe yoluna koymak kâfi zannedilirdi.

Hippolyte Taine bir kavmin iktisap edebileceği İçtimaî şekil kendisinin itibar ve arzusu fevkinde olduğunu, o kavmin tabiati ile mazisi neyi icap ederse behemehal o şekle gireceğini iddia ederdi. Kısmen In gilteıeden, kısmen Almanyadan istiare edilen bu realist telâkki tarzı neticesi olarak, insanlar hakikaten gayrimüsavi iken bunlar arasına müsavat esasını vazetmek istiyen Jean  Jacques Rousseau ile az mı istihza edildi?

Tabiî hukuk, tarihin izah ve teşrihinde bu suretle istihfaf edildiği gibi, bir heyeti içtimaiyeyi şimdiki

halde ıslah için sarfedilmek istenilen mesai de takbih ediliyordu. Renan muhtelif ırklar, aynı ırka mensup muhtelif sınıflar, insanlar arasında müsavatsızlığı idame etmek akilâne bir hareket olduğunu söyliyerek şu sözleri tereddütsüzce yazıyordu: «bütün bir sınıf halk diğerlerinin şan ve şerefi, kuvvet ve iktidarı ile yaşamalıdır.»

Sefalet her vakit mevcut bulunmuş olduğu için, hastalık ve ölüm gibi ebedî bir hal diye telâkki edilirdi. Binaenaleyh, Avrupa heyeti içtimaiyesinin o va kitki halleri karşısında temenniye şayan bir ideal tasavvur etmek bir çılgınlık idi. En ciddî kitaplarda yer bulan bu nazariyeler filiyat sahasında da tesirini gösteriyordu.

İşte böyle edebiyat ile hukuk yalnız aynı tesirat altında aynı rengi iktisap etmekle kalmaz, birbirleri üzerinde de mütekabil tesirlerde bulunur. Bazan hukuk edebiyata mevzu hazırlar. Edebiyat da buna mukabil bazı kanun maddelerini tadile çalışır.

Son zamanlarda idam cezası hakkında yazılan şeyler kadar bu tesirleri gösterecek güzel bir misal yoktur. Joseplı de Maistre idam cezasını bir heyeti içtimaiye için elzem addeder.

Bundan sonra, idam cezasının vücubu veya ademi vücubu edipler arasında bitip tükenmek bilmez şiddetli mnbahaselere meydan açar. Mücrimin vücudunu izale müfit ve meşru olup olmadığı tetkike muhtaç görülerek merhamet ve adalet daha vâsi surette telâkki

edilecek olursa idam cezasından vazgeçileceği ve dar ağaemdan dökülen kan damlalarının birer garaz ve gadir tohumu olacağı iddia edilir. Bunun üzerine, romanlarda, tiyatrolarda vahşi zamanlardan kalma bir âdet olan bu idam cezası aleyhinde türlü hücumlar görülür.

Victor Hugo «Bir mahkûmun son günü» namındaki eserinde ismi, hali, hattâ cinayeti bile meçhul bir mahkûm için okuyucuların kalbinde rikkat ve merhamet peyda etmek gibi bir muvaffakiyete nail olmuştur. Bu mahkûm zîhayat insanlar arasından çıkarılmış olması, yalnız giyotin ile idam edilmekle değil, kesi linceye kadar süren o bati ihtizara mahkûm edilmiş bulunması itibarile merhametimize şayandır. Victor Hugo ölünceye kadar bütün şiirlerinde, mektuplarında her vakit bu fikri müdafaada sebat etmiştir. Victor Hugo idam cezası aleyhindeki itirazlarında yalnız kalmamıştır. Birçok muharrirler kendisinin tarafını iltizam ederlerdi. Aleyhinde bulunanlar da eksik değildi. İşte bu suretle yalnız idam cezası etrafında birçok edebî eserler tezehhür etti.

Ceza kanunu gibi askerî kanun da muharrirlerin karihalarını tahrik etmekten hâli kalmamıştır. Fran sada gayet ehemmiyetsiz bir şey için bir neferi kurşuna dizerler. Evvelki asır nihayetinde Mercier’den baş lıyarak Alfred de Vigny’ye varıncaya kadar birçok muharrirler Avrupa askerî kanunlarının bazı maddeleri hakkında dikkati celbettikleri gibi zamanımızda

Abel Hermant, Lucien Descave, Jean Graues, Jean Ajalbert gibi edipler de askerî inzibat namı altında Avrupa ordularında reva görülen zulümlerden şikâyet etmişlerdir.

Kanunu medenî ile de edebiyatın oldukça mühim alışverişi vardır. İşte on dokuzuncu asırda talâk meselesi. Fransada talâk meselesi vazn kanun tarafından müteakiben birbirine zıt suretlerle halledildiğinden edebiyat ta bn kanunî tadillere göre teessüryah olmuştur.

izdivaç rabıtasını kırmak imkânı bulunmazsa zevç ile zevce arasında imtizaçsızlık görüldüğü zaman vücuda gelen hal de içinden çıkılmaz, hüzün artırıcı, feci bir şey olur. Kezalik aynı hâdise birçok hanımlarda birtakım güldürücü vak’alara da meydan açabilir. Fransız komedyalarında bedbaht kocalar, açık zevceler hakkında türlü türlü lâtif eler vardır. Dramlarda, romanlarda ise kadının izdivaçta sadakatten ayrılması, aile hayatına, âşık suretinde bir üçüncü şahsın girmesi üzerine tahaddüs eden feci vak’alar tafsil ve izah edilmiştir.

Prinsesse de Cleves romanında koca kederinden ölerek karısı ile âşıkını hayatında birbirlerinden ayırdığı gibi öldükten sonra da ölümile onları ayırır. Nouvelle heloîse'âe kadın âşıkmın kolları arasına düşmek üzere iken vefat ederek kurtulur. Georges Sand’ın Jacqu.es romanında koca dünyada pek fazla olduğunu hissederek sessizce bir intihar ile ortadan 

kalkar. Bunlara birtakım düellolar, cinayetler, âşıka sını hançerliyerek namusunu kurtaran âşıklar, zevcesi ile âşıkını öldüren kocalar, kocasını zehirliyerek kurtulan kadınlar da ilâve olunacak olursa boşanma olmamak yüzünden nekadar gözyaşları, nekadar kanlar döküldüğü anlaşılır.

Dikkate şayandır ki ahlâk ve âdat daima kanunlardan ileride yürür. Ve ekseriya, edebiyat ta ahlâk ve âdattan ileride gider, izdivaç Fransada bozulması imkânsız bir rabıta olduğu sıralarda tiyatro muharrirlerinden, romancılardan birçoğu birbirlerile imtizaç edemedikleri halde talâk olmamak hasebile birbirine ilelebet bağlı kalan biçarelere acırlar, onları tuğyana sevkedeılerdi. Zina bu ediplerin kalemleri altında şairane bir şey, takbih edilmiyecek bir hal oldu. Çünkü bazı hallerde adetâ mazur oluyordu. Göze alman tehlikelerden dolayı buna bir azamet geliyor, behemehal bir felâkete saik olduğu için kalbleri rikkate getiriyordu. Hasılı, o vakitler izdivaç buhranının tevlit ettiği eserlerin birçoğu talâk lehinde ya doğrudan doğruya, ya bilvasıta bir müdafaanameden ibarettir.

Fakat bir gün geldi ki 1789 idaresile Fransada talâk teessüs etti. Birinci Napoleon tarafından bizzat tatbik olundu. Restauration devril e kaldırıldı ve nihayet gene tatbik olunmağa başladı. Kanunu medenîde vukua gelen bu tebeddül ediplerin ittihaz ettikleri lisan ve meslekte de birtakım tebeddüllere meydan açtı. Karı ile kocadan herbirinin izdivaca tahammül etmez bir hale geldiği zaman nikâh akdini bozmakta muhtar olmaları lüzumunda en çok ısrar etmiş ediblerden biri olan Alexandre Dumas fils şu satırları yazıyordu:

«Meclisler talâkı kabul edecek olursa tiyatromuz birdenbire ve tamamile değişi verecektir, Moliere’in aldanmış kocalan, dramlarımızın bedbaht zevceleri temaşa sahnesinden kalkacaktır. Çünkü bu eserler nikâhın feshi imkânsız olması esası üzerine iptina ederler. Binaenaleyh talâk kanunu ile edebiyatta yeni bir meslek vücut bulacak ve bu da kanunun iyi neticelerinden birini teşkil edecektir. Artık bize zinayı dikkat ve ehemmiyeti celbeder bir hal olmak üzere gösteriyorlar diye tânolunamıyacak. Çünkü talâk varken zinaya müracaat etmek ahlâksızlıktır. O halde bu mevzu dramlara değil, komedyalara ait olacaktır».

Alexandre Dumas fils’in bu sözleri hakikat kes bettiği zaman, birtakım muharrirler de Fransanın yeni talâk kanunundaki bazı garabetlerden, mantıksızlıklardan müteessir oldular. Faraza Fransa kanunu mucibince zani ile zaniye birbirlerile evlenemezler. Zevç ile zevce nzalarile nikâhı feshe muktedir olamazlar. işte bir kısım muharrirler de talâk kanununun bu gibi noksanlarını, garabetlerini mevzu ittihaz ederek fikirleri daha makul, daha serbest bir neticeye isal edecek yolda eserler yazmıştır. Bu meyanda Paul Hervieux’nün «Kıskaç» ı, Madame Maria Cheliga’mn «Görenek» tiyatrolarını zikredelim.

İşte kanunu medenîye ait tek bir nokta etrafında birçok edebî eserler tezehhür etmiş olduğu görülüyor. Diğer maddelerin de tevlit ettiği eserler sayılacak olursa yekûn pek yüksek bir miktara çıkar. Alexandre Dumas fils gibi bazı muharrirler yalnız muasırların ahlâk ve âdatmı değil, kanunları bile tadil ve tashih etmeği kendilerine bir vazife bilmişlerdi. Kadınların, gayrimeşru çocukların hali, mirasa, temellük hakkına ait esaslar romanlarda, tiyatrolarda münakaşaya defalarla konmuştur. San’at için san’at taraftarı olanlar güzelliğin faydaya, amelî bir netice fikrine tâbi bulundurulmasını takbih eylerler. Maamafilı gene birtakım muharrirler heyeti içtimaiyeye ait olan meselelerde fikirlerine, mizaçlarına göre mütalea beyan etmekten hâli kalmıyarak bu suretle edebiyat tarihi ile hukuk tarihi arasında sıkı münasebetler vücuda getiriyorlar.

Hüseyin Cahit 3 Teşrinievvel 1317

İşte bu makaleyi Saray büyük bir cürüm saydı. Servetifünunun kapanması Ahmet İhsan Beyi tabiî, büyük bir dehşet içinde bıraktı. Bu felâkete ben sebep oldum diye bana karşı ufak bir serzenişte bile bulunmadı, halinde bir can sıkıntısı eseri bile göstermedi. Bu nezaketin verdiği memnuniyeti hâlâ hissediyorum.

Mesele adliyeye havale edilmiş olduğu için, bizi tevkif etmediler. Müstantiklikten bir celp müzekkeresi aldım. Tayin edilen günde Adliyeye gittim. En alt katında, küçük, dar, harap bir oda. Genç bir zat: Müstafilik Ali Rıza Bey.

Sordu: Bu makaleyi ben mi yazdım? Niçin yazdım? Anlattım ki ben yazdım. Fransızcadan tercüme ettim. Hiçbir siyasî tahrik yapmak kasdım yoktu. Makale sansüre gönderilmiştir. Sansör tarafından çizilen yerler çıkarıldıktan sonra basılmıştır, binaenaleyh benim ve gazetenin hiçbir mes’uliyetimiz bulunmamak lâzım gel ir.

Makalenin fransızca aslım istedi ve beni, gayet nezaketle, serbest bıraktı. Kitabı götürüp teslim ettikten sonra, merak ile bekliyordum. Ahmet Ihsan Beyi de, sansör Velet Çelebi Efendiyi de istintak etmişlerdi.

Bir gün, Ahmet İhsan Bey, büyük bir sevinçle «men’i muhakeme» kararı aldığımızı tebşir etti. Müs tantik Ali Rıza Bey, Abdülhamidin o şiddetli iradesine rağmen, bizi tevkif ettirmek, mahkemeye sevkeyle mek şöyle dursun, muhakememizi icap edecek bir sebep bulunmadığını söylemek derecesinde bir cesaret göstermişti ve Adliye nazırı Abdurrahman paşa da bunu kabul etmiş, Saraya bildirmişti. Saraydan ikinci bir tezkere daha. Saray bizlerin cezasız kalmamızı hazmedemiyor, hakikaten kabahatsiz olup olmadığımızı soruyordu. Namuslu ve mert Adliye nazırı bu ikinci tezkereyi resmî muameleye bile koymadı. İkinci bir cevap ile işi kestirdi, attı. Biz de takibattan kurtulduk. Hakkımızda artık İdarî bir ceza da yapmadılar. 7 Teşrinievvelde kapanan Servetifünun 22 Teşrinisanide tekrar çıkmağa başladı.

Şu küçük vak’a Türk adliyesinin tarihine şeref veren hâdiselerden biridir. Zalim ve müstebit bir padişahın okadar şiddetli bir iradesi namuslu Adliye nazırının, cesur ve namuslu bir müstantiğin şahıslarında tecelli ve teşahhus eden hak ve adalet karşısında parçalanıyor, hükümsüz kalıyordu. Müstantik, başına bir belâ getirmemek için, beraet kararını mahkeme versin diye, bizi rastgele tevkif eder ve mahkemeye yollıya bilirdi. Bunu yapmadı. Bir dalkavuk Adliye nazırı Sarayın hoşuna gitmek için, bizim külümüzü havaya savurmaya kalkar, mahkûm edilmemiz için hâkimlere emir verirdi. Yapmadı. Abdülhamit devri için bu çok büyük bir fazilettir. Türk adliyesi en kara günlerde bile böyle faziletli adamlar yetiştirdi. Bunun ne büyük bir hareket olduğunu ben pekâlâ takdir ettiğim için, bu hatıra karşısında hürmetle iğilmeyi bir vazife biliyorum.

Servetifünun ölüyor

Servetifünun bu darbeden kurtulmuştu amma, manen ölmüştü. Çünkü artık Saray, edebiyatı kat’iy yen yasak etmişti. 0 tarihten sonra çıkan Servetifü nunda ne bir şiir vardır, ne bir hikâye. Gazeteyi doldurmak için müteaddit müstear isimlerle fennî musahabeler yazdım, arıcılıktan bahsettim, yemeklerin kalorilerinden bahsettim, her şeyden, fakat kat’iyyen suya sabuna dokunmıyacak şeylerden.

Kudüs tahrirat müdürlüğü ile Istanbuldan uzaklaştırılmış olan Mahmut Sadık Beyin avdeti benim Servetifünundan uzaklaşmama sebep oldu. Çünkü Mahmut Sadık Bey Ahmet Ihsan Beyin çok eski arkadaşı ve dostu idi. Hem onu korumak arzusu, hem Servetifünun münderecatına daha fazla bir tenevvü verebilmek ümidi bizim patronu günün birinde bana yol vermeğe sevketmişti. Galiba bunda ayda yüz kuruş kadar bir tasarruf ta temin ediyordu.

Servetifünun edebiyatı bittikten sonra, ben edebiyata ait hiçbir eser yazmadım. Görüyorum ki öteki dostlar da yazmamışlar. İleride bastmnak üzere yazıp saklamak demek ki kabil olmuyor. O cereyan devam etseydi, şüphesiz, düşündüğüm ve istediğim birkaç romanı yazmış olacaktım. Bunların yazılmaması bir eksiklik değil, fakat Servetifünun edebiyatı meşrutiyete kadar devam etseydi elbette tekâmül safhalarından geçer ve arada kırık halkalar kalmazdı.

Maamafih, bütün bütün de boş durmadım. Servetifünun çıkarken lisan bahislerine merak etmiş, ve daha ziyade, lisanın menşeleri ile çok uğraşmıştım. Hattâ lisanın menşelerine dair birçok eserlerden alarak koca bir cilt kitap bile yazdım, duruyor. Bunun methalinden bir iki bahis Servetifünunda çıkmıştı. Sonra, bütün beşerî ve İçtimaî müesseselerde «menşe» meselelerinin hiçbir zaman İlmî surette halli kabil ol mıyacağını okuya okuya öğrendiğim için, bu yazıları ihmal ettim. Fakat türkçenin bir gramerini vücuda getirmek ve türkçeyi arap ve acem lisanlarının tesirinden kurtarmak fikri zihnime saplandı.

Siyasiyattaki kapitülâsyonlar lisanımızda da vardı. Türk Devleti siyasî istiklâline malik olmadığı gibi Türk dili de millî istiklâlinden mahrum bulunuyordu. Çünkü Türkçenin içinde ecnebi lisanların kanunları hüküm sürüyordu. Türkçemiz ismini bile kaybetmişti. Mekteplerde bize «Kavaidi Osmaniye» okutuyorlardı. Ortada «türkçe» yoktu, «osmanlıca» vardı ve buna «arapça, acemce ve türkçeden mürekkep» bir lisan diyorlardı. İşte bu cereyana karşı içimde kuvvetli bir aksülâmel uyanmıştı. Müstakil bir türkçenin varlığını meydana koymak ve türkçe tahsil etmek için ayrıca arap ve acem lisanlarını öğrenmek mecburiye

tine nihayet çekmek icap ediyordu.

Bunun için, iptida bir gramer yazmağa karar verdim. Mekteplerde okutulan Cevdet Paşanın «kavaidi Osmaniye» si arapçanm tesiri altında idi. Türkçede kaç nevi kelime bulunduğu, Türk kelimelerine bakılarak, araştırılarak tayin ve tesbit edilmemişti. Arapça sarfından alınmıştı. «Bu» kelimesi Türk çocukları için «ismi işaret» idi. «Bir» kelimesi yalnız «ismi adet» idi. iptida yazdığım gramerin ismini «Türkçe Sarf ve Nahiv» diye kararlaştırdım. Başına Hovelacque’m eserinden alarak lisanlar hakkında kısa umumî malûmat ilâve ettim ve türkçenin arap ve acem kelimeleri ve kaideleri almakla muhtelit bir lisan olamıyacağım, lisanımızın ancak «türkçe» olduğunu tasrih ettim. Sonra, bir Avrupa grameri metodu ile bizim türkçe grameri yazdım. Türkçede kaç nevi kelime olduğunu bizim lisanın bünyesinden çıkararak tesbit ettim. Benden sonra bu tasnif değiştirilemedi. Bugün hâlâ her gramerde aynı tasnif devam ediyor. Fakat, bittabi, benim ismim anılmamak şartile!

Gramerimin birinci senesinde hiç yabancı kaidelerden bahsedilmemişti. Çocuklar ilk senede tamamen Türk kaidelerile karşılaşıyorlardı, ikinci senede, lisanımıza sokulmuş olan ecnebi kaidelerini Öğrenmeğe başlıyorlar, üçüncü senede bu kaideleri tamamlıyorlardı. Arabî ve farisî terkiplerden mümkün olduğu kadar içtinap edilmesini gramerde sarih surette tavsiye ediyordum. İmparatorluk ve hilâfet devrinde, mekteplerde okutulacak bir kitapta daha fazlasını söyliye mezdim.

Fakat bununla türkçe tahsili arap ve acem dillerini öğrenmek mecburiyetinden kurtarılmış olmuyordu. Bilhassa arap kelimeleri için iştikak meselesinin arzettiği zorluğa galebe çalmak iktiza ederdi. Bir aileye mensup kelimelerin şekillerine göre değişen manalarını anlıyabilmek için arap tasriflerini ve bunlara merbut bir sürü kaideyi ne yapacaktık? Bir kökten çıkmış muhtelif arap kelimelerini ayrı ayrı kelimeler halinde çocuklara belletmekten başka çare yoktu. Bu çareyi kabul etmezsek gene ismi tafdilleri, ismi mef’ul leri, ismi aletleri, ilâh, kaidelerde öğretmek mecburiyetinde kalacaktık.

Her kelimeyi ayrı bir lügat gibi çocuklara ezberletmek, iştikaktan, aradaki münasebetlerden bahsetmemek çok uzun ve yorucu bir yol olurdu. Bu yolu kısaltmak ve çocukları muhtelif kelimeler arasındaki münasebetleri anlamağa, öğrenmeğe sevketınek herhalde zarurî idi. Fakat, nasıl?

Bunun için amelî bir çare düşündüm. Çocuklara bir kelimenin mensup olduğu aileyi bulmak ve o aileye giren kelimeleri bir cümlede kullanmak üzere temrinler yaptım. Bu temrinler ikinci sene gramerden itibaren çocuklar için mecburî oluyordu. Çocuklar bu temrinleri yapa yapa kelime ailelerine, şekillere göre mana değişmelerine alışacaklardı ve bunu hususî surette arap kaidelerini tahsil etmeden yapabileceklerdi.

Bu noktada yeni bir zorluk ile karşılaştım. Talebe bir kelimenin mensup olduğu aileyi nereden bulacak? Bunu temin için bir iştikak lügati yapmağa karar verdim. Arapça kelimelerin iptida kökünü say ifanın başına yazacaktım. Sonra o kökten çıkan bütün kelimeleri aynı sayıfada toplıyacaktım ve bu kelimelerin manalarını yazdıktan sonra muhtelif Türk muharrirlerinden alınmış misallerle nasıl kullanıldıklarını da gösterecektim.

Bu karardan sonra, arapça kamusu ele aldım, baştan nihayete kadar kamusu sanki elekten geçirdim. Türkçede kullandığımız nekadar arapça cezir varsa bunları ayrı ayrı fişlere yazdım. Sonra herbirine o kökten arapların çıkarmış oldukları kelimeleri ilâve ettim.

Artık sıra Türk lügatlerini karıştırmağa gelmişti. Çünkü biz arapçadan aldığımız kelimeleri hep olduğu gibi, olduğu manalarla kabul etmemişizdir. Bunlar üzerinde büyük bir tasarruf göstermişizdir. Bir kere, araplarda olmıyan kelimeler yapmışız ve onları arap kelimesi addetmişiz. Meselâ, «karz» cezrinden, arap iştikak kaidelerine göre, bir istikraz mastarı uydurmuşuz. Arap bu kelimeyi bilmez. O bu manada iktiraz der. Fakat bizim için istikraz vardır, iktiraz yoktur. Bundan başka, bazı arap kelimelerine arapların bilmedikleri manalar vermişizdir, iste bunları bulmak için Türk lügatlerini baştan aşağıya kadar gözden ge girdim. Kamusta bulunmayan kendi ilâvelerimizi ve icatlarımızı fişlere kaydettim. Sonra bunlara meşhur muharrirlerimizin eserlerinden misal aramak icap ediyordu ki Türk çocukları o ecnebi kelimelerin türkçe de nerelerde ve ne manalarla kullanıldıklarını görsünler.

İşte bir yerde herhangi bir arap kelimesine tesadüf eden çocuk bu lügati açınca o kelimenin bütün müştaklarını, soyuna sopunu hep bir arada bulacak, gramerdeki temrinleri yapa yapa bunları, arapça okumağa hacet kalmadan, belliyecekti. Bu lügat kitabını, maatteessüf bastıramadım. Senelerce döktüğüm göz nuru boşa gitti.

Yazdığım sarf ve nahiv intişar ettiği gün meşrutiyet te ilân edilmiş bulunuyordu. Artık benim gramer ile uğraşacak vaktim kalmamıştı. Onun için, maatteessüf, yazdığım kitabı çocuklara kendim okutarak eksik ve yanlış taraflarını tecrübemle anhyamadım ve sonra düzeltemedim.

Son satırlar,.

Ben artık kavuştuğumuz hürriyetin verdiği bir sarhoşluk içinde, tekrar yevmî gazeteciliğe dönmüştüm. İlk günü kendiliğimden İkdama koştum. Abdullah Zühtü ile beraber, kendiliğimizden İkdam muharriri olduk. Cevdet Bey ikimizin yazılarını ekledi, bir başmakale çıkardı.

İkdam makaleleri imzasız olarak çıkıyordu. Bu iptida Babanzade Hakkının dikkatine çarptı. Kendisi evvelce' ikdamda çalıştığı için mütalealarında hususî bir kıymet bulunmak tabiî idi. Hakkı: imzamız bizim için manevî bir sermayedir, diyordu. Biz imzasız yazı yazdıkça kendimize sahip olamayız. Her şey gazetenin olur. Biz de her zaman sokağa atılabilecek bir amele mevkünde kalırız!

Hakkının düşüncesini doğru buldum. İkdama yazdığım makalelere imzamın konulmasını istedim. Cevdet Bey bunu prensip itibarile kabul etmiyordu. Meşrutiyetin ilânı üzerine yevmi ve siyasî olarak çıkmağa başlıyan Servetifünunda Ahmet İhsan Bey eski yazı rabıtasını tazelemek istedi. Meşrutiyetin ikinci, üçüncü günü ben de tekrar Servetifünuna geçtim. 0 kadar senedir Abdülhamit idaresine karşı içimde birikmiş olan hırs ve ateşi orada imzam altında serbestçe saçmağa başladım.

Bir iki gün sonra, Hüseyin Kâzım beni buldu. Fikret ile beraber üçümüz, bir gazete çıkarmağı teklif etti. Fikret gazetenin ismini bile koymuştu: Tanin.

Fikret ile dargındık. Fakat meşrutiyetin vehürriyetin kalblere verdiği sevinç, ruhlara açtığı genişlikT hislere getirdiği yükseklik böyle miskin düşünceleri silip götürmüştü. Fikretin de aynı histe olduğunu Kâzımın sözlerinden anlayınca, nasıl olup ta senelerce birbirimize dargın kalabilmiş olduğumuza şaştım ve utandım.

Bir haftaya kalmadan, Tanin teessüs etmişti. Ne matbaamız vardı, ne idarehanemiz. Sadece kalemlerimiz vardı ve taşan kalblerimiz. Üzerimize bir iş gömleği geçirdik, kollarımızı sıvadık. Vesait yoksuzluğu içinde didine çırpma, Tanini çıkarmağa başladık.

Fikret ile Kâzım galiba meşrutiyetten evvel İttihat ve Terakki Cemiyetine girmişlerdi. Kâzım, cemiyetin gazetesi' çıkıncaya kadar, tebliğlerini Tanin ile yapacağını söyledi. İçimde parlıyan hürriyet aşkı o kadar coşkundu ki, İttihat ve Terakki ile olsa bile bir rabıtadan hoşlanmıyordum. Kimsenin gazetesi olmı yaeağız, kendi kendimizin gazetesi kalacağız! diye itiraz ettim. Zaten Kâzımın teklifi de Tanini cemiyetin organı yapmak değildi. Onun için, Tanin tam bir istiklâl dairesinde, sırf bizim, daha doğrusu benim düşüncelerimi in’ikâs ettiriyordu. Ne Kâzım, ne Fikret gazetenin münderecatı ile meşgul olmuyorlardı.

Fikret büyük bir şevk ve intizam ile hergün geliyor, yazdığımız yazıları, bir nevi tahrir heyeti kâtibi gibi, gözden geçirerek, eski iptilâsı dairesinde, yalnız imlâların ittıradını temin için beyhude yere uğraşıyordu.

Bir gün Tanine Müştak uğradı. Eski rejime hücumlarımıza iştirak edecek surette bir küçük fıkra yazdı. Sonra sık sık gelmeğe başladı. Üzerindeki ma beyn kâtipliği sıfatı o galeyan zamanında pek nahoş bir kalıp idi. Gazetecilik havası ona daha hayat verici bir unsur tesirini yapıyordu. Kalıbı değiştirdi ve Tanın yazı ailesine karıştı.

Uç dört ay sonra, bir gün, Fikret Tanine gelmedi. Merak ettim. Kâzıma sordum. Birşey bilmiyordu. Fik reti gördüm.

—        Bana gazetede lüzum yok, diyordu. Filhakika gazete çıkarmayı düşünen, Taninde sabahtan akşama kadar başkalarının yâzılarile uğraşan Fikret kendisi ilk gündenberi bir satır yazı bile yazmamıştı. Fikretin çarçabuk bir şeyden müteessir olabileceğini bildiğim için, Kâzıma defalarla sordum, acaba ona mı kırıldı diye şüphe ediyordum. Fakat Kâzım birşey bilmediğini tekrar ediyor ve o da benim kadar müteessir oluyordu.

Sonraları, arada sırada, düşündüm: acaba Fikret Cemiyete mi darılmıştı? Her halde işin hikmetini anlamak bence kabil olmadı.

Tanin devam ediyordu. Bir gün sıkılgan ve sessiz bir genç, mütereddit, odamdan içeri girdi. Derhal tanıdım: Muhittin. Zeyrek Rüştiyesinde ilmi eşya hocalığı ettiğim zaman küçücük talebeler imdendi. Sonra kendisini Vefa İdadisinde talebe iken bulmuştum. Şimdi tahsilini bitirmiş, yazıya heves etmiş, bir de makale cızıktırmış, onu getiriyordu. Makalesi Tanine girdi, kendisi de daimî Tanin muharrirleri arasına.

Tannı ilk zamanlarda beni pek çok yoruyordu. Başmuharrirlikten tahrir heyeti kâtipliğine, hattâ bazan muhbirliğe varıncaya kadar her işe kendim bakıyordum. Muhittinin Tanine girmesi ve kısa bir çıraklık devresinden sonra iyice yetişmesi tahrir heyeti müdürlüğünü ona bırakmama imkân hâsıl etti. Bende gazetenin en yorucu ve vakit alıcı derdinden kurtuldum.

Bir gün, Bay Halit Ziya ile konuşu yorduk.. Yeni edebiyat cereyanlarından bahsediyor ve yeni yazılan takip edip etmediğimi soruyordu. Bütün iştiyakıma  rağmen, buna maddeten imkân bulamadığımı eseflerle kendisine söyledim.

—       Falih Rıfkı diye bir imza göreceksin, dedi.

Gözüne ilişirse, tavsiye ederim, oku.

Filhakika, Falih Rıfkı imzası bir aralık gözüme ilişti. Yazısını okur okumaz Muhittine tenbih edi yordum:

—       Falih Rıfkı isminde bir genç var, onu bul. ve Tanine al!

İşte Tanin tahrir ailesi bu suretel genç, sevimli ve çok kabiliyetli bir arkadaş kazanıyordu.

Aka Gündüz imzasına, kimsenin ikazına hacet kalmadı, ben kendim dikkat ettim. Muhittine bir tenbih daha:

—       Tercümanda Aka Gündüz diye bir imza görüyorum. Bunun müstear bir isim olduğu belli. Fakat o genç kimse onu bul ve Tanine al!

Tanin için bir kazanç daha.

Aynı suretle, Fazıl Ahmet ve Asım da Tanin ailesini kuvvetlendirdiler ve kabiliyetlerinin tenevvüile gazetenin manevî mevküni yükselttiler. Fazıl Ahmet belki başka yerde okumağa bile cesaret edemediği manzum kicviyelerini Taninde rahatça basıyor, Asım iğnelerini batırmak için nesri tercih ediyordu. Edebiyat hülyalarımı avutmak için, biraz ortalık sükûnet bulsun ben de yazarım! gibi kuru bir teselli ile kendimi aldatırken yetişen genç neslin bazı feyizli, istikballi kalemlerinin kendi yanımda inkişaf ettiklerini görmek benim için bir teselli idi.

Fikret, Mektebi Sultanî müdürlüğünde o kadar sevdiği gençlik üzerinde daha yakından müessir ve müfit olmağa başladı. Fakat serbest hülyalara alışan, alıngan ve pek çabuk teessür duyan tab’ı ile resmî bir idare icapları, usuller, kaideler nasıl itilâf kabul ederdi? Fikretin yüksek şahsiyeti ve müstesna mevkü nazının çekilmesini icap ediyordu. Fakat, nihayet resmî muamelelerden dolayı, maarif nazın Emrullah efendi ile aralarında bir ihtilâf çıktı. Tanin bittabi böyle bir meseleye lâkayit kalamazdı ve Tanin için haklı taraf Fikretten baskası olamazdı! Fakat Fikret Taninin le hindeki mütalea ve müdafaalarını biraz gevşek bulmuş, dediler. İlmine ve fazlına pek hürmet ettiğim Em rullah efendiyi kıracak kadar bu işte ileri gittiğimiz halde Fikretin gene memnun olmaması beni müteessir etmedi değil. Fakat bunu o dakikanın intihalarındaki şiddete hamlederek, hoş gördüm.

Aradan biraz vakit geçti. Bir gün Fikretten zehir zemberek bir mektup geldi! Bu, Tanin gazetesinin bir nüshasının kenarına yazılmıştı. Maliye memurları vergi tahsili için Rumeli hisarında bir evin eşyasını haciz etmişlerdi. Gazete, havadisler arasında bundan bahsediyordu. îşte Fikret bu vak’a münasebetile bütün rejim aleyhinde o keskin hücumlarını döküyor ve en büyük iğnelerini Tanine batırıyordu. Maliye memurlarının insafsızlığından, biçare halka zulüm etmelerinden tutturarak Tanine ve bana karşı Fikretin bu kadar acı bir hücuma kalkması bende itidalimi kaybedecek kadar bir tesir yaptı. Hemen aynı şiddetle bir cevap yazıp yolladım. Sonra Fikret daha acı ve daha insafsız bir mektupla mukabele etti. Fakat ilk dakikanın ateşi geçince, ben soğuk kanlılığımı bulmuştum. Bu lisan ile bu tarzda bir münakaşayı ne Fikrete yakıştırdım, ne kendime. Tekrar cevap vermedim.

Fikret ile bu ikinci dargınlık hastalığının son zamanlarına kadar sürdü. Hattâ hastalığının şeklinden ve velıametinden malûmatım yoktu. Bir gün, kendisinin mektep arkadaşı Sait Paşa damadı Nuri Beyle bana haber yolladı, görüşmek istiyormuş. Nuri Bey Fikretin hastalığındaki tehlikeden bahsedince her şeyi unuttum. Nuri Beyle birlikte Aşiyan a koştum. 0 gün gördüğüm zavallı Fikret bozulmuş çehresi, çekilmiş yüz çizgilerile hâlâ gözümün önünde. Senelerin hattâ asırların hiçbir şey yapamıyacağı zannolunan o arslan gibi vücut erimişti. Yalnız gözlerinin parlaklığı ve gülüşü kalmıştı. Fakat bu gülüş ebediyen sönme dakikasının yaklaştığı o günlerde nekadar acı idi...

Balkan muharebesinden sonra, dört beş senelik çok fazla ve heyecanlı bir yaşayışın yorgunlugile ve hayal sukutlarile bezgin bir halde, Tanin i bıraktığım, zaman, benim için, uzun bir atalet devresi başladı ve bu devre ta Maltaya kadar sürdü. Maltada, kendi kendime, okuduğumu, anb.ya.cak kadar İtalyanca öğrenmiştim. Italyada bir kitapçıya mektup yazarak birkaç roman istemiştim. Gelen eserlerin bir tanesi Annie Vivanti’nin / Divoratori ismindeki romanı idi. Bunu o kurkeıl duyduğum zevk her say ifada artıyordu. Büyük bir meftuniyetle kitabı, hayran hayran, bitirdim. Çok tanberi mahrum olduğum, uzak kaldığını edebiyata karşı bu eser bende adetâ bir daüssıla yarattı, İstan bula dönüşte tekrar Tanini çıkarırsam bunu tercüme etmeğe karar verdim.. Fakat bir türlü duramıyordum. Esere meftuniyetim o kadar ziyade idi k.rîstanbula dönmeyi filân beklemeden hemen orada tercümeye başladım.

Artık içimde büyük bir yazı aşkı vücut bulmuştu. Bu coşkunlukla «Oğlumun Kütüphanesi» ni düşündüm. Ve kendim yaşıyacak bir eser verememişsem hiç olmazsa ilim sahasında gençlere her zaman me’baz hizmetini görecek kıymetli eserlerden mürekkep bir silsile hediye etmeyi kararlaştırdım. Tercümelere başladım, İstanbula döndükten sonra da bunlara devam •ettim. Tabiî, Taninin ilk tefrikasını Yırtıcılar diye tercüme ettiğim o roman teşkil etti, işte bir edebî eserdeki san’at ve güzellik kuvveti böyle bilvasıta hayırlı tesirler de yapıyordu.

Bir bayram günü idi. Eski Babıâli yokuşundan, yayan, yukarı doğru çıkıyordum. Çoktanberi, bu taraflardan geçmemiştim. Dükkânlar kapalı, sokak çok tenha idi. Bu hal bana, birdenbire, çarptı. Ve bu cadde, bütün eski hayatile, eski hatıralarıle içimde canlandı. Belki onun bugünkü boşluğu ve mahzunluğu, içimin yıkık ve bezgin hali ile pek uygun düşmüştü. Bu bende derin bir sarsıntı yapmıştı. Babıâli caddesi: benim bütün hayatım burası değil miydi? Ta küçük bir çocuk iken dünya benim için burada toplanıyordu. Biriktirdiğim para elimde, buraya koşar, işte şuradaki kitapçı Karabetten, ileriki köşede kitapçı Kirkordan, daha ötede Arakelden kitap almaz mıydım? Hani nerede onlar? Nerde bu kitapçı dükkânlarına girer çıkarken rastgeldiğim muharrirler, edipler? Benim manevî varlığım, hep bu kaldırımlar üstünde, bu dükkânlar arasında, bu sokağın havası içinde büyümemiş miydi? Ruhumun, maneviyetimin, benliğimin vatanı burası değil miydi? Buranın kaldırımları üstünde bütün istikbal hülyalarımı dolaştırmamış mıydım? Onlar, bütün emellerim bu cadde üzerinde hayatta toplanmıyor mıydı?

İşte elimizde Mektep risalesine mahsus müsveddelerle şu kapıdan içeri giriyoruz. İşte Yeni Mecmua için uğraşıyoruz. Fakat Şuayp nerede? Alî nerede? Rauf nerede?

Babıâli caddesi, evet, hayat, ümit, emel, istikbal, hepsi burası. Fakat niçin bunda bir mezarlığın ağır ve hüzünlü havası karışık? Bu sokaklarda sade gençliğimin, bazan çocukça, bazan gülünç fakat hep yüksek ve temiz hülyaları değil, birçok tanıdıkların, ahbapların ve dostların hatıraları da gömülü. Burası koca bir mezarlık!.

Şimdi ben buranın yaşıyan, düşünen, hisseden, ıztırap çeken muhiti içinde miyim? Yoksa her gün bir parça daha yokluğun karanlıklarına ve çukurlarına gömülen parçasından mıyım?

Burası evvelden benim yerimdi, evnndi, malikâ nemdi. Her adımda bir tanıdık yüz bulurdum, buranın hergünkü adamı, bir alışkanı idim. Kederlerimi hu kaldırımlar üzerinde buranın havasına dökerdim, ümitlerimi burada gülerdim. Şimdi? Şimdi hani o eski canlılık, hani o eski şevk, ümit ve galeyan? Hani o eski tanıdık yüzler? Bir kalabalık günde buradan geçsem kaç kişi beni tanıyacaktı? Buranın alışkın, mutat hayatı beni «kendisinden» sayacak mıydı?

İşte bugün de burada neslimiz gibi bu kaldırımları kendi malları diye çiğniyen, burada çalışan, didinen, ümit eden, hayal eden gençler var. Hayat, daimî hamleleri ve fışkırmaları ile ortaya hep yeni yeni dalgalar çıkarıyor ve bu dalgalar eskiden kalmış her şeyi silip süpürüyor, yutuyor, yokediyor...

Hani burada kendi kendime vâdettiğim eserler, yazmak istediğim kitaplar, hani bu kaldırımlarda benden bir iz? Ölüler arasında bir canlı ölü daha, işte a kadar ...

Yürüdükçe içime acı ve hüzün doluyordu. Buralara kalbimden verdiğim parçalar üzerinde yürüyor gibiydim, çiğnenmiş ideallerimin üstünden geçer gibiydim: benden evvel ve benimle beraber burada yaşamış, duymuş ve yokolmuşların gömüldükleri karanlık ve ebedî çukura biraz daha yaklaşmak için . . .

 

Kaynak: Hüseyin Cahit Yalçın/ Edebî Hatıralar, Akşam Kitaphanesi, 1935, İstanbul

 

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar