HÜSEYİN CAHİT YALÇIN/ EDEBÎ HATIRALAR
İlk Çocukluk
Bende kitap merakı ne zaman başladığını tayin etmek için gözlerimi maziye
çevirdiğim vakit çocukluğuma kadar inmeğe mecbur oluyorum. İlle kütüphanem
elime geçirmiş olduğum bir ayakkabı kutusu olmuştur. Bütün itina ve dikkatimle
burada sakladığım hazineler de galiba sokaklarda satılan destanlar, Âşık Garip
ve Kerem hikâyeleri idi. Daha sonraları, marangoz elinden çıkmış küçük bir
kütüphanem olduğu vakit te oynarken içine girebilecek kadar küçüktüm.
Oyun ve oyuncak: bunlarla başım o kadar hoş değildi. Oynamak için babamın
beni zorladığını hâlâ hatırlarım. Fakat kitaplarla oynamak için teşvik edilmeğe
ihtiyacım yoktu. Babam da benim bunlara zarar vermediğimi anlayınca kendi
kitaplarını bana emniyet edebilmek cesaretini göstermişti.
Hazreti Alinin gazaları, Battal Gazi, Kara Davut nereden elime geçti bilmem.
Ben bunları Âşık Garibe de, Kereme de tercih ediyordum. Hattâ geceleri aile
arasında okunan romanlar da bende meselâ Hayber kalesi önünde Hazreti Alinin
gösterdiği kahramanlık menkıbeleri kadar heyecan uyandırmazdı.
Aile hayatının bendeki en eski hatıraları bu gece kıraatlerde karışıktır.
Yemekten sonra, babam kahvesini içer, biraz lâkırdı olurdu. Sonra ablam,
babamın bir işareti üzerine eline bir kitap alır, petrol lâmbasının yanına
oturur, dün gece bıraktığı yerden okumağa başlardı. Annem, babam sükût içinde
dinlerlerdi. Ben de hikâyeyi takip etmeğe uğraşır, nihayet yorulur, minderin
üzerinde derin bir uykuya dalardım.
Böyle ilk hatırladığım romanlardan biri «Eflâtun Bey ile Rakım Efendinin
hikâyesi» dir. Ahmet Mithat Efendinin eseri idi. Babam Ahmet Mithat Efendinin
pek büyük takdirkârı idi. Ne yazarsa iyi yazar, derdi. Kitabının böyle dikkatle
okunduğunu, merakla takip edildiğini gördüğüm, methini işittiğim adam da
hayalimde bir yarım Allah azametile yükseklere çıkardı.
Dikkat ediyordum, Ahmet Mithat Efendinin romanları okunurken annem ile
babam arasında ufak bir münakaşa olurdu. Mithat Efendi hikâyeyi ortada
bırakarak birtakım şeyler söylemeğe kalkardı. O zaman annem buralarını
atlıyalım, içim sıkıldı, der, babam razı olmazdı. Doğrusu ben iptidaları anneme
hak verirdim.
Babam muhasebecilikle Sereze gittiği ve bizi de birlikte götürdüğü zaman
sekiz yaşında idim. Orada da bu gece kıraatleri devam ediyordu. Artık benim de
ilk sayıfalarda uykum gelmiyordu. Şimdi o romanlara daha ziyade alâkadar
oluyordum.
Montekristolar, Hasan mellâhlar, Hüseyin fellâhlar ve daha şimdi isimlerini
unuttuğum birçok romanlar... Bunlar hep birer birer aile ocağının sakin ve
samimî hayatına zevk ve heyecan verdiler. Babam bir iş için Selâniğe gittiği
zaman, avdetinde bana Mithat Efendinin «Hayret» ismindeki romanını getirmiş ve
bu beni akla gelebilecek bütün hediyelerden ziyade sevindirmişti.
Artık ben de Ahmet Mithat Efendinin ümmeti arasına girmiştim. Bu «ümmet»
kelimesini tartarak kullanıyorum. Filhakika, muharrire karşı duyduğum hissi
hakkile ifade için bundan başka tâbir bulamıyorum.
Yaşım ilerledikçe, yalnız geceleri okunan kitaplar bana kifayet edememeğe
başlamıştı. Ben gündüzün vakit buldukça da onları elime geçirir ve daha çabuk
okur, bitirirdim.
Babamın küçük kütüphanesi benim ihtiyacımı teminden uzaktı. Onun
kitaplarının hemen hiçbirinden bir şey anlamıyordum. Babamın elinden düşmiyen
bir kitap vardı. Buna Fususulhikem derdi. Muharriri de Şeyh Muhiddin El-arabî
imiş. Babam bu ismi adeta lâfzaicelâl gibi dindarane bir hürmetle telâffuz
eder, bu hürmet ve tazim eseri benim kalbime de bir titreme verirdi. Fakat
büyük bir merak ile elime aldığım o sarı kâğıtlı koca kitap bana hiçbir
şey
söylemezdi. Sanki başka bir lisan ile yazılmıştı. Yarım sayıfasını bile
okumağa tahammül edemezdim. Gene babamın kitaplarından Hadikatüssuada güzel
cildile beni celbederdi. Ne yazık ki bir şey anlamıyordum.
Divanlar bunlara nisbetle biraz daha munis bir çehre gösteriyorlardı. Hiç
olmazsa içlerinde bazı anlaşılacak satırlar bulunuyordu. Fuzuli, Nedim, Nabi,
Sünbülzade Vehbi divanları elimde dolaştı durdu. Hiçbirini sevemedim. Yalnız
Enderunî Vâsıf divanı ile barışabildim. Galiba edebî kıymet itibarile
ötekilerle mukayese bile edilemezdi. Fakat anlıyordum. Hele kadınlara hitaben
yazdığı bir nasihatnamenin:
Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol!
mısraı manzum bir şey belliyememek yolundaki kabiliyetsizliğime rağmen hâlâ
aklımdadır.
Bütün bu kitapların içinde beni en derin surette müteessir ve mütehassir
eden eser Nesimi divanıdır, iyi anlıyamadığım münderecatile değil, muharririnin
şahsiyetile. Onun sergüzeştini babamın ağzından dinledim. Bütün bu hikâye
içinde de aklımda şu kaldı: derisini diri diri yüzmüşler! Sizin taptığınız
Allah benim ayağımın altındadır demiş. Kabahati de bundan ibaretmiş. Ayağının
altında da para varmış.
Uzun bir müddet, geceleri yatağımda, diri diri derisi yüzülen büyük adamın
menkıbesinden duyduğum heyecan ile uykuya daldım. Zamanındaki bütün kuvvetli ve
fena adamlara ka^şı meydan okuyor... Düşündüğünü korkmadan söylüyor... Tutuyorlar,
siyaset meydanına götürüyorlar... Olüm karşısında bile gene susmuyor, gene
doğruyu söylemekten vazgeçmiyor ve bu uğurda en müthiş bir ölüme katlanıyor. ..
Bu ulvî ve feci hayaller benim çocukluk dünyamın minimini ufku içinde
müthiş bir fırtına yaratıyordu. Ne olduğumu, ne duyduğumu ben de his ve tahlil
edemiyordum. Fakat kandilin üzerine düşen pervaneler gibi bütün zihnimin ve
varlığımın hep bu menkıbeye doğru sürüklendiğini görüyordum. Çocukluğumun en
derin duygusu bu olmuştur.
Kitapçı Arakel bir katalog yollamıştı. Bunu uzun uzun tetkik ettim, içinden
birçok kitap seçtim. Getirtmek istediğim eserler, arasında dama risalesinden
Şevahidünnübüvveye varıncaya kadar her türlüsü vardı. Babam ricamı kırmadı. Ben
uykum kaçacak kadar sabırsızlıkla beklediğim bu kitaplara kavuştum ve en büyük
bir açlıkla üzerlerine atıldım.
Şevahidünnübüvve... Hazreti Peygamberin gösterdiği mucizelerin hikâyesi
idi. Çocukluğumda kuvvetli bir din hissi içimi titretirdi. Hazreti Peygamber
bir hurma ile bir orduyu doyuruyordu, bir parça su bütün bir orduyu
kandırıyordu. Fakat ben bir türlü doymuyor, kanmıyordum. Taze, titrek, derin
bir lüsle hep daha fazlası, hep daha fazlası...
Hazreti Ali kahramanlıkları, Battal Gazi hikâyeleri, Kara Davut
menkıbeleri, nübüvvet mucizeleri, şair Nesimi büyüklükleri... Bütün bu
mafevkattabiî yüksek, güzel şeylerin içimde kabarttığı coşkun hisler Rumeli
muhitinin adeta orta zamanları hatırlatan serbest hayatı ile pek güzel
uzlaşıyordu. Bir atım ve küçük bir martinim vardı. Yaylalarda, ormanlarda,
kırlarda gezer, koşar, tehlikelere atılır, derin derin yaşardım.
Şimdi çocukluğumu düşündükçe kafamın, ruhu m un ve bedenimin muvazi ve
hemahenk olarak inkişaf etmiş olduğunu görüyorum. Hiçbir zaman kaybetmediğim
muvazenemi bu güzel tesadüfe borçlu olduğumu anlıyorum.
Bir gün, birdenbire içimde garip bir arzu canlandı :
— Ben de bir şey yazayım! dedim
ve bunu düşünürken utandım, vazgeçtim. Fakat içimde daha kuvvetli bir şey bu
tasavvurdan bir türlü vazgeçmiyordu. Arzu kuvvet buldukça, ben, nasıl yazarını,
diyerek onu susturmağa çalıştım. Nihayet bir gün, kurşunkalemini elimde buldum.
Bu ,bana isyan etmiş vaziyette, kendi kendiliğinden, mutlaka bir şey doğurmak
istiyordu. Yeşil Serez ovasının uzaklıklarında Tahyanos gölü parlardı: işte
mevzu. Okuduğum eserlerden aklımda kalmış bir cümle ile: «Afitabı cihantap tulü
etmiş...» diye başladığımı hatırlıyorum. Fakat ne yazık ki bu şaheserin
müsveddesi yırtılmıştır !
İstanbul’a döndüğümüz vakit on üç yaşımda idim. Serezden ayrılışta beni en
çok sevindiren şey istediğim kitaplara kavuşmak imkânının artık tahakkuk etmesi
idi. Gündeliklerimden fazla olarak babamdan kopardığım bütün paraları Babıâli
caddesinde kitapçı Kirkor Efendiye verdim. O bana Ahmet Mithat Efendinin tekmil
eserlerini sattı. Benim de bir kütüphanem olmuştu. Ciltsiz olunca birbirlerine
dargın gibi yanyana dizilmeleri pek zor olan bizim türkçe kitapları
kütüphanemin boş raflarına âşıkane bir ihtimam ile dizer, karşılarına geçer,
saadet ile mestolmuş bir halde uzun uzun seyrederdim. Rafların boş tarafları
içime derin bir eza verirdi. Kitapların perişan haline de üzülürdüm. Beyazıtta
mürekkepçilerde bir mücellit Sait Efendi vardı. Kırmızı meşin üzerine, yaldızlı
en iyi cildi beş kuruşa yapardı. Fakat hem kitap alabilmek, hem onları
ciltletmek küçük bir mekteplinin mütevazı bütçesi için en zor bir mesele idi.
Artık İstanbul idadisine neharî olarak devam ediyordum. Mektebimiz,
Sultanmahmut türbesinde sonradan Maarif Nezareti ittihaz edilen binada idi.
Aksarayda oturuyorduk. Perşembe günleri sabahleyin mektebe giderken ayaklarım
Beyazıt yokuşunu her zamankinden daha hızla ve arzu ile tırmanırdı.
O zamanlar çıkan romanlar on altışar sayfalık cüzler halinde haftada bir
kere, perşembe günleri neşrolunnrdu. Artin isminde bir gözü kör bir müvezzi
bellemiştim. Bevazıttaki kösede dururdu. Orası adeta müvezzilerin karargâhı
gibiydi. Perşembe günleri epeyce roman müşterisi görülürdü.
Ben bunların en sadıklarından biriydim. Artin bana enmiyet getirmiş, küçük
bir hesabı cari açmıştı. Tramvayla gittiğim yağmurlu havalarda bile tramvayın
penceresinden benim romanlarımı verirdi. Bunlar Xavier de Montepin’in, Emile
Gaborieau ve daha bu kabil muharrirlerin hep cinayetlerden bahseden romanları
idi.
Sayıfalarını yırtmamağa gayret ederek dikkatle keser, mektepte ders
arasında hocanın, teneffüs zamanında mubassırın gözünden kaçırmağa çalışarak
merak ile okurdum. Bilhassa bazı dersler roman ve gazete mütaleası için çok
müsait idi. Bu müsaadeyi suüstimal ettiğimiz olurdu. Cebir hocamız, Boyacıyan
Efendi vardı. Ders takririnin muttarit ahengi arasında hazan Boyacıyan
efendinin kendi kendisine söylenir gibi bir mütaleası sınıf içinde çınlardı:
— 640 Hüseyin Cahit Efendi gene
siyasiyat ile meşgul!
On sıradaki arkadaşlar arkaya doğru bakışırlar, gülüşürlerdi. Ben bozulur,
fakat hiç işitmemiş gibi davranarak, gözlerim duvardaki kara tahtada, ellerim
sıranın altından gazeteyi yavaşça toplar, hemen gözün içine tıkardım. Boyacıyan
Efendi de takririne devam ederdi.
İlk Eser: Nadide
Bir gün beni altüst eden bir Jıâdise oldu. Gazetelerin birinde koca bir
makale. Zannederim Asaf isminde bir genç talebe Seyyiei tesamüh isminde bir
roman kaleme almış. Recaîzade Ekrem Bey de buna bir takriz yazmış. Gazete işte
bu eserden bahsediyor, takrizi basıyor, pek sitayişkâr bir lisan kullanıyordu.
Ne büyük bir hâdise. Bu mes’ut genç acaba kimdir? Recaîzade Ekrem Bey gibi
büyük bir edibi tanımak ve hele eserini ona beğendirmek saadetini nasıl ele
geçirmişti?
Herhalde zihnim bize ders diye ezberlettirdikleri Kasidei nuniyeden ziyade
bununla meşguldü. Ben de bir roman yazsam! Benim de ismim gazetelere geçse!
Böyle koca bir makale ile, meşhur bir takriz ile halka takdim edilmek değil,
iki satırlık bir methiyeye nail olmak bile beni mes’ut etmeğe kâfi gelirdi..
içimde adeta bir rahatsızlık hissediyordum. Mutlaka bir şey yazmalı idim!
Nihayet kararımı verdim. Serezde iken dinlediğim bir hikâye vardı. Onu biraz
değiştirerek roman haline sokacaktım. Bu kararı verince derhal kaleme sarıldım,
yazdım, yazdım. «Nadide» işte bu gayretin mahsulüdür. Tam beş yüz iki sayıfalık
bir kitap!
Nadideyi yazmakla iş bitmiş olmuyordu. Bir kere Maarif Nezaretinden tab’ına
ruhsat almak lâzımdı. Sonra, büyük ediplerden birinin bir takrizi lâzımdı. Ye
daha sonra bir tâbi bulmak lâzımdı. En az ehemmiyet verdiğim nokta da bu idi.
Böyle bir romanı, bahusus başında koca bir takriz ile hangi kitapçı
basmazdı!
Romanımı bir ’ arzuhal ile «Encümeni teftiş ve muayene» ye tevdi ettim.
Tab’ı için icap eden müsaadeyi aldım. Takriz meselesini de sınıf
arkadaşlarımdan Arif Bey temin etti.
Roman yazdığımı yakın arkadaşlarım tabiî biliyorlardı. Mühim parçalar
kendilerine kim bilir kaç defa okunmuştu. Arif Bey Ahmet Mithat Efendiyi
tanıdığını söylüyor, Mithat Efendinin hususî hayatı hakkında hikâyeler
anlatıyordu. Bu en büyük romancın] n en zevkle okuduğu yazılar lokanta
listeleri imiş! Nadide de böyle dişe dayanacak bir şey olmamakla beraber onu
Ahmet Mithat Efendiye takdim ederek bir takrizine nail olmak benim için en
yüksek bîr eme! teşkil etti. Arif Bey gayet nazik, çelebi, arkadaşlarına
teşrifatlı bir lisan ile hitap eder, bir mektep talebesinden ziyade bir büyük
adam gibi konuşurdu. Sonra Hidive kâtip ve teşrifat müdürü oldu.
Herhalde yaradılışı böyle işlere kabiliyetli olduğunu çocukluğunda bile
hissettiriyordu. Mithat Efendiye takdim etmek üzere benim romanımı aldı.
Epeyce bir helecan devresi geçirdim. Çünkü giden eser bir türlü gelmiyordu.
Kaybolacak diye titriyordum. Fakat maatteessüf bu korku haksız çıktı. Bir gün
Arif Bey Ahmet Mithat Efendinin takrizi ile birlikte benim şaheseri mektebe
getirdi. Doğrusu takriz Recaîzade Ekrem Beyin o imrendiğim iltifatı kadar
parlak olmamakla beraber kitabımın başına Ahmet Mithat Efendinin yazısını
basabilmek saadeti beni o gün dinlediğim derslerin hiçbirini anlıyarnı yacak
kadar sarhoş etti.
Mektepten çıkar çıkmaz, Babıâli caddesine koştum. Eserimi kitapçı Arakele
verecektim. O zamanın en meşhur kitapçısı o idi. Dükkâna girip çıkarken, bazı
muharrirlere rastgelir, sıkılırdım. Fakat şimdi ben de oraya bir fatih gururile
giriyor, hiçbir hicap duymuyordum. Arakel Efendi ne benim o büyük eserimi
okudu, ne ona parlak bir istikbal vadeden takrize baktı. Romanımı
basamıyacağını söyledi, önündeki hesap ile meşgul olmağa başladı.
Bu adeta bir istiskal idi. Hiç kadir bilmiyen bir adam! Nefret ve galeyan
ile dükkândan ayrıldım. Babıâli caddesinin bütün tabilerini birer birer
dolaştım. Hiçbiri kendilerine getirilen mücevherin kıymetini takdir edemiyordu.
Böyle büyük bir fırsatı kaçırıyorlardı.
Adeta şaşkın bir halde eve döndüm. Bütün bu teşebbüste hiç ehemmiyet
vermemiş olduğum şu adi teferruat noktası şimdi her şeyi akim bırakacak kadar
bir vahamet arzediyordu. O gece nihayet uykum kaçtı. Ne çare bulabilirdim?
Kitabı kendi hesabıma bastırmak. Ne ile? Nihayet bir ümit parladı. Çocuk
luğumdanberi biriktirmiş olduğum paralar vardı. Bunları babam saklıyordu. Ona
yazar, yalvarırım, dedim. İlk posta ile babama pek yanık bir mektup uçurdum. Ne
diller döktüm, bilmem. Fakat maatteessüf bunlar müsmir oldular. Babam ricamı
kabul etti. Bütün birikmiş paramın yekûnu kırk beş liraya baliğ olduğunu
söyliyerek onları posta ile bana gönderdi.
Doğru Alem matbaası ismini taşıyan Ahmet Ihsan ve şürekâsı matbaasına
koştum. Bu, şık kitaplar basmakla aramızda meşhur olmuş yeni Türk matbaası idi.
Ahmet İhsan Bey ile, ortağı Asım Beyle dostluğumuz işte o tarihten başlar.
Matbaa Ebussuut caddesinde, dar, kötü bir binada idi. Fakat ilk defa içine ayak
bastığım bu matbaa, pis kokularile, uğultulu havasile, bana bir mabet kadar
kutsî göründü. Hele onu idare edenler ne büyük adamlar olmak icap ederdi!
Artık tashihler için matbaaya devama başladım. Bu, beni kendi nazarımda pek
yükselten bir meşgale teşkil etmişti. Etrafımdakilere: matbaaya gitmiştim,
matbaadan geliyorum sözlerini tekrar ederken nasıl hayretler ve gıptalar içinde
gözlerinin açılmadığına şaşardım.
Nadideyi yazıp bitirmekle içimdeki yazı hevesi geçmiş değildi. Bilâkis bu
hastalık vahamet, kesbe diyordu.
«Nadide» nin tab’ı bittiği zaman, arkasına «Muharririn derdesti tabı asarı»
diye koca bir liste ilâve ettim. Böyle bir şey yapmazsam, adeta edebî
haysiyetim haleldar olacak kanaatinde idim. Binaenaleyh bütün gayretimle başka
eserler daha hazırlamıştım. O sayıfayı aynen naklediyorum:
KUŞDİLİ PİYASALARI
Bu serlevha altında teşkil olunan küçük romanlar külliyatı memleketimize
ait feci hikâyeciklerden ibaret olarak birbirini müteakip neşrolunacaktırlar.
Atideki dört adedi kâmile» yazılmıştır:
Iztırabı vicdan Katil Seviyor Sevmiyor
KANDİL GECELERİ
Şu umumî nam ile tertip olunan mudhik hikâyeler külliyatı şehrimize
müteallik gülünç romancık lardan mürekkep olarak yekdiğerini müteakip meydanı
matbuata arzolunacaktır.
Atideki dört adedi kamilen yazılmıştır:
Takip
Yine takip
Desise
Sütninenin kör tarafı
HELENE VE MATİLDE
Fransız meşahni muharrirîninden Adolphe Belot’nun enfesi asarından olan şu
roman Fransada pek ziyade mazharı rağbet olmuş lâtif ve letafeti nis betinde
şayanı istifadedir.
ACINMAZ MI?
Bu da küçük ve fakat müessir bir hikâyeciktir.
Artık bu yüklü listeden sonra okuyucular büyük bir muharrir karşısında
bulunduklarını teslim etmezlerse çok insafsız davranmış olurlardı.
Çok şükür ki bunların hiçbiri basılmadı. İçlerinden yalnız fransızcadan
tercüme ettiğim kitabı merak ediyorum. Bu pek gülünç bir acibe olmak icap
ederdi, idadinin ikinci sınıfına geçmiştim. Doğru bir fran sızca kıraat
yapabiliyor mıydım? Bilmem. Gramere yeni başlamıştık. Bildiğim lügatlerin
yekûnu yüzü geçmezdi. Dört sene idadî tahsili sürdü. Uç sene de Mektebi
Mülkiye. Larive et Fleuris gramerini bitirmek bir türlü nasip olmadı. Mektebi
Mülkiyenin son sınıfından çıkarken aramızda «avoir» fülini tasrif edemiyen
arkadaşlar vardı. Bu kadar karışık bir tahsil, iptidaî bir tedris usulü ile
daha başlangıçta benim neka dar fransızca anlıyabileceğim pek kolay takdir
edilir. Fakat ben elime bu kitabı almıştım. Mutlaka tercüme edecektim. Hemen
her kelime için lügat kitabına bakarak üzerlerine kurşunkalem ile manalarını
yazdım. Satırların arası almadı. Çizgilerle kenardaki boş yerlere çıktım. Bütün
sayıfaların yüzü su yolu oyunu oynar gibi çizgi ile dolu. Aynı kelime için dört
beş yerde lügat kitabına bakmışım, en müstamel kelimeleri bile bilmiyor muşum.
Fakat her kelimenin manasını kaydetmekle iş bitmiyordu. Bu muhtelif manalar
içinde acaba buraya hangisi yakışıyordu?
Öyle cümleler oluyordu ki her kelimenin ayrı ayrı manasını bulmakla beraber
bir şey anlamak kabil olmuyordu. Bazı kelimeleri lügat kitabında bulmak mümkün
değildi. Bu şerait altında benim için sezmek kabilinden bir tercüme yapmaktan,
uydurup uydurup yazmaktan başka bir çare kalmıyordu. İşte ilk tercümem. Fakat
karilerime temin edeyim ki sonrakiler biraz daha iyicedir.
Nadidenin mevzuundan bahsedecek değilim. Zahmete değmez. Üslûp ve tertip
tarzı tamamile Ahmet Mithat Efendinin fena'bir taklidinden ibaretti. Taklidi o
derece ileri götürmüştüm ki hikâyeyi yarıda bırakarak, hikâye münasebetile gûya
felsefî bir mütaleaya ayrıca bir bap bile tahsis etmişim. Bunu aynen
nakledeceğim. Bu mütalealarda bir kıymet bulduğum için değil. Fakat o zamanın
kültürü, o zamanda yetişmiş on üç on dört yaşında bir çocuk üzerinde o zamanki
neşriyatın tesiri hakkında bir vesika teşkil ettiği için. Aynı zamanda, bu,
benim ruhumun sonra geçirdiği tekâmül hakkında da iyi bir fikir verir. Böyle
bir başlangıçtan hareket ederek bugünkü manevî ve fikrî hüviyete vâsıl olmak
için başka türlü tesirler altında kalmış olmaklığım icap eder.
Nadidenin sekizinci babını aynen naklediyorum:
«Evlâtlarını hüsnü terbiye etmiyen valdelere cemiyeti beşeriye taraf ından
lanet edilse sezadır.
«Çünkü bilâhare mazarratı gene cemiyeti beşe riyeye ait olacaktır! Tıpkı
Nadidede olduğu gibi!
«Vakıa Nadideye valdesi faziletten başka bir şey öğretmemiştir. Lâkin ahlâk
hususunda mutaassıp Nğı ile beraber gene müsamaha göstermiştir.
«işte bu müsamahası da nihayet kendisinin ve bir biçare halayığın ölümüne
sebep olmuştur.
«Niçin mi? dediniz. Evet, bayatının mahvına sebebiyet veren kendi
müsamahasıdır. Çünkü kızının bu haline elbette vâkıf idi. Bu haline
diyişimizden Ali Beye, Fuada mektup yazdığını anlamayınız. Yalnız kızının
hafifmeşrebane harekette bulunduğunu bilmek lâzım ki bnnn da mutlaka bilmiştir.
«Şimdi bu halde görmemezlik etmeli mi idi? Gayet ufak bir vukuat üzerine
kemali şiddetle muamele etmesi lâzımdı. Sesini çıkarmadığı kızını sevdiğinden
midir?
«Hâşa! Valdelerin hemen kâffesi kızım yanımda mahcup olmasın, daha aldı
ermez elbette uslanır zu’mile günden güne azmakta olan işe ehemmiyet vermeyip
gözlerini yumarlar, seslerini çıkarmazlar. Amma on binde bir tanesi müstesna
imiş! Ender değil mi? Ne hükmü olabilir? İşte öyle valdeler namuslarının berbat
olmasına sebep oldukları cihetle kızlarının hayırhahı değil, belki
düşmanıdırlar!
«Bahusus bu son senelerde: medeniyettir! (?) diyerek açık saçık geziyorlar
da valdeleri iftihar ediyorlar!
«Yazık!... Böyle bir valdeden yetişen evlâttan hissiyatı milliye, hissiyatı
vataniye bulunabilir mi?
«Heyhat! Öyleleri, valde ve pederlerinin salik oldukları tariki kemali
rezaletle takip ederler. Böyle bir valdeden yetişen çocuklar da böyledir! Böyle
bir valdeden terbiye gören bir kız da böyle bir valde olacaktır!..
«Hele bazı Avrupa şehirlerinde kolkola gezmekte olan islâm erkek ve
kadınlarının hali kalbinde zerre kadar hissiyatı islâmiyesi bulunanları hüngür
hüngür ağlatacak derecededir.
«Acaba medeniyet kelimesi ahlâk bozukluğu ile müteradif midir?
«İnsan bu halleri görüyor da bilâihtiyar gözlerinden yaş boşanarak:
«—• Nerdesin ey bizim eski vahşetimiz! demekten kendisini alamıyor.
«Heyhat!...
«Avrupalılar medeniyet kisvesi altına saklanarak bizim ahlâkı milliyemizi
mahvediyorlar. Biz de lâkaydane davranıyoruz.! Yazık!.
«Asıl birinci derecede ıslah olunması lâzımge len şey valdelerin halidir.
Bir valde evlâdının mutlaka cüz’î, küllî bir harekete sebebiyet vereceğini
bilmelidir de ona göre takayyüdatta bulunmalıdır. Bir insan nasıl ki herkesin
nazarı tamaı matuf gayet kıymettar bir mücevherini, elmasını kemali dikkatle
hıfzederse bir valde de kızına bundan daha pek çok ziyade dikkat ve onu
muhafaza eylemelidir.
«Gayet lâtif, nazik, nadide çiçekleri havi olan bir bahçe nasfl ki fena
havalardan muhafaza olunmakla beraber, akşamları sulanmak ve gündüzleri otları
ayıklanmak için bir bahçıvana muhtaç ise, bir kız da valdesinin nasayihi
mürşidanesine öylece muhtaçtır. Çiçeğin fena havalardan muhafaza olunması bir
val denin kızını «düşmanı iffet» şık beylerimizin yazdıkları tezkerelerden
muhafaza etmesine müşabih olduğu gibi bir bahçıvanın çiçekleri sulaması, bir
valdenin kızına nasayihi mürşidane vermesine benzer. Kezalik bir bahçıvanın
çiçeklerin yanında çıkan otları ayıklaması da bir valdenin kızının harekâtında
görülen kusurun tashihine çalışmasının aynıdır.
«Yeni kadın olmağa başlıyan bir kız valdesinden hüsnü misal görmezse hali
ne olur?
«Neylerim öyle valdeleri ki kızına nasayihi hakikiye vereceği yerde
komşuların birtakım ayıplarından bahseder!
«Neylerim öyle valdeleri ki kızına hane umurunu öğretecekken daha kendisi
bir pilâv pişirmesini bile bilmez!
«Bu sözümden bazıları bu âciz muharrire darılıp ta:
— Allah Allah, artık hiç işimiz
kalmadı da alıçılık mı öğreneceğiz!
suretinde tevbihte bulunmasınlar. Hayhay! Bir hanım nekadar kibar olursa
olsun mutlaka evinin her işine vâkıf olmalıdır. Olmazsa hizmetçilerin iyi yahut
fena yaptıklarını nereden bilecek?
«Cenabı Rezzak kimseden ihsan buyurmuş oldukları nimeti ilâhiyelerini
istirdat buyurmasın! Düşmez kalkmaz bir Allahtır derler.
«Kadınların ve bahusus kızların iffetleri giran beha bir cevher olduğu gibi
muhafızları da valdele ridir. Artık valdelerin de çekecekleri suubet mülâhaza
olunsun!
«Çünkü o cevherin sahibi olan hanımların dirseklere kadar açık kollarından,
yalnız ince bir tül ile mestur (!) çıplak göğüslerinden, açık yüzlerinden kat’ı
nazar, zihinlerine hakolmuş olan «medeniyet!» lâfzını suüstimal etmeleri o
cevheri ismet aleyhine mitralyözler kadar müthiştir! Lâkin kısmı azami da
valdelerinden görüyorlar!
«Oü Ey esbabı ciddiyet, siz de hiddetlenmeğe başladınız rai?
«Ne yapalım, aşağı tükürsem sakalım, yukarıya tükürsem bıyığım!..
«Galeyanı teessürle yazdığım şu baba hitam vermezden evvel, hüsnü niyetimin
affe medar olacağı ümidinde bulunduğumu arzetmek isterim...
[Nadide, sar ifa 127 138]
Fransız Kültürünün Tesirleri
Uf!. Kendini bilmeğe başladığı dakikadanberi cinaî romanlar içinde büyüyen,
Ahmet Mithat Efendinin edebiyat ve felsefesile ruhu beslenen bir çocuktan daha
fazlasını beklemek insafsızlık olur. Herhalde bugün görüyorum ki bütün o
okuduğum eserlerin benim üzerimde müsbet bir faydası olmuş: yazıya alışmışım.
Vefa idadisi müdür muavinliğinde ve Mercan idadisi müdürlüğünde bulunduğum
zamanlarda tahsillerini bitiren talebe içinde doğru türkçe yazabilenlerin
miktarı yüzde onu geçmezdi. Şüphesiz ki bunun sebeplerinden biri çocukların az
okumaları, mektep haricinde mütaleaya düşkün olmamaları idi. Tedris usulü
nekadar fena olursa olsun bir çocuk çok okursa kendi kendisine doğru yazabilmek
kabiliyetini alıyor. Türkçe tedrisatında bu noktayı gözden kaçırmamak iktiza
edeceği fikrindeyim.
Nadideden naklettiğim sayfalardaki fikirleri ben nereden bulmuşum? Bu
kanaatleri bana hangi tetkik ve müşahede, hangi kitaplar vermiş? Burasını
tayinden âcizim. Herhalde görüyorum ki hep o âna kadar ruhumun üzerinde hüküm
süren tesirler devam etmiş olsaydı tam Sıratı müstakimde çalışabilecek bir
gazeteci olacakmışım! Ben kendimi kurtarmışım. Kurtaramıyanlar büyümüşler, hep
bu fikirleri daha düzgün bir ifade ile müdafaadan başka bir şey yapmamışlar ve
bugünlere kadar sürüklenip gelmişler.
Benim müfekkiremi bu skolâstik batağından çekip kurtaran, gözlerimin önüne
daha geniş ufuklar açan, ruhumu esaretten azat eden âmiller nelerdir?
Ben bunların en esaslısı olarak fransızcayı vç garp kültürünü buluyorum.
Helene ve Matilde’i tercüme için sarfettiğim emek, katlandığım zahmet,
fransızcaya nekadar heves ettiğimi pekâlâ gösterir. Nadideyi yazmakla
kazandığım müelliflik şerefine bir de mütercimlik şerefi ilâve edilirse bir
eksiğim kalmayacaktı. Roman okumak için tercümeler yapılmasını beklemeden
fransızcamn romanlarına da kavuşacaktım. İste bu hırs ile fransızca romanlara
sal dırdım. Fransızca öğrenmek için elimde hiçbir çare yoktu. Sınıf tahsili pek
karmakarışıktı. Hususî ders almağa da imkân yoktu. Elime geçen fransızca
romanları lügat kitabına baka baka okumaktan başka bir şey yapanı iyordum.
Bilâihtiyar, adeta sevkıtabiî ile bulduğum bu yol beni istediğim noktaya götürdü.
Bundan çok seneler sonra, Gustave Le Bon’un Psychologie de l’education’u
çıkmıştır. Mekteplerde ecnebi lisanları tedrisatına tahsis ettiği bapta fransız
liselerinden şehadetanme alan gençlerin ecnebi lisan öğrenemem elerindn şikâyt
ediyor, kabahati tedris usulüne buluyor.
Kendisinin tavsiye ettiği çare, çocukların lâkırdı söylemek için takip
ettikleri tabiî yolu tatbik etmekten ibarettir. Çocuklar hiçbir şey anlamazlar.
Fakat anlamadıkları kelimeleri isite isite muhtelif ve şilelerle manalarına intikal
ederler. Manalarını belledikleri bu kelimelerin yardımile başka kelimeleri de
anlarlar ve nihayet duyduklarını anlıyacak bir hale gelirler, sonra kendileri
de meramlarını ifade ederler. Onun için, Gustave Le Bon ecnebi bir lisanı
öğrenmek istiyenlere o lisanda yazılmış eserleri okumak, çok okumak yolunu
tavsiye ediyor ve misal olarak İngilizceyi nasıl öğrendiğini anlatıyor.
Wickfeld papası ismindeki İngilizce romanın bir tarafı fran sızca, bir tarafı
İngilizce bir nüshası varmış. Bunu almış, fransızcası ile İngilizcesini
mukayese etmiş, bazı kelimelerin manasını, edatların vazifesini az çok anlamış,
sonra, başka eserler okumuş ve nihayette okuduğunu anlıyacak hale gelmiş.
Benim fransızca öğrenmekliğim de tamamen bu usul dairesinde olmuştur.
Gramer itibarile kelimelerin mahiyetini bilmeden, okuduğumu anlıyabilecek
mertebeye çıkmıştım: sırf okumak sayesinde. Gustave Le Bon’un kitabından sonra
ben de aynı usulü İngilizceye tatbik ettim. İngilizceyi kendi kendime, hocasız,
gramersiz, okuduğumu anlıyabilecek kadar elde ettim. Bu tecrübelerle
hükmediyorum ki ana lisanı olsun, ecnebi lisanı olsun, bir dili öğrenmek için
manası anlaşılsın, anlaşılmasın okumaktan, muttasıl okumaktan, çok çok
okumaktan iyi bir yol yoktur. Bu usulü takip ederken, bir kitaba başladığınız
zaman, ilk sayıfalarm manasını pek az sezdiğiniz halde nasıl oluyor bilmem,
eserin sonuna doğru lisanda ileriye adımlar atmış bulunuyorsunuz ve daha iyi
anlıyorsunuz.
Nadidenin mürettip tashihlerini yapmak için Alem matbaasına devam ettiğim
sıralarda Servetifü tuiü intişar etmeğe başladı. Bunun ilk nüshalarına Sereze
ait bir resim verdim. Alem matbaasının böyle teklifsiz bir müdavimi bulunurken,
Jule Verne mütercimini tanımak gibi bir şerefe nail olurken Serve tiJirouna
yazı yazmak hevesinden kendimi nasıl me nedebilirdim?
Fransızca bir faydalı kütüphane külliyatı vardı. Küçücük ciltleri yirmi
paraya satılırdı. Babıâli caddesindeki Yuvanidisin Fransız kütüphanesinden
dikişe ait bir tanesini aldım. Servetifünun için bunu tercüme etmeyi düşündüm.
Fakat iktidarım kifayet etmiyordu.. Zannederim ki bugün bile tercümesinde
müşkülâta uğrarım. Çünkü dikişe ait öyle hususî ıstılahlar vardı ki bizim
türkçe lügatlerden onlarm karşılıklarını bulup yabancısı olduğum bir mevzuu
anlıyabilmek o zamanki fransızcam için imkân haricinde idi. Bu müşkül işi sınıf
arkadaşım Cavit ile beraber iktiham etmeğe karar verdik. «İğne iplik»
serlevhası altında tercümeler yaptık. Ahmet Ihsan Bey de galiba bedavaya
dayanamadı, bunları Servetifünuna bastı! Gazetelerde ilk çıkan yazım budur.
Alem matbaasına devam ederken Ahmet Rasinı Beyi tanıdım. O benim farkımda
mıdır, bilmem, Ra sim Bey o zamanlar birkaç eserile matbuatta kendisini
tanıtmış meşhur genç muharrirlerden idi. Arabî, farisı terkiplerle süslü güzel
romanları vardı. Kitaplarını Arakel kabul ediyor, basıyordu. Ahmet Ihsan Bey
ile de dost idi. Matbaaya gelir, yazıhanenin başına oturur, fesini atar,
ceketini çıkarır, uznn dalgalı saçları havada, gözleri zeki ve parlak, sesi
yüksek, konuşur, kalemi eline alarak bir roman için çalışmağa başlardı. Bazan,
civardan turunç şerbeti getirtir, oh! diye tatlı tatlı içerdi. Ahmet Rasim Bey
gelince, ben tashihlerimi toplıyarak bir köşeye büzülür, meşhur edibin mesaisini
ihlâl etmemeğe dikkat ederek işimle meşgul olurdum. Yazı yazarken, arada Ahmet
Rasim Bey durur, gözleri bana initaf eder, sanki ben bir şey sormuşum gibi
izahat verirdi: «muhakemeye gelince kalem yürümüyor! Yazması kolay anıma işi
muhakeme etmesi zor!»
Onda da o zamanki edebiyatın İm muhakeme ve tefelsüf illeti vardı. Bu işnı
zorluğunu ben de bilirdim. Nadidenin o naklettiğim babını yazıncaya ka dar
neler çekmiştim. Fakat bir kere yazdıktan sonra onları kendi kendime tekrar
tekrar okumak ne keyifli oluyordu...
Nadide cüz cüz intişar etti. Kaç tane satıldı? Hatırlamıyorum. Kimler aldı?
Bilmem. Alanlar okumağa nasıl tahammül ettiler? Burasına hiç akıl erdire mem.
Aradan çok uzun seneler geçtikten sonra, bazı bildiklerle konuşurken Nadiyeyi
okumuş olanlara, hâlâ hatırlıyanlara tesadüf ettim. Herhalde çok bir şey
satılmamış olacak ki kalanları bir arabaya doldurarak eve getirdim, tavan
arasına taşıttım. Ağırlıkta tavan çökecek diye evde epeyce lâf işittim. Sonra,
kitapçı acemlerden birine pek ucuz bir fiatla hepsini toptan sattım. Hayatımda
ilk tasarruf ettiğim paralar böyle uçtu gitti ve hayatımda pek fena bir an’a ne
başlangıcı teşkil etti.
Fransızca romanlar okumağa heves edince içimdeki yazı yazmak arzusu
sönmüştü. Bu hastalığın bitmesi beni istediğim kadar okumakta serbest
bırakıyordu. En iptida Alexandıe Dumas babanın masallarını halletmekle
meşguldüm. Aradan bir sene geçti. Bunları adeta anlar bir hale gelmiştim.
O aralık matbuatımızda «hissî romanlar» modası çıkıyordu. Bu ismi galiba
Ahmet Ihsan Bey George Ohnet’nin romanları münasebetile kullanmıştı. Herhalde,
cinaî romanlardan artık eskisi kadar zevk alamıyordum! Paul de Kok’un yazıları
da tuhaflıklarını kaybetmişlerdi. Şimdi «Demirhane müdürü» muharriri Georges
Ohnet, «Fakir delikanlının hikâyesi» muharriri Octave Feuillet benim en
sevdiğim muharrirlerden olmuşlardı. George Ohnet’nin
D ette de haine diye bir eseri elime geçti. Tercüme he vesile yanımda
gezdirdim durdum. Fakat devamlı çalışmadım. Bunlardan sonra Dumas fils’in
kitapları beni celbettiler. Gözleri karanlığa alışmış bir adam kolaylığile bu
fransızca romanlar içinde yolumu buluyor, onlardan artık zevk alıyordum. Dumas
fils bana romancılıkta çıkılabilecek mertebenin en sonuna varmış bir dâhi gibi
görünüyordu.
Ahmet İhsan Beyin Servetifünunu o sıralarda Paul Bouıget diye bir
muharririn resmini bastı, hissî romanlar yazmakta pek iktidar gösterdiğini
haber verdi. Babıâli caddesindeki Fransız kütüphanesinin camekâmnda tesadüfen
Paul Bourget’nin Terre Pro mise'ini gördüm. Alcan kitaphanesinin bir franklık
eserlerine alışmıştım. Uç buçuk franga satılan bu kitabı bir hayli düşündükten
ve üzüldükten sonra nihayet tedarik ettim.
İlk say ifalarda beni bir sukutu hayal karşıladı. Bir şey anlıyamıyordum!
Sanki bu başka bir fran sızca idi. Sebat ettim, okudum. Fakat bir türlü zevk
alamıyordum, çünkü okuduklarımdan mana çıkara mıyordum. Bizzarure Paul
Bourget’nin romanını mahzun mahzun kütüphaneme koydum ve gene alışkın olduğum
Dumas fils’e döndüm. Aradan beş altı ay geçti. Okuyacak bir kitap kalmamıştı. Gözlerim
La Terre promise’e gitti. Tekrar açtım, okumağa başladım. Hayreti Bu defa
oldukça anlıyordum. Devam ettim ve anlıyarak okudum, Paul Bourget’nin meftunu
oldum. İkdamda «Andre Cornelis» si tercüme ediliyordu. Bütün eserlerini
getirtmeğe başladım. Bun lann arasında Psychologie contemporaine ismindeki iki
cilt te vardı. Paul Bourget bu tenkit sayıfalarmda bana yeni yeni büyük
muharrirler tanıtıyor, tenkitte takip ettiği tarz ile de bana yeni yol
gösteriyordu. Hippolyte Taine’i Paul Bourget vasıtasile tanıdım. Roman
sahasından yavaş yavaş çıkıyor, yeni sihirli, cazip ufuklar keşfediyordum.
Bourget’nin ve Hippolyte Tanı’nin tesirleri üzerimden biç silinmemiştir
zannediyorum.
Ta Dreyfüs davasına kadar Paul Bourget’ye tam bir m eftu niyetle, lekesiz
bir takdirle, derin bir hayranlık hissi ile bağlı kaldım. Fakat onun sonra
kıral lık ve papazlık taraftarlığı etmesi aramızı açtı. O tarihten sonraki
eserlerini okuyamadım.
Şimdi bu geçmiş fikrî hayatımı düşündükçe görüyorum ki bütün kültürümü
Garba ve bilhassa Fransaya borçluyum. Üzerimde Şark eserlerinin hiçbir tesiri1
olmadı. Arapça ve Acemce tahsilimiz zaten pek noksan idi. O lisanlarda yazılmış
bir şey okuyamazdık. Eski ve yeni türkçe eserlere de veda etmiştim.
Çocukluğumda anlamadan okıvdğum divan edebiyatından da uzaklaşmıştım. Şiir için
kendimde ufak bir istidat bile hissetmiyordum. Binaenaleyh, diyebilirim ki
gençliğimdenberi ne okumuşsam fransızca dır, ne öğrenmişsem o membadan
gelmiştir. Bundan dolayıdır ki «Nadide» ile «Hayatı muhayyel» muh
telif cins iki tohumun mahsulleri gibi birbirine benzemekten çok
uzaktırlar.
İdadinin üçüncü sınıfında iken haftalık risalelere bazan yazılar
gönderirdim. Bunlar La Nature gibi fıansızca fennî risalelerden tercüme edilmiş
«fennî eğlenceler» idi. 0 zamanlar haftalık gazetelerde böyle bir moda vardı.
Kaplarına yazı basarlardı. Bu yazılar arasında da fennî eğlencelere bir yer
ayrılmıştı. Elime geçen tercümesi kolay parçaları kaçırmaz, tercüme ederdim.
Ahmet Şuayp ile dostluğumuz idadinin üçüncü sınıfında başlar. Talebe mevcudu
çok olduğu için aşağı sınıflar müteaddit şubelere ayrılmıştı.
ikimiz de ayın tarihte idadiye girmiş olduğumuz halde üçüncü sınıfa
gelinceye kadar Şuayp ile tanışmamıştık. Sınıfa yeni girdiğimiz vakitlerde, bir
gün, sıralardan birinin bir ucunda sarışın, mavi gözlü, gayet müstehzi bakışlı,
zayıf bir çocuk gördüm. Çekingen, vahşi bir tavrı vardı. Yanma sokuldum.
Konuşmağa başladık. Beş dakika içinde aradaki buzlar uçtu. Onun elinde de bir
roman vardı. Muhavere derhal edebiyat sahasına geçti. Birtakım romanları okumuş
olmakta iştirak aramızda pek kuvvetli bir manevî rabıta vücuda getiriyordu.
Şuayp, o muhteriz, müstehzi halile o ana kadar hemen hiçbir ruhî dost
bulamamıştı. Kendisini sevenler pek azdı. O da hiç kimseyi beğenmiyordu. Büyük
bir gururu, etrafına faikıyetini hissetmekten ileri gelen bir azameti ve
istihzası
vardı. Fakat biz birbirimizi mehenge vurduk, tarttık. Birbirimizin meziyet
ve iktidarını teslim ettik ve dost olduk. Mektep sıralarında his ve fikir
iştirakinin üzerine kurulan bu dostluk günler geçtikçe kuvvetlenerek en sağlam
bir kardeşlik derecesine vardı. Meşrutiyetten sonra, geç kalmış bir apandisit
ameliyatı neticesinde henüz çok genç yaşta vefat ettiği zaman, memleket en
kıymetli, son derecede çalışkan, pek müdekkik bir mütefekkirini kaybettiği gibi
ben de bir insanın hayatta kazanabileceği bir iki dostun birinden mahrum ve
yetim kalmıştım.
Vatan ve Hürriyet Âşkı
Bu tarihlerde bizim için yeni bir his, daha doğrusu bir ihtiras peyda
olmağa başladı. Vatan ve hürriyet muhabbeti. O zamanın nesli vatan ve millet
sözlerini kimseden işitemezlerdi. Hatta evlerinde bile. Benim bir dayım varmış,
Mektebi Harbiye talebesinden imiş. Mithat Paşayı Abdülhamit Avrupaya nefyettiği
zaman gazetelerin birine Mithat Paşa lehinde bir mektup yazmış. Uç arkadaşile
beraber kendisini tevkif etmişler. Redif Paşa Divanıhrabi bunları on beş sene
müddetle Radosa kalabent olarak göndermiş. Dayımın mevcudiyetinden, böyle bir
vak’a üzerine sürüldüğünden hemen hiç haberim yoktu. Aile içinde bu mahkûmiyeti
biz çocuklardan gizlerler, herhalde sebebini izah etmekten çekinirlerdi.
Bu on beş sene mahkûmiyet nihayete ermiş. Günün birinde aile içinde büyük
bir sevinç dalgalandı. Dayım menfadan avdet etti. Bu, otuz, otuz bir yaşlarında
sevimli, güzel söz söyler bir genç idi. Benim üzerimde büyük bir tesir
yapıyordu. O sihirli vatan ve hürriyet bahislerini onun ağzından tatlı tatlı
dinlerdim. Dayım benim nazarımda büyük bir şeref ha lesile parlıyordu. Radosta
Namık Kemal Bey onları evlât gibi kabul etmiş, fikrî terbiyelerile meşgul olmuş.
İstibdat aleyhinde bulunduğu için nefye giden, orada Namık Kemal Beyin evlâdı
gibi büyüyen bir dayı.. Ağzından çıkan bütün sözler dosdoğru kalbime ve ruhuma
gidiyordu. 0 benim için bir peygamber idi. Benim ruhumun muhtaç olduğu bir
gıdayı bana getiriyordu, bana yeni bir iman getiriyordu. Evet, tam doğru
kelimesi budur: yeni bir din, vatan ve hürriyet aşkı...
Kemal Beyin «Cezmi» sini bana dayım verdi; Kemal Beyin gayrimatbu «Celâl»
inin yazma bir nüshasını bana dayım verdi. Artık «Vatan ve Silistre» sini,
«Akif Bey» ini, «Gülnihal» ini Beyazıttaki sahaflardan ben buldum.
Benden daha yaşlı bir teyzezadem vardı. Tıbbiye mektebine devam ederdi.
Tıbbiye mektebinin öte denberi içinde yanan hürriyet aşkına o da tutulmuştu*
Onunla bu mevzu üzerinde nekadar hararetle konuşabiliyorduk. HuJki, teyzezadem,
bana Beşir Fuattan da bahsediyordu. Beşir Fuadin o zamanki nesiller üzerinde
büyük bir tesiri olmuştur. Buchnerden tercüme ettiği eser gençleri bizim klâsik
ilmikelâmm zincirlerinden kutrararak daha geniş ufuklara götürüyordu.
Bütün bu yazıların tesiri akıl ve muhakemeden gelmiyordu. Okuyup, anlayıp
ta onları kabul etmiyor
dura, Okuyup ta anlıyamadığım fakat müphem bazı şeyler sezdiğim için
esrarlı bir hakikate müncezip olur gibi hissiyatımla onlara meylediyordum ve bu
tarz şüphesiz ki daha müessir, daha cazip oluyordu.
Bir gün, dayımla nıubahase ediyorduk. Ben gençlere ve cahillere mahsus bir
inat ile iddia ediyordum: Allah böyle demiş, diyordum.
Bana müstehziyane mukabele etti:
— Ne biliyorsun?
Bu istihfaf en beliğ, en kanaat verici bir delil kadar beni sarstı ve
müfekkireme başka bir yol açtı: kendiliğimden düşünmek, kendiliğimden hüküm
vermek yolunu.
Dayım Istanbulda çok kalmadı. Hükümet onu Anadolunun bir tarafına küçük bir
memuriyet ile göndererek Istanbuldan uzaklaştırdı. Fakat burada bulunduğu kısa
müddet, benim üzerimde yaptığı tesir için kâfi gelmişti. Mektepte ders
esnasında okunan kitaplar artık, yalnız romanlara inhisar etmiyordu. Şimdi
onların arasına gizli siyasî eserler de karışmıştı. Bunlar yalnız Kemal Beyin
kitaplarından ibaret değildi.
Şuayp bir gün, gizlice elime pek ince kâğıt üzerine basılmış bir gazete
tutuşturdu: Mizan. Istanbnl dan kaçan Murat Bey tarafından neşrediliyordu. Ab
dülhamide ve idaresine hücum ediyor, «ikiden biri» serlevhasile yazdığı
makaleler silsilesinde onu meşrutiyeti iadeye yahut saltanattan çekilmeğe davet
ediyordu. Murat Bey ne büyük adamdı! Namık Kemal, Murat Bey gibi büyük adamlar
arasına Ahmet Rızanın ismi de karıştı. Esrarengiz bir membadan çıkar gibi,
Şuayp günün birinde onun da Avrupada neşrettiği Meşveretten bir nüsha
getirmişti. Şuaybın babası ölmüştü. Bir annesi vardı. Sultanselimde, hücra bir
köşede yaşıyordu. Onun bu gizli evrakı bulup getirmek ihtisası uzun müddet
devam etti. Daha sonraları,, tahsilimizi bitirdikten sonra da bundan
vazgeçmedi. Abdülhamit idaresinin en şiddet kesbettiği, kitapçılarda Fransız
gazetelerinin satılması menolunduğu, ecnebi postahanelerinde «Post restant»
muvaredat bile tecessüs altında tutulduğu zamanlarda o gene pek gizli gizli
Meşveret nüshaları ve Temps gazeteleri taşırdı.
Bazan, merak ederdim, bu Meşveretleri nereden bulduğunu sorardım. Geceleyin
Samatya yahut Yedi knle tarafında bir eve gittiğini ve oradan aldığını
anlatırdı. Şimdi biz gece hayatına alışkın olduğumuz için, geceleri sokağa
çıkmanın, Sultanselimin tenha bir mahallesinden kalkarak Samatyaya kadar gidip
gelmenin ne olduğunu gençler pek anlıyamazlar. Kışın saat dört buçukta İstanbul
sokaklarında hayat kesilirdi. Her taraf, kapanır, çamur içindeki sokaklarda
derin bir karanlık hüküm sürerdi.
Şuaybm, on paraya satılan bir kâğıt feneri vardı. Bunu esvabının arka
cebinde taşırdı. İşte o sarışın, cılız çocuk fenersiz sokaklarda,
karanlıklardan
geçerken bunun ışığı ile kendisine yol bulurdu. Ne manalı bir misal: tıpkı
o zamanın yetim ve mahrum gençliğinin hali. Her taraf müthiş bir istibdat
karanlığı içinde. Kendi kendisine bırakılmış, düşman telâkki edilmiş gençlik,
öteden beriden sızan hürriyet nurlarını rehber edinerek kendisine bir yol
bulmak, yüksek bir gayeye varmak için bütün aczile çırpınıyor,.. Bir gençlik ki
vatan kelimesini telâffuz etmekten mahrum... Fakat bütün bu mahrumiyetlere
rağmen o çocukların içinde adeta mafevkalbeşer bir kudretin yaktığı bir nur,
bir ateş var: Vatan ve Hürriyet aşkı. Onlar için bir istinatgah var: gençliğin
yılmaz azim ve iradesi...
Yalnız Vatan ve Millet sözlerini işitmek, söyliye bilmek ile kalplerimizin
nekadar titrediğini, ruhumuzun nekadar derinliklere kadar sarsıldığını
anlıyabil mek için o sıkı mahrumiyet ve memnuiyel hayatını yaşamak ister.
Bugünkü gençlerin pek tabiî, pek alelade buldukları bu şeyler o zaman için
bizim üzerlerimizde yüksek bir dinin en kudsî serairi kadr tesiri haiz idiler.
Gençlerde Vatan ve Hürriyet aşkını uyandırmak bakımından Namık Kemale bu memleket
ebedî bir şükran hissi beslemek iktiza eder. Herhalde benim ve benim neslimin
en büyük manevî mürebbimiz, mürşidimiz odnr. Hâlâ Namık Kemal ismini anarken
içimde bir hürmet galeyanı, bir sıcaklık duyarım. Murat Beyin, o yaptığı
neşriyattan sonra İstanbul a dönerek Şûrayı Devlet azalığmı kabul etmesinin
verdiği inkisarı hayal, uyandırdığı nefret te bn yeni Vatan din ve aşkının
taassubundaki şiddetten ileri gelmiştir. Murat Beyin, kim bilir, İnsanî
bakımdan düşünülürse, mazur addedilmesi belki de kabil olacak o zaaf eseri
bizde okadar acı bir infial uyandırmıştı ki aradan uzun seneler geçtiği halde
bir türlü zail olmamıştı. Meşrutiyeti müteakip Taninde yazdığım şiddetli
makalelerden biri de Murat Beyin aleyhinde idi. Bugün, türlü türlü hayat
tecrübelerinden sonra bu vak’ayı hatırladığım zaman belki de biraz haksız idim,
belki de Murat Beyin lehinde muhaffif sebepler vardı, diyorum. Fakat gençlik,
meseleleri tek bir bakımdan görüyor, evet, hayır tarzında kat’î bir hüküm
vererek ânâtı düşünmüyor.
Murat Beyin mücadeleyi yarı yolda bırakması nekadar fena bir tesir husule
getirmişse Ahmet Rızanın Saray tarafından vukua gelen bütün tekliflere,
davetlere, vaitlere ehemmiyet vermiyerek hürriyet lehindeki neşriyatına devam
etmesi de kendisini bizim nazarımızda alelâde fanî insanların üstüne
çıkarmıştı. Meşrutiyetten sonra, Ahmet Rıza., bir büyük emlâk ve akar sahibi
gibi, hep mazide biriktirmiş olduğu bu sermayeyi yedi, yedi, fakat okadar çoktu
ki bitiremedi. Seyahatte bulunduğum için, cenazesine gidememek bana ayrıca bir
acı teşkil etmiştir.
Kemal Beyin kitapları, arada sırada elimize geçen hürriyet propaganda
risaleleri bize fransızca eserleri ihmal ettiremiyorlardı. Okuduğumuz
şeyleri
anladıkça okumak hevesi de artıyordu. Bu bir susuzluk idi ki teskin edilmek
istendikçe daha ziyadeleşiyordu. Artık Fransız edebî hareketini, pek nakıs
olmakla beraber, takip edebilecek bir hale gelmiştik. «Les annales politiques
et litteraires» mecmuası bu noktada bizim için pek faydalı oluyordu.
Zannederim, o sıralarda idi, Sarah Bernhardt Istanbula geldi. Bu Şuayp ile
bana büyük bir dert teşkil etti. Sarah Bernhardt’i görmek isterdik. Fakat
nasıl? Sarah Bernhardt Beyoğlundaki tiyatroda oynuyordu. Geceleyin beni ailem
Aksaraydan Beyoğlu na yalnız tiyatroya yollamazdı. Şuaybın babası olmadığı için
o hareketlerinde daha serbestti.
Fakat benim için evden izin koparmak kabil olsa bile ikimize birer «paradi»
bileti almak seksen kuruşa bakardı, ikimiz de ceplerimizdeki parayı
birleştirdik. Kırk beş kuruş tuttu. Kur’a çektik, Şuayp kazandı. Kırk kuruş ile
bilet alacak, yirmi para gidip gelme köprüye verecekti. Üst tarafı da hafta
basma kadar ikimize cep harçlığı olacaktı. Şuayp, kâğıt fenerinin mumunu
tazeledi. Sultanselimdeki tenha ve karanlık sokaklardan yola çıktı, Tepebaşma
kadar yürüdü, Sarah Bernhardt’ın La dame aux Cameli as’smı gördü ve gece
yarısında, gene aynı yollardan, Sultanselimin sokaklarında uyuyan köpekleri
çiğni yerek evine yayan döndü.
Ertesi sabah merak ve heyecan ile onu mektepte bekliyordum. Bana Sarah
Bernhardt’ı uzun uzun an
lattı. Yüzünü, oyununu bütün tafsilâtı ile. Talih bana acımış olacak ki
Sultanhamammdan tesadüfen geçerken açık araba içinde Sarah Bernhaıdt’a ras
geldim. Orası eskiden pek dar idi. Arabalar ekseriya sıkışır beklerlerdi. Aynı
hal Sarah Bernhardt’m başına da gelmişti. Onu görür görmez, resimlerinden,
derhal tanıdım. Durarak, rahat rahat büyük san’at kârı seyrettim.
Şu adi, ehemmiyetsiz tafsilâtı ihtimalki pek fazla bulanlar olacaktır.
Bunlar da bir hatıra mı? denilebilir. Fakat benim için okadar derin bir hatıra
ki aradan otuz beş seneden fazla bir zaman geçtiği halde, Sarah Bernhardt sarı
saçlarile hâlâ arabanın içindeki gibi gözlerimin önündedir. Sonra bu meşhur
aktrisi, locada oturarak, La Dame aux Camelias oynarken ben de gördüm. «J’ai
chaud» diyen ateşli sesi hâlâ kulağımda. Fakat küçük, âciz, mahrum bir talebe
iken onu uzaktan, sokakta görmenin verdiği haz ve saadetin hatırasına hiç
benzemiyor. Gençlik güzel ve yüksek şeylere, san’ate okadar meftun ve ona temas
eden en adi teferruata bile okadar hürmetkar ki...
idadinin üçüncü sınıfında başımdan ufak, hissî bir macera geçti. Buna
«macera» demek bile doğru değil. Çünkü cereyan etmiş, vukua gelmiş hiçbir şey
yok. Fakat bu küçük hissî hâdise sonra «Hayal içinde» romanımın mevzuunu teşkil
etti. Bu romandan bahsetmek sırası gelince, onu anlatırım.
İdadinin dördüncü sınıfına geçtiğimiz vakit, edebiyat hocası olarak İsmail
Safa Beyi tanıdık. İsmail Safa Beyin adeta resmî lâkabı «şairi maderzat» idi. 0
devirde her şairin böyle bir unvanı olurdu. Kim tevcih ederdi, bilmem. Fakat
İsmail Safa Beyin gazete^ lerde ismi geçerken mutlaka kendisine şairi maderzat
unvanı verilecekti. Faraza Mehmet Celâl Beyden de «şairi şirinmakal» demeden
bahsetmek adeta bir günah teşkil ederdi. Galiba Safa Beye bu rütbeyi Muallim
Naci tevcih etmişti.
Safa Bey idadî mektebinde hocamız, sonra aziz bir dostumuz oldu. Sarı
sakalı, zayıf bir vücudu vardı. Pek güzel olmamakla beraber pek sempatik bir
adamdı. Sonra, kendisini yakından tanıdıkça ahlâkının temizliği onu bize daha
çok sevdirmişti. Safa Bey bize nazmı ve şiiri sevdirmek için epeyce uğraştı. Ha
midin Makberinden ve sair eserlerinden bir hayli parçalar ezberletti.
Sınıfımızda bunları güzelce ezberli yenelr oldu, fakat maatteessüf, şair
yetişmedi.
Muallim Nacinin vefatı bu tarihe tesadüf eder. İyi hatırlıyorum, bir gün
İsmail Safa Bey derse geldiği zaman pek müteessir idi. Naci Efendinin öldüğünü
bize haber verdi ve şu beytin vefatına tarih teşkil ettiğini söyledi:
Geldi bir devrei matem şi’re Irtihal etti muallim Naci
Ne lüzumsuz şeyler insanın aklında kalıyor!
İsmail Safa Beyden bahsederken ona ait bir hikâyeyi kaydetmek isterim.
Tahsilimizi bitirdikten sonra dost sıfatile tanıştığımız sıralarda bir gün
Tevfik Fikretin evinde kendisi nakletmişti.
İsmail Safa Beyin mahallesine yeni bir komşu taşınır. Safa Bey bu zatın
kendisinin babasının dostlarından olduğunu biliyormuş. Hem de komşu. Bir
ziyaret lâzım. Mevsim de Ramazan. Gayet iyi bir fırsat. Şairi maderzat, iftara
beş dakika kala komşunun kapısını çalar. Buyurun diye karşılarlar. Başka
misafirler de varmış. İftar sofrasının başına götürürler. Safa Bey sofraya
oturur, ev sahibile selâmlaşır amma hiç kimseden bir güler yüz görmez. Buna
okadar ehemmiyet vermezse de ev sahibinin, hiç aşinalık eseri göstermemesi ve
kendisile hiç meşgul olmaması canını sıkar. Ne ettim de geldim diye içinden
kendi kendisini yemeğe başlar. Ortadaki sbğukluğu izale için bir lâkırdı zemini
bulmağa uğraşır. Fakat okadar sıkılmış, sinirlenmiş ki oldukça zarif konuşan
zavallı şair bir türlü bir şey bulup söyliyemez. Her geçen saniye kocaman bir
taş ağırlığı ile kalbinin üzerine basmağa başlar. Çekilip gitmek de kabil
değil.
Bu azap içinde iken, ev sahibi uşaktan bir su ister. İsmail Safa Bey bunu
hemen muhavere için bir fırsat olarak yakalamayı düşünür. Büyük bir nezaketle
bir temenna ederek:
— Allah afiyetler versin efendim! demek için ağzını açar. Fakat, aman
yarabbi, kulakları ne işitiyor? Ev sahibine bu nezaketli temenna
dan sonra:
— Allah akıllar versin efendim!
demez mi? İsmail Safa Beyin şaşırarak söylediği bu sözler, bütün sofra
halkile beraber ev sahibini de şaşırtır. Zavallı şair felâket içinde kendisini
toplar, mutat zarafetini bulur ve birdenbire kararını vererek:
— Efendim, der, düşündüğümü ifade
için bana yâr olmıyan bir ağzı, müsaadenizle bendeniz de nimetlerinizden mahrum
bırakayım!
Bunları söyler söylemez, sofradan fırlar, etrafına bakmadan odadan ve evden
kaçar.
Bu hikâyeye hem kendisi gülüyor, hem Fikretle ben kahkahalar savuruyorduk.
Kim bilir o çıktıktan sonra iftar sofrasında neler konuşulmuştur!
Matbuat âlemindeki uzun hizmetleri, temiz ahlâkı ile kendisini tanıtmış
olan Selânikli Tevfik Efendi de hocalarımızdan idi. Bize tarih okuturdu. O da
meşhur dalgınlardandı. Ders verirken sınıfta inzibat bozulmuyorsa bu sırf bizim
ona karşı beslediğimiz hürmetten ileri gelirdi. Bir gün, dershaneye girdiğimiz
vakit, sınıf defterine bakmak için, mubassırsızlıktan istifade ederek, hoca
kürsüsünün etrafına toplanmıştık. Birdenbire içeriye Selânikli Tevfik Efendi
girdi. Herkes yerine kaçıştı. Fakat hoca kürsüsünün önünde, ayakta bir talebe
kaldı. Bu, Aynîzade Hasan Tahsin idi. Parmağını kürsünün budağına sokmuş,
çekmek isterken parmağı şişerek çıkmamıştı. Selânikli Tevfik Efendi, burnunun
dibinde ayakta dikilen bu talebesini
görmedi mi, gördü, bunda gayritabiî bir hal bulmadı ini? Hiç ses
çıkarmadan, mutadı veçhile ön sıradaki talebeden birini göz hapsine alarak, hep
onun yüzüne bakarak, gözlerini çevirmeden takririne devam etti durdu. Hocaya
bir kere böyle yakalandıktan sonra baş çevirmek ayıp olacağı için, tarih dersi
arasında roman okumak istiyenler daha bidayette gözlerini yere indirirler ve bu
takrir duşundan kurtulurlardı.
Selânikli Tevfik Efendi hocalığında ve gazeteciliğinde ömrünün sonuna kadar
bu mahrumiyet ve tevazu içinde devam etti, durdu. Sonraları, artık çalışamaz
bir hale gelmişti. Zannederim, hocalıktan da çıkarmışlardı. O zamanlar Tanin
intişar ediyordu. Maziye hürmet hissile, Taninde sermuharrirlik kabul etmesini
rica ettim. Yarım bir ateh başlamıştı. Fakat hâlâ yazıyor, hâlâ vazife hissini
unutmuyordu. Yalnız, geç vakit matbaadan çıkarken, türkçe ve fransızca bütün
gazeteleri koca bir paket halinde koltuğunda taşımak merakına uğramıştı. Hâlâ
gözü okumakta, çalışmakta idi. Bu hal Mulıiddin ile Babanzade Şükrünün
istihzalarını davet ediyordu. Eğleniyorlardı. Gençlik insafsız oluyor.
Fransızca hocamız canlı bir harabeden ibaret kalmıştı. Monsieur De Vares
ismini taşıyan, memleketinde barınamıyarak yabancı bir ülkede, yapayalnız
hayatının son günlerini ısındırmağa uğraşan bu zavallı ihtiyar, sınıfında
uyuklar, dururdu. Bir kelime türkçe bilmezdi. Biz de bir tek cümle fransızca
söyliyemez dik. Hiçbir istifade temin etmeden seneyi kaybettik.
Benim elimde fransızca kitaplar görmüş, meraklı olduğumu anlamıştı. Okumak
için bana kitap vereceğini vadetti. Bir hafta sonra, gazetelerden tefrika
halinde kesilerek toplanmış bir eser getirdi. Baktım. Emile Richebourg’m La
füle maudite’i. Merdut kız diye türkçeye bile tercüme edilmişti. Yüzümü
buruşturdum. Artık böyle yazıları okumıyacak kadar yükselmiştim. Hocaya bir şey
de söyliyemiyordum. Yalnız, düşüne düşüne, kendimi sika sika:
— Emile Zola nasıl? Onun
kitapları fena mıdır? diye fransızca sordum. Bana tek bir kelime ile cevap
verdi:
— Cochonî
Emil Zolayı böyle istihfaf etmesi üzerine bizim fransızca hocasına
numarasını vermiştik. Fransız edebiyatını biz ondan ziyade anlıyorduk!
Mektebi Mülkiyede...
Dördüncü sene ile idadî tahsilimiz nihayete eriyordu. Hep Mektebi Mülkiyeye
geçmeğe hazırlanıyorduk. Fakat o sene ilk defa olarak, Mektebi Mülkiye için
müsabaka usulü çıkarıldı. Yalnız kırk talebe kabul edilecekti. Bu karar benim
edebî ve siyasî hayatım üzerinde bilvasıta büyük bir tesir icra etmiştir.
Müsabaka imtihanı hiçbirimizin, ve bilhassa tembel arkadaşların, hoşumuza
gitmedi. Mektebi Mülkiye binası içindeki idadî talebesinden de bundan memnun
olmıyanlar çoktu. İki mektep talebesi arasında gizli müzakereler cereyan etti.
Nihayet müsabaka imtihanına iştirak etmemeğe karar verdik. Ahdettik. Şaşılacak
şey, Abdülhamit devrinde bu karar bir gün tatbik ve icra bile edildi. Böyle bir
isyan tertibinin Saray nazrında nekadar müthiş bir cinayet teşkil edeceğini biz
tahmin edemezdik. Fakat nasıl oldu da Saray bu işe büyük bir ehemmiyet vermedi,
bilmem.
Müsabaka günü hepimiz Mektebi Mülkiye civarına dökülmüştük. Köse baslarında
talebeden kolcular,gözcüler vardı. Geleni çeviriyorlardı. Divanyolu ayakta
dolaşan iki idadî talebesile dolmuştu. 0 gün zabıta muvakkat tevkif at yaptı.
Fakat kimse imtihana girmedi. Ertesi günü, şiddetli bir yağmur yağdı.
Sokaklarda dolaşmak kabil değildi. Mektebe gittik ve imtihana girdik!
O zaman Sarayın ehemmiyet vermediği bn hâdise Sarayın hatırından
çıkmamıştı. Uç sene sonra Mektebi Mülkiye tahsilimizi bitirdiğimiz vakit,
mektepten birincilik, ikincilik ile çıkanları kâtip olarak mabeyne almadılar.
Halbuki bize gelinceye kadar her sene birinci ve İkinciler mabeyn kâtipliğine
alınırlardı. Bizden üç sene sonra çıkanlara kadar bu aforoz devanı etti.
Zihinleri bozulmuş talebenin arkası kesildiğine emniyet gelince tekrar Mektebi
Mülkiye birinci ve İkincilerinin mabeyne alınması usulü iade olundu.
işte bunun içindir ki Mektebi Mülkiyeyi bitirdikten sonra mabeyne gitmedim.
Gitmiş olsaydım, hayatını büsbütün başkalaşacaktı.
Müsabaka imtihanı Şuayp ile sınıf arkadaşlığımıza hatime çekti.
Çok zeki bir talebe okluğu halde müsabakada kazanamamıştı. Hukuk mektebine
yazıldı. Bir bildik vasıtasile Orman, maadin ve ziraat nezareti kalemlerinden
birine yüz elli kuruş maaşla girdi, ilk eline geçen para ile de bana Zolanın
Rugon Macquart külliyatından kütüphanemizde eksik olan ciltleri hediye etti.
Mektebi Mülkiyede fransızca hocamız Mösyö Lescant isminde bir fransız idi.
Kendisinden istifade
kabil olabilecekti. Fakat fransızca talısil itibarile sınıfımız okadar
karışık idi ki hâlâ kıraat yapıyor, hâlâ gramerin birinci senesile meşgul
oluyorduk. Ma arnafih, hocam lügatte bulamadığım kelimelerin manasını anlamak
hususunda işime yarıyordu. Okuduğum romanlarda tesadüf ettiğim böyle kelimeleri
defterime yazar, ders günü gelince hocaya sorardım. Bunlar ekseriya argot
lügatlerdi. Bir gün defterimi açtım, bilmediğim bu kelimelerden birinin
manasını sordum. Mösyö Leseant ciddî bir tavırla kısaca:
— Une femme de mauvaise
condition, dedi. Arkasından ikinci kelimeyi sordum.
— La meme chose!
Bu cevap daha kuru, daha kesik bir sesle verilmişti. Biraz sıkıldım amma,
daha sonraki lügati ben gene sordum. Hoca kızdı.
—Simdi sizi sınıftan dışarı, atarım! dedi.
Beni mahsus yapıyor zannetmişti. Artık bundan sonra lügat sormakta
ihtiyatlı davranmağa başlamıştım.
Şuayp ile aynı sınıfta arkadaşlık edememekle beraber dostluğumuz hiç
gevşemem işti. Her cuma, cepleri gazete ve kitap ile dolu, bana gelirdi, bütün
lâkırdılarımızın esasını haftanın fransızca neşriyatı teşkil ederdi.
0 sıralarda Babıâli caddesinde ikinci bir Fransız kütüphanesi daha
açılmıştı. Bunun içinde iki genç ermeni ateşli bir komitacı ruhile
çalışıyorlardı. îç lerinden biri Babikyan idi. Şimdi o da matbuat âleminden
uzaklaşmış. İstiklâl caddesinde antika eşya satıyor. 0 vakitki en kıymettar
eşyası, bize gizli gizli teronı ettiği fransız gazeteleri idi. Abdülhamit
idaresi nazarında ecnebi gazetelerinin hemen kâffesi bir düşman idi. Bunları
okumak, bir cürüm vücuda getirirdi. Fakat ecnebi postalarının mevcudiyeti
Sarayın bütün takayyütlerini hükümsüz bırakıyordu. Posta haneler tarassut
altında tutulurdu. Fakat memnu kitap ve gazete ısmarlıyanlar doğrudan doğruya
ecnebi postahaneleıinden almazlardı. Araya bir ecnebi, yahut, konsolato
karışır, ondan sonra gizlice Türkiye dahiline dağılırdı. Bu noktai nazardan
ecnebi postalarının memlekete büyük hizmeti olmuştur. Onlar olmasaydı memlekete
hiçbir hakikat nuru, hiçbir hürriyet havası giremezdi.
Biz Temps gazetelerini muntazaman alıyorduk. Genç Türklerin Avrtıpadaki
propaganda neşriyatını da Şuayp, Samatya tarafındaki esrarengiz evden geceleri
gidip alırdı. Bu itibar ile işimiz gayet yolunda idi.
Şuaybnı hayrete şayan bir çalışma tarzı vardı. Bir kere, bu gazetelerin
hepsini biriktirirdi. Mühim bulduğu makalelerin altını çizer, kenarlarına
işaretler yapardı. Bir cep defteri vardı. Oraya bunları işaret eder, sınıf
sınıf ayırırdı. Sonra, mühim bulduğu parçaları başka bir deftere ya aynen ya
hulâsatan tercüme ederdi. O surette ki okuduğumuz yazılardan kıymetli bir şeyin
unutulmasına imkân yoktu. Onun böyle doldurulmuş müteaddit not defterleri
birikmişti. Seneler geçtikten sonra bile onlardan istifade edebiliyorduk.
Şuayp ile cunıa günlerinin en hararetli musahabelerinden birini de Avrupaya
kaçmak mevzuu teşkil ederdi. «Gitmek» değil «kaçmak» diyorum. Çünkü Saray
idaresi nazarında Avrupaya gitmek bir cürüm idi. Türkler için memnu idi.
Avrupaya gidilmez, gizlice kaçılırdı. Parise gidebilmek, tiyatrolarını,
kütüphanelerini dolaşmak, istediğimiz gazete ve kitapları doya doya okumak, o
medenî ve hür memlekette yaşamak, vatanda hürriyeti tesis için mücadele
edenlerle birlikte bulunmak... Bunlar ne içimizi yakan arzulardı!
Kaçmak... Belki bir çaresi bulunurdu. Fakat orada ne ile yaşayacaktık? İşte
halledemediğimiz nokta bu idi. Ne olursa olsun, diye bütün bütün meç hulât
içine atılmak onun da, benim de dimağımızın teşekkülâtı ile telif kabul etmez
bir hareket idi. Parise kaçamadık. Fakat İstanbulini tenha ve hücra köşelerinde
en sönük bir hayata zincirlerle bağlı iken, hayalen hep Pariste yaşadık.
Parisin sokak isimleri bile meçhulümüz değildi. Kulis dedikodularından bahseden
hususî gazetelerden artist hayatlarının küçük teferruatına varıncaya kadar her
şeyi takip ediyorduk. Hakikaten Istanbulda değil, Pariste yaşıyorduk.
İstediğimiz kitapları alabilmek için para yetiştirmek büyük bir mesele
teşkil ediyordu. Babam bana iki lira aylık veriyordu. Şuaybm Orman ve Maadin ve
Ziraat Nezaretinden aldığı para da yüz elli kuruştan ibaretti. Kitapların
ucuzluğuna rağmen, bütçemiz pek dardı. Ben bunu genişletmek yolunu buldum.
Kitapçı Karabet Saray için roman tercüme ettiriyordu. Fransızca say ifasına
kırk para veriyordu. Bu tercümelere başladım.
Abdülhamidin cinaî romanlara pek merakı vardı. Geceleri yatağa yatar,
birisi roman okur, bunları dinliye dinliye uykuya dalar, derlerdi. Herhalde mabeyn
mütercimlerinin tercüme işine yetişemedikleri, kitapçı Karabetin de ayrıca
tercüme yaptırarak Saraya takdim etmesile sabittir. Karabetin tercümeleri gayet
kalın kamış kalemle küçük mektupluk yaldızlı kâğıtlara yazılır, Saraya
gönderilirdi. Karabetin ucuz mütercimlerinden başka güzel yazılı ucuz mübeyyiz
leü de vardı. Bizim tercümeleri onlara beyaz ettirirdi.
Tercüme olunan cinaî romanlardaki aşk tafsilâtı hulâsa edilir, bütün
ehemmiyet cinayet tafsilâtına, zabıta vak’alarına, hafiyeler taharriyatma
verilirdi. Karabete bu romanlardan tercüme etmeğe başlamadan evvel Şuayp ile
uzun uzun düşünerek ahlâkî ve vatanî bir meseleyi halletmek mecburiyetinde kaldık.
Abdülhamit için roman tercüme etmekle acaba bir hamiyetsizlik etmiş oluyor
mıydık? Acaba bu bir ahlâksızlık mı idi?
Şu endişeyi bugünkü gençler anlıyamazlar. Hatta, korkarım ki, gülünç bile
bulurlar. Fakat Abdülhamit zamanında yaşıyan, Sarayın mutlak hâkimiyeti, zulüm
ve kahrı altında Hürriyet ve Yatan aşkını taşıyan gençlik için bundan tabiî bir
şey olamazdı. Saraya temas eden her şeyden nefret ederdik. En büyük ahlâksızlık
Saraya jurnal vermek, Abdülhamidin saltanatını kuvvetlendirmek, Saraya devam etmek,
Saray adamı olmaktı. Jurnalcilik etmemek iyi adam olmak için kâfi bir
meziyetti. Padişaha dalkavukluk, padişah dolayısile etrafındakilere ve onların
da bendelerine tabasbus okadar taammüm etmişti ki temiz gençlik bir veba
mikrobu gibi bunlardan kaçardı. Fakat bu «temiz» lerin miktarı acaba nekadardı?
Ne ehemmiyeti var, bir tane olsa, kâfi!
Nihayet, muhakeme ede ede, Karabet hesabına Saray için roman tercüme
etmekte ahlâkî ve vatanî bir mahzur görmedik. Bunu yapmakla Abdülhamidin
saltanatını takviye etmiş olmuyorduk. Saraya gidip boyun iğmiyorduk.
Çalışıyorduk ve çalışmamızla meydana çıkan mahsulü satıyorduk. Bunu kim isterse
satmalabilirdi.
işte bu karar ile vicdanımızı tatmin ettikten sonra, tercümelere başladım.
Karabetten pek zor para alınabilmekle beraber herhalde elimiz epeyce
genişlemişti. Günde 011 beş yirmi sayıfa tercüme yapmak pek kabildi. Fakat
maalesef devamlı iş yoktu.
Eh büyük arzularımdan biri Larousse’un on yedi ciltlik büyük
ansiklopedisini tedarik edebilmekti. Ona malik olursam dünyanın en zengin
kütüphanesine sahip olmuş kadar memnuniyet duyacaktım. Kitapçı Karabet ile
uyuştum. 0 kefil oldu. Ansiklopedi geldi. Baybilhavz mücellithanesine
ciltlettim. Hepsi bana otuz beş liraya maloldu. Bu borcumu ödemek için Karabete
üç bin beş yüz sayfa cinaî roman tercüme ettim! Bundan başka, diğer kitaplara
verdiğimiz paralara mukabil yaptığım tercümeler de hesap edilirse otuz ciltten
fazla kitap yazmışım demek oluyor. Ne ziyan olmuş bir emek.. Fakat biz bundan
memnun idik.
Matbuat hayatında ilk adım
Artık Mektebi Mülkiye tahsili nihayete ermek üzere idi. Şehadetname almaya
altı ay kalmıştı. Yaşını da yirmiyi bulmuştu, istikbal düşünceleri, ha }rat
mücadelesi zihnimizi işgal etmeye başlamıştı. Arkadaşlardan çoğu vali maiyetine
gitmek, kaymakam olmak yolunu tutacaklardı. Ben matbuat hayatını düşünüyordum.
O sırada matbuat hayatına atılmak için bir fırsat zuhur etti.
Kitapçı Karabet «Mektep» isminde haftalık bir risale neşrediyordu. Hemen
hemen bedavaya tutulan muharrirlerle bu kabil risaleler hiç rağbet bulmazlar,
sönüp giderlerdi. O tarihlerde Hazinei fünun, Maarif gibi birtakım haftalık
mecmualar daha intişar ediyordu. Kitapçı Karabet kendi tahrir heyetile nyuşa
mamış, «Mektep» gazetesinin intişarı sekteye uğramıştı. Karabet ile de
tercümeler dolayısile ahbaplığımız ilerlemişti. Mektep risalesini biz çıkarsak
nasıl olurdu?
Karabet Kayserili bir Ermeni idi. Fakat bir kelime ermenice bilmezdi.
Dükkânı şimdiki Kanaat kütüphanesinin yerinde idi. Kara sakallı, zeki gözleri
ile cevval, müteşebbis bir adamdı. Herhalde, hiçten başlıyarak, çalışması ve
kurnazlığı sayesinde kendisine bir mevki yapmıştı. Genç istidatlara, muntazam
çalışmaya hürmeti vardı. Maamafih, bu hürmet, onlara mümkün olduğu kadar az
para vermesine bir mâni teşkil etmezdi.
Henüz mektep talebesi olduğumuz için «Mektep» risalesini doğrudan doğruya
bize veremiyordu. Arada başka biri lâzımdı. Bu isi de idadî mektebinde
fransızca hocamız olan Baki Bey gördü. Karabetten risaleyi o aldı, bedava
çalışmaya biz başladık.
«Biz» tâbiri içinde kimler vardı? Mektebi Mül kiyenin son sınıfında
birleşmiş arkadaşlarla Şuayp. Bu arkadaşlar başlıca Aynîzade Hasan Tahsin, Ca
vit, Kâni idi. Hepimiz aynı kafiyede birer namı müs tear bulduk: Hakî, Namî,
ilâh. Benim kullandığım müstear ad Hakî idi.
Üzene bezene Mektep risalesini çıkardık. Maalesef kendi yazılarımı
toplamamak gibi fena bir âdetim var. Şimdi bile kütüphanemde kendi
kitaplarımdan hiçbiri yoktur. Nadideyi merak ederk bir nüshasını ele geçirmek
için son senelerde uğraştım durdum. Nihayet tesadüfen Libıairie mondiale
kütüphanesinde memurluk eden bir küçük hanım Nadidenin kendisinde bulunduğunu
söyliyerek onu lütfen bana verdi. «Mektep» kolleksiyonu olsaydı o zamanki
neşriyatımız hakkında karilerime şimdi daha iyi bir fikir verebilirdim. Fakat
yoktur.
Herhalde şurasını iyice hatırlıyorum ki Mektep risalesinin münderecatı
gayet malûmatfüruşane, taf rafüruşane, balâpervazane idi. İyi hazım olunmamış,
ağır ciddî bahislerle dolu idi. Elimdeki büyük hâzineden, Larousse
ansiklopedisinden Hint, Çin felsefelerine dair tercümeler yapıyordum! Bunları
okuyan var mı idi? bilmem. Fakat o zaman bizim anladığımıza göre, risale bizim
muhitimizde iyi bir tesir yapıyordu. Ciddî, esaslı bir mecmua gibi telâkki
olunuyordu. Herhalde, yenilik, bir başkalık arzediyordu ki etraftaki sair neşriyatın
husumetini uyandırıyordu.
Bu yenilik hususunda Cenap Şehabeddinin şiirleri en çok müessir olmuştur.
Cenap Şehabeddinin o zamana kadar yalnız ismini isitmistim. Kardeşim Hü şeyin
Suadin arkadaşı idi. Ben şiire nekadar bigâne isem Suat da şiire okadar
düşkündü.
Ben daha küçük bir çocuk iken onun, arkadaş larile şiire dair konuşmalarını
dinler, bir şey anlamazdım. Cenap Şehabeddinin Nusret isminde bir küçük kardeşi
vardı. Suadın en iyi arkadaşlarından idi. Topçu mektebine gittiği için
kendisine kısaca topçu derlerdi. Semtleri Dırağmanda idi. Şair Şeyh Yasfi
Efendi de o mahallede idi. Mubahaseleri arasında bu isimleri, Muallim Naci
ismini işitip dururdum. Bu .münasebetle Cenap hakkında da kulak dolgunluğum
vardı.
Biz Mektep gazetesini çıkarırken Hüseyin Suat:
— Bende Cenabın şiirleri var,
vereyim de basınız, dedi.
Doğrusu birdenbire pek memnun olmadım. Neden ise, çocukluğumda anlamadan
okuduğum eski divanlar bende şiir hakkında iyi bir fikir bırakmamıştı. İsmail
Safanın ezberlettiği Hâmidin şiirlerini pek sevdiğim halde ezberlemekte
çektiğim sıkıntıdan dolayı onlara da dargındım. Cenabın şiirlerini Suattan
alırken içimden bunları risaleye koymağa hiç niye tim yoktu.
Fakat, Cenabın yazılarına bir göz gezdirince fikrim değişti. Bunlarda, şiir
diye o tarihlerde haftalık gazetelerde gördüğümüz yazılardan bir başkalık vardı.
O zamnlar haftalık mecmualar Andelip, Müste cabîzade İsmet gibi imzalarla
muallim Naci tarzında birtakım manzumeler neşrediyorlardı. Bunlar bana pek adi,
pek iptidaî şeyler gibi görünüyordu. İdadî mektebinin ikinci sınıfından
başlıyarak altı sene devam eden fransızca edebiyat ülfeti bende bütün bütün
başka türlü bir zihniyet husule getirmişti. Elimdeki terazi, tatbik ettiğim
tenkit ölçüsü değişmişti. Bu türkçe eserlerden bir zevk almak kabil olamıyordu.
Halbuki Cenabın şiirleri bir Garp çeşnisile zevki okşuyordu. İfade düzgün,
şekil şarklı, fakat ruh garplı idi. Hattâ sonne şeklile de şarktan ayrılmıştı.
Bunları memnuniyetle Mektebe bastım.
Bizim felsefî, ağır yazılarımız arkadaşımız haftalıkların okadar büyük
itirazlarını davet etmediği halde Cenabın şiirleri kıyamet kopardı. İstihza
etmeğe başladılar. Bununla da kalmıyarak tahkire kalktılar. Bu tenkit tarzı
bizde pek eskidir. Hattâ tenkidin başka türlü olacağı aklımıza sığmamıştır.
Halbuki Paul Bourget’nin Jule Le Maître’ın Sainte Beuve’ün tenkitlerini
gören, Hyppolite Taine’in kalem tecrübelerde beslenen bir ruh için bu muaheze
tarzı nekadar bayağı gelirdi. Düşüncelerdeki, hislerdeki ayrılık adeta bir
düşmanlık hissi doğuruyordu. Eminim ki etrafımızdaki eski tarz muharrirler bizi
bir düşman telâkki ediyorlardı. Bizim nazarımızda da onlar bir düşman idiler.
En çok kimin şiirlerinden hoşlanırsınız? diye mecmuada bir istimzaç yaptık.
Buna gûya karilerden gelmiş gibi, biz kendimiz cvap vererek Cenap Şeha beddinin
şiirlerini birinci derecede beğenilen yazılardan gösterdik. Bittabi bu, daha
ziyade husumet, daha ziyade hücum celbetti, Ihtimalki sonradan mat butta
gördüğüm tecavüzlere nazaran, bu ilk hücumlar haddi zatında pek ehemmiyetsiz
şeylerdi. Fakat yeni olduğu için ağır görünüyordu. Yalnız bunların, üzerimde
bir müşevvik gibi tesir ettiğini hissediyordum, istihzalar, tarizler, tahkirler
adeta acı fakat mukavvi bir ilâç tesirini yapıyordu. Gazetelerde uğradığı
hücumlardan bahsederken: «Her sabah bir kara kurbağa yutarım!» diyen Emil
Zolayı hatırlıyordum.
Matbuat hayatına girmek, itiraza uğramak, onlara cevap vermek... Emil Zola
da böyle tecavüz görmüş, cevaplarını vermiş ve şöhretini tesis etmişti. Emil
Zola derecesine yükselmek hiçbir zaman hayalimin bile yetişemiyeceği bir rüya
idi. Fakat onun yolunda yürümek kalbimi iftihar ile dolduruyor, mücadelede
pervasız davranmak noktasında ona benzemek bile büyük bir hareket görünüyordu.
Gençlik, hiç mevcut olmıyan yerlerde de müşabehetler icat eder ve bunlarla
avunur.
Bir gün, Mektep risalesine bir mektup geldi. Bilmediğimiz bir imza: Mehmet
Rauf. Kendisini tanımadığımız bu mektup sahibi bizim en büyük ruhî bir
dostumuzdu. Yazılarını okuyunca, kendisile uzun senelere!enberi dost imişiz
gibi bir yakınlık duydum. Mektubun münderecatı, Cenap Şehabeddinin şiirleri münasebetile
cereyan eden münakaşalara, uğradığımız hücumlara dair idi. Bunların şiddeti bu
gıyabî dostumuzu coşturmuştu; bize muhabbetlerini bildiriyordu.
Böyle bir iki mektuptan sonra, risalemizin idarehane namı verdiğimiz tek
odasına Mehmet Ranfun kendisi geldi. Bu, tahsilini yeni bitirmiş genç bir balu
riyeli idi. Kısa boylu, inceden ziyade kalınca, pembe pembe yüzlü, miyop gözlü,
pek sevimli bir gençti.
Mehmet Raufun mektuplarında en çok bana çar pan şey üslûbu idi. Bu karışık,
çetin çetrefil bir şeydi. Fakat muallim Naci mektebinin artık bütün bütün
yavanlaşmış klâsik, düzgün ifadesinden çok cazip, çok ruhlu idi. Bunda da,
Cenap Şehabeddinin üslûbun» dan gelen zevke bir benzeyiş vardı. Bu üslûp ta
Avrupai i idi.
Cenap Şelıabeddinin üslûbu ile Mehmet Ra uf un yazdan arasında bir
müşabehet bulmak son derecede garip görünür. Cenap Şehabeddinin her kelimesi
işlenmiştir, yazıları, meşhur tâbir ile, fasihtir. Arapça, acemce kelimeler
tanı yerindedir. Cenap, bu lisanlara ne dereceye kadar vâkıftır, bilmem. Fakat herhalde
türkçe için kâfi gelecek miktardan çok daha fazlasını bilir. Üslûbu tumturaklı
bir kolaylık ile kulakları okşıyarak akar. Halbuki Mehmet Raufun
yazılar] Adeta şimdi düşecekmiş
hissile sizin kalbinizi titreten, sendeliyerek yürüyen ve yürürken öteye beriye
çarpan bir adam hissini verir. Arabi ve farisî kelimeleri kullanırken onlara
kendi bildiği, daha doğrusu kendi bilmediği, gibi tasarruf eder. Fakat bütün
bunlara rağmen, dağlık bir arazide seyahat ederken bazı dönüm yerlerinde
gözlerinizin önünde açılan geniş, güzel manzaralar gibi size cazip yenilikler
ar zeder ve hiç beklenmiyen bu şümullerde sizi celp ve teshir eyler. Cenap
Şehabeddin ile Mehmet Raufun biribirlerine benzemeleri de bu noktadadır, ikisi
de o ana kadar klâsik türkçe nesirde ve nazımda hüküm süren bayağılıktan
basmakalıplıktan, fikir eksikliğinden daha doğrusu fikirsizlikten kurtulmuştur.
İkisinin de söylemek istediği, hissettiği şeyler, yenilikler vardır. Cenap
bunları eski türkçenin bütün inceliklerine, san’atlerine vâkıf, pürüzsüz, zarif
bir lisan ile anlatır. Mehmet Rauf böyle içinden taşan duyguları ifadeye
kabiliyetli, hazır bir aletten mahrumdur. O binbir ıztırab içinde lisanım kendi
yaratır. Yatağını bulmağa çalışan bir nehir gibi tereddütler, çırpıntılar
arasında ilerler. Düzgün değil, canlıdır. Cenaba benzeyişi şekilden ziyade
ruhtan gelir.
Mehmet Rauf ile derhal dost olmak için bu ruhî karabet kâfi geldi. Bugün
kendisi en müthiş, en feci bir hastalığın kurbanı olarak tahammül edilmez ıztı
rablar içinde çırpmıyor. Yaşadığı halde ölmüştür. Şahsiyeti, manevî varlığı
sönmüştür. Maneviyatı Ölen bu bedbaht için maddî ölüm bir nimet teşkil
edecektir. Bu facia karşısında dostluğumuzun şu ilk günlerini hatırlamakta ne
yakıcı elemler var... [1]
O zamanlar sıhhat, neşe, saadet, ümit ve hayat dakikaları idi. Her şey
unutuldu, hayat yürüdü ve .bütün bunlar artık geri dönmez birer hatıra, birer
hiç oldu. Şimdi yalnız bir hakikat var: ölüm. Bütün o ümitler, didinmeler hep
boşmuş...
Halbuki hayata henüz yeni atılmak üzere bulunduğumuz o dakikalarda bütün
ebediyet bizimmîş gibi, hudutsuz emellerimiz, ümitlerimiz vardı.
Mehmet Rauf ta cuma günleri Şuayp ile beraber bana gelmeğe başladı. 0,
bahriyeli olmak münasebe tile İngilizce de biliyordu. 0 da Şuayp ile beni
sarsan edebî ve vatanî hülya ve ümitlerle yaşıyordu. Odamın çıplak duvarım
süsliyen taş basması bir levha
[1] Bu satırlar yazıldığı zaman Rauf ölmemişti.
vardı. Fransada üçüncü Napoleon saltanatının yıkılarak cumhuriyetin, millî
müdafaa hükümetinin tesisini tasvir ediyordu. Birinci plânda da bütün şiddeti
azmi ve galeyanı ile Gambetta göze çarpıyordu. San’at itibarile kıymetsiz olan
bn levha karşısında tapınır gibi, istiğrak dakikaları geçirdiğimiz olurdu.
Raufun bu ihtisasları unutmadığını Hakimiyeti Milliye gazetesinde dört beş sene
evvel yazdığı bir makaleden anladım.
Gençliğinde «bir dostunun evindeki» bu levhadan bahsederken hafiyeler
duysaydı bütün mahalleyi berhava etmeğe kâfi gelirdi diyor.
Cenap Şahabeddiıü de şahsen tanımamıza Mektep risalesi vesile oldu.
Şiirlerinin neşrinden ve bu neşriyat etrafındaki gürültülerden sonra bir gün
idarehanemize o da geldi. Cenap, etrafındakilere, kendisine karşı takdir ve
hayret hissini telkin eden bir cerbeze ve faikiyete malikti. Güzel söz söyler,
söylerken zeki, kıvılcımlı gözleri, hafif hafif kırpışır, çok hareket ederdi.
Müstehzi ve cazip bir hali vardı. Bize akran olamazdı. Bir ağabey mevkünde idi.
Bizden büyük ve bilhassa bize faik insanlara karşı beslediğimiz hürmetle
kendisini dinlerdik.
Mehmet Rauf, bir Halit Ziya Beyden de bahsediyor, hikâyelerine, romnlarına
karşı derin bir takdir eseri gösteriyordu. Halit Ziya Beyi tanımadığımız için
Rauf hayretler içinde idi. Herhalde bizim Fransız eserlerinden başka kitaplarda
bir hayat hak
kı görmemekliğimiz ihtimalki kulağımıza çarpan Halit Ziya ismine o güne
kadar lakayt kalmamızı intaç etmiş olacaktı.
Rauf, yalnız Mektep risalesinin neşriyatını teşci ile kalmadı. 0 da bazı
şeyler yazmağa başladı. Fakat, bu neşriyat uzun bir müddet devam edemedi.
Karabet ile aramızda vasıta olan Baki Bey yüzünden bir mesele çıktı. Baki Bey
dindarlığın bütün dar mana sile mutaassıp, sofu bir adamdı. Bu devir için bir
müstehase addedilebilirdi. Cenabın sinirlerine dokunmuştu. Bir gün Rauf bana
geldi:
— Cenap fena halde kızmış, dedi.
Baki Bey işin başında bulundukça yazı yazmiyacağmı söylüyor.
Cenap feda edilemezdi. Baki Beye ultimatum verdik, dediğimizi
yaptıramadığımız için mecmuayı hep bıraktık, çekildik. Ertesi hafta «Mektep»
Cenap Şalıabeddinin idaresi altında muntazaman intişar etti! Cenabın kabiliyet ve
iktidarına okadar hayran ve meftun idik ki kızmadık. Bundan şn faydamız oldu ki
ilk hevesle okadar sevdiğimiz risalemizi kendi elimizle gömmek felâketini
görmedik. Hiç olmazsa bizim elimizde iken top atmadı.
Kalem hayatı
Mektebi Mülkiyeyi bitirmiştik. Müsabaka imtihanına girmemek için ittifak
etmek dolayısile mimlenmiş olduğumuzdan bizleri Mabeyn kâtipliğine almadılar.
Kitabeti resmiye hocamız Menemenlizade Tabir Beydi. Tahir Bey de o zamanın
üdebasından idi. Fakat biz kendisine okumadığımız şiirlerinden ziyade ciddiyeti
için hürmet ve takdir hissi beslerdik. Maarif nezareti mektubî kalemi müdürü
idi. Aynîza de Hasan Tahsin ile beni maarife aldı. Mektebi Mülkiye mezunlarına
kanunun tahsis etmiş olduğu iki yüz elli kuruş maaş ile Maarif nezareti
çelilesi mektubî kalemine onun sayesinde çırağ buyuruldum!
O zaman için, Menemenlizade
Tahir Beyin bu kadirşinaslığı adeta bir lütuf teşkil ediyordu. Babıâ liye
yerleşmek istiyen arkadaşlardan birine ancak on kuruş maaş tahsis buyurulmuştu!
Maarif mektubî kalemi benim için âlâ bir kıraathane teşkil etti. Yapılacak
iş az, vakit çoktu. Bu boş vakitleri kitap okumakla geçiriyordum. Kaleme en son
girdiğim için bana ta kapının yanında küçük bir masa vermişlerdi. Koca oda bir
sürü kâtip ile dolu
içli. Mübeyyiz olsun, müsevvit olsun, adam başına günde beşer onar satırlık
dört beş kâğıt yazmaktan başka bir iş düşmezdi. Bunu çok ağır, tahammülfersa
bulanlar da vardı. Hele müsevvitlerden Aziz Bey hiç gözümün önünden gitmez.
Kalemin en teşrifatperest, en nazik ve çelebi kâtiplerinden biri idi.
İstanbulininin düğmelerini çözük gören pek nadirdi. Bir müsvedde yazacağı zaman
kâğıdı dizinin üzerine dayar, kalemi eline alır, bir hafız gibi sallanır
dururdu. «Derkâr», «aşikâr» gibi kelimelere bir kafiye aradığı şüphesiz idi. Bu
istediği kafiyeyi sallana sallana bulduktan sonra bir iki satır daha yazar ve
tekrar bir sallanma faslı daha geçirirdi.
Kalemde kimse ile ihtilât etmiyordum. Yarım saat sürmiyen resmî meşgalem
bittikten sonra kitabımı, gazetemi açardım. Benim bu halim aıkadaşlarca
iptidaları azametime hamlolunmuş, fransızca kitaplar da bir gösteriş telâkki
edilmiş, eğlenmişler durmuşlar. Sonra buzlar çözüldüğü zaman anlatıyorlardı.
Kâtipler kalemde eskidikçe, masaların yerleri değişir, bir adım daha yukarı
doğru, müdür istikametinde, ilerledi. Bu, âdetti. Benden sonra birkaç mün halde
benim de masam böyle kımıldamıştı. Bütün bu hareketler kalem için ne büyük bir
hâdise teşkil ederdi. İtirazlar, heyecanlar, ihtiraslar uyanır, şikâyetler
yükselirdi. Kalemde ne zaman böyle bir teşrifat kavgası çıksa, benim masamı
biraz aşağıya doğru kımıldatarak işi halletmek yolunu bulmuşlardı. Galiba böyle
bir şeye aldırmıyacağımı hiç şikâyet etmediğime bakarak keşfetmişlerdi.
Kalemin en büyük hâdiselerinden birini de «münhal» meselesi teşkil ederdi.
Maarif mektubî kaleminden birinin terfian bir tarafa gitmesi ihtimali ender
olarak tahakkuk ettiği için münhal vukuu ancak ihtiyarlardan birinin ahirete
gitmesi ile kabil idi. Kalemde çok eskimiş ihtiyarların vefat etmemesi onlar için
adeta bir kabahat teşkil ederdi.
Nekadar da çok yaşıyor diye bazılarına kızdıklarını hatırlarım. Bunlardan
birinin ağırca hastalandığı şayi olunca kalemde fısıltılar, dertleşmeler ve
kıpraşmalar başlardı. Artık kapı kapı dolaşarak etek öpmek, tavsiyeler tedarik
etmek sırası gelirdi. Kalemde kâtipler arasında hiçbir zaman dostluk hissi
hüküm sürmezdi. Fakat böyle buhran zamanında herkes birbirine düşman kesilirdi.
Kim bilir, belki öteki daha kuvvetli yerden bir tavsiye bulacak, münhalden
kendisine daha büyük bir hisse koparacaktı! Nihayet adamcağız ölür, kemali
teessürle cenazesine gidilir ve münhal neticesinde maaşın arkada kalanlara ne
suretle tevzi edildiği anlaşılmak için alelâcele kaleme koşuluıdu. Tabiî sukutu
hayaller pek acı olurdu. O zaman, kendilerine fazla fazla para verilenlerin
mükemmel bir tereümei halini arkadaşlarının ağzından dinliyebilirdiniz. Tabiî
bu tafsilât, resmî tercümeihal varakasına geçmiyen cinsten olurdu.
Maarif mektubî kalemindeki arkadaşlar bana çok kızmamış olacaklardır.
Çünkü beş senede maaşım ancak elli kuruş artmıştı. Filhakika, bütün bu patır
dılar, kavgalar, hattâ göz kızarmaları, baş ağrıları beş on kuruş etrafında
cereyan ederdi.
Maarif mektubî kaleminde müdürümüz Mene menlizade Tahir Beyden başka iki
edip daha vardı: Mustafa Reşit Beyle Halil Edip Bey. Birisi birinci mümeyyiz
idi. Halil Edip Bey mültefit tavrı, eski kalem efendilerine mahsus nezaketi,
sünneti şerif dairesinde kesilmiş bıyıkları, devamı ve vazifeşinaslığı ile
kendisine birinci mümeyyizden daha ileride bir mevki yapmıştı. Mustafa Reşit
Bey daha serazat, adeta haylazdı.
Halil Edip Beyle iptidaları aramız iyi idi. Beyaza çekilen kâğıtları
mukabele için yanına beni çağırır, kâğıtları okuturdu. Fakat, Selânikte çıkan
Müta lea risalesine Muallim Naci aleyhinde yazdığım cür’etkârane bir makaleden
sonra aramız fena halde açıldı. Bu çelebi zat kendisinin mukaddesatına taarruz
edilmiş gibi hiddetlendi. Matbuatta bana şiddetli bir mukabelede bulundu. Fakat
sonra gene barıştık amma zannederim ki içinde beslediği nefret pek geçmemiştir.
Naci aleyhindeki bu yazımın sebep olduğu tuhaf bir hikâyeyi de, tarih
sırasını atlıyarak, burada nakletmek isterim.
Menemenlizade Tahir Bey bir ramazan gecesi bizi iftara çağırmıştı, iftarda
bulunanlar arasında
Tevfik Fikret, İsmail Safa ve Mehmet Raufu hatırlıyorum. Yemekten sonra
otururken uşak, Hayret Efendinin geldiğini haber verdi. Bu, meclisi maarif
yahut encümeni teftiş ve muayene azasından, meşhur bir hoca idi. Tabiî, pek
eski kafalı bir şey. Yalnız hoş sohbetliği ile maruftu. Tahir Bey bittabi:
— Buyursunlar, dedi.
Hoca efendi azameti ile içeri girdi. Galiba gözleri de pek iyi görmüyordu.
Kendisine büyük hürmetle yer gösterildi. 0, böyle hürmetlere alışkın Ve bütün
bunlar kendisi hakkında pek tabiî imiş gibi, baş köşeye kuruldu. Ona: Hazret!
diye hitap ediliyordu.
Hazret söze başladı. Tahir Bey bu hoca efendinin mensup olduğu dünya ile
bizlerin temsil ettiğimiz dünya arasındaki farkı ve uçurumu pekâlâ müdrikti.
Hoca Hayret Efendi hazretleri kendisinin kırk sandık dolusu kitabından
bahsettikçe bu sözlerin bizim üzerimizde yapacağı tesiri düşünerek
gülümsüyordu.
Bir aralık İsmail Safa bir azizlik etti:
— Hazret, dedi, şu Hüseyin Cahit
hakkında ne buyurursunuz? Naci merhum için yazdıklarını okudunuz mn?
Hayret hoca birdenbire köpürdü. Beni şahsen tanımıyordu. Karşısında
oturduğumu da aklına getiremezdi.
— Cehil, dedi, iki türlü olur
derler. Birisi cehli basit, diğeri cehli mürekkep. Cehli basit, malûm.
Cehli mürekkep bilmediğini de bilmemektir. Fakat ben bunlara üçüncü bir
cehil daha ilâve edeceğim: cehli mükâp. Bu da bilmemek, bilmediğini bilme» inek
ve başka hiç kimseyi de hiçbir şey bilmez zannetmektir. İşte bu bahsettiğiniz
herif bu cins cahillerden!...
İsmail Safa makaraları salıverdi. Zavallı Menemenlizade sıkıntısından
yerinde duramamağa başladı. Fakat benim yüzümdeki tebessümü görünce rahatlaştı.
Hoca efendiye gene müteşekkirim ki daha fazla bir şey söylemedi.
Servetifünun
Mektebi mülkiyeden 1312 senesinde çıkmıştık. Tevfik Fikretin tahrir
reisliği altında Servetifünunun edebî bir mahiyet alması da o tarihlere tesadüf
eder, Recaizade Ekrem Bey «abes» ile «muktebes» kelimelerini kafiye yapmış.
Eski arap yazısında bunlar ayrı ayrı harflerle nihayetlenen iki kelimedir. Naci
mektebi taraftarlarınca bu, küfür ve ilhat derecesinde vahim bir hareketti.
Haftalık Malûmat risalesinde Ekrem Beye şiddetli hücum etmişlerdi. Ekrem Bey
Mektebi Sultanîde muallim iken kabiliyetine şahit ve hayran olduğu Tevfik
Fikreti Servetifünuna getirmiş, Servetifünun da kafiyenin göz için değil, kulak
için olduğunu ileriye sürerek Malûmatın neşriyatına mukabele etmişti.
Halit Ziya ile Cenap Şehabeddin de zannederim gene Ekrem Beyin teşvikile
Servetifünuna yazmıya başlamışlardı. Bu yeni hareket bende de eski yazı
ihtiyacını tazeliyordu. RÖneka diye küçük bir hikâye yazdım. O sene hava
tebdili için Ayastafanosa gitmiştik. Orada gördüğüm küçük bir kız çocuğuna
taallûk eden bu hikâye Ayastafanos hayatının telkin ettiği yazıların ilkidir.
Hikâyemi, tabiî, Raufa okudum. O bunu Servetifünuna götürmek istedi. Nadide
zamanının balâpervazlığını çoktan kaybetmiştim. Okuduğum fıansızca edebî
eserler bana korku ve tevazu vermişlerdi. Onlara yetişemiyeceğimi görmekten
mütevellit bir ihtiraz ve mahviyet içinde, kendi yazılarımda hiçbir kıymet
tasavvur edemiyordum. Maamafih, içimde gene bir heves vardı. Raufun ısrar»
üzerine dayanamadım. Hikâyemi Servetifünuna götürmesine razı oldum.
Röneka Servetifünunda intişar etti. Bunun verdiği cesaret ile başka bir
hikâye daha yazdım. Rauf onu da Servetifünuna götürdü. O da basıldı. Artık bana
da cesaret geldi, hevesim arttı ve bir gün, Rauf ile birlikte Servetifünımu
ziyarete gittim.
O zaman Servetifünun, sonra
Sanayi ve Maadin Bankasının bulunduğu binada idi. Ahmet Ihsan Beyle Nadide
zamanmdanberi bir aşinalık vardı. Fakat Recaizade Ekrem Bey de dahil olduğu
halde Cenaptan başka orada yazı yazanların hiçbirini tanımıyordum.
Tevfik Fikretin Servetifünundan evvel yalnız bir eserini okumuştum. Miısat
ismile çıkan bir gazete «Tevhit» mevzuu üzerine edebî bir müsabaka açmıştı.
Bunu Mehmet Tevfik isminde bir genç kazanmıştı. Bu Mehmet Tevfik işte bizim
Fikıettir. Halit Ziyadan büyük bir takdir ile bahseden Rauf onun
Nümide, Ferdi ve şürekâsı gibi romanlarını bana vermişti.
Bunları okurken ilk duyduğum şey hayretten ibaretti. Ben türkçe romanları
hâlâ Ahmet Mithat Efendinin yazılarından ileriye adım atmamış zannediyordum. Ya
Ahmet Mithat Efendinin yazıları gibi olacak, yahut Sami Paşazade Sezai Beyin
«Sergüzeşt»i, ya Kemal Beyin «Cezmi» si tarzında olacak kanaatinde idim.
Halbuki beni okadar celp ve teshir eden Fransız edebiyatı ile akrabalık iddia
edebilecek hakikî bir san’at eseri karşısında kalıyordum, işte hayretim bundan
ileri geliyordu. Halit Ziyanın bu yazıları ihtimalki müşkülpesent bir tenkide
pek tahammül etmezler. Şüphesizdir ki bunlar edebiyatımızın ölmez eserleri
arasında sayılmıyacaklardır. Fakat gene şüphesiz ki edebiyat tarihimizde mühim
bir yer tutacaklardır. Çünkü bir merhale teşkil ediyorlar. Çünkü bizde garp
romanı tarzında, tekniği yolunda ilk eserlerdir. Mütereddi bir yeniçeri ile bir
nizamı eedit neferi arasında şarklılık ve garplılık noktai nazarından ne fark
varsa Halit Ziyanın kitaplarile ondan evvelki romanlarımız arasında da aynı
mahiyette bir ayrılık mevcuttur. Bu şerefi Halit Ziyanın elinden kimse alamaz.
Kendimi artık müptedi bir çocuk bulmamakla beraber Servetifümma girerken
içimde bir heyecan vardı. Orada Fikret ile Halit Ziyayı gördüm. Fikretin derhal
emniyet ve muhabbet telkin eden tatlı bir karşılayışı, müstehzi
zannolunabileceği halde istihza et m iyen bir gülüşü vardı. Halit Ziya Bey daha
teklifli, daha ağır görünüyordu. Ihtimalki yazıları gibi muntazam ve mutantan
konusmasımn da bunda tesiri oluyordu. Rabıtası bozuk bir yazıdan insan nasıl mah
çnp olursa Halit Ziyanın karşısında da biraz lâübali davranmaktan insan öyle
utanacak zannediyordum. Bende ilk hâsıl olan intiba budur. Halbuki Halit Ziyada
dost oldukça ısınan ve hiçbir zaman kaybetmediği o süslü konuşmasına kalbinden
gelme bir sıcaklık vermesini bilen bir ruh vardı.
Aradan bin türlü vakayi ile dolu çok uzun, tatlı ve acı seneler bir daha
ebediyen avdet etmemek üzere geçip gittikten sonra, maziyi düşündükçe kalbde
metruk bir mezarlık, yeis verici bir yalnızlık lüssi pek kuvvet bulur. 0 zaman,
Halit Ziyayı gidip aramak ihtiyacı içimde şiddet kesbeder. Onu bu eski seneler
gibi şimdiki dünyadan uzaklaşmış hissini veren Ayastafanostaki köşkte bulurum.
Bu evin yapıldığı zamanı, bu bahçenin Avrupadan çiçekleri getirildiği günleri
de bilirim. O zamanki hayat yeniliğinin yerine şimdi o bahçede bile bir hazan
ve inziva havası vardır. Bembeyaz olmuş yüzünde hâlâ cevvalliğini kaybetmiyen
nafiz küçük gözlerinin parlaklığile Ha lit Ziya beni karşılar. Bir târiki dünya
ikametgâhı durgunluğile dinlenen sakin evinin içinde gürültü etmeden ihtiraz
eder gibi bir odaya çekiliriz. Sanki uzun seyahatlerden avdet yorgunluğu
üzerimizde, konuşmağa başlarız. Ebediyen sönmüş hatıralar etrafında bir haç
yapmış gibi sükûnet bulmuş bir halde oradan dönerim...
Servetifünunda çıkan yazılarımı Fikret ile Halit Ziya beğenmişlerdi.
Herhalde böyle olmasa bile yüzüme karşı bir şey söyliyemiyecekleri tabiî idi.
Ben bu teşvik ve iltifatı halis sikke olarak kabul ettim. Artık her hafta
Servetifünuna bir şey yetiştirmek benim için en tatlı bir meşgale oldu.
Yazdıklarım, kâh bir küçük hikâye, kâh mensur şiir tarzında bir parça oluyordu.
Mensur şiirleri en çok Rauf moda etmişti. Bende kalan intibaa göre bunda en
çok Rauf muvaffak oluyordu.
Bir tenkit yazmış olsaydım bütün o yazıları toplar, ona göre fikrimi
bildirirdim. Fakat hatırat hududundan dışarı çıkmak istemediğim için,
bahsettiğim tarihlerdeki kanaatlerimi kayıt ile iktifa ediyorum.
Servetifünuna böyle haftada bir yazı yazmak bendeki edebî hayat ihtiyacını
tamamile teskin edemiyordu. O zaman, arkadaşlarla kendi başımıza bir mecmua
çıkarmağı düşündük. Şuayp, Rauf, Cavit, Hasan bir araya toplandık. Tıpkı Avrupa
mecmuaları tarzında edebî ve ilmî, ciddî b.ir risale neşrini kararlaştırdık.
Örnek olarak Larousse mecmuasını kabul etmiştik. Hattâ onun başlıklarını bile
keserek yaptırdık. Aynı genişlikte sütunlar, aynı büyüklükte de sayfalar
olacaktı. Mecmuanın isminde de tereddüt et
medik: Yeni mecmua. Yapmak istediğimiz şeylerin hepsinin üzerinde mutlaka
bu yenilik damgası olacaktı.
Gazete için icap eden parayı kendimizi sıkarak | aramızda
toplıyabileceğimize kanaat getirdik. Hem j öyle büyük bir sermayeye ihtiyaç
yoktu. Bizim gazetemiz çıkınca halk onu kapışa kapışa alacaktı. En
düşünmediğimiz nokta bu para ciheti idi!
Zihnimizi iptida en çok yoran ve bizi üzen cihet imtiyaz meselesi idi.
Gazete çıkarmak için hükümetten izin almak icap ederdi ve bu çok zordu.
Bizlerden biri imtiyaz isterse reddolunacağını muhakkak görüyorduk. Genç olmak,
âli bir mektep mezunu bulunmak hükümet nazarında şüpheli addedilmek için kâfi
idi. Babam aklıma geldi. «Mütekaidini mâliyeden Ali Rıza Efendi» namına
istenecek bir müsaadenin şüpheyi davet etmemesi pek ihtimal dahilinde idi.
Babam her zamanki yumuşaklığile başına bu derdi almağa da razı oldu. Ve filhakika,
tahminimiz doğru | çıktı. Epeyce uzun teşebbüsat neticesinde bir gün bu
ruhsatname elimize verildi. Biz de derhal kalemlere ( sarıldık.) Rauf,
«Ferdayi garam» ismile bir roman hazırladı. Sonradan Servetifununda çıkmıştır.
Bir yenilik ■j olmak üzere bunu resimli basmayı istedik ve resimler
yaptırdık.
Şuayp birinci nüsha için Albert Sorel’den bir tercüme yapmıştı. Ben ve
öteki arkadaşlar neler yazın iştik, hatırlıyamıyorum. Yeni mecmuanın
serlevhasını Fikret yaptı. Fikretin resme, tezyinata, güzel yazmaya istidadı
vardı. «Yeni mecmua» ismini kamış parçalarından terkip edilmiş bir halde pek
zarif tersim etmişti. Son derecede özeniyorduk. Bir Avrupa mecmuası
mükemmeliyetile çıkması için bütün kabiliyetimizi sarf ediyorduk.
Avrupa mecmualarında, yazı odalarında meşa hiıin resimlerde beraber
hayatlarına dair tafsilât okurduk. Bunları biz de yapmak istedik. Fikretin
Servetifünunda basılan höcrei iştigalindeki resmi Yeni mecmua için çıkarılmış
ve Viy anaya gönderilerek hazırlattırılmıştı. Fikretten başka, hocalarımızdan
Ali Şelıbaz Efendinin de höcrei iştigalinde resmini almıştık.
Bütün bu idare işlerde ben uğraşıyordum. Epeyce uzun ve yorucu bir şeydi.
Müze müdürü Hamdı Beyin, Hazinei Hassa nazırı Portakal Paşanın yazı odalarında
resimlerini basmayı düşündük. Bütün bu zatları ziyaret ederek muvafakatlerini
almak icap ediyordu. Hamdi Beyi bulmak için yağmurlu havalarda müzeye kadar
birkaç kere gittiğimi, o eziyetlerden kalan hatıra ile hâlâ unutmuyorum.
Portakal Paşa, Mektebi Mülkiyede maliye hocası idi. Bizden evvel kendisini
hocalıktan çekmişlerdi. Fakat mektepteki şöhreti canlı olarak yaşıyordu.
Portakal Paşa hürriyeiperver, Saray idaresine muhalif bir vaziyette tanınan ve
bundan dolayı sevilen mu akimlerdendi. Bizi de kendisine bu şöhreti çekiyordu.
Hazinei Hassada beni kabul etti. Ziyaret maksadını anlattım ve resmi
neşredilecek nüshada çıkmak üzere kendisinden bir makale rica ettim. Yüksek
sesle biperva haykırdı:
— Ne yazanı, evlât? dedi. Umuru
mâliyemiz berbattır, bu gidişte hayır yoktur mu diyeyim?
Ne o diyebilirdi, ne sansör neşrine müsaade ederdi. Boynumu büktüm, cevap
veremedim ve yanından çıktım.
Bu kadar şevk ve itina ile hazırladığımız Yeni mecmuayı temsil etmek
istediğimiz yenilik fikirlerine lâyık olacak surette ilân etmek icap ederdi,
işte bu ilânı tertip ederken farkında olmadan kendi mezarımızı kazmış
bulunuyorduk.
Nereden aklıma geldi, bilmem. Yeni mecmuayı. Şehzadebaşı tiyatrolarından
birinin perdesine projektörle in’ikâs ettirmek suretile intişarını halka
müjdelemeği düşündüm. Şüphesiz Avrupada bulutlara ilânlar in’ikâs
ettirildiğine, veyahut buna benzer te şebbüsata dair okuduğum yazılardan içime
düşmüş bir heves olacak. Bu projeksiyonu hazırlamak için öteye beriye baş
vurdum. Galatada bir Lehliyi tavsiye ettiler. Galatadan Tophaneye giden caddeye
amut sol taraftaki yan sokaklardan birinin içinde, sefil, yarısı natamam bir
apartımamn yıkılmak korkusu veren merdivenlerinden tırmandım. Bir genç Lehli
san’at kârı buldum ve kırk kuruşa istediğim cam levhayı yaptırdım.
Yeni mecmuanın her hazırlığı bitmişti. Müsveddeler sansöre gönderilmişti.
Edebî mecmua olmak iti barile o zaman bu yazılar encümeni teftiş ve muayeneci e
tetkik olunurdu. Ben de maarifte olduğum için oradan çabukça ve kolaylıkla izin
aldık. Pek tahribat yapmadılar.
Yazılar dizildi, Larousse mecmuasının başlıkla üle süslendi. Mehmet Rauf un
romanının kenarına muharririn resmi konuldu. Mecmuamız bizi hakikaten memnun
eden bir mükemmeliyetle basıldı. Bana öyle geliyor ki o tarihten sonra hâlâ hu
mükemmeliyette bir mecmua neşrolunmamıştır!
Artık son iş ilâna kaldı. Şehzadebaşmda, Abdür rezzakın, ya Kel Hasanın
tiyatrosunda projeksiyon da muvaffakiyetle yapıldı. Bunu gazetelerle de
bildirmek icap ederdi. «Elektrikli ilân» serlevhası altında Sabah gazetesine
bir fıkra yazdırdık. İki gün sonra, perşembe günü de birinci nüsha çıkacaktı.
Fakat çıkamadı! Çünkü Saraydan gelen bir emir üzerine mecmuamız çıkmadan
tatil edilmişti, Şükretmeliyiz ki bu kadarla iktifa etmişlerdi. Bizi tevkif,
nefyedebilirlerdi. Besbelli aleyhimizdeki jurnal şiddetli olmıyacak ki
isticvaba lüzum görmemişlerdi.
Bir jurnal üzerine Yeni mecmuanın kapatıldığı tabiî idi. Fakat bu jurnali
kim vermişti? Biz bunu keşfetmek için Yeni mecmuanın intişarından kimin
menfaati muhtel olabileceğini düşündük. Aklımıza derhal haftalık Musavver
Malûmat gazetesi sahibi Baba Tahir geldi. Baba Tahir ahlâksızlığı, jurnalciliği
ile namuslu kimseler arasında nefret kazanmış bir adamdı.
Fakat itiraf etmeliyim ki Baba Tabirin boş yere günahına girmişiz. Aradan
bir hayli zaman geçtikten sonra bir gün Rauf bana geldi:
— Biliyor musun? dedi, Yeni
mecmuayı kimin jurnal ettiğini öğrendim. Sana söylersem hayretler içinde
kalacaksın.
Rauf sesini hafifleterek bu ismi fısıldadı ve devanı etti:
— Dün gece konuşuyorduk. Bana
hayatını anlatıyordu. 0 tarihlerde Istanbula yeni gelmiş imiş. Sıkıntı ve
zaruret içinde ne yapacağını bilmez bir halde düşünürken elektrikli ilân
serlevhasını görmüş, bunu jurnal edebileceğini aklına getirmiş ve yapmış! Şimdi
derin bir nedamet ve acı ile bunu hatırlıyor.
Raufun bu ifşaatı üzerine ağzım açık kaldı. Bahsettiği o bizi mahveden
jurnalci muhterem tanıdığımız, sevdiğimiz bir adamdı. Bugün de hâlâ berhayat
tır, ve hürmet görmektedir. Şu satırlarım gözlerine ilişirse müteessir olacağı
şüphesizdir. Bu teessür kâfi bir ceza teşkil eder. İsmini söylemiyeceğim.
Yeni mecmuanın bütün masrafı kırk beş lirayı bulmuştu. Bunu aramızda
paylaştık ve borcumuzu ödemek için epeyce sıkıntı çektik.
Yeni mecmua tecrübesinin muvaffakıyetsizliğinden sonra, artık Servetifünun
ile iktifa etmek zaruret halini aldı. Servetifünun, gittikçe daha bariz bir
sima ile bir şahsiyet kesbediyoıdu. Servetifünun böyle bir varlık gösterdikçe
Hazineifünun, haftalık Musavver Malûmat gibi mecmuaların da tarizleri,
hücumları şiddet buluyordu. Fikret bunlara Servetifünun namına hemen hiç
mukabele göstermez, yahut bir iki satırlık bir yazı ile bir ademi tenezzül,
ifade eder, bunu kâfi görürdü.
Servetifünun etrafında toplanan muharrir ve şairlerin ve temsil ettikleri
edebiyatın uğradığı hücumlar arasında en muvaffakiyetlisi Ahmet Mithat
Efendiden geldi, Ahmet Mithat Efendi ötedenberi gençleri ve yeni hareketleri
teşvik ve himaye eder bir meslek tuttuğu halde Servetifünun edebiyatına karşı
bir husumet besliyordu.
Bunun sebebi ne idi? Ihtimalki kendi takip ettiği edebiyat yolu ile
Servetifünun edebiyatı arasında pek büyük bir ayrılık, görüyordu. Fakat bizde
de Ahmet Mithat Efendinin edebiyatına karşı artık hiçbir takdir ve hürmet eseri
kalmamıştı. Bahusus, Ahmet Mithat Efendinin Mithat Paşa vak’alarmda Saraya
hizmet etmiş ve Mithat Paşa aleyhinde bulunmuş olması bizi kendisinden tamamile
ayırmıştı. Abdül hamit zamanındaki dostluklardan, hattâ edebî takdir ve
hürmetlerden çoğunun altında bu siyasî mülâhazayı da bulmak kabildir.
İnsanlığını idrak etmiş, vatanını seven bir genç nazarında Saray ve mutlak
hükümet taraftarı olmak bir namussuzluktu. Oyle bir adamdan uzak durmak, nefret
etmek icap ederdi.
işte Mithat Paşa aleyhinde bulunmuş, «Üssü inkılâb» ı yazmış Ahmet Mithat
Efendi, bütün hizmetlerine rağmen, bu yüzden bizim nazarımızda pek kabahatli
idi. Şimdi bu siyasî cürmüne bir de «Dekadanlar» unvanile Servetifünun
muharrirleri, aleyhine yazdığı makale inzimam, ediyordu.
«Dekadan» kelimesi matbuatta büyük bir hüsnü kabul gördü. Uzun müddet bir
hücum ve tahkir kelimesi olarak dillerde dolaştı. Sabah gazetesinde bir
muharrir, birtakım iğlâl ve idğam neticesinde bunun «on günlük eşek yavrusu»
manasına geleceğini keşfetti !
Ahmet Mithat Efendinin bu hücumu bittabi hepimizi pek sinirlendirdi.
Fikret, Ahmet Mithat Efendi aleyhinde yazdığı bir manzumede kendisinin «Lihyei
earubnümâ» smdan bahsederek hiddetini teskin ediyordu. Carub kelimesinin
süpürge manasına geldiğini o zaman öğrendim.
Dekadanlar artık bizim için ikinci bir isim teşkil etmişti. Biz bile,
lâtife ederken birbirimize karşı bu kelimeyi kullanıyorduk.
Tarik gazetesinde
Bu sıralarda eski Tarik gazetesi, ebediyen sönecek bir kandilin son bir
gayretle hafif parlayışı gibi, tekrar dirilmek teşebbüsünde bulundu. Tarik,
Türk matbuatı arasında en ehemmiyetli telâkki edilmiş gazetelerdendi. Sait
Beyin oraya başmakaleler yazdığı hürmetkâr bir lisan ile söylenirdi. Ben o
zamana yetişmemiştim. Ata Beyin delâletile, Cavit ve ben beşer yüz kuruş maaşla
Tarik gazetesine muharrir olarak girdik.
Âta Bey, maliye nezaretinde yüksek bir vazifesi olduğu halde, kanına
matbuat mikrobu karışmış, bu gayrikabili tedavi illete uğramış bir zattı.
Kendisile sonraları Sabah gazetesinde bir dost sıfatile daha yakından
tanıştığımız vakit, gayretine ve namuskâr lığma karşı derin bir hürmet
beslemiştik. Gayet zayıf ve cılız idi. O zayıflığı ile beraber her sene bir
zatür rieye tutulur ve atlatırdı. Son zamanlarında Hammer tarihini tercüme
edecek kadar gayret ve sebat eseri göstermiştir. Bunları hasta hasta, yatağının
içinde tercüme ediyor diyorlardı.
Tarik muharrirliği benim pek memnuniyetle kabul ettiğim bir iş idi. Sait
Bey isminin gençler arasındaki yüksek mevkü Tarik gazetesi muharrirliğine ayrı
bir şeref vermişti. Gazetenin idarehanesi Artin Asadoryanın Şirketi Mürettibiye
matbaasının üstünde idi. Sahibi imtiyazı da meşhur Filip Efendi idi. Eskiden
gazetesini çıkarırken Osmanlı imparatorluğu ricali arasına karışmış, rütbeler
almış bir adamdı.
Gazeteye intisap ettiğimiz zaman, tabiî, huzuruna girdik. Kulaklarına kadar
inmiş aziziye fesi, düğmeleri tamamen ilikli istanbolini ile Filip Efendi Ba
bıâliyi gazete idarehanesine taşımıştı. Bizimle «efendimiz», «zatıâliniz»
kelimelerde karışık bir surette, gayet teşrifat dairesinde konuştu, içime sıkıntılar
bastı. Artık bundan sonra da Filip Efendinin bir daha yüzünü görmedik.
Artin Asadoryan idare işlerine bakıyordu. Filip Efendinin
teşrifatperestliği ona da sirayet etmişti. Ay başında ezilip büzülerek,
mahviyetle yanımıza sokuldu. Bir zarf «takdim» etti, içinde aylık vardı.
Tarik gazetesinde Fransız matbuatından havadis tercümesinden başka, bazı
makaleler de yazıyordum. Bunların arasında «Araplardan istifade edeceğimiz
ulûm» serlevhasını taşıyan bir tanesi epeyce gürültü yaptı.
Osmanlı imparatorluğunun teşekkül tarzının icabatmdan mı idi, o devirde
yaşıyan muharrirlerin samimî kanaatleri mahsulü mü idi, bilmem, fakat herhalde
matbuatımızda kuvvetli bir Arap taraftarlığı ..mevcuttu. Amma her hususta bir
Arap taraftarlığı. Türkçe mi yazacaksınız; Arapça. öğreneceksiniz. Dininizi mi
bileceksiniz, Araplardan ve arapça eserlerden Öğreneceksiniz. Bu, .bende isyan
hisleri uyandırıyordu.
Beri tarafta, bir garp âlemi vardı ki bugün bütün medeniyeti temsil
ediyordu. Hayat, hürriyet, irfan, san’at, servet hep orada idi. Bugün dünya
demek, beşeriyet demek garp demekti. Biz, etrafımız Çin şeddi ile çevrilmiş
gibi medeniyetin bütün nurlarına, hareketlerine, seslerine gözlerimizi,
kulaklarımızı, ruhumuzu kapamış, meskenet içinde, boyunduruk altında
yaşıyorduk. Sonra, hiç kendimizi, haddimizi bilmeden, birtakım
halâpervazlıklara kalkıyorduk. Medeniyet mi? Onu Araplar yaptı. İlim mi? 0
Arapların kütüphanelerinde. Hayat mı? O bizde. Ahlâk ve fazilet rai? 0 bizde,
Sayei şahanede bundan daha, fazla rahat, bundan daha süratli terakki olur mu?
Fakat, bütün bu Arabm medeniyetinden, ilminden, sahih bile olsalar, bize ne?
İşte hoca Hayret Efendinin «cehli mikâp» ı tam burada kullanılacak bir
kelime. Bu şark irfanı, Islâm medeniyeti, Arap ulûmu memleketi uyuşturmak, onu
yanıbaşımızdaki Garbın hayat seline atılmaktan alıkoymak için kullanılan
zehirli bir madde gibi her yazıda, her vesile ile etrafa yayılmak istenirdi.
Memleketin üstündeki kalın, siyah cehalet kefeninden fazla bir de bu. halimizi
beğenmek, Avrupayı hakir görmek gibi katmerli bir gafletimiz de vardı. Vaziyeti
az çok sezen ve memleketini seven bir insan için bu manzara karşısında bir
işkence azabı duymamak kabil olamazdı.
Tam bu sıralarda Velet Çelebi Efendi Arapların ilminden, irfanından pek çok
şeyler istifade edebileceğimize dair bir makale neşretmişti. Bu, beni taşırmak
için kâfi geldi. Tarikte yazdığım cevap, sansörün tahribatına rağmen duyduğum
isyan hissi hakkında bir fikir verebilir. Onu aynen nakletmek zaâfını
hissediyorum. Fakat «Kavgalarım» da neşretmiş olduğum .makaleyi burada tekrar
etmekte bir mana yok. Yazınım ruhu avru paklaşmak lüzumunu ortaya koyuyor ve şu
sözlerle nihayet buluyordu:
«Zamanımızın ilim ve fenni ile dimağımızı doldurmak için şimdiki kitaplara
sarılır, bunları hım can ederiz. Ve bu kitapları da arapta değil, garpta
buluruz.»
Bu makalenin bugün için hiç kıymeti olmayabilir. Hattâ pek tabiî, pek sönük
görüneceğine de eminim. Bir kere, o zaman başımızda dehşetli bir sansör
bulunduğunu hatıra getirmek iktiza eder. Bir muharririn en büyük endişesi
sansörün gözünden kaçıracak surette lisan kullanmaktı. Onun için, sivri köşeli,
batacak ve iğneliyecek yazı yazmak kabil değildi. Bizza rure sönük olmağa
mahkûmdunuz. Hattâ nasıl olup ta o zaman sansörün bu sözlere müsaade etmiş
olduğuna mütehayyirim.
Makalenin, yazıldığı tarih için, pek cür’etkârane olduğuna gördüğü şiddetli
mukabele şahittir. Hoca Sabri Efendi «cür’etkâr bir dekadan» serlevhalı bir
yazı ile derhal taarruza geçti. Avrupalılaşanların kellelerini koltuklarına
aldıklarını söyledi. Hücum yalnız matbuat sahasında kendisini göstermedi, benim
bütçemi sarsacak surette garip bir tecelliye bile şahit oldum.
Abdülhamit zamanında muntazam aylık almak kabil değildi. Yalnız ramazanda
ve bayramlarda muntazam aylık verilirdi. Ötekiler tesadüfe bağlı idi. Ve bir
senede verilen aylıkların miktarı da altıyı geçmezdi. Kendilerinin hususî
varidatı bulunan daireler istisna teşkil ederlerdi. Maarif nezareti de bu
müstesna daireler arasında sayılabilirdi. Burada bir teshilât sandığımız vardı.
Dört taksitte ödenmek üzere ikra zatta bulunurdu. Bunları aylığa mahsuben
ödemek kabil olurdu. Senede üç kere teshilât sandığından borç almak suretile
küçücük maaşımı tedahülden kurtarabiliyordum. Arap ulûm ve fünunn aleyhindeki
bu makalemden sonra teshilât sandığının kapısı uzun bir müddet için bana
kapandı! Muhasebecimiz Şükrü Bey Arap imiş. Teshilât sandığından para
istiyenlerin isimleirni havi liste kendisine takdim edildiği zaman, yanında
bulunan hayır sahiplerinden biri benim Arap lar aleyhinde yazı yazdığımı
söylemiş. Şükrü Bey de ismimi defterden silmiş!
Âli Kemal İle Münakaşe
Servetifünuna yazmağa başladığım Hikmeti be dayi makaleleri, o zamanın
matbuatı için mübim hâdiselerden sayılabilecek bir münakaşaya sebebiyet
vermiştir. Bu makalelerin esasını Hippolyte Taine’den alıyordum. Taine’in
nazariyesini ve mesleğini izah eden makalelerden sonra bunları bizim
edebiyatımıza tatbik etmek istedim. Bu vesileden istifade ederek makalenin
sonunda İkdamın Paris muhabiri Ali Kemal Bey tarafından Servetifünun edebiyatı
aleyhinde yazılan şeylere mukabelede bulundum. Servetifünun, muarız gazetelerle
münakaşaya girişmemek, ademi tenezzül eseri göstermek mesleğini tutmuştu. Fakat
arada sırada münasebet düştükçe kendimizi müdafaadan ve muarızlarımıza hücumdan
da geri durmazdık.
İkdamın Paris muhabirine dokunmak, gazetenin sinirlerine dokunmak oldu.
Gûya mürettip sehvi imiş gibi «Cahit» kelimesini «cahil» suretinde dizdirerek
Hüseyin Cahil Beyin manasız sözlerine karşı şiddetli bir makale neşretti.
Arkasından Paris muhabirinin mukabelesi yetişti. Fakat Ali Kemal Beyin
fransızca yazılmış birtakım makaleleri kendi tetkik ve tetebbuu
mahsulü imiş gibi gösterdiğini fransızca asıllaüle beraber ben gazeteye
basınca herkese bir hayret geldi.
Gariptir, Ali Kemal Beyi şahsan lüç tanımazdım. Avrupaya kaçmış olması,
oradan İkdam gazetesine mektuplar yollaması kendisini gıyaben takdir etmeğe,
sevmeğe beni sevkediyordu. Böyle olduğu halde, sanki hayatın evvelden verilmiş
bir hükmü bizi daima birbirimize karşı mevki almaya şevketti. 1314 senesinde
edebiyat sahasında tecelli eden bu muaraza, on sene sonra siyasiyat sahasında
da tekerrür etti ve nihayete kadar sürüp gitti.
Ali Kemal Bey ile cereyan eden hu edebî münakaşa meşhur sadrazam küçük Sait
Paşayı tanımama sebep oldu.
Bir gün, Maarif mektubî kaleminin sicilliahval şubesinde tercümeihal
varakalarından birinin hulâsasını yapmakla meşgul olduğum bir sırada, içeriye
kitapçı Arak el girdi. Nadideyi neşr için dükkânına gittiğim zaman beni adeta
istiskal ile karşılıyan ve şaheserimin kıymetini takdir etmiyen azametli
kitapçı Arakel değil. Şimdi göğsünün düğmelerini ilikliyerek, yerden selâm
vererek kemali mahviyetle yanıma sokulan Arakel.
Hayret ettim. Ne istediğini sordum. Gayet mühim bir şeyler söyliyecekmiş
gibi, biraz kırıldıktan ve sesini yavaşlattıktan sonra:
— Pek büyük zatlardan biri, dedi, sizin Serveti fünunda Ali Kemal Beye
karşı yazdığınız makaleleri okumuş, takdir etmiş, sizi merak etmiş, görmek için
resminizi istiyor.
Kitapçı Arakelin bu sözlerine bir mana veremedim. «Büyüklerden birinin»
Servetifünunun edebiyat bahislerini gözden geçirmesine imkân verilebilir miydi?
Makalemi beğenmiş olabilir. Fakat bu alâkayı resmimi görmek istiyecek dereceye
vardırmak şayanı hayret değil midir? 0 zamanlar bizde evlenmeğe talip olan
gençlerin fotoğraflarını kızlara göndermek âdetti. Bunu hatırlatan şu talebe
gülerek resmimi kitapçı Arakele verdim. Büyük zatın kim olduğunu ısrar ile
sordum. Bir türlü söylemedi. Mezun değilim deyip duruyordu.
Birkaç gün sonra kitapçı Arakel tekrar kaleme geldi. Bu defa daha
hüımetkârane bir tavır ve lisan ile söze başladı. Makalemi okuyan, takdir eden
ve resmimi görmek istiyen zat, Sait Paşa hazretleri imiş. Benimle konuşmak arzu
buyuruyorlarmış. Konaklarına «teşrif edersem» memnun olacaklarmış.
Sait Paşa memleket üzerinde büyük nüfuzu ile kendisini tanıtan zikudret
sadrazamlardan biri idi. Onun böyle Servetifünun neşriyatını takip etmesi beni
pek hayrete düşürdü. Kitapçı Arakele muvafakat cevabı verdim, cuma günü
Nişantaşındaki Sait Paşa konağına gittim.
Sait Paşa alt katta küçük bir odada beni kabul etti. Sakallı, kısa boylu
bir zat. Bütün yüzünü kaplıyor gibi görünen sakalları arasında parlak ve gayet
nafiz iki göz. Sait Paşa ayağa kalkarak beni karşıladı. Zamanın ahlâk ve âdatı
nokta i nazarından bu fevkalâde bir şeydi.
Sait Paşa pek iltifatlı kelimelerle konuştu. Tahsilimi nerede yaptığımı
sordu. Avrupaya gitmemiş olduğumu söyleyince hayret etti. Yazılarımdan mantığı
pek sevdiğimi anladığını, ilmi mantık tahsil etmiş olacağımı söyledi. Halbuki
ilmi mantık namına bütün bildiğim şey, on, 011 bir yaşında iken Serez
rüşdiyesinin son sıfında okuduğumuz «Isaguci» den ibaretti. Bütün o tahsilden,
aklımda «kaziye» tâbirinden başka bir şey kalmamıştı. Sait Paşanın karşısında
hık mık ettim durdum.
Sait Paşa fransızcayı nerede öğrendiğimi sordu, Mektebi Mülkiyede cevabını
alınca galiba inanmadı ki biraz sonra:
— Bu mülakatımızdan bendenizde
bir yadigâr kalsın, bir iki satır fransızca bir şey tercüme eder misiniz?
dedi. Bittabi peki cevabını verdim.
Yandaki kitap odasına geçtik. Bütün duvarlar camlı kitap dolaplaüle
kapanmıştı. Yepyeni kırmızı ciltlerin altın yaldızları parlıyordu. Benim
zavallı parça parça kitaplarım bunların yanında ne kılıksız kalıyordu.
Sait Paşa bir dolabı açarak bir cilt çıkardı. Thiers’in hatıralarından idi.
Rasgele bir sayıfayı gösterdi :
— Buyurunuz, dedi ve odadan çıktı.
Yazı yazmak için kâğıt kalem vardı. Fakat lügat kitabı görünmüyordu.
Tercümeyi bitirince içerki odaya götürdüm. Kitap ile karşılaştırdı, «realiser»
filini «sahai hakikate isal» diye tercüme etmiştim. Sakalını avuçlayarak ve
aşağıya doğru süzerek:
— Bunu «sahai file vazı» diye de
tercüme buyu rabilirdiniz, değil mi efendim?
dedi. Ben arada hiçbir fark görmüyordum. Fakat ses çıkarmadım. Artık
mülâkat nihayete ermişti.
Sait Paşanın bu iltifatı pek hoşuma gitmişti. Matbuat âleminde, kendi
muhitimiz istisna edilirse, tân ve teşnîden başka hiçbir şey görmezken pek
yüksek telâkki ettiğimiz bir sadrazamın yazılarımı okumuş ve takdir etmiş
olması, manevî büyük bir müşevvik hizmetini gördü. Uç sene sonra bunun maddî
bir faydasını da gördüm.
Çocuğum vefat etmişti. Annesi hasta idi. Ben de gazeteden çıkmış, Maarif
nezaretindeki üç yüz kuruş aylıkla kalmıştım. O sırlarda Midilli maarif
müdürlüğünün açılacağı söyleniyordu. Maarif nezaretinden doğrudan doğruya beni
buraya tayin etmiyecelderine emin idim. Sait Paşaya müracaat etmek aklıma
geldi. Sadrazamdı. Fakat bu bana okadar ağır bir şey geliyordu ki kendi kendime
uzun mücadelelerde bulundum. Bu müracaatın hacaletini nazarımda azaltmak için
adeta küstahane bir tavır aldım. Kenarı pürtüklü İngiliz mektup kâğıtlarından
birini seçtim. Fransızca
kalemle ve mor mürekkeple Sait Paşaya bir mektup yazdım.
Bugün için bu küçük teferruatın hiç ehemmiyeti yoktur. Çünkü hep demir
kalemle yazıyoruz. Fakat 1317 senesinde bir Osmaulı sadrazamına bu şekilde bir
mektup göndermek ancak gençliğin yaptırabileceği bir cür’etkârlık teşkil
ederdi. Abdülhamit devrinin de ğil, meşrutiyet zamanının sadrazamları bile buna
zor tahammül gösterirlerdi. Hele bizim zavallı Sait Halim Paşa birinden böyle
bir kâğıt alsaydı ilk hiddet dakikasında belki onu sürdürmeği bile düşünürdü.
Yazdığım mektubun muhteviyatı da şekli kadar küstahane idi. Birkaç sene evvel
beni huzurunuza çağırdınız, iltifat ettiniz. Eğer bu sözleriniz samimî ve ciddî
idiyse bana şimdi yardım ediniz de Midilli maarif müdiri yetine gideyim!
tarzında ricadan ziyade adeta bir alacaklı, bir hak davacısı mektubuna benziyen
sözler.
Pek azametli olması icap ederdi zann olunabilen Sait Paşa bu tarz
müracaattan hiç muğber olmamış, bilâkis, maarif nazırı Zühtü Paşaya beni
tavsiye etmiş olacak ki bir gün, Zühtü Paşa beni çağırttı. Midilli maarif
müdürlüğünün açık olmadığını, Vefa idadisi müdür muavinliğini kabul edip
etmiyeceğimi sordu. Sonra ilâve etti:
— Senin ilmin de varmış, dedi.
Niçin şimdiye kadar bizden bir hocalık istemedin?
Halbuki hasıraltı edilmiş kaç tane arzuhalim vardı!
Vefa idadisi müdür muavinliğine tayin olunduktan sonra, Zühtü Paşa bana şu
sözleri de söyledi,
— Sen, dedi, gazetecilik te ediyormuşsun. Evlât, bizim memlekette
gazeteciliğin dünyası yoktur. Kaleminden bir mürekkep damlar, sonra kendini
kabil değil kurtaramazsın!
Zühtü Paşanın 1317 senesinde söylediği halde tazeliğini ve kuvvetini bir
türlü kaybetmiyen bu sözlerini sonra kaç defalar hatırladım ve kendisini
rahmetle andım!
Sadrazam Sait Paşanın gösterdiği bu insaniyet ve kadirşinaslık eserine
benzer bir hareket te sadrazam Hakkı Paşadan. Ahmet Şuaybe karşı sadır
olmuştur. Hakkı Bey o tarihlerde Babıâli hukuk müşavirlerinden idi. Hukuk
mektebinde de dersi vardı. Şuaybin Servetifünuna verdiği makalelerden hukuku
cezaya taallûk eden bir yazısı kendisinin dikkatini celbetmiş ti. Şuaybi
çağırttı, görüştü ve dersine muavin sıfatile yanına aldı. Sırf sâye, zekâya,
istidada karşı bazı büyüklerdeki bu alâka ve teşvik hissi ve an’anesi neka dar
hürmete lâyıktır.
Sabah gazetesinde
Tarik gazetesi çok dayanamadı. Son aylarda, idare memura Artin Asadoıyan
elindeki kapalı zarfı ile yanımıza pek sokulmaz olmuştu. Gazete kapandı. Biz de
bilmem nekadar alacağımız ile açıkta kaldık.
Bu sırada Sabah gazetesine makale yazmaklığım için bana teklifte
bulundular. 0 zamanın gazeteleri, arada sırada böyle yenilikler yaparlardı.
İkdam ile Sabah arasındaki rekabet bunda büyük bir saik teşkil ederdi. Bilhassa
ramazan ayı gazetelerin bir münde recat müsabakasına girişmelerine sebep
olurdu. Ramazana mahsus nasıl pideler, yağlı simitler, hususî sigaralar varsa
gazetelerde de ramazana mahsus mütenevvi neşriyat görülürdü. Bu an’ane son zamana
kadar gazetelerde devam etti.
Sabah gazetesi bir makale için kırk kuruş verirdi ve o zaman için, bahusus
daha benim gibi ismini yeni tanıtmağa başlıyan muharrirler için bu bir para
idi.
Sabah gazetesi sahibi Mihran Efendi, galiba İkdama karşı rekabet sahasında
pek ileri gitmiş olacak ki heyeti tahririyiseni takviye emelile beni ve Cavidi
altışar yüz kuruş maaşla gazeteye aldı. Bugünkü Milli
yetin işgal ettiği Sabah binasında bir aralık Politika gazetesine tahsis
edilmiş olan yukarı kat henüz inşa edilmemişti. Karanlık bir merdivenden ayak
yordami le çıktıktan sonra girilen loş sofa camlı bir bölme ile tefrik
edilmişti. İşte bu bölmenin içinde gece gündüz havagazı lâmbası altında
muharrirler çalışırlardı. Kapıdan girer girmez sağ tarafta insanın beline gelecek
kadar bir bölme daha vardı. Bunun arkasında yüksek bir iskemle üzerinde idare
memuru Aleksan otururdu. Sokak üstündeki oda da Mihran Efendiye mahsustu. Fakat
Mihranm bu odada oturması pek nadir vukua gelir bir şeydi.
Matbaalarda eskiden maknıalar motörlerle değil, el ile çevrilirdi. Bunun
için de hamallar vardı, îşte matbuat âlemine böyle makina hamallığından yahut
ınüvezzilikten başlamış ve yavaş yavaş servetini yapmış denilen Mihran Efendi
gazeteyi ve matbaayı daimî bir nezaret altında bulundurmak için her tarafta
muttasıl döner dolaşırdı. Şimdi mürettiphanede, şimdi heyeti tahririye odasında
ve daima Alek samn yanında!
Sabahta muharrir olarak Abdullah Zühlü ile Mahmut Sadığı bulduk. Abdullah
Zülıtü matbaada daha ziyade baba Zühtü diye anılırdı. Zülıtü teklifsiz tavrı,
açık ve saf hissini veren kalbi ile derhal insana sempati telkin eden bir sima
idi. Mahmut Sadık titiz, aksi bir adam zannını veriyordu. Kabarık ve dik
bıyıkları kendisile temasın dikenli bir şeye dokunmağa benziyeceğini ihsas
ediyordu. Halbuki Mahmut Sadık, gayet dürüst, hoşmeşrepli ve tatlı bir adamdı.
Kendisinin hak diye bildiği şeylerine tecavüz edilmezse o da karşısındakinin
hukukuna hiç dokunmazdı.
Baba Zühtü için bu gibi mülâhazalar varit değildi. 0 daha ziyade «Boheme»
idi. İşin oluruna bakardı. Ve bunu okadar kalenderce, okadar tatlı bir surette
yapardı ki kızmak kabil olamazdı.
Baba Zühtü ile Mihran arasındaki münasebet hakikaten tuhaftı. Gayrimeşru
bir münasebetle senelerce bir arada yaşamış, birbirlerinden ayrılamaz bir hale gelmiş
iki aman münasebetini andırırdı. Ne Mihran Zühtüden memnundu, ne Zühtü
Mihrandan. Fakat gene birbirlerinden ayrılamazlardı.
Ceketini üstünden atarak, kollarını sıvayan, büyük bir aşk ve şevk ile
yazıya sarılmış gibi görünen baba Zühtünün mümkün olduğu kadar az çalışmaktan
başka bir arzusu yoktu. Kendi hissesine düşmesi lâzımgeleri yazıları
başkalarına tahmil etmekte büyük bir meharet ve ihtisası vardı. Bunu hisseden
Mihran ile aralarında daimî bir didinme sahnesine şahit olurduk. Mihranın
hikâye yazmağa mecbur ettiği Abdullah Zühtü için mevzu bulmak müşkülâtı çıkarsa
eski yazmış olduğu hikâyeleri başka isimlerle tazelemek ona pek tabiî
görünürdü. Bu kurnazlığı Mihrana yutturduğu gün Zühtünün en neşeli
zamanlarından birini teşkil ederdi. Maamafilı bu yüzden büyük kavgalar çıktığı
da olurdu. Sahibi imtiyaz ile muharrir bağrışırlar, hafif tertip söğüşürler,
kalemler bir tarafa atılır, kapılar vurulur, bir gürültü, bir patırdı. Artık bu
defa kat’î bir dargınlık olacak zannedersiniz. Fakat ertesi gün ortalık
sütliman.
Abdullah Zühtünün en çok sevdiği şey bol bol lâf atmaktan ibaretti. Tatlı
bir konuşması vardı. En çok sevdiği mevzu da aşk maceraları idi. Zühtüde gayet
santimantal bir ruh göze çarpardı. Ucuz aşk âleminin bayağılıkları arasında
yüzdüğü halde hassasiyetini, teessür kabiliyetini kaybetmemişti. Zühtü her
dakika âşıktı. Sevdiği kadınlar değişebilir, fakat sevgi ihtiyacı bir türlü
değişmezdi. Bir gün anlatıyordu: Istanbula bir fransız operet kumpanyası
gelmişti. Zühtü her akşam tiyatroda ve bittabi kırk kuruşluk paradide. Çünkü
artistlerden matmazel Viyo lete âşık. Kız sahneye çıktıkça avuçları patlıyacak
kadar alkışlıyor. Fakat san’atkâr başını kaldırıp ta paradinin kalabalığı
arasında Abdullah Zühtüyü nereden görecek? Zühtü artık çıldırmak derecelerinde.
Sevgilisine kendisini göstermek için nihayet bir çare düşünüyor. Tiyatronun en
tepedeki ucuz kısmı bütün locaların üstünü kaplıyarak ta sahneye kadar
uzanıyor. İşte Zühtü bu parçanın en ucuna gidiyor ve oyunun en heyecanlı bir
dakikasında fesini sahneye düşürüyor! Herkeste bir kahkaha. Matmazel Viyolet de
başını kaldırarak yukarı bakıyor!
Mihıan da nadir tesadüf olunur tiplerden idi. Adeta ümrnî denilecek
derecede cahil olduğu halde hergün hem kendi gazetesini, hem İkdamı gayet
dikkatle okurdu. İkdamda gördüğü bir havadisi Sabahta bulamazsa bu onun için
büyük bir keder teşkil ederdi. Aynı zamanda matbaada da büyük bir hâdise
olurdu. Asık suratı ile heyeti tahririyeye tahsis edilmiş dar bölmenin içine
girer, içini çeker, çalışmıyoruz, dikkat etmiyoruz; işi böyle yürütemeyiz mukad
demesile tazallümde bulunur, havadisin neden dolayı Sabaha geçmediğini
araştırırdı.
O zamanın türkçe gazeteleri için en büyük havadis membaları Beyoğlu
tarafında çıkan Moniteuı Oriental ve Levan Herald gazetelerinin neşriyatı idi.
Akşama doğru gazeteler gelince, Baba Zühtü kemali itina ile bunları okur, o gün
türkçe gazetelerin yazmış olduklarını istisna ederek ertesi gün için
tercümeleri icap edenlerin kenarım çizer, bize verirdi. Avrupa gazeteleri de
aynı muameleye tâbi olurdu. Abdullah Zühtü çizmiş te biz tercüme etmemişsek
kabahat bizim, onun gözünden kaçıp ta işaret etmemişse kabahat onun olurdu. Ye
daima da kabahat Abdullah Zühtü de kalırdı!
Mihramn en büyük zâafı para hususunda idi. İdare memuru Aleksan ile kırk
para için kırk dakika kavga etmesi pek tabiî umurdan idi. Hele borcunu ödemek
Mihran için büyük bir azap teşkil ederdi. Ufak tefek alacaklıların matbaaya
müracaat edip te ilk gelişte haklarını almaları görülmüş bir vak’a değildir.
Bu, Mihramn parasızlığından ileri gelmezdi.
Para cebinde iken onu çıkarıp vermekte bir ıztırap duyardı. Şimdi tediye
edeceği bir parayı bir saat sonra ödemekte bir haz bulurdu. Aylıklarımızı o
zaman elli altı kuruşa geçen kremis altını olarak verir ve bunu da silik olarak
ayırırdı. Bu silik kremis altınlarında beş altı kuruş zarar ederdik.
Mihranm borç ödememek hususunda kullandığı tuhaf bir kurnazlık vardı.
Alacaklının geleceğini merdivendeki ayak sesinden mi anlardı, yoksa koku mu
alırdı, bilmem. Fakat herhalde, mühimce bir para istemeğe gelen adam mutlaka
Saadetlû Mihran Efendi hazretlerini idare memuru Aleksan ile kavga eder
bulurdu. Bu calî kavgada Mihran avaz avaz bağırır, Aleksanı haşlar, alacaklı da
bu manzara karşısında siner, kalır, ya bir şey söylemeden, ya Mihran Efendinin
ters bir suratla kaşlarını çatarak:
— Sonra gel! demesine sakinane
boyun bükerek geri dönerdi.
Bu hususta Baba Zühtü Mihran Efendiden bir adım daha ileri gitmişti. Çünkü
onun cebinde zaten borcunu ödiyecek parası bulunmazdı.
— Ben, derdi, çok sevdiğim
adamlardan, dostlardan hiç borç almam. Çünkü ödemeğe niyetim yoktur ki...
Sabah gazetesi heyeti tahririyesi arasına sonradan Adnan da karıştı. Genç
bir talebe idi. Sükûtî, sıkılgan, vazifesini bilir ve aynı zamanda çokça
alıngan... Az bir zaman içinde pek iyi dost olduk. Buna
rağmen, kendisine: Hafız! diye hitap ettiğimiz vakit epeyce kızardı.
Hepimizin küçüğü olması meslekte henüz müptedi bulunması itibarile böyle
şakalara maruz kalması tabiî idi.
Abdullah Zühtü, Milıranm yanında kendisini çekiştirmediğimize, ayağının
altına karpuz kabuğu koymıyacağımıza emin olduktan sonra bize ısınmıştı.
Aramızda gençliğe mahsus bir şevk ve temyizsizlikle sıkı bir dostluk teessüs
etmişti. Onun hayatının Boheme tarafı çıkarılırsa birbirimizle pekâlâ
anlaşıyorduk.
Abdülhamit devrinde gazetecilik epeyce zor ve tehlikeli bir san’atti.
Gazetenin siyasiyatı âliyesile yani Saray ile olan münasebetile sahibi
imtiyazlar meşguldü. Saraya nasıl giderlerdi? Orada kime ben delik ederlerdi?
Göze girmeğe nasıl çalışırlardı? Burası kendilerinin sırrı idi. İp üzerinde
cambazlık belki bu kadar büyük bir hüner teşkil etmezdi. Sahibi imtiyazlar
bütün bu meharetlerine, diplomatlıklarına, sadakatlerini her vesile ile teyit
etmelerine rağmen arada sırada tedip sillesine uğrarlardı. Bu da gayet masum
bir sebeple, ufak bir kaza ile vukua gelirdi. Küçük bir mürettip sehvi bir
gazetenin kapanması, gazete sahibi imtiyazının isticvap altına alınması için
kâfi bir cürüm vücuda getirirdi.
ikdam gazetesinin, Abdülhamidin cülûs gününe tesadüf eden 19 ağustosta
yapılan şenliklerden bahsederken kullandığı «Leylei mes’ude» tâbiri ayın
harfinin sukutile mesude şeklinde çıkmıştı. Mesude kelimesi ise siyah manasını
ifade eden bir cezirden çıkardı. Binaenaleyh terkibin manası kara gece
olabilirdi. İşte bundan dolayı İkdam gazetesi kapanmıştı!
Böyle tertip yanlışlığı yüzünden gazete kapanmasına bir misal daha
hatırlıyorum. Bu da iyi hatırımda kalmışsa, Sabah gazetesinin başına gelmiştir.
Şevketlû gazi Abdülhamit hanı sanî ibaresinde, Şevketli! kelimesinde L harfi
düşmüştü.
Şu halde, Arap harflerile yazılan bu kelimeyi: «şu kötü Gazi Abdvilhmit»
diye okumak mümkündü. Kıyamet koptu ve gazete kapandı! 0 zaman Lâtin harfleri
olsaydı böyle bir iltibasa mahal kalmıyacaktı!
Böyle bir tehlike gazetelerin başına asılmış bir kılıç gibi daima mevcuttu.
Sahibi imtiyazlar bunun mümkün olduğu kadar önüne geçmek için bir çare
düşünmüşlerdi. Padişahtan en çok cuma selâmlıkları münasebetile bahsedilirdi.
Cuma selâmlıklarına mahsus olmak üzere beş altı tane klişe yaptırmışlardı.
Bunlar az çok farklı ibarelerle Allahın yeryüzün deki gölgesinin Hamidiye
camüne cuma namazı için nasıl çıktığını tumturaklı, basmakalıp bir lisan ile
ifade ederlerdi. Bu klişeler sermürettipte dururdu. Her hafta sıra ile birini
gazetenin en başına koyar ve sonra tekrar başlardı. Bu suretle, hiç olmazsa
cuma selâmlıkları yazısı münasebetile vahim bir tertip seb vinin önüne
geçilmişti.
Yevmî gazeteler için 19 ağustos tarihi de en belâlı günlerden biri
sayılırdı. Fakat bunun belâsına karşı bir de tatlı tarafı vardı. Sahibi
imtiyazlar bu vesile ile saraydan ihsan alırlar mıydı, bilmem. Herhalde Mihran,
belki muharrirler de bir şey isterler korkusile hiçbir zaman saraydan para
aldığını bizim yanımızda söylemezdi. Fakat 19 ağustosta kanadili ■ süreyya
misil ile konaklarım donatan kübera kendi donanmalarının parlak bir tamda
gazete sütunlarına geçmesi için gazeteye epeyce para verirlerdi.
19 ağustosla gazeteler akıllarınca pek parlak çıkardı ve bütün ilk sayıfa
yeryüzü halifesinin bu din ve Devlete yaptığı parlak hizmetlerin teşrihile
dolardı. Bu, ayrı bir edebiyat zemini teşkil ederdi.
Benim, dostumun ve Adnamn prensipimiz Saraya ve padişaha taallûk eden
havadislerin hiçbirini yazmamaktı. Çünkü en âdi bir mevzuda bile Abdül hamidi
methetmeden bunn yapmağa imkân yoktu, imzamız altında neşredilmiyeceği halde,
velev havadis kabilinden olsun, Abdülhamidin iyiliğine ve büyüklüğüne dair
kalemimizden bir yazı çıkmak bizim nazarımızda bir namussuzluk teşkil ederdi.
Bun yapmayı vatan muhabbetile telif edilmez telâkki ederdik. Omın için,
üçümüzün kaleminden Abdülhamit ve Saray lehinde bütün gazetecilik hayatımızda
tek bir satır vazı çıkmamıştır.
Mihran, Baba Zühtünün edebiyatım da 19 ağustos nüshası için kâfi derecede
parlak bulmazdı. Arapça, acemce, müsecca ve mutantan ifadesile meşhur
muharrirleri arardı. Harbiye nezaretinde bir Hamit Vehbi Efendi vardı. Mihramn
pek itina ettiği, ehemmiyet verdiği bu debdebeli edebiyatı ekseriya o, hazan,
Ata Bey yazardı.
Sabah gazetesinde bulunduğumuz sıralarda şehzadelerin bir sünnet düğünü
oldu. Mihran bize karşı azametli tavrını takındı, hakkımızda büyük lûtuflar da
bulunacakmış gibi bir şeyler dokundurmağa başladı. Çok geçmeden işin mahiyetini
anladık. Bütün gazete muharrirlerine nişan verilmiş. Bu vesile ile biz de ya
üçüncü ya dördüncü rütbeden Mecidî nişanı zişamna nail olmuş bulunuyorduk.
Fakat o zaman, herkesin bin can ile özlediği, hattâ uğrunda epeyce para vermeğe
bile müheyya bulunduğu bu lûtfu şahane bizi pek soğuk bırakıyordu. 0 zamanın
hükümeti, halkın ve bilhassa memurin tabakasının nisan ve rütbeye son derecede
hırsını gözönünde tutarak bunların beratlarından para almağı usul ittihaz
etmişti. Biz üç dost parayı vermedik, nişan beratını almadık ve Abdülbamidin
nisanından kendimizi bu su retle kurtarmak yolunu bulduk.
Mihramın en çok dalkavukluk ettiği adamlardan biri sansür memuru Hıfzı Bey
di. Hıfzı Bey matbuatın en mühim simalarından idi. Gazetelerin canı onun elinde
idi. Son derecede şiddeti ve saraya mensubiyeti ile tanınmıştı. Belki hususî
ahlâk itibarile iyi bir adamdı.. Belki alelade, pek tabiî bir resmî vazife ifa
eder gibi bu sansörlük işini görüyordu. Fakat, Sarayın vicdanlar üzerindeki
hâkimiyetini bizim nazarımızda temsil eden bu zat bizce dünyanın en nefret
edilecek en kötü adamı idi. Vazifesini hakikaten zalimane, herhalde padişaha
karşı gayet sadıkane ifa ederdi. Sütun sütun yazılar çizerdi. En ufak kelimeyi
bile gözünden kaçırmaz, gece sabahlara kadar bu işle uğraşırdı.
Türk matbuatının Abdülhamit zamanına ait tarihi yazılırken sansür faslı
mühim bir yer tutmak icap eder Bugünkü gençlik ve Abdülhamit zamanına yetişip
te gazetecilik bayatına temas etmemiş kimseler bu sansürün şiddeti, dehşeti ve
aynı zamanda budalalığı, müvesvisliği hakkında kabil değil doğru bir fikir
edinemez. Bunu vesikalar üzerinde görmedikçe insan inanamaz. Sansöre gönderilen
en ehemmiyetsiz bir yazının bile ne gibi tahribata uğradığını gösteren sansor
provalarından maatteessüf beride yoktur. Eğer eski ga zateler bunları saklamam
ıslarsa tarihimizin bu noktası cidden karanlıkta kalacaktır. Servetifünunda
Ahmet Ihsan Beyin ortağı Mustafa Asım Bey Servetifü nunnn sansor provalarının
kâffesini sakladığını bir kere bana söylemişti. Sonra bunların bir yangında
yanmış olduğuna dair aklımda müphem bir haber var. Eğer doğru ise matbuat
tarihi bakımından bu telâfisi gayrikabil bir ziyandır.
Bizim şimdi bu hususa dair hatırımızda kalan şeyler pek nakıstır,
Abdülhamit sansürünün mahiyeti hakkında fikir veremez. Bu sansür yalnız siyasî
şeylere değil, en ufak, en âdi teferruata varıncaya kadar her şeye karışır, her
yazıda mutlaka arzuyiâliye mugayir bir nokta bulur ve onu ya büsbütün çizer, ya
başka bir sekle sokardı.
Guy de Maupassant’m Kalbimiz romanını tercüme ediyordum. Bunda Abdülhamide
ve saltanatına dokunacak ne bulunabilir? Fakat sansör bulurdu. Bir gün roman
müsveddelerinde öyle bir tashih yapmıştı ki mana değişmişti. Adeta yanlış bir
tercüme yapmış oluyordum. İleride böyle bir muahazeye uğrarsam, sansör yüzünden
bu yanlışın vukua gelmiş olduğunu ispat için Hıfzı Beyin imzasile sansör
provasını saklamıştım. Evrakım okadar elden ele geçti ki bu kâat kayboldu
gitti.
Servetifünunda, Pierre Loti’nin İzlanda Balıkçısını, bilmem niçin, belki
dikkatsizlikle, İzlanda Balıkçıları diye tercüme eden benim. Pek çok sevdiğim
bu eserin üstüne mütercim sıfatile ismimi koyamadım. Çünkü sansörün tahribatına
uğrıyarak edebî kıymetini kaybetmiş telâkki ediyordum ve bunu edebî haysiyete
mugayir buluyordum. Gene Loti’den tercüme ettiğim Madam Krizantem romanına da
aynı mülâhazaya binaen ismimi koymadım. Lamaı tinden tercüme ettiğim Graziyella
ise sansörün okadar şiddetli tahribatına uğradı ki zannederim tercümesine bile
devam etmedim, yahut bitirdim de kitap suretinde basılmadı.
Bazı kelimeler vardı ki onların istimali caiz olmadığını bütün muharrirler
bilirlerdi. Meselâ burundan bahsedilmezdi. Çünkü Allahın yeryüzündeki
gölgesinin muazzam, müstesna ve muhteşem bir burnu vardı. Burun lâkırdısının
onunla istihza teşkil edeceğine hükmedilmişti. Bana merak olan nokta şudur:
acaba burun kelimesinin matbuatta yasak olduğu Ab düllıamide söylense
etraftakiler bu dalkavukluğu, bu yasağı ne suretle izah edeceklerdi? Yeryüzü
halifesine :
— Şevketpenah, sizin pek biçimsiz
bir burnunuz var da onun için bu kelimeyi yasak ettik mi diyeceklerdi?
Herhalde, onların ne diyeceklerini bilmem. Fakat ben İzlanda Balıkçısını
tercüme ederken coğrafyaya ait burun kelimesi geldikçe «karaların denizlere
doğru ilerlemiş kısımları» diye yazıyordum. Artık böyle bir tercümenin zavallı
Loti’nnı eserini telvisten başka bir mana ifade etmiyeceği tabiîdir.
Suda eritmek manasına gelen halletmek kelimesi de memnu olan tâbirlerden
idi. Çünkü tahttan indirmek manasını ifade eden hal, kelimesile bir ses
müşabeheti arzediyordu. Tahtakurusu da sarayın lûtfuna uğramış hayvanlardandır.
Gazetelerde ismi geçemezdi. Çünkü «tahtı kurusun» temennisine ses itibarile
uzaktan uzağa temas ederdi. Hatırımda kalan bu misaller, hergün bin türlüsü
tekerrür eden sair memnui y eti er yanında ihtimalki de en az gülünç
olanlardır.
Sansür belâsı matbuatın başında hergün şiddeti, dehşeti ve budalalığı artan
bir felâket halinde devam et mistr. Her sene, bir sene evvelkine nisbetle
sansürde fazla bir şiddet görülüyordu. Abdülhamit elektrikten hoşlannlazdı.
Telefonu memlekete sokmazdı. Tayyare ise bir umacı kadar dehşet verirdi. Ali
Reşadm, şundan bundan sütunlarında tayyarelerden bahsetmesi az kalsın başına
büyük bir dert getirecekti. Sansürün iz nile intişar etmiş bazı yazılar,
Sarayın vehmine dokunursa muharrirler için yakayı kurtarmak gene pek zordu.
Sabah gazetesinde bulunduğum sırada mühim bir eser için çalışmağa başladım.
Şemsettin Sami Beyin fransızcadan türkçeye ve türkçeden fransızcaya lügatlerini
Mihran basmıştı. Şüphesiz Sami Beyi bu alışverişte aldatmış olacak ki araları
açılmıştı. Halbuki fransızcadan türkçeye ikinci tab’mın mevcut nüshaları bitmiş
olduğu için tekrar tabedilmek iktiza ediyordu. Ben bunları sonradan tahmin ile
buluyorum. Çünkü Mihran bana evvelce bu noktaları hiç anlatmadı. Yalnız, mevcut
lügat kitabını ıslah ve tevsi edip etmiyece ğimi sordu. İçine resimler de konulacak,
eksiksiz bir lügat kitabı vücuda getirilecekti.
Bir formasının ıslah ve tevsü için Mihran bana yarım lira verecekti.
Çalışmağa başladım. İşte bugün elde gezen Şemseddin Sami Beyin lügatinin üçüncü
tâb’ı bu çalışmanın mahsulüdür. T harfine kadar kitabı ben tevsi ettim. Büyük
Larousse ansiklopedisine müracaat ederek eksik manaları tamamlıyordum. Halit
Bey de yalnız nebatata, tıbba ilâh, ait ıstılahları ilâve ediyordu.
Buna çalışırken Şemsettin Sami Beyin kitabının eski simasını muhafaza
etmeğe pek dikkat ettim. Çünkü benim nazarımda lügat gene Şemsettin Sami Beyin
idi. Ben onu, Sami Beyin takip etmiş olduğu usule riayet ederek ikmal etmekten
başka bir şey yapmıyordum. Esaslı değişiklikler yapmağa kendimde hak göremedim.
Lügat kitabını bir taraftan tamamlıyordum, bir taraftan eser basılıyordu.
Basıldıkça da tahrir ücretini alırdım. Fakat bu aralık, bir hâdise oldu. Sabah
gazetesini terkederek Saadet gazetesini çıkarmağa başladık. Bu yüzden Mihran
Efendi ile aramız açıldı. Tahrir ücretinden mütebaki istihkakımı vermediği gibi
elimde yazılmış müsveddeleri de kabul etmedi. Evvelâ ticaret, sonra hukuk
mahkemesin3 müracaat ettim. Senelerce uğraştıktan sonra hakkımı almağa muvaffak
oldum. Fakat avukat ücreti vermediğim halde yarısından fazlası masrafa gitti.
Bu lügat işinde o zamanlar beni müteessir eden bir nokta olmuştu. Mihran,
kitabın üzerine benim ismimi yazmak istiyordu. Böyle olursa Şemseddin Sami Beye
tahrir hakkı vermiyecek, ben senin lügatini değil, yeni bir eseri bastım
diyebilecekti. Buna kat’iyyen razı olmadım. Eser, iki misli, belki daha fazla
tevsi edilmiş olmakla beraber gene Şemseddin Sami Beyin eseri olarak kaldığını,
hüviyetini değiştirmediğini söyledim.
Lügat kitabının üzerine muharrir sıfatile benim ismimi yazamıyan Mihran
Efendi nihayet Sami Bey ile barışmağa ve uzlaşmağa mecbur oldu. Eser Sem şeddin
Sami Beyin malı olarak intişar etti. Fakat mu kaddemesi! Bunda benim ismim bile
zikredilmiyor. Sami Beyin yüzünü bile görmemiş olduğum halde hakkına hürmet ve
riayet ederek Mihrana karşı onu müdafaa etmiştim. Halbuki Sami Bey, eserin
tevsünde benim okadar çalıştığımı, kitabı adetâ benim tamamladığımı ağzına bile
almıyordu. Şemseddin Sami Beye karşı büyük bir hürmet hissi beslememiş olsaydım
okadar gücüme gitmiyecekti. Sonra, düşüne düşüne Mihramn bu hususta kendisini
aldatmış olacağına ve benden bahis bile etmediğine hükmettim. Kitabı benim
tevsi ettiğimi Şemseddin Sami Bey nereden keşf ve tahmin edecekti?
Bir Matbuat Grevi
Sabah gazetesinden ayrılışımız Abdülhamit devrinin matbuat hayatında epeyce
garip bir hâdise teşkil eder. O zamattlar gazetelerin başında bir de pul derdi
vardı. Her gazeteye iki paralık bir pul yapıştırılırdı. imtiyaz sahipleri
Mabeyne müracaat ede ede nihayet yolunu bulmuşlar, bu pul resmini affettirmeğe
muvaffak olmuşlardı.
Mihran, muharrir ve mütercimlerin hakkından on para kesebilmek için nasıl
dört gözle fırsat ararsa Abdullah Zühtü de sahibi imtiyazdan beş on para
vurabilecek fırsatları hiç kaçırmazdı. Pul resminin kaldırılmasını işte böyle
fırsatlardan biri olarak telâkki etti. Mihramn cebine bu yüzden bir hayli para
girecekti. Bundan niçin ufak bir kısmı muharrirlere verilmesin? Niçin
maaşlarımıza zam yapılmasın?
Mahmut Sadık, fincancı katıralarmı ürkütmüş olduğu için, Kudüs tahrirat
müdürlüğile İstanbuldan uzaklaştırılmıştı. Sabah gazetesinde filen sermuharrir
olarak Zühtü kalmıştı. Mihran nezdindeki bu talebe daha kuvvet vermek için
İkdam gazetesindeki muharrirlerle de konuştu. Bu, iki gazetenin muharrirleri
arasında gizli gizli büyük müzakerelere meydan açtı.
İkdamda başlıca muharrir olarak Babanzade İsmail Hakkı ile Ali Reşat vardı.
İkisi de Mektebi Mülkiyelidir. Ali Reşat tahsilini bitirmiş, Babanzade siyasî
addedilen bir itaatsizlik yüzünden, son sınıfta iken, mektepten çıkarılmıştı.
İki gazete heyeti tahririyesi, maaş zammı talebinde kendimizin pek haklı
olduğumuza hükmettik. Maaşa zam talebi iki gazete muharrirleri tarafından
salübi imtiyazlar nezdinde teyit edildi.
Hiçbir noktada ittifak edemiyen Mihran Efendi ile Cevdet Bey bu talebi
reddetmek hususunda pek müttehit bulunuyorlardı. Baba Zühtü epeyce uğraştı,
çırpındı ve nihayet Mihrandan bir şey koparmak imkânı olmıyacağım gördü. O
zaman, başka bir hava esti. Grev yapalım, gazeteyi terkedelim, iki gazete
muharrirleribirleşelim ve kendi hesabımıza başka bir gazete çıkaralım! denildi.
İnsan tamamile taraftar olmadığı bir fikre de bazan arkadaş hatırı için
sürükleniyor. İşte böyle bir sürüklenişle ben de arkadaşlardan ayrılmadım.
Mesele o şekle girmişti ki Sabahı bırakmayarak Mihran Efendinin yanında
çalışmakta devam etmek adetâ namussuzluk olacaktı. Çıkaracağımız gazeteyi de
bulduk: Saadet!
Bu ismi gazeteye Abdülhamit vermiş. Fakat «mübarek femi hümayundan» sâdır
olan bu kelime sahipleri hakkında hiç te uğurlu olmamıştı. Saadet, gazetesi bir
türlü canlanamıyordu. İntişar ediyor mıydı? Kapanmış mıydı? Kimse farkında bile
olmazdı. Sahibi imtiyaz galiba Nuri Efendi idi. Ömer Efendi isminde bir de
kardeşi vardı. İşlere daha ziyade bakan o idi. İkisi de aksakallı, eski zaman
adamları idi. Tali ne münasebetle kendilerini ruhan ve fikren yabancısı
oldukları bu mesleğe atmıştı? Hiç şüphesiz ki geçinmek mecburiyeti buna saik
olmuştu. Fakat geçinebiliyorlar mıydı? Burası da meçhul.
Saadet gazetesi sahiplerde görüşüldü. Bütün bu işlere Baba Zühtü önayak
oluyordu. Nihayet, müzake rat neticelendi. Sabah ve İkdam gazetelerinin tahrir
heyetleri, muhbirler ve musahhihler de dahil olmak üzere, işimizi bırakacaktık.
Yirmi beşer lira sermaye koyacaktık. Muharrirler aylıksız çalışacaklardı.
Yalnız muhbirlerle musahhihlere aylıklarını verecektik.
İşte Saadet gazetesinin yeni tahrir heyeti bu surede vücuda geldi. O zaman
gazetenin idarehanesi şimdi polis müdüriyeti ittihaz edilen binanın bahçesinde,
girince sağ tarafta harap bir yerde idi. Yıkılacak gibi sarsılan pis tahta
merdivenlerden çıkılırdı. Yukarıki kırık pencereli, murdar odalardan Lirini
tahrir heyeti* ne ayırdık. Bir odayı musahhihe verdik. Küflü sıvaları yer yer
dökülmüş, tavanı delik deşik, tozlu ve murdar bir küçük odayı da idare
müdiriyetine tahsis ettik. 0 kadar çok muharrir vardı ki ben idare müdürlüğüne
ayrıldım!
Hep birden aynı günde grev yapıp Saadet gazetesini çıkarmamız ne İkdamı
sarstı, ne Sabahı. Mat bnat piyasasının kalbur üstüne gelen en işgüzar muharrirleri
Saadet gazetesini bir türlü yürütemiyorlar dı. Sansör müthiş bir silindir
mahiyetini arzediyordu. Hiçbir muharririn kendi benliğini göstermesine, hiçbir
gazetenin mevcutlardan başka türlü olmasına imkân yoktu. Bir şey yazarsanız
sansör çizerdi. Hattâ nasıl olup ta bizleün böyle bir nevi isyan şeklinde
ayrılarak kendi başımıza bir gazete çıçkarmamıza müsaade ettiklerine şimdi
şaşıyorum.
Saadet gazetesini yürütmek için bütün gayretimizle kalemlere sarıldık.
İdare işi için ayrılmış olduğum halde gene gazetenin romanım ben tercüme
ediyordum. Marcel Prevost’nun o tarihte Temps gazetesinde intişar eden
«Françoise’e mektupları» m tercüme hususunda İkdam ile müsabakaya girişmiş
idik. Gazete akşama doğru gelirdi. Bu uzun hikâyeyi ertesi günkü nüshaya yetiştirmek
lâzımdı. Çünkü aynı zamanda İkdam da . tercüme ediyordu. Saadette de tercüme
eden bendim.
Saadet gazetesinin idare işi okadar hafifti ki asır dide tozların,
duvarlardaki güherçilelerin arasında tercüme için bana bol bol zaman kalıyordu.
Arada sırada bir müvezzi, bir Afrika kâşifi gibi, bu eski tomruk dairesinin
harabesini ziyaret eder, kırk paralık alışveriş yaparak geri dönerdi. Taşra
abonelerimiz hiç yoktu. Yevmî bütün satışımız otuz kırk kuruşun içinde idi!
Saadet gazetesinde nekadar kaldığımızı pek hatırlamıyorum. Herhalde çok
sürmemiş olacaktır. Ote den beriden, bin fedakârlıkla borç alarak koyduğumuz
sermayeyi yiyip bitirdiğimiz zaman gazete belini doğrultmuş addolunuyordu!
Çünkü ilk günlere nazaran satışımız biraz artmıştı. Bir ölünün dirilmesinden
daha hayret verici bir mucize olan bu kımıldama eseri Saadet sahiplerinin hırs
ve tamalarım kımıldattı. İhtiyar Nuri Efendi için herkes iyi adam derlerdi.
Fakat kardeşi Omer Efendinin kurnazlığından korkarlardı. Omer Efendi artık
Saadet gazetesinin kâfi derecede hayat kuvveti kesbettiğine emniyet getirmiş
olacak ki günün birinde bizi kapı dışarı etti. Hepimiz ellerimiz böğrümüzde
açıkta kaldık. Omuzlarımızda da yirmi beşer liralık bir borç! Maamafih Baba
Zühtü taahhüt ettiği hissesini vermemek yolunu bulmuştu.
Altı yüz kuruş maaştan mahrum kalmak, birkaç ay bedava çalışmak, üstüne de
yirmi beş lira borca girmek o zamanki matbuat amelesi için epeyce büyük bir
felâket idi.
Nuri Efendi bize karşı yaptığı kötülükten büyük bir fayda görmemiş
olacaktır. Çünkü Saadet gazetesi biraz sonra bilmem kaçıncı defa olarak
gözlerini tekrar hayata kapadı. Sermüve?;zümiz Babıâli yokurunda sucu Sava idi.
Biz gazeteden kapı dışarı atılınca o da son günün satış bedelinin üstüne yattı.
Bu tam elli altı kuruş tutuyordu. Belini doğrulttu telâkki edilen gazetenin
işte bir günlük hasılatı! Bütün bu patırdı silik bir kremis altını için
oluyordu.
Saadet gazetesinin o köhne, murdar idare odasından aklımda kalmış bir
hatıra var. Bir gün, içeriye dağ gibi bir zeybek girdi. Bütün işlemeli, süslü
esvabı ve belinde silâhlığı ve silâhlarile beraber! Hayret ettim. Biraz ihtiraz
ile, 11e istediğini sordum.
iptida, düzgün bir cevap ile söze başladı. İzmirli imiş. Maden işlerile
meşgul oluyormuş. Sonra, madencilik hakkında izahata girişti. Söyledi, söyledi.
O söyledikçe ben dehşet içinde kalıyordum: muhatabım deli idi! Maden araya
araya aklını kaybetmiş olacaktı. Herhalde kaçacak değil, kımıldıyacak yeri
olmıyan küçücük odanın içinde bu dev gibi müsellâh deli zeybeğin karşısında
geçirdiğim dakikaları unutamıyorum.
Gazetecilik hayatında yarım tertip delilere tesadüf ettiğim çok oldu.
Boşandığı kocasının aleyhinde birkaç satır yazı yazdırmak için sizin başınızı
ağrıtan kadınlardan başlıyarak size hiç taallûku olmıyan dertlerini yanmak için
vaktinizi, sabrınızı, nezaketinizi suüstimal eden kimseler hakkında yarım
tertip tâbirinden başka bir şey kullanamazsınız. Fakat böyle zırdelilerin ancak
iki tanesini gördüm. Biri işte Saadet gazetesindeki bu madenci zeybektir.
İkincisi ile ta sonraları Taninde teşerrüf ettim.
Henüz Aşiyan risalesinin idarehanesinde bulunduğumuz ilk aylarda idi. Bir
softa içeri girdi, beni sordu ve teklifsiz bir tavırla karşıma oturdu.
— Abdülhamit bana kızını vermek
istiyor! diye söze başlayınca işi anladım. Bu yobaz merak ve endişe içinde idi.
Bu işi ne yapacağım bana soruyordu. Abdullah Zühtü delilerden pek korkardı.
Derhal aklıma o geldi. Resimli gazeteyi çıkarıyordu. Softaya :
— Sana bir mektup vereyim, git o
adamı bul. Yakasını sakın bırakma, senin derdine derman varsa o adamdan
gelecektir.
dedim ve derhal Abdullah Zühtüye bir mektup yazarak hocanın eline
tutuşturdum. Hoca gitmiş, Züh tüyü bulmuş. Zavallı Zühtü bu yobazın deliliğini
anlayınca avaz avaz haykırarak bütün matbaadakileri başına toplamış..
Başka Dünyalar Hülyası
Tarik, Sabah, Saadet gazellerinde çalışmam Ser vetifünunda yazı yazmama hiç
halel getirmiyordu. Seı ı vetifünun bir san’at ve edebiyat ocağı idi. Ruhumun
en ihtizazlı, yüksek ve temiz hamlelerile oraya bağlı idim. Gazetecilikte de
büyük bir hevesim vardı. Fakat bu aynı zamanda maişetimi temin mecburiyetinin
tahmil ■ettiği bir meşgale idi. Maarif nezaretinden aldığım üç yüz kuruş
maaşla yaşamak ve aile geçindirmek imkânı tasavvur edilebilir miydi?
Servetifünundaki yazılarımız için para almazdık. Bu, Tevfik Fikreti isyana
sevkeden bir haksızlıktı. Kendisinin Servetifünundan altı yüz kuruş aylığı
vardı. Daimî muharrir gayretile her hafta Servetifünuna makale, hikâye, mensur
şiir yetiştiren bizlerin bedava çalışmamızı insaf ile telif edilmez bulan
Fikret, Ahmet İhsan Bey nezdinde teşebbüslerde bulunarak kendi emrine haftada
seksen kuruş muharrir tahsisatı koparmıştı. Bu parayı Fikret bizlere adilâne
bir prensip dairesinde taksim ederdi.
Servetifünuna yazı yazanların hiçbiri işin maddî cihetini düşünmüyordu.
Orada toplananlar ve yazı yazanlar arasında daha kuvvetli, daha canlı bir
rabıta vardı: ideal; yüksek bir san’at ideali, vatan ideali..
Servetifünun denilince, bu isim etrafında toplanan şairler ve naşirler
içinde en bariz bir şahsiyet ile Fikret göze çarpar. Gazetenin sermuharriri
olduğu ve Servetifünunu o sevk ve idare ettiği için değil. Hangi muhitte olsa
Fikret temeyyüz edecek ve etrafındakilere otoritesini kabul ettirecekti.
Fikretin kuvvetli, bariz ve ezici bir şahsiyeti vardı. Çok eski zamanlarda
olsaydı belki ismi bir peygamber diye ahlâfa intikal ederdi. Daha sonraları
gelseydi bir tarikat müessisi olurdu. Fakat on dokuzuncu asır sonlarında
Abdülhamit idaresinin her necip hissi susturan ve öldüren zulüm ve istibdadı
içinde Fikret ancak san’at ve vatanperverlik tarikinin şeyhi oluyordu.
Servetifünun edebiyatı bu bakımdan hiç tetkik edilmemiştir. Hattâ, daha
fenası, bu bakımdan yanlış ve haksız bir lıüküm ile tezyife uğramıştır. «Türk
Teceddüt Edebiyat Tarihi» ni hayret verecek nazar nüfuzu ile ve azamî bir
bitaraflık ile yazmağa muvaffak olan,. gayet munsıf davranan İsmail Habip Bey
bile tanzim at edebiyatını daha vatanperverane bulur. Servetifünunu bu cihette
kusurlu görür.
Bu hüküm zahiren haklı olabilir. Çünkü Servetifünun edebiyatı açıktan açığa
vatan, milliyet ve hürriyet mevzular ma temas edememiştir. Çünkü etmek imkânı
yoktu. Fakat Servetifünun matbaası bir milliyet ve vatanperverlik ocağı idi.
Onun muharrirlerini san’at rabıtası nekadar birbirlerine bağlıyorsa istibdattan
ve'Saraydan nefret, hürriyet ve meşrutiyete muhabbet hissi de onları okadar
birleştiriyordu.
Servetifünunda yalnız siyasî «komplo» yapmak fikri ve teşebbüsü yoktu.
Fakat memlekette hüküm süren istibdat ve tazyıktan kurtulmak arzuları kalbde
pek canlı îdi. Bir aralık bunun bir çaresini bulacağımız ümidile avunduk durduk.
Ortaya Nuvelzeland adalarına hep birden muhaceret etmek tasavvuru çıktı. Bu
fikrin iptida kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlıyamıyorum. Nuvelzeland
adalarına muhacir sevketmek için Londrada bir cemiyet varmış, herkesi teşvik
için risaleler çıkarmış. Oraya gidenlere bedava arazi veriliyormuş. Bu
risalelerde Nuvelzeland adasının iklimi, güzelliği son derecede
metholunuyormuş. Mehmet Rauf bunlardan bir tanesini ele geçirmişti.
İngilizceden tercüme.ederek bizlere anlatıyordu.
Fikret bu bahsi ortaya attı ve her işiten kabul cevabını verdi.
Nuvelzelandaya hicret fikrine taraftar olmıyan hemen hemen hiç kimse yoktu. Bu
tasavvur kat’iyyet kesbetseydi kaç kişi işin ta sonuna kadar gidecekti? Kim
bilir. Herhalde, en şiddetli taraftarları arasında göz hekimi Esat Paşayı,
Hüseyin Kâzımı, Tevfik Fikreti, Raufu ve kendimi sayacağım.
Muhaceret seyahati için icap eden parayı Esat Paşa bulacağını söylüyordu.
Ankara civarında ailesine ait büyük bir çiftlik varmış, içinde iki gün ’dola
şılırmış. Bu çiftlik satılacak, parası Nuvelzelandaya gidecek Türk kolonisinin
sermayesini teşkil edecekti. Âda lıakkında propaganda risalelerinin verdiği
malûmat ile iktifa etmiyerek bir kere kendi gözümüzle de görmek için Hüseyin
Kâzımın ve benim arkadaşlardan evvel yola çıkarak bir keşif yapmamız bile
düşünülüyordu.
Bu tasavvur ortaya atıldıktan sonra, uzun bir müddet tekmil hülyalarımızın
zeminini hep bu yeni hayat teşkil etti. Benim «Hayatı muhayyel» işte bu
tasavvurun mahsulüdür.
Hikâyedeki: «Orada her şey, hattâ sema bile yeni idi» tarzındaki cümle
İstanbul muhitinden bittabi hiç görmediğimiz «nısıf kürei cenubî» semasına bir
ima teşkil eder. Nuvelzeland teşebbüsünde yalnız bir noktada Tevfik Fikret ile
aramda bir ihtilâf çıkıyordu. Fikret, ilelebet adada yerleşmek ve hiç memlekete
dönmemek fikrinde idi. Ben:
— Hayır, diyordum, Abdülhamit
ölür de memlekette meşrutiyet teessüs ederse Nuvelzelantta kalamam, mutlaka
buraya dönerim!
Fikret bunu bir nevi oyunbozanlık addederek kızıyordu. Hele o zaman gelsin
düşünürüz diye bu ihtilâfın hallini ileriye bırakıyorduk.
Nuvelzeland hicreti doğmadan ölen bir çocuk gibi akim kaldı. Çünkü barut
bulamadık. Çünkü çiftliği satmak için büyük bir hararetle Ankaraya giden Esat
Paşa oradan bomboş döndü ve bittabi biz de bu hülyaya elveda dedik.
Maamafih, İstanbul muhitinden uzaklaşmak bizde bir nevi sabit fikir
olmuştu. Hafiyelerle, sansürlerle, nefiler ve zulümlerle muhat bu hayat içinde
vicdanen rahat bir dakika geçirmek pek zordu. Bu derdin çaresini Hüseyin Kâzım
buldu. Manisa civarında galiba Sarıçam denilen köyde arazisi varmış. Orada
çamlık güzel bir tepe üzerinde bir köşk yaparak çiftçilikte yaşıyacaktık. Bu
son tasavvur, daha mahdut, fakat daha hakikî bir çerçeve içinde idi. Fikret,
Kâzım, ben ailelerimizle oraya gidecektik. Masrafı Hüseyin Kâzım deruhte
ediyordu.
Fikret derhal bu hülya ile tutuştu. Kurşunkaleme sarıldı. Güzel bir köşk
plânı çizdi: ortada müşterek ve zemin katından ibaret büyük bir salon. Burası
hem oturma, hem yemek odası vazifesini görecekti. İki kenarda iki katlı birer
cenah yatak odalarını teşkil edecekti. Fikret, salonumuzu nasıl döşiyeceğimizi
bile kararlaştırmıştı.
Fakat acaba Sarıçam köyünde yaşamak imkânı var mıydı? Hüseyin Kâzım
Fikretin müşkülpesentliğini bildiği için bunu teminde pek ileri gidemiyordu.
Nihayet, Cahit bir gidip görsün, kararı verildi. Ben Ma »îsaya Sarıçam köyüne
gidecek ve hükmü verecektim.
Bugün Manisaya gitmekten sade bir şey yoktur. Fakat Âbdülhamit devrinde bu
ne zor, karışık bir siyasî mesele idi! İstanbuldan Avrupaya değil, Ânadoluya
bile gitmek için mürur tezkeresini derhal vermezlerdi. Maarif nezaretinde kâtip
olduğum için,
evvelâ nezaretten izin almak ve nezaret vasıtasile zaptiye nezaretine
yazdırıp mürur tezkeresi istemek icap ediyordu.
Bir haftalık izni kolaylıkla aldım ve zaptiye nezaretine tezkere yazdırdım.
Bir türlü cevap gelmiyordu. Takip edilmiyen tezkerelerin muamelesi bitmiye
ceğini düşünerek zaptiye nezaretinde kalem kalem dolaşmağı göze aldım. Nihayet
zaptiye nazırı Şefik Paşanın huzuruna kadar çıktım.
Şefik Paşa, bana ait tezkereyi buldurdu. Göz gezdirmeğe başladı. Karşısında
ayakta duruyordum. Tezkerenin kenarına kalın kalemle «şüphelidir» kelimesinin
yazılmış olduğunu gördüm. Şefik Paşa, gözlerini kâğıttan kaldırarak sordu:
— Manisaya niçin gideceksin?
Ben safvetle cevap verdim:
— Orada bir çiftlik var efendim,
dedim. Bakacağını, eğer oturulabilecek bir yer ise ailelerimizle gideceğiz.
Şefik Paşa beni tepeden tırnağa kadar süzdü. Dudaklarını büktü:
— Sen, dedi, çiftçilik yapacak
adama hiç benzemiyorsun. Doğru söyle, maksadın ne? Bir kadın meselesi olmasın?
izin koparmak için, evet demek aklıma geldi. Fakat böyle derim de sonra
hangi kadm? diye sorarsa iş bütün bütün karışacaktı. Onun için, gene hakikati
tekrardan başka bir çare göremedim. Kısaca:
— Olmaz! cevbını verdi. Odadan
çıktım.
Fakat fikir hiç beynimizden çıkmıyordu. Nihayet, Kâzım bir çare buldu.
Benim mürur tezkeremi alır, İzmire kaçak olarak gidersin, dedi. O zaman için bu
tehlikeli bir teşebbüstü. Avrupaya kaçanlar izmire gideceğiz diye bir ecnebi
vapuruna binerek İzmirde çıkmazlar ve Avrupaya giderlerdi. Kendilerini vapurdan
almak kabil değildi. Resmî bir teşebbüste ret cevabı aldıktan sonra, İzmir
vapuruna binerken yakalanırsam maksadımın firar olmadığına zabıtayı kabil değil
ikna edemezdim. Fakat İstanbul muhitinden çıkarak Anadolunun bir köşesinde,
sevdiğim dostlarla bir arada yaşamak hülyası okadar tatlı ve cazip idi ki bu
tehlikeyi düşünmedim. Hüseyin Kâzım Bey hüviyeti altında Hidiviye vapuruna
binmeğe muvaffak oldum, ilk defa olarak İzmir rıhtımına ayak attım.
Birkaç adım ilerleyince arkamdan bir ses:
— Yay Cahit Bey, burada ne
arıyorsun?
Endişe ile başımı çevirdim: Sabahın seyyar muhabiri Tevfik. Biraz daha
ilerledm : bizim sınıf arkadaşlarından Ranf. İzmir idadisinde müdür idi.
Bir haftayı doldurmadan Sarıçam köyünün çamlık tepesindeki ideal hayata
meftun bir halde İstan bula döndüm. Artık her şey olmuştu. Hüseyin Kâzım vadini
tutmağa hazırdı. Sarıçam pek iyi bir yerdi. Fakat biz gene İstanbulda kaldık.
Fikretin böyle garabetleri vardı. Kim bilir, ne gibi bir mülâhaza ile fik
.rinclen vazgeçti ve kabahati Hüseyin Kâzıma bulmak, istedi. Ben Manisada iken:
«Gel ey beridi perestide..» [Rebabı şikeste] diye terennüm etmiş,
sabırsızlıkla avdetimi beklemiş, sonra teşebbüsten vazgeçilince:
«Sen de gittin, senin de arkandan... [Rebabı şikeste]
diye gözyaşları dökmüştü. Sanki bütün teşebbüs!» gayesi bu iki manzumeyi
yazmaktan ibaret imiş!
Edebiyatı Cedide Kütüphanesi
Servetifünun neşriyatı ilerledikçe, epeyce bir zenginlik aızetmeğe
başlamıştı, içimde pek tatlı ve pek kuvvetli bir arzu canlandı: Edebiyatı
Cedide kütüphanesi namı altında bir neşriyat silsilesi vücuda getirmek: tıpkı
Avrupa matbuatında gördüğümüz gibi. Bu kütüphanenin kılığı kıyafeti de Avrupaiı
olacaktı. Çünkü bizim kitaplarımız hiçbir zaman perişanlıktan kurtulmamıştır.
Zamkla hafifçe yapıştırarak satılığa çıkarırız. Daha okuyup bitirmeden parça
parça dağılır. Kâğıtların cinsini de mutlaka kendimize göre intihap ederiz.
Avrupa kitaplarına burasını da benzetemeyiz. Hele kıt’ası. Nekadar kâğıt
cesameti varsa bizde de okadar mütenevvi büyüklükte kitap çıkar: kıt’ası büyük,
kalınlığı az; kalın, kıt’ası küçük. Hasılı, şekli, tertibi, manzarası, her şeyi
bozuk bir neşriyat. Edebiyatı Cedide Kütüphanesi namı altında çıkacak kitaplar
bu kusurlardan uzaklaşacak, şeklen de avrupalı eserlere benziyecekti.
Bu fikri Fikret ve Rauf büyük bir şevkle karşıladılar. Yalnız Servetifünun
sütunlarına inhisar eden edebiyat tam bir varlık göstermiş olamazdı. O zamana
kadar intişar eder, hikâyelerimi topladım. Bir cilt teşkil edecek kadar
çoğalmışlardı. Bunlar, etrafında pek tatlı hülyalarla vakit geçirdiğimiz Edebiyatı
Cedide Kütüphanesinin birinci adedini teşkil etmek üzere Hayatı Muhayyel namı
altında neşredildi. Kitaptaki ilk hikâye, kitaba ismini veriyordu. Avrupa
hikâye kitaplarında olduğu gibi!
Bugün Edebiyatı Cedide Kütüphanesi neşriyatından birini eline alan bir genç
şu cildin karşısında hiçbir şey duymaz. Hattâ o iyi basılmamış, soluk kırmızı
renkte bir mana olabileceğini bile düşünmez. Ve eminim ki matbaacılık noktai
nazarından bunu zevki selime bile mugayir görür. Halbuki bu neşriyata ait en
ufak teferruatın bile bizce büyük bir manası ve ehemmiyeti vardı.
Bir kere, Edebiyatı Cedide Kütüphanesine giren eserlerde mukaddeme yoktur.
0 zamanlarda çıkan kitaplara nazaran bu hayret edilmesi lâzımgeleeek bir
istisna teşkil eder. Bir tarafta şiddetli bir edebî münakaşa cereyan ettiği bir
vakitte böyle bir edebiyat mektebi namına neşredilen kitaplarda meslek
müdafaası hizmetini görecek bir mukaddemenin eksikliği hayrete şayan değil
midir? Biz de bunu çok arzu etmiştik. Eserlerimizin başında nazariyelerden san’atimizden,
fikrimizden, emellerimizden bahsetmeyi lüzumlu görmüştük. Fakat bizi bütün bu
tasavvurlardan vazgeçilen büyük bir mülâhaza vardı. Mukaddeme yazacak olursak
Abdülhamide dua etmek icap eyliye cekti. Çünkü çıkan bütün kitaplarda her
muharrir böy
le yapıyordu. Mukaddeme yazıp ta Abdülhamide dua etmemek nefye gitmeyi göze
almaktı. Biz, Abdülhamide velevki belâ def’i kabilinden dua etmeyi insan
haysiyeti ve vatan muhabbeti ile telifi kabil görmüyorduk. İşte bunun için
kitaplarımız mukaddemesiz çıktı. Fakat acaba onların böyle mukaddemesizliği
dikkati celbetmiyecek miydi? Bu yüzden jurnal edil miyecek miydik? İşte bir
halecan noktası.
Sonra, kabın kırmızı renkte olmasını ben düşündüm ve bunda ben ısrar ettim.
Kırmızı zemin üzerine beyaz yazı. Kırmızı ve beyaz: bayrak rengi, Türk rengi,
vatan rengi. Sansörün zulmile dilsiz haline gelen kitaplarımız hiç olmazsa
uzaktan görünüşlerile zihinde vatan mefhumunu uyandıracaklardı. Ve aynı zamanda
kırmızı, kan ve ihtilâl rengi...
O zamanlar bizim kalblerimizi çarptıran, bize en hayatî meseleler gibi
görünen bu şeyler ihtimalki şimdi gülünç birtakım çocukluklar gibi telâkki
olunacak. Çocukluk, belki. Fakat hâlâ iddia ederim ki gülünç değil. Gaye necip
ve yüksek olduktan sonra teferruat gülünç olamaz. Keşke böyle çocukluklar
hareketlerimize her zaman hâkim olsa.
Edebiyatı Cedide Kütüphanesi bu korktuğumuz noktalardan hiçbir derde
uğramadı. Hayatı Muhayyel, matbaacılığımızın imkân verdiği derecede medenî ve
garplı bir şekilde intişar etti ve... satıldı! Hayatı Muhayyelin satılmasından
biriken parayı Fikrete ödünç verdim, o da Kebabı Şikesteyi bastırdı. O daha çok
sa
tıldı. Artık bütün zorluk yenilmişti. Arkadaşlara da cesaret geldi.
Neşriyat biribirini takip etmeğe başladı.
Bu kütüphane arasında çıkan benim bir de romanım vardır: Hayal içinde.
Şimdi kitaplarımın isimlerine bakıyorum da aralarında pek yakın bir karabet
görüyorum: Hayatı Muhayyel, Hayal içinde, Hayatı hakikiye sahneleri. Hep hayal,
hayat ve hakikat! Hayal içinde, belki daha hakikat ile çarpışmamış bîr gencin henüz
hayal âleminde yüzerken duyduğu heyecanlardan ibarettir, fakat hiç te hayalî
değildir. Bu, ufak değişikliklerle tamamen hakikî bir... vak’adır. «Vak’ a»
demek bile fazla. Çünkü içinde vak’a yoktur. Fakat bu sönüklük ve siliklik ona
başka bir nokta i nazardan kuvvet vermiş olacak ki İsmail Habip Bey, Hayal
içindeden bahsederken:
«Nezih’e bir roman kahramanı diyemiyeceğiz. Her mektepli hemen bir parça
«Nezih» tir. Onun hayallerine, ümitlerine, hüsranlarına, heyecanlarına,
zavallılığına ve saffetine bakarken sanıyoruz ki bu, mektepte, sınıfta, her
vakit gördüğümüz, hattâ kendimizde, kendi ruhumuzda bile yaşadığımız bir
gençtir. Nezih’i, kitapta okuduktan sonra ona roman kahramanı diyeceğimize, her
mekteplinin kendini bilmiyen bir roman kahramanı olabileceğine hükmediyoruz:
eserin kuvveti buradan geliyor.»
diyor. Yukarda işaret ettiğim gibi, idadinin üçüncü sınıfında iken, bir
akşam Tepebaşı bahçesine gitmiştik. Tesadüfen, yanımızdaki masada birtakım genç
kızlar oturuyorlardı. İşle roman böyle başladı, Hayal içinde de gördüğünüz
tarzda devam etti ve o tarzda bitti. Yalnız isimler biraz değişti. Hakikatte
«Sevasto pulo» aile ismini taşıyan kızlar romanda «Diyapulo» ismini aldı. İşte
bu kadar.
0 zaman tutmuş olduğum notlar da romanı yazmağa, ona küçük teferruattaki
hayattan kesilmiş canlı parçalar hissini vermeğe hizmet etti.
Hayal içinde, benim tasavvuruma göre bir silsilenin birinci kitabını teşkil
edecekti. Bundan sonra «Hakikat pençesinde» gelecekti ve matbuat âlemini tasvir
edecekti. Nezih, hayat ile ilk temasta «septik» oluyor, «determinizm» e doğru
sürüklenmeğe başlıyordu. Hakikat pençesine düşünce daha bedbin ve münkir
olacaktı. Bunun yazılmamasından edebiyatımız şüphe yok ki büyük bir şey
kaybetmedi. Fakat o zaman hakkında ruhî ve İçtimaî bir vesikadan da şüphesiz ki
mahrum kaldı.
Hayal içindeyi bitirdikten sonra, bir gece, Tevfık Fikretin evindeki bir
içtimada onu «büyüklere» okudum. Rauf o içtımalarm en tabiî müdavimlerinden
idi. O gece Halit Ziya da hazırdı. Romanın kendimce iyi yeri addettiğim bir tarafından
başladım, okudum, okudum. Oka dar okudum ki elimden kurtulmaları için
beğenmekten başka çareleri kalmamıştı. Romanda, bir mektup yazmak istiyen Nezih
kalemi hokkaya batırır, fakat bütün düşündükleri kalemin ucundan hokkaya akmış
gibi yazacak bir şey bulamaz. Bu kü çük cümle Halit Ziyanın kulağından kaçmadı
ve pek hoş bulduğunu da ilâve etti. Bu kendisinin en küçük teferruatta bile
süse, itinaya nekadar ehemmiyet verdiğini gösterir.
Arkadaşlar Hayal içindeyi beğendiklerini ilân etmekle kitabı nihayete kadar
dinlemekten kurtuldular. Fakat Velet Çelebi için halâs imkânı yoktu. Ser
vetifünunun sansörlüğü, Servetifünun edebiyatının talü eseri olarak, Velet
Çelebi Efendiye tevdi edilmişti. Hıfzı Beyin pek şiddetli ve insafsız
tahribatından kurtulan Servetifünun yazıları bir dereceye kadar daha serbest
kalıyorlardı. Fakat Velet Çelebi nekadar müsamahakâr davamsa gene her yazıyı
dikkatle ve nihayete kadar okumak mecburiyetinde idi. İşte bundan dolayıdır ki
benim romanımın en dikkatli karü odur. Zavallı, Tevfik Fıkrete gelir, derdini
yanarmış. Bıkmış, usanmış. Fakat ne çare, bir «derdi devanapezire» uğramıştı.
Hayal içindeden bahsederken, bana pek çarpmış olan ufak bir hatırayı ilâve
edeceğim. Aradan seneler geçmişti. Vefa idadisinde müdür muavini bulunuyordum.
İhtiyar bir eımenice hocası vardı. Maatteessüf ismini hatırlıyamıyorum. Dersini
verir, kimseye görünmeden çekilir giderdi. Bir gün benim odama uğradı. Hayal
içindeyi benim yaz p yazmamış olduğumu sordu. Evet cevabını verince, başını
salladı. Bariz bir ermeni sivesile:
— Yazık, dedi. Bu memlekette kaç
kişi anlar böyle yazıları! Bittabi memnun oldum, fakat daha çok, hayretler
içinde kaldım. Bu ihtiyar ermeni hoca türk çe neşriyata alâkadar oluyor,
okuyor, benim romanımda bir mana buluyor ve onu takdir edeceklerin pek az
olacağına esefler ediyordu. Kitabım hakkında bir yabancıdan işittiğim yegâne
takdir cümlesi budur!
Şu hatıralar münasebetile Hayal içindeyi karıştırdım. Lisan itibarile
eskimiş parçalar çok mu? diye baktım. Bazı yerlerine gülmemek elimden gelmedi.
Meselâ, «fevki serinde» demişim. Suna «basının üstünde» deseydim acaba
sanatkârlığımdan, edipliğim den ne eksilirdi? Maamafih otuz sene evvelki bu
eser ikinci defa basılmak lâzımgelse, ufak bir tashih ile bugünkü lisana
tamamen uyar.
İsmail Habip Bey, Servetifünun edebiyatı münasebetile benden bahsederken
lisanın bu sadeliğini benim için bir meziyet olarak kaydediyor. Halbuki, bilse!
Raufnn, benim bu sadeliğimiz, doğrusunu isterseniz, cehaletimizden ileri
geliyordu. Cenabın arapça smı, Fikretin kamusunu bize veriniz, bak neler
yazardık! Halit Ziya Beyin de arapçada pek derin olduğunu zannetmiyorum amma,
herhalde cümlelerini kâfi derecede ballandıracak bir arap ve acem hâzinesine
malikti. En cahili Rauf ile bendim. Bundan dolayı türkçe yazıyorduk.
Fikret ile Cenabın arapça ve acemceye düşkünlükleri de malûmatfüruşluk
arzusundan, arap ve acem mukallitliğinden ileri gelmiyordu. «San’atkârane ya
zı», «güzel üslûp» emeli buna saik oluyordu. Kelimelerin de kendilerine
göre Sür şahsiyeti, nezaheti, zara feti, asaleti vardı. Mademki bir tarafta
istediğimiz kadar içine dalmakta hiç beis görülmiyen bir arap ve acem kamusu
vardı, bu şartları haiz kelimeleri oradan niçin almamalı idi? «Tiraje», «tâlâp»
gibi edebiyatı cedide kelimeleri bu düşünceler mahsulüdür.
Nadide ve zarif kelime bulmak iptilâsı en çok Ahmet Hikmette kendisini
gösterirdi. Onun küçük bir defteri vardı. Nerede böjdekulağa hoş gelen arabî
bir kelime, Farisî bir vasfı terkibî bulursa hemen oraya kaydederdi. Yazı
yazarken, defter önünde, onları kullanmağa çalışırdı. Güzide üslûp merakını
böyle arabayı beygirlerin önüne koşmak derecesine vardırmıştı.
Fikir için kelime aramazdı, daha ziyade, seçtiği güzel kelime ve tâbirleri
kullanmak için vesile ve fikir arardı. Ahmet Hikmetin pek kolaylıkla yazılmış
gibi zannolunan sade hikâyeleri işte böyle iğne ile kuyu kazmak kabilinden uzun
gayretlerin mahsulüdür.
Ahmet Hikmet bu kolleksiyon merakını yalnız kelimelere hasretmiyerek biraz
fikirlere ve mevzulara da teşmil etmişti zannediyorum. «Haristan ve Gülistan»
ismindeki hikâyesi Rosny biraderlerin bir hikâyelerinden mülhemdir. «Mülhem»
tâbiri biraz hafif gelir. Açıkçası o hikâyeden aynen alınmıştır. Rauf ile bunun
farkına vardığımız vakit işi bir aile sırrı kadar gizli tuttuk. Çünkü bir
taraftan Ali Kemali intihal işinde çürmü meşhut halinde yakalarken, diğer
taraftan
Avrupa mukallitliği ile ittiham edilirken, içimizden bîrinin bu
teklifsizliği hepimiz için bir tezyif sebebi
olabilirdi. Bugün olsa pek kolay cevap verilrdi. Adaptasyon der, işin içinden
çıkardık. Fakat o tarihlerde zevk henüz adaptasyon yapan romancıları takdir
edecek kadar incelmemişti. Başka muharrirlerden mal edilen yazılara hırsızlık
diyordu.
Servetifünuna yazı yazanlar hergün gazete idarehanesine uğrayabilirler ve
orada Fikrete, birkaç dosta tesadüf ederlerdi. Fakat en çok haftada,bir kere
mim tozanı surette toplanılırdı. Buraya hemen herkes cebinde bir eser ile
gelirdi. Bunlar alenen okunurdu. Okunan eserler tenkitten ziyade takdir
edilirdi. Mehmet Ra uf un yazıları buna az çok bir istisna teşkil ediyordu.
Raufun kabiliyeti, san’atkârlığı Fikretin, Cenabın, Halıt Ziyanın nazarlarından
kaçmamıştı. Onlar Raufu ciddî ve samimî bir takdir hissi ile beğenirlerdi.
Yalnız, tahammül edemedikleri nokta Raufun lisanı idi. Yazdığı hikâyelerin
birinde fazla tombul bir kadın için:
«Calibane nigeran şişman incir» j tâbirini kullanmıştı. Bu
cümle Cenabın kahkaha
J
zembereklerini harekete getirdi. Bunu bir türlü unuta
! marnıştı.
Uzun müddet aramızda «Calibane nigeran
!' şişman incir» diye
tekrar edip güldük.
Benim yazılarım, üslûbundan ziyade, bazı fazla realist buldukları tafsilât
dolayısile muahezeye uğrardı. Hattâ «sukut» namile yazdığım bir hikâye uzun
tereddütleri bile mucip olmuştu. Bunda genç bir mektepli ile yaşlıca bir yenge
arasında sırf et ve sinirlerin sevkile bir münasebetin teessüsü tasvir
olunuyordu. Bütün Servetifünun isyan etti! Ahlâk namına en ziyade galeyane
gelen de Süleyman Nesip idi. Süleyman Nesip, sakin, yumuşak, son derecede temiz
kalbi ve ahlâkı ile hepimize hürmet ve muhabbet telkin etmişti. Yazı hususunda
ufak bir kıskançlık gölgesi bile fikrine düşmemiştir. Her yazının daima iyi
tarafını bulur, arkadaşlarının meziyetli taraflarını ileriye sürerdi.
Umumî bir muhalefete maruz kalan Sukut hikâyesi bazı yerleri çıkarıldıktan
sonra Servetifünuna kabul edildi. Kadının galiba yengeliğinden hiç bah
solnnmadı, bu sayede ahlâk ta tecavüzden kurtuldu.
«Fifi» serlevhasını taşıyan, Bey oğlunun mahut sokaklarındaki bir evin ufak
bir tasvirini ihtiva eden hikâye de gene arkadaşların sansüründen geçmiştir.
Böyle ahlâk namına yapılan ufak tefek tashihler istisna edilirse
Servetifünuna gelen eserler üzerinde Fikretin hiçbir tasarruf ve müdahalesi
yoktu. Onun merakı imlâya idi. imlâda ittırat arardı ve bütün müsveddeleri,
imlâlar muttarit olacak surette kurşun kalemile düzeltirdi. Fakat bütün bu
emekler yarım bir semere verirdi. Çünkü mürett,iplerin de kendilerine göre bir
imlâları vardı. Müsvedde ne suretle yazılmış olursa olsun, onlar gene
bildikleri imlâya riayet ederlerdi. Fikret yorulmak bilmez bir gayretle
müreltipie rin itiyatlarına karşı harp ilân eylemişti.
Bir İki Hâdise
Transval muharebesi münasebetile Servetifünun üdebası büyük bir tehlike
atlattılar. Bir kısmı da kurban gittiler.
Bir gün, Servetifünunda mahrem bir fısıltı halinde bir haber dolaştı. Bir
İsmail Kemal Bey varmış. Hürriyet uğrunda mücahedede bulunan kahramanlardan...
Ingiltere sefareti ile münasebette imiş. Memlekette hürriyetin ve meşrutiyetin
teessüsü için Ingilte renin muzaheret ve müdahalesini temine çalışıyormuş.
Defeat ile sefir nezdinde ricalarda ve teşebbüslerde bulunmuş. Fakat sefir,
memleketin mutlakıyeti idare ile pekâlâ uyuştuğunu, mevcut rejimden memnun
olduğunu söylüyormuş. Eğer memlekette bir gençlik hareketi, bir uyanma eseri
görülürse takip edilen gaye noktai nazarından pek faydalı neticeler hâsıl
edebilirmiş. İsmail Kemal Bey bu hareketi göstermek fırsatının çıktığı fikrinde
imiş. İngiltere Transvalde muharebe ile meşgul. Memleketin gençleri,
münevverleri muharebede İngilterenin galebesini temenni ettiklerine dair
sefarete müşterek bir mektup yazarlarsa bu nü mayişkârane muhabbet sefaretin
pek hoşuna gidecek ve lehimize sefaretin bir müdahalesini temin edecek imiş!
Bugün pek çocukça görüleceği tabiî olan şu tertip o zaman Servetifünun
üdebasının pek şevk ve hevesle karşıladıkları ciddî bir iş halinde ortaya
atılıyordu. Servetifünunda yazı yazan beş on gencin Transval muharebesinde
Ingilterenin galibiyetini temenni etmeleri üzerine Ingiltere hükümetinin, takip
ettiği siyaseti değiştirerek, Türkiyenin dahilî işlerine müdahale etmesi ve
Ahdülbamidi meşrutiyeti iadeye mecbur bırakması aklın kabul edeceği bir
mülâhaza değildi.
İsmail Kemal Beyin kim olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Fakat, esrarengiz
bîr tavır ile ve yavaşça: hürriyet mücahitlerinden denilmesi daha fazla bir şey
sorulmasına hacet bırakmazdı. Bugün öyle tahmin ediyorum ki İsmail Kemal Beyin
Fikreti böyle bir teşebbüse sevketmesi sırf kendi şahsî bir menfaatini istihsal
arzusundan başka bir şeye müstenit değildi. Ya Abdülhamide şantaj
yapmak'istiyordu,, ya Türkiyede bir nüfuz ve ehemmiyeti olduğunu İngiltere
sefaretine inandırarak oradan bir menfaat istihsal etmek emelinde idi. Bunu
ancak meşrutiyetin ilânından sonra, İsmail Kemal Beyin hakikî hüviyti meydana
çıkınca anlamak kabil oldu.
Fakat o zaman, zavallı Servetifünun bu masala pek ciddî surette kapıldı.
Sefarete yazılacak mektubu galiba Fikret kaleme almıştı. Bu, bir müddet
ceplerde dolaştı. Dostlara gizli gizli gösterildi, imzalar toplandı. Hattâ,
imza dairesi biraz daha tevsi edilerek hariçte emniyet edilen dostlara da
gösterildi ve imzaları alındı.
Bu münasebetle ariza bir müddet İsmail Saf an m da cebinde kaldı. Pek
dalgın ve biraz unutkan olan sevimli şair bu gizli, mühim vesikayı bir gün
sokakta düşürmez mi? Servetifünun büyük bir halecan ve endişe içinde idi. En
ehemmiyetsiz bir vak’ayı, bir lâkırdıyı bile jurnal için fırsat bekliyen
hafiyelerden biri bunu ele geçirirse Servetifünunun külünü havaya uçuracakları
muhakkaktı. Ve hafiyeler okadar çoktu ki arizanın sadece kaybolup gitmesi hiç
ümit edilemezdi.
İsmail Safa böyle bir vicdan azabı altında kalmaktan kurtuldu. Vesika
namuslu bir ada mm eline geçmişti. İmzaları görmüş, hüviyetlerini anlamıştı.
Bir gün, gizlice Servetifünuna gelmiş, başınıza bir belâ getirebilir, diye
arizayı Tevfik Fikrete teslim etmişti. Ne yazık ki bu zatın ne ismini
biliyorum, ne hüviyetini.
Transval meselesi münasebetile İngiltere sefaretine verilecek bu arizada
benim imzam yoktur. İsmail Kemal Beyin tavsiyesinden ve teklifinden bahsederken,
Fikret, Ali Paşa damadı Nâzım Paşanın da meseleden haberdar olduğunu ve bu
teşebbüsü onun da teyit ettiğini, İsmail Kemal Beyin sözlerine atfen, temin
etmişti. Nâzım Paşa, sınıf arkadaşımız Alinin babası idi. Bu münasebetle
kendisini tanır, hür fikirli olmasından dolayı hakkında büyük bir hürmet
beslerdik.
Nâzım Paşayı gidip buldum. Kendisinden meseleyi sordum. İsmail Kemal Bey
hakkında hiç te sita yişkârane bir lisan kullanmadı, ve: bir evlât sıfatile
sana bunu imza etmeyi tavsiye edemem, dedi. Geldim, işi Fikrete hikâye ettim.
Fakat artık geri dönü lemiyecek kadar ileri gidilmişti. Boşboğazlıklara mahal
bırakmamak arzusile bir an evvel ariza sefarethaneye takdim olundu.
Fakat boşboğazlık gene oldu. Hükümet bu ari zadan haber aldı. Fakat işi
hakkile anlıyamadı, onun için, tedip hareketi çok şükür ki nakıs kaldı. Yalnız
bazı zavallılar sürüldü. İsmail Safa ile Siret bu kurbanlar arasındadır.
Transval arizasım kimin jurnal ettiği o zamanlar bizim için meçhul
kalmıştı. Aradan uzun bir vakit geçti. Meşrutiyet oldu. Jurnallar meydana çıktı
ve ancak o gün hakikat anlaşıldı: bunu Abdullah Zühtü jurnal etmiş! Jurnali
gözile gören biri bana bu feci hakikati haber verdiği zaman donup kaldım.
Sıvasa sürülen zavallı İsmail Safa artık bir daha Istanbula dönemedi.
Sireti de ancak meşrutiyetten sonra görmek kabil oldu.
Siret Servetifünun muharrirlerinin en hayal ile yaşıyan şair ruhlarından
biri idi. Dünyaya rüya görmek ve hayal sukutlarına uğramak için gelmiş
denilebilecek sevimli bir sima idi. Şiirlerinde artık veremden can vermek üzere
bulunan bir hastanın hassasiyeti ve tatlı nikbinliği hissedilirdi. O pek ince
hülyaları, mariz hassasiyetleri, yüksek hayalî aşkları terennüm ederdi. Ezelden
âşık olarak dünyaya gelmişti. Bu aşk daima eflâtunı kalacak, daima peri
padişahlarının kızları gibi yüksek, yetişilmez kadınlara taallûk edecekti.
İlk zamanlarda bir «nadirei hilkate» aşık olan Siret, bana öyle geliyordu
ki sonra bir «nimeti İlâhiye» addedilecek kadar esirî hanımların, «nazlı
prenseslerin» aşkile sızlayıp durmuş, şiir yazmış ve buna da mutlaka «Mor
menekşe» demiş olacaktır. Onu başka türlü tahayyül edemiyorum. Karlı, fırtınalı
bir gecede Siret aklıma gelse, şimdi sevgilisinin odasında aydınlık görmek için
sokaklarda dolaşıyor zannediyorum. Sonraları meşrutiyet Sirete de siyaset
illetini vermişti. Uzun bir ayrılıktan sonra birbirimizi gördüğümüz vakit Kâmil
Paşa aleyhinde Taninde yazdığım yazıların meftunu idi. Aman sana bu adama dair
vesikalar vereyim dedi. Bir karlı gecede Beyoğlunda bir birahanede randevu
verdik. Kâmil Paşa diye söze başladık, fakat dört kelime sonra bahis edebiyata
intikal etmişti.
Meşrutiyet devrinin ruhlarda kabarttığı fırtınaların garabetine bakmalı ki
sonra Siret ile siyasiyat sahasında düşman olduk.. Onu Kâmil Paşa tarafında
gördüm. Uzun siyasî dargınlıklardan sonra birbirimize tesadüf edince
uçurumların üzerinden gayrühtiyarî
bir hamle ile atlıyarak, arada hiçbir fasıla yokmuş gibi, tekrar
Servetifunundan bahse başladık!
Servetifünuna yazı yazanlar arasında iki Ma beyn kâtibi de vardı. Bu
memuriyetleri onları müs îear isim kullanmağa mecbur etmişti. «A. Nadir» Kemal
Beyin oğlu Ali Ekrem Beyin, «H. Nâzım» da Reşit Beyin imzaları idi.
Servetifünunun diğer edipleri gazeteye sık sık geldikleri halde bu zatlar, gene
memuriyetlerinin icabı olarak, Servetifünun içtimalarma pek nadir uğramak
zaruretinde idiler.
Bir aralık bunların yazıları Servetifünunda bütün bütün kesildi, fakat Baba
Tahirin haftalık Musavver Malûmat mecmuasında intişar etmeğe başladı. Hiçbir
şeyden haberim yoktu. Hayretler içinde kaldım. Derhal Fikretten meseleyi
sordum. Fikret pek tafsilâta girişmek istemedi. Anladığıma göre, A. Nadir ve H.
Nâzım Beyler bir şeyden dolayı Fikrete darılmışlar ve bu dargınlık sevkile
Servetifünundan ayrılarak Malûmata yazı yazmağa başlamışlardı.
Şimdiki zaman için bundan daha tabiî bir şey olamaz. Fakat o vakit edebiyat
dostlarımızla bu hareketi nazarımıza pek büyük bir günah olarak çarpıyordu. Bir
kere Tevfik Fikrete darılabilmek büyük bir haksızlıktı! Hiç muhakeme ve tetkike
hacet kalmadan hükmediyorduk ki Fikretle dargınlık meselesinde kabahat
kendilerinindir. Bu dargınlık neden ileri gelmişti? Dediğim gibi, burasını
Fikret tamamile izah etmemişti. Yalnız, kendilerinin şiirlerinin başka
şiirlerden daha aşağı bir yere konması iğbirarlarını mucip olmuş gibi bir şey
işitiyorduk. Bu, bittabi bize gülünç görünüyordu. Hakikat böyle miydi, değil
miydi. Tamika ne lüzum vardı? Mademki ihtilâf Tevfik Fikret ile vukua
geliyordu, bunda elbette haksızlık öteki tarafta olmak icap ederdi. Fikret
etrafındakilere işte bu kadar körkörüne bir emniyet, muhabbet ve hürmet telkin
ediyordu.
Sonra, Tevfik Fikrete darılmağı akıl alsa bile o hiddetle Malûmat
gazetesine yazı yazmak affedilmesi: bir cürüm şeklinde göze çarpıyordu.
Yıldızın en şerir hafiyelerinden biri olmak üzere tanınmış Baba Tahi rin
gazetesine yazı yazmak onun seyyiatma iştirak inanasım tazammun etmez miydi? O
zaman işte böyle düşündük. Bu yazı dostları hakkında sukutu hayale uğradık.
Hattâ bu infialin sevkile, A. Nadir Beyle aramızda edebî bir münakaşa bile
çıktı. Dargınlığımız ta meşrutiyetten sonralara kadar devam etti. Nihayet,
zaten bir hiç için tahaddüs etmiş olan bu infial pek tabiî bir barışıklıkla
neticelendi.
Fikret ve Rauf
Servetifünun hareketinin ruhu şüphesiz ki Fikret idi. Fikretin kuvvetli ve
yüksek şahsiyeti çekici bir kudret gösteriyor, bütün hürmetleri ve muhabbetleri
kendi üzerinde topluyordu. Servetıfünuncular yalnız edebî kanaatlerinde değil,
siyasî ve İçtimaî emellerinde, şahsî dostluklarında da biribirlerine bağlı bir
manzara arzederlerdi. Bu birliğin merkezi Fikret idi.
Fikret, Aksarayda Ağa yokuşunun alt başında, babasının konağında, bize
komşu denilecek kadar yakın bir yerde otururdu. Haftada bir gece muntazaman
onun evinde toplanırdık. En sadık müdavimler, hafta kaçırmıyanlar, Rauf ile
bendim. Rauf ile Fikret arasındaki hususiyet nihayet bir sıhriyet rabıtası ile
de kuvvetlendi. Rauf Fikretin halasile evlendi. Artık ben de evlenmiştim. Uç
aile arasında «kaçgöç» yoktu. Bu, kardeşçe samimiyetimizin derecesini
göstermeğe kâfidir.
Fikretin manevî hüviyetini küçük bir cümlede hulâsa etmek için bütün
intihalarımı, kanaatlerimi, batınlarımı gözönüne getirerek şu hükümde karar
kıldım:
Fikret yaşıyan bir ideal idi. îdeal bizden çok uzakta, çok
yükseklerde kalan erişilmez bir hedeftir. Yalnız, hayatın bu karanlık ve
çamurlu yolları, azgın mücadeleleri içinde bize yolumuzu gösterir ve bizi
kendisine doğru yükselmeğe sevkeder, Fikret işte bu ideale yükselmişti. Onu yeryüzüne
indirmiş ve kendi hayatına mezeetmişti. Bir insan mutlak ile nisbîyi ne kadar
cemetmeğe kadir olabilirse Fikret bu imkânın azamîsini nefsinde ortaya
koymuştu.
Bazı noktalarda çok titizdi, çok hassas idi. İnsanlardan adetâ bir zahit
hayatı isterdi. Ahlâk ve iyilik neşreden bir peygamberdi. Bu noktada
mutaassıptı ve belki bu bir kusurdu. Fakat Fikret bütün bu biraz gay rünsanî
büyüklüklerini, İnsanî zaaflara karşı merhametsizce müsaadesizliklerini o kadar
tatlı, o kadar candan ve affettirici bir surette yapardı ki tenkitlerinin
acısını tadanlar bile Fikrete darılınazlardı.
Fikretin de bir insan sıfatile belki bazı kusurları vardı. Fakat etrafına
karşı telkin ettiği muhabbetti hürmet o kadar'kat’ı idi ki hiçbir hali göze
batmazdı. Fikret yalnız başkalarına prensip tavsiye etmeğe kalkmaz, kendisi de
bunları nefsine tatbik ederdi.
Fikret sigara içmezdi. İspirtolu içkilerden uzak kalırdı. Zaten
Servetifünun muharrirleri arasında bu içkilere düşkünlük hiç yoktu. Fikret
edebiyattaki yüksek mevküne rağmen, arkadaşlarını kendisinden yüksek görür,
Cenabın şiirlerini kendi yazılarından çok ileride tutar, bir istidat gördüğü
arkadaşlarını teşvik eder, birisinin iyi yazısını arkadaşlara haber vermekten,
okumaktan zevk alır, Haüt Ziyadan büyük bir hürmetle bahseylerdi. Servetifünun
muharrirlerinden birinin muvaffak olmuş bir hikâyesi, bir şiiri Fikret için pek
samimî bir sevinç membaı olurdu. Şimdi düşünüyorum da bütün Servetifünun
muharrirleri arasında bir kıskançlık hissinin nasıl olup ta yer bulmamış
olduğuna hayret ediyorum. Tabiîdir ki bunun çirkin olacağını anlıyacak kadar
muhakemeleri yerinde idi ve içlerinde bir şeyler hissetseler bile belli et
miyeoelderdi. Fakat hepsi de mi hulûs, saffet ve birbirine merbutiyet hissi
rolünü oynamakta bu kadar mahir idiler? Hiçbirinde böyle âdi bir duygudan bir
eser
hissedilmemisti.
Fikretin çok güzel bir şiir okuyuşu, çok tatlı bir söz söyleyişi vardı.
Arslan gibi bünyesi, sevimli yüzü ile bu bediî heyecanları içinde bütün bütün
güzel görünürdü.
Fikret en çok Abdülhamit ve istibdat aleyhinde söz söylerken coşardı.
Yanımızda yabancı bulunmadığı zamanlar, sohbet mevzuu edebiyattan sonra bu idi.
Fikret lâkırdılarında gayet nezih ve ciddî olduğu halde Abdüllıamide ve onun
istibdadına karşı duyduğu kin kendisini bizim eski alaturka tarzda hicviyeler
yazmağa bile sevketmişti. Bir gün, Ali Ekrem Bey ile birlikte otururken,
karşılıklı, irticalen, bir hicviye söylediler. Bunu, tabiî, kimse kaydetmedi
idi. İhtimalki Ali Ekrem Beyin böyle bir şey akimdan bile çıkmıştır.
Fakat nasılsa benim hatırımda tek bir beyit kalmışa benziyor:
Bir hamlede birden içerek bin fıçı müshil Ey Şahı cihan halk bütün canına
... sırı.
Fikretin şiirlerini kendisinin ağzından dinlemeli idi. Yazdıklarını
okumasını severdi. Ve pek tabiî olarak, eserleri bizde büyük bir haz ve
meftuniyet uyandırırdı. Maamafih, bazı yazılarile sonra kâğıt üstünde haşhaşa
kalınca, Fikretin ağzında iken almış oldukları hararet ve hayatı biraz eksilmiş
bulduğum olurdu.
Fikret ince duyguları, afif ve perhizkâr hayatı, zahidane meyilleri ile
beraber bir atlet kadar sağlam idi. Hayat ve zaman onun yalnız maneviyetine
değil, maddiyetine de ilelebet hürmet edecek zannolunabilir di. Halbuki...
1314 senesi yazında, Kanlıcada oturuyorduk. Fikret de Anadoluhisarmdaki
yalısında idi. Rauf Tarab yadaki gemide zabitti. Bu yakınlık bizim sık sık
buluşmamızı ve Kanlıca arkalarında uzun cevelânlar yapmamızı kolaylaştırmıştı.
Göztepe membaına gittiğimiz bazı günlerde Fikretin bir omuzuna beni, bir
omuzuna Raufu alarak epeyce uzun bir mesafeye kadar kolaylıkla taşıdığını
hatırlıyorum.
Kanlıcada oturmak Fikretin beni bir defa iyice haşlaması için bir vesile
çıkardı. Mehtapta Milırabad tepesi ve civarları çok güzel olurdu ve böyle
gecelerde bittabi eve kapanıp uyumağa imkân yoktu. İşte bu mehtaplı gecelerin
biri Abdülhamidin tahta çıktığı 19 ağustosa tesadüf etmişti. Ertesi gün ben
Fikrete mehtabın güzelliğinden bahsederken kaşları çatıldı. Abdülhamidin tahta
çıktığı bir gecede benim bu felâkete tabiatin güzelliğini farkedebilecek kadar
lâkayt kalışımı acı surette yüzüme çarptı. Fikret bu gibi noktalarda en sevgili
dostlarını bile zehirli iğnelerinden muaf tutmazdı ve hislerini doğrudan
doğruya yüze karşı söylerdi. Kendisi «cülusu hümayun» geceleri evde lâmba
yakmayı bile bir hamiyetsizlik telâkki eder ve karanlıkta otururdu.
Fikret aile hayatına son derecede bağlı idi. Bütün kalbini karısına ve
çocuğuna vermişti. Bir gece bile evini bırakarak misafirliğe gitmemişti
zannediyorum. Bu hissini Fikreti tammıyanlar ve samimiyetinin derecesini
ölçmiyenler için çocukluk addedilecek dereceye vardırmış idi. Bazan, yanyana
gittiğimiz zaman., Fikretin, birdenbire, mütebessim, yer değiştirdiğini ve beni
sağma aldığını görürdüm. Nazarlarımız çarpışır, karşılıklı gülüşürdük; anladım,
pardon! der, lâtife ederdim. Sol tarafta kalb vardı ve o kalb tamamen karısının
idi. Kalb tarafına başka kimse geçmemek iktiza ederdi, Fikret bir defa bunu
izah etmişti. Bittabi herkesin yanında ve herkese söyliyemezdi...
Fikret aile hayatında günah işlememiştir. Yanında zaten böyle şeylerin
lâkırdısı da pek olmazdı. Maa mafih, insanlar, Fikret de olsalar, melek
değildirler. Fikretin de hayatından değilse bile hayalinden, günah değilse bile
bir günah gölgesi geçti. Rebabı Şikestede birinci tesadüf, ikinci tesadüf gibi
başlıklarla birkaç manzume vardır. Bunları ilham eden kadın Karlman mağazasında
bir satıcı kız idi...
Fikret güzelliğe meftunluğunu evinin eşyasında, en küçük teferruatta bile
isbat ederdi. Mütevazı bir hayat yaşıyordu. Babıâlide parlak bir kalemde
terakki edebilecek bir kâtip olduğu halde, oraya devam etmeyi vatanî hislerile
telif edememişti. Galiba babasının yardımile yaşıyordu. Fakat Fikret eline
geçen az bir para ile temiz ve zarif yaşamak sırrını bilirdi. Bir kırçiçeği
bile onun odasında bir süslü demet yerini tutardı. Bu odanın samimî ve sıcak
dostluk havası içinde geçirilen o ümitli, neşeli ve bilhassa hararetli ve canlı
saatler... Etrafın karanlığı ve murdarlığı içinde, bütün bu âdi ve fena şeylere
bulaşmadan, istikbalin geniş ve güneşli ufuklarını düşünerek, canlandırarak
uzayan sohbetler... Seneler geçti, beklenen zamanlar geldi... Yıpratıcı, yıkıcı
seneler ve bu senelerle birlikte, onlardan ayrılmaz hayal sukutları...
Ufak tefek bazı kusurlarımızı Fikretten saklardık. Bizim arada sırada küçük
kâğıt oyunlarımızı Fikretin büyük bir şiddetle ayıplıyacağı şüphesizdi. Böyle
şeyleri ve hissî yaramazlıklarımızı ancak daha akran arkadaşlar arasında
serbestçe itiraf edebilirdik. Nekadar olsalar, Fikret ve Halit Ziya bizler içn
hatırları sayılacak «ağabeyler», «büyükler» idiler.
Bu hususta en çok Rauf ile anlaşmıştık. Rauf bütün o vatan ve hürriyet
muhabbetlerinin arasında kalb aşkına da hakkı olan parçayı, hattâ galiba biraz
faz lasile, ayırmıştı. Tarabyadaki gemi hayatı ona nisbet le geniş bir
sergüzeşt sahası temin ediyordu. Bugünkü gençler için bir kadın tanımak hayatın
en tabiî hâdisesidir. Hattâ bir kadını daha resmen tanımadan plajlarda en
samimî, en mahrem maddî teferruatlarına varıncaya kadar tanımaktan kolay bir
şey yoktur. Halbuki o zamnların muaşakaları...
O devrin bu hususiyetini
bize anlatabilecek iyi tetkik ve müşahedeye istinat eder bir roman elimizde
olsaydı, bugün okuması nekadar alâka uyandırırdı. Taıabya, hıristiyan yerli
ahalisi ve yazın gelen ecnebi kadınları ile bugünkü kadar değilse de herhalde o
zamana nazaran bir genç için pek müsait ihtimaller aı zederdi.
Rauf orada bir Italyan kadınına âşık olmuştu. Kendi gemilerinin yakınında
Italyan sefareti maiyetine memur bir küçük gemi dururdu. Bir gün, Rauf elinde
dürbün, etrafı seyrederken gemide bir kadın gördü ve sevdi! Şuayp ile Raufun
gemisine gece yatısı misafirliğine giderdik. Geminin kaptanı Şevket Bey isminde
zarif, bizlerle ruhan ve hissen müşterek bir gençti. Rauf ile aralarında rütbe
farkına müstenit resmî bir münasebetten ziyade bir dostluk bağı teessüs
etmişti. Sabahlara kadar devam eden musahabelerimize Sevket Bey de karışır ve
bu musahabe bittabi hürriyete, Abdülhamit devrinin fenalıklarına, istikbalin saadetlerine
dair olurdu. Artık çeneler yorulduğu ve ortalık ağarmağa başlayıp ta herkes
yatağına çekildiği zaman, Rauf ile konuşmalarımız bu yaramazlık işlerine
intikal eder ve zavallı Rauf yana yana dertlerini, korkularını, ümitlerini
anlatırdı.
Rauf, aşklarını bir gazete muharririne hikâye etmişti. Bunları okudum.
Tarabyadaki aşkından da bahsediyor, kadının bir zabit karısı olduğunu
söylüyordu. Halbuki, aklımda kaldığına göre, bu vapurun çarkçısının karısı idi.
Maamafih, bahriyelilerin kendilerine mahsus ıstılahları var. Çarkçı
denilince o zaman biz kadında, müstesna bir kibarlık hülya etmemiştik. Halbuki
çarkçının zabiti olmaz mı?
Rauf muttasıl yanar tutuşurdu. Tıpkı bir mecusî mabedinin sönmez ateşi
gibi. Fakat bu ateşin ilâlıesi sık sık değişirdi. Raufta esas olan yanmaktı.
Kimin için? Bunun ne ehemmiyeti var? O sevmek için yaradılmış bir sel gibi
akıyordu. Aktı, aktı ve kendisini de sürükledi götürdü...
Rauf yalnız kadın şeklinde tecelli eden güzelliği sevmekle iktifa etmezdi.
Pek sevdiği: «her güzel şey kalbimde bir yara açarak geçer» sözü onun hakkında
pek doğru olarak kullanılabilirdi. Güzelliğin bütün tecellilerine kalbi açıktı.
Musikiye, resme büyük bir meftuniyeti vardı. Çocukluğunda bir musiki tahsili
alamadığı için bu eksikliği bir türlü dolduramıyordu.
Fakat bu onu bir pıyanola tedarik etmekten menedememişti.
Güzel ve zarif giyinirdi. Kısa boylu, tıknazdı ve pek kanlı, renkli bir
yüzü vardı. Gözlüklerin altından parlıyan miyop gözlerindeki zekâ ile bu ateş
ve hayat fışkıran varlık canlı bir ateş hissini verirdi. Her zaman temiz ve
ütülenmiş beyaz üniformasile derhal göze çarpardı. Rauf bütün bunları iki ayda
bir çıkan küçük bir mülâzim aylığı ile yapardı. Bir de Seıveti fünundan arada
sırada aldığı birkaç mecidiye...
Raufta soğuk ve keskin bir muhakemeden ziyade his hâkimdi. Hissiyatının
elinde sürüklenip gider, ta sonuna kadar kendisini bu cereyana bırakırdı. O
zaman, ihtirasatmdan başka dünyada her mülâhazayı unutur, her şey gözünden
silinirdi.
Bir kere bu ihtirası onu ölüme kadar götürdü ve Rauf isliye istiye, seve
seve öldü. Sonra gözlerini tekrar hayata açtıysa bu biraz da bizim
kabahatimiz...
Bir gün, mektepte, işimle meşgul olduğum sırada, bir mektup getirdiler.
Yazısını derhal tanıdım: Rauf dandı. Merak ile açtım ve ilk satırlarda dehşetle
karışık bir acı ve şaşkınlık içinde kaldım : Rauf bam, intihara karar
verdiğinden bahsediyordu. O sırada, Bıiyükadada oturuyordu ve zarafeti,
güzelliği, maceraları ile meşhur bir hanımefendiyi seviyordu. Raufnn bu aşka
dair aradaki tevdiatını alâka ile, kâh gülerek, kâh alay ederek dinlerdim.
Fakat bu aşkın hiçbir zaman onu böyle o kadar sevdiği dünyadan bıktıracak bir
facia şekli alabileceğini düşünmemiştim.
Mektubun tarihine baktım. Bana gelebileceği zamanı düşündüm. Büyükadaya
gidebilmeyi hesap ettim. İşin içinden çıkabilmek kabil değildi. Zihnim
işlemiyordu. Akşamları ezan saatile Büyükadaya onda ve on birde ancak iki vapur
vardı. Hemen Rejiye, Halit Ziyaya koştum. Odadan içeriye ağlıyarak girdiğimi
gören Halit Ziya da şaşırdı, işi anlattım ve beraber Adaya koşmağa karar
verdik. Bu dakikalar bugün hatırımda bir duman ve rüya içinde gibi. Yanımıza
başka dostlar da aldık mı, hatırlıyamıyorum. Yalnız gözümün önünde bütün
vuzuhile, Raufun karyolada, perişan bir halde yatışı var. Küçük yatak odasının
kapısını zorlayıp ta içeri girdiğimiz vakit onu kendinden geçmiş bir halde
bulmuştuk. Ortada bir mangal duruyordu. Ve içindeki ateş artık kül olmuştu.
Derhal pencereyi açtık. Rauf ölmemişti. Kurtuldu.
Gazeteci ile mülakatında Rauf bu aşkın sahibesine dair fazla izahat
vermediği için, ben de sevdiği kadının ismini burada ifşa etmeyi münasip
görmüyorum.
Rauf gene aynı mülakatta «Eylül» ü ilham eden hislerine de hiç temas
etmedi. Sevgili bir ölünün sevgili hatırasına hürmet benim için bir borç. Bu
noktayı sükût ile geçmeğe mecburum.
Rauf Servetifünun edebiyatı devresinde san’ate, san’at için san’ate karşı
pek derinden ve candan bir aşk beslerdi. Onun içindir ki en yaşıyacak, en güzel
eserleri bu devrin mahsulüdür. Fakat sonra, hayat
mücadelesi onu yazıl ar ile yaşamak gibi bir mecburiyet karşısında bıraktı.
Rauf gibi san’atkâr yaradılmış, ince ve hisli bir muharrir için san’atten
fedakârlık etmek, kolay eser vücuda getirmek, kendi kendisini kop ye
ıztırarında kalmak ve bunu hissede ede yapmak büyük bir acı teşkil edeceğini anlamak
zor bir şey değildir. Rauf Servetifünun edebiyatının en parlak bir siması
olmadı. Fakat şüphesiz ki en canlı, en okur ve zekâsı en muhtelif san’at
tezahürlerine açık, kıymetli bir unsuru idi. Mensur şiirleri, edebiyat yapmak
için basmakalıp sözlerin hiç hissedilmeden yanyana dizilmiş yığınları değildir.
Onlar Raufun kalbinden ve ruhundan kopmuş bakir yazılardı. Eylülü de canlı
kalacaktır.
Fikretin Servetifünundan çekilmesi
Servtifünun edebiyatı bir gün mühim bir darbeye maruz kaldı. Vefa idadisi
müdür muavinliğinin küçük odasında çalışıyordum. Camlı kapı açıldı, içeri
Mehmet Asım Bey girdi: Ahmet İhsan Beyin arkadaşı, ortağı ve dostu. Alem
matbaasında Nadideyi bastırdığım zamandanberi kendisini tanırdım.
Asım Beyin Vefaya kadar gelerek beni ziyaret etmesi için mühim bir sebep
olmak lâzımdı. Çünkü sık sık uğradığım Servetifünunda beni her zaman
görebilirdi. Asım Bey üzüntü içinde idi: Fikret Ahmet İhsan Beye darılmış,
Servetifünunu bırakmış, kat’iy yen bir daha oraya ayak atmam, diyormuş.
Fikret ile Ahmet İhsan Bey arasında bu yolda geçimsizlikler ötedenberi
görülüyordu. Fikret her şeye pek çabuk kırıldığı, hayatın bazı zaruret ve
icaplarına hiç pay ayırmadığı için Ahmet Ilışan Beyi muttasıl muahaze eder,
güler yüzlü şakaları ile iğnelemekten vazgeçmezdi. Bazan, Fikretin infiali
dargınlık derecesini bulurdu. Fakat bu kadar gergin ve kat’î bir hal hiçbir
zaman görülmemişti.
Asım Bey de bundan telâş ediyor ve üzülüyordu. Fikret Servetifünundan
çekilecek olursa Servetifünun.
edebiyatının bağı çözüleceğini ve başlıyan temiz ve iyi bir hareketin
söneceğini düşünüyordu. Ahmet Ihsan Beyin de aynı endişe içinde pek sıkıldığını
hikâye ediyordu. Tabiî, böyle bir ihtimale karşı benim de canım sıkıldı.
Fikrete rica ederiz, dedim. Asım Bey bumın kabil olmıyacağım, Fikretin ağzından
pek kat’î bir söz çıktığını, şimdi kendisinin Fikretin yanından geldiğini,
kandırmak için uğraştığını, fakat muvaffak olamadğnm, adetâ ağlarcasına
anlattı. Herkes gibi o da Fikret i pek severdi.
Fikret Ticaret mektebinde hoca idi. Asım Bey kendisini gidip orada görmüş,
Fikretin yanından çıktıktan sonra bana gelmişti.
— Beni buraya Fikret, gönderdi,
dedi. Servetiftiminim dağılması ihtimali onu da müteessir ediyor. Git, Cahidi
bul, benim tarafımdan da rica et, Serveti fünun yazı işlerini o deruhte etsin,
ben de ileride vakit buldukça gene yazarım, Servetifünun eskisi gibi devam
eder, dedi.
Asım Beyin lâkırdıyı değiştirmiyeceği şüphesiz idi. Fakat Fikrete karşı
hürmet ve muhabbetim kendi sile görüşmeden Servetifünun yazı işlerini deruhte
etmeme mâni idi. Bir kere de vak’ayı onun ağzından dinlemek lâzımdı.
Fikrete, hemen Ticaret mektebine koştum. İhsan Bey ile dargınlığının
sebebini bugün hatırlıyamıyo nnn. Herhalde, Fikretin yeryüzünde ideal adam
aramak yolundaki talepkârlığından ileri gelmiş bir asabîlik olacaktı. Asım Beyi
bana kendisi yollamış olduğunu söyledi ve Servetifünunun başına geçmemi rica
etti. Çekiniyordum. Fikreti incitmekten korkuyordum. Nekadar alıngan olduğunu
bilirdim.
—Benim, Servetifünunun basma geçmemi cidden istediğine, böyle bir harekete
kırılmıyacağma Halûkun başına yemin et, bakayım, dedim.
Fikret istediğim yeminle beni temin etti, hattâ teessürü geçtikten sonra
Servetifünuna yazı bile yazacağını vadederek beni tekrar teşvik eyledi. İşte bu
suretle Servetifünun yazı işlerini idare vazifesi bana geçti.
Bu, filhakika Servetifünumı dağılmaktan kurtardı. Fakat, maatteessüf,
Fikret ile aramızı açtı. Korktuğum olmuştu; Fikret kırılmıştı. İptidaları bunu
hissetmedim. Fikret Aksaraydan Rumelihisarmdaki yalıya taşındıktan sonra zaten
eskisi gibi sık sık görüşmek kabil olmuyordu.
Ben Servetifünunda hiçbir değişiklik yapmadan, risalenin eski ahenk ve ruh
içinde çıkmasını temine çalışıyordum. Fikretin şiirlerinin eksikliği risale
için büyük bir ziyan ve darbe idi. Bunu da Fikretin teessürü geçince telâfi
edebileceğimizi ümit ederek müteselli oluyordum.
Bir gün bir kartpostala yazılmış küçük bir tezkere aldım. Fikretten
geliyordu. Resmî bir lisan ile müstehzi bir tebrik. Aynı zamanda, Fikretin
hususiyetini, huyunu bilenler için, zehirli bir iğne. Vefa idadisinde
bir hocalığa tayin edilmiştim. Gazeteye havadis olarak yazılmıştı.
Abdülhamit devrinde, bütün kalemlere alınanlara, bîr memuriyete taynı
edilenlere, doktor ve zabit çıkanlara, hükümetle alâkası olanların hepsine
padişaha sadakat edeceğine dair yemin ettirilirdi. Hocalığa tayinimden bahseden
gazete tahlif edildiğimi de ilâve ediyordu. İşte Fikret kartpostalda bu noktaya
işaret ederek gıptalarını, tahassürlerini, tebriklerini bildiriyordu.
Fena halde canını sıkıldı. Kendimden geçecek derecede müteessir oldum.
Fikret tarafından gelebilecek her türlü siteme, mnahazeye, acı şakaya seve seve
katlanabilirdim.
Fakat Fikret beni en müteessir edecek bir noktadan yaralıyor, hep beraber
yerin dibine geçirdiğimiz adamlar sırasına koymak istiyordu. Fikretin
insafsızlığı bu dereceye kadar vardırmasına karşı bir isyan duydum. Birbirimizi
ilk tanıdığımız ve karşılıklı derin bir hürmet ve muhabbet hissini kardeşlik
derecesine çıkardığımız zamanlarda ben maarif mektubî kaleminde idim ve herkes
gibi alelûsul ben de tahlif olunmuştum. Bunun şimdi bir hamiyetsizlik teşkil
etmesi pek mantıksızlık olurdu. Fikrete bu yolda bir cevap yazdım. Ondan sonra
birbirimizi meşrutiyetin ilk günlerine kadar bir daha görmedik. 0 zaman anladım
ki Fikret kendisinin teklifi, ısrarı, teminleri üzerine Ser vetifünunda
kendisine halef olmama incinmişti. Bu kadar müfrit bir hassaslığı vardı.
Fikretin Servetif Unundan çekilmesi çok büyük bir ziyan olmakla beraber,
risale korkulan inhilâl manzarasını göstermeden, eskisi gibi çıkmakta devam
etti. İlk. günlerde, eski edebiyat mektebi diyebileceğimiz bir cereyanı temsil
eden zatların büyük istihzalarına ve tecavüzlerine uğrıyan Servetifünun artık
dört beş senelik edebî hayatile bütün mukavemetlere galebe çalmış, teessüs
etmiş sayılabilirdi.
Servetifünunu yıkan darbe Saraydan geldi. 3 teşrinievvel, 1317 tarihinde
intişar eden sayısında «Edebiyat ve hukuk» serlevhasile fransızcadan tercüme
ettiğim bir makale vardı. Bu yazı P. Lacombe isminde bir muharririn
Introduction â Vhistoire lilteraire ismindeki eserinden alınmıştı. Usul
dairesinde, sansüre gönderilmiş, sansör tarafından çizilen parçaları
çıkarıldıktan sonra, Servetifünuna basılmıştı. Fakat bir jurnal ortalığı altüst
etti.
Bunu kim jurnal etmişti? Bence hâlâ meçhuldür. Fakat o zamanlar
Servetifünun un rakibi ve Musavver Malûmat gazetesi sahibi Baba Tahirden şüphe
etmiştik. Sırf tahmin üzerine müstenit bir şüphe. Jurnal pek esaslı bir surette
yazılmış olacak ki Abdülhamidi fena halde kızdırmıştı. Padişah, ilk hiddeti
içinde hepimizi mahvetmek istemiş ve mutat olduğu üzere, birer tarafa
sürülmemizi düşünmüştü. Bereket versin ki Sarayda bu fırtınanın kopmasına
mabeyinci Arif Bey şahit olmuştu. Mektebi Mülkiye mezunlarından olan Arif Bey
Ahmet İhsan Beyin arkadaşı ve dostu idi.
Esasen iyi kalbli bir zat olduğu anlaşılan Arif Bey, vaziyeti kurtarmak
için Abdülhamide mahirane bir lisan kullanmıştı. 0 sıralarda Avrupa Devletleri
Tür kiyedeki kanunsuzluklardan şikâyet ederek Abdülha midi ıslahat yapmağa zorluyorlardı.
Arif Bey bu teşebbüsleri ve tazyikleri ileriye sürerek şimdi Serveti fünunun
tatilile sahip ve muharririnin sürülmesi haricin şikâyetlerine zahiren haklı
bir vesile ihzar edeceğini anlatmış ve meselenin adliyeye havale olunarak
oradan alınacak bir hüküm ile cezaların tayini daha muvafık olacağını
arzetmişti.
Abdüllıamit, nasılsa, bu mütaleayı münasip gördü ve şiddetli bir «iradei
seniyye» ile Adliye nezareti harekete getirildi. Adliyeye tebliğ edilen iradede
Fran« sızlar gibi kıratlarını idam edecek dereceye varmış bir milletin
fikirlerini memlekete sokarak halkın hissiyatını bozmak istiyen bu
muharrirlerin ibret teşkil edecek surette cezalandırılmaları emrü ferman
buyuruluyordu.
Vak’amn hikâyesine devam etmeden evvel, edebiyat tarihimiz bakımından bir
ehemmiyet kesbeden o «Edebiyat ve Hukuk» makalesini buraya, yalnız yabancı
terkipleri kırarak, aynen nakledeceğim. Bugünkü gençler o zamanki
arkadaşlarının nasıl ehemmiyetsiz sebeplerle ne büyük tehlikelere maruz
kaldıklarını görürlerse Servetifünun edebiyatının neden dolayı vatan ve
milliyet hislerine temas edemediğini daha iyi anlarlar:
Musahabe! Edebiye Edebiyat ve Hukuk
Edebiyat ile hukuk aynı zamanda aynı tekâmül safhalarından geçerler. Faraza
edebiyatta hakikatpe restlik mesleki hükümferma olduğu bir devirde hukuk
nazariye]erinde de aynı temayüller görülür. Bu tevafuk ve münasebeti teyit eden
misaller cümlesinden olmak üzere, Fransada 1850, 1885 seneleri arasında geçen
müddet gösterilebilir. Bu otuz beş senelik zaman zarfında Fransız edebiyatında
realizm, naturalizm isimlerde yâdedilen meslekler, güzeli hakikate, san’ati
ilme münkat bulundurmağa çalışıyorlardı. Romanlardan şahsiyet kalkarak bunlar
bir vesikalar mecmuası haline geliyor; tiyatroîrdaki vaz’î ve itibarî birtakım
kaideler mehcur kalarak bir eser sahneye konulacağı zaman mümkün olduğu kadar
kakikate yaklaşılıyor; tarih muşikâf tetkikler içinde tebahhura dalıyor; tenkit
mümkün olduğu derecede tahlilî, İlmî olmağa çalışarak imkân mertebesinde
bitaraflığı muhafaza ediyor; şiir bile ilimden, hergünkü hayattan mülhem
oluyordu.
İşte bu zaman zarfında hukuk işlerinde hüküm süren nazariyelere bakılacak
olursa orada da ideale hiç ehemmiyet verilmeyip bunun istihfaf ve istihkar
edildiği anlaşılır. Vakıa hu esnada başka hukuk nail] Fransızcadan.
zariyelcri de mevcut idi. Zaten her vakit, her yerde fikirler muhteliftir.
Bir kısım halk maziye merbut kaldıkları halde bir kısmı âtiye doğru koşarlar.
Fakat her zaman bu yekdığerile çarpışan şahsî fikirler neticesinde bir cereyan
peyda olur ki aksi cereyanlara, anaforlara rağmen, mütefekkirlerin büyük
kısmını ve tefekkür zahmetinden vareste kalarak başkalarının tefekkürleri
neticelerini hazırca kabul edenleri muayyen bir istikamete doğru sürükler. İşte
Fransada 1850 1885 seneleri arasında hukuk nazariyelerinin cereyanı da efkârı
ideali istihfafa sevkediyordu. Beynelmilel, «kuvvet hakkı» esasına riayet
ediliyordu. Hayat mücadelesi nazariyesini bu suretle sui tefsir edenlere karşı
Voltaire’in evvelden cevap vermiş olduğu söylenerek «Felsefî lügat» te «Harp» bahsinde
yazdığı şu satırlar tekrar edildi:
«Bütün hayvanlar daimî bir harp hali içindedirler. Her cins hayvan diğer
cinsi mahvetmek için doğmuştur. Hattâ koyunlar, güvercinler bile birçok küçük
hayvanları itlâf ederler. Aynı bir nev’in erkekleri, dişiler için, erkek
insanlar gibi, aralarında kavgalarda bulunurlar. Hava, toprak, sular birer
muharebe meydanıdır. Allah, insanları akıl ile mümtaz kılmış olduğu için bu
akıl onları hayvanları taklitten müctenip bulundurmalıdır. Bahusus tabiat
insanlara hemcinslerini telef edecek bir silâh vermediği gibi kan içmekten zevk
alacak bir sevkitabiî de vermemiştir.»
Beşeriyetin hattı hareketini kurtların, yabani, vahşi hayvanların hattı
hareketine benzetmeğe çalışanlara karsı itiraz eden bu ideal meftunları ne
istihzalara uğramadılar! Onlara hayalperest diyerek eğlendiler.
Hattâ, Avrupada değil yalnız hükümetler arasında, bir memleketin efradı
beyninde de hak ve adalet endişesi tarihî vak’aya karşı riayet ve sükût etmek
vü cubuna feda edildi. Bir heyeti içtimaiye bir uzviyete teşbih ediliyordu. Bu
uzviyet büyük bir ağaç gibi kendi kendiliğinden neşvünema bulur deniliyordu.
Binaenaleyh ıslahat icrası fikrile bu neşvünemaya müdahale etmek tabiî tekâmülü
ihlâl eyliyeceği cihetle faydasız, hattâ zararlı addolunduğundan beşerî münasebetlerde
calî bir hakkaniyet aramaktan, umumî meselelerde birtakım ulvî ve mücerret
kaidelere hareketlerimizi uydurmağa çalışmaktansa milletin menfaatlerini günü
gününe yoluna koymak kâfi zannedilirdi.
Hippolyte Taine bir kavmin iktisap edebileceği İçtimaî şekil kendisinin
itibar ve arzusu fevkinde olduğunu, o kavmin tabiati ile mazisi neyi icap
ederse behemehal o şekle gireceğini iddia ederdi. Kısmen In gilteıeden, kısmen
Almanyadan istiare edilen bu realist telâkki tarzı neticesi olarak, insanlar
hakikaten gayrimüsavi iken bunlar arasına müsavat esasını vazetmek istiyen
Jean Jacques Rousseau ile az mı istihza edildi?
Tabiî hukuk, tarihin izah ve teşrihinde bu suretle istihfaf edildiği gibi,
bir heyeti içtimaiyeyi şimdiki
halde ıslah için sarfedilmek istenilen mesai de takbih ediliyordu. Renan
muhtelif ırklar, aynı ırka mensup muhtelif sınıflar, insanlar arasında
müsavatsızlığı idame etmek akilâne bir hareket olduğunu söyliyerek şu sözleri
tereddütsüzce yazıyordu: «bütün bir sınıf halk diğerlerinin şan ve şerefi,
kuvvet ve iktidarı ile yaşamalıdır.»
Sefalet her vakit mevcut bulunmuş olduğu için, hastalık ve ölüm gibi ebedî
bir hal diye telâkki edilirdi. Binaenaleyh, Avrupa heyeti içtimaiyesinin o va
kitki halleri karşısında temenniye şayan bir ideal tasavvur etmek bir çılgınlık
idi. En ciddî kitaplarda yer bulan bu nazariyeler filiyat sahasında da tesirini
gösteriyordu.
İşte böyle edebiyat ile hukuk yalnız aynı tesirat altında aynı rengi
iktisap etmekle kalmaz, birbirleri üzerinde de mütekabil tesirlerde bulunur.
Bazan hukuk edebiyata mevzu hazırlar. Edebiyat da buna mukabil bazı kanun
maddelerini tadile çalışır.
Son zamanlarda idam cezası hakkında yazılan şeyler kadar bu tesirleri
gösterecek güzel bir misal yoktur. Joseplı de Maistre idam cezasını bir heyeti
içtimaiye için elzem addeder.
Bundan sonra, idam cezasının vücubu veya ademi vücubu edipler arasında
bitip tükenmek bilmez şiddetli mnbahaselere meydan açar. Mücrimin vücudunu
izale müfit ve meşru olup olmadığı tetkike muhtaç görülerek merhamet ve adalet
daha vâsi surette telâkki
edilecek olursa idam cezasından vazgeçileceği ve dar ağaemdan dökülen kan
damlalarının birer garaz ve gadir tohumu olacağı iddia edilir. Bunun üzerine,
romanlarda, tiyatrolarda vahşi zamanlardan kalma bir âdet olan bu idam cezası
aleyhinde türlü hücumlar görülür.
Victor Hugo «Bir mahkûmun son günü» namındaki eserinde ismi, hali, hattâ
cinayeti bile meçhul bir mahkûm için okuyucuların kalbinde rikkat ve merhamet
peyda etmek gibi bir muvaffakiyete nail olmuştur. Bu mahkûm zîhayat insanlar
arasından çıkarılmış olması, yalnız giyotin ile idam edilmekle değil, kesi
linceye kadar süren o bati ihtizara mahkûm edilmiş bulunması itibarile
merhametimize şayandır. Victor Hugo ölünceye kadar bütün şiirlerinde,
mektuplarında her vakit bu fikri müdafaada sebat etmiştir. Victor Hugo idam
cezası aleyhindeki itirazlarında yalnız kalmamıştır. Birçok muharrirler
kendisinin tarafını iltizam ederlerdi. Aleyhinde bulunanlar da eksik değildi.
İşte bu suretle yalnız idam cezası etrafında birçok edebî eserler tezehhür
etti.
Ceza kanunu gibi askerî kanun da muharrirlerin karihalarını tahrik etmekten
hâli kalmamıştır. Fran sada gayet ehemmiyetsiz bir şey için bir neferi kurşuna
dizerler. Evvelki asır nihayetinde Mercier’den baş lıyarak Alfred de Vigny’ye
varıncaya kadar birçok muharrirler Avrupa askerî kanunlarının bazı maddeleri
hakkında dikkati celbettikleri gibi zamanımızda
Abel Hermant, Lucien Descave, Jean Graues, Jean Ajalbert gibi edipler de
askerî inzibat namı altında Avrupa ordularında reva görülen zulümlerden şikâyet
etmişlerdir.
Kanunu medenî ile de edebiyatın oldukça mühim alışverişi vardır. İşte on
dokuzuncu asırda talâk meselesi. Fransada talâk meselesi vazn kanun tarafından
müteakiben birbirine zıt suretlerle halledildiğinden edebiyat ta bn kanunî
tadillere göre teessüryah olmuştur.
izdivaç rabıtasını kırmak imkânı bulunmazsa zevç ile zevce arasında
imtizaçsızlık görüldüğü zaman vücuda gelen hal de içinden çıkılmaz, hüzün
artırıcı, feci bir şey olur. Kezalik aynı hâdise birçok hanımlarda birtakım
güldürücü vak’alara da meydan açabilir. Fransız komedyalarında bedbaht kocalar,
açık zevceler hakkında türlü türlü lâtif eler vardır. Dramlarda, romanlarda ise
kadının izdivaçta sadakatten ayrılması, aile hayatına, âşık suretinde bir
üçüncü şahsın girmesi üzerine tahaddüs eden feci vak’alar tafsil ve izah
edilmiştir.
Prinsesse de Cleves romanında koca kederinden ölerek karısı ile âşıkını
hayatında birbirlerinden ayırdığı gibi öldükten sonra da ölümile onları ayırır.
Nouvelle heloîse'âe kadın âşıkmın kolları arasına düşmek üzere iken vefat
ederek kurtulur. Georges Sand’ın Jacqu.es romanında koca dünyada pek fazla
olduğunu hissederek sessizce bir intihar ile ortadan
kalkar. Bunlara birtakım düellolar, cinayetler, âşıka sını hançerliyerek
namusunu kurtaran âşıklar, zevcesi ile âşıkını öldüren kocalar, kocasını
zehirliyerek kurtulan kadınlar da ilâve olunacak olursa boşanma olmamak
yüzünden nekadar gözyaşları, nekadar kanlar döküldüğü anlaşılır.
Dikkate şayandır ki ahlâk ve âdat daima kanunlardan ileride yürür. Ve
ekseriya, edebiyat ta ahlâk ve âdattan ileride gider, izdivaç Fransada
bozulması imkânsız bir rabıta olduğu sıralarda tiyatro muharrirlerinden,
romancılardan birçoğu birbirlerile imtizaç edemedikleri halde talâk olmamak
hasebile birbirine ilelebet bağlı kalan biçarelere acırlar, onları tuğyana
sevkedeılerdi. Zina bu ediplerin kalemleri altında şairane bir şey, takbih
edilmiyecek bir hal oldu. Çünkü bazı hallerde adetâ mazur oluyordu. Göze alman
tehlikelerden dolayı buna bir azamet geliyor, behemehal bir felâkete saik
olduğu için kalbleri rikkate getiriyordu. Hasılı, o vakitler izdivaç buhranının
tevlit ettiği eserlerin birçoğu talâk lehinde ya doğrudan doğruya, ya bilvasıta
bir müdafaanameden ibarettir.
Fakat bir gün geldi ki 1789 idaresile Fransada talâk teessüs etti. Birinci
Napoleon tarafından bizzat tatbik olundu. Restauration devril e kaldırıldı ve
nihayet gene tatbik olunmağa başladı. Kanunu medenîde vukua gelen bu tebeddül
ediplerin ittihaz ettikleri lisan ve meslekte de birtakım tebeddüllere meydan
açtı. Karı ile kocadan herbirinin izdivaca tahammül etmez bir hale geldiği
zaman nikâh akdini bozmakta muhtar olmaları lüzumunda en çok ısrar etmiş
ediblerden biri olan Alexandre Dumas fils şu satırları yazıyordu:
«Meclisler talâkı kabul edecek olursa tiyatromuz birdenbire ve tamamile
değişi verecektir, Moliere’in aldanmış kocalan, dramlarımızın bedbaht zevceleri
temaşa sahnesinden kalkacaktır. Çünkü bu eserler nikâhın feshi imkânsız olması
esası üzerine iptina ederler. Binaenaleyh talâk kanunu ile edebiyatta yeni bir
meslek vücut bulacak ve bu da kanunun iyi neticelerinden birini teşkil
edecektir. Artık bize zinayı dikkat ve ehemmiyeti celbeder bir hal olmak üzere
gösteriyorlar diye tânolunamıyacak. Çünkü talâk varken zinaya müracaat etmek
ahlâksızlıktır. O halde bu mevzu dramlara değil, komedyalara ait olacaktır».
Alexandre Dumas fils’in bu sözleri hakikat kes bettiği zaman, birtakım
muharrirler de Fransanın yeni talâk kanunundaki bazı garabetlerden, mantıksızlıklardan
müteessir oldular. Faraza Fransa kanunu mucibince zani ile zaniye birbirlerile
evlenemezler. Zevç ile zevce nzalarile nikâhı feshe muktedir olamazlar. işte
bir kısım muharrirler de talâk kanununun bu gibi noksanlarını, garabetlerini
mevzu ittihaz ederek fikirleri daha makul, daha serbest bir neticeye isal
edecek yolda eserler yazmıştır. Bu meyanda Paul Hervieux’nün «Kıskaç» ı, Madame
Maria Cheliga’mn «Görenek» tiyatrolarını zikredelim.
İşte kanunu medenîye ait tek bir nokta etrafında birçok edebî eserler
tezehhür etmiş olduğu görülüyor. Diğer maddelerin de tevlit ettiği eserler
sayılacak olursa yekûn pek yüksek bir miktara çıkar. Alexandre Dumas fils gibi
bazı muharrirler yalnız muasırların ahlâk ve âdatmı değil, kanunları bile tadil
ve tashih etmeği kendilerine bir vazife bilmişlerdi. Kadınların, gayrimeşru
çocukların hali, mirasa, temellük hakkına ait esaslar romanlarda, tiyatrolarda
münakaşaya defalarla konmuştur. San’at için san’at taraftarı olanlar güzelliğin
faydaya, amelî bir netice fikrine tâbi bulundurulmasını takbih eylerler.
Maamafilı gene birtakım muharrirler heyeti içtimaiyeye ait olan meselelerde
fikirlerine, mizaçlarına göre mütalea beyan etmekten hâli kalmıyarak bu suretle
edebiyat tarihi ile hukuk tarihi arasında sıkı münasebetler vücuda
getiriyorlar.
Hüseyin Cahit 3 Teşrinievvel 1317
İşte bu makaleyi Saray büyük bir cürüm saydı. Servetifünunun kapanması
Ahmet İhsan Beyi tabiî, büyük bir dehşet içinde bıraktı. Bu felâkete ben sebep
oldum diye bana karşı ufak bir serzenişte bile bulunmadı, halinde bir can
sıkıntısı eseri bile göstermedi. Bu nezaketin verdiği memnuniyeti hâlâ
hissediyorum.
Mesele adliyeye havale edilmiş olduğu için, bizi tevkif etmediler.
Müstantiklikten bir celp müzekkeresi aldım. Tayin edilen günde Adliyeye gittim.
En alt katında, küçük, dar, harap bir oda. Genç bir zat: Müstafilik Ali Rıza
Bey.
Sordu: Bu makaleyi ben mi yazdım? Niçin yazdım? Anlattım ki ben yazdım.
Fransızcadan tercüme ettim. Hiçbir siyasî tahrik yapmak kasdım yoktu. Makale
sansüre gönderilmiştir. Sansör tarafından çizilen yerler çıkarıldıktan sonra
basılmıştır, binaenaleyh benim ve gazetenin hiçbir mes’uliyetimiz bulunmamak
lâzım gel ir.
Makalenin fransızca aslım istedi ve beni, gayet nezaketle, serbest bıraktı.
Kitabı götürüp teslim ettikten sonra, merak ile bekliyordum. Ahmet Ihsan Beyi
de, sansör Velet Çelebi Efendiyi de istintak etmişlerdi.
Bir gün, Ahmet İhsan Bey, büyük bir sevinçle «men’i muhakeme» kararı
aldığımızı tebşir etti. Müs tantik Ali Rıza Bey, Abdülhamidin o şiddetli
iradesine rağmen, bizi tevkif ettirmek, mahkemeye sevkeyle mek şöyle dursun,
muhakememizi icap edecek bir sebep bulunmadığını söylemek derecesinde bir
cesaret göstermişti ve Adliye nazırı Abdurrahman paşa da bunu kabul etmiş,
Saraya bildirmişti. Saraydan ikinci bir tezkere daha. Saray bizlerin cezasız
kalmamızı hazmedemiyor, hakikaten kabahatsiz olup olmadığımızı soruyordu.
Namuslu ve mert Adliye nazırı bu ikinci tezkereyi resmî muameleye bile koymadı.
İkinci bir cevap ile işi kestirdi, attı. Biz de takibattan kurtulduk. Hakkımızda
artık İdarî bir ceza da yapmadılar. 7 Teşrinievvelde kapanan Servetifünun 22
Teşrinisanide tekrar çıkmağa başladı.
Şu küçük vak’a Türk adliyesinin tarihine şeref veren hâdiselerden biridir.
Zalim ve müstebit bir padişahın okadar şiddetli bir iradesi namuslu Adliye
nazırının, cesur ve namuslu bir müstantiğin şahıslarında tecelli ve teşahhus
eden hak ve adalet karşısında parçalanıyor, hükümsüz kalıyordu. Müstantik,
başına bir belâ getirmemek için, beraet kararını mahkeme versin diye, bizi
rastgele tevkif eder ve mahkemeye yollıya bilirdi. Bunu yapmadı. Bir dalkavuk
Adliye nazırı Sarayın hoşuna gitmek için, bizim külümüzü havaya savurmaya
kalkar, mahkûm edilmemiz için hâkimlere emir verirdi. Yapmadı. Abdülhamit devri
için bu çok büyük bir fazilettir. Türk adliyesi en kara günlerde bile böyle
faziletli adamlar yetiştirdi. Bunun ne büyük bir hareket olduğunu ben pekâlâ
takdir ettiğim için, bu hatıra karşısında hürmetle iğilmeyi bir vazife
biliyorum.
Servetifünun ölüyor
Servetifünun bu darbeden kurtulmuştu amma, manen ölmüştü. Çünkü artık
Saray, edebiyatı kat’iy yen yasak etmişti. 0 tarihten sonra çıkan Servetifü
nunda ne bir şiir vardır, ne bir hikâye. Gazeteyi doldurmak için müteaddit
müstear isimlerle fennî musahabeler yazdım, arıcılıktan bahsettim, yemeklerin
kalorilerinden bahsettim, her şeyden, fakat kat’iyyen suya sabuna dokunmıyacak
şeylerden.
Kudüs tahrirat müdürlüğü ile Istanbuldan uzaklaştırılmış olan Mahmut Sadık
Beyin avdeti benim Servetifünundan uzaklaşmama sebep oldu. Çünkü Mahmut Sadık
Bey Ahmet Ihsan Beyin çok eski arkadaşı ve dostu idi. Hem onu korumak arzusu,
hem Servetifünun münderecatına daha fazla bir tenevvü verebilmek ümidi bizim
patronu günün birinde bana yol vermeğe sevketmişti. Galiba bunda ayda yüz kuruş
kadar bir tasarruf ta temin ediyordu.
Servetifünun edebiyatı bittikten sonra, ben edebiyata ait hiçbir eser
yazmadım. Görüyorum ki öteki dostlar da yazmamışlar. İleride bastmnak üzere
yazıp saklamak demek ki kabil olmuyor. O cereyan devam etseydi, şüphesiz,
düşündüğüm ve istediğim birkaç romanı yazmış olacaktım. Bunların yazılmaması
bir eksiklik değil, fakat Servetifünun edebiyatı meşrutiyete kadar devam
etseydi elbette tekâmül safhalarından geçer ve arada kırık halkalar kalmazdı.
Maamafih, bütün bütün de boş durmadım. Servetifünun çıkarken lisan
bahislerine merak etmiş, ve daha ziyade, lisanın menşeleri ile çok uğraşmıştım.
Hattâ lisanın menşelerine dair birçok eserlerden alarak koca bir cilt kitap
bile yazdım, duruyor. Bunun methalinden bir iki bahis Servetifünunda çıkmıştı.
Sonra, bütün beşerî ve İçtimaî müesseselerde «menşe» meselelerinin hiçbir zaman
İlmî surette halli kabil ol mıyacağını okuya okuya öğrendiğim için, bu yazıları
ihmal ettim. Fakat türkçenin bir gramerini vücuda getirmek ve türkçeyi arap ve
acem lisanlarının tesirinden kurtarmak fikri zihnime saplandı.
Siyasiyattaki kapitülâsyonlar lisanımızda da vardı. Türk Devleti siyasî
istiklâline malik olmadığı gibi Türk dili de millî istiklâlinden mahrum
bulunuyordu. Çünkü Türkçenin içinde ecnebi lisanların kanunları hüküm
sürüyordu. Türkçemiz ismini bile kaybetmişti. Mekteplerde bize «Kavaidi
Osmaniye» okutuyorlardı. Ortada «türkçe» yoktu, «osmanlıca» vardı ve buna
«arapça, acemce ve türkçeden mürekkep» bir lisan diyorlardı. İşte bu cereyana
karşı içimde kuvvetli bir aksülâmel uyanmıştı. Müstakil bir türkçenin varlığını
meydana koymak ve türkçe tahsil etmek için ayrıca arap ve acem lisanlarını
öğrenmek mecburiye
tine nihayet çekmek icap ediyordu.
Bunun için, iptida bir gramer yazmağa karar verdim. Mekteplerde okutulan
Cevdet Paşanın «kavaidi Osmaniye» si arapçanm tesiri altında idi. Türkçede kaç
nevi kelime bulunduğu, Türk kelimelerine bakılarak, araştırılarak tayin ve
tesbit edilmemişti. Arapça sarfından alınmıştı. «Bu» kelimesi Türk çocukları
için «ismi işaret» idi. «Bir» kelimesi yalnız «ismi adet» idi. iptida yazdığım
gramerin ismini «Türkçe Sarf ve Nahiv» diye kararlaştırdım. Başına Hovelacque’m
eserinden alarak lisanlar hakkında kısa umumî malûmat ilâve ettim ve türkçenin
arap ve acem kelimeleri ve kaideleri almakla muhtelit bir lisan olamıyacağım,
lisanımızın ancak «türkçe» olduğunu tasrih ettim. Sonra, bir Avrupa grameri
metodu ile bizim türkçe grameri yazdım. Türkçede kaç nevi kelime olduğunu bizim
lisanın bünyesinden çıkararak tesbit ettim. Benden sonra bu tasnif
değiştirilemedi. Bugün hâlâ her gramerde aynı tasnif devam ediyor. Fakat,
bittabi, benim ismim anılmamak şartile!
Gramerimin birinci senesinde hiç yabancı kaidelerden bahsedilmemişti.
Çocuklar ilk senede tamamen Türk kaidelerile karşılaşıyorlardı, ikinci senede,
lisanımıza sokulmuş olan ecnebi kaidelerini Öğrenmeğe başlıyorlar, üçüncü
senede bu kaideleri tamamlıyorlardı. Arabî ve farisî terkiplerden mümkün olduğu
kadar içtinap edilmesini gramerde sarih surette tavsiye ediyordum. İmparatorluk
ve hilâfet devrinde, mekteplerde okutulacak bir kitapta daha fazlasını söyliye
mezdim.
Fakat bununla türkçe tahsili arap ve acem dillerini öğrenmek
mecburiyetinden kurtarılmış olmuyordu. Bilhassa arap kelimeleri için iştikak
meselesinin arzettiği zorluğa galebe çalmak iktiza ederdi. Bir aileye mensup
kelimelerin şekillerine göre değişen manalarını anlıyabilmek için arap
tasriflerini ve bunlara merbut bir sürü kaideyi ne yapacaktık? Bir kökten
çıkmış muhtelif arap kelimelerini ayrı ayrı kelimeler halinde çocuklara
belletmekten başka çare yoktu. Bu çareyi kabul etmezsek gene ismi tafdilleri,
ismi mef’ul leri, ismi aletleri, ilâh, kaidelerde öğretmek mecburiyetinde
kalacaktık.
Her kelimeyi ayrı bir lügat gibi çocuklara ezberletmek, iştikaktan, aradaki
münasebetlerden bahsetmemek çok uzun ve yorucu bir yol olurdu. Bu yolu
kısaltmak ve çocukları muhtelif kelimeler arasındaki münasebetleri anlamağa,
öğrenmeğe sevketınek herhalde zarurî idi. Fakat, nasıl?
Bunun için amelî bir çare düşündüm. Çocuklara bir kelimenin mensup olduğu
aileyi bulmak ve o aileye giren kelimeleri bir cümlede kullanmak üzere
temrinler yaptım. Bu temrinler ikinci sene gramerden itibaren çocuklar için
mecburî oluyordu. Çocuklar bu temrinleri yapa yapa kelime ailelerine, şekillere
göre mana değişmelerine alışacaklardı ve bunu hususî surette arap kaidelerini
tahsil etmeden yapabileceklerdi.
Bu noktada yeni bir zorluk ile karşılaştım. Talebe bir kelimenin mensup
olduğu aileyi nereden bulacak? Bunu temin için bir iştikak lügati yapmağa karar
verdim. Arapça kelimelerin iptida kökünü say ifanın başına yazacaktım. Sonra o
kökten çıkan bütün kelimeleri aynı sayıfada toplıyacaktım ve bu kelimelerin
manalarını yazdıktan sonra muhtelif Türk muharrirlerinden alınmış misallerle
nasıl kullanıldıklarını da gösterecektim.
Bu karardan sonra, arapça kamusu ele aldım, baştan nihayete kadar kamusu
sanki elekten geçirdim. Türkçede kullandığımız nekadar arapça cezir varsa
bunları ayrı ayrı fişlere yazdım. Sonra herbirine o kökten arapların çıkarmış
oldukları kelimeleri ilâve ettim.
Artık sıra Türk lügatlerini karıştırmağa gelmişti. Çünkü biz arapçadan
aldığımız kelimeleri hep olduğu gibi, olduğu manalarla kabul etmemişizdir.
Bunlar üzerinde büyük bir tasarruf göstermişizdir. Bir kere, araplarda olmıyan
kelimeler yapmışız ve onları arap kelimesi addetmişiz. Meselâ, «karz»
cezrinden, arap iştikak kaidelerine göre, bir istikraz mastarı uydurmuşuz. Arap
bu kelimeyi bilmez. O bu manada iktiraz der. Fakat bizim için istikraz vardır,
iktiraz yoktur. Bundan başka, bazı arap kelimelerine arapların bilmedikleri
manalar vermişizdir, iste bunları bulmak için Türk lügatlerini baştan aşağıya
kadar gözden ge girdim. Kamusta bulunmayan kendi ilâvelerimizi ve icatlarımızı
fişlere kaydettim. Sonra bunlara meşhur muharrirlerimizin eserlerinden misal
aramak icap ediyordu ki Türk çocukları o ecnebi kelimelerin türkçe de nerelerde
ve ne manalarla kullanıldıklarını görsünler.
İşte bir yerde herhangi bir arap kelimesine tesadüf eden çocuk bu lügati
açınca o kelimenin bütün müştaklarını, soyuna sopunu hep bir arada bulacak,
gramerdeki temrinleri yapa yapa bunları, arapça okumağa hacet kalmadan,
belliyecekti. Bu lügat kitabını, maatteessüf bastıramadım. Senelerce döktüğüm
göz nuru boşa gitti.
Yazdığım sarf ve nahiv intişar ettiği gün meşrutiyet te ilân edilmiş
bulunuyordu. Artık benim gramer ile uğraşacak vaktim kalmamıştı. Onun için,
maatteessüf, yazdığım kitabı çocuklara kendim okutarak eksik ve yanlış
taraflarını tecrübemle anhyamadım ve sonra düzeltemedim.
Son satırlar,.
Ben artık kavuştuğumuz hürriyetin verdiği bir sarhoşluk içinde, tekrar
yevmî gazeteciliğe dönmüştüm. İlk günü kendiliğimden İkdama koştum. Abdullah
Zühtü ile beraber, kendiliğimizden İkdam muharriri olduk. Cevdet Bey ikimizin
yazılarını ekledi, bir başmakale çıkardı.
İkdam makaleleri imzasız olarak çıkıyordu. Bu iptida Babanzade Hakkının
dikkatine çarptı. Kendisi evvelce' ikdamda çalıştığı için mütalealarında hususî
bir kıymet bulunmak tabiî idi. Hakkı: imzamız bizim için manevî bir sermayedir,
diyordu. Biz imzasız yazı yazdıkça kendimize sahip olamayız. Her şey gazetenin
olur. Biz de her zaman sokağa atılabilecek bir amele mevkünde kalırız!
Hakkının düşüncesini doğru buldum. İkdama yazdığım makalelere imzamın
konulmasını istedim. Cevdet Bey bunu prensip itibarile kabul etmiyordu.
Meşrutiyetin ilânı üzerine yevmi ve siyasî olarak çıkmağa başlıyan
Servetifünunda Ahmet İhsan Bey eski yazı rabıtasını tazelemek istedi.
Meşrutiyetin ikinci, üçüncü günü ben de tekrar Servetifünuna geçtim. 0 kadar
senedir Abdülhamit idaresine karşı içimde birikmiş olan hırs ve ateşi orada
imzam altında serbestçe saçmağa başladım.
Bir iki gün sonra, Hüseyin Kâzım beni buldu. Fikret ile beraber üçümüz, bir
gazete çıkarmağı teklif etti. Fikret gazetenin ismini bile koymuştu: Tanin.
Fikret ile dargındık. Fakat meşrutiyetin vehürriyetin kalblere verdiği
sevinç, ruhlara açtığı genişlikT hislere getirdiği yükseklik böyle miskin
düşünceleri silip götürmüştü. Fikretin de aynı histe olduğunu Kâzımın
sözlerinden anlayınca, nasıl olup ta senelerce birbirimize dargın kalabilmiş
olduğumuza şaştım ve utandım.
Bir haftaya kalmadan, Tanin teessüs etmişti. Ne matbaamız vardı, ne
idarehanemiz. Sadece kalemlerimiz vardı ve taşan kalblerimiz. Üzerimize bir iş
gömleği geçirdik, kollarımızı sıvadık. Vesait yoksuzluğu içinde didine çırpma,
Tanini çıkarmağa başladık.
Fikret ile Kâzım galiba meşrutiyetten evvel İttihat ve Terakki Cemiyetine
girmişlerdi. Kâzım, cemiyetin gazetesi' çıkıncaya kadar, tebliğlerini Tanin ile
yapacağını söyledi. İçimde parlıyan hürriyet aşkı o kadar coşkundu ki, İttihat
ve Terakki ile olsa bile bir rabıtadan hoşlanmıyordum. Kimsenin gazetesi olmı
yaeağız, kendi kendimizin gazetesi kalacağız! diye itiraz ettim. Zaten Kâzımın
teklifi de Tanini cemiyetin organı yapmak değildi. Onun için, Tanin tam bir istiklâl
dairesinde, sırf bizim, daha doğrusu benim düşüncelerimi in’ikâs ettiriyordu.
Ne Kâzım, ne Fikret gazetenin münderecatı ile meşgul olmuyorlardı.
Fikret büyük bir şevk ve intizam ile hergün geliyor, yazdığımız yazıları,
bir nevi tahrir heyeti kâtibi gibi, gözden geçirerek, eski iptilâsı dairesinde,
yalnız imlâların ittıradını temin için beyhude yere uğraşıyordu.
Bir gün Tanine Müştak uğradı. Eski rejime hücumlarımıza iştirak edecek
surette bir küçük fıkra yazdı. Sonra sık sık gelmeğe başladı. Üzerindeki ma
beyn kâtipliği sıfatı o galeyan zamanında pek nahoş bir kalıp idi. Gazetecilik
havası ona daha hayat verici bir unsur tesirini yapıyordu. Kalıbı değiştirdi ve
Tanın yazı ailesine karıştı.
Uç dört ay sonra, bir gün, Fikret Tanine gelmedi. Merak ettim. Kâzıma
sordum. Birşey bilmiyordu. Fik reti gördüm.
— Bana gazetede lüzum yok,
diyordu. Filhakika gazete çıkarmayı düşünen, Taninde sabahtan akşama kadar
başkalarının yâzılarile uğraşan Fikret kendisi ilk gündenberi bir satır yazı
bile yazmamıştı. Fikretin çarçabuk bir şeyden müteessir olabileceğini bildiğim
için, Kâzıma defalarla sordum, acaba ona mı kırıldı diye şüphe ediyordum. Fakat
Kâzım birşey bilmediğini tekrar ediyor ve o da benim kadar müteessir oluyordu.
Sonraları, arada sırada, düşündüm: acaba Fikret Cemiyete mi darılmıştı? Her
halde işin hikmetini anlamak bence kabil olmadı.
Tanin devam ediyordu. Bir gün sıkılgan ve sessiz bir genç, mütereddit,
odamdan içeri girdi. Derhal tanıdım: Muhittin. Zeyrek Rüştiyesinde ilmi eşya
hocalığı ettiğim zaman küçücük talebeler imdendi. Sonra kendisini Vefa İdadisinde
talebe iken bulmuştum. Şimdi tahsilini bitirmiş, yazıya heves etmiş, bir de
makale cızıktırmış, onu getiriyordu. Makalesi Tanine girdi, kendisi de daimî
Tanin muharrirleri arasına.
Tannı ilk zamanlarda beni pek çok yoruyordu. Başmuharrirlikten tahrir
heyeti kâtipliğine, hattâ bazan muhbirliğe varıncaya kadar her işe kendim
bakıyordum. Muhittinin Tanine girmesi ve kısa bir çıraklık devresinden sonra
iyice yetişmesi tahrir heyeti müdürlüğünü ona bırakmama imkân hâsıl etti. Bende
gazetenin en yorucu ve vakit alıcı derdinden kurtuldum.
Bir gün, Bay Halit Ziya ile konuşu yorduk.. Yeni edebiyat cereyanlarından
bahsediyor ve yeni yazılan takip edip etmediğimi soruyordu. Bütün iştiyakıma
rağmen, buna maddeten imkân bulamadığımı eseflerle kendisine söyledim.
— Falih Rıfkı diye bir imza göreceksin,
dedi.
Gözüne ilişirse, tavsiye ederim, oku.
Filhakika, Falih Rıfkı imzası bir aralık gözüme ilişti. Yazısını okur
okumaz Muhittine tenbih edi yordum:
— Falih Rıfkı isminde bir genç var, onu
bul. ve Tanine al!
İşte Tanin tahrir ailesi bu suretel genç, sevimli ve çok kabiliyetli bir
arkadaş kazanıyordu.
Aka Gündüz imzasına, kimsenin ikazına hacet kalmadı, ben kendim dikkat
ettim. Muhittine bir tenbih daha:
— Tercümanda Aka Gündüz diye bir imza
görüyorum. Bunun müstear bir isim olduğu belli. Fakat o genç kimse onu bul ve
Tanine al!
Tanin için bir kazanç daha.
Aynı suretle, Fazıl Ahmet ve Asım da Tanin ailesini kuvvetlendirdiler ve
kabiliyetlerinin tenevvüile gazetenin manevî mevküni yükselttiler. Fazıl Ahmet
belki başka yerde okumağa bile cesaret edemediği manzum kicviyelerini Taninde
rahatça basıyor, Asım iğnelerini batırmak için nesri tercih ediyordu. Edebiyat
hülyalarımı avutmak için, biraz ortalık sükûnet bulsun ben de yazarım! gibi
kuru bir teselli ile kendimi aldatırken yetişen genç neslin bazı feyizli,
istikballi kalemlerinin kendi yanımda inkişaf ettiklerini görmek benim için bir
teselli idi.
Fikret, Mektebi Sultanî müdürlüğünde o kadar sevdiği gençlik üzerinde daha
yakından müessir ve müfit olmağa başladı. Fakat serbest hülyalara alışan,
alıngan ve pek çabuk teessür duyan tab’ı ile resmî bir idare icapları, usuller,
kaideler nasıl itilâf kabul ederdi? Fikretin yüksek şahsiyeti ve müstesna mevkü
nazının çekilmesini icap ediyordu. Fakat, nihayet resmî muamelelerden dolayı,
maarif nazın Emrullah efendi ile aralarında bir ihtilâf çıktı. Tanin bittabi
böyle bir meseleye lâkayit kalamazdı ve Tanin için haklı taraf Fikretten
baskası olamazdı! Fakat Fikret Taninin le hindeki mütalea ve müdafaalarını biraz
gevşek bulmuş, dediler. İlmine ve fazlına pek hürmet ettiğim Em rullah efendiyi
kıracak kadar bu işte ileri gittiğimiz halde Fikretin gene memnun olmaması beni
müteessir etmedi değil. Fakat bunu o dakikanın intihalarındaki şiddete
hamlederek, hoş gördüm.
Aradan biraz vakit geçti. Bir gün Fikretten zehir zemberek bir mektup
geldi! Bu, Tanin gazetesinin bir nüshasının kenarına yazılmıştı. Maliye
memurları vergi tahsili için Rumeli hisarında bir evin eşyasını haciz
etmişlerdi. Gazete, havadisler arasında bundan bahsediyordu. îşte Fikret bu
vak’a münasebetile bütün rejim aleyhinde o keskin hücumlarını döküyor ve en
büyük iğnelerini Tanine batırıyordu. Maliye memurlarının insafsızlığından,
biçare halka zulüm etmelerinden tutturarak Tanine ve bana karşı Fikretin bu
kadar acı bir hücuma kalkması bende itidalimi kaybedecek kadar bir tesir yaptı.
Hemen aynı şiddetle bir cevap yazıp yolladım. Sonra Fikret daha acı ve daha
insafsız bir mektupla mukabele etti. Fakat ilk dakikanın ateşi geçince, ben
soğuk kanlılığımı bulmuştum. Bu lisan ile bu tarzda bir münakaşayı ne Fikrete
yakıştırdım, ne kendime. Tekrar cevap vermedim.
Fikret ile bu ikinci dargınlık hastalığının son zamanlarına kadar sürdü.
Hattâ hastalığının şeklinden ve velıametinden malûmatım yoktu. Bir gün, kendisinin
mektep arkadaşı Sait Paşa damadı Nuri Beyle bana haber yolladı, görüşmek
istiyormuş. Nuri Bey Fikretin hastalığındaki tehlikeden bahsedince her şeyi
unuttum. Nuri Beyle birlikte Aşiyan a koştum. 0 gün gördüğüm zavallı Fikret
bozulmuş çehresi, çekilmiş yüz çizgilerile hâlâ gözümün önünde. Senelerin hattâ
asırların hiçbir şey yapamıyacağı zannolunan o arslan gibi vücut erimişti.
Yalnız gözlerinin parlaklığı ve gülüşü kalmıştı. Fakat bu gülüş ebediyen sönme
dakikasının yaklaştığı o günlerde nekadar acı idi...
Balkan muharebesinden sonra, dört beş senelik çok fazla ve heyecanlı bir
yaşayışın yorgunlugile ve hayal sukutlarile bezgin bir halde, Tanin i
bıraktığım, zaman, benim için, uzun bir atalet devresi başladı ve bu devre ta
Maltaya kadar sürdü. Maltada, kendi kendime, okuduğumu, anb.ya.cak kadar
İtalyanca öğrenmiştim. Italyada bir kitapçıya mektup yazarak birkaç roman
istemiştim. Gelen eserlerin bir tanesi Annie Vivanti’nin / Divoratori ismindeki
romanı idi. Bunu o kurkeıl duyduğum zevk her say ifada artıyordu. Büyük bir
meftuniyetle kitabı, hayran hayran, bitirdim. Çok tanberi mahrum olduğum, uzak
kaldığını edebiyata karşı bu eser bende adetâ bir daüssıla yarattı, İstan bula
dönüşte tekrar Tanini çıkarırsam bunu tercüme etmeğe karar verdim.. Fakat bir türlü
duramıyordum. Esere meftuniyetim o kadar ziyade idi k.rîstanbula dönmeyi filân
beklemeden hemen orada tercümeye başladım.
Artık içimde büyük bir yazı aşkı vücut bulmuştu. Bu coşkunlukla «Oğlumun
Kütüphanesi» ni düşündüm. Ve kendim yaşıyacak bir eser verememişsem hiç olmazsa
ilim sahasında gençlere her zaman me’baz hizmetini görecek kıymetli eserlerden
mürekkep bir silsile hediye etmeyi kararlaştırdım. Tercümelere başladım,
İstanbula döndükten sonra da bunlara devam •ettim. Tabiî, Taninin ilk tefrikasını
Yırtıcılar diye tercüme ettiğim o roman teşkil etti, işte bir edebî eserdeki
san’at ve güzellik kuvveti böyle bilvasıta hayırlı tesirler de yapıyordu.
Bir bayram günü idi. Eski Babıâli yokuşundan, yayan, yukarı doğru
çıkıyordum. Çoktanberi, bu taraflardan geçmemiştim. Dükkânlar kapalı, sokak çok
tenha idi. Bu hal bana, birdenbire, çarptı. Ve bu cadde, bütün eski hayatile,
eski hatıralarıle içimde canlandı. Belki onun bugünkü boşluğu ve mahzunluğu,
içimin yıkık ve bezgin hali ile pek uygun düşmüştü. Bu bende derin bir sarsıntı
yapmıştı. Babıâli caddesi: benim bütün hayatım burası değil miydi? Ta küçük bir
çocuk iken dünya benim için burada toplanıyordu. Biriktirdiğim para elimde,
buraya koşar, işte şuradaki kitapçı Karabetten, ileriki köşede kitapçı Kirkordan,
daha ötede Arakelden kitap almaz mıydım? Hani nerede onlar? Nerde bu kitapçı
dükkânlarına girer çıkarken rastgeldiğim muharrirler, edipler? Benim
manevî varlığım, hep bu kaldırımlar üstünde, bu dükkânlar arasında, bu sokağın
havası içinde büyümemiş miydi? Ruhumun, maneviyetimin, benliğimin
vatanı burası değil miydi? Buranın kaldırımları üstünde bütün istikbal
hülyalarımı dolaştırmamış mıydım? Onlar, bütün emellerim bu cadde üzerinde
hayatta toplanmıyor mıydı?
İşte elimizde Mektep risalesine mahsus müsveddelerle şu kapıdan içeri
giriyoruz. İşte Yeni Mecmua için uğraşıyoruz. Fakat Şuayp nerede? Alî nerede?
Rauf nerede?
Babıâli caddesi, evet, hayat, ümit, emel, istikbal, hepsi burası. Fakat
niçin bunda bir mezarlığın ağır ve hüzünlü havası karışık? Bu sokaklarda sade
gençliğimin, bazan çocukça, bazan gülünç fakat hep yüksek ve temiz hülyaları
değil, birçok tanıdıkların, ahbapların ve dostların hatıraları da gömülü.
Burası koca bir mezarlık!.
Şimdi ben buranın yaşıyan, düşünen, hisseden, ıztırap çeken muhiti içinde
miyim? Yoksa her gün bir parça daha yokluğun karanlıklarına ve çukurlarına
gömülen parçasından mıyım?
Burası evvelden benim yerimdi, evnndi, malikâ nemdi. Her adımda bir tanıdık
yüz bulurdum, buranın hergünkü adamı, bir alışkanı idim. Kederlerimi hu
kaldırımlar üzerinde buranın havasına dökerdim, ümitlerimi burada gülerdim.
Şimdi? Şimdi hani o eski canlılık, hani o eski şevk, ümit ve galeyan? Hani o
eski tanıdık yüzler? Bir kalabalık günde buradan geçsem kaç kişi beni
tanıyacaktı? Buranın alışkın, mutat hayatı beni «kendisinden» sayacak mıydı?
İşte bugün de burada neslimiz gibi bu kaldırımları kendi malları diye
çiğniyen, burada çalışan, didinen, ümit eden, hayal eden gençler var. Hayat,
daimî hamleleri ve fışkırmaları ile ortaya hep yeni yeni dalgalar çıkarıyor ve
bu dalgalar eskiden kalmış her şeyi silip süpürüyor, yutuyor, yokediyor...
Hani burada kendi kendime vâdettiğim eserler, yazmak istediğim kitaplar,
hani bu kaldırımlarda benden bir iz? Ölüler arasında bir canlı ölü daha, işte a
kadar ...
Yürüdükçe içime acı ve hüzün doluyordu. Buralara kalbimden verdiğim
parçalar üzerinde yürüyor gibiydim, çiğnenmiş ideallerimin üstünden geçer
gibiydim: benden evvel ve benimle beraber burada yaşamış, duymuş ve
yokolmuşların gömüldükleri karanlık ve ebedî çukura biraz daha yaklaşmak için . . .
Kaynak: Hüseyin Cahit Yalçın/ Edebî Hatıralar, Akşam Kitaphanesi, 1935,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar