Print Friendly and PDF

Damla Damla / RUŞEN EŞREF 1928


Başlangıç

GAZİ Mustafa Kemal bir gün sofrasında, temrin olarak bana şu kelimeleri verdi:

« İnsan, bi-hudut, beşeriyet, tezahür eder, aşk, ruh, ten, dudak, saç, hayat, hayat, hayat, şefekat, muhabbet, ölüm, hayat, hayat, bilmem ».

       Bu kelimeler sana ne ilham eder ? dedi.

Şunu yazdım:

«İnsan isen sevginde bi-hudut ol... Beşeriyetin kemali bunda tezahür eder... Bunu anlamıyan hiç bilmiyecek güzel saç, berrak ten, duygulu dudak nedir !.. o bilmiyecek aşk nedir, ruh ne !..

Böyle biri için hayat bile ölümdür.   

Fakat beşeriyet bunu istemez.

O hayat diler, hayat, hayat!... Gel, ey fani, anla ye gör ki hayat nedir.. Şefekattir o, muhabettir o.. Hayat budur.., ötesi ölümdür, onu ben bilmem... Hayat isterim, hayat ... »

Dinledi ye beyendi.

Ey yazımı okuyan! Maksadım beni daima teshir etmiş olan bir yüksek iltifatı sana hikâye etmek değildir. O, zaten benim ruhumun hazzıdır, saadetidir ki içimde saklarım. Onu burada anlatışım, hayatın ta kendisi olan Büyük Adamın bir kaç kelimesinde şu küçük kitabın manasını bulduğumdandır

Sunduğum damlaları zehir sanma... Acıysalar hayat çok tatlı olduğundan, ve bu tat çabuk geçip gittiğindendir. Melâlli bulursan, düşün ki, hiç ayrılmak dilemediğimiz neşenin çabuk kaçıp uçtuğundandır. Bu damlalar ölümden ve neşesizlikten şekva için aktı... Dinle, işte ruhun sıcak ve aydınlık mermerine birer birer dökülüyorlar,

Ruşen Eşref

RUHUMUN   yarı aydınlığında renk renk kadın saçları çılgın ye istekli nidalar halinde yükseliyor, kıvrılıyor, yayılıp kayb oluyor.

Ey iğva şehrayini, ufkumu sarma!

Kimsiniz siz, kimsiniz?

Arkaya savrulan saçlarla ileriye atılan avuçlarım arasında hep o bir karış aralık var... yıllar kadar uzun, uçurumlar kadar derin aralık...

Onu aşmağa ömrüm yetmiyecek, ve ruhumun yarı aydınlığında renk renk kadın saçları çılgın ve istekli nidalar halinde yükselecek, kıvrılacak, yayılıp kaybolacak.

••

GÖZLER kamaştıran ne varsa müebbeden sende imiş, müebbeden seninmiş gibi gönlümü çiğneye çiğneye geçtin güzelim...

Mazursun efendim !...

Nihayetsiz şaşaası bütün mevsimin bahçelerini ram eden bülbül, afet gibi sesinin bir bahardan öte aşamıyacağım nasıl düşünsün?

** 

GEL, vakitler vaktimizken sâçının örgüsüne benziyelim!

Yarın aynı toprağın altında ayrı kalırız.

Toprak seni ve beni bir arada eritse bile duygusuz tozumuzdan dünya zehirlenir. 

**

GEL, bir sabah da eski sevda bağlarına uğrayalım :

Sana Mecnunun dert yandığı menekşeler derip sunayım...

Fuzulinin boynu bükük melâmet nerkisleri hıramından dalga dalga olsun...

Baki’nin bahçesinde baharın çengini seyredelim. Saçma garra zümbüller iliştireyim...

« Rengin karanfil » benim olsun !

Gel mine kadehlerle Nefinin humhanesinden seyyal ateş içelim

Sonra Nailinin hıyabanından geçelim ... Ve geçerken  âlem nüma dedikleri peymane kendidir» mısraı gül yanağını koklayım.

Seni Nedimin lâlezarında eğlendireyim: Fıskiyelere bak, bülbülleri dinle...

Duvara çıkmış yaseminler tenine imrensin; ayağına yüz sürmek için lâleler telaştan harelensin...

O hızla seni «Zevraki derunuma » alayım, gümüş bir su üstünden Galibin bağına varayım... Belki, ey nazını çektiğim, orada insafa gelir, inanırsın ki:

" Erişip behara bülbül, yenilendi sohbeti gül „ "

 Yine növbeti tahammül dili bikarara düştü „

**

GÜNEŞ!

Huzurunda ahtım olsun, milyonlarca defa daha uyanıp sabahı seyr etsem ona hep ilk sabahımın yıpranmamış isteğiyle bakacağım.

O benden bıksa da, ben ona doymayacağım. 

**

O ıssız bahçede o kadar birbirimize yakın olalım, ki sık dallardan sizabilen ışıklara sarınmış rüzgâr saçını boynuma dolasın.

Biz farkına yarmadan ufka eğilmiş güneş çamın ardından bize mahmur gamzelerle baksın, çekilsin.

Sevgimize yalnız o şahit olsun!..

**

İÇİNDE kırlangıçlar uyanan bir sabahın rüzgârı ipek libasını öyle titretiyordu ki göğsün bir Ötüşün rüzgârından örseleniyor sandım.

İçimden dedim :

       Bu duygulu bağır bir gün ne olacak? Ona imrenen gözlerim, siz ne olacaksınız ?

Rüzgâr esiyor, geçiyorsun, geçiyorum.

**

SABAH oluyor. Hasretini çektiğime bir gün daha yaklaşıyorum. Ömrümden bir gün daha uzaklaştım.

Geleceğim sabahı ümid içinde bekleşmişler. Çocukluğumda o masalı duydumdu.

O bekleyenler, o söyleyenler simdi nerede?

Gittiğim sabahı acıyla görenler onu bana nasıl söyliyecekler ?

O masalı da dinleyebilseydim ah !.. Fakat birini nasıl bilmedim se öbürünü de bilmeyeceğim !

Yalnız sen de, ben de, ey sevgili, diyemez miyiz ki:

«İki sabah arasında geldik geçtik! »

**

İÇLİ akşamın erguvanından leylekler ağır bir melalle geçiyor. Çiçekli dallarda bülbüller şakıyor.

Seni özlüyorum. Saçlarımla elin gibi oynayan rüzgâr, yüzünü elim gibi sevsin...

Nerdesin ?

Zengin gölgeli suda gördüm : Yüzüm bir takvime benziyor, ne kadar benziyor... Her bahar onun rakamlarından birini daha çizmiş... Her bahar onu daha eskimiş bir resme döndürüyor...

Eksilen ömrüm içinde ey sevgisi artan Güzel! Nerdesin? Gel...

İçli akşamın erguvanından ağır bir melalle geçen leyleklere bak... Çiçekli dallarda öteıı bülbülleri dinle !...

** 

BAHÇENDE acılan ilk gülü öptüm, göğsünde gönlümden iz kalsın diye...

Abid niçin secde eder ? Ruhu o cennete varsın diye...

**

ALTIN renkli parmaklığın üstünden gülümsüyordun!... Hangi rüzgâra uydun ? bilmem... Fakat çağırdın!

« Koparmayım, koklayım, yüz göz süreyim! » diyordum.

Dudaklarım, yüzüm kanadı! Küskün dönüyordum.

O zaman da bir pişmanlık hıçkırığı gibi dağılıp bağrıma yağdın !...

Öptüm, kanattın; küstüm, ağladın! Hangimiz suçluyuz ? 

       Artık bizimki de delilik! dedi.

       Görelim dediğin güneş bile gece çekiliyor... Bak şu' taze doğuşuna !...

       Bana vücudüm için güneşle ders verme. Vücutler, ne yazık, mahdut sağlamlıkta birer yapıdır.

Bu gece onların darlığından ayrıldık, tükenmeyen hazza vardık.

Yarı yolda kesildikse güneşe es olan ruhlarımız mı suçlu?

Dinle

" Bir şulesi var ki şem’i canın „

" Fanusuna sığmaz „ asümanın.

**

SENİ uyku deminde yalnız bıraktı diye hayranına kırgınlık etme güzelim ...

Başın duygusu dalgın bir kolun yumuşaklığı üstünde mi daha rahattır, yoksa düşüncenle uyanık bir nöbetçi gönlün varlığından emin olunca mi ? Onu söyle... 

**

GÖRÜYORSUN, bu gece deniz fağfur kadar hisli!... Üzerine değen her fiske ışık duradur bir ses gibi titriyor.

Bu nurdan nağmeleri manolyalar altında, saçın alnıma değerek dinleyelim. 

**

BİR yaz gecesi sevdiğimle sohbete daldık. Sonunda gördük ki duvar göz göz olmuş, cam yerlerinden içeriye her an değişen renkler vuruyor.

Dedik:

       Bari güneşin altın neşteri tenimize değsin de öyle yatalım.

O kadar mecalsizdik ki vücutlarımız—bizi, ruhlarımızın götüreceği istikametten ayırmak dileyen — birer feryattı.

O güzel:

Ey gülün rahmeti!... Koku kıvılcımı saçan yaprakların gönül ovasında kızıl hasret çiçekleri yandırıyor !...

**

CANAN bizi sorarsa de ki:

— Güneş yaylasındayız. Çadırımız bir çınar, gölgesi de halımız...

Derse:

       Neyle oyalanıyor ?

De ki :

       Hep umarak bekliyor.

Derse :

       Gül mü dileyor ?

De ki :

       Onun gönlü rüzgârlı, gül bir anda dağılır.

De ki :

       Bir al karanfil için can yakutu yeriyor.

Derse :

       Ya karanfilin kıvılcımı yok mudur ?

De ki :

       Her pervaneye ayrı bir alev gerek !..

Madem ki karanfilsin, alevini al getir; oyaların solmadan düşkünü yak bitir.

**

NE yüzden biteceğimi düşünmüyorum, Niçin biteceğim ? Ona yanıyorum !

       Gözlerinin içi güneşin renginde. Onlara neden vakitsiz karanlıklar çöktürüyorsun ? Günleri gecelerle kısaltma... Zaten yılların yarısı uykuda geçiyor !..

Gözlerinin içi güneşin renginde !.. Yer, dudaklarım kuru, o ışıktan içeyim !.. Ben de biteceğim !..

Ah! ışıkların kararmadan son yudumumu içsem... Ver !..

**

NE dediniz ?

Hayatı sevmiyor muyum ? Canımın kadehi onunla dolu !..

Daha o avcumun sıcaklığı ve göğsümün çarpıntısı iken bile ona hasretle bakıyorum. Zira, bir gün o bende de tükenecek, sizede de !

 Hayat:

" Sana aguşu şefkatimde seni „

" Tutuyorken de iştiyakım var! „

**

NİÇİN auguşu şefkatimde dedin?

Dedim:

       Ben söylemedim ; bu, başkasınındır.

Dedi :

       Güzel amma kısa söylemiş!

       Neden ? dedim.

Dedi ki :

       Ağuş gökyüzüdür. Güneşi var, kameri Yar... Şimşeği, yıldırımı Yar... Arzı var !.. Ağuş hayattır, niçin yalnız şefkat olsun ?..,

Dedim :

       Madem ki her şeyi var Bırak, biraz da şefkati olsun!

**

CANA vuslat isimli bir lezzet, verdin, lezzetler lezzeti... Fakat neyleyim ki etrafım bin bela çemberiyle sardıktan sonra... Pelleas, Melizandı sevmese bir öpücük uğruna canının şarabını otlara döker miydi?

 Ne olurdu :

“ Sıhhat sonu derd olmasa, vuslat sonu hicran „ “ Nuş âhırı niş olmasa, sur âhırı matem „ 

**

VUSLAT anını içim titreyerek bekledim. Sandım ki ömrüm o lezzet deminde ebedileşecek.

"Ne boş şeyler ummuşum !.. İşte o da tıpkı ötekiler gibi geldi geçti...

Niçin sen mütemadi bir ayrılıksın, hayat ?

**

RİVAYET ederler ki « Sani’i Kül », evel zaman içinde balçikla oynamış.. Heykeline imrenmiş ... Nefesini üflemiş !...

Çileler kahramanı Adem, bu nefesli heykel senmişsin !..

Ne oldu da böğründen çıkan mevayı onun ilk hararetten çatlak dudaklarına sundu?

Ve neden lezzeti de, tadanı da hep birlikte toprağa kovdu !

Sonra da «Kitap » lar « Menkûbun» torunlarına bir daha visal müjdesi veriyor.

İlk vuslatın cezası yetmedi mi?

 Öf, şu kısacık ömrüm başı da, sonu da ne girift bir masalmış!...

**

KIRKINA yaklaşan bir güzel kadın endam aynasının karşısında yüzünün ilk derin buruşuklarıyla uğraşıyordu. O anda içinden geçeni sesini duymuş gibi biliyorum. Tenine geçen ihtiyarlık eline geçseydi yok edecekti.

İçini öyle çekti, ve çıplak kolunun sarkmağa başlamış tenini, gözleri nemlenerek, bir veda acısıyla öptü.

**

DUDAKLARINDA hiç bir yanağın tadı kaldı mı ?

Gözlerinde hiç bir yüzün aksi durdu mu ?

Ellerinde hangi avcun sıcaklığından iz var ?

Dudaklardan süzüldüler, gözlerden aştılar, ellerden sızdılar... Hasret hayalleri gönlümüze mihman geldiler !.. Herkesten ırak, orada birikiyorlar...

Bu defineyi kapacak sensin toprak! Fakat sonra onu senden bir daha bulacak kim ?

**

NİÇİN şu neşe çağımda aklını toprağa bağlıdır? Neden bu musiki, bu kadın, bu raks ve bu şenlik mezardır ?

**

ŞARAP!

Yakut parıltılı hızın gönlüme damladıkça gönlüm yağmur sonunda bir bahçe gibi diriliyor!..

Madem ki cevherine bedel ömrümü diliyorsun... Ver ateşini, canım senin olsun !..

 

**

DERİN bir çukur kazıyorlar. Kazanların başucunda da İlmin meraklı gözleri bekleşiyor!.. Yani toprağın damla damla ve kırık dökük nakledeceği bir masalı dinliyorlar...

Zair!

« Madem her define en kuvvetli ve şaşaalı yapıların bile sonu ne olduğunu bir defa daha gösteriyor, o halde, artıklar ve kırıntılar, yaptıklarımın da muhakkak, yaptıklarına benzeyeceğinden başka bana hangi teselliyi yerecek?» deme.

«Bir kazancın ki diyeti kısa ömürdeki neşe, melâle bedel olmakla ödenir, ben o irfanı neyleyim! » deme.

«Ey yer altlarına ye testi kırıklarına bir şey sormadan gelip geçmiş nesiller, sizler daha az mı bahtlıydınız ? » deme.

Varsın çıkarsınlar. Güzel hâyat masalının, bırak, başlarını da dinliydim. Bu  bergüzarlar geçilmiş yollar, sarf edilmiş emekler, artık tükenmiş dermanlardır. Ölümün dişleri arasından çekip kurtardıkları hayat lokmalarıdır. Bunlar bizim hayata inandığımızın, ye bir anlaşılmaz vefasızlığın da bu inanmayı sinsi sinsi kemirdiğinin hüccetleridir. Bırak, bizi yiyenin pençesinden kendimizi kurtaralım.

**

İKİ milyon defaya yakın, çölün üstüne güneşin doğduğunu seyreden Ebülhevl!

Gördüm : boynunu iki bin yıldır kemiren “hamseyn “ rüzgârının, etrafına ağır ağır mezarı açtırıyorlar...

Firavunlar zamanında çocukların, erkek ve kadınların şarkılı kervanlar halinde başlarında sepet sepet kum taşıdıkları günleri hatırlatır bir fen gayreti seni «oynak kefininden» çıkarıyor.

Nasıl oturduğunu gördüler; başının üstünde bir çelenk yeri bile keşf ettiler...

Fakat niçin oturduğunu anlattılar mı ?

Bir zamanki itikadın dünyaya bir mana söylemek için hakkettiği yüzünde artık yavaş yavaş o ilk iddianın tefessühünden başka mana kalmıyor. Taştan varlıkların bile çürüdüğünü o beyimde inadının devamı öyle dehşetli gösteriyor ki !.. Toprağın içine gömülenden havanın ve güneşin içine gömülenin farkı olmadığına sen ne korkunç bir örneksin !..

Ah, Ebülhevl !.. Nemiz payi dardır, payidar olmak arzusun dan gayri...

**

DURGUNLUĞU bütün ibretlerden dokunaklı o kan, ölüm ve san dehlizini Edirnekapıdan Yedikuleye kadar geçtim...

Kertenkele koşusunu andıran kıvrım kıvrım yarıklar surların böğrüne ölüm yıldırımını saplamış... Burçlar şerha serha...

Şu bedenler ebediliğe kadar ayakta dursun diye perçinlenmemiş miydi; Çiçeklere, ve başaklara renk ve koku veren güneşle rüzgar, yağmurla kar bunların horasanlarından da, mimarlarından da, fatihlerinden de üstünmüş Bir vakitler göz yıldıran bu kuşak, artık bir yolun kenarında dağılan bir taş leş olmuş ...

Karşısında da yazıları yosundan muammalaşmış mermerler, eriyen vücutlerın sessiz sözlü bekçileri !.. Seyrek servilerin ahüvahle endamı üstlerine gam gölgesi bile salmıyor...

Bunların ortasından geçiyordum da gene yok olacağıma inanmayordum. Bu dip diri duygu nasıl dinecek ?

içimden kırgın bir ses: «Vuslatta aklıma gelme firak!... Sen gelince onu düşündürtecek misin ki o? şimdi kendi gününde şu remizlerle seni düşündürtsün!»

diye haykırıyordu !.. 

**

SANMA ki Güneşte gördükleri lekeler sudur budur...

Bunlar o ateş bağrın dertleridir ki gözyaşları, ahüvahlar derinleştirmektedir ...

Yaşatan öldüğümüzü göre göre kendi de ölecektir.

**

VEZÜV! Pompeyin taş olan çiçeklerini koklamış bir seyyah kadın, bağrından nasıl ateş püskürdüğünü ve dudaklarından nasıl alev aktığını, gözleri büyüyerek, bana anlattı!

Velev sen, ateşten ibaret «sinei arz » ın ifadesi ol... Ve alimler diledikleri gibi desinler ki: « Şayet sen ve eşlerin bu alev sellerini boşaltmayacak olsanız kâinat bir baştan bir başa tutuşurmuş !..» 

Kızıl irin! Mamureleri viran edeceğinize, ateşiniz bukadar kuvvetli ise. sen ve eşlerin, ölüme yağaydınız, ölümü yakaydınız da şu hayat ebedilikten kâm alaydı!...

Yanar dağlar, azametinize o vakit, imrenirdik !...

**

BANA bir mermer ayak yerdiler. Bu harabenin öyle nefis şekli var ki... Yalnız zaman ve toprak parmaklarını yemiş, mermer cüzamlı bir uzva dönmüş!..

Sen Piyerin buselerle aşınıp topak haline gelmiş tunç ayağım, o muhabbet ve ihtiras cüzamlısını gördükten sonra toprağın gadrine hayret bile etmedim.

       Madden seni ebediliğe kadar götürmek için böyle sağlam seçilmişti. Fakat bak ne olmuş!...

Ebediliğe merakın yarsa yalnız şekil olma, yıpranırsın !... Fikir ol, hayal ol, masal ol ki fani hafızalardan fani hafızalara geçe geçe yürüyüp gidesin.... Kleopatranın heykelleri de işveli vücuda gibi ufalandı       …Fakat, geçen gün Sidnüsün kıyılarında onun çıplak hıramını yadettim... Semiramisin asma bahçeleri çoktan bozulmadı mı ? Neden Iraktan esen rüzgâr hâlâ burnuma İrem kokuları getiriyor?

**

BANA başka bir taş daha verdiler. Üzerinde buğdaylar ve yapraklar tahaccür etmiş.

Binler ve binlerce yıl evvelki hasadın bu abidesine öyle gıptayla baktım ki...

Bizim 'cesetlerimizi de milyonlarca gün katı böğründe maddi bir yad gibi saklayacak taş nerede?

**

MADEM ki benim değilsin, şunun değil, bunun değil, onun değilsin! Kiminsin sen, ey Sevgili ?

Seni bağrımızdan atan biz miyiz ki, ey kararsız, hepimizi birer birer yere çalıp yeni düşkünlerine gülümseyeceksin !

Önce var olup, kendine bend edip, sonra hayal olacağına, ardın sıra gelen gibi sen de önce yok olaydın da sonra onun yerine müebbet sen kalaydın!

**

BU akşam piyanist Kortoyu dinledik. Parmaklarının ucunda zekâ ve duyguyu seyrettik : garip ses çağlayanları; kadifeden, bakırdan sesler; mermer üstünde su damlaları; ince yaprak salıntıları; ses buğuları...

Bunlar, şimdi tozolan Şopenin,

Sumanın içli hülyalarını sesten renkler halinde bir daha resmetti...

Uçları sedalardan manzara yaratan bu oynak parmaklar da bir gün taştanmış gibi soğuyup sertleşecek mi ?... Sanki bu sesleri hiç bilmemiş, çıkarmamış gibi...

Bu dinleyen kulaklar tıkanacak, lezzetten çarpan kalpler duracak, alkışlayan eller yanlara...

Ecel, vazifeni anlamıyorum, işinden iğreniyorum.

**

Samih Rifat’a

BABAM, oğullarından birini babasının koynuna bırakacaktı. Tali sizin gözlerinden kalbi akıyordu.

Ona demek istedimdi ki: « Neden döğünüyorsun ?... Gençliğinde bir defa daha ağladığın bu yere koyduğunuz vücuttan, senin esasından burada ne var!... Bu çocuk yaşasaydı, sen babanı gömdüğün gibi bu da seni gömseydi şimdi burada senden ne kalacaktı ?

Burası, ya sen, ya ben içine gireceğimiz gün bir daha açılırsa orada bu çocuktan ne kalmış olacak ?....

Ve şu yekpare tozdan hangisi mazidir, hangisi istikbal, açıp da bakanlar tanıyacak mı ?

Baba, oğluna ağla.., Fakat sen ve senden olan ben ki henüz ayakta et halinde duran tozlarız, her şeyi duyan, düşünen yarlığımızın sonuna ağlayalım !...

**

BİR dostum var, adı anamın adı.

Ne zaman o ismi duysam, içimi, kanmamış bir susuzluk yakıyor! Gözümün önüne su hayal geliyor; otuz yıldır artmadan, eksilmedenhayatımla yan yana yürüyen hayal:

Cinsini ve şeklini bir türlü ayırt edemediğim çiçeklerle süslü altın renkli bir kumaş! .. Bu kumaşa, esmer bir yanağın üstünden gayet siyah saçlar uzun uzun dökülüyor...

Bu saçların arkasında güzel bir ses var ki ninniye, duaya benzer bir şey okuyor, ve yetişemediğini bir aynaya bakıyor!

Benim annem otuz yıldır işte bu...

Bu kadar yakınımda duran şeyi bir türlü çeviremiyorum, yüzünü göremiyorum!

Ah ta içimdeki şekilli muamma! Ne olurdu, başımı bir gün dizine kovaydım, gözünden bir mana sezeydim, elinden bir çiçek alaydım, dudaklarına bir yudum su vereydim!

Anne! senden olan bu canda bir gün, sen bu kadar bile kalmayacak mısın ? Bir daha mı öleceksin?

**

GECE... pencerem açık... yapayalnızım... Karanlıktayım!. Seyrettiğim ışıklar başkalarının!.. Düşünüyorum.

Ne?

Bilmiyorum ki!..

Karanlıklarda bir ses, Zamanın nabzı, on iki defa vurdu.

Bu ses, bir imtihan gecesinin helecanım, ve imtihandan çıktığım gecenin şenliğini hatırlatıyor.

Evleneceğim sabahın geldiğini o haber verdiydi.

Babamı gömecekleri gecenin kederinde yeri vardı.

Şehrin Türklere haram kesildiği demlerde bir sıla iniltisine benzemez midin?

Bekleyenlere, Mustafa Kemalin cidal toprağına ayak bastığını bildirmemiş miydin?

Yıllardan sonra, bu gece, karanlıklarda o ses, gene o ses...

Daha sen benim işitmediğim günlerin de sesi olacaksın, benden sonrakilerin duymayacağı günlerin de...

Fakat, eyvah, ey tunç yürek, ey sürekli çarpıntı, senin durduğun An da gelecek... Zira bu cihanda ölümün sonundan başka gelmiyen hiç bir An yok!..

**

BİR yaşıma daha girdiğim için şundan bundan tebrikler aldım. Ey hatır soranlar! Bu acıyı neden hatırlattınız ?

Bu tebrikler : «ömrün bir an daha azaldı» diyen taziyetlerdir...

Dostlara bu hayırhah mantıksızlığı yaptırtan sensin, Hayat!...

Kendinin arttıkça eksilen, uzadıkça kısalan yaman bir tezad olduğunu onlara hatırlatsana... Gönüllere gafil sevinçler komasana!.,.

**

KİTABA dalmışım... Kucağıma beyaz kedi sıçradı. Başıyla gerdanımı okşuyor;

Omzumdaki bu yumuşak duygunun üstünde başım gevşiyor...

Derinliğini yalnız saatin ölçtüğü yalnızlık içinde, o ve ben, dilleri ve cinsleri ayrı iki fani can, biribirimize sokuluyoruz. Rahîm bir anlaşmayla onu severken düşünüyorum ki:

«Niçin bütün varlıkların duygularını dindiriyorsun, ölüm ? O zamanki artık vuracağın kalmayacak, en sonunda kendi kurbanın kendin olacaksın... Tıpkı dört bir yanı ateş kesilen akrep, nihayet kendi zehrini, kuyruğunun hançeriyle kendi beynine sapladığı gibi…

**

HASTA bir doktor, gayet sıcak bir yaz günü, üzerine örttükleri beyaz çarşaftan ürker, şeffaf elile örtüyü titretir:

« Benim seni gören gözlerimi, sana sürünen dudaklarımı, altında çarpan kalbimi sana saracaklar !» der ağlardı...

Ağlamasın mı ? Göz yaşiyla ömrün uzamayacağını bilse de...

Vücut denen tılısımlı menşurun bin acı ve bin lezzet kabı kalmasına düşkün olmasın mı ?

Onun bir yanındaki bozukluğun bizi haşra kadar duygusuz bırakacak rahne açtığını sezer de hangi ruh ürpermez !...

**

DÜN gece şuur ve rüyayı bile dinlendiren uykumdan fırladım.

Ye bir an içinde tekrar yatağıma düştüm. Nefesim açılmıştı. Asıl uykuya mı çağrıldımdı ?

Beni henüz pusuya teslim etin iyen hayata kalbim çarparak şükrettim ! 

**

SAATİM seni kaç kere düzelttim; gene koşuyorsun... Sonumu bir an evvel mi getireceksin ?

Ne olurdu geri kalaydın! Hiç olmazsa, encam gelince son nefesime hâlâ: «Dinme, vakt erişmedi! » diyebilecek hülyada olurdum... 

**

BAHARIN meşaleleri dalga dalga; bahçe nurdan, bülbül cuşacuş…

Toprak!.. kütükleri körpe tüyler gibi filizlerin buğusuna sardın diriltiyorsun da altın dilli bülbülü bağrında çürütüyorsun... Senin gıdan canlar mı ?

**

ÇİÇEKLİKLERİN hararetli dudaklarında gene beliren lâleler, menekşeler, leylâklar!..

Ey renk renk kahkahalar, gönülleri gene müphem emellerle doldurdunuz!..

Fakat neden her bakışımızda bir az daha solgunlaştınız. Her koklayışımızda neden daha çürükleşmiş rayihalar yerdiniz ?

Ve böylece tam bir yıl vuslatınıza susamış çiçeklikler ihtizarınızın menfasına döndü!..

Her biri bir hüner eseri bu zarif kaplar hiç olmazsa naşınızın mihmanperveri!..

Bizim naşımızı saklayacak kap nerede ?

Ey anî kâkülleri lezzetle gönüller açan lâleler, menekşeler, leylâklar! Açtığınız gönüller toprağınızın altında birer birer eriyor!..

**

ŞU küçücük siyah çiviyi görüyor musun ? Kurumuş bir al karanfilin boyudur.

Nabızlarımda, ki harareti kesen şu ekşi usareyi kokladın mı ? Geçen mevsim bahçeyi ateş dalgalı bir havuza benzeten güllerdir incinme gönül; sonunda senden bu kadar bir şey bile kalmayacak diye incinme sakın...

**

HER sabah :«çalışacağımı, yaşayacağım !.» diye kalkıyorrum.

Her sahah tarağımda» dökülen bir kaç tel: « Çabuk ol, gidiyorsun !.» diyor...

**

MAHMUR karanfil! Avcumda kokun değil, koku halinde canındır giden... Baharlı vedamı dinleye dinleye menzilime doğru benimle giden... Zira ardımızdan başka ellerde başka karanfiller geliyor...

Solarken sen kokunla feryat, etmiyor musun ? Bil ki ben de senin açtığın, senin düşeceğin toprağa bağlıyım... Onun güneşi yanaklarımı karartsa, rüzgârı saçlarımı dağıtsa, buzu alnımı dondursa, dikeni elimi ve çakılı ayağımı kanatsa da başka alemde gözüm yok, muradım yok...

Bahçeden, coşkunluğu, gölgemi şimşek gibi aydınlatan bülbül!.. Canımın sesi sen olaydın... O ses gibi ben de ömrümün lezzet demlerini gece gündüz dinmez humma ile anlatıp sonra sükûta varaydım, kahkahasız, hicransız sükuta…

**

KARANLIK aydınlıktan güzel mi ? Uyku uyanıklıktan iyi mi ?

O halde, intihar, sen derman değilsin... O cesaret kılıklı korkaklığa imrenme, yanaşma, fani!

Nasıl olsa açılacak Kapıyı bir an evvel neden çalıyorsun ?

Nadir şey, güzel şey hayattır... Zevk güzele vuslattadır. Mühtaçsan, dertliysen bile yalnız o ışıkta ısın, o ışıkla diril.

**

ÖMRÜM... seni ben israf ediyorsam sana müptelayım da ondan!... Biliyorum, her tadın ergeç ölüm tuzağı...

Fakat bin yıl daha yaşasam onların birine bile doyamayacağım!

Bağrı oyuk çınarları görmüyor musun? O nebatî akbabalar, gövdeleri nasırlı kabuklar haline geliyor da gene her baharı son bir kaç yaprakla karşılıyor L

Bütün feryatlar gitmektendir, kalmaktan değil !...

**

NEFESİM sayılı; günüm gecem sayılı; kahkaham, göz yaşım sayılı; kalbimin sesini nabzım sayıyor, canımın sesini dudaklarım!...

Bu hesabın defteri elime geçseydi atı... Madem ki halledilmiş muadeleyim, tekrarlanan temrinim, müddetimin ne vakit tükeneceğine bakmazdım!.. Hayır!... Yaprağımı yırtar atardım... Taki muamma olayım... Nefesi sayısız, günü gecesi sayısız, canının sesi sayısız muamma...

** 

VÜCUDÜM bir kabuktur, usaresi sensin ömrüm !...

Ey bu usareyi sıkan !.. Gözlerimde ışık var, söndürme; yanaklarımda renk yar, soldurma; bağrımda hararetim; soğutma!.. Ta ki hiç doymadan seveyim!...

Sevgi, masallarımızdaki ak koyundur, kin ise kara koyun!...

Ben yolcuyu kara koyun ardından yedi kat yer dibine acılarla göçürme! Ak koyunu ver bana, yedi kat gök yüzüne alnını ateşle değsin!.. 

**

BEN vücudum müyüm ? Yoksa vücudumun ihtiva ettiğimi ?

Ben ölünce vücudum mü ölecek, onun ihtiva ettiği mi!

Sen testi isen vücudum, ben de şarabınım !.. Kırılma, dökülürüm.

Sen bensiz kalınca seni kenara atacaklar... Tarümar olacaksın !...

**

ÇERAĞSIN yanıyorsun ömrüm ... Yanacaksın ; sonra da duman kadar bile dalgalanmayacak, kül kadar bile savrulmayacaksın!..

Madem hiç var olmamış gibi sönecektin... Bu çılgın alevin hangi karanlığı aydınlatmak içindir !..

Ey bitmemek arzusunun yuvası olan Vücut sen yıkılmalı ipiydin !...

Yanlış hesaplı mimarın gadrine yazıklar olsun!..

**

BİR mendil kanımla bir gece koyun koyuna yattım! Kendi hayatımın usaresini bağrıma basar gibi vahşi bir zevk duyarak,..

Uyandım, gördüm: dün; akşam ömrünün taze sıcaklığı ve rengi olan bu can mayii artık herkesin sanılacak bir ölü leke olmuş, mezarlardan çıkarılan anonim iskeletlere dönmüş!...

Bu kan ölüsünü, bir avuç kendi ölümümü kendi isteğimle elimden attım...

Ben kendi ölümümden böyle iğrenirsem adımı bir lahze dudaklarında taşımış olanlar beni kim bilir nasıl aceleyle toprağa atacaklar !...

Sonra da canlılık zamanım, hafızalarında, tıpkı sıcak çini sobadan uzaklaştırılan elin bir kaç an daha o. hararetin hatırasını saklaması gibi olacak!...

Bu böyle olacak.

**

BİZ birer uçurtmayız, ipin ucu sendedir!

Rüzgârlarda savrularak yüksek pervaz ederiz. Bulutlara dolansak ta yılmaz, aşar, çıkarız!

Tam güneşe kavuşurken yumağımızı dürme. Bizi yerlere çalma!...

Üstü çiçek te olsa, kara toprağın altı çürümüş et kokuyor!...

**

RESMİM belki sende benden fazla, resmin belki bende senden fazla kalacak!... Fakat muhakkak ki resmim de resmin de bu dünyada senden ve benden çok kalacak!...

Me olurdu,, sen de, ben de resmimiz gibi olaydık!...

** 

RESMİN esası olan ben gidiyorum; benim düz bir satıhta aksim olan o, o yeni mumya, duracak. Nasıl ki Tutankamon, sen artık yoksun, fakat mumyanı, o eski resmi, lahtinin çerçevesi içinde buldular...

Diyorlar ki ben Halikın eseriyim…

Biliyorum ki resmim mahlukun eseri

Halikin eseri siliniyor, ötekigöz önünde...

Can bitiyor, canlı kalmak arzusu tükenmiyor.

** 

RESSAM gider, resmi kalır; Şair ölür, şiiri kalır;

Mimar yıkılmış, yapısı ayakta ; Bestekâr susmuş, besteler kulakta !...

Bu cihan hep yaratılmışların cihanı mı ki yaratanlar birer birer geçip gidiyor!...

**

BİR yaz akşamı dermansızlığım dindirmek için loş bir yerde soğuk bira içerken o kehribar renkli mayiin önünden geçenleri gördün mü ?

Ve düşündün mü ?

Bir gün ne sen kalacaksın, ne de şü zinde yüzlerden biri... Fakat gene dolu bir kadeh bulunacak, gene onun önünden geçen yolcular olacak... Sanki hiç bir yudum içilmemiş, sanki hiç bir kimse gitmemiş...

Bu belirsiz dolup boşalmayı sezdin mi ? Kulaklarını o sessiz çöküntü uğuldattı mı ?

O zaman buğulu mayi ile beraber bu bilgi de içinde, kalabalığa ye karanlığa gene sükunetle karışmadın mı?...

**

TEZGAHLARINA çekilmiş eski gemiler, sîzleri bizlersiniz sandım !...

Altlarındaki kızaklar tabutlarımız, kendileri muşlarımız, teknelerini dağıtanlar mezarlarımızın böcekleri, kaburgalarının iğrî kalasları kemiklerimizdir sandım.

Bunların suları, rüzgârları, yelken ve dümenleri ne oldu ? Pürheves sevahatleri ne oldu ? 

**

DÖŞEDİKLERİNİ gördüğüm su yolu boruları!... Bir bakıma bizler de sizi andırıyoruz. Zaman üzerine silsile silsile dizilmişiz. Hayat denen iksir içimizden geçiyor.

Bu iksir ezelden ebede içimizden aka aka yaracak... 

**

GÜLE imrendim, kurudu bülbüle imrendim, sustu gençliğe imrensem geçiyor şöhrete imrensem unutuluyor

**

HAYAT kısa, Ölüm uzun. Gençlik az sürüyor, İhtiyarlık çok.

Geçen Neşedir, Gam gitmiyor

**

DEMEK ki arzın  bulunduğum noktası ve güneş fezada bir daha, yakınlaştılar. Toprakta sezdiğim bu güzelleşme ondan!

Bahar, Bahar!...

Gökten yücudüme bir ısınma inerken topraktan da aydınlığa doğru o yeşil çıkış ayaklarımı gûnagûn galeyanlarıyla bürüyor.

       Bu telasınız, bu hevesinizne; yeni yetişmeler ? hey iki mevsim sonranın kuru otları !

Kendine her bahar körpe niyaz elleri açtırınız uzak ışık sizi her güz tekrar toprağa sapsarı yatırmaktan başka ne yaptı?

       Zair... Sorma, üzülme... Günlerinden bizcileyin kâm al..,! Seni uyandıran ışığa yüksel, ışığa!... Onun dileği, adeti, hükmü budur!...» dediler.

Köklerinin karanlık inzivasına bir bahar vadiyle haleflerini yerleştirmeden solmıyan duygulu ve zekalı nebatlar bu nasihati verdiler..,

**

SEN dertli isen dile ki karşındakiler şen olsun...

Her yanını gece sarmışsa sen aydınlanmışsın, değeri ne ? Koyu karanlık, ışığını işletecektir.

Saadeti önce karşındakilere iste, ta ki onların parıltısı sana aksetsin... O ışıkta sen kendini, âlem de seni daha iyi görürsünüz,.,

**

ZAMAN zaman gönülden böyle sesler alıyorum :

« Aç mısın ? Önce senden açını doyur, o zaman lokman sana belki daha tatlı gelecektir...

Susuzsun, tasini önce dudakları seninkiler den fazla kurumuşa uzat, o zaman bağrını belki zülal serinletecektir.

Yorgun musun? mutlak senden yorgun bir baş vardır, yastığını evvela ona uzat, dizinde ihtimal sen de daha ferahla dinlenirsin... 

Üşüyorsun... Örtünü teninden fazla ürpermiş bir tene sarabilirsen onun sıcaklığı omzunu ısıtmasa da ruhunu üşütmez...»

 

 

**

KÖMÜRLER demir ocakları ve elektrikler çelik telleri yıpratıyor, sular boruları yosunlandırıyor...

Nebatlar, hayvanlar, madenler, ey sıhhatimizin yardımcıları! Sizler de ademin ortakları mısınız ki bizi bir yandan besleyip, bir yandan aşındırıyorsunuz!...

**

EZELİ inzivaların ömürler yiyen yüce silsileleri aşılıp ta insanlar tanışsa ve anlaşsaydı yer yüzündeki beyimde davalıdan nicesi eksilirdi.

Sizlere bu arz ne kadar mühtaç, ey nefreti muhabbetinden eksik günler, eziyeti sefasından az, güzelliği çirkinliğinden çok

**

GÖNÜL! ıstırabın neden ?

 Uyuduğun günlere mi yanarsın, uyumadığın gecelere mi? Her güzellik gibi ömrün de çabuk geçtiğine mi yanarsın, o vefasıza düşkünlüğüne mi?

Madem ki her iki yol da seni o yere çıkarak, gam çölüne düşüp te bağri kanlı gitme... Neş’e hıyabanma sap ki şen ve ferah gidesin... Gam bir nemli duvardır, yosununda ışık yok! Ruhunu, mezarın canlı vücude girmiş o ilk kurduna kemirtme.

Neş’e sahilli kırda koşan nazlı ışıktır... Ona kavuş, onu sev; zira gülen o , geçen o, avutan , avunan o...

**

HANİ! Kardeşim! Biz insanlar en sonunda bir defa, o da bir kaç saat söyle bir mana oluyoruz:

« Toplanın dostlar! Ayrılıyorum. Ağlaşın, artık susuyorum. Döşünün, duruyorum. Yanın artık söndüm!»

Yaşamak hata, ölüm cezan mı? »

 

Biz ömür ne bilirmiydik ? O lezzete sen aşina ettin bizi ey kader!... Bu hayat bir tadımlık mı ? Âşıkların kurbanları mı ey kader! Bir gün bütün nefesler ve bütün saatler durunca duygusuzluğunun encamından sen de pişman olmayacak mısın ?

**

ADEM oğlu, cinsim, ey bu seyyarenin kudretli ışığı,arz isimli muammayı ey halle uğraşan, ey bu cihanın manası ye bu cihana mana veren!.

Bir yandan etin tarumar ve mamuren viran olurken şu çırılçıplak tarlayı kac kere cennetleştirdin !

Ömrüne analık eden toprak, cesedinin mirasım yiyeceğine arlık doy aydı da seni senin de, onun da düşmanınıza karsı ayakta tu taydı, ah öyle olaydı!...

Fakat senin yıldığın yok...

Güzel yiğit !... yürüyeceksin, çelecek; kuracaksın, yıkacak ; ta o güne kadar ki artık o seni sen onu yeneceksin.

**

‘EY RAB! Uzunluğu ölçülmez bir zaman içinde duygusuz toz kaldıktan sonra tekrar dirilmem mukadderse, eğer mahşer müjdesi gerçekse beni gene şimdiki vücuduma kavuşturacak mısın ?

o vuslatta beni bir yabancı ruha giydirme, ey Rap... Şu ömr içinde bin lezzetine hayrankaldığım, bin acısını çektiğim bu kisveyi bana tekrar ihsan et...

Ruhumu yeni intihanlara sokma !

 Bu tecrüben elverdi; elverdi bu tecrüben ey Bap!...

**

HANGİ baharın bahçesi her yanında kanlı güller ye aley karanfiller açmış bir şehidin teninden güzel olabilir!...

Ey can bahçeleri! Ölümü bağrınızın hıyabanında oyalarsınız, ta ki sevdiğiniz diyarın bağlarına değmesin, canlarına kıymasın!

Şehitler, ey gurup görünüşli tulular... Yaşatan ölüm yalnız sizsiniz!...

**

SESİ o kadar vok ki... Pencereden baktım. Orada, hep orada...

       Ben de ömrün kıyılarında cağıldaya çağıldaya sîzler gibi dinecek miyim, dalgalar? Yel eser, gene canlanırsınız! Beni bir daha hangi rüzgâr...

Deniz hakim bir mana halinde idi:

       Onlar dün akşamındı; coştular, geçtiler... Acıdığın onlarsa bana imren! Dalga geçer, derya durur Sen gidersin, cinsin kalir!...» dedi.

**

BÜYÜK Adamlar!...

Bir ömürluk Zaman içinde diyar kuranlar, âlem bulanlar, afiyet sunanlar, ses yaratanlar, söz anlatanlar, kırdsa da anılacak şekiller, yıkılsa da iz bırakacak yapılar kuranlar !... insanlığı ilahlığa yaklaştıran sırrın ey lezzetini tadanlar... Yarlığın ey büyük hüccetleri!...

Faniliğin akıbeti şanlı vücutlarınıza değse de ruhlarınıza eremez... Bedenleriniz toz olsa bile eserleriniz, teneffüs ettiğimiz havadır, ey hayatın dostları, cinsimizin en imrenilecek örnekleri!...

**

FELEK Türkleri dünya mihakkine vurduğu gün ırkının ne kıratta bir cevher olduğunu gösteren güneş saçlı, gök gözlü, ışık yüzlü, resul sözlü, göğsü enli? ince tenli Türk Güzelinin Ankarada bir gün atlı heykeline baktım.Ve dedim :

O tasviri tarife ne hacet! Güneşi ekin bilir, çiftçi bilir, yolcu. işçi bilir, hasta sağlam her can bilir. Işığından mahrum körler bile sıcağını sezer.

Şu tunç küheylan üstünden atiyi görecek odur. Fanilerin içinden bakıykalacak odur.

**

HAYAT, ey çağıltılı su, ey bu suyun üstünde kımıldanan ışık! Bütün eziyetlerini toplayıp ta yalnız bana çektirsen bile seni sevmekten usanmam...

Toprağın altında da duygum kalırsa bil ki anacağım sensin, düşüneceğim sen, özleyeceğim sen...

SON


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar