HAYVANLAR, İNSANLAR VE TANRILAR Ferdynand A. Ossendowski
Samsara
(Sanskrit dilinden bir
kelime...)
ES Yolculuk, yolda
olmak; S Doğum, ölüm, genedoğum çarkı; 51 Tüm varoluşların döngüsü;
S İnsanın, mutlak gerçek ile birliğini
anlayıp aydınlanmaya ulaşıncaya dek yaşadığı farklı varoluş biçimleri...
Dbarma
Bildirisi
... Oralarda bir
yerlerde,
Kaderinde, okuyabilmek
için bizim yardımımızı alması yazılı olan bir çocuğun,
Büyüyüp, yok olan doğaya
katkı sağlayarak varoluş amacım gerçekleştirmek için kendisini toprağa ekmemizi
bekleyen bir fidenin, türünün varlığını sürdürebilmek için bizim gibi kişi ve
kuruluşların maddi ve manevi desteğine ihtiyaç duyan bir canlı türünün, Başını
sokacak bir barınağa ihtiyacı olan bir evsizin var olduğunu biliyoruz.
Biliyoruz ki, bu dünyaya
çıplak geldik ve bu dünyadan ayrılırken gene çıplak olacağız. Evrenin bize
sunduklarının sadece kendimize değil tüm insanlığa ait olduğuna inanıyoruz. Bu
nedenle, Dharma Yayınları olarak kazancımızın bir bölümünü yardım amaçlı bir
fonda toplama karan aldık. Bu yardım fonuna hiçbir şekilde kişi ve
kuruluşlardan bağış kabul etmiyoruz. Kazancımızdan ayırdıklarımızla kurmakta
olduğumuz bu fon, hiçbir dini ya da siyasi amaca hizmet etmemektedir. Bu,
tümüyle Dharma çalışanları olarak bizim, özgür irademizle verdiğimiz bir
karardır. Siz değerli okuyucularımız zaten satın almış olduğunuz her
kitabımızla bu fona katkıda bulunmuş oluyorsunuz.
Bu, tümüyle evrene
sunulan bir mesaj ve dilektir. Evreni yöneten ve farklı adlarla anılan Yüce
Gücün bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz;
"Eğer bu arzunun gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi
olacaksa..."
***
Web sitesi: http://www.dharma.com.tr/
Türkçe yayın hakları:
®Dharma Yayınları
Bu kitabın, Türkçe
konuşulan ülkelerdeki tüm yayın hakları Dharma Yayınları’na aittir. Yayıncının
yazdı izni olmaksızın çoğaltılamaz.
Esrarengiz
Agarta’nın Kapılarında Ferdynand A. Ossendowski Türkçesi: Cem
Çobanlı
HAYVANLAR,
İNSANLAR VE TANRILAR
Gördüklerimin
yarısını bile anlatmadım. Çünkü kimse bana inanmayacaktı.
Marko
Polo
Ferdynand Antoni
Osscndowski (1875, Rusya 1945, Varşova,
Polonya)
Polonya asıllı maden mühendisi,
doğabilimci, gezgin ve yazar. Uzakdoğu mistisizmi, sosyal antropoloji,
madencilik, dilbilim ve toplumbilim gibi geniş bir yelpazede yazı ve
kitaplarıyla tanınır.
St. Petersburg'da
öğrenim gördü. 1900'de Sorbonne Üniversitesi'nde fizik ve kimya laboratuvarlarında
çalışmalar yaptı. Bir süre Sibirya'da
öğretmenlik yaptıktan
sonra, Bering Boğazı'ndan Kore'ye kadar Büyük Okyanus kıyısındaki tüm kömür
madenlerini araştırdı ve bu alanda uzmanlaştı. Sibirya'ya ve Rusya içlerine
bilimsel amaçlı çok sayıda keşif gezisi düzenledi.
RusJapon savaşı
sırasında (1904-1905), General Kuropotkin'in emrinde Rus ordusunun kimya
danışmanlığını yaptı ve Yakıt Yüksek Komiseri olarak görev aldı.
Birinci Dünya Savaşı
sırasında, özel bir araştırma göreviyle Moğolistan'a gönderildi ve o yıllarda
Moğolca'yı öğrenerek, yalnızca madencilik konusunda değil kültürel konularda da
araştırmalar yaptı. Daha sonra Petrograd Politeknik Enstitüsü'nde Endüstriyel
Kimya Profesörlüğüne atandı ve Ekonomik Coğrafya Kürsüsü'ne başkanlık yaptı.
Rus Hükümeti Maden Komitesi adına, altın ve platin madenleri konusunda elde
ettiği bulgular, bu alanda önemli gelişmelerin yolunu açtı. Aynı dönemde
"Altın ve Platin" adlı bir gazetenin yöneticiliğini üstlendi; Rus ve
Leh dillerinde yaptığı teknik inceleme ve çalışmaları kitaplaştırarak
yayımladı.
1917'de Ekim
Devrimi'nden sonra karşıdevrimci Amiral Aleksandr Kolçak'in yanında yer aldı ve
Sibirya Maliye ve Tarım Bakanlığı'na atandı.
Kolçak'ın Bolşeviklere
teslim olmasından sonra bir süre cezaevinde kaldı. 1920 yılı başlarında
Bolşeviklerden kaçarak Büyük Okyanus kıyılarına ulaşmak üzere giriştiği Orta
Asya yolculuğu büyük bir serüvene dönüştü ve birçok kez ölümle karşı karşıya
geldi.
1920'lerin ortasında
Senegal, Sudan, Yeni Gine, Fildişi Kıyısı gibi birçok Afrika ülkesini gezdi,
yaptığı incelemelerde 4000 tür böcek ve 550 tür deniz böceği topladı ve bunları
tanımlayarak kaydetti. Fas, Tunus ve Cezayir'deki deneyimlerini, gezi yazılan
biçiminde çeşitli kitaplarında biraraya getirdi. Daha sonraları, Varşova Harp
Okulu ve Yüksek Ticaret Okulu'nda profesör olarak bulundu. Yaşamının son
yıllarına ilişkin belirgin bilgiler olmamakla birlikte, dünyanın çeşitli
ülkelerini dolaşırken gizli servisler adına çalıştığı söylenmektedir.
Yapıtları:
•
Çöl Şahini (?)
•
Man, Beasts and Gods (1922,
Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar)
•
Man and Mystery in Asia
(1924, Asya'da İnsan ve Gizem)
•
From President to Prison
(1925, Başkanlıktan Cezaevine)
•
The Shadow of Gloomy
East (1925, Umutsuz Doğunun Gölgesinde)
•
The Nineteenth Century
and After (1926, Ondokuzuncu Yüzyıl ve Sonrası)
•
Çin Seddi'nin Ötesi (?)
•
The Fire ot Desen Folk
(1927, Çöl Halkının Ateşi)
•
The Breath oi the
Desert A Journey Through Algeria and
Tunusia (1927, Çölün Soluğu Tunus ve
Cezayir Yolculuğu)
•
Slaves of the Sun (1928,
Güneşin Köleleri)
•
Riff Dağları'nın
Aslanları (1929)
•
Lenin (1929)
•
Şempanze Ket'in Günlüğü
(1930)
•
Kaptan Blanco (?)
•
Çar Awiza (?)
Türkçe Baskıya
Sunuş
Elinizdeki kitap,
"Hayvanlar, İnsanlar ve tanrılar"da., Polonya asıllı maden mühendisi,
doğabilimci, gezgin ve yazar Ferdynand Antony Ossendowski'nin, 1917'de Rusya'da
gerçekleşen Ekim Devrimi sonrasında, Büyük Okyanus kıyılarına doğru
Bolşeviklerden kaçışı sırasında yaşadığı ölüm kalım mücadelesi ve ummadığı
olaylarla karşılaşması anlatılmaktadır. Önceleri, bir rejim karşıtlığından
kaynaklanan basit bir kaçış gibi başlayan Ossendowski'nin öyküsü, bir yandan
Asya'nın çetin ve acımasız, bir o kadar da görkemli doğa koşullarının; bir
yandan da Moğolistan'ın bağımsızlığını kazanmasının hemen öncesindeki siyasal ve
askeri koşullarm arka fonunda değil, tam orta yerinde geçen bir varoluş
mücadelesidir. Bir araştırmacı bu mücadele için, "Nefes kesen inisiyatik
bir serüven" ifadesini kullanmaktadır. Yazar, bu serüven sırasmda
karşısına çıkan "Sırların Sırn"nın, yüzyılların efsanesi Agarthi'nin
peşine düşüyor; bu konuya ilişkin olarak, "resmî tarih kitaplan"nın
ötesinde hatta, bir söylence ya da bir folklorik öge olmanın da ötesinde, İç
Asya'nın yaşayan en kutsal kişilerinin sözel tanıklıklarını aktarıyor.
Agarthi,
Agharta, Agarttha, Agarta, Shambala, Belovodye, Belogorye, Beyaz Ada, Kaf
Dağı'nın ötesi... Himalaya Dağları'nın altındaki esrarengiz yeraltı ülkesi!..
Yüzyıllardır, başta
Tibet, Hint ve Moğol tradisyonları olmak üzere yeryüzünün hemen hemen tüm
kültürlerinde, masal, öykü, söylence, özdeyiş düzeylerinde olmak üzere bir
yeraltı ülkesinden, hükümdarlığından söz edilir.
Ondokuzuncu yüzyılın
sonlarında ve yirminci yüzyıl boyunca, Rus ressam ve kâşif Nicholas Roerich,
Batı teozofisinin kurucusu Madam H.P. Blavatsky, Fransız gezgin, yazar ve ilk
Batılı kadın guru Alexandra David-Néel, Fransız asıllı Mısırlı düşünür ve yazar
René Guenon, Fransız yazar Serge Hutin, İspanyol asıllı Fransız okültist ve
yazar Papus (Gerard Encausse), Fransız yazar Robert Charroux, çeşitli yapıtlarında,
Asya'daki esrarengiz bir yeraltı ülkesinin varlığından, dolaylı ya da dolaysız
biçimde söz etmişlerdir.
Agarta’nın varlığını
açık biçimde Batı'ya bildiren ilk kişi ise, Fransız ezoterist ve simyacı Marki
Saint Yves d'Alveydre (1842-1909) olmuştur. D'Alveydre'nin, ölümünden sonra
yayımlanan (1910) "Hint Misyonu" adlı kitabında Agarta'ya ilişkin
olarak kullandığı ifadeler, Ossendowski'nin ""daki anlatımlarıyla
büyük benzerlikler taşır. Hatta kimi araştırmacılar Ossendowski'yi, kaynak
belirtmeden d'Alveydre'nin kitabından alıntı yapmakla suçlar. D'Alveydre, Hindu
kaynaklarından yararlandığı için "Agartha", Ossendowski, Moğol
kaynaklarından yararlandığı için "Agarthi" sözcüğünü kullanmaktadır.
Kimi
yazarlara göre "Agarthi" sözcüğü Tibetçedir ve "Dünyanın
merkezindeki yeraltı krallığı"; kimilerine göre, Sanskrit bir sözcüktür ve
"ele geçirilemeyen, ulaşılamayan, şiddetin erişemeyeceği yer" gibi
anlamlara gelir. Orta Asya Türkçeleri ve Hinduizm üzerinde odaklanmış olan
belirli bir etimolojik incelemeye göre, Agarthi/Agarti sözcüğünün Türkçe
kökenli "akağartı" sözcüğünden geldiği varsayılır, ki
"ağartı", karanlıkta uzaktan güçlükle seçilebilen, belli belirsiz
aydınlık, anlamlarını taşımaktadır. (Bu noktada, Van'm 35 km doğusunda, Van
gölü kıyısında bulunan "Agarti" adlı bir köyden ve burada bulunan
Urartu kalesi Ayanis'ten söz edilebilir. Van bölgesine ilişkin İngilizce
yazılmış bir yazıda ise Ayanis/Agarti sözcükleri birlikte verilmekte ve bu ad
İngilizceye "Ağartı" olarak aktarılmaktadır.)
Öte yandan ilgili
çevrelerde bir de Agarta-Şambala ayrımı "çatışması" yaşanmaktadır, ki
bir kesim, bu türlü iki merkezin varlığının ve onların birbirleriyle çatışma
halinde oldukları iddiasının satanist ekollerden kaynaklandığını ve asla böyle
bir ayrımın olmadığını öne sürmektedir.
Kimileri ise,
kutupsallık olmamakla birlikte, anlamlı bir ayrım öne sürer: Agarta,
tanrısal sevgiyi, Şambala tanrısal iradeyi sunar, ki bu da 'Tek' indinde bir
ayrım değildir!
“Hayvanlar, İnsanlar ve
Tanrılar", ilk kez yayımlandığı yıl olan 1922'den itibaren, aralarında,
Lehçe ve İsveççe de olmak üzere onlarca dile çevrilmiştir. Kitap, son bölümünde
aktarılan kehanetin içeriği bakımından ve 21. yüzyılın eşiğindeki dünyanın
toplumsal ve siyasal kargaşa koşullarıyla yakından bağlantılı biçimde, olanca
güncelliğiyle anlamını sürdürmektedir.
"Dünyanın
Hâkimi'nin 1890'daki Kehaneti" başlıklı bu son bölüm, ilk bakışta ünlü
Fransız kâhin Nostraramus'un kimi ifadeleriyle büyük benzerlikler
göstermektedir. Ancak,burada bir kehanetten çok, bugün bütün özellikleriyle
ortaya çıkan ve dünyanm her yanmda açıkça yaşanılan "Kali-Yuga"
(Demir Çağı) dönemi anlatılmaktadır. Hinduizmde ve budizmde bu dönemin tanımı
tüm açıklığıyla yapılmıştır.
Böylesine bir Kali-Yuga
döneminde bu tanımı yapan "Dünyanm Hâkimi" aslında, bu küresel
kargaşadan çıkış yolunu da göstermektedir. Bu da insanın iç dünyasında
bulunmaktadır. İnsan, aklını ve en önemlisi vicdanını kullanarak, ne kölelikle
ne de ölümle karşılaşmayıp, Kali-Yuga döneminin tüm negatif etkilerini
kendisinin lehine çevirebilir. Bu da, bireyin, tamamen kendisine bağlıdır.
Orta Asya budizminde, Kali-Yuga
dönemi hoşnutlukla karşılanmaktadır. Çünkü bu müthiş basınç sayesinde insanlar
biraz da "bir dış zorlama"yla kendi içlerine dönebileceklerdir.
Kimbilir, belki de
Himalayalar'ın ya da daha başka dağ dizilerinin altında hiçbir zaman böylesi
"fiziksel bir yeraltı ülkesi" olmadı! "Agarta" belki,
C.G. Jung'un
"kolektif bilinçaltı" olgusuyla tanımladığı derin bir sembolizmi
barındırmaktadır. Eskilerin "Anima Mundi" (Dünya Canı),
mikrokozmosmakrokozmos öğretileri düzeyinde bakılırsa, "Agarta" belki
de bugünün Dünya insanının, fiziksel bedeninin "yeraltı"nda, üzeri
kat kat dünyasal kabalıklarla, nefsaniyetlerle örtülmüş, saklanmış ve artık en
içte belki de en uzakta kalmış öz varlığıdır; ışığı henüz sönmemiş, çok
uzaklardan zorlukla seçilen ama hâlâ, daha güzel bir dünya umudunu canlı tutan
o öz varlığın "ağartı"sıdır.
Cem
Çobanlı Samsara Kitapları Editörü Nisan 2002
ÖLÜMLE KUCAK
KUCAĞA
Ormanda
1920 yılının başlarında,
Sibirya'nın, Krasnoyarsk kentinde bulunuyordum. Kent, Yenisey nehrinin
kıyılarında kuruludur. Yenisey, güneş ışığıyla yıkanan Moğolistan dağlarının
oluşturduğu Kuzey Buz Denizi'ne hareket ve yaşam götüren soylu bir nehirdir.
Nansen,* Avrupa ticaretine Asyanın kalbine doğru bir yol açmak üzere onun
doğduğu yere iki kez gelmişti. Rusya'ya intikam, kin, ölüm ve yasaların
cezalandıramadığı türlü cinayetler saçarak, bu zengin ve sakin ülkenin bütün
genişliği içinde uğuldayan ihtilal kasırgasına, Sibirya'nın durgun kışı
ortasında, işte burada yakalanıverdim. Kaderimi belirleyecek olan saati hiç
kimse tahmin edemezdi. Evlerini terkeden insanlar günübirlik yaşıyorlar, tekrar
geri dönüp dönemeyeceklerini ya da sokak ortasında yakalanıp, Ortaçağ'ın
engizisyonundan daha korkunç ve daha kan dökücü bir adalet mekanizmasının
gülünç taklidi Devrim Komitesi'nin zindanlarına atılıp atılmayacaklarını
bilmeksizin evlerinden ayrılıyorlardı. Bu endişe dolu ülkenin yabancısı olmakla
birlikte, bizler de bu zulüm ortamının dışında değildik.
*
Fridtjof Nansen
(18611930). Norveçli Kutup araştırmacısı, bilim adamı, devlet adamı ve yazar.
(Çev.n.)
Bir sabah dostlarımdan
birini ziyarete gitmiştim. Birdenbire beni tutuklamak üzere gelen yirmi Kızıl
Ordu askeri tarafından evimin çevrilmiş olduğunu öğrendim. Mutlaka kaçmalıydım.
Aceleyle dostumun eski av giysileriyle, biraz para alarak, kentin dar
sokaklarından koşarak kaçtım. Biraz sonra yola vardım. Yanıma aldığım bir köylü
beni, dört saat içerisinde otuz kilometre kadar uzağa götürerek sık ağaçlık bir
bölgenin kıyısına bıraktı. Yolda bir tüfek, üçyüz mermi, bir balta, bir bıçak,
koyun postundan bir palto, çay, tuz, peksimet ve bir de çay satın almıştım.
Terk edilmiş, yarı yarıya yanmış bir kulübe buluncaya kadar ormanın
derinliklerine doğru ilerledim. Ve o günden başlamak üzere bir vahşi hayvan
avcısı yaşamı sürmeye başladım. Fakat, bunca zaman bu rolü oynayacağımı o
sırada asla düşünmemiştim. Ertesi sabah ava çıktım ve şansım varmış ki iki
yaban horozu vurdum. Aynı gün, çok sayıda geyik izine rastlayarak yiyeceksiz
kalmayacağımdan emin oldum. Bununla birlikte, bu kulübede kalmam çok uzun
sürmedi. Beş gün sonra, avdan dönerken, kulübemin bacasından duman çıktığını
farkettim. Çevreyi dikkatlice kolaçan ederek kulübeme yaklaştım ve eyerli iki
atla eyerlere bağlı iki asker tüfeği gördüm. Silahsız iki kişi, silahlı olan
benim için hiçbir tehlike oluşturmayacağından hızla kulübeye daldım. İçerideki
sıranın üzerinde oturmakta olan iki asker ürkerek ayağa kalktılar.
Bunlar Bolşevik'tiler.*
Astragan kalpaklarında kızıl yıldız ve uzun etekli paltolarının omuz
bölümlerinde kırmızı şeritler göze çarpıyordu. Selamlaşıp oturduk. Kendilerine
çay hazırlamışlardı. Bir yandan ara ara birbirimizi kuşkulu bakışlarla tepeden tırnağa
incelerken, bir yandan da çay içip şundan
*
Bolşevik: Rus Sosyal
Demokrat İşçi Partisi içinde, Lenin'in önderliğinde 1903'te oluşan ve 1917
Ekimi'nde iktidara gelen siyasal güç. Rusça'da "Çoğunlukta Olanlar"
anlamına gelir. Karşıt grup ise Menşevikler (Azınlıkta Olanlar) adıyla
anılıyordu. (Çev.n.)
bundan söz ettik. Benden
kuşkulanmamaları için kendilerine, bu bölgede çok sayıda samur bulunduğu için
uzak bir yerden buraya gelen bir avcı olduğumu anlattım. Onlar da bana, kuşkulu
kişileri yakalamak için ormanlık bölgelere gönderilen bir müfrezenin askerleri
olduklarım söylediler.
Biri bana dönerek,
"Sizin anlayacağınız Yoldaş, kurşuna dizmek üzere karşı devrimci
arıyoruz."
Hangi gerekçeyle burada
olduklarını anlamak için bu tür açıklamalara hiç ihtiyacım yoktu.
Sıradan bir köylü avcı
olduğuma ve karşı devrimcilerle hiçbir ilişkimin olmadığına dair, gerek
sözlerim, gerekse davranışlarımla gücümün yettiği kadar onları inandırmaya
gayret ettim. Sürekli olarak, davetsiz konuklarım çekip gittikten sonra nereye
gitmem gerektiğini düşünüyordum. Gece oluyordu. Yüzleri karanlıkta daha az
sevimli idi. Votka şişelerini çıkartıp içmeye koyuldular. Alkolün etkisi kısa
sürede gözle görülür biçimde ortaya çıktı. Seslerinin tonu yükseldi. Sürekli
birbirlerinin sözünü keserek Krasnoyarsk'ta kaç tane burjuva öldürdüklerini ve
nehire, buzların arasına kaç tane Kazak attıklarını tartışıp duruyorlardı.
Sonra, itişip kakışmaya başladılar, fakat bir süre sonra takatleri kesilerek
uyuklamaya başladılar. Ansızın kulübenin kapısı, sert bir darbeyle hızla
açıldı. İyice ısınmış olan odadaki buhar, dev bir bulut gibi bir anda dışarı
hücum etti. Masallardaki cinler gibi, dağılmakta olan dumanın arasında uzun
boylu, zayıf yüzlü, köylü kıyafetinde, astragan kalpaklı ve koyun postundan uzun
paltolu bir adam belirdi. Elinde, ateşe hazır tüfeğiyle kapının eşiğinde
dikiliyordu. Bir Sibirya köylüsünün asla yanından ayırmayacağı keskin baltası
belinde asılıydı. Vahşi bir hayvanınkini andıran canlı ve parlak gözleri hızla
bizim üzerimizde dolaşıp duruyordu. Bir anda kalpagını çekip başından alarak
çıkardı. Sonra göğsünün üzerinde haç çıkardı ve sordu:
"Buranın sahibi
kim?"
"Benim,"
dedim.
"Geceyi burada
geçirebilir miyim?" diye sordu.
"Evet, hepimize yer
var. Bir bardak çay içiniz. Henüz sıcak, " diye yanıt verdim.
Yabancı, bakışlarını
bizim ve odanın içindeki her şeyin üzerinde gezdirdi. Sonra tüfeğini bir köşeye
bırakıp kürkünü çıkarmaya başladı. Kürkün altından, eski bir deri ceket ve
konçları çizmesinin içine sokulmuş yine deriden bir pantolon ortaya çıktı. Yüzü
genç, ince çizgili ve biraz da alaycı idi. Beyaz ve sivri dişleri parlarken,
gözleri de sanki baktığı her şeyi delip geçiyor gibiydi. Karmakarışık saçları
arasında kır teller farkettim. Ağzının iki kenarındaki derin kırışıklıklar,
fırtınalarla ve tehlikelerle dolu geçmekte olan bir yaşamı ele veriyordu.
Tüfeğinin yanına bir sandalye çekti, baltasını da ayağının dibine yere bıraktı.
Sarhoş askerlerden biri,
baltayı göstererek sordu: "Ne bu? Yoksa senin karın mı o?"
Adam, kalın kaşlarının
altındaki donuk bakışlı gözlerini sükûnetle askere dikip aynı sükûnetle yanıt
verdi:
"Bu günlerde her
tür insana rastlamak var hesapta... Sağlam bir balta ise çok fazla güven
verici."
Çayını oburca içerken
bakışlarıyla beni sorguya çekiyormuş gibi gözleri üzerime çevriliyor, sonra,
kaygılarına yanıt alıyormuşçasına kulübenin içinde gezinip duruyordu.
Askerlerin tüm sorularını ağır ağır, temkinli bir tavırla yanıtlarken yudum
yudum sıcak çayı içiyordu. Bardağı baş aşağı getirerek başka çay istemediğini
belirtip geri kalan küçük şeker parçasını da üstüne koydu ve askerlere,
"Gidip atıma bakayım, sizinkilerin de eyerlerini alayım," dedi.
Uyumak üzere olan daha
genç görünümlü asker, "İyi olur. Tüfeklerimizi de getir bari," diye
yanıtladı.
Sıralara uzanmış olan
erler, oturmamız için bize kulübenin zeminini bırakmışlardı. Yabancı az sonra
geri döndü ve getirdiği tüfekleri karanlık köşeye bıraktı. Eyer takımlarını
yere koyup üzerlerine oturarak çizmelerini çıkardı. Askerlerle yeni konuğum az
sonra horuldamaya başladılar. Ben ise bundan sonra ne yapmam gerektiğini
düşünerek uyanık kalmaya çalıştım. Nihayet, tanyeri ağanyordu ki uyuyakalmışım
ve ortalık iyice aydınlandıktan sonra uyandım. Yabancı ortada yoktu. Kulübeden
çıktım ve kendisini çok güzel bir damızlık atı eyerlerken buldum.
"Gidiyor
musunuz?"
Fısıltıyla, "Evet,
ama birlikte gitmek üzere yoldaşları bekliyorum. Sonra geri döneceğim,"
dedi.
Daha fazla bir şey
sormadım, sadece, kendisini bekleyeceğimi söyledim. Eyere bağlı heybeleri
çıkarıp kulübenin yanık bir köşesine gizledi.
Üzengilerle yuları
kontrol etti ve işini bitirdikten sonra gülümseyerek, "Hazırım,"
dedi, "Gidip yoldaşları uyandırayım."
Çaylarını içtikten yarım
saat sonra üç konuğum izin isteyip gittiler.
Soba için odun kırmak
üzere dışanda kalmıştım. Ansızın uzakta bir yerden, kısa aralıklarla iki el
tüfek sesi geldi. Sonra, her şey yine sessizliğe büründü. Tüfeğin atılmış
olduğu yerden ürküp uçan yaban horozlan tepemden geçtiler. Bir çanım başında
bir alakarga acı acı öttü. Kulübeye kimsenin yaklaşıp yaklaşmadığını anlamak
için uzun süre ortalığı dinledimse de etraf sessizdi.
Yenisey'in aşağısına
akşam erken iner. Sobayı yakıp dışarıdan gelen en ufak bir gürültüye bile
dikkat kesilerek çorbamı pişirmeye başladım.
Elbette, açıkça
anlıyordum ki ölüm hep yanıbaşımdaydı ve beni her vesileyle, insan, hayvan,
soğuk, kaza veya hastalıkla yakalayıp eline geçirebilirdi. Biliyordum ki bana
yardım edecek hiç kimse yoktu. Her tür yardım bana yalnızca tanrı'dan,
ellerimdeki ve bacaklarındaki takatten, tüfeğimi dikkatlice ve tam isabetle
kullanmaktan ve aklımın başımda olmasından gelebilirdi. Ve bu sırada boşuna
ortalığı dinliyormuşum, yabancının geri dönüşünü sezemedim. Bir gün önce olduğu
gibi ansızın kapı eşiğinde ortaya çıkıverdi. Dumanların arasında gülümseyen gözlerini
ve ince yüzünü farkettim, Kulübenin içine girdi ve elindeki üç tüfeği köşeye
doğru yere attı.
Gülerek, "İki at,
iki tüfek, iki eyer, iki kutu peksimet, yarım paket çay, bir kese tuz, elli
mermi, iki çift çizme..." dedi, "İyi bir av oldu, bugün... "
Şaşkınlık içerisinde ona
bakıyordum.
Gülerek, "Niçin
şaşırıyorsunuz ki?" dedi, Komu nujny eti tovarischi? Böyle herifler kimin
umurunda ki? Hadi çay içip yatalım. Yarın sizi daha güvenli bir yere götürürüm.
Böylelikle yolunuza devam edebilirsiniz."
Yol Arkadaşımın
Sırrı
Gün ağarırken ilk sığınağımdan
ayrılarak yola çıktık. Tüm kişisel eşyamızı çuvallara doldurup eyerlerden
birine bağladık.
Adi İvan olan ve her iki
kişiden birinin mutlaka bu adla anıldığı bir ülkede, bu adıyla da ne zihnime ne
kalbime bir şey ifade etmeyen yol arkadaşım gayet sakin bir tavırla:
"Dörtyüz, beşyüz
verst* yol almalıyız," dedi.
Sıkıntıyla sordum:
"Demek ki uzun
zaman yolculuk edeceğiz?" "Bir haftadan fazla sürmez, belki de daha
az," dedi.
O geceyi ağaçlar
arasında, çamların geniş dalları altında geçirdik. Bu benim, ormanda, açık
havada geçirdiğim ilk gecemdi. Birbuçuk yıldır sürmekte olan gezgin yaşantım
sırasında, kaderimde böyle daha kaç gece geçirmek vardı acaba! Gündüzler çok
soğuk oluyordu. Atlarımızın toynakları altında donmuş kar gıcırdıyor, nalların
içine doluyordu. Yaban horozlan ağaçtan ağaca tembelce uçuyor, tavşanlar yaz'
Verst: Rus mili. 1 verst
1.066 metredir. (Çev.n.)
dan kalma çay
yataklarında sıçraşıp duruyorlardı. Akşamları, ağaçların tepesinde, iç geçirir
gibi inleyen rüzgar, esmeye başladığında aşağıda tam bir durgunluk ve sessizlik
hüküm sürüyordu. Yanlan kalın gövdeli ağaçlarla çevrili derin bir dere
yatağında mola verdik ve burada bulunan devrilmiş ağaçların dallarını topladık
ve ateş yaktık. Çayı hazırladıktan sonra akşam yemeğimizi yedik.
İvan, iki ağaç kütüğü
getirdi, bunların birer tarafını baltasıyla düzeltti, düz yanlan birleştirerek
kütükleri üst üste koyduktan sonra başlarına birer kocaman kama sokup sekiz on
santimetre genişliğinde bir yarıkla ikiye böldü.
Bu iş bitince yarığa kor
doldurup ateşin, düzeltilmiş yüzeyinin üzerine bir anda yayılmasını seyre
başladık.
"İşte böylelikle
yarın sabaha kadar da ateşimiz olacak," dedi. "Bu, altın arayıcıların
naida 'sidir. Biz maden arayıcılan, yaz olsun kış olsun, ormanlarda dolaşırken,
daima bir naida'nın yanıbaşında uyuruz. Bunun ne kadar harika bir şey olduğunu
kendi gözlerinizle göreceksiniz."
Çam dallan keserek bunları
iki direğe dayayıp naida yönünde bir tür eğimli çatı oluşturdu. Dallardan
yapılma çatımızın ve naida'nvn üzerini de koruyucu çamın oluşturduğu geniş
gölge kaplıyordu. Daha başka dallar taşıdık ve karın üzerine, çatının altına
serdik. Bunların üzerine de eyerlerdeki battaniyeleri serdikten sonra oluşan
sedire İvan yerleşti ve gömleğine kadar, sırtında ne kadar giysi varsa tümünü
çıkarmaya başladı. Az sonra gördüm ki ter içindeydi ve alnını ve boynunu kolunun
tersiyle siliyordu.
"İşte şimdi epeyce
ısındık," dedi soluk soluğa.
Bir süre geçmemişti ki
ben de paltomu çıkarıp, üzerime örtü bile almaksızın, uyumak üzere uzandım.
Dalların arasında ve naida’nın ötesinde hükmünü sürmekte olan soğuğa karşı
rahatça korunmuştuk. O geceden sonra soğuktan yana hiç korkum kalmadı.
Gündüzleri at sırtında donuyor, geceleyin naida ile iliklerimize kadar ısınıyor
ve çam dalından çatımızın altında, ağır gocuğumu çıkarıp sırtımda yalnızca
gömlekle kalıyor ve her zaman keyifli bir bardak çay içip dinleniyordum. Günlük
yürüyüşlerle süren zorlu yolculuğumuz sırasında İvan bana, Transbaykal
dağlarında ve ormanların derinliklerinde altın aramakla geçen yolculuklarının
öyküsünü anlattı. Bu öyküler oldukça canlı bir yaşantının izlerini taşıyan,
heyecanlı maceralarla, tehlikelerle ve mücadelede doluydu. İvan, Rusya'da ve
olasılıkla başka ülkelerde de son derece zengin altın madenlerini keşfettikleri
halde, sefalet içerisinde yaşayan maden arayıcılarının iyi bir örneği idi.
Transbaykallar'ı bırakıp Yenisey'e niye gelmiş olduğunu söylemekten çekindi.
Sırrını gizlemek istediğini anladığımdan kendisini hiç zorlamadım. Bununla
birlikte, yasanımın bu bölümünü örten esrar perdesi bir gün raslantı eseri
olarak kalkıverdi.
Henüz, yolculuğumuza hedef
tutmuş olduğumuz noktada bulunuyorduk. Yenisey'in sağındaki, büyük kolu
Mana'nın kıyılarına doğru ilerlerken, tüm gün boyunca sık söğüt ağaçları
arasmda güçlükle yol almıştık.
Buralarda yaşayan
tavşanların izlerine her yanda rastlıyorduk. Ormanların bu beyiz ve küçük
sahipleri önümüz sıra, ürkmeksizin, şuraya buraya koşuşuyorlardı. Bir başka
kez, bir kayanın arkasına saklanıp bizi gözetlemekte olan bir tilkinin kızıl
kuyruğunu gördük. îvan'm ağzmdan bir süredir tek bir sözcük çıkmıyordu. Nihayet
konuştu ve biraz ilerimizde Mana'ya dökülen küçük bir çay ve bunun ağzmda da
bir kulübe bulunduğunu söyledi.
"Ne dersiniz? Oraya
kadar gidelim mi, yoksa geceyi naida 'nın yanında mı geçirelim?" Yıkanmak
istediğim ve geceyi gerçek bir çatının atında geçirmenin zevkli olacağını
düşündüğüm için kulübeye kadar gitmeyi önerdim. İvan kaşlarını çattı ama kabul
etti.
Sık ormanlar ve yabani
ahududularla çevrili bir kulübeye yaklaştığımızda, akşam oluyordu. Kulübenin
çok küçük iki penceresiyle, kocaman bir Rus fırını bulunan tek bir küçük odası
vardı. Bir sundurma ile bir şarap mahzeninin yıkıntılarının duvardaki izleri
fark ediliyordu. Fırını yakıp mütevazı yemeğimizi hazırladık. İvan, askerlerden
miras kalan votkayı içti ve biraz sonra dili çözüldü, gözleri parladı ve elleri
uzun saçları arasında sık sık gezinmeye başladı. Maceralarından birini
naklederken birdenbire durup, gözlerini korku içinde kısıp, karanlık bir köşeye
doğru dikti.
"Fare mi var?"
"Bir şey
görmedim," dedim.
Yine sustu ve kaşlarını
çatarak düşündü. Kimi zamanlar saatlerce hiçbir şey konuşmadığımız oluyordu. Bu
yüzden sessizliğine hiç şaşırmadım. İvan bana doğru eğilip fısıltıyla konuşmaya
başladı:
"Size eski bir
hikaye anlatmak istiyorum. Transbaykallar'da bir dostum vardı. Sürgün edilmiş
eski bir hayduttu. Adı Gavronski idi. Altın peşinde, çeşit çeşit ormanları ve
dağlan dolaşıyorduk. Bütün kazancımızı aramızda yan yarıya paylaşmayı
kararlaştırmıştık. Ancak Gavronski, Yenisey üzerinden birdenbire Tayga'ya
hareket etti. Beş yıl kadar sonra öğrendik ki zengin bir altın madeni bulmuş,
servet ve mal sahibi olmuştu. Bir süre sonra da, kendisi ve karısı
katledilmişti.
· İvan
bir an sustuktan sonra devam etti:
"Bu onların
kulübesidir. Karısı ile birlikte burada yaşıyordu ve burada, bu nehrin
kıyılarında bir yerde, altın buluyordu. Fakat, nerede bulduğunu kimseye
söylemiyordu. Bütün çevre halkı onun bankada parası olduğunu, hükümete altın
sattığını biliyordu. Onları burada öldürdüler."
İvan fırına doğru
ilerledi. Alev alev yanan bir odun parçası çıkardı ve eğilerek yerdeki bir
lekeyi aydınlattı.
"Yerdeki ve
duvardaki şu lekeleri görüyor musunuz? Onların kanı... Gavronski'nin kanı...
Öldüler ama altının bulunduğu yeri asla söylemediler. Nehir yatağında kazmış
oldukları derin bir delikten alıyorlar ve sundurmanın altında gizli mahzende
saklıyorlardı onu. Fakat Gavronski hiçbir şey söylemek istemedi... Tanrım
onlara nasıl işkence ettim! Yaktım onları. Parmaklarım tersine çevirdim.
Gözlerini çıkardım. Ama Gavronski yine de hiçbir şey söylemeden öldü."
Bir an düşündü, sonra,
hızlı hızlı, "Bütün bunları bana köylüler anlattı," dedi.
Yanar odunu sobaya atıp
sıraya uzandı. Sadece, "Uyuma zamanıdır," deyip sustu.
Piposunu içerek bir
yandan öte yana dönerken soluyup mırıldandığını uzun zaman işittim.
Ertesi sabah, bunca
ıstırap ve cinayete sahne olmuş bu kulübeden ayrıldık ve yolculuğumuzun yedinci
günü, uzun sıradağların dayandıkları ilk tepeleri kaplayan sedir ağaçlarından
oluşan sık bir ormana vardık.
İvan bana şu açıklamayı
yaptı:
"En yakın evler,
buradan en az seksen verst uzakta bulunuyor. Köylüler ormana gelip sedir
fıstığı toplarlar, ama yalnızca sonbaharda... Bu mevsimden önce kimseye
rastlayamazsınız buralarda. Pek çok kuş, hayvan ve çok bol sedir fıstığı
bulacaksınız ve böylelikle burada yaşamanız mümkün olabilir. Şu ırmağı görüyor
musunuz? Köylüleri görmek istediğinizde ırmağı izleyin, köylülere
ulaşırsınız."
İvan, bir toprak kulübe
kurmama yardım etti. Fakat bu gerçek bir toprak kulübe değildi. Bu, sanırım
şiddetli bir kasırgada devrilip topraktan sökülmüş olan büyük bir sedir
ağacının köklerinden oluşan bir kulübe idi. Sedirin koca deliği, yukarı kalkık
köklerle desteklenen bir toprak duvarla bir yandan bir yana kapanarak benim
için bir oda işlevi görecekti. Havadan sarkan diğer kökler, bir tavan
oluşturmak üzere birbirine geçen kazıklarla dalların birleştikleri çatı
iskeletine biçim verdiler. Tavana düzen vermek için onu taşlarla ve sıcaklık
vermek için de karla tamamladım. Kulübenin ön tarafı hep açıktı, fakat naida
ile her zaman korunuyordu. Karla örtülü bu inde hiçbir insan görmeden, çok
önemli nice olayların cereyan ettiği dış dünyayla hiç temas etmeden yaz
ortasında iki ay geçirdim.
Bu mezar kulübede,
devrilmiş bir ağacın kökleri arasında, bana arkadaşlık eden türlü zorluklar,
aileme ilişkin tasalarım ve çetin yaşam mücadelesiyle başbaşa, yüz yüze
yaşadım. İvan, ikinci gün, bana bir torba peksimetle biraz şeker bırakıp gitti.
Kendisini bir daha hiç görmedim.
Yaşam
Mücadelesi
Yalnız başıma kalmıştım.
Çevremi yalnızca, sonsuzluğa X uzanıyormuşçasına yeşillikle ve karlarla örtülü
sedir ormanı, çıplak çalılıklar, donmuş bir ırmak ve ağaç dallarıyla gövdeleri
arasından görebildiğim kadar uzaklara uzanan uçsuz bucaksız bir sedir ve kar
okyanusu çevreliyordu. Burası Sibirya taygasıydı ve ben burada daha ne kadar
zaman yaşamak zorunda kalacaktım? Bolşevikler beni burada bulacaklar mı, yoksa
bulamayacaklar mı? Dostlarım nerede olduğumu öğrenecekler mi? Ailem ne durumda?
Bu sorular, sürekli olarak beynimin içini yakıp kavuruyordu. İvan'ın bana bunca
zaman niçin kılavuzluk yaptığını bir süre sonra anladım. O denli gizli,
insanlardan o denli uzak öyle yerlerden geçmiştik ki İvan beni buralarda bir
yere güven içerisinde bırakabilirdi. Fakat beni, yaşamanın kolay olduğu bir
yere götüreceğini durmadan tekrarlamıştı. Ve gerçekten de böyleydi. Bu tenha
sığınağın tılsımı, sedir ağaçlan ve her yönden ufka kadar uzanan bu ağaçlarla
kaplı dağlardı. Sedir, sonsuza uzanan yeşil bir çadır şeklinde, genişliğine
serili dallarıyla yaşayan her canlı varlığı himayesine alan kudretli ve
haşmetli bir ağaçtır. Sedirler arasında yaşam coşkuyla, durmaksızın
sürmekteydi. Sincaplar ağaçtan ağaca atlayıp zıplıyorlar, birbirleriyle oynaşıp
kıyameti koparıyor; ağaçkakanlar tiz çığlıklarla bağırışıyor; parlak kırmızı
gerdanlı şakrak kuşu ağaçlar arasından sürekli alev gibi geçiyor; minik saka
orduları hiç durmadan şakıyarak ormanı bir amfiteatra çeviriyorlardı. Bir
tavşan bir kütükten ötekine sıçrıyor ve onun ardı sıra da, gizlice, kar
üzerinde sürünen, beyaz bir kakım'ın güçlükle görülür gölgesi geliyordu ve ben,
kuyruğunun ucu olduğunu bildiğim kara noktayı uzun süre izliyordum. Katılaşmış
kar üzerinde ihtiyatla ilerleyen soylu bir geyik yaklaşıyordu. Nihayet,
dağların tepesinden inen, Sibirya ormanlarının kralı boz ayı ziyaretime
geliyordu.
Tüm bunlar beni avutuyor,
zihnimdeki kara düşünceleri kovuyor, dayanabilmem için bana cesaret
veriyorlardı. Güç olmakla birlikte, dağın tepesine kadar tırmanmaktan
hoşlanıyordum. Böylelikle, Yenisey'in karşı kıyısında, ufukta oluşan kızıl
tepelere kadar olan uzak mesafeyi görebiliyordum. Orada ülkeler ve kentler
uzanıyor, düşmanlar ve dostlar yaşıyorlardı; hatta ailemin oturduğu noktayı
keşfetmiş olduğumu sanıyordum. Olasılıkla İvan bu yüzden beni buraya
getirmişti. Günlerim yalnızlık içinde geçerken bu arkadaşı üzüntüyle anmaya
başlamıştım. Bu adam Gavronski'nin katili olmakla birlikte, hep benim için
atımı eyerleyerek, odun kesip rahatımı sağlamak için elinden geleni yaparak
bana bir baba gibi özen göstermişti. Düşünceleriyle başbaşa, yalnız, doğayla
yüz yüze ve Tanrı ile karşı karşıya birçok kışlar geçirmişti. Yalnızlığın
korkularını çekmiş ve bunlara tahammül etmeyi öğrenmişti. Bazen, sonum burada
gelecek olursa, bedenimde kalabilecek son gücü, ölürken, sevdiklerimin
bulundukları noktayı bu dağ ve ağaç okyanusu üzerinden görebilmek umuduyla,
kendimi dağın tepesine kadar sürüklemeye ayırmam gerektiğini düşünüyordum.
Bununla birlikte, bu
yaşam tarzı bana derin düşünme ve daha çok fiziksel uğraş olanağı tanıyordu.
Bu, sert ve çetin ve sürekli bir varoluş savaşımıydı. En güç iş nalda, için
kaim odunlar hazırlamaktı. Ağaçlardan kopmuş başıboş kaim dallar, karla örtülü
ve buz kestikleri için toprağa yapışıktı. Bunları karlarm altından çıkarmak,
sonra, manivela niyetine kullandığım uzun bir sopa aracılığıyla yerden
kaldırmak zorundaydım. İşi kolaylaştırmak için odun ihtiyacımı dağdan
sağlıyordum. Çünkü dağa tırmanmak güç bir iş olsa da kütükleri bayır aşağı
yuvarlamak çok kolaydı. Bir süre sonra harika bir keşifte bulundum. Sığınağımın
yakınlarında bir yerde çok miktarda lariks* kütüğü buldum. Sanırım, bu görkemli
orman devleri bir fırtına sonrasında devrilerek bu hazin sona uğramışlardı.
Kütükler karın altında olmakla birlikte, düşüp kırılmış oldukları yerde henüz
köklerine bağlı bulunmaktaydılar. Bunlara baltayı indirdiğim zaman demir iyice
içlerine giriyordu ve baltayı güçlükle çekilip çıkarılabiliyordum. En önemli
şey ise kütüklerin içinin reçine ile dolup çıralaşmış olmalarıydı. Alev almaları
için sadece bir kıvılcım yeterliydi. O günden sonra her av dönüşünde ellerimi
ısıtmak ya da çay kaynatmak için çabucak yakılabilecek olan bu lariks
kütüklerinden büyük bir yığmak yapmıştım.
Günlerimin büyük bir
bölümü avlanmakla geçiyordu. Sonunda, üzücü ve sıkıntı verici düşüncelerden
kurtulmak için günlük bir çalışma programı düzenlemem gerektiğini anladım.
Genellikle, sabah çayından sonra, yaban horozu aramaya ormana gidiyordum.
Bunlardan bir iki tane vurduktan sonra, öyle çok da karışık bir liste
oluşturmayan akşam yemeğimi hazırlamaya başlıyordum. Bu yemek, hep av eti suyu
ile bir avuç peksimetten ve ondan sonra da bardak bardak çaydan, yani ormanın
bu zorunlu içkisinden ibaretti.
*
Lariks: Melez kuzey çamı.
Kozalaklı, parlak yeşil iğne yapraklı, dik ve uzun bir ağaç türüdür. Kerestesi
sert ve dayanıklıdır. (Çev.n.)
Bir gün, avda, kendime
kuş ararken sık ağaçların arasında bir pıtırtı işittim. Ve etrafıma dikkatle
bakarak bir geyiğin boynuzlarının ucunu gördüm. Oraya doğru süründüm, fakat
tedbirli hayvan kendisine yaklaştığımı sezdi. Gürültü ve aceleyle çalılıkların
arasından fırladı. Üçyüz adım kadar koştuktan sonra dağın eteğinde durduğunda,
onu iyice gördüm. Bu, koyu kül rengi tonda, sırtı hemen hemen kara, küçük bir
inek boyunda, nefis bir hayvandı. Tüfeğimi bir dala dayayıp ateş ettim. Hayvan
yerinden zıpladı. Birkaç adım koştu ve düştü. Tüm gücümle ona doğru fırladım.
Fakat kalkındı ve yan zıplayıp yan sürünerek dağa tırmanmaya başladı. İkinci
bir kurşun geyiği durdurdu. Sığınağım için sıcak bir post ve kendim için de bol
et edinmiştim. Boynuzlan ise sığınağımın duvarına mükemmel bir elbise askısı
olmuştu.
Sığınağımdan birkaç
kilometre ötede tanık olduğum ilginç ama bir o kadar da vahşi bir sahneyi hiç
unutamıyorum. Burada, ot ve çalılarla kaplı, yaban horozlarıyla kekliklerin
gelip böğürtlen yedikleri küçük bir bataklık bulunuyordu. Ağaçların arasında
sessizce ilerledim ve karlan kazıyıp böğürtlen arayan bir sürü yaban horozu
gördüm. Bu sahneyi seyrediyordum ki kuşlardan biri havaya fırladı ve geri
kalanlar da ürküp hemen uçtu. İlk kuşun dimdik yükseldiğini ve sonra birdenbire
yere ölü olarak düştüğünü gördüm. Kuşun yanma yaklaştığımda yırtıcı bir kakım
birden zıpladı ve devrilmiş bir ağaç gövdesinin altına gizlendi. Zavallı kuşun
boynu paramparça idi. O zaman anladım ki kakım, yaban horozunun üzerine atılmış
ve gırtlağından kanını emdiği ve böylece ölümüne neden olduğu kuşla birlikte,
boynunda asılı olduğu halde havaya yükselmişti. Kakımın bu havacılık yeteneğine
teşekkür borçluydum.
İşte böylece, acı ve
keskin düşüncelerin zehiri her geçen gün biraz daha içime zerkolurken, ben bir
sonraki gün için yaşama mücadelemi sürdürdüm. Günler ve haftalar geçiyordu. Bir
süre sonra havanın ılıdığını hissettim. Ormanlık alanda karlar erimeye
başlamıştı. Yer yer derecikler ortaya çıkıyordu. Her gün yeni bir canlı, bu
sert kışın ardından uyanmış bir sinek veya bir örümcek görüyordum. İlkbahar
yaklaşıyordu. Çok iyi anlıyordum ki bu mevsimde ormandan çıkmak olanaksızdı.
Bütün akarsular yatağından taşıyor, bataklıklar geçilmez duruma geliyor,
hayvanların açtığı tüm patikalar derelerin yatağına dönüşüyordu. Yaz gelinceye
kadar yalnız başıma yaşamaya mahkum olduğumu anlamıştım. İlkbahar, ormanı çok
hızlı biçimde kucaklayıverdi. Benim dağım, kar örtüsünden sıyrıldı ve üzerinde
yalnızca küçük taşlar kaldı. Karınca yuvalarının girişindeki minik tepecikler
göründü. Irmak yer yer, buzdan yüzeyini kırıyor ve aceleci dalgalan köpükler
saçarak, başıboş koşuyordu.
Bir Balıkçı
Bir gün, avda, ırmak
kıyısına yaklaştığımda, kırmızı sırtlı bir sürü kocaman balık gözüme çarptı.
Sanki içleri kanla doluydu. Akan suyun yüzeyinde güneş ışınlarının tadını
çıkararak yüzüyorlardı. Irmak buzdan tümüyle kurtulunca çok büyük miktarda
balık ortaya çıktı. Bir süre sonra, bunların, küçük akarsularda yumurtlama
mevsimini geçirmek üzere, akıntıyla birlikte ilerlediklerini gördüm. O anda tüm
ülkelerde yasaklanan bir avlanma yöntemini kullanmaya karar verdim. Eminim ki
tüm yasa adamları, o mantıklı yasalarını bozmaya cesaret eden ama devrilmiş
ağaç kökleri arasında yaşayan bu adama merhamet göstereceklerdi. Çok ince kayın
ve kavak dallan toplayarak ırmağın yatağında balıkların delip geçemeyeceği bir
set kurdum. Fakat bir süre sonra balıkların bunun üzerinden atlamaya
çabaladıklarını gördüm. Kıyı yakınında, su yüzeyinden elli santimetre kadar
aşağıda seti delip ağzına esnek söğüt dallarından ördüğüm bir sepeti
yerleştirdim. Balıklar, delikten geçip sepete giriyorlardı. Ben de dikkatlice
bekliyor ve onlar geçerken başlarına büyük bir sopayı şiddetle indiriyordum.
Yakaladığım balıkların her biri on kilodan fazla ağırlıktaydı; bazıları ise
onbeş kiloyu geçiyordu. Bu balık cinsinin adı taimen 'di. Alabalık soyundandır
ve Yenisey'de daha iyileri de yoktur. İki hafta sonra bütün balıklar geçip
gitmişlerdi. Sepetten artık bir şey alamaz olduğumdan tekrar avcılığa başladım.
Tehlikeli Bir
Komşu
B aharın çevreyi
canlandırdığı ölçüde avcılık da verimli ve zevkli geçiyordu. Orman, sabahları
gün ağarır ağarmaz, bir kentli için tuhaf ve anlaşılmaz seslerle doluyordu. Bir
sedir dalına konup, aşağıda kuru yapraklan kemirmekte olan kül rengi dişisini
hayranlıkla seyre dalan yaban-horozu kendine özgü sesiyle öterek ona aşk şarkıları
söylüyordu. Bu bol tüylü tenor "Caruso"ya yaklaşmak ve onu bir
kurşunda bu şairane durumundan kurtanp daha yararlı işler için aşağıya indirmek
çok kolay olmuştu! Derin aşk hâli içerisinde hiçbir şeyin farkına varmamıştı.
Geniş kuyruklan benekli yaban-horozları, alanda döğüşürken dişileri de,
oracıkta, boyunlarını uzatıp kuşkusuz bu savaşçı sevdalıları hakkında dedikodu
ederek büyük bir gururla onlara bakıyorlardı. Uzaklardan, bir geyiğin derin,
muhabbet ve arzu dolu aşk davetinin sesi geliyordu. Buna yanıt olarak da,
dişinin kısa ve titrek bağırtısı duyuluyordu. Fundalıklar arasında tavşanlar
zıplaşıyorlar ve genellikle de yakınlarında, yerde sürünerek kendisini
gözetleyen bir kızıl tilki bulunuyordu. Kurt sesini hiç işitmiyordum, çünkü
Sibirya'nın dağlık ve ormanlık bölgelerinde kurt pek bulunmaz.
Fakat, komşum olarak
başka bir hayvan vardı ye ikimizden biri o bölgeden çekilmek zorundaydı. Bir
gün, büyük bir yaban-horozuyla avdan dönerken, ağaçlar arasında, birdenbire,
siyah ve hareketli bir kütle farkettim. Durdum ve dikkatle bakınca olanca
gücüyle bir karınca yuvasını eşelemekte olan bir ayı gördüm. Beni hissetti,
vahşice homurdandı. Çok şaşırmıştım, çünkü o hantal yürüyüşüne hiç uymayacak
bir hızla çabucak uzaklaşıvermişti. Ertesi sabah, henüz gocuğumun altında
yatıyordum ki bu kez kulübemin arka tarafından gelen bir gürültüyle irkildim.
İhtiyatla çevreye bakındım ve yine onu gördüm.
Arka ayaklan üzerinde
dikilmişti. Sanki, kışı, kendi türünün geleneklerine uyarak, devrilmiş bir ağaç
kütüğünün atında geçiren bu yaratığın (yani benim) kim olduğunu sorguluyor
gibiydi. Öfkeyle soluyordu.
Bir feryat kopardım ve
çaydanlığıma balta ile vurdum ve ilk ziyaretçim var gücüyle kaçtı. Bu olay
baharın ilk günlerinde olmuştu. Kış uykusuna yattığı yeri bu kadar erken terketmemeliydi.
Bu karıncalara düşkün ayı, hemcinslerinin gurur verici üstün özelliklerinden
yoksun anormal bir ayıydı.
Karınca yiyen ayıların
pek hiddetli ve cüretkâr olduklarını bildiğimden, hem saldırıya hem de
savunmaya hemen hazırlandım. Hazırlıklarımı hızla tamamladım. Mermilerimden
beşinin uçlarını sivrilterek dumdum kurşununa* dönüştürdüm, ki bu davetsiz
ziyaretçinin anlayacağı en iyi dildi.
Gocuğumu giyerek hayvana
ilk kez rastladığım, çok sayıda karınca yuvasının bulunduğu yere gittim. Dağın
çevresini dolaştım, bütün dereleri gezdim, fakat konuğumu hiçbir yerde
bulamadım. Düşkırıklığına uğramış ve yorgun biçimde çekinmeksizin kulübeme
yaklaşıyordum ki birden bu orman kabadayısının, orayı burayı koklayarak
mütevazı konutumdan çıkmakta olduğunu gördüm. Hemen ateş ettim. Kurşun böğrünü
delip geçti. Acı ve öfke dolu bir bağırtıyla arka ayaklan üzerine dikildi.
İkinci kurşun pençesini kırınca
* Dumdum kurşunu: Bir
nesneye çarpınca yayılarak açılan yumuşak uçlu mermi. (Çev.n.)
çömeldi, fakat derhal
bacağını sürüyerek ve ayak üstü durmaya çabalayarak bana hücum etmek üzere
atıldı. Ancak tam göğsünün ortasına isabet eden üçüncü kurşun kendisini olduğu
yerde durdurdu. Yanılmıyorsam en azından yüz on, yüz yirmi kilo ağırlığındaydı.
Eti çok lezzetliydi. Kızgın taş üzerinde kızarttığım ayı külbastısı, Petrograd,
Medved'teki incecik sufle omletler kadar hafif, en azından Hamburg'daki
biftekleri aratmayacak denli lezzetliydi. Mutlulukla kabul ettiğim bir raslantı
sonucu kilerimi zenginleştiren bu etle; o günden, toprağın katılaşıp ve suların
yeterince alçalıp İvan'm sözünü ettiği bölgeye ırmak yoluyla erişeceğim mevsime
kadar karnımı doyurdum.
Hep tedbirli bir biçimde
seyahat ederek ırmak boyunca yürüdüm. Geyik postunu kaba bir ilmekle bağlayıp
yaptığım çantaya tüm eşyamı doldurarak taşıdım. Sırtımdaki bu yükle küçük
çayları geçit verdikleri yerlerden aşıyor, yolumun üzerindeki bataklıklarda zar
zor ilerliyordum. Doksan kilometre kadar süren bir yürüyüşten sonra Sifkova
adında bir köye vardım. Burada Tropof adlı bir köylünün kulübesini buldum.
Kulübe, benim doğal yaşam alanım olan ormanın kenarında idi. Bir süre bu adamla
birlikte yaşadım.
Bugün, içinde bulunduğum
ve o günlerde asla düşleyemeyeceğim güven ve banş ortamında, Sibirya taygasmda
geçirdiğim deneyimlerden bazı sonuçlar çıkartıyorum. Zamanımızda, eğer koşullar
zorunlu kılarsa, en sağlıklı bireyde bile, doğaya karşı olan savaşımında
yardımcı olmak üzere, ilkel insanın avcılık ve savaşçılık içgüdüsü ortaya
çıkmakta. Zihni ve ruhu eğitilmiş kimsenin, eğitimsiz kişi karşısındaki
ayrıcalığı şudur: O, üstünlük sağlamada, bilgi ve iradesinin gücüne sahiptir.
Ancak kültürlü insan bu ayrıcalığın bedelini her zaman pahalı öder. Öyle ki,
mutlak bir yalnızlık içerisinde hiçbir şey, herhangi bir insan topluluğundan,
her türlü manevi ve estetik kültürden soyutlanmış olmak duygusu kadar korkunç
olamaz. Herhangi bir zayıflık ve çılgınca bir davranış, bu tür bir insanı
ansızın yakalayıp asla önlenemez müthiş bir çöküşe sürükleyebilir. Soğukla ve
açlıkla savaşarak çok kötü günler geçirdim; ne var ki, beni çökertecek
düşüncelere karşı tüm irademle karşı koyarak daha da kötü günler geçirdim. O
günlerin anısı yüreğimi yakıyor ve başımdan geçenlerin öyküsünü yazarken,
onların çok net bir biçimde gözlerimin önüne geldiği şu anda bile tüylerim
ürperiyor. Şunu da söylemeliyim ki, oldukça ileri bir uygarlık düzeyine gelmiş
olan ülkeler, ayakta kalmak için doğayla mücadelenin ilkel koşullarına dönen
insanlar için gereken eğitimi gözden kaçırıyorlar. Oysa güçlü, sağlıklı, çelik
gibi insanlardan oluşan yeni bir kuşak yetiştirmenin biricik doğal yolu budur.
Doğa, zayıf olanı çökertir, fakat kent yasanımın modern koşullarında uyuşukluk
içerisindeki ruhsal duygulan uyandırmada da güçlü olana yardım eder.
İşi Çok Zahmetli
Bir Irmak
Sifkova'da
çok fazla kalmadım. Bununla birlikte bu süreyi iyi değerlendirdim. İlk önce,
kendisine güvendiğim bir kişiyi kentteki dostlarıma gönderdim. Onlar da bana
çamaşır, çizme, para, ilkyardım malzemeleri, bazı ilaçlar ve en önemlisi de Bolşevikler
beni ölmüş farzettiklerinden bir sahte pasaport gönderdiler. Sonra, içinde
bulunduğum duruma en uygun bir hareket tarzı tasarladım. Bir süre sonra Sifkovalılar,
Bolşevik komiserinin, Kızıl Ordu için davarlara el koyacağını öğrendiler.
Burada daha fazla kalmak tehlikeli olacaktı. Yalnızca, küçük çayların çoktan
buzlarının çözüldüğü ve ağaçlar ilkbahar kılıklarına bürünmüş oldukları halde
Yenisey'i hâlâ hapseden kalın buz tabakasının kalkmasını bekliyordum. Bin ruble
karşılığında bir balıkçıyla anlaştım. Bu adam, ancak bazı kısımları açılmış
olan ırmak, buz parçalarından tümüyle kurtulur kurtulmaz beni doksan kilometre
kadar ileriye, terk edilmiş bir altın madenine doğru götürmeye razı olmuştu.
Bir sabah, şiddetli bir
top sesini andıran sağır edici bir gürültüylü sıçradım. Nihayet, ırmak,
üzerindeki dev buz tabakasını kaldırmış ve sonra da bırakıp tuz buz etmişti.
Hızla ırmağın kıyısına koştum ve korku ve hayranlıkla karışık müthiş bir doğa
olayının görüntüsüne tanık oldum.
Irmak, güney tarafında kütleden
ayrılmış büyük hacimde buzu sürükleyip getirmişti ve bunu, henüz bazı
bölümlerini örten kalın tabakanın altından kuzeye doğru götürüyordu. Ne var ki
bu itiş, kuzeydeki kış setini yıkmış ve bu devasa kütleyi son bir hamle ile
Kuzey Buz Denizi'ne doğru serbest bırakmıştı. Yenisey ya da "Baba
Yenisey", "Kahraman Yenisey", bir kanyondaymışçasına yüksek
dağlar arasına sıkışmış olduğu orta bölümü boyunca Asya'nın, derin ve görkemli,
en uzun ırmaklarından biridir. Devasa buz kütlesi, şelalelerle tek başına
kayaları bizzat kendisi parçalayarak, onları hiddetli akıntılarda fini fini
döndürerek, uğursuz kış yollarını yer yer kaldırıp atarak, bu mevsimde donmuş
ırmak üzerinden Minnusinsk'ten Krasnoyarsk'a giden kervanlar için kurulmuş
çadırları da alıp götürerek kilometrelerce genişlikte buz alanları taşımıştı.
Zaman zaman akış kesiliyor, homurtu başlıyor ve ezilip yığılan buz alanları
bazen on metreye kadar yükselerek arkadaki suyun önünde bir baraj oluştururken,
su da hızla yükselerek, fırlatıp attığı büyük buz parçalarıyla birlikte alçak
topraklan istila ediyordu. O zaman, güçlenen su, sete hücum ederek ve kırılan
bir cam çatırtısı sesiyle onu alıp akıntı yönünde sürüklüyordu. Dönemeçlerde,
kayalıklarda olup bitenler ürkütücü bir kaostu. Dev gibi buz bloklan birbirine
giriyor, birbirine çarpıyor, bazdan havaya fırlıyor, sonra gelip orada
bulunmakta olan her şeye muazzam bir gürültüyle çarparak paramparça oluyor; ya
da, kıyıdaki kayalıklara ve sarp kıyıya vurarak buralardaki taşlan, toprağı ve
yamacın en yüksek noktasından ağaçlan söküp kopanyordu. Alçak kıyılar boyunca,
insanı bir cüceye dönüştüren bir ânilikle, bu doğa devi, köylülerin
"Zaberega" adını verdikleri ve ırmağa erişebilmek için, içinden bir
yol açmak zorunda oldukları dörtbuçuk, beş metre yüksekliğinde büyük bir buz
duvan yükseltiveriyordu. O sırada bu Dev'in inanılmaz bir işine tanık oldum:
Birkaç metre eninde, birkaç metrekarelik bir blok havaya fırladı ve kıyıdan
onbeş metre kadar içeriye düşerek küçük ağaçları ezdi.
Buzun bu zafer
kazanmışçasına geri çekilişini seyrederken, Yenisey'in bu yıllık çekilişi sırasında
sürüklendiğini gördüğüm şeyler karşısında içim korku ve isyan doluydu. Bunlar,
Bolşeviklik karşıtı Rusya'nın genel valisi Amiral Kolçak'ın* eski ordusuna
mensup subay ve erlerin, Kazaklar'ın, karşıdevrimcilerin cesetleriydi. Bu,
Minnusinsk Çeia'sının kanlı eseri idi. Başlan ve elleri kesilmiş, yüzleri
parçalanmış, vücutları yarı yarıya kömürleşmiş, kafatasları parçalanmış olan bu
cesetlerden yüzlercesi suda yüzüyor ve bir mezar bulmak umuduyla buz
kütlelerine karışıyorlardı; ya da kudurmuş akıntılarda, parça parça bloklar
arasında fini fini dönüyor, eziliyor, parçalanıyor ve gördüğü işlevden tiksinen
ırmak, artık biçimini yitirmiş bu kütleleri adacıklara ve kumluklara kusuyordu.
Yenisey'in bütün orta bölümünü geçtim ve Bolşeviklerin yaptıklarının, kokuşup
dağılan korkunç tanıklarıyla sürekli karşılaştım. Irmağın bir dönemecinde bir
at cesetleri yığını gördüm, en az üç yüz kadar vardılar. Bir kilometre kadar
aşağıdaki iğrenç bir manzara midemi bulandırdı: Kıyı boyunca bir grup söğüt,
akıntıdan kurtarıp dallarının arasına, bir elin parmaklarının arasına alır gibi
her şekilde ve her durumda insan cesetlerini sıralamış ve bunlara öyle doğal
bir görüntü vermişti ki bu müthiş manzara sonsuza kadar belleğime kazınacaktı.
O gün, bu acıklı ölüler kalabalığında yetmiş kadar ceset saymıştım.
Aleksandr Vasilyeviç
Kolçak (1874-1920): Beyaz Ordu komutanlarından Rus amiral. Ekim Devrimi'nden
sonra Sibirya'da öldürüldü. (Çev.n.)
Nihayet dev buz gelip
geçti ve ardından da ağaç kütükleri, dallar ve cesetler, cesetler... bitmek
tükenmek bilmeyen cesetler sürükleyen çamurlu taşkın sular geldi. Yükümle
birlikte, balıkçı ile oğlunun, kayın kütüğünden oyularak yapılmış kayıklarına
bindim. Sarp kayalıklı kıyı boyunca sırıkla yol almaya başladık. Hızlı bir
akıntıyı bu şekilde geçmek çok zordur. Ani dönemeçlerde akıntının şiddetine
karşı tüm gücümüzle sırıklara asılmak zorundaydık. Hatta, bazı yerlerde
yalnızca kayalıklara tutunarak ilerleyebiliyorduk. İvinti yerlerinde* ise beş,
altı metre ilerlemek çok zamanımızı alıyordu. İki günlük bir yolculuk
sonrasında hedefimize vardık. Bekçi ile ailesinin yaşadığı altın madeninde
günlerce kaldım. Yiyecekleri olmadığından bana verecek bir şeyleri yoktu ve hem
kendimin hem de ev sahiplerinin karınlarını doyurmak üzere yine tüfeğime
başvurdum. Bir gün bir ziraat mühendisi geldi. Gizlenmedim, çünkü ormanda
geçirdiğim kış boyunca sakalım uzamıştı, annem bile beni bu halde tanıyamazdı.
Bununla birlikte ziyaretçimiz pek zeki idi ve hemen kim olduğumu sezdi.
Kendisinden korkmadım, çünkü Bolşevik olmadığını anlamıştım ve daha sonra,
bunun kanıtlarını da gördüm. Ortak dostlarımız ve o dönemin olaylarına ilişkin
ortak düşüncelerimiz olduğunu keşfettik. Altın madeninin yakınında küçük bir köyde
yaşıyor ve burada bayındırlık işlerini yönetiyordu. Birlikte kaçmayı
kararlaştırdık. Uzun zamandan beri bunu düşünüyordum ve şimdi bir firar planım
vardı. Sibirya'daki durumu ve coğrafyayı bildiğimden en uygun yol, Moğolistan'm
kuzeyinde, Yenisey'in kaynağı civarındaki Uryanhay'dan geçip sonra Moğolistan'ı
katederek Uzak Doğu'ya ve Büyük Okyanus'a varan yol olmalıydı. Kolçak hükümeti
devrilmeden önce Uryanhay ile Batı Moğolistan'ı inceleyen bir komisyonda görev
almıştım. O zaman bu vesileyle bulabildiğim tüm haritaları ve kitapları
dikkatlice incelemiştim. Bu cesaret isteyen planı başarıyla sonuçlandırmak için
kendi güvenliğim açısından büyük bir istek taşıyordum.
*
İvinti yeri: Bir nehrin
özerinde, suların kayalar üzerinden çok hızla aktığı yer. (Çev.n.)
Sovyet
Sibirya'nın İçinden
Birkaç gün sonra,
Yenisey'in sol kıyısı üzerindeki orman içinden güneye doğru, izlenmemize neden
olabilecek bir iz bırakmak korkusuyla, köylere uğramaktan olabildiğince
kaçınarak yola çıktık. Köylere girmek zorunda kaldığımız her seferinde, gerçek
kimliğimizi bilmeyen köylüler tarafından iyi karşılanıyorduk. Ve görüyorduk ki
köylüler, birçok köyü yakıp yıkan Bolşevikler'den nefret ediyorlardı. Bir yerde
bize, Minnusinsk'ten, Beyazlar'ı* kovalayan bir Kızıl Ordu** birliğinin gönderildiği
haberi geldi. Yenisey kıyılarından uzaklaşıp ormanda ve dağlarda gizlenmek
zorunda kaldık. Onbeş günlük bir süreyi buralarda geçirdik. Bu sırada Kızıllar
bölgeyi dolaşıyor ve ormanlarda silahsız subayları ele geçiriyorlardı. Yan
çıplak olan bu subaylar Bolşevikler'in acımasız intikamından korkarak
gizleniyorlardı. Daha sonraları, bir ormandan geçerken yüzleri ve vücutları
parçalanmış
·
Beyazlar / Beyaz Ordu:
1917'deki Ekim Devrimi sonrasında, 1918'de Volga nehrinin doğusundaki geniş
topraklarda doğan iktidar boşluğundan yararlanarak Omsk kentinde ortaya çıkan
ve Çarlık Rusyası generallerince yönetilen karşıdevrimci güç odağı. (Çev.n.)
·
"Kızıl Ordu /
Kızıllar: Ekim Devrimi sonrasında, Bolşevik yönetiminin, 1918'de L. Troçki'nin
sorumluluğunda kurduğu, yalnızca işçilerle köylülerden oluşan ve 1946'ya kadar
bu adı kullanan Sovyet Ordusu. (Çev.n.)
biçimde ağaçlara asılmış
yirmîyedi subayın cesedini gördük. Sağ olarak Kızıllar'ın eline geçmemeye and
içtik. Bunun için de silahlarımız ve bir miktar siyanürümüz vardı.
Bir gün, Yenisey'in bir
kolundan geçerken, dar ve bataklık bir geçite geldik. Geçitin girişi insan ve
at cesetleriyle doluydu. Biraz daha ileride kırılmış bir kızak, açılıp içleri
boşaltılmış sandıklar ve sağa sola saçılmış kağıtlar bulduk. Hemen yalanda
yırtık giysiler ve cesetler vardı. Bu zavallılar kimlerdi? Bu doğal ortamda
nasıl bir trajedi olmuştu? Yerdeki belge ve kağıtlardan bu sırrı çözmeye
çalıştık. Bunlar general Pepelayefin karargâhına gönderilmiş resmî belgelerdi.
Olasılıkla, Kolçak ordusunun gerileyişi sırasında, askerlerin bir kısmı her
yandan yaklaşan düşmandan saklanmaya çalışarak bu ormanlardan geçmişti. Fakat,
Kızıllar tarafından yakalanıp öldürülmüşlerdi. Buradan uzak olmayan bir yerde
zavallı bir kadının cesedini gördük, ki durumu, kurtarıcı kurşun gelip
kendisini öldürmeden önce olup bitenlerin kapsamını açıkça anlatıyordu. Ceset,
dallardan oluşan bir barınağın yanında, bu yaşamın sona ermesinden önce olup
bitenlerin tanığı olan şişeler ve konserve kutuları arasında uzanıyordu.
Güneye doğru
ilerledikçe, bize karşı daha konuksever, Bolşevikler'e ise daha düşmanca bir
halkla karşılaşıyorduk. Nihayet, ormandan çıktık ve KızılKaya adı verilen,
kırmızı bir dağ silsilesinin katettiği, yer yer tuz golleriyle dolu, geniş
Minnusinsk bozkırlarına girdik. Burası mezarlar ve irili ufaklı binlerce
dolmenlerle bu topraklardaki ilerleyişlerini belirtmek için buralara
dikilmişlerdir.
·
bu toprakların ilk
sahiplerine ait ölüm anıtları bölgesidir. On metre yüksekliğinde taş
piramitler, önce Cengiz Han'ın daha sonra da Timur leng'in ' Dolmen: Yanyana
aralıklı olarak dizilmiş birkaç büyük yassı taşla, bunların üzerine yatay
olarak yerleştirilmiş yassı taşlardan oluşan tarihöncesi yapı. (Çev.n.)
Binlerce dolmen ve
piramit, sonu gelmez taş dizileri halinde, kuzeye doğru uzar gider. Şimdi
Tatarlar, işte bu ovalarda yaşıyorlar ve bu yapılar Bolşeviklerce yağmalandığı
için onlardan nefret ediyorlar.
Kaçmakta bulunduğumuzu
kendilerine açıkça bildirdik. Bize bedava yiyecek ve kılavuz verdiler. Kimlere
konuk olabileceğimizi ve tehlike durumunda nerelerde gizleneceğimizi
söylediler.
Birkaç gün sonra, Kızıl
askerlerle dolu olarak Krasnoyarsk'tan Minusinsk'e doğru yol alan ilk gemiyi,
"Oriol"u Yenisey'in yüksek kıyılarından görebiliyorduk. Uryanhay'ın
başladığı Sayan Dağlan'na kadar güneye doğru olan izleyeceğimiz Tuba'ya bir
süre sonra erişiyorduk. Yolculuğumuzun, Tuba nehri ve bunun bir kolu olan Amil
boyunca devam eden evresini, yolun en tehlikeli bölümü sayıyorduk. Çünkü bu iki
ırmağın kıyalarında yaşayan halk, Şetinkin ve Krafçeno gibi ünlü komünist
partizanlara çok sayıda asker vermişti.
Bir Tatar bizi ve
atlarımızı Yenisey'in karşı kıyısına geçirdi. Tatarın, şafak vakti gönderdiği
Kazaklar bize Tuba’nın ağzına kadar eşlik ettiler.
Tüm gün dinlendik ve
yaban üzümü ve kirazlarıyla kendimize gerçek bir ziyafet çektik.
Bir Uçurumun
Kıyısında Üç Gün
Ceplerimizde sahte
pasaportlar, Tuba vadisi boyunca yukarıya doğru çıktık. Her on ya da onbeş
versr'te büyük köylere rastlıyorduk. Bunlardan bazdan altıyüz hane kadardı. Tüm
yönetim Sovyetlerin* elindeydi ve casuslar yolcuları titizlikle izliyordu. İki
nedenle bu köylerden geçmek zorundaydık: İlki, sürekli bu bölge köylüleriyle
karşılaşıyorduk ve onlardan kaçmak gibi bir davranışta bulunmamız kuşku
uyandırabilirdi. Bir sovyet de bizi tutuklayıp Minusinsk Çeia'sına
gönderebilirdi ve böylece son sabahımızı görmüş olurduk. İkincisine gelince,
yol arkadaşımın belgeleri, kendisine seyahatinde postalardan** yararlanma
hakkım veriyordu. Böylece, at değiştirmek için köy sovyetini ziyaret etmek
zorundaydık. Atlarımızı Tuba'nın ağzında bize yardım etmiş olan Tatarla Kazağa
vermiştik. Kazak, bizi postadan atlarımızı almış olduğumuz ilk köye kadar
arabasında getirmişti.
·
' Sovyet: Rusça
"sovet", meclis. SSCB döneminde birlik, cumhuriyet, bölge, il, kent
ve köy düzeylerinde hem yasama, hem de yürütme işlevini yerine getiren temel
yönetim birimi. (Çev.n.)
·
"Posta: Konaklama
yeri. Eskiden, uzun bir yolculuk sırasında, belirli noktalarda bulunan;
yolcuların ve habercilerin dinlendiği, at değiştirdiği ya da mektupların yeni
bir posta taşıyıcısına aktarıldığı duraklar. (Çev.n.)
Küçük bir azınlığı
saymazsak, tüm köylüler Bolşevikler'e düşmandı ve bize kendi arzularıyla
yardımda bulunuyorlardı. Ben, hastalarını tedavi ederek, arkadaşım da ziraat
işleriyle ilgili öğütler vererek onlara olan borçlarımızı ödüyorduk. Bize
özellikle yardım edenler, yaşlı muhaliflerle Kazaklar'dı.
Kimi zaman da tümüyle
komünist olan köylere geliyorduk. Ancak, bir süre sonra, bu köyleri birbirinden
ayırmayı öğrendik. Atlarımızın çıngırak sesiyle bir köye girdiğimizde, her an
ayağa kalkmaya hazır, kaşları çatık, "Yine bu iblisler geldi" diye
homurdanan köylülerle karşılaştığımızda anlıyorduk ki o köy komünistlere
karşıdır ve biz de burada güven içinde kalabiliriz. Ancak, bizi karşılayan
köylüler sevinç gösterileriyle, bize "Yoldaşlar" diye hitap edecek
olurlarsa dost olmayan bir köyde bulunduğumuzu anlıyor ve ona göre önlem
alıyorduk. Bu köylerde oturanlar özgürlük dostu Sibiryalılar değil, Ukrayna
göçmenleriydiler. Köyleri bozkırın kara ve verimli topraklarıyla çevrili olduğu
halde, tembel ve sarhoş bir şekilde ortalıkta dolaşıyorlar, sefil ve iğrenç
kulübelerde yaşıyorlardı. Karatuz köyünde, daha doğrusu kasabasında tehlikeli
ama hoş anlar geçirdik. Burası Güney Yenisey Kazakları'nın başkentidir. 1912'de
burada iki kolej açılmıştı ve o zamanlar nüfusu da 15 bini buluyordu.
Fakat, şimdi bu kasabayı
tanımak çok güçtü. Ukraynalı köylü göçmenler ve Kızıllar bütün Kazak halkı
öldürmüş ve evlerden çoğunu yakmışlardı. Şimdi burası Minusinsk'nin doğu
bölgesinin Bolşevizm ve komünizm merkezi olmuştu. Atlarımızı değiştirmek üzere
geldiğimiz sovyet binasında çeka’nın toplantısı vardı. Etrafımız derhal
çevrilip belgelerimiz incelendi. Edinebilecekleri izlenimden pek emin olmadığımız
için bu kontrolden kaçınmak istedik. Yol arkadaşım, daha sonraları, bana hep
şunları söylemiştir:
"Biz çok şanslıyız.
Çünkü, Bolşevikler arasında dünün bir ayakkabı tamircisi bile olamayacak denli
yeteneksiz kişiler, bugünün yöneticisi olmuş durumdadırlar. Bunun tersine bilim
adamları da sokakları süpürmede veya Kızıl Ordu süvarisinin ahırlarını
temizlemede kullanılmaktadır. Bolşeviklerle çok rahat bir biçimde
konuşabilirim. Çünkü onlar,'dezenfekte etmek' ile 'difteri' ya da 'antrasit'
ile 'apandisit' arasındaki farkları bilmezler. Onları, her zaman kendi görüşüme
uydurur, hatta beni kurşuna dizmemelerinin gerekli olduğuna bile
inandırırım."* Böylelikle, tüm ihtiyacımız olan şeyleri bize vermeleri
konusunda çeka üyesini ikna ettik. Bölgelerinin örgütlenmesi konusunda
kendilerine mükemmel bir proje sunduk. Onlara Uryanhay kerestelerini, Sayan
dağları altınıyla demirini ve Moğolistan kürklerini ihraca olanak verecek
köprüler ve yollar yapacaktık. Bu yaratıcı girişim Sovyetler hükümeti için bir
zaferdi! Bu şairane övgüler bir saatimizi almıştı ve ondan sonra da çeka üyesi
evrakımızı artık düşünmeyerek bize yeni atlar verilmesini uygun gördü.
Eşyalarımızı arabaya yerleştirdiler ve bize iyi şanslar dilediler.
Bu bizim Rusya sınırlan
içinde geçirdiğimiz son sınav oldu.
Amil nehri vadisini
aştıktan sonra şans bize bir kez daha güldü. Salın yakınlarında Karatuz
milislerinden birine rastladık. Arabasında çok sayıda tüfekle otomatik
tabancalar ve özellikle de, Bolşevikler'e hayli zorluk çıkarmış olan bazı Kazak
subaylarını arayıp bulacak bir keşif kolunu donatacak sayıda mavzer vardı.
·
' Yazarın yol arkadaşı
olan bu meçhul kişinin, 1920'lerde o günün koşullarında öne sürdüğü bu öznel
eleştirileri, sonraki yaran yüzyıl içerisinde, Bolşevikler'in kurduğu Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin, dünyanın bilim, sanat, spor ve hayatın
öteki alanlarında öncü iki ülkesinden biri konumuna gelmiş olması bakımından,
nesnellikten ve tarih biliminin ilke ve gerçeklerinden çok uzakta
bulunmaktadır. (Çev.n.)
Basiretli davrandık. Bu
keşif koluna rastlama olasılığımız çok yüksekti ve bu taktirde, askerler güzel
sözlerimizi çeka. üyesi kadar kolaylıkla beğenmeyebilirlerdi. Adamı dikkatlice
sorguya çektikten sonra keşif kolunun nereden geçeceğini kendisine söylettik.
İlk köyde onun indiği eve indik. Çantamı açmam gerekti ve o zaman, çantanm
içindekilere nasıl hayranlıkla bakmakta olduğunu farkettim.
"Hoşuna giden
nedir?" diye sordum.
Mırıldandı:
" Pantolon,
pantolon..."
Dostlarım bana ata
binerken giymek üzere, kalın siyah çuhadan yepyeni bir uzun külot
göndermişlerdi. Bu külot milisin dikkatini çekmişti.
Bu yeni dostuma bir
taarruz planı tasarlayarak, "Pantolonun yoksa," dedim.
Mahzun bir tavırla
açıkladı:
"Hayır, Sovyet bize
pantolon vermiyor. Kendileri de pantolonsuz gezdiklerini söylüyorlar. Benimki
ise epeyce eskidi. Bakınız."
Bu sözlerin ardından
paltosunun eteğini kaldırdı. Kumaştan fazla deliği olan böyle bir pantolon
içinde nasıl barındığına şaştım.
Yalvancı bir sesle
mırıldandı: "Bana satsanıza, bunu." Kararlı bir ifadeyle yanıtladım:
"Kesinlikle olmaz. Bana lazım."
Birkaç dakika düşündü,
sonra bana yaklaşarak, "Çıkalım, olmaz mı? Burada konuşulmaz," dedi.
Dışarı çıkınca, "Ne
dersiniz? dedi. "Uryanhay'a gidiyorsunuz. Sovyet banknotlarının orada hiç
değeri yoktur. Hiçbir şey satın alamazsınız bunlarla. Oysa birçok kişi size
tüfek ve mermi karşılığında kakım, tilki postlarryla altın tozu satmak
isteyeceklerdir. Her birinizin birer tüfeğiniz var. Eğer bana pantolonu
verirseniz ben de size yüz kadar kurşunu ile bir tüfek daha veririm."
Teklifini anlamamış
görünerek, "Bizim silaha ihtiyacımız yok. Belgelerimiz bizi yeterince
korur," dedim.
Sözümü kesti:
"Hayır, hayır. Bir
tüfeği kürk veya altınla değiştirebilirsiniz. Tüfeği size hemen vereyim."
"İyi ama yeni bir
pantolon için bu az," dedim. "Şimdi Rusya'nın hiçbir yanında bunun
benzerini bulamazsın. Şimdi bütün Rusya pantolonsuz geziyor. Tüfeklere gelince;
buna karşılık bana olsa olsa bir sansar postu verirler. Tek bir post benim ne
işime yarar?"
Yavaş yavaş istediğim
oldu. Milis, pantolonu aldı, ben de karşılığında bir tüfek, yüz kurşun, iki
otomatik tabanca ile her biri için kırkar kurşun aldım. Bunların dışında,
pantolonumun yeni sahibini bize bir silah taşıma
belgesi verme konusunda
ikna ettim. Yasalar da güç de, şimdi bizden yana geçmişti.
Uzakça bir köyden üç at,
bir kılavuz, peksimet, et, tuz, tereyağı aldık ve yirmidört saat dinlendikten
sonra, Uryanhay sınırından Sayan Dağları'na doğru Amil kıyısını katetmek üzere
yola çıkık. Artık, akıllı veya aptal olsun, hiçbir Bolşeviğe rastlamayacağımızı
umuyorduk. Tuba'nın ağzından ayrıldıktan üç gün sonra, Moğolistan-Uryanhay
sının yakınlarında, son Rus köyünden geçiyorduk. Azgm ve yasa-tanımaz
insanlarla temas, sürekli tehlikeler ve her an kazara bir ölümle karşılaşma
olasılığıyla geçen üç gün! Yalnızca çelik gibi bir irade, soğukkanlılık ve
dayanıklılık bizi bu tehlikelerden koruyabilir, özgürlüğün zirvesine doğru
tırmanma girişimlerinde başarılı olamamış nice bahtsızın yattığı uçurumun
dibine düşmekten kurtarabilirdi. Bunların belki akıllan; belki "köprüler,
yollar ve altın madenleri"ne ilişkin methiyeler düzecek şairane
yetenekleri ve belki de sadece yedek pantolonlan yoktu!..
Sayan Dağları'na
ve Güvenliğe Doğru
Balta değmemiş sık
ağaçlarla çevriliydik. Yüksek ve şimdiden sararmış otlar içinde ve çalılıklar
ve renk renk yapraklan yeni dökülmeye başlayan ağaçlar arasında izlediğimiz
patika, güçlükle görünür halde, kıvnla kıvnla uzanıyordu. Bu, artık unutulmuş
olan, eski Amil vadisi yoluydu. Yirmibeş yıl önce, şimdi terkedilmiş bulunan
sayısız altın madenine malzeme, makine ve işçi bu yoldan taşınırdı. Yol, burada
geniş ve hızlı olan Amil'in ivintili akısına uyarak ilerliyor, sonra sık
ağaçlıklar içine dalıp dağlar ve geniş çayırlardan geçerek Sibirya'ya özgü
tehlikeli yarlarla dolu bir bataklığı çevreliyordu. Kılavuzun, asıl amacımıza
ilişkin, açıkça söyleyebilirim ki, hiçbir kuşkusu yoktu.
Bazen, yere kuşku ile
bakarak, "Atlarının ayaklan naili üç süvari geçmiş buralardan. Bunlar
asker olmalı," diyordu. Ayak izlerinin bir yanı takip ettikten sonra geri
gelip keçi yoluna sapmış olduklarını anlayınca bu tasası geçti. Kurnazca
gülümseyerek şöyle dedi:
"Daha ileriye
gitmemişler."
"Talihimiz yokmuş.
Birlikte yolculuk etmemiz daha zevkli olurdu," dedim. Fakat, köylü sadece
gülüp sakalını sıvazlamakla yetindi. Belli ki bu sözlerimize katılmıyordu.
Zamanında en son
gelişmelere göre donatılmış, ancak şimdi terkedilmiş, binaları da yıkılmış bir
altın madeninin yanından geçtik. Bolşevikler makineleri, araç-gereci, hatta
barakaların bir kısmını alıp götürmüşlerdi. Biraz ötede pencereleri kırılmış,
üzerindeki haçı koparılmış, çan kulesi yakılmış, bugünkü Rusya'nın tipik
örneği, karanlık ve hazin bir kilise vardı. Bekçi ile ailesi, açlıktan
neredeyse ölmek üzere, sürekli yoksunluk ve tehlike içinde madende
yaşıyorlardı. Bize anlattıklarına göre, bir Kızıl çete, maden arazisinde ne
kalmışsa hepsini çalarak, ne çıkarabilirlerse her şeyi alarak, bu ormanlık
bölgeyi dolaşıyordu.
Çeteciler burada
buldukları altın tozlan yanlarında olduğu halde, çevredeki köylere gidip
içiyor, kumar oynuyor ve köylüler de bunlara yabani yemişlerle patatesten
yaptıkları kaçak votkaları altın karşılığında satıyorlardı. Bu çeteyle
karşılaşacak olursak öldük demekti. Üç gün sonra Sayan dağlarının kuzey yanını
aşıyor ve Algiak adını taşıyan ve sınır oluşturan ırmağı geçerek, o günden
itibaren Uryanhay topraklarına girmiş bulunuyorduk.
Doğal kaynakların her
türlüsünü barındıran bu harikulade topraklarda, henüz altmış binAnüfusu
olan, fakat yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuş bir Moğol kabilesi yaşamaktadır.
Bunlar, aynı halkın lehçelerinden tamamiyle farklı başka bir dil konuşurlar ve
yaşam felsefeleri ise "Sonsuz Barış"tır. Uryanhay, uzun bir zamandır,
bu bölge üzerinde hak iddiasında bulunan Ruslar, Moğollar ve Çinliler için bir
yönetme sevdası alanı olmuştur. * Buranm talihsiz halkı olan Soyotlar, bu üç
işgalciye sürekli haraç vermek zorunda kalmışlardır.
·
Uryanhay, bugün Tuva
Özerk Cumhuriyeti olarak bilinmektedir. Bölgede yaşayan Tuvalar (Soyotlar
olarak da bilinirler), Moğolca'dan etkilenmiş bir Türk dili konuşurlar.
(Çev.n.)
Bunun içindir ki burası
bizim için henüz güvenli bir sığmak olamazdı. Uryanhay'a girmeye hazırlanmakta
olan keşif kolundan kılavuzumuz bize daha önce söz etmişti. Köylülerden de öğrendik
ki, aşağı Yenisey ile daha güneydeki köylerin halkından oluşturulan Kızıl
müfrezeler ellerine düşenleri soyup öldürüyorlardı. Yalan zamanda, bunlar
Uryanhay'dan geçerek Moğolistan'a gitmeye niyetlenen altmışyedi subayı
katletmişler, bir Çinli tüccar kervanını soyup kervandakileri öldürmüşlerdi.
Sovyet cennetinden kaçmak isteyen Alman savaş suçlularını kılıçtan
geçirmişlerdi. Dördüncü gün, açık ağaçlık bir alanın ortasında bir tek Rus
evinin bulunduğu, bir bataklık vadiye eriştik. İşte burada, kar, Sayan
geçitlerini kapamadan, köyüne dönmekte acele eden kılavuzumuzdan ayrıldık. Evin
sahibi, onbin ruble karşılığında, bizi Seybi nehrine kadar götürmeye razı oldu.
Yorgun atlarımızı dinlendirmek zorundaydık. Bu nedenle yirmidört saat burada
kalmayı karar verdik.
Çay içiyorduk ki ev
sahibimizin kızı bağırdı: "Soyotlar geliyor!"
Ansızın, ellerinde
tüfekleri ve başlarında sivri başlıklarıyla dört kişi içeri girdi. Bize,
"Mende, " deyip hepimizi teklifsizce aramaya başladılar. Etkili
bakışlarından giysilerimizin ne bir düğmesi, ne bir dikişi kurtulabildi. Bundan
sonra, "Merin", yani şefleri olduğu anlaşılan biri siyasi
düşüncelerimiz hakkında bizi sorguya çekti. Bolşevikleri eleştirdiğimizi
işitince belirgin bir hoşnutluk gösterdi ve açıkça konuşmaya başladı:
"Sizler dost
kişilersiniz. Bolşevikleri sevmiyorsunuz. Size yardım edeceğiz."
Kendisine teşekkür
ederek belimdeki kemer işlevi gören kalın ipek kordonu armağan ettim. Ertesi
sabah geleceklerini söyleyerek ayrıldılar. Gece oluyordu. Otlayan yorgun
atlarımıza bakmak üzere çayıra kadar gidip döndük. Sevimli ev sahibi ile neşeli
neşeli konuşuyorduk ki avluda nal sesleri ve boğuk konuşmalar işittik ve bir an
sonra, tüfekli ve kılıçlı
beş Kızıl askerin
içeriye girdiğini gördük. Boğazım düğümlendi ve kalbim çarpmaya başladı.
Kızılların düşmanlarımız olduğunu biliyorduk. Askerlerin başlarındaki astragan
kalpaklarda kızıl yıldız ve kollarında da üçgen vardı. Bunlar Kazak subayların
peşinden gönderilmiş olan müfrezedendiler. Bizlere suratsız suratsız bakarak
kaputlarını çıkarıp oturdular.
Kendilerine
yolculuğumuzun konusu olan köylerden, yollardan ve altın madenlerinden söz
ettik. Komutanlarının diğer yedi askerle birlikte az sonra geleceğini ve Kazak
subaylarının gizlenmiş olduklarını sandıkları Seybi nehrine kadar kılavuzluk
etmesi için ev sahibimizi yanlarına alacaklarını öğrendik. Bu durumda işimizin
iyi gittiğini görerek birlikte yolculuk edeceğimizi söyledik. Askerlerden biri
buna ancak "Yoldaş-Komutan"ın karar verebileceğini söyledi.
Biz konuşurken Soyotların
şefi içeriye girdi. Yeni gelenleri baştan aşağı iyice bir süzdükten sonra
sordu:
"Niçin Soyotlar'm
iyi atlarını alıp kötülerini bıraktınız?"
Askerler gülüştüler.
Soyot tehdit edici bir
sesle şöyle dedi:
"Unutmayın ki
yabancı bir ülkede bulunuyorsunuz!"
Askerlerden biri
bağırdı:
"Haydi oradan, sen
de!"
Fakat,
Soyot son derece sakin bir biçimde bir sandalye çekip masaya oturdu ve ev
sahibinin karısı tararından ikram edilen çayı içti. Konuşma kesildi. Soyot
çayını içti, uzun piposunu yaktı ve sonra kalkarken, "Eğer yarın sabah
atlar sahiplerine verilmezse biz gelir, alırız," dedi ve çıktı gitti.
Askerlerin yüzlerinde
endişe sezdim. Biraz sonra, aralarından biri haberci olarak komutana
gönderildi. Ötekiler başlarını önlerine eğip sustular. Gecenin geç vakitlerinde
komutanları yedi süvariyle geldi. Olup bitenleri öğrenince kaşlarını çattı:
"Pis iş! Öyle bir
bataklıktan geçeceğiz ki her tepenin ardında bizi gözetleyecek bir Soyot
bulunacak," dedi.
Komutan gerçekten de
endişeli görünüyordu ve neyse ki, bu telaş arasında bizimle uğraşacak zaman
bulamadı. Kendisine sakin olmasını söyleyerek, bu meseleyi ertesi gün
Soyotlarla halledeceğimi ifade ettim. Subay kaba
saba, acımasız bir
adamdı ama aptalın tekiydi. Tek derdi terfi etmek amacıyla Kazak subaylarını
ele geçirmekti. Bir yandan da Seybi'ye kadar gitmesine Soyotların engel
olacağından korkuyordu.
Şafakta Kızıl müfreze
ile yola çıktık. Onbeş kilometre kadar ilerlemiştik ki sık çalılıkların
arasında iki atlı gördük. Bunlar Soyotlardı. Sırtlarında çakmaklı tüfekleri
asılıydı.
Subaya, "Beni
bekleyin, onlarla anlaşmaya gidiyorum," dedim.
Atımı tüm gücüyle
dörtnala kaldırdım. Süvarilerden biri, Soyotların şefi olan adamdı.
Bana, "Müfrezenin
arkasında kalıp bize yardım ediniz," dedi.
"Tamam ama bir süre
konuşalım ki görüşme yaptığımızı sansınlar," diye yanıt verdim.
Kısa bir süre geçtikten
sonra Soyot'un elini sıktım ve askerlerin yanına döndüm.
"Tamam her şey
yolunda," diye bağırdım. Yolculuğumuza devam edebiliriz. Soyotlar bizi
engellemeyecekler."
İlerlemeye devam ettik
ve açıklık bir alandan geçerken uzaktan iki Soyot'un dağın yamacına büyük hızla
tırmandıklarını gördük. Yol arkadaşımla birlikte müfrezenin gerisinde kalmak
için gereken dönüşü adım adım yaptım. Hemen arkamızda, bize düşman olduğu her
halinden belli bir asker kalmıştı. Arkadaşıma usulca, tek bir sözcük,
"mavzer" diyecek kadar zaman buldum ve onun da eyer çantasmı
ihtiyatla açarak tabancasının kabzasını ortaya çıkardığını gördüm. Ormanda
yolculuğa ne kadar alışık olurlarsa olsunlar bu askerlerin Seybi'ye kadar niçin
kılavuzla seyahat etmek istediklerini bir süre sonra anladım. Algiak ve Seybi
arasındaki tüm bölge, birbirinden, derin ve batak vadilerle ayrılmış dar ve
yüksek sıradağlardan oluşmaktadır. Burası lanetli ve tehlikeli bir yerdir. Önce
atlarımız dizlerine kadar bataklığa gömüldü, çalılıkların köklerine takılarak
zorlukla adım atıyorlardı. Daha sonra düşüp süvarilerini de düşürdüler,
eyerlerini ve yularlarını koparıp parçaladılar. Daha ileride bizler de
dizlerimize kadar çamura battık. Atımın göğsü ve başı yıvışık kırmızı çamura
gömüldü. Binbir zahmetle hayvanı kurtarabildik. Subayın atı yere kapaklanırken
süvarisini de sürükleyerek başının bir taşa çarpmasma neden oldu. Yol arkadaşım
ise bir ağaca çarparak dizinden yaralandı. Erlerden de birkaçı düşüp yaralandı.
Atlar gürültü ile soluyordu. Biraz sonra yol daha da kötüleşti. Patika aynı
bataklığı izliyordu ama her yanı devrilmiş ağaçlarla kapanmıştı. Atlar
ağaçların üzerinde atlıyor ve atladıkları ağacın öte yanında nallan havaya
dikerek bir çukura yuvarlanıyorlardı. Biz de, askerler de çamur ve kan içinde
kalmıştık. Hayvanlarımızın takatini büsbütün tüketmekten korkuyorduk. Uzun bir
mesafe boyunca, inip atlarımızı yedeklemek zorunda kaldık. Sonunda çalılıklarla
dolu ve kayalıklarla çevrili geniş ve açıklık bir alana girdik. Dipsiz gibi
görünen çamura yalnızca atlar değil, bizler de gömülüyorduk. Çayırlığın
yüzeyini örten ince otların altında simsiyah ve suyu kokmuş bir göl saklıydı.
Birbirimizden hayli uzak bir dizi halinde ilerleyerek yağ gibi kaygan yüzeyde tutunmayı
sonunda başardık. Bazı noktalarda toprak yükselip çatırdıyordu.
Birdenbire üç tüfek sesi
işitildi. Bunlar Flober tüfeklerinin patlayışından daha kuvvetli değildi, fakat
içinden çıkanlar gerçek mermiydi; çünkü, subayla iki er yere yuvarlandılar. Öteki
erler tüfeklerini doğrultup kimin ateş ettiğini anlamak için korka korka
çevrelerine batandılar. Ansızın arkamızdaki budalanın baha nişan almak üzere
tüfeğini doğrulttuğunu gördüm. Fakat, mavzerim onunkinden önce davrandı.
Böylelikle öykümü anlatmaya devam edebildim!
Yol arkadaşıma,
"Ateşe başla!" diye bağırdım ve böylece biz de, çatışmaya katılmış
olduk.
Az sonra çayırlık alan
Soyotlarla dolmuştu. Bunlar ölüleri soyuyor, mallarını paylaşıyor ve atlarını
ele geçiliyorlardı. Kimi çatışmalarda, düşmana ezici kuvvetlerle çarpışmaya
tekrar başlama olanağı tanınmamalıdır.
Bir saatlik zorlu bir
yürüyüşten sonra dağa tırmanmaya başladık ve bir süre sonra da ağaçlarla kaplı
yüksek bir yaylaya vardık.
Soyot şefe yaklaşarak,
"Soyotlar da öyle pek barışçı değillermiş," dedim.
Sert sert yüzüme bakarak
karşılık verdi: "Onları öldürenler Soy otlar değil ki."
Şef haklıydı.
Bolşevikleri öldürenler Soyot kılığına girmiş Abakan Tatarları idi. Bu
Tatarlar, öküz ve at sürülerini Rusya'dan Uryanhay yoluyla Moğolistan'a götürüyorlardı.
Kılavuzları ve çevirmenleri lamacı bir Kalmuk'tu. Ertesi sabah küçük bir Rus
yerleşimine yaklaştık ve ormanda gözcülük yapan birkaç süvari farkettik. Bizim
genç ve cesur Tatarlar'dan biri, atını bu adamlara doğru dört nala kaldırdı.
Fakat az sonra dudaklarında güven verici bir gülümsemeyle geri döndü. Gülerek,
"Her şey yolunda," diye bağırdı. "İleri!"
İçinde bir elk*
sürüsünün otladığı bir çayın çevreleyen uzun bir çit boyunca, iyi ve geniş bir
yolda yürüyüşe devam ettik. Ruslar bu tür geyikleri Tibetli ve Çinli ilaç
tüccarlarına, tüyleri henüz üzerlerinde iken yüksek fiyata sattıkları
boynuzları için yetiştiriyorlar. Bu boynuzlar suda kaynatılıp kurutulduktan
sonra pânti adını alır ve çok pahalı olarak Çinliler'e satılır.
Rus yerleşimciler bizi
korkuyla karşıladılar. Ev sahibinin karısı bağırdı: "Tanrı'ya şükürler
olsun! Bizde sanmıştık ki..." Ve kocasına bakarak sözünü yarıda kesti.
·
Elk: Avrupa'da ve Asya'da
yaşayan, yassı, büyük çatallı boynuzları olan çok iri bir geyik türü. (Çev.n.)
Seybi
Özerinde Çatışma
Sürekli tehlike
içerisinde bulunmak, insanın hep ihtiyatlı olmasını sağlıyor ve algılama
keskinliğini geliştiriyor. Çok yorgun olmamıza karşın, giysilerimizi
çıkarmadık, atlarımızın eyerlerini de indirmedik. Mavzerimi gocuğumun iç cebine
yerleştirip insanları incelemek amacıyla çevreme bakınmaya başladım. Gözüme
ilişen ilk şey, köylülerin geniş yataklarının üzerindeki her yastık yığının
altına gizlenmiş bir tüfek dipçiği oldu. Sonra, ev sahibimizin hizmetçilerinin,
hep odaya gelip kendisinden emirler aldıkları dikkatimi çekti. Bunların,
sakallan uzun ve kirli olsa da basit köylü halleri yoktu. Beni dikkatlice
incelediler ve ne beni ne de yol arkadaşımı ev sahibiyle hiç yalnız
bırakmadılar. Bununla birlikte, onlara ilişkin herhangi bir tahminde
bulunamadık. Biraz sonra Soyot şef içeriye girdi ve bunlarla ilişkimizin
gergince olduğunu farkederek bizimle ilgili bildiklerini Soyot dili ile
yerleşimcilere anlatmaya başladı.
Adamlardan biri,
"Kusura bakmayın," diye söze başladı. "Fakat siz de çok iyi
biliyorsunuz ki şu günlerde karşımıza çıkan bir namuslu insana karşılık on bin
katil veya hırsız dolaşıyor ortalıkta."
Bu sözler üzerine daha
rahatlamış biçimde konuşmaya başladık. Zaman zaman burada saklanan Kazak
subaylarını izleyen bir Bolşevik çetesinin, ev sahibine saldırmaya
niyetlendiğini öğrendik. Bir müfrezenin de tümüyle yok olduğuna ilişkin
kendisine bilgi gelmişti. Ancak, bizim verdiğimiz haberlere karşın ihtiyar yine
de pek emin değildi. Çünkü, sığırlarını sürerek güneye, Moğolistan'a doğru kaçmakta
olan Tatarların peşini bırakmayan güçlü bir Kızıl müfrezenin Usinski bölgesi
sınırlarından yaklaşmakta olduğunu duymuştu.
"Birdenbire gelip
karşımıza çıkacaklarından her an korkuyoruz," dedi.
"Bizim Soyot, az
önce, Kızılların Seybi'yi geçmekte olduklarını ve Tatarların da onlarla
savaşmaya hazırlandıklan haberini verdi."
Hemen dışanya fırlayıp,
binek ve yük hayvanlarımızın durumuna bakmaya gittik. Bunları götürüp, biraz
ötede, sık çaldıkların arasına gizledik. Tüfeklerimizle tabancalarımızı hazırladık,
ortak düşmanı bekleyerek avluda mevzi aldık. Sabırsızlık içerisinde yaklaşık
bir saat geçti. Sonra, işçilerden biri koşarak geldi ve haberi verdi:
"Bizim bataklığı
geçiyorlar!.. Kavga başlıyor!.."
Gerçekten de, sanki bu
sözleri onaylarmışçasına, ormandan önce tek tük, sonra giderek artan tüfek
sesleri duyuldu. Sesler yavaş yavaş eve yaklaşıyordu. Çok kısa bir süre sonra
at nallarıyla askerlerin vahşi bağırtılarını işittik. Bir an sonra, Tatarların
ateşiyle her taraftan sarılan yoldan kaçan üç tanesi bağıra çağıra eve daldı.
Bunlardan biri ev sahibimizin üzerine ateş etti. Yaşlı adam sallandı, diz üstü
sendelerken eli de yastıkların altında saklı tüfeğini aradı.
Askerlerden biri bizlere
doğru dönüp tüfeğini üzerimize çevirirken sordu:
"Kimsiniz?"
Kendisine mavzer
ateşiyle ve başarılı bir şekilde karşılık verdik; çünkü, kapıdan kaçmayı
beceren yalnızca en gerideki oldu. Bunun da, avluda eline düştüğü işçilerden
biri icabına baktı. Çatışma kızışıyordu. Askerler bağırarak yardım istediler.
Kızıllar, evden yüz metre ötede, yol kenarında, hendeğin içine dizilmişler,
etraflarını çevirmekte olan Tatarların ateşine karşılık veriyorlardı. Birçok
asker, yoldaşlarına yardım için eve doğru koştularsa da bu kez bir yaylım ateşi
sesi işittik.
Ev sahibimizin işçileri,
sanki bir askerî tatbikattaymışlar gibi, sükûnetle nişan alıp ateş ediyorlardı.
Askerlerden beşi yol üstüne serilmişler, diğerleri hendeğin dibine yapışıp
kalmışlardı. Çok geçmeden anladık ki bunlar hendeğin öteki ucuna, atlarını
bırakmış oldukları ağaçlığa doğru sürünerek ilerlemeye çalışıyorlardı. Tüfek
sesleri giderek uzaklaşıyordu. Sonra, elli ya da altmış kadar Tatarın,
Kızılları çayırda önlerine katıp geri sürdüklerini gördük.
Dinlenmek üzere iki gün
Seybi'de kaldık. Ev sahibimizin, sayısı sekizi bulan işçileri, aslında burada
gizlenen subaylardı. Bizimle birlikte gelmeyi önerdiler, biz de kabul ettik.
Arkadaşımla ben, tekrar
yola çıktığımız zaman yanımızda sekiz subaydan oluşan bir muhafız kirasıyla üç
yük beygirimiz vardı. Seybi ile Ut arasında çok güzel bir vadiden geçtik. Her
tarafta, şahane otlaklar ve hayvan sürüleri görüyorduk. Bu arada, yol
kenarında, terkedilmiş iki üç ev gördük. Bunların sakinleri Kızıllarla olan
çatışmada silah seslerinden ürkerek kaçıp gizlenmişlerdi. Ertesi gün Daban
adını taşıyan yüksek dağ silsilesini aştık ve kütükler arasında at
koşturduğumuz yanık ağaçlı geniş bir alanı geçtikten sonra tepeciklerin
gözlerimizden sakladıkları bir vadiye doğru inmeye başladık. Asıl Moğolistan'a
varmadan önceki büyük nehirlerin sonuncusu olan, Küçük Yenisey bu tepelerin
ardında akıyordu. Irmağın on kilometre kadar ötesinde ormandan yükselen bir
duman sütunu gördük. Subaylardan ikisi ayrılıp keşfe çıktılar. Fakat, uzun bir
süre geri gelmeyince, başlarına kötü bir şey gelmiş olabileceğini düşünerek,
her an kavgaya hazır bir biçimde dumanın yükseldiği yere doğru dikkatlice
ilerledik. Nihayet, hayli büyük bir kalabalığın seslerini ve kalabalık arasında
da keşifçilerimizin birinin gürültülü kahkahasını işitecek kadar yaklaştık. Bir
çayır ortasında küçük bir çadırla ağaç dallarından yapılmış
iki sığmak ve bunların
çevresinde de altmış, yetmiş kişilik bir kalabalık vardı. Biz ormandan çıkınca
herkes neşeyle bize doğru koştu. Burası, Sibirya'dan kaçtıktan sonra
Uryanhay'daki Rus yerleşimcilerin ve zengin köylülerin evlerinde kalmış olan
Rus subayların ve erlerin kamp alanıydı.
Şaşkınlık içerisinde
sorduk: "Burada ne yapıyorsunuz?" Albay Ostrovski denilen yaşlıca bir
kişi yanıtladı:
"Demek ki olup
bitenler hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. Uryanhay'daki askerî yetkili,
yirmisekiz yaşını geçmiş tüm erkeklerin silah altına alınmaları emretti. Şimdi,
Belotzarsk kentine doğru her yandan bu partizan birlikleri yürüyorlar.
Yerleşimcileri ve köylüleri soyuyorlar ve ellerine geçirdikleri herkesi
öldürüyorlar. Bu çetelerden saklanıyoruz."
Tüm kampta, Batı
Moğolistan'daki sürülerini Kalmuk kılavuzuyla birlikte görmeye giden bir
Tatar'a ait yalnızca onaltı tüfekle üç adet bomba vardı. Yolculuğumuzun amacını
ve Moğolistan'ı geçerek Büyük Okyanus kıyısındaki en yakın limana varmak
istediğimizi anlattık. Subaylar bizimle birlikte gelmek istediler. Ben de kabul
ettim. Küçük bir araştırma sonrasında, bizi Küçük Yenisey'den geçirecek olan
köylünün evinin yakınlarında hiçbir partizanın bulunmadığından emin olduk.
Yenisey'in bu tehlikeli bölgesini olabildiğince çabuk geçip ormana dalmak için
hemen yola çıktık. Kar yağıyor, fakat hemen eriyordu. Gece karanlığı basmadan
önce buz gibi bir kuzey rüzgarı çıktı ve küçük bir tipiyi de beraberinde
getirdi. Gecenin geç saatlerinde ırmağa eriştik. Orada bizi bekleyen
yerleşimci, bize çok yalan davrandı ve ırmağın kaynağından gelen buz parçaları olmasına
karşın hiç zaman yitirmeden sal ile karşı kıyıya geçirmeyi önerdi. Konuşmamız
sırasında köylünün, kızıl saçlı ve gözleri şaşı olan bir işçisi dikkatle bizi
dinliyordu. Birdenbire ortadan kayboldu.
Ev sahibi, ürkek bir
sesle, "İşçi koşarak köye gitti. Sanırım partizanlara haber verecek.
Irmağı hemen geçmeliyiz," dedi.
İşte o zaman, tüm
yolculuğumun en korkunç gecesi başladı. Yerleşimciye yalnızca yiyeceklerimizle
cephanemizi sala yüklemeyi önerdik. Birkaç sefer yaparak zaman yitireceğimize,
at sırtında karşıya geçmek daha doğru olacaktı. Yenisey'in genişliği burada üç
yüz metre kadardı. Akıntı çok hızlı, kıyı ise ırmak yatağına doğru oldukça dik
biçimde iniyordu.
Ortalık gerçekten zifiri
karanlıktı ve gökyüzünde tek bir yıldız görünmüyordu. Rüzgar delicesine esiyor,
kar sert biçimde yüzümüzü kamçılıyordu. Önümüzdeki simsiyah suyun hızlı akışı,
bıçak gibi keskin ince buz parçalarım fırıl fini döndürüp kaya parçalarına
çarparak daha da incelterek alıp götürüyordu. Atım, burnundan soluyordu ve dik
kıyıdan inmemek için uzun zaman direndi. Elimdeki kırbaçla boynuna öyle çok
vurdum ki, nihayet, acınacak bir iniltiyle, buz gibi nehire kendini attı.
İkimiz de sulara gömüldük. Bu sırada eyerin üzerinde güçlükle duruyordum. Biraz
sonra kıyıdan birkaç metre uzaklaşmıştım ve atım, ilerlemek için büyük bir çaba
harcayarak başını ve boynunu olabildiğince ileri ve yukarı uzatıyor,
durmaksızın gürültüyle soluyordu. Suya girip çıkan bacaklarının her bir
hareketini ve bu inanılmaz çetin koşullarda tüm vücudunun titreyişini
hissediyordum. Nihayet, akıntının daha da hızlandığı ve bizi alıp sürüklediği
ırmağın orta yerine geldik. Gecenin uğursuz karanlığı içinde yol arkadaşlarımın
bağrışmalarını ve atların acı ve korkuyla kişnemelerini işittim. Belime kadar
buzlu suyun içindeydim. Arasıra yüzen buz parçaları gelip bana çarpıyor,
dalgalar tokat gibi yüzüme vuruyordu. Ne çevreme bakınacak, ne de soğuğu
hissedecek halim vardı. Hayvanın yaşama arzusu tüm benliğimi ele geçirmişti. Aklımda
bir tek şey vardı: Eğer atım, akıntı ile olan savaşını kaybedecek olursa
mahvolurdum. Tüm dikkatimi onun gayretine ve ürkmemesine odaklamıştım.
Birdenbire inledi. Sulara gömülmekte olduğunu farkettim. Belli ki, su burun
deliklerini tıkıyordu; çünkü soluduğunu eskisi kadar sık işitmiyordum. Başına
vurup duran büyük bir buz parçası yönünü değiştirdiğinden o da akıntıyı izlemek
zorunda kaldı. Yularını çekerek onu kıyıya doğru yönelttiysem de artık gücünün
tükenmeye başladığını hissettim. Başı birkaç kez delice çırpınan sulara
gömüldü. Başka bir çarem kalmamıştı. Eyerin üzerinden kendimi yavaşça suya
bıraktım. Sol elimle eyere yapışarak ve sesimle de atımı cesaretlendirmeye
çalışarak sağ elimle yüzmeye çabaladım. Bir an, dudaklarını yan açıp, dişlerini
sıkarak su üstüne çıktı. İyice açtığı gözlerinde asla anlatılamaz müthiş bir
korku okunuyordu. Eyerden ayrıldığım andan itibaren hızla yüzeye çıkmış,
sakince ve hızlı bir biçimde yüzmeye başlamıştı. Nihayet, bitkin atımm
nallarının kayalara çarpmca çıkardığı sesi işittim. Yol arkadaşlarım birer
birer kıyıya çıkıyorlardı. İyi terbiye görmüş atlar, binicilerini sudan
geçirmeyi başarmışlardı. Daha ileride, aşağıda, bizim yerleşimci, malzemelerle
birlikte kıyıya çıkıyordu. Bir an yitirmeksizin hızla eşyamızı atlara yükleyip
yolumuza devam ettik. Rüzgar giderek daha hızlı ve daha dondurucu esiyordu.
Tanyeri ağarırken soğuk korkunçtu. Islak giysilerimiz donmuş ve kösele kadar
sertleşmişti. Dişlerimiz birbirine çarpıyordu. Ve gözlerimiz kan çanağına
dönmüştü. Bununla birlikte, partizanlarla aramızda olabildiğince fazla mesafe
bulunması için hiç durmadan ilerliyorduk. Ormanda yaklaşık onbeş kilometrelik
bir yürüyüşten sonra Yenisey'in karşı kıyısını görebileceğimiz açıklık bir
vadiye çıktık. Saat sekiz olmalıydı. Irmağın karşı kıyısı boyunca süvari ve
arabalardan oluşan uzun bir yürüyüş kolunun yılan gibi kıvrılarak uzandığını
gördük. Bunlar Kızıl askerlerle taşıtlarıydı. Görülmekten korkarak hemen yere
atlayıp çalılıkların arasına gizlendik.
Tüm gün boyunca
termometre sıfırı ve sıfırın altını gösterdiği halde biz yolumuzdan geri
kalmadık ve ancak gece olduğunda karaçamlarla örtülü dağlara vardık. Büyük bir
ateş yaktık, elbiselerimizi kurutup kendimiz de epeyce ısındık. Aç atlarımız
ateşten hiç uzaklaşmadılar, arka tarafımızda, başlarını önlerine eğip uyudular.
Sabah, çok erken bir saatte, birkaç Soyot kamp alanımıza geldi. İçlerinden biri
sordu:
"Man?"
(Kızıl?)
Bütün arkadaşlar hep bir
ağızdan bağırdılar:
"Hayır,
hayır!.."
Tekrar sordu:
"Çağan?"
(Beyaz?)
Tatar, "Evet, evet,
hepsi Beyaz," dedi.
Soyotlar, "Mende,
mende," dedikten sonra çay içerek bize çok ilginç ve önemli haberler
vermeye başladılar. Öğrendik ki Kızıl partizanlar, tanrıu Ola dağlarından
ayrılarak oraya hayvan sürülerini götüren köylülerle Soyotları tutuklamak için
tüm
Moğolistan sınırını öncü
birlikleriyle işgal ediyorlardı. tanrı Ola'yı geçmek artık olanaksızlaşıyordu.
Bence tek çare şuydu: Güneydoğuya doğru gitmek, bataklık Buret Hei vadisini
aşmak ve asıl Moğolistan topraklarında bulunan Koşu gölünün güney kıyısına
erişmek. Haberler kötüydü. Moğolistan'ın ilk yerleşim merkezi Samagaltay,
doksan kilometreden fazla uzaklıkta olmadığı halde Koşu gölü, en kısa yoldan
yaklaşık dörtyüz elli kilometre ötedeydi. Arkadaşımla benim bindiğimiz atlar
kötü yollarda, yeterince dinlenmeden ve beslenmeden dokuzyüz kilometre kadar
yol almışlardı ve daha fazla uzun yol alamazlardı. Böylece, koşullan ve yeni
yol arkadaşlarımın durumunu gözönüne alarak tanrıu Ola dağlarını geçme
girişiminde bulunmamaya karar verdim. Bu adamlar manen bıkkın, sinirli, kötü
giyimliydi. Silahlan kötüydü, hatta bazdan silahsızdı. Savaş koşullarında
silahsız adamların bulunmasından daha büyük bir tehlikenin olmadığını
biliyordum. Böyleleri hemen paniğe kapılır, şaşırır ve ötekileri de
şaşırtırlar. Bu nedenle, dostlarımla da görüştükten sonra Koşu gölüne gitmeye
karar verdim. Herkes bu karara uymayı kabul etti. Büyük et parçalarıyla
pişirilmiş bir çorba, peksimet ve çaydan oluşan yemeğimizi yedikten sonra yola
çıktık. Saat ikiye doğru dağlar önümüze dikilmeye başladılar. Bunlar,
arkalarında Buret Hei vadisinin uzandığı tanrı Ola dağlarının kuzeybatı
tepeleriydi.
Kızıl
Partizanlar Engeli
İki
sarp sıradağ arasındaki bir vadide, atlı on Soyot'un hızla kuzeye doğru
sürdükleri bir yak ve öküz sürüsü gördük. Çobanlar bize ihtiyatla yaklaşarak
Toci Noyon 'unun, Kızılların bu sürüleri yağmalamasından korktuğu için Buret
Hei boyunca Moğolistan'a götürmelerini emrettiğini anlattılar. Bunlar yola
çıkmışlar, fakat tanrı Ola dağlarının bu bölümünün, Vladimirovka'dan gelen
partizanlarca işgal edilmiş olduğunu öğrendikten sonra yollarmı değiştirmek
zorunda kamuslardı. Öncü birliklerin nerede bulunduğunu ve dağlardaki geçitleri
kaç tane partizanın tuttuğunu sorduk. Tatarla Kalmuk arkadaşını keşfe
gönderirken, biz de hayvanlarımızın ayaklarına gömleklerimizi sarıp,
kişnememeleri için de kayış ve ip parçalarıyla burunlarını bağlayarak hareket
etmeye hazırladık. Keşfe gönderdiklerimiz gelip de, on kilometre ileride
Soyotlar'ın yurtalarını işgal eden otuz kadar partizanın kamp kurmuş olduğunu
haber verdiklerinde gece olmuştu. Geçitte, biri iki diğeri üç kişilik iki posta
bulunuyordu. İleri postalardan kampa kadar olan mesafe bin beşyüz metre
kadardı. İzlediğimiz keçi yolu iki nöbet yerinin arasından geçiyordu. Dağın
tepesinden bunlar açıkça görülüyordu. Bir kurşunla öldürülmeleri çok kolaydı.
Tepeye vardığımız zaman gruptan ayrılıp ve yanıma dostumla Tatar'ı, Kalmuğu ve
genç subaylardan ikisini alıp ilerledim. Dağın tepesinden, beş yüz metre kadar
ötede iki ateş gördüm. Bu iki ateşten her birinin yanında tüfekli bir asker
nöbet tutuyor, ötekiler ise uyuyordu. Partizanlarla çatışmak istemiyordum ama
bu küçük postalardan, ateş etmeden kurtulmak gerekiyordu, yoksa geçidi
kesinlikle aşamazdık. Ondan sonra Kızılların izimizi bulamayacaklarına
inanıyordum; çünkü yolda, çok sayıda at ve öküzün izleri vardı.
Arkadaşım, soldaki
nöbetçileri göstererek, "Ben bunları alıyorum," dedi. Bizler de öteki
posta ile ilgilenecektik. Sık ağaçlar arasından sürünerek, gerektiğinde
kendisine yardım için yol arkadaşımın ardısıra ilerledim; fakat itiraf
etmeliyim ki ondan yana hiçbir kaygım yoktu. Boyu 2,20'ye yalandı ve o kadar
güçlü kuvvetliydi ki, örneğin atlardan biri gem almayacak olsa boynuna kolunu
doluyor, ön ayaklarını tekmeliyor ve onu yere yuvarladıktan sonra kolayca
başlığı kafasına geçiriyordu. Otuz metre kadar yaklaşınca çalılıkların ardında
durup baktım. Ateşi ve uyuklayan nöbetçiyi görebiliyordum. Er bağdaş kurup
oturmuş, tüfeğini de dizlerinin üzerine yerleştirmişti. Yanında uyumakta olan
arkadaşı hiç kımıldamıyordu. Beyaz aba çizmeleri karanlıkta parlıyordu.
Arkadaşımı uzun süre göremedim. Ateşin çevresinde her şey sakin görünüyordu.
Ansızın öteki postanın olduğu yandan birtakım boğuk bağırtılar geldi ve sonra yine
sessizlik başladı. Bizim nöbetçi ağır ağır başını kaldırdı. Tam bu sırada
dostumun dev cüssesi, benimle ateş arasına dikildi ve göz açıp kapayıncaya
kadar nöbetçinin bacakları şimşek gibi havaya fırladı. Arkadaşım, askeri
gırtlağından yakalayıp çalılıkların içine çekmişti... Bir an sonra tekrar
ortaya çıktı. Tüfeğinin dipçiği ile öteki Kızılın kafasına şiddetli ama sessiz
bir darbe indirdi.
Sonra yine mutlak
sessizlik başladı. Bana doğru gelirken mahcup bir tavırla gülümsedi:
"Tamam," dedi.
"Şu işe bak!" Ben çocukken annem rahip olmamı isterdi. Büyüdüm,
ziraat mühendisi oldum... İnsanları boğup kafalarını kırmak için sanki...
Devrim çok aptalca bir şey!.."
Öfke ve tiksintiyle yere
tükürdükten sonra piposunu doldurup dumanını çekmeye başladı.
Öteki küçük postada da
iş bitmişti. O gece tanrıu Ola’nın tepesine çıktıktan sonra küçük çayların
birbirine girdiği sık ağaçlık bir vadiye indik. Burası Büret Hei'in kaynağıydı.
Saat bir'e doğru mola verip atlarımızı otlamaya saldık, çünkü buradaki otlar
nefisti. Bazı güven verici işaretlerden tehlikede olmadığımızı anlıyorduk;
dağlarda yak ve geyik sürüleri görüyorduk. Yanımıza gelen Soyotlar da
tahminlerimizi doğruladılar. tanrıu Ola dağlarının ardında Kızıl asker
görmemişlerdi. Bu Soyotlara bir paket çay ikram ettik ve bizim "çağan
", yani "iyi insanlar" olduğumuzdan emin olarak geri döndüler.
Atlarımız dinlenirken ve
yüksek çayırlar arasında otlarken, biz de ateşin başında, izleyeceğimiz yol
hakkında tartışıyorduk. Gruptaki iki karşıt görüş arasında şiddetli bir tartışma
çıktı. Bunlardan birinin başmda bir albay vardı. tanrıu Ola'nın güneyinde
Kızılların olmadığına ilişkin haberin kesinlikle etkisi altında kalan diğer
dört subayla birlikte, bu grup batıya doğru Kobdo'ya kadar gitmeye karar verdi.
Bu grup, daha sonra, Emil ırmağı üzerinde, Moğol topraklarına girmiş olan
general Bakiç kuvvetlerinden altı bin kişinin Çinli yetkililerce gözaltına
alındığı kampa doğru ilerleyecekti. Ben ve arkadaşım, onaltı subayla birlikte,
Koşu gölüne ve oradan da Uzakdoğu'ya varmaktan ibaret olan ilk projemizde ısrar
ediyorduk. İki gruptan biri ötekini fikrinden caydırmayı başaramadığından
ayrılmaya karar verdik ve ertesi gün öğle saatlerinde birbirimize veda ettik.
Bizim onsekiz kişilik grup, arkadaşlarımızdan altısının yaşamına malolan birçok
çatışmaya girip büyük güçlüklerle karşılaştı. Ancak, karşılıklı özveri duygusu
bağlarıyla birbirlerine sıkıca bağlı, yaşamlarının sözkonusu olduğu
çatışmalarda ortak tehlike karşısında bu bağlan daha da güçlendirmiş olan geri
kalanlarla yolculuğun sonuna varıp, sürekli olarak sıcak dostluk duygularıyla
yaşamımızı sürdürdük. Albay Yukof 'un yönettiği öteki grup mahvoldu. Kuvvetli
bir Kızıl süvari birliğine rastladılar ve bu birlik tarafından iki çarpışmada
yok edildiler.
Yalnızca iki subay
kurtuldu. Bunlar bana, dört ay sonra Urga'da* buluştuğumuzda, bu üzücü haberi
verip çatışmanın ayrıntılarını anlattılar. Onsekiz süvariden oluşan grubumuz,
beş yük beygiriyle, Buret Hei vadisini geçti. Bataklıklara batıp çıktık.
Sayısız çamurlu çaylar aştık. Soğuk rüzgarlar altında donduk. Karlar ve buz
gibi yağmurlar iliklerimize işledi. Fakat Koşu gölünün güney kıyısına doğru,
yorulmaksızın yolumuza devam ettik. Tatar kılavuzumuz, Uryanhay'dan
Moğolistan'a götürülen pek çok hayvan sürüsünün izlediği yollardan bizi güven
içerisinde sevkediyordu.
·
Urga: Moğolistan'ın
başkenti. Bugünkü adı Ulan Bator'dur. (Çev.n.)
Sonsuz Barış
Diyarında
Tyryanhay'ın yerleşik
halkı olan Soyotlar, gerçek budist olmakla, kutsal Rama'nın saf öğretisini ve
SakkiaMouni'nin derin bilgeliğini korumuş olmakla gurur duyarlar. Bunlar savaşa
ve kan dökmeye kesinlikle karşıdırlar. Önüçüncü yüzyılda, bu mükemmel
süvarileri ve maharetli okçuları kendi kuvvetlerine katmak isteyen kan dökücü
Cengiz Han'la savaşmaktan veya onun imparatorluğunun bir parçası durumuna
gelmektense, topraklarını bırakıp kuzeye yerleşmeyi seçmişlerdi. Bunlar,
tarihleri boyunca üç kez, savaştan kaçınıp hep kuzeye doğru çıkmışlardır. Bugün
hiç kimse Soyotlar'ın ellerini insan kanına buladıklarını söylemez. Onlar barış
tutkusuyla savaş denilen belaya karşı hep mücadele vermişlerdir.
Sert Çinli yöneticiler
bile bu barış ülkesinde, acımasız yasalarım uygulayamamışlardır. Kana ve
cinayete susamış biçimde, ülkelerini yağmalamaya gelen Ruslara karşı da böyle
davrandılar. Kızıl birliklerle veya partizanlarla karşılaşmaktan çekinerek
aileleri ve süvarileriyle birlikte Kemçik ve Soldyak gibi uzak prensliklere
doğru göç ettiler.
Hayvan sürüleriyle
birlikte ilerleyen bu göçmen topluluğunun doğu kolu, geride bıraktığımız Buret
Hei vadisinden geçti.
Kıvnla kıvnla uzanıp giden Buret Hei vadisini
hızla geçtik ve iki gün sonra Buret Hei ve Kharga vadileriyle birleşen
geçitlere ulaştık. Yol yalnızca sarp değil, devrilmiş ağaç kütükleriyle
kesilmiş ve inanılmaz gibi görünse de, âtların büyük zorluklarla batıp
çıktıkları bataklıklarla kaplıydı. Bir süre sonra, atlarımızın ayaklarının
altında kayıp, kıyısından geçmekte olduğumuz uçuruma fırlayan taşlarla dolu
tehlikeli bir yolu geçmek zorunda kaldık. Dağ etekleri boyunca eski buzullardan
arta kalan bu kayalıklardan geçerken atlarımız hemen yoruluyorlardı. Yol bazen
uçurumun tam kenarından geçiyor ve atlar burada büyük miktarda kum ve çakılın
aşağıya dökülmesine neden oluyorlardı. Bu kaygan kumlarla örtülü bir dağ
anımsıyorum. Atlardan inip yularları elimize alarak bu hareketli yataklarda,
zaman zaman dizlerimize kadar kumlara gömülerek ve kimi kez kendimiz de
aşağıdaki uçuruma doğru kayarak iki kilometre kadar bu durumda ilerlemek
durumunda kaldık. Dikkatsizce bir hareket hepimizi uçurumun dibine gönderebilirdi.
Atlarımızdan birinin başına gelen bu oldu. Karnına kadar bu kaygan tuzağa
gömüldükten sonra yönünü rahat biçimde değiştiremeyerek uçurumun dibine kadar
taşlarla ve toprakla birlikte, bir daha çıkmamak üzere kayıp aşağıya
yuvarlandı. Yalnızca, ölümle sona eren düşüşü sırasında çarptığı dalların
çatırtısını işittik. Eyerle üzerindeki eşyayı kurtarmak için büyük güçlüklerle
uçuruma indik. Uryanhay'ın kuzey sınırından beri bizimle birlikte yolculuk
etmiş olan zavallı yük hayvanlarımızdan birini, biraz ileride bırakmak zorunda
kaldık. İlk önce sırtındaki yükten kendisini kurtardık, sonra itip
kakmalarımız, gayret sözcüklerimiz de bir işe yaramadı. Hiç hareket etmeden,
başı önünde, öyle bitkin bir durumdaydı ki zahmetli yaşamının sonuna gelmiş
olduğu her halinden belliydi. Bizimle beraber olan birkaç Soyot onu muayene
ettiler.
Ön ve arka ayaklarının
kaslarını yokladılar, başını elleri arasına alıp sağa sola salladılar, sonra
hükümlerini verdiler:
"Bu at daha ileri
gidemez. Beyni kurumuş!" Bu durumda onu kendi haline bıraktık.
Bir tepeye varıp
karaçamlarla örtülü geniş bir yaylaya gelince manzarada
fevkalâde bir değişiklik
gördük. Burada, birkaç Soyot avcının, her zamanki gibi damlan abadan değil,
ağaç kabuklarından yapılmış yurta larını bulduk. Bunlardan tüfekli on kadarı
karşımıza çıktı. Soldyak prensinin bu bölgeden hiç kimsenin geçmesine izin
vermediğini, çünkü topraklarına katillerle hırsızların girmesinden korktuğunu
söylediler. Gözleri korku içinde, şöyle demişlerdi:
"Geldiğiniz yere
dönünüz!"
Yanıt vermedim, fakat
yaşlı bir Soyot ile subaylardan biri arasındaki olası bir kavganın çıkmasını
önledim. Karşımızda, vadide akan küçük çayı gösterip bunun adının ne olduğunu
kendisine sordum. Soyot şöyle dedi: "Onun adı Oyna'dır. O, prensliğin
sinindir ve geçilmesi de yasaktır. "Tamam. Fakat biraz ısınıp dinlenmemize
izin verirsiniz, değil mi?" Konuksever Soyot, "Peki peki,"
diyerek bizi çadırlarına götürdüler.
Yolda, fırsattan
yararlanarak, yaşlı Soyota bir sigara ve bir başkasına da bir kutu kibrit ikram
ettim. Arkamızda, sürünürcesine gelirken eliyle de burnunu tutmakta olan bir
Soyot'u saymazsam hep birlikte yürüyorduk. "Hasta mı bu?" diye
sordum.
"Evet,
oğlumdur o. İki günden beri burnu karıyor. Çok zayıf düştü," diye
yanıtladı. —
Geri dönüp delikanlıyı yanıma
çağırdım:
"Paltonun
düğmelerini çöz. Boynunu ve göğsünü aç. Başını olabildiğince fazla havaya
kaldır."
Başının iki yanından şah
damarını birkaç dakika sıktıktan sonra, "Artık burnun kanamayacak.
Çadırına gidip bir süre dinlen," dedim. Parmaklarımın "gizemli"
etkisi yaşlı Soyotu iyice şaşırttı. Korku ve saygıya karışık mırıldandı:
"Ta Lama, Ta
Lama!" (Büyük hekim, büyük hekim)
İhtiyar Soyot derin
düşüncelere dalmış susarken bize de yurta 'da çay ikram ettiler. Sonra, yaşlı
adam arkadaşlarına danıştı ve nihayet bana şöyle dedi:
"Bizim prensin
karısı gözlerinden rahatsızdır. Eğer Ta Lama'yı kendisine götürürsem prens
memnun olur ve beni cezalandırmaz. Çünkü bana 'kötü adamları" buradan
geçirmememi emretti. Fakat bu, 'iyi adamlar'ın bize gelmeyeceği anlamına
gelmez."
Kayıtsız görünerek,
"Nasıl uygun görürseniz öyle yapın," dedim. "Aslında göz
rahatsızlıklarının nasıl iyileştirileceğini bilirim ama öyle
diyorsanız yine geri
dönerim."
Korkuya kapılan yaşlı
adam bağırdı: "Hayır, hayır! Sizi kendim götüreceğim."
Ateşin yanında oturduğu
halde piposunu bir çakmak taşıyla yaktı, ucunu giysisinin yeniyle sildi ve
içten bir konukseverlik belirtisi olarak pipoyu bana uzattı. Sonra, her birimiz
sırayla çubuğu aramızda dolaştırdık. Karşılığında da her birimizden de birer
sigara, bir parça tütün ve kibrit aldı. Dostluğumuz artık resmiyet kazanmıştı.
Bir süre sonra, erkek, kadın, çocuk ve köpeklerden oluşan sayısız ziyaretçi
çevremizi sardı. Aralarında tıraş olmuş, saçlarını dibinden kesmiş, ait olduğu
kast'ın kırmızı geniş entarisini giyinmiş bir Lama göze çarpıyordu. Genellikle
ne kadar temiz olduğu kuşkulu saçlarını uzun uzun ören ve başlarına da
uçlarında sincap kuyrukları sallanan kalpaklar takan Soyotlar'ın içinde bu
kişi, hem giysileri, hem de davranışlarıyla dikkat çekiyordu. Lama bize karşı
pek iyimser görünüyordu. Bununla birlikte altın yüzüklerimizle saatlerimize de
gıpta ederek bakıyordu. Kendisine peksimetle çay ikram ettikten sonra ata
ihtiyacımız olduğunu söyledim. Şöyle yanıt verdi:
"Bir atım var.
Satın almak ister misiniz? Fakat, Rus banknotlarını kabul etmem. Değiş tokuş
yapalım."
Uzun süre pazarlık ettim
ve sonunda, altın nişan yüzüğüm, bir yağmurluk ve deri eyer çantası
karşılığında kaybettiğimizin yerini tutan güzel bir Soyot atı ile bir de genç
keçi aldım. Geceyi onlarla birlikte geçirdik.
Bize bir koyun
kızartması ikram edildi. Ertesi sabah, yaşlı Soyotun öncülüğünde, tepelerin ve
bataklıkların olmadığı Oyna vadisini izlemek üzere yola çıktık. Fakat aramızdan
kimilerine ait atların Koşu gölüne kadar ulaşamayacağını bildiğimizden burada
başka atlar satın almayı kararlaştırdık. Biraz sonra, sığırları ve atlarıyla
Soyot yurta larından oluşan küçük topluluklara rastlamaya başladık. Nihayet,
prensin sürekli yer değiştiren başkentine yaklaştık. Prensin, Ta Lama 'yi kabul
etmekten hoşnut olacağını sağlamayı unutmaksızın, kendisiyle görüşmek üzere
yola çıkan kılavuzumuzun yüzünde korku ve sıkıntı belirtileri gördüm. Çalılarla
örtülü geniş bir ovaya çıktık. Ir
mak kıyısında tepelerindeki sanlı mavili
bayraklarla, büyük yurta lar karşımıza çıktılar. Burasının yönetim merkezi
olduğunu tahmin ettik. Az sonra kılavuzumuz geldi. Yüzü neşe içinde
gülümsüyordu. Ellerini sallayarak bağırdı:
"Noyon, hemen
gelmenizi istiyor. Çok neşeli."
Şimdiye kadar bir
savaşçı olan ben, artık bir diplomat gibi davranacaktım. Prensin yurta 'sına
gelince, arka taraflarından tutturulmuş tavus tüyleriyle süslü sivri uçlu
kalpaklar giyinmiş iki görevli tarafından karşılandık. Derin reveranslar
yaparak "yabancı Noyon 'un" yurta 'ya girmesini rica ettiler. Dostum
Tatarla ben içeri girdik.
İçi fevkalade güzel bir
ipekli kumaşla kaplı olan görkemli yurta 'da soluk benizli, saçı ve sakalı
tamamen tıraşlı, ortasına koyu kırmızı bir düğme yerleştirilmiş al ipek tepeli,
kunduz derisinden yüksek ve sivri kalpaklı, ve kalpağının arka tarafı da uzun
tavus kuşu tüyleri içinde, kısa boylu yaşlı bir adamla karşılaştık. Gözlerinde
kocaman Çin gözlükleri vardı. Alçak bir sedire oturmuş, tespihinin taşlarını
sinirli sinirli şakırdatıyordu. Bu adam, Ta Lama, Soldyak Prensi ve Budist
Tapınağının Başrahibi idi. Bizi çok içten bir biçimde karşıladı ve bakır
mangaldaki ateşin karşısına oturmaya davet etti. Şaşırtıcı bir güzelliğe sahip
olan prenses ise bize çay, Çin şekerlemeleri ve pastalar getirdi. Karşısında
çubuklarımızı tüttürdüğümüz prens, Lama sıfatıyla bizi taklit etmemekle
beraber, kendisine sunduğumuz çubukları dudaklarına kadar götürdü ve karşılık
olarak da bize yeşil nefritten enfiye kutusunu uzatarak ev sahipliği görevini
yerine getirdi. Kabul usul ve âdabını böylece yerine getirdikten sonra prensin
söz söylemesini bekledik. Bize, yolculuğumuzun iyi geçip geçmediğini ve sonraki
planlarımızın neler olduğunu sordu. Kendisiyle açıkça konuşarak kendisinden,
grubumuzu ve atlarımızı konuk etmesini istedim. Bu isteğimi hemen kabul ederek
bizim için dört yurta hazırlanmasını emretti.
Yabancı
noyon 'un mükemmel bir hekim olduğunu öğrendim.
Evet,
bazı hastalıklardan anlarım. Ve yanımda da bazı ilaçlar vardır. Fakat hekim
değilim. Başka alanlarda bilginim.
Prens bu sözlerimi
anlamadı. Onun basit düşüncesine göre bir hastalığı tedavi edebilen her insan
hekimdi.
Bana, "Karım iki
aydan beri hep gözlerinden rahatsız. Ona yardım edin," dedi.
Prensesten bana
gözlerini göstermesini istedim ve gördüm ki yurta 'nın içini dolduran devamlı
dumanla her tarafındaki pislikten ötürü konjonktivit olmuştu. Tatar bana ecza
çantamı getirdi. Prensesin gözlerini asitborikli su ile yıkadıktan sonra biraz
kokainle hafif bir çinko tuzu karışımı uyguladım.
Prenses bana şöyle dedi:
"Size yalvarırım,
beni iyileştiriniz. İyileştirmeden de gitmeyiniz. Size bütün dostlarınız için
koyun, süt ve un veririz. Şimdi sık sık ağlıyorum, çünkü eskiden güzel gözlerim
vardı ve kocam bana onlarm yıldızlar gibi parladıklarını söylerdi. Şimdi
kıpkırmızı oldular. Buna tahammül edemem. Hayır, dayanamam... "
Ayağını yere vurarak,
"Beni iyileştirmek istersiniz, değil mi?" dedi.
Sevgi dolu bir kadının
karakteri de, hal ve tavırları da her yerde birdir: Işıklar içinde Brodway'de,
görkemli Thames boyunda, şen Paris'in bulvarlarında veya karaçamlarla örtülü
tanrıu Ola dağlarının ardında Soyot prensinin ipek astarlı yurta'stnda....Yeni
göz hekimi, güven verici bir şekilde yanıt verdi: "Kesinlikle elimden
geleni yapacağım."
Burada, prens ailesinin
samimi dostluk ortamında, on gün geçirdik. Prensesin, sekiz yıl önce, oldukça
yaşlı Lama prensini baştan çıkaran gözleri iyileşmişti. Neşesinden kabına
sığmıyor ve aynasından da ayrılmıyordu.
Prens bana beş tane
sağlam at, on koyun ve hemen peksimet yaptığımız bir çuval un verdi. Dostum
kendisine Büyük Petro'nun resmini taşıyan beşyüz rublelik bir Romanoff rublesi
armağan etti. Ben de, bir dere yatağında bulduğum altın tozunu sundum... Prens,
soyotlardan birine Koşu gölüne kadar bize kılavuzluk etmesini emretti. Prensin
bütün ailesi, başkentten on kilometre ötedeki manastıra kadar bize eşlik etti.
Manastırı ziyaret etmedik ama bir Çin ticaret kurumu olan "dugun"da.
durduk. Çinli tüccar bize düşmanca bir tavırla bakmakla birlikte, yine her
çeşit mal ve yuvarlak şişelerde (lanhon) maygolo ya da anasondan yapılmış tatlı
brandi sunarak bizi etkileyeceklerini sandılar. Ne külçe halinde gümüş paramız,
ne de Çin dolarlarımız vardı. Bu çekici şişelere, prens imdadımıza gelip
bunlardan beş tanesini eyer çantalarımıza yerleştirmelerini Çinlilere
emredinceye kadar, ancak gıpta ile baktık.
Gizemler,
Mucizeler ve Yeni Bir Çağ
Aynı günün akşamı,
yaklaşık sekiz kilometrekare genişliğinde, kıyılan son derece itici ve büyük
çukurlarla dolu, çamurlu ve sarımsı bir su kütlesi olan kutsal göl Teri'ye
ulaştık. Gölün ortasında eskiden varolan, ancak şimdi kaybolmak üzere olan bir
adanın kalıntıları uzanıyordu. Bu adada birkaç ağaçla yıkıntılar vardı.
Kılavuzumuz bize, iki yüzyıl önce bu gölün varolmadığını ve ovada, onun yerinde
çok önemli bir Çin kalesinin bulunduğunu anlattı. Bu kalenin komutanı olan
Çinli şef, yaşlı bir Lama'ya hakaret etmiş. Lama da ona kalenin yıkılacağı
kehanetinde bulunmuş. Ertesi gün yerden su fışkırmaya başlamış. Kale yıkılmış
ve içindeki askerler boğularak ölmüş. Şimdi bile, gölde fırtına olunca, burada
ölmüş olan insanlarla atların kemiklerini dalgalar kıyıya atıyormuş. Teri gölü,
her yıl biraz daha genişleyerek dağlara yaklaşmaktadır. Gölün doğu kıyısını
izleyerek zirveleri karlı dağlara doğru tırmanmaya başladık. Yol, başlangıçta
kolaydı ama kılavuzumuz, asıl zorlu bölümün daha ileride olduğunu bildirdi. Bu
noktaya iki gün sonra eriştik ve burada karlar atında, sık ağaçlarla örtülü
sarp bir yamaç bulduk. Daha ileride, sonsuz kar çizgisi, koyu renkli kayaların
lekelediği beyaz mantosunu giymiş, parlak güneş altında pırıldayan sıradağlar
uzanıp gidiyorlardı. Bunlar, tanrıu Ola Dağları’nın en doğuda bulunan en yüksek
tepeleriydi. Geceyi ormanda geçirip tırmanışa ertesi sabah başladık. Öğle
zamanı, kılavuz bizi, derin yarıkların, dağ yamacından yuvarlanırken durmuş
ağaç veya kaya döküntülerinin kestiği zigzaglı bir keçi yoluna soktu.
Hayvanlarımızı yorgunluktan iyice bitkin duruma getirerek saatlerce tırmandık
ve son kez mola vermiş olduğumuz yere geliverdik. Belli ki Soyot yolu
şaşırmıştı, yüzünde de korku okunuyordu. Dudakları titreyerek mırıldandı:
"Lanet olası orman
cinleri geçmemizi istemiyorlar. Kötüye alâmet. Kharga'ya dönüp Noyon'u
görmeliyiz.
Fakat onu tehdit ettim.
Kesinlikle yolu bulacağından umutsuz ve isteksizce grubun başına geçti. Neyse
ki aramızdan biri, Uryanhay'lı bir avcı, kılavuzumuzun kaybetmiş olduğu yolu
gösteren işaretleri ağaçlarda buldu. Bunları izleyerek ormandan geçtik. Yanık
karaçamlı bir bölgeyi de geçtikten sonra zirveleri erimez karlarla örtülü dağların
eteklerini sınırlayan bir koruya daldık. Karanlık basıyordu, geceyi geçirmek
üzere burada kamp kurmaya verdik. Rüzgar serindi ve büyük bir kar tabakasını
kaldırıp her yandan ufkumuzun kaplanmasına neden oldu. Kampımız ak kıvamlarının
altında kaldı. Atlarımız beyaz hayaletler gibi arka tarafımızda duruyor,
karınlarını doyurmak ve ateş çemberinden ayrılmak istemiyorlardı. Rüzgar,
atların yelelerini ve kuyruklarını savurup birbirine karıştırıyor, dağm
kovuklarında kükreyip ıslık çalıyordu. Uzaklarda bir kurt sürüsünün uluması
işitildi ve bunu, zaman zaman, uygun bir rüzgarın oldukça yüksek perdeden bir
staccato* ile getirdiği tek bir uluma izledi.
·
Staccato: Müzikte,
notaların birbirinden ayrı, tek tek çalınacağını belirten terim. Genellikle
keman gibi yaylı çalgılarda kullanılır. (Çev.n.)
Ateşin
kenarında dinlenirken Soyot yanıma gelip, "Noyon benimle beraber obo 'ya
gel," dedi. Sana bir şey göstermek istiyorum. Onu izledim ve dağa çıkmaya
başladık. Sarp bir yamacın eteğinde, ağaç gövdeleriyle kayalar, yaklaşık üç
metre yükseklikte bir koni oluştaracak biçimde üst üste yığılmıştı. Bu obo lar
Lamaların tehlikeli noktalara koydukları kutsal işaretler, bu yerlerin hâkimi
olan iblisler için kurulmuş sunaklardır. Yolcular, Soyot veya Moğol olanlar,
obo'nun dallarına hatiklei, yani mavi ipekten uzun bezler, paltolarının
astarından koparılmış parçalar veya sadece atlarının yelelerinden kesilmiş
kıllar asarlar; taşlara da et parçaları, bardaklarla çay veya tuz bırakırlar.
Soyot, "Bakınız," dedi.
"Hafik'ler
sökülmüş. Cinler kızgın, geçmemize izin vermek istemiyorlar. Noyon..."
Elimi yakalayıp yalvaran
bir sesle mırıldandı:
"Geri dönelim,
Noyon, geri dönelim! Cinler dağı geçmemizi istemiyorlar. Yirmi yıldan beri
kimse buradan geçmeye cesaret edemedi ve bu işe girişmiş olan cüretkârlar
burada can verdi. Cinler onlara kar tipisi arasmda çullandılar. Bak işte başlıyor
bile. Bizim Noyon'un yanma dönelim. Daha sıcak günleri bekleyelim. O
zaman..."
Soyot'u daha fazla
dinlemedim. Gözlerimi kör eden karlar arasında hayal meyal görebildiğim ateşin
başına döndüm. Kılavuzun bizden ayrılacağından kuşkulanarak adamlarımızdan
birini başına diktim. Gecenin daha geç bir saatinde nöbetçi beni uyandırarak,
"Belki yanılıyorum ama bir tüfek sesi işittiğimi sandım," dedi.
Ne diyebilirdim? Belki
bizim gibi yollarını şaşırmış olanlar, kaybettikleri arkadaşlarına böylece
durumlarını bildiriyor, belki de nöbetçi, bir kayanın veya bir buz kütlesinin, düşerken
çıkardığı gürültüyü tüfek sesi sanmıştı. Tekrar uyudum. Uykumda bir rüya
gördüm: Karla örtülü ovada atlılar ilerliyordu. Bunlar yük hayvanlarımız, bizim
Kalmuk, komik koca burunlu atımızdı. Karlı yayladan, birkaç karaçamın
yükseldiği ve açıkta bir çayın şırıl şırıl aktığı bir dağ kıvrımına doğru
inmekte olduğumuzu gördüm. Sonra ağaçlar arasında parlak bir ateş farkederek
uyandım.
Gündüz olmuştu.
Ötekileri sarsıp uyandırarak zaman kaybetmeksizin yola çıkmamız için hızla
hazırlanmalarını istedim. Fırtına olanca şiddetiyle sürüyordu. Soğuk da giderek
artıyordu. Kar, izleri hemen örterek gözlerimizi kör ediyordu. Nihayet atlara
bindik. Soyot yolu görmeye çabalayarak önde gidiyordu. Dağa çıktıkça
kılavuzumuz sık sık şaşırıyordu. Karla dolu derin çukurlara düşüyor, kaygan
kütleler üzerinde tökezliyorduk. Nihayet, Soyot atını döndürüp bana doğru geldi
ve kararlı bir ifade ile, "Sizinle birlikte ölmek istemiyorum; daha ileri
gitmeyeceğim," dedi.
İlk hareketim kamçıma el
atmak oldu. Moğolistan'a, "Vaad Edilen Toprağa" o kadar yaklaşmıştım
ki umutlarımın gerçekleşmesine engel olmaya kalkışan bu Soyot bana en azdı
düşmanımmış gibi görünüyordu. Fakat, kalkan elimi indirdim. Aklıma birdenbire
umutsuz bir fikir geldi.
"Dinle,"
dedim. "Eğer atını geriye döndürecek olursan arkana kurşunu yiyecek ve
dağın tepesinde değil, eteğinde gebereceksin. Şimdi sana bundan sonra neler
göreceğimizi söyleyeyim. Yukarıdaki kayalıklara vardığımız zaman rüzgar duracak
ve tipi de dinecek. Üst taraftaki karlı yaylayı geçtiğimiz sırada güneş çıkacak
ve daha sonra, karaçamları ve açıkta akan bir çayı olan küçük bir vadiye
ineceğiz. Orada ateş yakıp geceyi geçireceğiz."
Soyot korkudan titremeye
başladı. Şaşkınlık içinde sordu: "Noyon bu Darkat Ola dağlarından hiç
geçti mi?"
"Hayır, ama dün
gece bir rüya gördüm. Bu tepeyi kolayca geçeceğimizi biliyorum."
Soyot bağırdı:
"Size kılavuzluk
yapacağım!"
Ve atını kamçılayarak
uçsuz bucaksız karlı dağlara götüren sarp yamaca doğru grubun basma geçti.
Bir uçurumun dar
kenarından geçerken durdu ve patikayı dikkatle kontrol etti. Fırtınanın
uğultusu arasında bağırdı:
"Bugün buradan
ayaklan naili birçok at geçmiş. Kar üstünde sürünmüş bir kırbacın izi var.
Bunlar Soyot değil!"
Olayın sırrını çok çabuk
öğrendik. Ansızın bir yaylım ateşi patladı. Arkadaşlarımdan biri bağırarak
elini sağ omzuna götürdü. Yük beygirlerinden biri kulağma yediği bir kurşunla
düşüp öldü. Hızla yere atlayıp kayalıkların arkasına gizlendik, durumu
inceledik. Bir dağ çıkıntısından yaklaşık yüz metre genişliğinde küçük bir vadi
ile ayrılmıştık. Otuz kadar süvarinin mevzi alıp üzerimize ateş ettiğini
gördük. Karşı taraf ilk atışı yapıncaya değin çatışmaya girmeye izin
vermemiştim. Düşmanlarımız bize saldırınca arkadaşlarıma karşılıkta bulunma
emrini verdim.
Albay Ostrovski bağırdı:
"Atlara nişan alın!" Sonra Soyotla Tatara atlan yere yatırma emrini
verdi. Düşmanlarımızın atlarından altısını öldürdük ve sanırım birkaçını da
yaraladık ama bundan emin olma fırsatını bulamadık. Tüfeklerimiz kayaların ardından
başım çıkarma cüretini gösteren herkesi deviriyordu. Bulunduğumuz yere giderek
daha yoğun biçimde ateş eden Kızıl askerlerin, hiddet ve küfürle bağırdıklarını
işitiyorduk.
Bir anda bizim Soyotun
atlardan üçünü tekmeleyip ayağa kaldırarak bunlardan ikisini yedeğine alıp
üçüncüye atladığını gördüm. Tatarla Kalmuk da peşinden fırladılar. Tüfeğimi
Soyota doğru döndürmüştüm ki Tatarla Kalmuğun o hayran olduğum atlarına binip
bunun ardı sıra gitmekte olduklarını anlayınca tüfeğimi indirip her şeyin
yolunda olduğunu anladım. Kızıllar bu üçlüyü yaylım ateşine tuttular ama
berikiler kayalıklar ardına gizlenip gözden kayboldular. Ateş gittikçe
şiddetleniyor, ben ne yapacağıma karar veremiyordum. Bizimkiler mermi tasarrufu
yapıyordu. Büyük bir dikkatle düşmanı izlediğimden Kızılların üst tarafında,
karlar üstünde, iki kara noktanın belirdiğini gördüm. Bu kara noktalar ağır
ağır düşmanlarımıza yaklaştılar. Ve sonra, tepeciklerin arkasında kayboldular.
Tekrar meydana çıktıklarında, eteğinde Kızılların mevzi almış oldukları sarp
kayalığın tam üst kenarındaydılar. O anda bu iki kara noktanın iki insan başı
olduğuna dair hiç kuşkum kalmadı. Birdenbire bu adamların ayağa kalkıp
kollarını taş atar gibi uzatarak aşağıya bir şey fırlattıklarını gördüm. Hemen
sonra kulakları sağır edici iki patlama sesi duyuldu. Üçüncü bir patlamayı,
Kızılların vahşi bağırtılan arasında rasgele atışlar izledi. Atlardan birkaçı
karlar arasında yamaçtan yuvarlandı ve ateşimizin altındaki askerler de gelmiş
olduğumuz vadiye ne kadar hızla inmek mümkünse öyle kaçtılar.
Daha sonra Tatar bana,
Soyotun, Kızıllara arkadan bomba ile saldırabilecekleri bir yere kadar
götürmeyi önerdiğini anlattı. Subayın yaralı kolunu sardıktan ve ölmüş
hayvanların sırtından eşyalarımızı aldıktan sonra yolumuza devam ettik.
Durumumuz oldukça karmaşıktı. Hiç kuşku yok ki, Kızıl müfreze Moğolistan'dan
geliyordu. Demek ki Moğolistan'da Kızıllar vardı. Kuvvetleri ne kadardı?
Onlarla nerede karşılaşmamız sözkonusuydu?
Şu halde Moğolistan
"Vaad Edilmiş Toprak" değildi. Kederli düşüncelere daldık.
Bununla birlikte doğa
bizi sevindirdi. Rüzgar yavaş yavaş durdu. Fırtına dindi. Güneş, rüzgarla
sürüklenen bulutların arasından daha sık ortaya çıkmaya başladı. Karla örtülü
yüksek bir yayladan geçiyorduk. Rüzgar yaylayı yer yer yalayarak kar
yığınlarını süpürüyor, atlarımıza zahmet verip ilerlemelerine engel oluyordu.
Atlardan inerek, bellerimize kadar içine gömüldüğümüz kar kümeleri arasından
kendimize bir yol açmak zorunda kaldık. Zaman zaman içimizden biri ya da bir at
yere düşüyordu. Durup bunların kalkmalarına yardım etmek gerekiyordu. Nihayet,
iniş başladı.
Bir karaçam korusunda
mola verdik. Geceyi ağaçlar arasında ateş başında geçirdik. Dereden aldığımız
su ile çay pişirdik. Birçok yerde az önce çarpıştığımız düşmanlarımızın
izlerine rastladık.
Her şey, doğanın kendisi
ve Darkat Ola’nın cinleri bile bize yardım etmişlerdi! Fakat, neşesizdik çünkü
bizi yine tehdit eden korkunç bir belirsizlikle dehşetli yeni tehlikeler bizi
bekliyordu.
Şeytan Nehri
Ulan taygası ile Darkat
Ola dağlarını arkamızda bırakıyorduk. Hızla ilerledik, çünkü Moğol ovalan
burada başlıyordu ve önümüzde artık dağlık engel kalmamıştı. Şurada burada
karaçam koruları vardı. Son derece hızla akan, fakat derinliği olmayıp
geçitleri kolayca aşılabilen birkaç dereyi geçtik. Darkat ovasında iki gün
süren bir yolculuktan sonra kuzeybatı yönünde, Orgorka Ola bölgesine sürülerini
götürmekte olan Soyotlara rastladık. Bize keyif kaçıran haberler verdiler.
İrkutsk'lu Bolşevikler
Moğolistan sınırını aşmışlar, Koşu gölünün güney kıyısında, Khathyl'deki bir
Rus yerleşim merkezini ele geçirmişler ve gölün güneyinde bulunan büyük bir
Lama manastırından doksan kilometre ötedeki Mörön Küre Rus yerleşimine
yönelmişlerdi. Moğollar bize Khathyl ile Mörön Küre arasında hiçbir Rus birliği
bulunmadığını söylediklerinden, daha doğudaki Van Küre'ye ulaşmak üzere bu iki
nokta arasından geçmeyi kararlaştırdık. Bizim Soyot, kılavuzundan onay alıp üç
kişiyi keşfe çıkardıktan sonra ilerledik. Koşu gölünü çevreleyen dağlar
üzerinden, koyu renk ve bol ağaçlı ormanlarla güzellikleri bir kat
daha artan tepeciklerin saf altına oturtulmuş
bir safiri andıran bu geniş, yüksek dağ gölünün görkemli manzarasını büyük bir
hayranlıkla seyrettik. Akşamüstü büyük bir dikkatle Khathyl'e yaklaştık ve Koşu
gölünden çıkarak akan, Yağa veya Egingöl adındaki akarsu kenarında durduk.
Karşılaştığımız bir Moğol, bizi donmuş çayın öte yakasına, Khathyl ile Mörön
Küre arasında güvenli bir yoldan götürmeye razı oldu. Kıyı boyunca her tarafta
çayın cinine adanmış büyük obo Tarla küçük tepecikler vardı. Moğola sorduk:
"Niye bu kadar çok
obo var?" Moğol hemen yanıtladı:
"Bu tehlikeli ve
hileci Şeytan Nehri'dir. İki gün oluyor ki bir araba kafilesi buzu kırdı ve
bunlardan üç hayvanla beş asker boğuldu."
Geçmeye başladık. Çayın
yüzeyi, saydam ve karsız, kalın bir cam tabakasına benziyordu. Atlarımız
dikkatle ilerliyorlardı. Bazdan düştü ve ayağa kalkmadan önce hayli
çırpındılar. Onları yedeğimizde götürüyorduk. Başları eğik, bütün vücutları
titriyor ve korkuyla dolu gözlerini buzdan ayırmıyorlardı. Yaklaşık otuz
santimetre kalınlığında buzun altında, çayın dibini oldukça net bir biçimde
görmek olasıydı. Ay ışığında, taşlar, delikler ve su bitkileri açıkça
görülüyordu. On metre ve daha fazlasını bulan derinliklerde Yaga'nın kudurmuş
dalgaları, uzun köpükler ve dev kabarcıklarla, ürkütücü bir hızla kıvrıla
kıvrık yuvarlanıyorlardı.
Ansızın bir top
patlamasıyla yerimden zıpladım ve olduğum yere mıhlanmış gibi kalakaldım. Hemen
ardından ikinci, sonra da üçüncü patlama sesi duyuldu.
Moğol eliyle bize işaret
ederek, "Daha hızlı, daha hızlı yürüyün!" diye bağırdı.
Hemen yakınımızda yeni
bir top sesinin ardından, bir çatırtı işitildi. Atlar şaha kalkıp yere
kapaklandılar. İçlerinden birçoğu başlarını buza çarptılar. Bir saniye sonra
buz, yarım metre genişliğinde bir delik şeklinde çatladı; öyle ki çatlağı çay
boyunca görebiliyordum. Delikten o anda hızla su fışkırdı.
Kılavuz bağırdı:
"Çabuk! Çabuk!"
Atlarımıza bu yarığı
atlatıp ilerletmede hayli güçlük çektik. Atlar titriyor, itaatsizlik ediyor ve
yalnızca güçlü bir kırbaç darbesi korkularını unutturup onları
ilerletebiliyordu.
Karşı kıyıya sağ salim
geçip ağaçların arasına girdiğimiz zaman Moğol kılavuzumuz bize çayın nasıl
olup da bazen böyle gizemli bir şekilde açılarak büyük su kitlelerinin ortaya
çıktığını anlattı. O sırada çayın üzerinde bulunan insanlarla hayvanlar, ölüme
mahkum bir durumda bulunurlar. Soğuk ve hızlı akıntı onları sürükleyip buz
tabakasının altına atar. Çatlama bazen geçmekte olan atın ayaklarının altında
gerçekleşir. Öte tarafa atlamayı deneyen at suya düşer ve birdenbire kapanan
buzdan çeneler onun iki bacağını kesiverir.
Koşu gölü vadisi sönmüş
bir volkanın krateridir. Bu kraterin çevresini batı kıyısından izlemek
olasıdır. Bununla birlikte, cehennemi bir güç, hükmünü daima icra eder, ve
şeytanın zaferini ilan ederek, Moğollan obo' lar oluşturmaya ve onun adına
kurulmuş sunaklarda kurbanlar vermeye zorlar.
Ertesi günün gecesiyle
gündüzünü, Ruslarla karşılaşmamak ve atlarımıza iyi otlaklar aramak için,
doğuya doğru kaçmakla geçirdik. Akşamın dokuzuna doğru ileride bir ateşin
parladığını gördük. Bunun, yakınında konaklayabileceğimiz bir Moğol yurta 'sı
olduğunu düşünerek ben ve dostum oraya gittik. Fakat, bizi kimse karşılamadı,
ve daha da tuhafi Moğolların, kara gözlerinden ateşler saçan, vahşi
köpekletince etrafımız çevrilmedi. Oysa, uzaktan ateşi görmüştük. Şu halde
burada birilerinin olması gerekiyordu. Atlarımızdan inip yaklaştık. Yurta 'dan
aceleyle iki Kızıl asker çıktı. Bunlardan biri bana ateş etti ise de
tutturamadı. Yalnızca eyerin altından atımı sırtından yaraladı. Kızılı bir
tabanca kurşunuyla yere serdim; öteki de dostumun bir tüfek dipçiği darbesiyle
öldü. Cesetleri muayene ettik, ceplerinde, İkinci Dahili Savunma Komünist
Süvari Bölüğü'ne ait belgeler bulduk. Geceyi burada geçirdik. Belki de yurta ların
sahipleri kaçmışlardı, çünkü Kızıl askerler Moğollara ait ne bulmuşlarsa tümünü
toplayıp çuvallara doldurmuşlardı. Her türlü eşyaları üzerlerinde bulunduğuna
göre harekete hazır durumda bulundukları kuvvetle olasıydı. Bu işten, ağaçlık
içinde bulduğumuz iki at, iki tüfek, iki otomatik tabanca ile mermiler
kazandık. Çantalarda, çay, tütün, kibrit ve kurşun gibi değerli malzeme bulduk.
İki gün sonra Uri nehri
kıyısına yaklaşıyorduk ki, iki Rus atlıya rastladık. Bunlar, Selenga nehri
vadisinde Bolşeviklerle savaşmakta olan Sutunin adında bir atamanın
Kazaklarıydı. Altay bölgesi Bolşevik karşıtlarının şefi Kaygorodof'a Sutumin'in
bir mesajını götürüyorlardı.
Kızıl kıtaların
RusyaMoğolistan sının boyunca her yana dağılmış olduğunu; komünist
ajitatörlerin Khathyl, Ulangom ve Kobdo'ya kadar tüm bölgeye girdiğini,
Rusya'dan kaçıp buralara sığınmış olan bütün mültecilerin Sovyet yetkililerine
teslim edilmesi konusunda Çin makamlarını razı etmiş olduklarını, bu kişilerden
öğrendik. Urga ile Van Küre yakınlarındaki Çin birlikleriyle, dış Moğolistan'ın
bağımsızlığı için savaşan Bolşevik karşıtı general Baron Ungern ve albay
Kazagrandi birlikleri arasmda çatışmalar yaşandığını haber aldık. Baron Ungern
iki kez yenilmişti. Çinliler de tüm yabancıların Rus generali ile ilişkisi
olduğundan kuşkulanarak, Urga'da bir tür sıkıyönetim kurmuşlardı.
Gördük ki durum
tamamiyle değişmişti. Büyük Okyanus'a giden yol kapanmıştı. Durumu dikkatle
inceledikten sonra bizim için ancak bir tek kaçma olanağı kalmış olduğu
sonucuna vardım. Çin'in yönetimi altındaki Moğol kentlerine hiç uğramamamız,
Moğolistan'ın kuzeyinden güneyine doğru geçmemiz, çölü Jassaktu Han
prensliğinin güneyinden aşmamız, Gobi'ye İç Moğolistan'ın batısından girmemiz
ve Kansu eyaletindeki doksan kilometrelik Çin toprağından hızla geçip Tibet'e
girmemiz gerekiyordu.
Burada, İngiliz
konsoloslarından birini bularak, Hindistan'daki herhangi bir İngiliz limanına
ulaşmayı umuyordum. Böyle bir girişimin tüm güçlüklerini çok iyi anlamıştım ama
yapılacak başka bir şey de yoktu.
Geriye, bu son çareye
başvurmak, Bolşevik kurşunu ile ölmek veya bir Çin zindanında çürümek gibi
seçenekler kalmıştı. Bu çılgınca girişimin tüm tehlikelerini hiçbir biçimde
gizlemeksizin, düşüncemi arkadaşlarıma açtığım zaman hep bir ağızdan bana şu
yanıtı verdiler: "Rehberlik edin, ardmızdan geleceğiz!"
Bir şey tamamiyle bizden
yanaydı: Aç kalmak konusunda korkumuz yoktu; çünkü yanımızda çay, tütün, kibrit,
atlar, eyer takımları, tüfekler, paltolar ve çizmeler vardı ki bunları
gerekirse kolayca değiştokuş amacıyla kullanabilirdik. Bunun üzerine yeni sefer
programını hazırlamaya başladık. Ulyassutay kentini sağımızda bırakıp
Zaganluk'a doğru giderek güneye hareket edecek, sonra Jassaktu Han bölgesinde
ıssız Balir topraklarından Naron Khuhu Gobi'den geçerek Boro dağlarına doğru
gidecektik. Burada, yorgunluklarımızı gidermek ve atlarımızı dinlendirmek için
uzun bir mola verebilirdik. Yolculuğumuzun ikinci bölümü küçük Gobi'den,
Torgutlar'ın topraklarından geçecek, Kara Dağlar, Kansu yoluyla İç
Moğolistan'ın batı kısmında sürecek ve Kansu'da, Suchou'nun batısında bir yol
seçmemiz gerekecekti. Buradan, Kuku Nor bölgesine girecek, sonra güneye Yangtze
nehrinin doğduğu yere kadar ilerleyecektik. Bu noktadan sonra, bildiklerim
belirsizleştiyse de subaylardan birine ait bir Asya haritası sayesinde,
Yangtze'nin doğduğu yörenin batısındaki sıradağlar bu nehrin havzasını,
İngilizlerin yardımını sağlayacağımı umduğum asıl Tibet'teki Brahmaputra
havzasından ayırdığını saptadım.
Hayaletlerin
Yürüyüşü
E ro nehrinden Tibet
sınırına yolculuğumuzu şöyle anlatabilirim. Karla kaplı bozkırları, dağları ve
çölleri aşıp kırksekiz günde yaklaşık bin sekizyüz kilometre yol aldık. İnsanlardan
hep gizlendik ve en tenha yerlerde kısa molalar verdik. Haftalarca tek gıdamız,
ateş yakıp dikkati üzerimize çekmemek için çiğ, donmuş et oldu. Bir koyun veya
sığır satın almamız gerektikçe, kendilerini Rus yerleşimcilerin yanmda çalışan
işçi gibi gösteren iki silahsız adam gönderiyorduk. En az beş bin baştan oluşan
büyük bir antilop sürüsüne rastladığımız halde, avlanmaktan bile korkuyorduk.
Balir'in arka taraflarında, "Yaşayan Buddha'nın* emri üzerine Urga'da
kardeşini zehirledikten sonra tahta varis olan lama Jassaktu Han'ın
topraklarında, Altay ve Abakan'dan sürülerini getirmekte olan göçebe Rus
Tatarlarına rastladık. Bizi büyük bir içtenlikle karşıladılar. Bize sığır ve
otuzaltı kutu çay verdiler.
·
Yaşayan buddha: Sanskrit
bir sözcük olan buddha, "aydınlanmış" anlamına gelir. Teozofide ise
"bilginin en yüksek derecesi"ni simgeler. Kimi Batılılar, Tibet'te
tulkular olarak bilinen ve sayısız yaşamlar (enkarnasyonlar) boyunca
"aydınlanma" sürecini deneyimleyen Lama'lar için, "yaşayan
buddha'lar" deyimini kullanır. Metin boyunca, budizmin kurucusu Siddhartha
Gautama Buda ile karıştırılmaması için "buddha" olarak
kullanılmıştır. (Çev.n.)
Hiçbir otlağı olmayan
Gobi çölünden bu mevsimde atların geçmesinin olanaksız olduğunu haber vermekle
de bizi olası bir ölümden kurtardılar. Atlarımızla erzakımızdan bir bölümünü
değiştokuş ederek deve almak zorunda kaldık. Tatarlardan biri kampa, zengin bir
Moğol getirerek kendisiyle pazarlık işini halletti.
Moğol bize ondokuz deve
vererek karşılığında bütün atlarımızla bir tüfek, bir tabanca ve en iyi Kazak
eyerini aldı. Kutsal Narabanşi manastırını ziyaret etmemizi ısrarla tavsiye
etti. Tibet'e giden bütün yolcuların uğrayıp dua ettikleri bu pek tanınmış
manastırı ziyaret etmeyecek olursak Kutsal Hutuktu'ya, bu "reenkarne*
olmuş Buddha"ya saygısızlık etmiş olacağımızı söyledi. Bizim Lamacı Kalmuk
da Moğolun görüşlerine katıldı. Kalmukla beraber oraya gitmeye karar verdim.
Tatarlar bana manastıra armağan etmek üzere büyük ipek hâtik'ler verip ödünç
dört güzel at ayarladılar. Manastır, doksan kilometre ötede olduğu halde saat
dokuzda Kutsal Hutuktu'nun yurta 'sına girdim.
Bu, orta yaşlı, başı
tamamiyle tıraşlı, ufak ve zayıf, Jelib Djamsrap Hutuktu adında bir adamdı.
Bizi çok samimi bir biçimde kabul ederek, sunduğum hafitlerle Moğol görgü
kurallarını çok iyi bildiğimi görmekten çok mutlu oldu. Gerçekten de, bizim
Tatar bunu bana hayli zaman ve bir o kadar da sabır pahasına öğretmişti.
Hutuktu beni dikkatle dinledi.
Yolculuk hakkında
değerli öğütler verdi ve bir yüzük armağan etti, ki bu yüzük o zamandan beri,
bütün Lamacı manastırlarının kapılarını bana açtı. Bu Hutuktu'nun adı, yalnızca
Moğolistan'da değil, bütün Tibet'te ve Çin'in Lamacı âleminde yüksek bir itibar
görür. Geceyi görkemli yurte'sında geçirdik ve ertesi sabah, gong, tamtam ve
düdük eşliğinde müzikli âyinlerin yapıldığı kutsal yerleri gezdik.
*
Reenkarne (Latince
reincamatio): Yeniden doğmuş, yeniden ete kemiğe bürünmüş dünyada yeniden beden
edinmiş (Çev.n.)
Davudi sesli Lamalar
dualar okurken izdeşler de nakaratları bir ağızdan tekrarlıyorlardı. Kutsal,
"Om! Mâni padme Hung" cümlesi durmaksızın yineleniyordu.
Hutuktu bize iyi
yolculuklar diledi, büyük bir san hatik armağan etti ve manastırın dış kapısına
kadar eşlik etti. Âtlara bindiğimiz zaman şöyle dedi:
"Burada her zaman,
ağırlanacak konuklar olacağınızı unutmayın. Yaşam karmakarışıktır ve insanın
başına her şey gelebilir. İleride Moğolistan'a tekrar dönmek zorunda kalma
olasılığı var. Narabanşi Küre'den geçmemezlik etmeyin."
O gece Tatarlarla buluştuk ve ertesi gün
yolumuza devam ettik. Çok yorgun olduğumdan devenin ağır ve esnek yürüyüşü beni
sallayıp dinlendirdi. Bütün gün uyukladım ve bazen de derin uykuya daldım. Bu
çok kötü oldu. Çünkü uyku sırasında bir ırmağın dik kıyısını çıkmakta olan
devemin üstünden düştüm, başımı bir taşa çarptım. Bilincimi yitirmişim. Kendime
geldiğimde üstüm başım kan içindeydi. Dostlarım etrafımı çevirmişlerdi ve
yüzlerinde korku okunuyordu. Başımı sardılar. Tekrar yola koyulduk. Çok daha
sonraları, beni muayene eden bir hekimden öğrendim ki şekerleme sırasında
kafatasımı çatlatmışım.
Önce Büyük Altaylar'ı
[Moğol AltaylanJ, ardından Tanrı Dağları'nın doğuda Gobi'ye doğru sürdükleri en
son nöbetçi olan Karlık Dağ'ı aştık. Sonra Gashun Gobisi'ni boylu boyunca
kuzeyden güneye geçtik. Şiddetli bir soğuk vardı ve neyse ki soğuk kumlarda
daha hızlı ilerlemek olanaklıydı. Kara Dağ'ı geçmeden önce bizleri sahntılanyla
uyutan develerimizi atlarla değiştokuş ettik ve bu alışverişte, usta
soyguncular olan Turgut'ların utanmazca hırsızlığına uğradık.
101
Dağların çevresinden geçip Kansu eyaletine
geldik. Bu tehlikeli bir manevraydı; çünkü Çinliler bütün mültecileri
tutukluyorlardı. Benim de Rus arkadaşlarımdan yana korkum vardı. Gündüzleri
derelerde, ormanlarda ve çalılıklarda gizleniyor ve geceleleri zorunlu
yürüyüşler yapıyorduk.
Kansu'yu aşmak için dört
güne ihtiyacımız oldu. Rastladığımız Çin köylüleri görünüşe göre barışçı ve pek
konuksever kimselerdi. Biraz Çince bilmemden ötürü, özellikle Kalmuğa ve benim
ecza çantama ilgi gösteriyorlardı. Her tarafta pek çok cilt hastasıyla
karşılaştık.
Altındağ silsilesinin
kuzeydoğusundaki dağlara, Nan Dağları'na (Altın Dağ, Pamir ve Karakorum dağ
sisteminin doğu koludur) yaklaşıyorduk ki Tibet'e gitmekte olan büyük bir Çin
tüccar kervanına yetişip takıldık. Üç gün bu dağların bitmez tükenmez dereleri
içinde dolaştık veya geçitlerinden aştık. Bu güç yollarda Çinlilerin en iyi
patikaları seçmekte olduklarına dikkat ettik. Ben, bütün bu yollardan yarı
bilinçli bir halde geçtim.
Koko Nor'u ve bütün büyük
nehirleri besleyen bataklıklı göller grubuna doğru gidiyorduk. Yorgunluk, sinir
gerginliği ve başıma yemiş olduğum darbe bende sıtma ve titreme nöbetlerine
neden olmuştu. Kimi kez ateşler içinde yanıyor, bazen de çenelerim birbirine
çarpacak kadar titriyordum; öyle ki, ürken atım beni birkaç kez üzerinden
atmıştı. Hezeyanlar geçiriyor, bağırıyor veya ağlıyordum. Ailemi sayıklıyordum,
onları yanıma çağırıyordum. Bir rüyadaymışçasına anımsıyorum ki arkadaşlarım
beni eyerden alıp yere indirdiler. Bana Çin brendisi içirdiler ve aklım biraz
başıma geldikten sonra aramızda şu konuşmaların geçtiğini hayal meyal
anımsıyorum:
Bana, "Çinli
tüccarlar batıya doğru gidiyorlar, biz ise güneye gitmeliyiz," dediler.
Ben, sert bir ifade ile,
"Hayır, kuzeye!" dedim. Arkadaşlarım, "Hayır, güneye!" diye
ısrar ettiler.
"Haydi siz de
oradan! Daha az önce Küçük Yenisey'i yüzerek geçtik. Oysa Algıyak
kuzeydedir," dedim Arkadaşlarım itiraz ettiler:
"Biz Tibet'teyiz.
Brahmaputra'ya varmamız gerekiyor."
Brahmaputra!..
Brahmaputra!..
Bu sözcük, alev alev
yanan beynimde dönüp dolaşıyor, ve kafamın içinde müthiş gümbürtülerle
karışıklıklara neden oluyordu. Ansızın her şeyi anımsayıp birden gözlerimi
açtım. Dudaklarımı güçlükle kımıldatabiliyordum. Kendimden geçtim. Arkadaşlarım
beni Sharkhe manastırına götürdüler. Burada, bir Lamahekim, fatil denilen bir
tür Çin ginsengiiün suyunu içererek beni hızla kendime getirdi. Lamahekim,
bizimle planlarımız hakkında tartışırken, Tibet'i geçip geçemeyeceğimize
dair ciddi kuşkulan
olduğunu belirtti. Fakat bana kuşkularına ilişkin herhangi bir şey açıklamak
istemedi.
Esrarengiz
Tibet'te
Oldukça
uzun bir yol bizi Sharkhe'den dağlar araşma götürdü ve manastırdan ayrıldıktan
beş gün sonra, ortasında büyük Koko Nor [Ch'ing Hail gölünün yayıldığı, merdivene
benzer dağlara [Nan Dağları] ulaştık. Eğer Finlandiya "bin göller
ülkesi" adını hak ediyorsa, Koko Nor bölgesi de "milyon göller
diyarı" adını fazlasıyla hak etmektedir. Sayısız bataklıklar, göller,
derin ve balçıklı çaylar arasından geçen zigzaglı bir yolu izleyerek bu gölün
çevresini batıdan dolanarak geçtik. Sular burada henüz buzla örtülü değildi;
rüzgarların kamçılayıcı soğuğunu ancak dağların tepesinde hissettik. Yerlilere
pek seyrek rastladık ve bizim Kalmuk, yanlarından hiç de sık olmayarak geçtiğimiz
çobanları sorguya çekerek yolumuzu bulmayı başarabildi. T'oso Hu gölünün doğu
kıyısmdan sapıp ilerideki bir manastıra kadar gittik ve bir süre burada
dinlenmek üzere kaldık. Bu kutsal yerde bizimle birlikte bir başka ziyaretçi
kafilesi daha bulunuyordu. Bunlar Tibetli'ydi. Oldukça küstah davranıp bizimle
görüşmeyi reddettiler. Hepsi Rus tüfekleriyle silahlanmış, göğüsleri fişeklikli
ve mermi yerleştirilmiş olan kemerleri de ikişer üçer tabancayla donanmıştı.
Bizi dikkatle incelediler. Askerî gücümüzü tahmin etmeye çalıştıklarını hemen
anladık. Aynı gün, adamlar oradan ayrıldıktan sonra, Kalmuktan, tapınağın
başrahibinden bunların kim olduğunu öğrenmesini istedim. Rahip uzun süre
kaçamak yanıtlar verdi. Fakat, kendisine Narabanşi Hutuktusu'nun yüzüğünü
gösterip ayrıca büyük
bir san hatik armağan edince dili çözülüverdi:
"Bunlar kötü
insanlardır, onlardan çekiniriz..."
Bununla birlikte,
bunların adlarını söylemiyor ve gerekçe olarak da, bir kimsenin babasının,
öğretmeninin veya şefinin adını bildirmeyi yasaklayan, budist topraklarda
geçerli bir yasayı öne sürüyordu. Bu geleneğin, kuzey Tibet'te olduğu gibi
kuzey Çin'de de sürmekte olduğunu daha sonra fark ettim. Hong* çeteleri bu
bölgelerde dolaşıyorlardı. Tüccarlardan ve manastırlardan topladıkları
haraçlarla bölgeye egemen oluyorlardı.
Olasılıkla çete, bu
Tibet manastırını da ele geçirmişti.
Yolculuğumuza devam
ederken uzaklarda, ufukta, hareketlerimizi büyük bir dikkatle gözden geçirmekte
olduklarını sandığımız bazı tek tük atlılar sık sık dikkatimizi çekiyordu.
Kendilerine yaklaşıp görüşme girişimlerimiz hep boşa çıktı. Küçücük hızlı
atları üzerinde hayaletler gibi kayboluveriyorlardı. Sarp ve geçilmesi güç
Hamşan geçidine yaklaşıyor ve geceyi orada geçirmeye hazırlanıyordu ki, ansızın
uzaklarda, üst taraf muzdaki bir dağ sırtından, tümüyle beyazlı, kırk kadar
atlı göründü. Önceden hiçbir uyanda bulunmaksızın üzerimize kurşun yağdırdılar.
Bizim subaylardan ikisi bağırarak yere yuvarlandı. Bunlardan biri derhal öldü,
diğeri ise birkaç dakika daha yaşadı.
Hong: Pinyin yazımında
"cohong", WadeGiles yazımında "kunghung". Çin'de merkezî
yönetimin, 1800'lerin ortasında Kanton'da batılı tüccarlarla ticaret yapmaya
yetkili kıldığı Çinli tüccarların oluşturduğu lonca. O yıllarda "hong tüccarları"
olarak bilinen bu kesim, 1920'lerde olasılıkla, yazarın "çete"
sözcüğüyle tanımladığı tekelci bir gruba dönüşmüştü. (Çev.n.)
Adamlarıma kar şılıkta
bulunma iznini vermedim ve Kalmuğu yanıma alıp görüşmeci olarak beyaz bayrak
sallaya sallaya kendilerine doğru ilerledim. İlk önce üzerimize iki el ateş
ettiler. Fakat sonra ateşi keserek tepeden bize birkaç atlı gönderdiler.
Görüşmeye başladık. Tibetliler bize Hamşan'ın kutsal bir dağ olduğunu ve geceyi
burada geçirmememiz gerektiğini anlatıp kendimizi güvende sayabileceğimiz bir
noktaya kadar yolumuza devam etmemizi söylediler. Nereden gelip nereye
gittiğimizi sordular. Yolculuğumuzun hedefi hakkında verdiğimiz ayrıntılı
bilgilere yanıt olarak da Bolşevikleri tanıdıklarını ve onları, beyaz ırkın
boyunduruğu altında ezilen Asya halklarının kurtarıcıları olarak kabul
ettiklerini söylediler. Hiç kuşkusuz onlarla politik tartışmaya girişme
niyetinde değildim. Arkadaşlarımın yanına döndüm. Kamp yerimize doğru inerken
her an arkamdan bir kurşun yemeyi bekledim. Fakat, Tibetliler ateş etmediler.
İki arkadaşımızın
cesetlerini, yolculuğumuzdaki güçlüklerle tehlikelerin hazin bir armağanı
olarak taşlar arasında bıraktıktan sonra yolumuza devam ettik. Bitkin atlarımız
sık sık durakladıkları, hatta bazıları süvarileri altında yere yattıkları halde
biz kendilerini durmadan ilerlemeye zorladık ve tüm gece boyunca yol aldık.
Nihayet, güneş yükseldiğinde mola verdik. Eyerlerini sırtlarından almadan
atlarımızı biraz yatıp dinlenmeye bıraktık. Karşımızda, Maçu ırmağının
bulunduğu bataklık bir ova uzanıyordu. Tezek ateşi yakıp çay kaynatmaya
başladık. Yine, habersizce, her yandan üzerimize kurşun yağdı. Hemen kayaların
arkasında mevzi alıp bekledik. Ateş daha yoğunlaşıp yakınlaştı. Saldırganlar
etrafımızı çevirdi. Kurşun yağmuru sıklaştı. Pusuya düşmüştük ve umutsuz
durumdaydık. İyice anladık ki ölüm alnımızın yazısıydı. Adamlarla görüşmeyi
tekrar denedim. Ne var ki, beyaz bayraklarla ayağa kalkar kalkmaz yanıt olarak
gelen kurşunlardan biri bir kayaya çarpıp sekti ve sol bacağıma girdi. O anda
arkadaşlarımızdan biri daha vurulup öldü. Başka seçeneğimiz yoktu, biz de
karşılık vermeye başladık. Çatışma iki saat kadar sürdü. Aramızdan üç kişi
hafifçe yaralandı. Olanaklarımız ölçüsünde direndik. Hong1ax yaklaşıyor, durum
giderek umutsuzlaşıyordu.
Bizlerden biri,
deneyimli bir albay, "Hiç şansımız yok! Atlara atlayıp hemen yola çıkmak
gerek... Nereye olursa olsun!.."
"Nereye olursa
olsun!" Bu, dehşet bir sözdü! Bir an birbirimize danıştık. Çok açıktı ki,
bu haydutlar peşimizi bırakmadıkça, Tibet'in içlerine ne kadar girersek girelim
canlı olarak kurtulmamız olanağı da o kadar azalacaktı.
Moğolistan'a dönmeyi
karar verdik. Fakat nasıl dönecektik? Bunu biz de bilmiyorduk. İşte böylece
geri çekilmeye başladık. Durmadan ateş ederek kuzeye doğru yola çıktık. Birbiri
ardma üç arkadaşımız daha düştü. Dostum Tatar, boynunda bir kurşunla yatıyordu.
Ondan sonra, iki genç ve güçlü subay acıyla haykırarak eyerlerinden
yuvarlanırken ruh halimizin canlı örnekleri olan ürkmüş atlan da, çılgınca bir
korku içinde çölde kaçıyorlardı. Bu durum, Tibetlileri daha da
cesaretlendirmişti. Bir mermi sağ ayak bileğimdeki kayış tokasına çarptı ve
onu, tam bileğin üst tarafından, deri ve kumaş parçalarıyla birlikte, içeri
soktu. Eski dostum ziraatçi, omzunu tutarak bağırdı. Sonra, onun, kanlı alnını
silip olabildiğince sardığını gördüm. İki saniye sonra bizim Kalmuk arka arkaya
iki kez aynı elinin ayasından yaralandı. Eli paramparça olmuştu. Tam bu sırada
onbeş kadar Hong üzerimize saldırdı.
Albay emir verdi:
"Yaylım ateşi açın!"
Altı haydut yere
serildi. Atlarından yuvarlanan diğer ikisi de kaçmakta olan arkadaşlarına
yetişmek için bütün hızlarıyla koşmaya başladı. Birkaç dakika sonra düşman,
ateşi kesip beyaz bayrak salladı. İki atlı bize doğru ilerledi. Görüşme
sırasında öğrendik ki liderleri göğsünden vurulmuş ve bunlar da bize, adama ilk
tedavisini yapmamızı istemek üzere geliyorlarmış. O anda bir umut ışığı görür
gibi oldum. Ecza çantamı alıp Kalmuğu da çevirmen olarak yanımda götürdüm.
Arkadaşlarıma, "Şu
iblise potasyum siyanür verin," dedim. Fakat, başka bir planım vardı.
Bizi yaralı liderlerinin
yanma götürdüler. Kayalıklar arasında, at örtüleri üzerine yatırmışlardı.
Tibetli olduğunu söylediyse de yüz hatlarından olasılıkla Türkistan'ın
güneyinden gelme bir Türkmen olduğunu hemen anladım. Bana ürkek ve yalvaran bir
tavırla baktı. Yaptığım muayene sonucunda kurşunun, göğsünü soldan sağa delip
geçtiğini, ve adamın çok kan kaybettiğini, bitkin düştüğünü anladım. Vicdanımın
emri doğrultusunda elimden geleni yaptım. Kendisine uygulanacak tüm ilaçlan,
hatta iyodoformu, zehir olmadığını kanıtlamak amacıyla ilk önce dilimle
denedim. Yaralı yeri iyotla yaktım, üzerine iyodoform döktüm, sonra sardım.
Yaralıya dokunulmaması, yatmakta olduğu yerden kesinlikle kımıldatümamasını söyledim.
Daha sonra, bir Tibetliye pansumanın nasıl değiştirileceğini öğretip pamuk,
sargı ve biraz da iyodoform bıraktım.
Ateşi şimdiden çıkmakta
olan hastaya bolca aspirin verdim. Çok sayıda kinin tableti de bıraktım. Bundan
sonra, orada hazır bulunanlara bizim Kalmuk aracılığıyla hitap ederek, çok
ciddi bir tavırla şunları söyledim: "Yara çok tehlikeli ama şefinize çok
etkili bir ilaç verdim. Kurtulacağını umarım. Ancak, bunun gerçekleşmesi bir
koşula bağlı: Biz, zararsız yolculara, durup dururken saldırma
sı için ona musallat olan cinler, bir tek
kurşun daha atılacak olursa kendisini derhal öldüreceklerdir. Hatta
silahlarınızda mermi bile bırakmamalısınız... "
Bu sözler üzerine bizim
Kalmuğa tüfeğini boşaltmasını söyledim. Ben de tabancamdaki bütün kurşunlan
çıkardım. Tibetliler köle gibi itaat edip benim yaptığımın aynısını yaptılar.
Sözlerime devam ettim:
"Şunları sakın
unutmayın: Tam onbir gün ve onbir gece buradan kımıldamayacak ve tüfeklerinizi
de doldurmayacaksınız. Yoksa ölüm iblisi şefinizi ele geçirip sizin de peşinizi
bırakmayacak!.."
Sözlerimi bitirir
bitirmez Narabanşi Hutuktusu'nun yüzüğünü parmağımdan çekip çıkararak başlan
üzerinde gezdirdim.
Arkadaşlarımın yanına
dönerek kendilerini yatıştırdım. Haydutların yeni saldırılarına artık hedef
olmayacağımızı, ama Moğolistan yolunu tekrar bulmaya çalışmamız gerektiğini
söyledim. Atlarımız öyle bitkin, öyle zayıftılar ki etsiz kemiklerine
paltolanmızı asmak olasıydı. Burada iki gün kalarak yaralı şefi sık sık
yokladım. Bu iki gün, hafif olan yaralarımızı sanp biraz dinlenmemize olanak
sağladı. Ne yazık ki sol baldınmdaki kurşunla sol bacağımın bileğinde duran
bütün o çizme parçalarını çıkarmak için yalnızca bir bıçağım vardı. Kervan
yollan hakkında haydutlardan bilgi aldıktan sonra anayollardan birine kısa
zamanda varma olanağmı bulduk. Oradan da, şansımız varmış ki, Urga'daki Yaşayan
Buddha'dan Lhasa'daki Dalay Lama'ya bir mesajını ulaştırmak üzere kutsal bir
görev alan ve yola çıkan genç Moğol prensi Pounzig'in kervanına rastladık.
Prens; at, deve ve yiyecek maddeleri satın almak konusunda bize yardım etti.
Bütün silahlarımızla
eşyalarımız, yolculuk sırasında at, deve ve yiyecek alımında kullanılmış
olduğundan Hutuktu'nun bizi büyük bir sevinçle karşıladığı Narabanşi
manastırına adeta soyulmuş, beş parasız bir durumda geldik.
Hutuktu, "Geri
geleceğinizi biliyordum," dedi. "İlahi güçler bana her şeyi
bildirdiler... "
Küçük grubumuzdan altı
kişi, güneye doğru olan cesur seferimizin bedelini
yaşamlarıyla ödeyerek,
Tibet'te kalmışlardı. Geriye dönen oniki kişi, manastırda onbeş gün kaldık.
Biraz kendimize gelip bu fırtınalı deniz üzerinde, olayların bizi nasıl olup da
yüzeyde bırakacağını ve kaderin gösterdiği limana doğru nasıl yönelteceğini
düşündük. Subaylar, ülkelerini yok etmeye niyetlenen Bolşeviklerle savaşmak
üzere Moğolistan'da kurulmakta olan bir birliğe katıldılar. Yol arkadaşımla
ben, daha güvenli bir yere doğru kaçıp kurtulma mücadelesi sırasında
yaşayabileceğimiz her türlü macera ve tehlikeyi göze alarak, Moğolistan
düzlükleri üzerinden yolumuza devam etmeye hazırlandık.
Bu zahmetli seferin
sahneleri şu anda gözlerim önünde tekrar canlanırken bu satırları dayanıklı dev
dostum, felaket yoldaşım ziraat mühendisine,
Rus yol arkadaşlarıma,
ve özellikle, bedenleri Tibet dağlarında ebedi uykularına dalıp dinlenmekte
olanlarımıza; albay Ostrovski, yüzbaşı Zubof ile Turof, teğmen Pisaryevski,
Kazak Vernigora ve Tatar Muhammed Spirin'in kutsal anılarına ithaf ediyorum.
Göstermiş olduklan yardımlardan ve dostluktan ötürü Noyon ve Ta Lama olan Soldyak
prensine, Narabanşi manastırının Kampo Gelong'u sayın Jelib Djamsrap Hutuktu'ya
da derin şükranlarımı sunmak istiyorum.
Cinler ve
Periler Ülkesi
Esrarengiz
Moğolistan
U çsuz bucaksız ve
sırlarla dolu Asya'nın tam ortasında, zengin bir ülke yer alır. Bu ülke, Tanrı
Dağlan’nın karlı yamaçlarından, batı Çungarya'nın kızgın kumlarından Sayan
Dağlan'nın ağaçlı tepelerine ve Çin Seddi'ne kadar, Orta Asya'nın geniş bir
bölümünü kaplar.
Halkların, tarihin ve
efsanelerin beşiği; gizemli yüzüklerini, kadim göçebe yasalarını, Gobi'nin
kumlarına gömülü başkentlerini buralarda bırakmış olan kan dökücü fatihlerin
anayurdu... Keşişlerin, iblislerin, Kubilay Han'ın ve Cengiz Han'ın soyundan
gelme hanlarla prenslerin diyarı:
Burası Moğolistan'dır.
Rama, SakkiaMouni,
Djonkapa ve Paspa kültlerinin Ta Küre ya da Urga'daki Yaşayan Buddha Lamacı
dinsel inançta Buda'nın üçüncü enkarnasyonu Bogdo Gheghen'in; esrarengiz
hekimlerin, kâhinlerin, büyücülerin, falcıların ve cadıların; geçmişte Asya ile
Avrupa'nın yansı üzerinde saltanat sürmüş büyük hükümdarların düşüncelerini
unutulmaksızın saklayan esrarlı sıvastika 'nın diyarı: Burası Moğolistan'dır.
Çıplak dağların, güneş
altında yanıp, soğuktan ölüveren yaylaların diyarı; sığır ve insan
hastalıklarının egemen olduğu; vebanın, şarbonun, çiçek hastalığının yuvası;
kaynar sular, tekinsiz dağ geçitleri, içlerinde balık kaynaşan kutsal göller
diyarı; kurtların, antilopların, dağ keçilerinin, en nadir hayvan türlerinin
yurdu; milyonlarca dağsıçanına birden rastlanan, hiçbir zaman yular görmemiş
yaban atlarının ve eşeklerinin bulunduğu coğrafya; ovalarda terkedilmiş
bedenleri bir çırpıda parçalayıp yutan vahşi köpeklerle yırtıcı kuşların
diyarı: Burası Moğolistan'dır.
Zamanında Çin'i,
Siyam'ı, kuzey Hindistan'ı ve Rusya'yı fethetmiş ve Leh şövalyelerinin demir
mızraklarına karşı göğüslerini siper etmiş, başıboş ve yabanıl Asya'nın işgal
edilmesine karşı tüm Hıristiyan âlemine direnen ilkel halkın, şimdi ölen
ovaların kum ve tozu üzerinde atalarının kemiklerinin beyazlanmakta olduğunu
gören halkın yurdu.
Doğal zenginliklerle
dolu olan, hiç ürün vermeyen, her şeye muhtaç bulunan, büyük bir dünya
felaketinde tümüyle harap olan, ıstırapları artan bahtsız ve esrarengiz diyar:
Burası Moğolistan'dır!
Kader beni, Tibet'ten
geçip Hint Okyanusu'na erişmek için atıldığım başansız girişimden sonra, altı
aylık bir yaşam ve özgürlük mücadelesi yapmak üzere işte bu topraklara getirdi,
bıraktı. Eski ve vefakâr dostumla ben, 1921 yılında Moğolistan'da yaşanan
olaylara* ister istemez karışmak zorunda kaldık. "1921
olayları": Resmi tarihe göre, Rusya'da, 1917 Ekim Devrimi sonrasındaki
gelişmeler üzerine, Çin Moğolistan'ı işgal etti ve yönetimi, Çin Cumhuriyeti'ne
katılmaya zorladı. O sırada Bolşeviklerden kaçarak Moğolistan'a giren ve
"Deli Baron" (Ungern von Sternberg) komutasındaki Beyazlar, Çin
işgaline son vermekle birlikte, Moğol halkına karşı acımasız baskılara
giriştiler. 1921 Temmuzu'nda Kızıl Ordu'dan yardım alan devrimci Moğol güçleri,
işgalcileri yenilgiye uğratarak başkenti ele geçirdiler. Bu süreç, 26 Kasım
1924'te Moğolistan Halk Cumhuriyeti'nin ilan edilmesiyle son buldu. (Çev.n.)
Moğol ulusunun
sakinliğini, iyiliğini, dürüstlüğünü, bu çırpıntılı devrede takdir etme
olanağını buldum. Moğol ulusunun ruhunu okudum; bu ulusun acı ve umutlarının
tanığı oldum; gizemin tüm yaşama egemen olduğu, bilinmeyen karşısında
insanların yaşadığı baskı ve korkunun yarattığı dehşetin tanığı oldum.
Şiddetli soğuklar
sırasında ırmaklar gördüm, ki üzerlerini kaplayan buz tabakasını gök
gürültüsünü andıran çatırtılarla kırdılar; göl kıyılarına insan kemikleri
fırlatıp attılar; dağlar arasındaki derin vadilerde bilinmeyen ve yabanıl
sesler işittim; çamurlu bataklıklar üzerinde belli belirsiz ateşler dolaştığını
gördüm. Yanan göllere tanıklık ettim; erişilmez sivri tepelere gözlerimi dikip
baktım; kışın birçok yılanın kaynaştığı hendeklere rastladım; ezelden donmuş
çayların üzerinden geçtim; kayaklıklarda, develeri, atlıları ve arabaları taş
kesilmiş kervanları çağrıştıran şekiller gördüm; kıraç dağlar gördüm, ki
kıvrımları batan güneşin kana boyadığı, şeytanın mantosundaki kıvrımlara
benziyordu.
Yaşlı bir çoban, lanetli
Hangaylar'ın yamaçlarını göstererek, "Yukarıya bakın!" diye bağırdı.
"Bu dağ değil! Bu, kızıl paltosuna bürünüp uzanan ve iyi ruhlara karşı
olan savaşma yeniden başlamak üzere sabahı bekleyen O'nun ta kendisi!.."
Onu dinlerken Vroubel'in
mistik tablosunu anımsıyordum. Yaklaşan kurşunî bir bulutun altında, çehresi
yan saklı şeytanın erguvanı ve lacivert mantosuna bürünmüş olan aynı çıplak
dağlardı bunlar. Moğolistan, gizemlerin ve iblislerin korkunç ülkesidir.
Bu yüzden, burada,
göçebe kabilelerin kadim yaşam düzeninin her bozuluşunun; hüznün ve acının kül
rengi pelerinine veya savaşın ve intikamın mor mantosuna bürünüp çıplak dağlara
uzanmış olan şeytanın zevki adma bir kan ve dehşet akıntısına dönüşmesine hiç
şaşmamak gerekmektedir.
Koko Nur bölgesinden
dönüp Narabanşi manastırında birkaç gün dinlendikten sonra, Batı Dış
Moğolistan'ın başkenti olan Ulyassutay'a gittik. Bu, batıda gerçekten Moğol
olan son kenttir. Moğolistan'da tümüyle Moğol olan üç kent vardır: Urga,
Ulyassutay ve Ulangom. Dördüncü kent olan Kobdo ise temel olarak Çin
özellikleri taşır. Kobdo kenti, Pekin'in veya Urga’nın etkisini ancak ismen
bilen göçebe kabilelerin yaşadığı bu bölgenin Çin yönetimi altındaki
merkezidir. Ulyassutay ile Ulangom'da, Çinli yöneticilerle, başıbozuk askerî
birliklerin dışında, Yaşayan Buddha’nın iradesiyle atanmış valiler veya
"sait"ler vardır.
Bu kente gelir gelmez
kendimizi bir politik tutkular denizinde bulduk. Moğollar, büyük bir ajitasyon
içerisinde, Çinlilerce ülkelerine uygulanan politikayı protesto ediyorlardı.
Kızgınlık içinde olan Çinliler de, Moğolistan'ın Pekin'den zorla koparılmış
olan özgürlüğünden bu yana geçen döneme ait vergilerin verilmesini istiyorlardı.
Kente ve büyük manastırın çevresine yıllardan beri yerleşmiş bulunan Ruslar,
hiziplere ayrılıp birbiriyle mücadeleye girişmişlerdi. Dış Moğolistan'ın
özgürlüğünü korumak amacıyla Rus generali Baron Ungern von Sternberg'in
komutasında başlamış olan çatışmalara ilişkin Urga'dan haberler geliyordu. Rus
subay ve mültecilerinden birlikler oluşturuluyor ve bunların varlığını, Çin
yetkilileri protesto ederken Moğollar da hoşnutlukla kabul ediyorlardı.
Moğolistan'da beyaz Rus birliklerinin oluşturulmasından rahatsızlık duyan
Bolşevikler, Ulyassutay ile Urga'ya İrkutsk'tan askerî birlikler
gönderiyorlardı. Bolşevik'lerden Çin komiserlerine gelen haberciler bunlara her
türlü öneriyi getiriyorlardı. Öte yandan, Moğolistan'daki Çinli yetkililer
Bolşeviklerle aşamalı bir şekilde gizli ilişkiler kuruyorlardı. Khathyl ile
Ulangom'da bulunan Rus mültecilerini bunlara teslim ediyorlar ve böylelikle de
uluslararası hukuku ihlâl ediyorlardı. Urga'da Bolşevikler bir Rus komünist
belediyesi kuruyorlar, buradaki Rus yetkilileri hiçbir şey yapmıyorlardı. Kızıl
kıtalar, Koşu gölü ile Selenga vadisi bölgelerinde Beyaz Rus birlikleri ile
kanlı çatışmalara girişiyorlardı. Çin yetkilileri Moğol kentlerine garnizonlar
yerleştiriyor ve bu karışıklığı tamamlamış olmak üzere de,
Çin birlikleri durumdan
yararlanıp yağma ve hırsızlık amacıyla evlere giriyorlardı.
Uryanhay, Moğolistan,
Torguteli, Kansu ve Koko Nor'da Yenisey boyunca sürmüş olan çetin ve tehlikeli
yolculuk sonrasında biz nasıl da bir belaya çatmıştık!..
Sadık dostum bana,
"Biliyor musun," dedi, "İnsanı böyle her gün biraz daha
tasalandıran haberler bekleyeceğime, partizanları boğup hong çeteleriyle
dövüşmeyi tercih ediyorum?"
Hakkı vardı, işin en
korkunç yanı şuydu: Olumlu olaylara ait haberlerin bize dedikodularla,
söylentilerle karışarak geldiği bu kasırga ile bu kargaşa arasında Kızıllar
karışıklıklardan yararlanarak Ulyassutay'a yaklaşıp bir tek mermi bile yakmadan
herkesi ele geçirebilirlerdi. Bu denli az güvenli olan bir kentten hoşnutluk
içinde çıkar giderdik ama nereye gideceğimize dair en ufak bir fikrimiz yoktu.
Kuzeyde Kızıl Ordu partizanları bulunuyorlardı. Güneyde arkadaşlarımızı
yitirmiş ve kendi kanımızı dökmüştük; batıda Çin yöneticileriyle askerî
birlikleri faaliyetteydi. Doğuda savaş patlamıştı ve Çin yetkililerinin
koydukları sansüre karşm, gelen haberler Dış Moğolistan'ın bu bölümündeki
durumun ciddiliğini dile getiriyordu. Bu durumda, tercih edebileceğimiz bir
seçenek yoktu. Ulyassutay'da kalmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Burada birçok
Polonyalı askerle iki Polonyalı aile ve iki Amerikan firması vardı ve herkes
aynı kötü koşullar içerisinde bulunmaktaydı. Olayların gelişimini dikkatle
izleyerek birleştik ve kendi istihbaratımızı kendimiz kurduk. Gerek Çin
komiseri, gerek Moğol sait ile iyi ilişkiler kurmayı başardık. Bu da, ne yapacağımızı
belirlemede bize çok yardımcı oldu.
Moğolistan'daki tüm bu
olayların ardında aslında neler yatıyordu? Ulyassutay'daki işten anlar Moğol
sait bana bu durumu şöyle açıkladı: "Moğolistan, Çin ve Rusya arasında 21
Ekim 1912, 23 Ekim 1913 ve 7 Haziran 1915 tarihlerinde yapılmış olan
antlaşmalara göre, Dış Moğolistan özgürlüğüne kavuşuyordu. Bizim 'San İnancın'
ruhani lideri olan Yaşayan Buddha, Bogdo Djebtsung Damba Hutuktu Han unvanıyla,
Khalkha ile Dış Moğolistan'daki Moğolların hükümdarı oluyordu. Rusya, gücünü
sürdürüp Asya politikasına özen gösterdiği sürece Pekin hükümeti anlaşmaya
uydu. Fakat, Almanya ile olan savaşın başlangıcında Rusya, Sibirya'dan
birliklerini çekmek zorunda kalınca, Pekin, Moğolistan'da kaybetmiş olduğu
haklarını geri istemeye başladı. Bunun içindir ki 1912 ve 1913 antlaşmaları,
1915 uzlaşmasıyla tamamlanmıştır. Bu, böyle olmakla birlikte 1916'da, bütün Rus
kuvvetlerinin şanssız bir savaşta bir yerde toplanması ve daha sonraları, ilk
Rus devriminin 1917 Şubatı'nda başlayıp Romanof hanedanını devirmesi üzerine,
Çin hükümeti Moğolistan'ı açıkça işgal etti. Bütün
Moğol bakanlarla saitlerini
azledip Çin'e sempatisi olan kimseleri bunların yerine getirdi; özerklik
yanlısı birçok Moğol tutuklanıp Pekin'e cezaevlerine gönderildi. Çin, Urga ile
diğer Moğol kentlerinde kendi egemenliğini kurdu. Yönetimi, Kutsal Bogdo Han'ın
elinden aldı; onu Çin kararnamelerini imzalayan bir robota dönüştürdü. Sonunda,
Moğolistan'a kendi askeri birliklerini soktu. O andan itibaren Moğolistan,
yığınla Çinli tüccar ve işçinin akınına uğradı. Çinliler, 1912 yılına kadar
olan tüm vergi ve ödentileri istemeye başladılar. Moğol nüfusun mallan hızla
ellerinden alındı. Şimdi, kentlerle manastırlar civarında, soyulup iflasa
sürüklenmiş Moğol kalabalıklarının yeraltı izbelerinde yaşadıkları görülüyor.
Bütün tezgahlarımıza, bütün hazinemize el konuldu. Bütün manastırlar vergi
vermeye zorlandı. Ülkelerinin özgürlüğü için çalışan tüm Moğollara zulüm
yapıldı. Çinliler para, nişan ve rütbe vererek satın aldıkları yoksul Moğol
prenslerinden kendilerine yandaşlar bulmayı başardılar. Yönetici sınıfın,
Hanların, Prenslerin Yüksek Lamaların ve aynı zamanda mağdur ve mazlum halkın
geçmişte Moğol hükümdarlarının Pekin'i ve Çin'i ellerine geçirip, onu Asya'da
en yüksek düzeye çıkarmış olduğunu anımsayarak davranan Çinli yöneticilere
karşı niçin düşmanca davrandıkları kolaylıkla anlaşılır. Ne var ki, ayaklanma
olanaksızdı. Silahımız yoktu. Tüm liderlerimiz gözhapsi altındaydılar. Silahlı
bir direniş hareketi, Moğolistan'ın özgürlük mücadelesinde daha önceden açlık
ve işkence sonucunda seksen soylu Prens ve Lamamızın ölmüş oldukları Pekin
cezaevlerinde son bulacaktı. Halkı ayağa kaldırmak için olağanüstü bir şey
olması gerekiyordu. Hareketin başlamasına neden olanlar, Çinli yöneticilerin
kendileri, general Cheng Yi ile general Chu Chihsiang oldu. Kutsal Bogdo Han'ın
kendi sarayında tutuklandığmı bildirdiler ve kendisine de Moğollarca yasal
olarak Kutsal Yaşayan Buddha olduğu kabul edilmeyen, Pekin hükümetinin eski
kararnamesini anımsattılar. Bu kadarı fazlaydı. Derhal, halk ile onun Yaşayan
Tanrısı arasında gizli ilişkiler kuruldu: Kutsal unvanının kurtarılıp halkımıza
bağımsızlık ve özgürlüğünü geri getirecek mücadele planlan yapıldı. Buryatlar'ın
büyük hükümdarı Djam Bolon'dan yardım gördük. Bu hükümdar o zamanlar
Transbaykallar'da Bolşeviklerle savaşmakta olan General Ungern'le müzakereye
oturdu. Çinlilere karşı olan savaşımızda bize yardım için kendisini
Moğolistan'a çağırdı. Bağımsızlık mücadelemiz o zaman başladı..."
Ulyassutay Sait'i durumu
bana işte böyle anlattı. Daha sonra, öğrendim ki Moğolistan'ın bağımsızlığı
için savaşmayı kabul etmiş olan Baron Ungern, kuzey eyaleti Moğollarının
seferberlik emrinin hemen verilmesini istedi ve Kerulen nehri boyunca
ilerlemekte bulunan kendi birliğiyle Moğolistan'a girmeye karar verdi. Bir süre
sonra da albay Kazagrandi komutasındaki diğer Rus birliğiyle birleşti ve
seferber edilen Moğol süvarilerinin yardımıyla Urga'ya saldırdı. İki kez yenildiyse
de 3 şubat 1921 tarihinde kente girmeyi başardı ve Hanlar, Yaşayan Buddha'yı
tahtına tekrar oturttu. Ancak, mart sonuna gelindiğinde, bu olaylar
Ulyassutay'da henüz bilinmiyordu. Ne Urga’nın düştüğünden, ne de Tuul nehri
kıyısı ile Urga ve Ude lUlanUde] arasındaki yollarda cereyan etmiş olan
çatışmalarda yaklaşık 15 bin kişilik Çin ordusunun yok edildiğinden haberimiz
vardı. Çinliler, hiç kimseyi Urga'nın batısına geçirmemekle gerçeği özenle sakladılar.
Bu sırada, ortalığı karıştıran söylentiler dolaşıyordu. Durum ciddileşiyordu.
Bir yandan Çinliler, öte yandan Moğollarla Ruslar arasındaki ilişkiler giderek
gerginleşiyordu. O devirde Ulyassutay'daki Çin komiseri Wang Tsaotsun ve
yardımcısı Fu Hsiang'dı ve ikisi de genç ve deneyimsizdi. Çinli yetkililer
Ulyassutay Sait'i, Moğol yurtsever Prens Chultun Beyli'yi azletmişler, yerine
Çin yanlısı bir Lama prensini,
Urga'daki eski savaş
bakanının yardımcısını getirmişlerdi. Gerilim giderek artıyordu. Rus subay ve
yerleşimcilerinin evleri arandı, Bolşevik'lerle açıkça ilişkilere girildi,
tutuklamalar oldu ve insanlara meydan dayakları atıldı. Rus subayları
kendilerini savunmak amacıyla gizlice altmış kişilik bir birlik kurdular.
Fakat, bu birlikte, Yarbay M.M. Michailof ile subaylarından birkaçı arasında
anlaşmazlık çıktı. Belli ki en gereken anda birlik, birbirine rakip hiziplere
bölünecekti.
Biz yabancılar Kızıl
kıtalarının gelip gelmediklerini anlamak üzere bizzat keşfe çıkmayı
kararlaştırdık. Arkadaşımla ben, bu işi kendimiz halletmeye karar verdik. Prens
Chultun Beyli bize, Rusça'yı mükemmel biçimde okuyup yazabilen Tzeren adında
yaşlı bir Moğolu kılavuz olarak verdi. Bu, bazen Moğol bazen de Çin yetkilileri
için çevirmenlik yapan ve önemli bir konumda bulunan bir kişiydi. Bir süre
önce, çok önemli belgelerle özel bir görev için Pekin "e gönderilen bu
kişi, Ulyassutay ile Pekin arasındaki mesafeyi, yani üç bin kilometreyi, ne
kadar inanılmaz görünürse görünsün yalnızca dokuz günde almıştı. Bu yolculuğa
karnını, göğsünü, bacaklarını ve boynunu pamuklu bezlerle sararak, eyer
üzerinde geçecek uzun saatlerin neden olacağı kas gerilmeleri ve benzeri
sorunlardan kendini korumuştu. Kalpağında, kuş kadar hızlı gitmek emrini
aldığının bir belirtisi olarak, üç kartal tüyü taşıyordu. Her posta
menzilinden, biri kendisine ait ve diğeri eyerlenmiş olarak yedeğinde götürdüğü
iki atla hem muhafızlık etmek hem de bir sonraki duraktan atlan geri getirmek
için iki ulaçen alma hakkını veren Çara adındaki özel belgeye sahipti. Her
menzil arasındaki yirmibeş ile kırk kilometreyi at ve muhafız değiştirerek
dörtnala katetti. Önü sıra, en iyi atlarla, bir ulaçen gidiyor ve geleceğini
haber verip sonraki menzilde yeni atlar hazırlıyordu. Her ulaçen 'in üç atı
vardı; böylelikle takati kalmayan attan iner ve dönüşte bulup geri getirmek
üzere bu atı otlamaya bırakabilirdi. Her üç menzilde bir, eyer üstünde,
kendisine sıcak ve tuzlu bir yeşil çay veriliyor ve o da güneye doğru koşuya
devam ediyordu. Onyedi, onsekiz saat at koşturduktan sonra menzilde geceyi veya
gecenin kalan kısmını geçirmek üzere konaklıyor, bir koyun budu haşlaması yiyip
uyuyordu. Böylelikle günde bir öğün yemek yiyor, beş kez de çay içiyordu. Bu
mesafeyi dokuz günde işte böyle geçmişti!
İşte bu adamla, soğuk bir kış sabahı, beş yüz
kilometre ötedeki Kobdo'ya doğru yola çıktık. Çünkü, Kızıllar Ulangom'a girmiş
ve. Çinli yetkililerin kentte bulunan bütün Avrupalıları kendilerine teslim
etmiş olduklarına dair kaygılandıncı söylentiler bize ulaşmıştı. Dzaphan
nehrini buz üstünde geçtik. Bu korkunç bir ırmaktır. Yatağı yerinde durmayan
kumlarla doludur ve burada yazın, sayısız deve, at ve insanlar kaybolur. Uzun
ve yılan gibi kıvrılan bir vadiye girdik. İki taraftaki dağlar kalın bir kar
tabakasıyla örtülüydü ve çevremizde tek tük karaçamlar vardı. Kobdo'nun yan
yolunda, karanlığının çökmesi ve şiddetli bir tipinin başlaması üzerine küçük
Bağa gölünün kıyısında bulduğumuz bir çoban yurta 'sına girdik. Yurta 'nın
yakınında eyeri gümüş ve mercanlarla süslü güzel bir doru at duruyordu. Yoldan
ayrılıyorduk ki iki Moğol aceleyle yurta 'dan çıktılar. Bunlardan biri eyere
atlayıp ovada karlı
tepeler ardında hızla
kayboldu. Geniş gocuğu altında sarı giysisinin parlak kıvrımlarını fark
edebiliyorduk. Yeşil deriden kını içinde kılıcını da gördük; kabzası boynuz ve
fil dişindendi. Öteki adam, yerel bir Prensin çobanıydı. Bizi görünce bir hayli
sevindi ve yurta 'sına aldı. Sordum:
"Doru atlı süvari
kimdi?"
Bakışlarım yere indirdi
ve sustu. Israrla, "Onun kim olduğunu söyleyin," dedim. "Eğer
söylemezseniz bu, tehlikeli bir adamla ilişkide bulunduğunuz anlamına
gelir."
Ellerini kaldırıp,
"Hayır! Hayır!" dedi. "O iyi adam... O harika bir adamdır...
Fakat yasa onun admı söylememe izin vermez..."
Anlamıştık. Adam ya bu
çobanın efendisi ya da büyük bir lama idi. Bu yüzden daha fazla ısrar etmeyerek
geceyi geçirmeye hazırlandık. Ev sahibimiz, iri bıçağını büyük bir ustalıkla
kullanarak kemiklerinden sıyırdığı, üç koyun budunu bizim için haşlamaya koydu.
Sohbet ettik. Öğrendik ki bölgede hiç kimse Kızılları görmemişti; fakat
Ulangom'la Kobdo'da Çin askerleri halka zulmediyor ve kadınlarını Çin
askerlerinin kötü niyetlerine karşı koruyanları da döverek öldürüyorlardı.
Moğollardan kimileri dağlara çıkmışlar ve kendilerine silah vermekte olan
Altaylı Tatar subayı Kaygarodof’un birliğine katılmışlardı.
İntikamcı
Esrarengiz Lama
B uz gibi bir soğukta
karlar arasında iki gün sürmüş olan yaklaşık üç yüz kilometrelik bir
yolculuktan sonra bu yurta 'da, gerçekten hakettiğimiz bir istirahate çekildik.
Serbestçe ve kayıtsızca görüşüp akşam yemeğimizin lezzetli koyun etinden
tadıyorduk ki boğuk ve kalın bir ses işittik:
"Sayn (İyi
akşamlar)..."
Başımızı korluktan
[mangaldan] kaldırıp kapıya doğru çevirdik. Karşımızda orta boylu ve topluca,
sırtına geyik derisinden başlıklı bir gocuk giymiş, bir Moğol duruyordu.
Oldukça acele gitmiş olan atlının üzerinde gördüğümüz! yeşilden kınlı geniş
kılıcı kemerindeydi. Karşılık verdik:
" Omursayn..."
Kemerini hızla çözüp
gocuğunu attı. Dövme altın gibi sapsarı uzun ipek giysisi ve son derece güzel
parlak mavi kuşağıyla karşımızda duruyordu. Tümüyle tıraş edilmiş yüzü, kısa
kesilmiş saçları, sağ elinde kırmızı mercandan tespihi, uzun san giysisi her
şeyi bize anlatıyordu. Karşımızda, mavi kuşağına sokulu büyük Kolt
tabancasıyla, büyük bir Lama rahibi bulunuyordu.
Ev sahibimizle Tzeren'in
bulundukları yöne baktım ve yüzlerinde korku ve saygı okunuyordu. Yabancı,
ateşin yanına gelip oturdu. Bir et parçası alarak, "Rusça konuşalım,"
dedi.
Konuşmaya başladık.
Yabancının ilk sözü Urga'daki Yaşayan Buddha yönetimini eleştirmek oldu:
"Orada,
Moğolistan'ı kurtarıyorlar, Urga'yı alıyorlar, Çin ordusunu kaçırıyorlar ve
sonra, burada, batıda, bize durumu bildirmiyorlar.
Çinliler yurttaşlarımızı
öldürüp soyarken biz burada kımıldamıyoruz.
Bogdo Han, eminim ki,
bize haberciler gönderebilirdi. Nasıl oluyor, da Çinliler Urga ile Kyakhta'dan
Kobdo'ya haberci gönderiyor da Moğol hükümeti aynı şeyi yapamıyor? Niçin?"
Sordum: "Çinliler
Urga'ya takviye gönderebilecekler mi? Ziyaretçimiz boğuk bir sesle güldü:
"Bütün habercileri
yakaladım, götürdükleri belgeleri elleriden aldım ve kendilerini de
gönderdim... yerin dibine."
Tekrar gülüp ateş saçan
gözleriyle çevreye baktı. Ancak o zaman dikkat ettim ki elmacık kemikleri ve gözleriyle
Orta Asya Moğollarına pek benzemiyordu. Daha çok Tatar'a veya Kırgız'a
benziyordu. Susuyor ve çubuklarımızı çekiyorduk.
"Çahar birliği
Ulyassutay'dan ne zaman ayrılacak," diye sordu.
Bundan söz edildiğini
duymadığımızı söyledim. Lamarahip, Çin yetkililerinin, Çin Seddi'nin dışında
dolaşan savaşçı Çahar kabileleri mensuplarından seferber edilen kuvvetli bir
birliği gönderdiklerini anlattı. Birliğin komutanı, Kobdo ve Uryanhay
bölgelerinden bütün kabileleri Çin'e bağlayacağını vaadetmesinden ötürü Çin
hükümetince kendisine yüzbaşı rütbesi verilmiş olan tanınmış bir Hong
lideriydi. Lama, nereye hangi nedenlerle gitmekte olduğumuzu öğrenince, en
doğru haberleri verebileceğini ve daha ilerilere gitmekten bizi kurtaracağını
söyledi.
"Ayrıca pek
tehlikeli bir iştir bu," dedi. "Çünkü Kobdo yakılacak ve katliam
olacak. Bunu biliyorum."
Tibet'ten geçmek için
girişmiş olduğumuz umutsuz yolculuğu öğrenince bize oldukça yakın bir ilgi
gösterdi ve samimi üzüntü duygularıyla şöyle dedi:
"Bu işte size
yardım edebilecek tek kişi bendim. Narabanşi Hutuktusu bir şey yapamazdı. Benim
'bırakın geçsinler' sözümle Tibet'te istediğiniz yere gidebilirdiniz. Ben
Tuşgun Lama'yım..."
Tuşgun Lama! Ona dair
nice müthiş maceralar dinlemiştim! Bu bir Rus Kalmuğudur. Kalmuk halkının
bağımsızlığı uğruna yaptığı propagandaları nedeniyle, Çarlık döneminde birçok
Rus cezaeviyle tanıştı. Bolşevik yönetiminde de, aynı amaç uğrundaki
çalışmalarına devam etti. Moğolistan'a kaçtı ve Moğollar arasında büyük bir
etki kazandı. Gerçekten, Lamacılığın en bilgilisi ve ünlü bir keramet sahibi ve
hekim olarak tanınan Potala'daki Dalai Lama'nın yakın dostu ve öğrencisiydi.
Yaşayan Buddha ile olan ilişkilerinde hemen hemen ayrıcalıklı bir konumu vardı.
Batı Moğolistan ile Çungarya'daki bütün göçebe kabilelerin komutanlığını almış
ve hatta, siyasi egemenliğini Türkistan'daki Moğol kabilelerine kadar yaymıştı.
Etkisine dayanılamazdı. Çünkü bu etki, kendisinin de söylediği gibi, gizemli
bilime dayanıyordu. Bana söylendiğine göre de, daha çok Moğollara telkin ettiği
korkudan ileri geliyordu. Emirlerine kim uymadıysa yok olmuştu. Yurta 'da veya
ovada dörtnala giden atın yanımda olsun, Dalai Lama'nın tuhaf ve kudretli
dostunun hangi gün, hangi saatte ortaya çıkıvereceğini kimse bilemezdi. Bir
bıçak darbesi, bir tabanca kurşunu veya boynu mengene gibi sıkan güçlü
parmaklar... İşte, bu keramet göstericisinin planlarına yardım eden adalet
yöntemleri böyleydi! Yurta 'nın içinde rüzgar ıslık çalıp homurdanarak gergin
abaya karları savuruyordu. Rüzgarın uğultusu arasında bağırtıların,
iniltilerin, gülüşmelerin birbirine karıştığı türlü türlü sesler duyuluyordu.
Böyle bir ülkede, göçebe kabileleri mucizelerle hayrete düşürmek güç olmasa
gerek diye düşünüyordum. Çünkü, doğanın kendisi de buna ilişkin koşullan sunuyordu.
Tüm bunları düşünmeye ancak zaman bulmuştum ki Tuşgun Lama başını kaldırıp
gözlerini birdenbire gözlerime dikti ve şöyle dedi:
"Doğada
bilinmeyenler çoktur. Mucizeyi oluşturan da bu bilinmeyenleri kullanma
sanatıdır. Ne var ki, bu güç yalnızca çok az sayıda kişiye verilmiştir. Size
bunu kanıtlayacağım. Ve siz de bana daha önce böyle bir olay görüp
görmediğinizi söyleyeceksiniz."
Ayağa kalktı, san
giysisinin kollarını sıyırdı. Bıçağını aldı ve çobana doğru yürüdü.
"Mişik! Ayağa
kalk!" dedi.
Çoban ayağa kalkınca
Lama onun gömleğini açıp göğsünü ortaya çıkardı. Niyetinin ne olduğunu henüz
anlayamadan Tuşgun'un, bıçağını ansızın tüm kuvvetiyle çobanın göğsüne
sapladığını gördüm. Moğol kanlar içinde yere yuvarlandı ve Lamanın ipek
giysisine de kan sıçradı.
"Ne yaptınız!"
diye bağırdım.
Şimdi sapsarı olan
yüzünü bana döndürerek mırıldandı:
-
"Şişşşt... Sessiz
ol!"
Birkaç bıçak darbesiyle
Moğol'un göğsünü yardı. Adamın ciğerlerini gördüm, yavaş yavaş inip kalkıyordu.
Kalbinin çarptığını da farkettim. Lama, adamın organlarına eliyle dokundu.
Artık kan akmıyordu ve çobanın yüzü de oldukça sakindi. Gözleri kapalı, çok
derin bir uykuya dalmış gibi yatıyordu. Lama yine bıçağını kullanarak çobanın
karnını da açmaya başlaymca dehşete kapıldım ve gözlerimi kapadım. Tekrar
gözlerimi açtığımda çobanın, gömleğinin önü hâlâ açık, göğsü sapasağlam, yan
yatmış ve rahat rahat uyumakta olduğunu görünce şaşkınlığım daha da arttı.
Lama, ateşin karşısına sükûnetle oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu. Düşüncelerine
dalmış, ateşe bakıyordu. Dayanamadım:
"Bu müthiş bir şey!
Daha önce hiç böyle bir şey görmedim..."
Çoban sordu: "Siz
neden söz ediyorsun?" "Lamanın gösterisinden ya da
'mucize'sinden..."
Lama umursamazca yanıt
verdi: "Ben herhangi bir şey yapmadım!" Arkadaşıma sordum: "Olan
biteni görmedin mi?" Uykulu bir sesle, "Neyi?" dedi.
İşte o zaman birden,
Tuşgun Lama'nın hipnotik gücünün kurbanı olduğumu anladım; fakat bunu masum bir
Moğol'un ölümünü seyre tercih ederdim! Çünkü Tuşgun Lama'nın, zulmüne
uğrayanların, göğüslerini ve karınlarını açtıktan sonra bu denli kolayca tekrar
dikebileceğini sanacak kadar saf olmamam gerekirdi!..
Ertesi gün, ev
sahiplerimizden izin aldık. İşimiz bitmiş olduğundan geri dönmeye karar verdik.
Tuşgun Lama, kendisinin uzun mesafeler katedeceğini anlattı. O, çoban veya,
avcı yurta 'smda olduğu gibi, prenslerin ve kabile reislerinin görkemli
çadırlarında da derin saygı ve dinsel korkuyla sarmalanmış olarak, mucize ve
kehanetleriyle zengini de yoksulu da kendisine çekip bağlayarak yaşıyor ve tüm
Moğolistan'da yolculuk ediyordu.
Bize veda ederken büyücü
Lama kurnaz kurnaz gülümsedi: "Benden Çin yetkililerine sözetmeyin."
Sonra, ekledi:
"Dün akşam
gördüğünüz anlamsız bir gösteriden ibaretti. Siz, Avrupalılar, biz, cahil
göçebelerin, esrarengiz bilimlerin gücüne sahip olmamızı kabul etmek
istemezsiniz. Kutsal Tashih Lama'nın, bir bakışta kadim Buda heykelinin önünde
duran lambalarla mumlan yakıverdiğini ve tanrı heykellerinin dile gelip
kehanete başladıkları zamanki mucizelerini ve gücünü bir görseydiniz! Fakat, ondan
da güçlü, ondan da kutsal bir bir insan vardır..."
Sözünü keserek birden
sordum: "Agarti'deki dünyanın hâkimi mi?"
Şaşkınlık içerisinde,
gözlerimin içine baktı ve kaşlarını çatarak sordu:
"Siz...
Kendilerinden söz edildiğini işittiniz mi?"
Birkaç saniye
sessizlikten sonra, kısık gözlerini kaldırdı ve dedi ki:
"Onun saygıdeğer
adını yalnızca bir tek kişi bilir. Şimdi yaşamakta olan bir kişi de Agarti'ye
gitmiştir... O da benim... Kutsal Dalai Lama bu
nedenle beni
onurlandırmışlardır. Ve yine bu nedenle Urga'daki Yaşayan Buddha benden
çekinir.
Fakat, boşuna! Çünkü
Lhasa'daki başrahipliğin Kutsal Tahtı'na hiçbir zaman oturmayacağım gibi;
Cengiz Han'dan san dinin reisine kadar intikal ederek gelmiş olana da
ilişmeyeceğim. Ben rahip değilim. Ben savaşçıyım ve intikamcıyım... "
Bir anda eyerin üstüne
atladı, dizginiyle atını kamçıladı ve atı yerinde döndürürken, yumuşak bir
sesle Moğolların veda sözünü tekrarladı:
"SaynL.
SaynbaynaL." Sonra gitti...
Dönüşte Tzeren bize,
Tuşgun Lama adının çevresinde dönen yüzlerce efsaneden söz etti. Özellikle bir
tanesi aklımda kaldı. Bu, 1911 veya 1912"de, Moğolların silah gücüyle Çin
egemenliğinden kurtulmak istedikleri bir dönemdi. Çin genel karargâhı batı
Moğolistan'da, Kobdo'da bulunuyordu. Burada, en iyi subaylar tarafından komuta
edilen onbin kadar asker vardı. Çinlilere karşı olan savaşta kendini gösteren
ve Yaşayan Buddha'dan Hun Prensi unvanını alan sıradan bir çobana, HunBaldon'a,
Kobdo'yu ele geçirme emri verilmişti. Kan dökücü, korkusuz ve bir dev kadar
güçlü olan Baldon, kötü bir şekilde silahlanmış Moğollarla birçok kez kente
saldırmış fakat her seferinde de mitralyöz ateşi altında adamlarından birçoğunu
kaybederek geri çekilmişti. Derken beklenmedik şekilde Tuşgun Lama gelmişti.
Bütün askerleri biraraya toplayarak şunları söylemişti:
"Ölümden
korkmamalısınız, geri çekilmemelisiniz! Yurdunuz Moğolistan için savaşıyorsunuz
ve bu uğurda öleceksiniz; çünkü tanrılar ülkenize görkemli bir gelecek vaad
ediyor. Bakın da görün Moğolistan'ın kaderini!.."
Sonra, bütün ufku
kavrayacak şekilde eliyle bir hareket yaptı ve birden askerler bulundukları
bölgenin zengin yurtalarla, at ve davar sürülerinin otladığı çayırlarla dolu
olduğunu
gördüler. Ovada,
atlarına çok değerli eyerler vurulmuş sayısız atlılar
oraya çıktı... Kadmlar
en güzel ipeklilerini giyinmişlerdi. Kulaklarında görkemli gümüş küpeler vardı.
Çok ince bir şekilde düzenlenmiş saçları çok pahalı süslerle bezenmişti. Çinli
satıcılar, çevrelerini tzirikler, yani parlak giysili askerler çevirmiş olan
kibar tavırlı Moğol sairlerine mallarını sunarak sonu gelmez bir kervanı sürüp
götürüyorlardı.
Az sonra görüntü
kaybolmuştu ve Tuşgun Lama sözlerine devam etti: "Ölümden korkmayın! Ölüm,
dünyadaki işlerin bitişi ve sonsuz kutsallığa götüren yoldur. Yüzlerinizi
Doğuya doğru çevirin. Savaşta ölen kardeşlerinizi ve arkadaşlarınızı görüyor
musunuz?"
Moğol savaşçılar
şaşkınlık içerisinde bağırdılar: "Evet, evet görüyoruz!" Ilık ve
yumuşak bir ışıkla yıkanan yurta lara ya da tapınak kemerlerine benzeyen bir
yapı görüyorlardı. Duvarlar ve zemin, tümüyle kırmızı ve sarı ipek kumaşlarla
kaplıydı. Sütunlar ve duvarlar aydınlıktı, pırıl pırıl parlıyordu... Büyük ve
kıpkırmızı bir sunakta altın şamdanlarda adak mumları yanıyordu... Saf gümüşten
kâseler ağızlarına kadar süt veya cevizle dolu idi. Kobdo'ya karşı yapılan son
saldırıda ölmüş olan Moğollar yere serilmiş yumuşak minderlere oturmuşlardı.
Önlerine parlak ve alçak sofralar kurulmuştu. Bunlar dumanları tüten
yiyeceklerle, lezzetli koyun ve oğlak etleri, içleri çayla veya şarapla dolu
uzun ibrikler, borsuk denilen tatlı ve nefis çörekler, koyun yağıyla kaplı misk
gibi kokan zaturan, katı peynir, hurma, kuru üzüm ve cevizlerle doluydu.
Saldırıda ölmüş olan tüm savaşçılar altın çubuklarda tütün içiyor ve neşe
içerisinde söyleşiyorlardı...
Bu görüntü de kayboldu
ve bu manzaraya hayran Moğollar karşısında yalnızca eli hâlâ havada, esrarengiz
Lama kaldı.
"Haydi savaşa!
Zaferi kazanmadan geri dönmeyin! Kavgada yanınızdayım! Saldın başladı. Moğollar
çılgınca çarpıştılar ve yüzlercesi öldü; fakat o hızla Kobdo'nun içlerine kadar
girdiler. O zaman, Avrupa kentlerini yıkmış olan barbarların çoktan unutulmuş
olan sahnesi tekrar canlandı. HunBaldon, önü sıra, kırmızıdan parlak
bayraklarla bezenmiş üçgen bir mızrağı dolaştırdı. Bu, kenti üç gün boyunca
Moğol savaşçıların yağmasına bıraktığına işaretti. Bunun üzerine katliam ve
soygun başladı. Bütün Çinliler öldürüldü. Kent yakıldı, kalenin surları
yıkıldı. Bundan sonra HunBaldon Ulyassutay'a saldırarak buradaki Çin kalesini
de yıktı. Mazgalları devrilmiş, kuleleri yıkılmış, kapılan artık işlevini
yitirmiş kalenin ve yangının yakıp kül ettiği resmî binaların ve kışlaların
arta kalan yıkıntılan hâlâ ortadadır.
Çahar'lar
Urlyassutay'a
döndüğümüzde, Moğol saire kaygılandıncı haberler gelmiş olduğunu öğrendik.
Kızılların, Koşu gölü bölgesinde albay Kazagrandi'yle çatıştığı bildiriliyordu.
Sait, Kızılların güneye doğru Ulyassutay'a kadar bir ileri harekette
bulunacaklarından kuşkulanıyordu. İki Amerikan ticaret evi işlerini tasfiye
ettiler. Bütün dostlarımız, doğudan gönderilmiş olan Çahar birliğine
rastlayacaklarından çekiniyorlardı. Kentten ayrılmakta tereddüt etmekle
birlikte, derhal çıkıp gitmeye de hazırdılar. Bu birlik, olayların gidişatını
değiştirebileceğinden, gelmelerini beklemeye karar verdik. Birkaç gün sonra,
kavgacı iki yüz kadar Çahar haydudu, eski bir Çin hong'unun komutasında
geldiler. Başlarındaki adam zayıf, uzun boylu, elleri hemen dizlerine kadar
inen, yüzü güneş ve rüzgardan sertleşmiş, alnında ve yanağında iki büyük yara
izi taşıyan biriydi. Bu yaralardan biri adamın bir gözünü kapamıştı. Geri kalan
gözünün, bir atmacanınki gibi, delip geçen vahşi bir bakışı vardı. Başına vaşak
postundan bir kalpak geçirmişti. Çahar birliğinin komutanı işte böyle bir
adamdı. Gece karanlığında, tenha bir sokakta rastlamaktan çekinilecek kadar
sinir bozucu ve tekinsiz bir herifti...
Birlik, kale
yıkıntılarının içinde, şimdi Çin komiserine genel karargâh hizmeti gören tek
yapının yalanma yerleşti. Çaharlar, tam geldikleri gün, bir Çin düğününü,
kaleden ancak sekiz yüz metre uzaktaki bir Çin ticaret evini yağmaladılar. Çin
komiserinin karışma "kahpe" diye bağırdılar
Çaharlar, Moğollar gibi,
bunda haklıydılar. Çünkü, Çin komiseri Wang Tsaotsun, Ulyassutay'a gelir gelmez
âdet olduğu üzere bir Moğol kızıyla evlenmek istemişti. Yeni sait de, ona
yaranmak arzusuyla, komiserin hoşuna gidebilecek güzel bir Moğol kızı
bulunmasmı emretmişti.
Çahar birliğinin
gelmesinden sonra hırsızlıklar, kavgalar, içki ve sefahat âlemleri birbirini
izledi. Bu yüzden Wang Tsaotsun, birliğin daha batıya, Kobdo taraflarına ve
daha sonra da Uryanhay'a doğru gönderilmesi için tüm gücünü kullandı.
Soğuk bir günün sabahı,
Ulyassutay halkı uyandığı zaman dikkat çekici bir şiddet sahnesine tanık oldu.
Üçlü gruplar halinde, uzun tüylü küçük atlara binmiş Çaharlar, kentin
anayolundan geçiyorlardı. Mavi üniformaları, koyun postundan kaputları vardı.
Tepeden tırnağa kadar silahlıydılar. Vahşi naralar atıp bağırış çağırış
içerisinde, Çinlilerin dükkanlanyla Rus yerleşimcilerin evlerine açgözlerle
bakarak ilerliyorlardı. En önde tek gözlü reisleri, hemen arkasından da, büyük
bayraklar dalgalandırıp müzik diye dinlettikleri hayvan boynuzundan yapılma
boruları çalarak, beyaz kaputlu üç atlı geliyordu. Çaharlardan biri duyduğu
açgözlülüğe dayanamadı, atından atlayıp sokaktaki Çin dükkanlarından birine
daldı. Dükkandan çığlık sesleri yükseldi. Hunguç yürüdü. Çinli dükkancıların
korkak bağırtılan da hemen yükseldi. Tek gözlü reis, atmı hemen geriye
döndürdü. Çaharın dükkanm kapısmda duran atını gördü ve içeride olup bitenleri
tahmin etti. Hemen fırladı ve boğuk sesiyle Çahar'ı dışarı çağırdı ve kamçısını
bütün gücüyle suratına indirdi. Adamın yanağından kan fışkırdı. Fakat Çahar
sesini bile çıkarmadan derhal atma atladı ve sıradaki yerine geçmek üzere dört
nala uzaklaştı. Çaharlar geçerken, halk evlerine gizlenip yürekleri hoplayarak
kepenk aralıklarından korkuyla dışan bakıyorlardı. Ancak, Çaharlar sükûnetle
geçtiler ve ancak, kentten dokuz kilometre kadar ötede, Çin şarabı nakleden bir
kervana rastladıklarında doğal eğilimleri gereği saldırıp yağmaladılar, şarap
fıçılarını boşalttılar. Kobdo yakınlarında düştükleri pusuda, Tuşgun Lama
onları öyle bir karşıladı ki, kadim Tuba kıyılarında, Soyotlan ele geçirmeye
çıkmış savaşçı oğullarını Çahar ovalan bir daha asla selamlayamayacaktı...
Çahar atlılarının
Ulyassutay'dan ayrıldığı gün o kadar çok kar yağdı ki yollar geçilmez oldu ve
dizlerine kadar kara gömülen atlar yorulup ilerleyemez duruma geldi. Birkaç
Moğol atlı, kırksekiz saatte ancak kırk kilometre yol alarak büyük çabalar ve
ağır yorgunluklar pahasına Ulyassutay'a varabildiler. Kervanlar yollarda durmak
zorunda kaldılar. Moğollar, günde ancak onaltı ile yirmi kilometre giden öküz
ve yaklarla yapılacak bir yolculuğu denemeye bile razı olmuyorlardı. Yalnızca
develer kullanılabilirdi. Ne var ki yeterince deve yoktu ve deveciler, yaklaşık
iki bin üçyüz kilometre ötedeki KukuHoto demiryolu durağına varabileceklerini
hiç ummuyorlardı. Bir kez daha beklemek zorundaydık.
Neyi beklemek? Ölümü mü?
Kurtuluşu mu? Bizi sadece enerjimiz ve gücümüz kurtarabilirdi. Dostum ve ben,
yanımıza bir çadır, bir ocak ve yiyecek maddeleri alarak, Moğol Sait'in Kızıl
işgalinden korktuğu Koşu gölü kıyılarına doğru yola yeni bir serüvene çıktık.
Yagastay'ın Cini
Küçük kafilemiz, biri
yük, dördü binek olmak üzere beş J\» deveden ibaretti. Boyagöl ırmağı vadisini
izleyerek kuzeye doğru hareket ettik. Yol, taşlı ve kalın bir kar tabakasıyla
örtülüydü. Develerimiz ihtiyatla, patikayı koklayarak yürüyor ve kılavuzumuz da
deve sürücülerinin hayvanlarını yürütmek için kullandıkları "Oka!
Oka!" sözlerini tekrarlayarak bağırıyordu. Çin kalesi ile dugun'u
ardımızda bıraktık, bir dağ sırtını dolaştık ve bir suyu sığlıktan geçerek dağa
tırmanmaya başladık. Çıkış, güç ve tehlikeli oldu. Develerimiz, bu tür
durumlarda âdetleri olduğu üzere durmadan kulaklarını oynatarak, en iyi yolu
seçiyorlardı. Derelerden geçiyor, tepeler aşıyor, derinliği daha az vadilere
iniyor ve hep daha yükseklere tırmanıyorduk. Bir yerde, sivri tepelere yayılan
kül rengi bulutlar altında, karla kaplı geniş bir alanda birkaç siyah nokta
gördük. Kılavuz açıkladı:
"Bunlar obo lar, bu
geçitleri bekliyen cinler adına dikilmiş kutsal işaretler, sunaklardır. Bu
geçidin adı Yagastay'dır. Hakkında, bu dağlar kadar eski öyküler anlatılır."
Bu öykülerden birkaçını
anlatmasını kendisinden rica ettik.
Devesi üzerinde sallanan
Moğol dikkatle çevreye baktıktan sonra anlatmaya başladı:
"Uzun, çok uzun bir
zaman önceydi... Yüce Cengiz Han Çin tahtında oturuyor ve bütün Asya üzerinde
saltanat sürüyordu. Çinliler hanlarını öldürdüler ve ailesini de yok etmek
istediler. Fakat yaşlı ve saygıdeğer bir Lama, aileyi alıp Çin Seddi'nin
ötesine geçirdikten sonra yurdumuzun ovalarına indirdi. Çinliler
mültecilerimizi uzun bir süre aradılar ve en sonunda nerede olduklarını
buldular. Son derece hızlı atlara binmiş bir birliği, onları ele geçirmek üzere
gönderdiler. Zaman oldu ki Çinliler Yüce Han'a yetişecek oldular, ne var ki
Lama göklere yalvardı ve böylece bol bol kar yağıp yol kapandı. Develer ilerleyebilirlerdi
ama atlar bunca karda yürüyemezlerdi. Lama uzaklardaki bir manastıra mensuptu.
Bu Jahantsi Küre hanı yakınından biz de geçeceğiz. Oraya gitmek için Yagastay
geçidini aşmak gerekir. İşte, tam burada, yaşlı Lama birdenbire hastalandı,
başı döndü ve öldü. Yüce Han'ın karısı Ta Sin Lo ağlamaya başladı; fakat
aşağıda Çinli atlıların vadiden dört nala geçtiklerini görerek geçide yetişmeye
çabaladı. Yorgun develer her an duruyor ve kadın da onlan yürütmek için ne
yapacağını bilemiyordu. Çinli atlılar gittikçe yaklaşıyorlardı. Neşeli
bağırtılan işitiliyordu bile. Çünkü Yüce Han'ın veliahdını öldürdükleri
takdirde mandarinler tarafından verileceği vaadedilmiş olan ödülü şimdiden
elleri arasında hissediyorlardı. Ana ile oğulun kesik başlarını Pekin'e götürüp
halkın alay ve küfür etmesi için Ch'ien Men'de teşhir edeceklerdi. Bu hali
düşünüp dehşet içinde kalan kadın, çocuğunu gökyüzüne doğru kaldırarak bağırdı:
"'Ey, yeryüzü ve
Moğol tanrıları! Moğolların adını dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar
şerefle tanıtan er kişinin oğlu bakın ne halde! Cengiz Han'ın kanından gelen bu
çocuğun ölmesine izin vermeyin!..'
"O anda oracıkta
bir kayanın üzerinde gördüğü beyaz bir fare gelip kadının kucağına oturdu ve
dile geldi:
'"Ben size yardım
etmek üzere gönderildim. Rahatça yolunuza devam ediniz. Korkmayınız. Peşinize
düşmüş olanlar yaşamlarının son anlarını yaşıyorlar. Şan ve şeref dolu bir
yaşam oğlunun kaderidir.'
"Ta Sin Lo, küçük
bir farenin üçyüz atlı ile nasıl başa çıkabileceğini anlamıyordu. Fare yere
atlayıp konuşmaya devam etti:
"'Ben
Tarbagatay'ın, Yagastay'ın ciniyim. Ben kudretliyim... tanrıların sevgilisiyim.
Fakat, mademki mucize farenin kudretinden kuşku duydun, bugünden itibaren,
Yagastay, iyiler gibi kötüler için de tehlikeli olacak!.. '
"Han'ın karısı ile
oğlu kurtuldular ama Yagastay her zaman tehlikeli kaldı. Buradan geçilirken çok
dikkatli olmak gerekir. Dağın cini, yolcuyu her an ölüme sürüklemeye hazırdır.
"
Tarbagatay'ın tüm
tepelerine taşlardan ve dallardan yapılma obo lar serpilmişti. Bir yere, Ta Sin
Lo'nun kuşkularından ötürü hiddetlenmiş Tanrıların gönlünü almak için, taştan
bir kule dikilmişti. Belli ki cin bizi bekliyordu. En sivri tepeye tırmanmaya
başladığımızda yüzümüze üfürdü: Buz gibi, yakıcı bir rüzgar esmeye, uğuldamaya
başladı. Hemen ardından yükseklerde birikmiş kar kütlelerini üzerimize atmaya
başladı. Çevremizde hiçbir şeyi göremiyor, önümüzde giden deveyi ancak
farkedebiliyorduk. Birdenbire bir darbe hissettim. Bakındım, fakat görünürde
olağanüstü bir şey yoktu. Ekmek ve etle dolu iki heybenin arasmda rahatça
oturuyor, ancak, devemin başını artık gözden kaybetmiş bulunuyordum. Yok
olmuştu o! Kaymış ve derince bir dereye yuvarlanmış ve bağlarla
tutturulmaksızın sırtına yerleştirilmiş olan heybeler bir kayaya takılarak
benimle birlikte karlar içinde kalmıştı. Yagastay'ın cini bana kötü bir oyun
oynamıştı ama bu oyun kendisini tatmin etmemişti! Bu yüzden giderek daha çok
kızdığını göstermeye başlamıştı! Kudurmuşcasına eserek bizi adeta eyer üstünden
aşağı alıyor, develeri devirecek gibi oluyor, katı karları yüzlerimize çarparak
sanki gözlerimizi körleştiriyor ve hiçbirimize soluk aldırmıyordu. Genellikle
kayaların dibinde düşe kalka, kalın kar tabakası üzerinde saatlerce büyük
zorluklarla ilerledik. Nihayet, rüzgarın ıslık çalıp bin türlü ses çıkararak
uğuldadığı küçük bir ovaya geldik. Moğol, çevrede yol arıyordu. Az sonra
ellerini ve kollarını sallaya sallaya geldi ve şöyle dedi:
"Yolu kaybettik.
Geceyi burada geçireceğiz. Ne şans! Çünkü ocağımızı yakacak odun bulamayacağız.
Oysa hava daha da soğuyacak..."
Binbir zahmetle, donmuş
ellerimizle ve rüzgara karşın çadırımızı kurmayı başarıp içine de artık
gereksiz olan ocağı yerleştirdik. Çadırın üzerini karla örttük, kar tabakaları
arasında uzun ve derin hendekler açıp, "Dzuk!
Dzuk!" (çök, çök)
diyerek develerimizi bunların içine çöktürdük. Eşyamızı da çadıra aldık.
Dostum, ocağı yakmayıp
çadırda buz gibi bir gece geçirme fikrine karşı çıktı. Ve kararını vermiş bir
adam ifadesiyle, "Odun aramaya gidiyorum," dedi.
Baltasını alıp çıktı.
Bir saat sonra kocaman bir telgraf direği parçasıyla geri geldi. Donmuş
ellerini ovalayarak, "Siz, Cengiz Han'lar! Baltalarınızı alıp sol tarafa,
dağa gidiniz. Devrilmiş telgraf direkleri bulacaksınız. İhtiyar Yagastay'la
tanıştım. Bana direkleri gösterdi," dedi.
Bulunduğumuz yerin biraz
ötesinden, devrimden önce İrkutsk'u Ulyassutay'a bağlayan Rus telgraf hattı
geçiyordu. Çinliler direkleri devirip telleri almalarını Moğollara
emretmişlerdi. Bu direkler, şimdi, geçidi aşan yolcuların canlarını
kurtarıyorlar. İşte bu suretledir ki, hiddetli Yagastay cininin egemenlik
bölgesinin tam merkezinde, etle pişirilmiş sıcak telşehriye çorbası içtikten
sonra geceyi iyice ısınmış bir çadırda geçirdik. Ertesi sabah erkenden,
çadırlarımızın iki yüz metre ötesindeki yolu bularak Tarbagatay'ın
tepelerindeki zorlu yolculuğumuza devam ettik. Adair ırmağı vadisinin başladığı
yerde, kırmızı gagalı Moğol kargalarının kayalıklar arasında daireler çizerek
uçuştuklarını göldük. Yaklaştık ve kısa bir süre önce öldükleri anlaşılan bir
atla binicisinin cesetlerini bulduk. Başlarına ne gelmiş olduğunu tahmin etmek
güçtü. İkisi de yanyana yatıyordu. Ve atm yuları binicisinin sağ bileğine
dolanmış bulunuyordu. Hiçbir bıçak veya kurşun yarası görünmüyordu. Adamın yüz
çizgilerini ayırt etmek olanaksızdı. Kaputu Moğol kaputuydu. Fakat pantolonu
ile ceketi buralarda görülenlerden değildi. Süvari ile atının nasıl olup da
ölmüş olduklarını aramızda tartıştık.
Bizim Moğol kaygıyla
başını önüne eğip emin bir ifade ile, "Yagastay'ın intikamı!" dedi.
Adam, güneydeki obo'da. yapması gerekenleri yapmamış. Cin de hem kendisini hem
atını boğmuş..."
Nihayet, dağları arkada
bırakmıştık. Önümüzde Adair vadisi uzanıyordu.
Bu dar ve girintili
çıkıntılı bir ovaydı ve bol otla örtülüydü. Yol, bu ovayı ikiye bölüyordu. Yol
uzunluğunca devrilmiş telgraf direkleri, muhtelif yüksekliklerde kesilmiş
parçalar yerde yatıyor ve uzun uzun teller de yıkıntıları tamamlıyordu.
İrkutskUlyassutay telgraf hattının tahribi, Çin'in Moğolistan'ı işgal etme politikası
için çok gerekliydi.
Bir süre sonra, kar altında kuru ve fakat
besleyici otlan arayan büyük koyun sürülerine rastlamaya başladık. Bazı
taraflarda, yüksek dağ yamaçlarında sığır ve yak sürüleri otluyordu. Bununla
birlikte, yalnızca bir kez çoban gördük. Diğerleri bizi görür görmez dağlara
veya ıssız vadilere gizleniyorlardı. Hatta yol üstünde hiçbir yurta görmedik.
Moğollar, taşınabilir
evlerini de gözlerden ve rüzgardan uzakta, dağ kıvrımları arasına
saklamışlardı. Göçebeler kışlıklarının yerlerini pek iyi seçerler. Moğol yurta
larını kışın sık sık ziyaret etmiştim. Bunlar öyle kuytu yerlerde kurulmuştu ki
rüzgarların yaladığı yerlerden bunlara gelince insan kendini limonluğa girmiş
sanırdı. Bir keresinde büyük bir koyun sürüsüne rastgeldik. Fakat biz ona
yaklaştıkça büyük bölümü yavaş yavaş uzaklaşıyor, diğer bölümünün yansı
bulunduğu yerde kalırken öteki yansı ovayı geçiyordu. Bu gruptan otuz kırk
hayvan ayrılıp, hoplaya zıplaya, dağ yamacına çıktı. Dürbünümü alıp baktım.
Sürünün arkada kalan kısmı bildiğimiz koyunlardan, ovaya çekilmiş olan büyük
kısım Moğol antiloplarından (Gazelle gutturosa) oluşuyordu. Dağa çıkan küçük
bölüm ise kocaman boynuzlu muflonlardı (Ovis argali). Bütün bu hayvanlar epey
ot ve berrak su bulduklan Adair ovalarında ehlî koyunlarla birlikte
otluyorlardı. Irmağın birçok yeri donmuştu, ve suyun yüzeyinde büyük buhar
kütleleri görüyordum. Bu sırada birkaç antilopla birkaç muflon bize
bakıyorlardı.
Moğol gülerek,
"Şimdi bizim patikadan geçecekler," dedi. Bunlar acayip hayvanlardır.
Zaman olur ki antiloplar bizi geçmek için kilometrelerce yarışırlar ve
önümüzden yolu keserler. Sonra, bu işi başarırlarsa rahat rahat yollarına devam
ederler."
Antilopların bu
stratejisini aslında farketmiş ve avlanmak için bundan yararlanmaya karar
vermiştim. Bu avı şöyle düzenledik: Bir Moğolu yük devesiyle bizim gibi
ilerlemeye bıraktık. Diğer üçü, asıl yönümüzün sağ tarafında, yelpaze gibi
açılarak ilerlediler.
Sürü durdu, şaşırıp
bakındı. Çünkü bu dört atlının aynı zamanda önünden geçmek isterdi. Telaş
kendini gösterdi. Üç bin kadar hayvan vardı. Bütün bu ordu, ayrı bir grup
oluşturamadan sağa sola koşuşturmaya başladı. Bütün bir bölük önümüzden geçti,
sonra, bir başka atlıyı farkedince geri dönüp aynı hareketi tekrarladılar. Elli
antilopluk bir grup iki sıralı olup bana doğru koştu. Yüz metre kadar
yaklaşınca bağırdım ve ateş ettim. Hemen durdular ve çarpışarak birbirlerinin
üzerinden atlayıp oldukları yerde dönmeye başladılar. Bu panik kendilerine
pahalıya maloldu. Çünkü dört kez ateş etmeye ve aralarından irice iki tanesini
devirmeye zaman bulabildim. Dostum benden de şanslı çıktı ve yanından birbirine
paralel diziler şeklinde kasırga gibi geçmekte olan sürüden, bir atışta iki
hayvanı yere serdi.
Bu sırada muflonlar
yamacı tırmanmışlar, askerler gibi dizilerek mevzi almışlardı. Bizi seyretmek
için geri dönmüşlerdi. Bu mesafeden bile onların kaslı vücutlarını, haşmetli
başlarını ve güçlü boynuzlarını görebiliyordum.
Avladığımız hayvanları
aldık, baştaki Moğola yetiştik ve yolumuza devam ettik. Birçok yerlerde koyun
iskeletleri gördük ki boyunları parça parça edilmiş, göğüsleri de yenmişti.
Moğol, "Kurtların işi," dedi. "Burada her zaman çok sayıda kurt
bulunur..."
Başka antilop sürülerine
de rastladık. Çok ilerimize geçinceye kadar koşuyorlar, sonra da şaşılacak
hoplama ve zıplamalarla karşımızdan, köy yollarındaki tavuklar gibi, yolu
geçiyorlardı. Daha sonra, yine bir ikiyüz metre kadar daha koşuyor, duruyor ve
sükûnetle otlamaya başlıyorlardı.
Bir defasında devemi
geri döndürdüm. Bütün sürü bu meydan okuyuşumu kabul etti. Hayvanlar, bana
eşdeğer olarak uygun gördükleri mesafeye kadar koştular ve bir kez daha, yol
kızgın taşlarla döşeliymişcesine atlayarak yolu önüm sıra geçtiler. Sonra
sükûnete dönerek kendilerini bulmuş olduğumuz tarafta otlamaya devam ettiler.
Aynı tuhaf koşuşturmayı kabul ettiklerini görüp kahkahalarla gülerek aynı sürü
ile aynı manevrayı üç kez tekrar ettim.
Bu vadide oldukça kötü
bir gece geçirdik. Donmuş bir su kenarında durduk. Yüksek kıyı bizi rüzgardan
koruyordu. Ateş yaktık ve su kaynattık.
Çadırımız sıcak ve
rahattı. Hazırlanmakta olan zevk verici yemeği düşünerek dinleniyorduk ki
çadırımızın yakınında bir uluma ile sanki
şeytanî bir gülüşme
işitilirken vadinin öte yanından uzun ve hüzünlü uluma sesleri bunlara karşılık
verdi. Moğol sakin bir biçimde açıkladı:
"Kurtlar!"
Tabancasını alıp çıktı.
Bir süre dışarıda durdu. Bir el silah sesinden sonra içeriye girdi.
—
Korkuttum. Adair
kıyısında bir deve leşinin çevresinde toplanmışlardı.
—
Bizim develere
dokunmamışlar mı?
—
Çadırın arka tarafında
ateş yakarız. Bizi rahatsız etmezler.
Yemekten sonra yattık.
Fakat ben, ateşin çıtırtısını, develerin derin soluk alışını ve kurtların
uzaklardan gelen ulumalarını dinleyerek uzun zaman uyumadım. Nihayet, bütün bu
gürültülere karşın uyumuşum. Ne
zamandan
beri uyuyordum
bilmiyorum ama yan tarafıma yediğim kuvvetli bir darbe ile uyandım. Çadırın
eteğinin yanına uzanmıştım. Ve biri dışarıdan, seremoniye gerek görmeden, beni
şiddetle itmişti. Bunun çadır abasını geveleyen bir deve olduğunu düşündüm.
Mavzerimi alıp dipçiği ile vurdum. Tiz bir bağırtı ve bunu da taşlar üzerinde
hızla uzaklaşan patırtı sesi izledi. Ertesi sabah, ateşin ters tarafından
çadırımıza kadar yaklaşmış olan bir kurdun izlerini buldum. Çadırın eteği
altından toprağı kazmaya başlamış ve dipçiği kafasına yiyince kaçmıştı.
Moğolun ciddi bir
tavırla anlattığı üzere, kurtlar ve kartallar Yagastay'ın hizmetkârlarıydılar.
Bu böyle olmakla birlikte Moğollar onlan avlarlar. Bir gün, prens Baysey'in
kampında bir kurt avına katıldım.
Moğol süvarileri en iyi
atlarına binerek ovada kurtların peşine takılıyor ve bunlan taşur adını
verdikleri kamıştan sopalarla vura vura öldürüyorlar. Bir Rus veterinercerrah,
kurtları stiriknin ile zehirleyerek öldürmeyi öğretmişse de Moğollar bu yöntemden
çabuk vazgeçmişlerdi. Çünkü bu yöntem göçebelerin sadık ve dost müttefikleri
olan köpekler için zararlıydı. Ayrıca onlar, ne kartallara, ne de doğanlara
dokunmazlar. Hatta bunlara yiyecek bile verirler. Moğollar bir hayvan
öldürdükleri zaman havaya et parçaları atarlar ve doğanlarla kartallar,
attığımız şekerleri bizim köpekler nasıl havada yakalarlarsa, öylece yakalayıp
yutarlar. Kartallarla doğanlar, atlarla davarlar için çok tehlikeli olan
saksağanlar ve kargalarla mücadele edip onları avlarlar. Çünkü kargalarla
saksağanlar, hayvanların sırtında bir sıyrık görür görmez gelip vahşice
gagalarlar. Bunlan iyileşmez yaralar haline getirdikten sonra da vahşice saldırılarının
artık ardı arkasını kesilmez.
Ölüm Yuvası
Develerimiz ağır ağır,
fakat düzgün adımlarla, kuzeye doğru ilerliyorlardı. Günde kırk elli kilometre
yol alıyorduk. Bir süre sonra, yolumuzun sol tarafında bulunan küçük bir
manastıra geldik. Bu, kare biçiminde, yüksek ve kalın bir duvarla çevrili,
büyük bir yapıydı. Karenin her kenarında, merkezdeki tapınağın dört kapısına
ulaşan girişler vardı.
İç avlunun merkezinde
kırmızı lake boyalı sütunları ve Çin tarzı çatılarıyla, alçak Lama evlerine
hâkim tapınaklar bulunuyordu. Yolun öte yanında Çin kalelerini andıran, ama
aslında bir dugun ya da Çin çarşısı yükseliyordu. Çinliler bunları daima kale
biçiminde, birbirinden birkaç metre aralıklı çifte surlu inşa eder ve iç
taraflarına da evleriyle dükkanlarını yerleştirirler. Dugun larda, her
olasılığa karşı, yirmi otuz kişilik bir de silahlı birlik bulundurulur.
Gerektiğinde dugun lar kale işlevi görür ve uzun kuşatmalara dayanırlar. Dugun
la manastır arasmda, yolun yakınında, bir göçmen kampı gördüm. Atlan ve
davarları yanlarında değildi. Bir zamandan beri burada konaklamış olan
Moğollar, hayvanlarını dağlara bırakmışlardı. Furtalardan çoğunun üzerinde
hastalık işareti olarak, renk renk bayraklar dalgalanıyordu. Furtalardan
bazılarının yanında toprağa çakılmış kazıkların tepesine oturtulmuş Moğol
kalpakları, o yurta 'nın sahibinin ölmüş olduğunu belirtiyordu. Başıboş köpek
sürüleri de çevrede, derelerin dibinde veya ırmakların kenarında, leşlerin
bulunduğunun belirtisiydi. Kampa yaklaştığımız sırada, kulaklarımıza, uzaktan
uzağa davul sesleri, flütle çalınan hüzünlü havalar ve kulak tırmalayıcı
haykırışlar gelmeye başladı. Bizim Moğol, bilgi almaya gitti ve geri
döndüğünde,mucizeleriyle tanınmış Hutuktu Yahantsi'den yardım istemek üzere
manastıra birçok ailenin gelmiş olduğu haberini getirdi. Vebaya ve karaçiçeğe
tutulmuş olan bu insanlar uzak yerlerden gelmiş, fakat Urga'daki Yaşayan
Buddha'yı ziyarete gitmiş olan Hutuktu'yu manastırda bulamamışlardı. Bunun
üzerine kabile büyücülerini çağırmak zorunda kalmışlardı. Hastalar birbiri
ardına ölüyordu. Bir gün önce, yirmiyedinci cesedi, ovaya bırakmışlardı.
Bu arada biz konuşurken,
büyücü de yurta ların birinden çıktı. Bu, bir gözüne perde inmiş, geçirmiş
olduğu çiçek hastalığından yüzü delik deşik olmuş yaşlı bir adamdı. Sırtında
lime lime olmuş bir elbise vardı, kemerinde de renk renk bezler asılıydı. Elinde
bir davul ve bir flüt tutuyordu. Mavi dudakları köpük içinde, bakışlar
bomboştu. Ansızın dönmeye, uzun bacaklarının çeşit çeşit hareketleri ve
kollarıyla omuzlarını değişik biçimlerde kıvırmasıyla dans edip davula vurmaya,
kavalı üflemeye, bağırıp çağırmaya ve hızını giderek arttırmaya başladı.
O kadar ki, yüzü
sapsarı, gözleri birer kan çanağı, karların üzerine yuvarlandı ve orada da,
vücudunun bütün organlarıyla kıvranıp birbirini tutmaz homurtular çıkarmaya
devam etti. Büyücü, hastalarını işte böyle tedavi ediyor, hastalık taşıyan
cinlerle perileri bu tür çılgmlığıyla ürkütüyordu. Daha sonra öğrendim ki bu
büyücülerden bir ikincisi de hastalarına Yaşayan Buddha'nın kutsal lotus
çiçeğinden doğmuş ilâhî bedenini yıkadığı banyodan çalınmış kirli ve çamurlu sulan
içiriyordu.
İki
büyücü durmayıp bağırıyorlardi: "Omm!.. Omm!.."
Bu iki
büyü ustası, cinleri ve perileri böylece kovarken hastalar da kendi hallerine
bırakılmışlardı. Keçi pöstekileriyle gocuklara sarılmış, korkunç bir ateş
içinde yanarak, nöbetler geçirip hezeyan ederek yatıyorlardı. Henüz sağlıklı
olan büyüklerle çocuklar ise, ateşin başına bağdaş kurup oturmuşlar, çay içip
çubuklarını çekerek kayıtsızca çene çalıyorlardı. Bütün yurtalarda hastalar,
ölüler, tanımı olanaksız sefillikler ve iğrençlikler gördüm...
Ey,
büyük Cengiz Han! Sen ki o üstün zekânla Asya'nın ve Avrupa'nın olanca halini
görmüştün; sen ki yaşamını Moğol adının zaferine adamıştın...
Halkına, kendisini böyle
bir ölümden koruyacak bilgi ışığmı niçin vermedin? O halk, eski ahlakını,
yüzyıllar görmüş dürüstlüğünü ve banşçı geleneklerini korudu fakat gelip geçen
yılların, Karakorum'daki mezarında yavaş yavaş tahrip ettiği kemiklerin halkmı
koruyamadı. Halkın yok olmak üzeredir ve o halk ki, zamanında uygar dünyanm
yansını korkudan titretirdif..
Zihnimden böyle
düşünceler akıp geçerken, ölümün eşiğindeki bu insan topluluğunu görüyor;
erkeklerin, kadınların ve çocukların feryatlarını, hezeyan içerisinde bağırışlarını
işitiyordum. Uzakta bir yerlerde köpekler acı acı uluyor ve burada da, artık
kımıldanacak hali kalmamış olan büyücünün davulu hiç susmayacakmış gibi çalıp
duruyordu.
İleri! Mücadele için ne
bir aracım ne de gücüm olmadığından bu faciaya artık dayanamıyordum. Bu, lanete
uğramış yerden hızla uzaklaştık. Ne var ki, dehşet sahnelerine tanık olduğumuz
andan itibaren göze görünmez kötü bir ruhun peşimizi bırakmadığını, ardımız
sıra geldiği hissini veren iç sıkıntısından da kendimizi kurtaramıyorduk.
"Hastalık cinleri?" ... "Dehşet ve sefalet levhaları?" ...
"Moğolistan'ın karanlık sunaklarında her gün kurban edilenlerin ruhları?"
Bizi sanp sarmalamasından kendimizi bir türlü kurtaramadığımız, anlatılamaz bir
korku içindeydik. Ancak, yoldan ayrılıp ağaçlı bir tepeyi aştıktan ve ne
Jahantsi Küre, ne dugun, ne de içinde ölüm halinde insanların kaynaştığı çukuru
göremez olduktan sonradır ki rahatça soluk alabildik.
Biraz sonra büyük bir
göle rastladık. Tisingöl'dü. Kıyının yakınında büyük bir Rus evi vardı ve
burası, Koşu gölünü Ulyassutay'a bağlayan telgraf merkeziydi.
Katiller
Arasında
Telgraf merkezine
yaklaşırken orada görevli Kanine adınJL da sanşm bir gence rastgeldik. Biraz
çekinerek geceyi merkezde geçirmemiz önerisinde bulundu. Salona girerken uzun
boylu ve zayıf bir adamın ayağa kalkıp bizleri dikkatle gözden geçirerek
bulunduğumuz yana doğru tereddütle
yürüdüğünü gördük.
Kanine, "Konukturlar," diye açıkladı. "Khathyl'e gidiyorlar.
Özel kişiler... Yabancılar..."
Öteki, sakin biçimde,
"Yaaa" diye karşılık verdi.
Biz, kemerlerimizi çözüp
ağır Moğol paltolarımızı zahmetle çıkarırken adam ev sahibimize heyecanla bir
şeyler anlatıyordu. Oturmak ve dinlenmek üzere masa başına yaklaştığım sırada
şöyle dediğini işittim: "Ertelemek zorundayız."
Kanine, bu sözleri
başıyla onaylamayı yeterli buldu.
Masada, aralarında
Kanine'nin yardımcısının da bulunduğu daha birçok kimseler vardı. Uçuk benizli
ve kısa san saçlı bir delikanlı olan Kanine'nin yardımcısı her şeyden laf
bolluğuyla söz ediyordu. Hafif çatlak bir adamdı ve bu tuhaflığı, konuşma
gürültüleri arasında bir bağırtı ya da çatırtı olup da karşısındakinin
sözlerini tekrarlamaya veya o anda onun çevresinde geçmekte olan bir olayı
mekanik ve aceleci bir ifadeyle anlatmak zorunda olduğunda ortaya çıkıyordu.
Genç, yorgun, solgun yüzlü ve şaşkın bakışlı, yüzü korkudan çarpık biçimli bir
kadın olan Kanine'nin karısı da oradaydı. Bunun yanında da saçları kısa kesilmiş,
erkek elbiseleri giymiş onbeş yaşında bir genç kızla Kanine'nin iki erkek
çocuğu oturuyordu. Hepsi ile tanıştık. Uzun boylu yabancının adı Gorokoftu,
Samagaltaylı bir Rus yerleşimcisiydi. Kısa saçlı genç kızı bize kardeşi diye
tanıştırdı. Kanine'nin karısı, belli ki varlığımızdan hoşnut olmayarak, ancak
gizleyebildiği bir ürkeklikle baktı ve sesini hiç çıkarmadan olduğu yerde
oturdu, kaldı. Ne yapalım ki gidecek başka yerimiz yoktu. Çay içip ekmeğimizle
soğuk etimizi yemeye başladık. Kanine bize, telgraf hattının tahrip
edilmesinden beri tüm ailesinin ve yakınlarının yoksulluktan çok sıkıntı çekmiş
olduğunu anlattı. Bolşevikler kendisine İrkutsk'tan herhangi bir para
göndermedikleri için elinden geldiğince başının çaresine bakıyordu. Rus
yerleşimcilere saman satıyor, özel mesajlar taşıyor, Kyakhta'dan Ulyassutay'a
ve Samagaltay'a mal taşıyor, sığır ticareti yapıyor, ava çıkıyor ve böylelikle
yaşamını sürdürmeyi başanyordu. Gorokof işlerinden ötürü Khathyl'e gitmek
zorunda olduğunu, kız kardeşi ile kendisinin bizim gruba katılırlarsa, bundan
mutluluk duyacaklarını söyledi. Hiddetli ve sevimsiz bir yüz hali vardı ve
renksiz gözlerini, konuştuğu kişiye çevirmekten sakınıyordu. Konuşmalarımız
sırasında çevrede Rus yerleşimleri bulunup bulunmadığını Kanine'ye sorduk.
Kaşlarını çatıp tiksinen bir adam tavrıyla yanıt verdi:
"Bizim merkezden
bir kilometre kadar ötede Bobrof adında ihtiyar bir zengin yaşıyor ama
kendisini ziyaret etmenizi tavsiye etmem. Konuktan hoşlanmayan aksi bir
cimridir."
Kocası bunları anlatırken,
Kanine'nin karısı gözlerini önüne indirip sanki ürpermiş gibi omuzlarını kıstı.
Gorokofla kız kardeşi kayıtsızca sigaralarını içmeye devam ediyorlardı. Bütün
bunlar, yani Kanine'nin düşmanca tavrına ve karısının utangaç haline karşı,
Gorokof'un zoraki kayıtsızlığı dikkatimi çekti ve Kanine'nin, kendisinden bu
denli soğuk bir biçimde söz ettiği ihtiyar yerleşimciyi gidip görmeye karar
verdim. Ulyassutay'da Bobrof adında iki kişi tanıyordum. Bobrofa elden teslim
etmek zorunda olduğum bir mektup getirdiğimi Kanine'ye söyledikten sonra çayımı
bitirdim ve paltomu giyerek çıktım.
Bobrofun evi dağın derin
bir girintisinde bulunuyordu. Evi çevreleyen yüksek çit üzerinden, evlerin
alçak damları görülebiliyordu. Pencerelerden birinde ışık vardı. Kapıyı çaldım.
Öfkeli köpek havlamaları duyuldu.
Çitin aralıklarından
simsiyah ve kocaman dört Moğol köpeğinin, dişlerini gösterip hırlayarak kapıya
doğru koşuştuklarını gördüm. Avluda biri kapıyı açarak "Kim o?" diye
bağırdı.
Yolcu olduğumu,
Ulyassutay'dan gelmekte olduğumu söyledim. Köpekler zincirlendi, ve beni, bir
engizisyoncu gibi dikkatle gözden geçirip tepeden tırnağa kadar süzen bir adam
tarafından karşılandım. Ceplerinin birinde bir tabanca kabzası görünüyordu.
Yaptığı incelemeyi tatmin edici bulduktan ve yakınlarını tanıdığımı öğrendikten
sonra beni oldukça sıcak bir tavırla içeriye aldı, son derece kibar görünümlü
yaşlıca bir kadın olan karısı ve evlatlığı olan güzel bir kız çocuğuyla
tanıştırdı. Bu çocuğu, Sibirya'da Bolşeviklerden kaçarken bitkinlikten düşüp ölmüş
olan annesinin yanında, bir ovada bulmuştu.
Boborof bana Kazagrandi
birliğinin Kızılları Koşu gölü çevresinden kovmayı başardığını ve bu yüzden
Khathyl'e kadar tehlikesizce yolumuza devam edebileceğimizi söyledi. Sonra,
sordu: "O haydutların yanma gideceğinize niçin bizim eve gelmediniz?
" Kendisinden birçok şeyler öğrenmek istedim ve o da bana değerli bilgiler
verdi. Kanine'nin, İrkutsk'taki Sovyet'in ajanı olduğunu ve ülkede olup
bitenleri bildirmek için buraya yerleştiğini öğrendim. Ne var ki, İrkutsk yolu
bu sırada kapalı olduğundan zararsız bir duruma gelmişti. Ancak Altay
bölgesinde Biysk'ten son derece nüfuzlu bir komiser buraya gelmişti. Sordum:
—
Gorokof mu?
—
Kendisine bu adı
veriyorsa da ben, Biysk'li olduğumdan oradaki herkesi iyice tanırım. Onun asıl
adı Pouzikoftur, yanındaki kısa saçlı kız da metresidir. Pouzikof çeka
komiseri, kız ise ajanıdır. Geçen Ağustos'ta bu iki haydut, Kolçak ordusunun,
tutsak düşerek elleri ve kollan bağlanmış yetmiş subayını tabancayla
öldürmüşlerdir. Bunlar alçak katillerdir.
Buraya bilgi toplamak
için gelmişlerdir. Bizde kalmak istiyorlardı. Fakat, kendilerini iyice
tanıdığımdan içeriye almadım.
Masadayken kullandıkları
sözcükleri ve birbirlerine anlamlı bakışlarını anımsayarak sordum:
—
Ondan korkmuyor musunuz?
—
Hayır! Ben kendimi de,
ailemi de nasıl savunacağımı bilirim. Ayrıca bir de koruyucum vardır. Oğlum,
Moğolistan'ın en iyi nişancısı, en iyi binicisi ve en iyi savaşcısıdır. Oğlumla
tanışamamış olmanızdan ötürü çok üzgünüm. Sürüleri görmeye gitti. Yarın akşamdan
önce dönmeyecek.
Birbirimize çok içten
biçimde veda ettik. Dönüşte evinde kalmaya söz verdim. Merkeze dönüşümde Kanine
ile Gorokof sordular:
—
Bobrof, hakkımızda size
ne tür hikayeler uydurdu?
—
Sizinle ilgili hiçbir
şey söylemedi; çünkü, sizin buraya geldiğinizi öğrenir öğrenmez benimle bile
konuşmak istemedi.
Ve bu işe çok şaşmış bir
kişi tavrıyla konuşmaya devam ettim: "Aranızda acaba ne geçti ki?"
Gorokof, canı sıkılmış
gibi, "Eski bir mesele," dedi.
Kanine de arkadaşmm
sözlerine, "Kötü niyetli bir köylü" diyerek katılırken karısının
korku ve acı dolu gözleri her an bir ölüm darbesi bekliyormuş gibi dehşetli bir
ürkeklik gösteriyordu. Gorokof, ertesi sabah bizimle yola çıkmak için hazırlıklara
başladı. Seyyar karyolalarımızı yandaki bir odada kurduk ve yatıp uyuduk.
Yatmadan önce dostuma her ihtimale karşı tabancasını el altında bulundurmasını
fısıldadım. Fakat o gülümseyerek cebinden bir tabancayla bir balta çıkarıp
yastığının altına yerleştirdi.
"Bu adamlar bana
ilk andan itibaren kuşkulu göründü. Kötü bir şey hazırlıyorlar. Yarın bu
Gorokofun arkasında gideceğim ve sadık kurşunlarımdan birini, minik bir
dumdum'u ona ayıracağım..."
Moğollar geceyi çadırda,
avluda, yem verecekleri develerinin yanında geçirmek istediler. Saat yediye
doğru hareket ettik. Dostum artçı görevini üzerine aldı ve ikisi de tepeden
tırnağa kadar silahlanmış ve güzel atlara binmiş olan Gorokof'la kız kardeşinin
peşlerini bir an bırakmadı.
Atlarını hayranlıkla
seyrederek sordum:
"Samagaltay'dan
buraya kadar geldiğiniz halde bunları nasıl bu kadar iyi durumda
koruyabildiniz?"
Gorokof atların
Kanine'ye ait oldukları yanıtmı verdi. Gördüm ki Kanine inandırmaya çalıştığı
kadar yoksul değildi; çünkü herhangi zengin bir Moğol bu nefis hayvanlardan
biri karşılığında ona, ailesini tüm bir yıl but ve pirzola ile besleyebileceği
kadar koyun verirdi.
Bir süre sonra, sık
fidanlarla çevrili büyük bir bataklığa geldik. Burada yüzlerce kuropatka veya
beyaz keklik görerek şaşırdım. Biz yaklaşırken sudan bir sürü yaban ördeği
kalktı. Kışın, bu soğuk rüzgarda ve bu karda böyle yaban ördekleri! Moğol bana
bunu şöyle açıkladı:
"Bu bataklık her
zaman yüksek ısıda kalır ve hiç donmaz. Yaban ördekleriyle kuropatkalai,
yumuşak ve ılık toprakta yiyecek buldukları için burada bütün kış
yaşarlar."
Moğolla konuşurken
bataklığın üzerinde kırmızımsı sarı bir alevin dil gibi uzandığını farkettim.
Alev bir an parlayıp sönüyordu. Daha sonra, öte yanda iki alev daha yükseldi.
Bu, çevresinde binlerce efsane dönen ve şimdi kimya biliminin, ıslak ve ılık
topraklardaki bitkisel maddelerin çürümesi sonucunda metan'ın, yani bataklık
gazının birdenbire yanmasıyla basitçe açıkladığı buharlı alevdi.
Moğol bana şunları
söyledi:
"Adair'in cinleri
burada bulunur ve Mörön cinleriyle durmadan savaşırlar." Düşündüm ki,
zamanımızın tekdüze Avrupasında köylüler, bu alevlerin tuhaf bir büyücülük
eseri olduğuna inansalardı, bu gizemli ülkede elbette iki komşu ırmağın cinleri
arasında yapılan savaşlarda bunu bir kanıt sayacaklardı!
Bataklığı geçtikten
sonra uzakta, karşı tarafta büyük bir manastır gördük. Manastır, yolumuzdan
yaklaşık sekizyüz metre kadar ötede olmakla birlikte Gorokoflar bize, Çin
dükkanlarından bir şeyler satın almak üzere oraya gitmek istediklerini
söylediler. Yalanda bizimle tekrar buluşacaklarını söyleyerek hızla
uzaklaştılar. Fakat kendilerini bir hayli zaman göremedik. Gerçi hiçbir iz
bırakmadan gözden kayboldular ama, daha sonra onları, kendileri için
beklenmedik ölümcül koşullar içerisinde, yine yolumuzun üzerinde bulduk. Kendi
hesabımıza biz, onlardan bu kadar çabuk kurtulmuş olduğumuz için durumdan
hoşnuttuk. Bir gün önce Bobrof tan almış olduğum bilgiyi, onların gitmesinden
sonra, dostuma aktardım.
Bir Yanardağın
Üzerinde
Ertesi akşam, dağınık
biçimde on kadar evden oluşan küçük bir Rus yerleşimi olan Khathyl'e geldik.
Kent, kaynağını bir kilometre yukarıda Koşu gölünden alan Egiyn ya da Yağa
ırmağı vadisindedir. Koşu büyük bir dağ gölüdür ki sulan soğuk ve derindir. Yüz
otuzbeş kilometre uzunluğunda ve onaltı ile kırkbeş kilometre enindedir. Batı
kıyısında, ona Hubsugul ya da Hövsgöl adını veren Darkhat Soyotlan yaşar.
Moğollar ona Koşu gölü derler. Her iki halk da onu kutsal ve korkunç bir göl olarak
kabul ederler. Bu duygularını anlamak da kolaydır: Göl, volkanik aktivite
alanında bulunmaktadır. Yazın, güneşli ve durgun günlerde sular büyük dalgalar
halinde kabanr; o kadar ki yalnızca yerlilerin balıkçı kayıklan değil, bir
kıyıdan karşı kıyıya yolcu taşıyan büyük Rus gemileri bile tehlikeye düşerler.
Kışın, buz tabakası bazen bir uçtan diğer uca kadar kırılır ve buradan havaya
kaim buhar tabakalan yükselir. Çok açıktır ki gölün dibi sıcak su kaynaklan ve
belki de lav akıntılanyla zaman zaman
delinmektedir. Bu
yeraltı çırpınmalan, aslında, göl sularının ırmağa aktığı sığ bölgeleri zaman
zaman dolduran ölü balıkların çokluğuyla da sabittir. Koşu gölü balık, hele
alabalık ve som çeşitleri bakımından çok zengindir. Özellikle, eskiden bütün
Sibirya'ya ve Mukden'e [ŞenyangI kadar Mançurya'ya gönderilen bir tür beyaz
balığıyla çok tanınmıştır. Bu balığın eti yağlı ve çok gevrektir ve nefis
havyar da elde edilir. Göldeki balıklardan bir başkası da beyaz kayrus denilen
bir tür alabalıktır. Bunlar göç mevsiminde, çoğu balığın yaptığının tersine,
akıntıyla Yaga'ya kadar inip suyun yüzeyini binlerce balık sırtı ile
kaynaştıracak şekilde ırmağı bir kıyısından öte kıyısına kadar doldurur.
Bununla birlikte, bu balıklar avlanmazlar; çünkü içleri kurtla dolu olduğundan
gıda olarak işe yaramazlar. Kedilerle köpekler bile bunlara ilişmezler. Bu
dikkate değer olay İrkutsk Üniversitesi profesörlerinden Dorogostaiski
tarafından incelenmekteyken Bolşeviklerin gelişiyle çalışmalar yanda kalmıştır.
Khathyl'de bir panik
havasıyla karşılaştık. Albay Kazagrandi'nin Rus birliği, iki çarpışmadan sonra
Bolşevikleri bozguna uğratmış ve İrkutsk'a doğru başarılı ileri hareketine
devam etmekteyken subaylar arasmda çıkan anlaşmazlık yüzünden birçok parçaya
bölünerek gücünü kaybetmişti. Bolşevikler de durumdan yararlanıp, birliklerini
takviye etmişler ve bin kadar askerle ileri harekete geçerek kaybetmiş
oldukları yerleri tekrar ele geçirmeye kalkışırken, Kazagrandi birliklerinden
kalanlar, liderlerinin Kızıllara umutsuzca direnmeye karar vermiş olduğu
Khathyl'e doğru geri çekilmişlerdi. Halk, eşyalarını arabalara yükleyip kentten
kaçıyor ve hayvanlarını kimler gelip alacaksa onlara bırakıyordu. Bir grup
biraz ötedeki sık karaçam ormanında ve derelerde gizlenmeye niyetlenirken, bir
başka grup da güneye, Mörön ile Ulyassutay'a doğru ilerliyordu. Gelişimizin
ertesi günü Moğol yöneticiye, Kazagrandi'nin adamlarının Kızıllarca çevrilmiş
ve bunların kente yaklaşmakta olduğu haberi geldi. Bunun üzerine yönetici tüm
belgeleri ile yardımcısını onbir deveye yükleyip kentten ayrıldı. Bizim Moğol
kılavuzlar da, bir tek deve bile bırakmadan, onunla birlikte kaçtılar.
Durumumuz umutsuzlaşmıştı. Henüz hareket etmemiş olan Rus yerleşimcilere
başvurarak deve satın almak istediysek de kargaşalığı tahmin ederek bunlar
develerini uzaklardaki Moğollara göndermiş olduklarından bize satacak
hayvanları yoktu. O zaman, bütün Moğolistan'da hayvan hastalıklarına karşı
mücadelesiyle tanınmış veteriner hekim V.G. Gay'a başvurduk. Resmî görevini
terketmek zorunda kalarak hayvan yetiştiriciliği yapmaya başlamıştı. Ailesiyle
birlikte burada oturuyordu. Çok zeki ve çok gayretli olan bu kişi, Çarlık
rejiminde, Alman cephesindeki Rus ordularının et gereksinimini Moğolistan'dan
sağlamakla görevlendirilmişti. Moğolistan'da büyük bir organizasyona girişti.
Bolşevikler, 1917'de, iktidarı ele aldıklarında bu işe devam etti. 1918
Mayısı'nda, Kolçak ordusu Bolşevikleri Sibirya'dan kovdukları zaman tutuklandı
ve cezaevine konuldu. Bu levazım işini Moğolistan'da düzenleyebilecek tek adam
olarak kabul edildiğinden serbest bırakılınca Amiral Kolçak'a bütün et mevcudu
ile önceden Sovyet komiserlerinden alınmış olan bütün parayı teslim etti. O
devirde Gay, Kazagrandi kuvvetlerinin levazım işlerini düzenlemekle görevliydi.
Kendisiyle görüştüğümüzde bize ne kaldıysa onu, yani bizleri doksan kilometre
ötedeki Mörön'e götürebilecek birkaç berbat atı almamızı önerdi. Ulyassutay'a
dönmek için orada deve bulabilecektik. Ancak, bu atlar da kentten biraz uzakta
bulunduklarından geceyi burada geçirmek zorunda kaldık. Oysa Bolşevikler de
orada tam o gece bekleniyorlardı. Bolşevikler beklenmekteyken Gay'in ailesiyle
birlikte kalmasına şaşıyorduk. Khathyl'de, kentten ayrılmayan birkaç kişi
dışında, düşmanın hareketlerini izlemek için geride bulunma emri almış olan
birkaç Kazak kalmıştı. Gece oldu. Arkadaşım ve ben, çatışmaya veya
gerektiğinde, Bolşeviklerin eline düşmektense kendi ellerimizle kendimizi
öldürmeye hazırdık. Kaçamayan veya kaçmaya gerek görmeyen birkaç işçinin
yaşadığı, Yağa yakınında bir evde yattık. Bunlar gidip Kızılların ilk
görüneceği bir tepeye kadar bütün bölgeye egemen bir dağın başında mevzi
aldılar. Ormanlar arasındaki bu gözlem noktasından bir işçi koşarak geldi ve
bağırdı:
"Vay başımıza
gelenler! Kızıllar geldi! Orman yolundan bir atlı dörtnala
geçti. Kendisine
seslendimse de yanıt vermedi. Karanlıktı ama atm, bu bölgenin atlarına
benzemediğini farkettim."
İsçilerden biri karşılık
verdi:
—
Böyle gelişigüzel
söylenip durma. O Moğoldu. Sen Kızıl sandın...
—
Hayır! Moğol değildi.
Atı nailiydi. Nalların çıkardığı sesi işittim. Mahvolduk!..
Arkadaşım, "Sanırım
bu kez son ânımız geldi. Böyle ölmek ne budalaca bir şey!.." dedi.
Hakkı vardı. O anda kapı
vuruldu. Bu, kaçmak için bize üç at getirmiş olan Moğoldu. Hemen atlarıeyerledik;
üçüncü atm sırtına da çadırımızla eşyamızı yerleştirip Gay'a veda etmeye
gittik.
Gay'ın evinde bütün
kurmayı bulduk. İki üç yerleşimciyle birçok Kazak, Kızılların Khathyl'e
yaklaştığını ve ateş yakmakta oldukları ormanda geceyi geçireceklerini haber
vermek üzere dağdan buraya dörtnala gelmişlerdi. Gerçekten de, bu ateşlerin
ışığını pencerelerden görebiliyorduk, işgal etmek istediği kentin bu kadar
yalanında bulunan düşmanın sabaha kadar ormanda beklemesi tuhaf görünüyordu.
Silahlı bir Kazak
içeriye girdi ve müfrezeye mensup iki silahlı erin yaklaşmakta olduğunu haber
verdi. Salonda bulunan herkes kulak kabarttı. Dışarıda at nallarının çıkardığı
gürültüyle insan sesleri işitildi ve az sonra kapı vuruldu.
Gay, "Girin,"
dedi.
İçeriye iki kişi girdi.
Kar, sakal ve bıyıklarını beyazlatmış ve yüzlerinin kırmızılığını arttırmıştı.
Üzerlerinde Sibirya kaputları ve başlarında astragan kalpaklar vardı; ancak
silahsızdılar. Kendilerini sorguya çektik. İrkutsk bölgesinden bir Beyaz köylü
birliğine mensuptular. Bolşeviklerle savaşırken îrkutsk civarında bir yerde
yenilgiye uğramışlardı ve şimdi, Kazagrandi güçleriyle birleşmeye
çalışıyorlardı. Fakat komutanı Çarlık rejimindeki fikirlerinden ötürü baskı
görmüş olan bir sosyalist, yüzbaşı Vasiliyef idi.
Kaygımız kalmamıştı.
Fakat derhal Mörön Kure'ye hareket etmeye karar verdik; çünkü şimdi istenilen
tüm bilgiyi edinmiştik. Yolda, güneye doğru kaçan yerleşimcileri geri çağırmaya
giden üç Kazağa rastladık. Birlikte yolculuk ettik. Yere inip buz üzerinde
ilerlerken atlan yedeğe aldık. Yağa kudurmuştu. Yeraltı güçleri suda büyük
dalgalar oluşturuyor ve bu
dalgalar da kalın yüzeyi
gürültüyle yukanya kaldınyor, havaya kocaman buz kütleleri fırlatıyor, bunları
küçücük parçalara bölüyor, sonra da akıntı yönünde sağlam kalmış tabaka altında
yutup yok ediyordu. Eğri büğrü, çatlak çatlak ve her yönde ırmağın bütün
yüzeyini katediyordu. Kazaklardan biri bu yarıklardan birine düştüyse de tam
zamanmda kurtardık. Sırılsıklam, soğuktan donmuş bir halde, Khathyl'e dönmek
zorunda kaldı. Atlarımız kayıyorlardı. Hatta birkaç kez düştüler. İnsanlar da,
hayvanlar da kendilerini tehdit etmekte olan ölümü, hemen yanıbaşlarında
varlığını hissediyorlardı. Nihayet, öteki kıyıya vardık ve gerek jeolojik
gerekse mecazi volkanları ardımızda bırakmış olmaktan ötürü mutlu bir biçimde
vadiyi izleyerek güneye doğru yolumuza devam ettik. Onaltı kilometre ileride
ilk firari kafilesine rastladık. Büyük bir çadır kurup ateş yakmışlardı. Hemen
orada bir dugun vardı; fakat, mülteciler arasında kadmlar, çocuklar ve hastalar
bulunmasına karşın esnaf, yerleşimcilerin geniş yapılarına girmesine izin
vermemişti. Biz yarım saat kaldık. Yol, karın fazla olduğu birkaç yer dışında
kolaydı. Mörön'ü Yaga'dan ayıran yüksek tepeyi aştık. Zirve yalanında başımıza
beklenmedik bir olay geldi. Çok sık ağaçlarla kaplı bir genişçe bir vadinin
girişinden geçiyorduk. Alanda, görünüşe göre bizi gözetleyen iki atlı
dikkatimizi çekti. Eyer üstünde oturuş biçimleri ve atlarının yürüyüşü bunların
Moğol olmadıklarını gösteriyordu. Elle işaret edip yanımıza çağırdık. Karşılık
vermediler. Ormandan bir üçüncüsü çıkıp durarak bize baktı. Onlara doğru
atlarımızı dörtnala kaldırdık. Bin metre kadar yaklaşmıştık ki ansızın yere
atladılar ve üzerimize ateş ettiler. Neyse ki birbirimizden mesafeli yol
aldığımız için, vurulması güç hedefler oluşturuyorduk. Hemen atlardan inip
yüzüstü yere yatarak çarpışmaya hazırlandık. Bununla birlikte yanıldıklarını ve
bizi Kızıl sandıklarını düşünerek ateş etmedik. Hemen uzaklaştılar. Bize Avrupa
tüfekleriyle ateş etmişlerdi. Öyleyse yerli değildiler. Gidip izlerini kontrol
edebilmek için ormandan çekilmelerini bekledik. Atlarınm ayaklan nailiydi ve bu
da bunların Moğol olmadıklarının bir başka kanıtıydı. Kim olabilirlerdi? Bunu
hiçbir zaman öğrenemedik. Ancak, mermiler yerini bulmuş olsaydı, bu adamlar
yaşamlarımızın seyrini önemli ölçüde değiştirmiş olacaklardı! Suların bölünme
hattını* geçtikten sonra rastladığımız bir Rus yerleşimci, D.A. Teternikof bizi
evine davet ederek Lamalardan deve alıp bize vereceğine dair
söz verdi.
·
Bölünme hattı (İng. watershed): İki
nehir havzasını, birbirinden ayıran yüksek arazi. (Çev.n.)
Soğuk çok şiddetliydi ve buz gibi esen
rüzgar yüzünden bize daha da keskin geliyordu. Gündüzleri iliklerimize kadar
donuyor, fakat geceleri çadırımızın sobasının yanında keyifle ısınıyorduk.
İki gün sonra Mörön ovasına giriyorduk.
Uzaktan, Küre'nin Çin tarzı çatıları ve kırmızı büyük tapınaklanyla köşe
yapısını gördük. Hemen oracıkta ikinci bir alan, RusÇin yerleşimi vardı. İki
saatlik yürüyüş bizi konuksever arkadaşımızla sevimli genç karısının evine
getirdi. Bize lezzetli yemeklerden oluşan nefis bir akşam ziyafeti çektiler.
Deve bulmak için Mörön'de beş gün kaldık. Albay Kazagrandi ağır ağır kente
doğru çekilmekte olduğundan Kathyl'den birçok mülteci geliyordu. Bunlar
arasında, Kazagrandi kuvvetlerinin parçalanmasına neden olan iki albay, Plavakö
ile Maklakof da vardı. Mülteciler, Mörön Kure'ye henüz gelmişlerdi ki Moğol
memurlar Çin yetkililerinden aldıkları emre göre tüm Rus mültecilerin dışarı
çıkarılacağını bildirdiler. Umutsuz mülteciler soruyorlardı:
"Böyle, karakışta, hiçbir yeri
yurdu kalmamış olan bizler, karılarımız ve çocuklarımızla nereye
gideceğiz?"
Moğol memurlar yanıt veriyorlardı:
"Bu bizi ilgilendirmez. Çinliler kızmıştır ve sizi kovma emrini bize
vermişlerdir. Sizin için bir şey yapamayız... "
Mülteciler Mörön Küre'den ayrıldılar ve
çadırlarını kentin biraz dışında kurdular. Plavako ile Maklakof at satın alıp
Van Kure'ye hareket ettiler. Uzun bir süre sonra öğrendim ki her ikisi de
Çinliler tarafından yolda öldürülmüştü.
Üç deve edinmeyi başararak Ulyassutay'a
gitmek üzere önemli bir Çinli tüccar ve Rus mültecisi kafilesiyle yola
çıkarken, yüreklerimiz bizleri konuk etmiş olan T.V. ve D.A. Teternikof'a karşı
çok derin bir minnet anısıyla doluydu. Develerimiz bize pahalıya malolmuştu.
Bunları alabilmek için Ulyassutay'daki bir Amerikan ticaretevinin bize vermiş
olduğu gümüş külçenin önemli bir bölümünü harcamıştık.
Vahşi Cezalandırma.
Kuzeye doğru giderken izlemiş olduğumuz
yola bir süre sonra vardık ve daha önce bizi ısıtarak kurutmuş olan o
tanıdığımız devrilmiş telgraf direkleri dizisini gördük. Gece olurken Tisingöl
vadisinin kuzeyindeki ağaçlıklı tepelere geldik. Biz Bobrof'un evinde kalmak
isterken arkadaşlarımız telgraf merkezinde Kanine'ye konuk olmak istediler.
Merkezin kapısında tüfekli bir asker ile karşılaştık. Kim olduğumuzu, ve
nereden geldiğimizi sorup öğrendikten sonra, açıklamalarımız kendisini tatmin
etmiş olacak ki, bir düdük çalarak haberdar ettiği subay evden çıktı.
Subay, kendisini takdim etti:
"Teğmen Ivanof! Beyaz partizanlardan oluşan birliğimle burada
bulunuyorum."
İrkutsk yakınlarından on erle buraya
gelmişti. Ve Ulyassutay'daki albay Mihailof ile ilişki kurmuş, o da kendisine
merkezi teslim alması emrini vermişti.
İçten bir tavırla, "Lütfen içeri
buyurun," dedi.
Bobrofun evine gitmek istediğimi
söyleyince eli ile bir umutsuzluk işareti yaparak, "Zahmet etmeyin.
Bobroflar öldürüldü, evleri de yakıldı!"
Dehşetle bağırmışım. Teğmen devam etti:
"Kanine ile Pouzikoflar onları öldürdüler,
evlerini soydular, sonra da evi, içindeki cesetlerle birlikte yaktılar. Görmek
ister misiniz?"
Arkadaşımla ben yanan eve kadar teğmene
refakat ettik. Alevlerden kararmış tavan ve döşeme tahtaları arasında kömür
haline gelmiş direkler yükseliyordu ve yemek takımlarıyla tencereler oraya
buraya saçılmıştı.
Bir tarafta, bir örtü altında, dört
talihsizden geriye kalan beden parçalan yatıyordu. Teğmen bana bazı açıklamalar
yaptı:
"Olayı Ulyassutay'a bildirdim ve
Bobrofun yakınlarının iki subayla birlikte inceleme yapmak için gelmek üzere
oldukları yanıtını aldım. Bu nedenle cesetleri gömemiyorum."
Bu hazin manzara karşısında yüreğim
daralarak sordum: "Nasıl olmuş, bu!" Şöyle: Geceleyin, on askerimle
Tisingöl'e yaklaşıyordum. Kızılların varlığından çekinerek merkeze ihtiyatla
yaklaşıp pencerelerden içeriye baktık. Pouzikof, Kanine ve kısa saçlı kızın,
giysilerle çeşitli eşyaları inceleyip bunlarla gümüş külçeleri aralarında
paylaştıklarını gördük.
Tanığı olduğumuz sahnenin önemini hemen
kavrayamadım, fakat ihtiyatla hareket etmenin zorunlu olduğunu hissederek
askerlerden birine çiti aşıp kapıyı açmasını emrettim. Avluya girdik. Dışarıya
ilk çıkan, Kanine "nin, ellerini havaya kaldırıp korkusundan şöyle bağıran
karısı oldu: 'Bu işten sonra başımıza bir felaket geleceğini biliyordum!' Kadın
sonra bayıldı. Erkeklerden biri yan kapıdan fırlayıp avludaki sundurmaya kadar
gittikten sonra çitten atlamak istedi. Ben bunun farkında olmadım ama
askerlerimden biri kendisini yakaladı.
Kanine bizi kapıdan karşıladı. Yüzü
sapsanydı ve titriyordu. Bir olay cereyan etmiş olduğunu tahmin ederek hemen
kendisini tutukladım. Erkekleri bağlatarak etkisiz duruma getirdim.
Sorularımıza hepsi sakin bir biçimde karşılık veriyor, yalnızca Bayan Kanine
dizüstü çöküp ellerini uzatarak bağırıyordu: 'Merhamet ediniz, çocuklara
merhamet ediniz, onlar masumdur!.. '
"Kısa saçlı kız bize umursamazca ve
alaycı bakıyor, yüzüme sigarasının dumanlarım üflüyordu. Onları tehdit etmek
zorunda kaldım:
"Bir cinayet işlemiş olduğunuzu
biliyorum. Fakat itiraf etmek istemiyorsunuz. İnkâr etmeye devam ederseniz
erkekleri kurşuna dizdirecek ve kadınlan da yargılanmak üzere üzere
Ulyassutay'a göndereceğim.
"Sert ve kesin bir dille
konuşuyordum çünkü beni gerçekten çok sinirlendirmişlerdi. İlk ağzını açan kısa
saçlı kız oldu:
"'Size hepsini anlatacağım,' dedi.
"Bana mürekkep, kağıt ve kalem
getirilmesini istedim. Askerlerim tanıklık etti. Böylece Pouzikof 'un karısının
itiraflarına dair bir tutanak
hazırladım. Bana söyledikleri şunlardan
ibaretti:
'"Kocam ve ben, Bolşevik
komiserleriyiz. Buraya, Moğolistan'da ne kadar Beyaz Rus subayının gizlenmiş
olduğunu öğrenmek için gönderildik. Fakat, ihtiyar Bobrof bizi tanıyordu.
Kalkıp gitmek istedikse de Kanine, Bobrofun zengin olduğunu, uzun süredir
kendisini öldürüp evini soymak istediğini söyledi. Kendisiyle birlikte hareket
etmeye razı olduk.
Bobrofun oğluyla yakınlık kurup
kendisini iskambil oynamaya davet ettik. Evine dönerken kocam arkasından gidip
onu öldürdü. Sonra, hepimiz Bobrofun evine gittik. Çitten atlayıp köpeklere
zehirli et verdim. Bunlar birkaç dakika içinde öldüler. O zaman hepimiz çiti
aştık. Dışarı ilk çıkan Bobrof'un karısı oldu. Kapı arkasına saklanmış olan
Pouzikof onu baltayla öldürdü. İhtiyar uyurken bir balta darbesiyle gitti.
Gürültüye koşarak gelen küçük kızı da Kanine alnının ortasından bir tüfek
kurşunuyla yere serdi. Daha sonra, evi soyduk ve ateşe verdik. Atlan ve
sığırları da yok ettik. Hepsi tümüyle yanacaktı; fakat sizler geldiniz, bu
aptallar da bizi ele verdiler...'"
Daha sonra telgraf merkezine dönerken,
yolun bir kenarında dikkatimi çeken siyah bir kütle görerek teğmene sordum:
"Bu ne?"
"Bir tabanca kurşunuyla öldürdüğüm
cani Pouzikof. Kanine'yi de, Pouzikofun karısını da öldürmek istedim, fakat
Kanine'nin karısı ile çocuklarına acıdım. Ötekine gelince; doğrusu, henüz kadın
öldüremiyorum. Onları askerimin koruması altında sizinle birlikte Ulyassutay'a
göndereceğim. Aslında bu da durumu değiştirmeyecek, onları yargılayacak olan
Moğollar ölüm hükmü vereceklerdir."
Kıyılarındaki bataklıklarda durup
dururken alevler yükselen ve yanında son depremin neden olduğu üç yüz
kilometrelik bir' yarık uzanan Tisingöl'de olup biten olaylar işte bunlardır.
Dünyayı cinayet ve vahşetleriyle kirleten Pouzikof'lar, Kanine'ler ve diğer
cehennemlik ruhlar acaba bu yarıktan mı çıkmışlardı? Teğmen İvanof'un, sürekli
dua eden askerlerinden biri, soluk yüzlü bir delikanlı, onlara "şeytanın
uşakları" adını vermişti.
Ulyassutay'a bu canilerle yoldaşlık
ederek dönüşümüz hiç zevkli olmadı. Arkadaşımla ben her zamanki ruhsal gücümüzü
ve sağlıklı düşünebilme yetimizi kaybetmiştik. Kanine düşüncelerine dalmıştı.
Utanmaz kadın ise gülüyor, sigara içiyor, askerlerle veya arkadaşlarımızdan
bazılarıyla şakalaşıyordu. Nihayet Yagastay'ı geçtik. Birkaç saat sonra, ilk
olarak kaleyi ve hemen sonra ovada biraraya gelmiş alçak, kerpiç evleri gördük;
burası Ulyassutay'dı.
Tedirginlik
Günleri
O layların hızlı seyrine bir kez daha
dalmış bulunuyorduk. Kentten, onbeş günlüğüne uzaklaşmamız sırasında çok şeyler
olmuştu. Çinli komiser Wang Tsaotsun, Urga'ya onbir haberci göndermiş, ancak
hiçbiri geri gelmemişti. Moğolistan'daki durum şeffaf olmaktan uzaktı. Rus
birliği, yeni yerleşimciler geldiğinden büyümüş ve yasadışı varlığını, Çinlilerin
her yerde hazır ve nazır casusluk örgütünce haber alınmış olmasına karşm,
gizlice sürdürmüştü. Kentte, Ruslardan ve yabancı uyruklulardan hiçbiri evinden
çıkmıyordu. Herkes silahlı ve harekete geçmeye hazır bekliyordu. Geceleri
nöbetçiler avlularda nöbet tutuyordu. Bütün bu önlemlerin nedeni Çinlilerdi.
Bunların komiserince verilen emir üzerine, elinde silah bulunan tüm Çinli
tüccarlar adamlarını silahlandırdıktan sonra geri kalan silahları da memurlara
dağıtmışlar ve bunlar da iki yüz kadar vasıfsız işçiden oluşan bir birlik
oluşturmuşlardı. Daha sonra, Moğol silah deposunu da teslim alarak aşağı tabaka
Çinli gündelikçilerden oluşan bir kalabalığın daima bulunduğu bir bölgedeki
zerzevatçılara bu şekilde ellerine geçirdikleri silahlan dağıtmışlardı. Bu
güruh şimdi kendisini güçlü hissediyordu. Top
laşıp, aralarında coşkulu görüşmeler
yapıyorlar ve belli ki ani bir saldırıya hazırlanıyorlardı. Akşamlan, çapulcu
kalabalığın cüreti hoşgörülmez bir durum alıyordu. Bu başıbozuklar gelip
geçenleri durdurup üstlerini yokluyor, göz koymuş oldukları şeyleri almaya
zemin hazırlayan kavgalara girişiyorlardı. Çin mahallelerinden gizlice öğrendik
ki Çinliler Ulyassutay'daki tüm Ruslarla Moğollara karşı bir soykırıma
hazırlanıyorlardı. Biliyorduk ki uygun bir yere, bir tek eve ateş sokmak, bu
ahşap yapılardan oluşan tüm bu yerleşim yerinin bir anda alevler içerisinde
kalmasına yetecekti. Bütün halk kendisini savunmaya hazırlandı: Avlularda
nöbetçilerin sayısı çoğaltıldı; kentin mahallelerinde sorumlular belirlendi;
bir itfaiye örgütü kuruldu; hızla kaçmak amacıyla atlar, arabalar ve erzak
hazırlandı. Kobdo'dan gelen haberlere göre, Çinlilerin soykırım yaparak
insanların birçoğunu öldürdükleri ve kırıp dökme, yağma olaylarından sonra tüm
kenti yaktıkları öğrenilince durum büsbütün kötüleşti. Kobdo'da halkın çoğu
dağa, ormana kaçmıştı. Fakat, bu iş gece olmuş ve insanlar yanlarına ne kalın
giysiler ne de yiyecek alabilmişlerdi. O geceyi izleyen günlerde Kobdo'yu
çevreleyen dağlardan acı ve ölüm sesleri gelmişti. Açık alanda Moğolistan
kısmın soğuğuna maruz kalan kadınlarla çocuklan buz gibi hava birer birer
öldürmüştü.
Bütün bunlar Çin yetkililerine
bildirildi. Fakat onlar gülmekle yetindiler ve bir toplantı düzenleyerek
Ulyassutay'ın ayaktakımına ve başıbozuklara tesliminin uygun olup olmayacağını
tartıştılar. Yerleşimcilerden birinin yanında çalışan aşçının oğlu olan genç
bir Çinli, suikastı bize haber verdi. Olayı hemen incelemeyi kararlaştırdık.
Bir Rus subayı da arkadaşımla bana katıldı ve bize kılavuzluk eden genç Çinlinin
peşinde kenti dolaştık. Yalnızca gezintiye çıkmış gibi göründüysek de yolda bir
Çinli nöbetçi tarafından durdurulduk. Bize düşmanca bir tavır takınarak, kimsenin sur dışına çıkmaya hakkı olmadığını
bildirdi. Onunla konuşurken dikkat ettim ki kentte yol boyunca Çinli nöbetçiler
dizilmişti. Bir Çinli grubu da kent dışına giderken bulunmuştu. Bu yandan
toplantı yerine gitmenin olanaksız olduğunu derhal anlayarak başka bir yol
aradık. Doğudan çıktık, Çin vergilerinin dilenci haline getirdiği
çaresiz Moğolların toplandığı kampın
kenarından dolaştık. Onlar da, belli ki, olayların nasıl bir seyir izleyeceğini
sıkıntı içinde öğrenmeye çabalıyorlardı. Çünkü geç bir vakit olmasına karşın
hiç kimse uyumuyordu. Kentin dışına doğru ilerlerken her engelin arkasına
gizlenerek son derece dikkatli hareket ediyorduk. Tabanca ve el bombalarıyla
silahlanmıştık ve biliyorduk ki tehlikeye düşecek olursak imdadımıza koşacak
küçük bir birlik kentte hazır bulunuyordu. Önde genç Çinli gidiyor, arkasında
da onun gölgesi gibi, bize ihanet ettiği taktirde kendisini bir piliç öldürür
gibi boğazlamaya hazır olduğunu zaman zaman hatırlatan dostum ilerliyordu.
Peşinden soluğu ensesinde dostumun geldiğini bildiği bu yolculuktan genç
kılavuzun pek hoşlandığını sanmıyorum. Nihayet toplantı yerinin çitleri
göründü. Aramızda sadece, kolayca görülebileceğimiz çıplak ova vardı. Bu yüzden
birer birer, sürünerek ilerlemeye karar verdik. Neyse ki ovada donmuş gübre
yığınları bulunuyordu. Bunları siper alarak çite doğru ilerledik. Coşkulu kalabalığın
gürültüsü bize rehberlik ediyordu. Dinlemek ve gözlemlemek için karanlıktan
yararlanıyorduk. Bu sırada hemen yanımızda olağanüstü iki şey farkettik.
Bu Çinli toplantısına bizimle birlikte
bir başka gizli gözcü daha katılıyordu. Yere yatmış, çitin dibindeki bir
delikten başım içeri uzatmıştı. Tamamiyle hareketsizdi ve belli ki geldiğimizi
de işitmemişti. Oracıkta, bir hendek içinde, burun delikleri tıkanmış bir kır
at yatıyor ve daha ileride direğe bağlı eyerli bir başka at duruyordu.
Meydanda cehennemi bir gürültü hüküm
sürüyordu, aşağı yukarı iki bin kişi bağırıyor, tartışıyor, el kol
hareketleriyle tüfeklerini havaya kaldırıyordu. Hemen hemen hepsi tüfek,
tabanca, kılıç ve baltalarla silahlanmıştı. Kalabalık arasında başıbozuklar
dolaşarak durmadan bir şeyler anlatıyor, kağıtlar dağıtıyor, açıklamalarda
bulunuyorlardı.
Nihayet, uzun boylu ve geniş omuzlu bir
Çinli yüksekçe bir yere çıktı, tüfeğini başından yukarı kaldırdı, kalın ve sert
bir sesle konuşmaya başladı. Kılavuzumuz aktardı:
"Çinlilerin Kobdo'da yapmış
olduklarını yapmaları, planlarının gerçekleşmesine engel olmaması için muhafız
kıtasına emir vermesi konusunda Çin komiserinden güvence almaları gerektiğini
söylüyor. Rusların elindeki silahlan da komiserin teslim alması gerektiğini
anlattıktan sonra, 1900'de üç bin Çinliyi Blagovesensk'te suda boğmuş olan
Ruslardan intikam alacağız. Ben gidip komiserle görüşünceye kadar burada bekleyin,
diyor."
Adam çıktığı yerden indi ve kent
tarafına açılan kapıya doğru hızla yürüdü. Yerde yatmakta olan öteki adamın
başını delikten çıkardığını, kır atını hendekten alıp koşup öteki atı direkten
çözerek ikisini de bize doğru, kentin ters yönünde getirdiğini gördüm, ikinci
atı orada bıraktı ve kendi atına binip çitin bir kenarına gizlendi. Bu sırada
dışarı çıkmış olan konuşmacı, atını çitin öte yanında görünce tüfeğini
kayışından omzuna geçirdi ve atma doğru yürüdü. Yan yola varmıştı ki çitin
köşesinde pusuya yatmış olan yabancı bir anda dörtnala kalktı. Adama yıldırım
gibi yetişip ensesinden yakaladığı gibi yerden aldı, eyerin ön kısmına bir
çuval gibi yerleştirdi ve yarı boğulmuş Çinlinin ağzını bir bez parçasıyla
tıkadıktan sonra kentin batı tarafma doğru hızla atını sürdü.
Dostuma sordum: "Bunun kim olduğunu
tahmin edersin?" Derhal yanıt verdi: "Tuşgun Lama olmalı!"
Yabancının her hali bana intikamcı
esrarengiz Lamayı hatırlatıyor ve düşmanla temas tarzı da Tuşgun'un hareket
tarzını andırıyordu. Daha sonra, geceleyin, öğrendik ki komiserle görüşmeye
gitmeye niyetlenen konuşmacı adamın kesik başı, kendisini beklemekte olan
dinleyicilerinin önüne çitin üstünden atılıvermişti. Olay, Çinli topluluğu
korkutup ateşli ruhlarına durgunluk vermişti.
Ertesi sabah beklenmedik bir yardım
aldık. Urga'dan, karmakarışık saçları omuzlarına dökülmüş, kemerine bir tabanca
yerleştirmiş ve gocuğu yırtık bir Moğol delikanlısı dörtnala geldi. Moğolların
hep toplandıkları çarşıya doğru giderek atından inmeksizin bağırdı:
"Urga'yı bizim Moğol askeriyle
General Baron Ungern zaptettiler! Bogdo Hutuktu hanımız oldu! Moğollar!
Çinlileri öldürüp dükkanlarını yağma ediniz! Sabrımız artık tükendi!.."
Kalabalık arasından sesler yükseldi.
Delikanlının etrafını, kendisine türlü türlü sorular soran bir sürü adam
çevirdi. Çinliler tarafından azledilmiş olan yaşlı sa.it, Chultun Beyli'ye
derhal bilgi verildi, o da habercinin kendisine getirilmesini istedi. Sait,
delikanlıyı sorguya çektikten sonra halkı ayaklanmaya teşvik suçuyla tutukladı
fakat Çin makamlarına teslim etmekten kaçındı. O sırada sair'in yanındaydım ve
bu konudaki kararını işittim. Çin komiseri Wang Tsaotsun, sait'i itaatsizlik
suçlamasıyla tehdit edince, yaşlı adam tespihini çekmekle yetinip şöyle dedi:
"Sanırım, bu Moğol'un
söylediklerinin her kelimesi doğru. Yalanda rollerimiz değişecek ve seni
tutuklayacağım."
Wang Tsaotsun'um da haberin doğruluğuna
inandığını tahmin ettim, çünkü hiçbir şey söylemedi. O andan itibaren Çinliler,
hiç mevcut değillermiş gibi, Ulyassutay sokaklarından kayboldular, ama buna
karşılık Rus subayları ve yabancı yerleşimciler onların yerlerini aldılar. O sırada
gelen bir mektup, Çinlileri büsbütün telaşlandırdı. Moğollar ile Altay
Tatarları'nın, Tatar subayı Kaygorodofun komutasında, Kobdo yağmasında ele
geçirdikleri mallarla kaçmakta olan Çinlilerin peşine düştüğü, kendilerine
yetişip Sinkiang sınırlarında hepsini kılıçtan geçirdiği haber veriliyordu.
Mektupta şunlar da bildiriliyordu ki Amil kıyılarında Çin yetkililerince
gözaltma alınmış olan general Bakiç ile altı bin askere silah verilmiş ve
bunlar Baron Ungern ile birleşmek üzere Kulca'da gözaltında olan ataman
Annenkof la buluşmaya gitmişlerdi. Bu haberin aslı yoktu; çünkü ne Bakiç ne de
Annenkofun böyle bir niyetleri olamazdı. Çinliler Annenkofu . Türkistan'ın en
ücra bir yerine sürmüşlerdi. Bununla birlikte haber, Çinliler arasında
gerçekten şaşkınlık yarattı.
Tam bu sırada, Rus Bolşevik yerleşimci
Bourdukofun yanma İrkutsk sovyetinden Saltikof, Freimann ve Novak adında üç
ajan geldi. Bunlar, Çin makamları nezdinde girişimde bulunup Rus subaylarının
silahsızlandırılarak Kızıllara teslim edilmesini istediler. Çinlileri Beyaz
birliklerden korumak üzere Ulyassutay'a bir Kızıl birlik gönderilmesini,
İrkutsk sovyetinden isteme konusunda Çin ticaret odasmı ikna ettiler. Freimann,
beraberinde Moğol dilinde yazılmış komünist propaganda broşürleri ve İrkutsk telgraf
hattının yeniden yapımına ilişkin bir talimat getirdi.
Bourdukof da Bolşeviklerden bazı
mesajlar aldı. Onlarla pazarlığı o kadar ustaca yönettiler ki Wang Tsaotsun'un
da bir süre sonra kendileriyle aynı düşünceleri paylaşmasını sağladılar.
Ulyassutay'da soykırım bekleme günleri
bir kez daha gelmişti. Rus subayları tutuklanmayı bekliyorlardı. Amerikan
ticaretevlerinden birinin temsilcisiyle beraber görüşmek üzere komiserin yanına
gittik. Düzene uymayan hareketlerini kendisine anlattık; çünkü Sovyetler
hükümeti Pekin hükümeti tarafından tanmmadıkça Bolşeviklerle müzakere konusunda
hükümetinin iznini alamazdı. Wang Tsaotsun ile yardımcısı Fu Hsiang, Bolşevik
ajanlanyla yaptıkları gizli görüşmeyi bilmemizden ötürü açıkça sıkıldılar.
Komiser bize bu tür bir soykırımı, muhafızların önleyeceği konusunda bize
güvence vermeye çalıştı. Muhafızların mükemmel olduğu kesindi; çünkü ciddiyet
ve gücüyle tanınmış eğitimli bir subayın komutası altında deneyimli ve
disiplinli askerlerden oluşuyorlardı. Ancak, üç bin vasıfsız işçi, silahlı bin
esnaf ve ikiyüz başıbozuktan oluşan bir kalabalığa karşı seksen asker ne
yapabilirdi? Korkularımızın ne kadar esaslı olduğunu anlattık ve yabancılarla
Rusların kendilerini sonuna kadar savunmaya kararlı olduklarını bildirerek kan dökülmesine
her şekilde engel olması konusunda ısrarda bulunduk. Wang, sokaklara devriye
çıkarılması için derhal emir verdi ve Çin, yabana ve Rus birliklerinin bunun
üzerine kenti dolaşmaya başlamaları tuhaf sahnelere neden oldu. Muhafız
sayısının, bilinenden üçyüz kişi fazla olduğunu o zaman henüz bilmiyorduk.
Bunlar da Tuşgun Lama'nın civarda, dağda gizli olan askerleriydi.
Durum bir kez daha birdenbire
değişmişti. Komşu manastırın Lamalarından, Moğol sait'e gelen habere göre,
albay Kazagrandi, Çinli başıbozukları yendikten sonra Van Küre'yi ele geçirmiş;
Yaşayan Buddha'nın isteğiyle Moğollan, Baron Ungern'in emriyle de Rusları
seferber ederek RusMoğol süvari tugayları kurmuştu. Birkaç saat sonra öğrenildi
ki, büyük Çin manastırındaki Çinliler, Rus subayı Barski'yi öldürmüşler ve
albay Kazagrandi de, misillemede bulunmak üzere saldırıya geçip Çinlileri
buradan atmıştı. Van Kure'nin ele geçirilişi sırasında Ruslar, altın ve
propaganda broşürleriyle Moskova'dan Kore'ye ve oradan da Amerika'ya gitmek
isteyen Koreli bir komünisti tutukladılar. Albay Kazagrandi bu Koreli komünisti
akınlarıyla birlikte Baron Ungern'e gönderdi. Bu haber alınır alınmaz,
Ulyassutay'daki Rus birliği komutanı Bolşevik ajanlarını tutuklattı ve
kendilerini Bobrofun katilleriyle birlikte mahkemeye verdi. Saltikof ile Novak
hakkında kuşkular çoğaldı. Bundan başka Saltikof kaçmayı başardı. Novak ise
yarbay Mihailofun önerisi üzerine batıya hareket etti.
Rus birliğinin komutanı, Rusları
seferber etme emrini verdi ve Moğol
makamlarının sözlü ya da yazılı olarak
belirtmemelerine karşın Ulyassutay'ı açıkça himayesi altına aldı. Moğol sait
Chultun Beyli, ünlü yurtsever Hun Jap Lama’nın öncülüğünde, bölgedeki Moğol
prenslerini topladı. Prensler, Çinlilerden, zamanında sait Chultun Beyli'nin
egemenliği altında bulunan bütün yerleri hemen boşaltmalarını istediler.
Moğollar ile Çinliler arasmda pazarlıklar, tehditler ve kavgalar yaşandı. Wang
Tsaotsun, bir anlaşma taslağı önerdi ve bunu prenslerden bazıları kabul etti.
Fakat Hun Jap Lama, tam karar anında, Çin önerisine ilişkin anlaşma metnini
yere attı ve bıçağını çekip, bu ihanet anlaşmasını imzalamaktansa kendi eliyle
kendini öldüreceğine and içti. Bunun sonucunda Çin önerileri reddedildi ve
düşmanlar mücadeleye hazırlanmaya başladılar. Jassaktu Han'ın, Noyon Han'm ve
Yahantsi Lama'nın idaresindeki Moğollar seferber edildiler. Çinliler,
ellerindeki dört mitralyöze mevzi aldırıp kaleyi savunmaya hazırlandılar.
Çinlilerle Moğollar arasmda sonu gelmez müzakereler yapılıyordu. Nihayet, eski
dostumuz Tzeren gelip tarafsız yabancı sıfatıyla beni buldu ve Wang Tsaotsun
ile Chultun Beyli'nin benden iki karşıt kesimi sakinleştirmemi ve aralarında
kabule değer bir anlaşma hazırlamamı istediklerini bildiren mektuplarım verdi.
Buna benzer talepler bir Amerika ticaretevinin temsilcisine de verildi. Ertesi
akşam, Çin ve Moğol temsilcilerinin huzurunda arabuluculuk toplantımızı
gerçekleştiriyorduk.
Bu toplantı gürültülü ve coşkulu geçti.
Bu nedenledir ki görevimizi başarıyla gerçekleştirmek konusundaki tüm umudumu
yitirdim. Bununla birlikte, konuşmacıların yorulduğu gece boyunca, iki nokta
üzerinde uzlaşma sağlamaya olanak bulduk: Moğollar savaşmak istemediklerini ve
bu işi büyük Çin halkının dostluğunu koruyacak şekilde çözümlemek arzusunda
bulunduklarını belirttiler. Çin komiseri de Moğolistan'a tam bağımsızlık
tanıyan anlaşmaları Çin'in ihlal etmiş olduğunu kabul etti.
Bu iki nokta, ikinci toplantıda yapılan
müzakerelerin esasını oluşturarak barış için bize hareket noktası işlevi gördü.
Müzakereler üç gün sürdü ve o duruma geldi ki önerilerimizi tarafların
uzlaşmalarıyla formüllere bağlayabildik. Başlıca maddeler, Çinli yetkililerin
Moğollara yönetim yetkisini ve silahlarını geri vermelerini, ikiyüz başıbozuğu
silahsızlandırmalarını ve ülkeyi terketmelerini; öte yandan Moğolların da Çin
komiseriyle seksen askerlik muhafız kıtasının her türlü silah ve levazımı ile
ülkelerinden çıkmalarına izin vermelerini belirliyordu. Bu,
ÇinMoğol Ulyassutay antlaşması, Çin
komiserleri Wang Tsaotsun ile Fu Hsiang, iki Moğol sair, Hun Jap Lama ile diğer
Moğol prensleri, Rus ve Çin ticaret odaları başkanları ve arabulucu sıfatıyla,
bizler tarafmdan imzalandı. Çinli görevlilerle muhafızları hareket
hazırlıklarına başladılar. Görev ve yetkilerini tekrar eline almış olan sair
Chultun Beyli, güvenliklerini garanti ettiğinden Çinli tüccarlar Ulyassutay'da
kalıyordu. Hareket günü geldi. Yüklü develer daha şimdiden ortalığı dolduruyor
ve adamlar da ovadan getirilecek olan atlarını bekliyorlardı.
Bir anda çıkan söylentiye göre atlar
gece çalınmış ve güneye doğru götürülmüşlerdi. Bunların ardından gönderilen iki
askerden biri geri gelip ötekinin öldürüldüğünü haber verdi. Bu olayın tüm
kentte uyandırdığı şaşkınlık, Çinliler arasında gerçek bir paniğe neden oldu.
Doğudan gelen Moğollar, Wang Tsaotsun tarafından Urga'ya haberci olarak
gönderilen askerlerden onaltısının cesetlerine Urga yolu üzerinde çeşitli
yerlerde rastladıklarını söyleyince panik daha da arttı. Olayın sırrı bir süre
sonra anlaşıldı.
Rus birlik komutanının, V.N. Domojirof
adında bir Kazak albayından aldığı mektupta Çin garnizonunun hemen
silahsızlandırılması, bütün Çin memurlarının tutuklanması, bunların Baron
Ungern'e teslim edilmek üzere koruma altında Urga'ya gönderilmesi,
Ulyayssutay'm gerekiyorsa kuvvet kullanılarak ele geçirilmesi ve kendisinin de
kıtasıyla birleşmesi emrediliyordu. Aynı zamanda Narabanşi Hutuktusu'ndan
dörtnala gelen bir habercinin getirdiği mektupta da Hun Baldon ile albay
Domojirof komutasındaki bir Rus kıtasının Çin dükkanlarını yağma ettiği,
tüccarların öldürüldüğü ve manastıra gelip et ve yiyecek istediği
bildiriliyordu.
Hutuktu yardım istiyordu; çünkü
Kobdo'nun vahşi fatihi Hun Boldon tenha ve himayesiz manastın kolayca talan
edebilirdi. Henüz imzalanmış olan antlaşmayı bozmamasını, bunun hazırlanmasına
katılmış olan Ruslarla yabancıların cesaretini kırmamasını albay Mihailof
"tan rica ettik. Aksi taktirde bu, hükümet etmenin başlıca yöntemi olarak,
verilen sözü tanımayan Bolşevik ilkesini taklit olurdu. Bu gerekçe Mihailofu
ikna etti: Domojirofa Ulyassutay'm aslında kavgasızca yönetimi altma girmiş
bulunduğunu, eski konsolosluk üzerinde Rusya'nın üç renkli bayrağının
dalgalanmakta olduğunu, başıbozukların silahsızlandırıldığını ve Ulyassutay'da
yeni imzalanan antlaşmayı bozmaksızın öteki emirlerinin yerine getirilemeyeceğini
yanıtında bildirdi.
Her gün Narabanşi Hutuktusu'ndan
Ulyassutay'a haberciler geliyordu. Haberler gittikçe kaygılandıncı bir içerik
kazanıyordu. Hutuktu, Hun Boldon'un dilencilerle at hırsızlarını seferber
ederek silahlandırdığını, onlara askerî eğitim verdiğini, askerlerin manastıra
ait koyunları aldıklarını, "Noyon" Domojirofun her an sarhoş
olduğunu, itirazların bu adam tarafından alay ve küfürle karşılandığını
anlatıyordu. Haberciler kıtanın gücüne ilişkin çok belirsiz bilgiler
veriyorlardı: Bazıları otuz kişiden, diğerleri de Domojirof komutasında sekiz
yüz kişi bulunduğundan söz ediyorlardı. Sait'in bütün mektupları yanıtsız kaldı
ve gönderdiği adamlar da geri gelmez oldu. Artık kuşku duymanın anlamı yoktu;
bunlar ya öldürülmüşler ya da tutsak edilmişlerdi.
Prens Chultun Beyli kalkıp bizzat
gitmeye karar verdi. Beraberinde Rus ve Çin ticaret odalan başkanlanyla iki
Moğol subayını götürdü. Kendisinden hiçbir haber çıkmadan üç gün geçti.
Moğollar kaygılanmaya başlıyorlardı. Bunun üzerine Çin komiseri ile Hun Jap
Lama, yabancılara başvurarak sorunu çözmek, Domojirofu antlaşmayı tanımaya ikna
etmek ve iki büyük halk arasındaki uzlaşmanın bozulması gibi tatsız bir olayı
önlemek üzere, birinin Narabanşi'ye gönderilmesini rica ettiler. Bizimkiler, bu
görevin kamu yaran adma, bir kez daha tarafımdan yerine getirilmesini
istediler. Yanıma çevirmen olarak iyi bir binici ve cesur ve soğukkanlı genç
bir Rus yerleşimci olan Bobrofun yeğenini aldım. Cebimize de bize en iyi posta
atlanyla en bilgili kılavuzları sağlayan çarâ'yı koyarak artık iyice tanımakta
olduğum yoldan, dostum Narabanşi Hutuktusu Jelib Djamsrap'ın manastırına doğru
hareket ettim...
Beyaz
Hong'lar Çetesi
Üçüncü günün gecesi, geç vakit,
Narabanşi'ye vardık. Oraya yaklaştığımız,
sırada gördüğümüz süvariler, bizi
farkeder etmez, dörtnala manastıra döndüler. Bir süre, aradığımız Rus
karargâhını bulamadık. Moğolların bizi götürdükleri manastırda Hutuktu beni
derhal yanına kabul etti. Yurta 'smda Chultun Beyli de oturuyordu. Bana
hatik'ler sunarak, "Bu güç zamanlarda sizi buraya Tanrı gönderdi,"
dedi.
Domojirof, iki ticaretevinin
başkanlarını, tutuklamakla ve prens Chultun Beyli'yi de kurşuna dizmekle tehdit
etmişti. Domojirof un Hun Boldon gibi davranışlarını meşru gösterecek hiçbir
resmî belgesi yoktu. Chultun Beyli bunlara karşı savaşa hazırlanıyordu.
Beni, Domojirofun yanma götürmelerini
istedim. Karanlıkta dört büyük yurta ve Rus tüfekleriyle silahlanmış iki Moğol
nöbetçi gördüm. Rus Noyonu'nun çadırına girdik. Gözlerimiz önüne serili manzara
çok tuhaftı. Yurta 'nın ortasında mangal yanıyordu. Sunağm bulunması gereken
yerde bir taht kurulmuş ve buna da uzun boylu, zayıf ve kır saçlı bir adam olan
albay Domojirof oturmuştu. Üzerinde yalnızca iç çamaşırları ve ayaklarında da
çoraplan vardı.
Sarhoştu ve hikâye anlatıyordu. Ateşin
etrafında, ayrı ve dikkate değer bir durumda uzanmış, oniki delikanlı vardı.
Arkadaşım olan subay, Domojirof'a Ulyassutay'da olup bitenleri nakletti ve ben
de, söz arasında, birliğinin nerede konaklamakta olduğunu sordum. Gülmeye
başlayıp eliyle işaret ederek, "İşte, benim birliğim" dedi.
Emirlerinin, önemli kuvvetlere komuta ettiği izlenimi verdiğini söyledim ve
albay Mihailofun Ulyassutay'a yaklaşmakta olan Kızıllarla çarpışmaya
hazırlanmakta olduğunu ekledim. Yüzünü korku ve şaşkınlık bürüyerek, bağırdı:
"Nasıl? Kızıllar mı geliyor?"
Geceyi onun yurta'sında geçirdik. Yatmak
üzereyken subay kulağıma fısıldadı:
"Tabancanızı el altında
bulundurmaya dikkat ediniz." Bu sözleri gülerek karşıladım:
"Bir Beyaz Rus birliğinde konuğuz
ve öyleyse güvendeyiz demektir." Subay bir gözünü kırparak karşılık verdi:
"Şey!.. Evet!..."
Ertesi sabah Domojirofu ovada bir
gezintiye davet ederek kendisine olan bitenlerden açıkça söz ettim.
Görüşmemizden anladım ki gerek kendisi ve gerek Hun Boldon, Baron Ungern'den
yalnızca general Bakiç'e tâbi olma emrini almışlar, fakat böylelikle hareket
edecek yerde yol boyunca Çin
ticaretevlerini soymaya koyulmuşlardı.
Domojirof, büyük bir fatih olmayı aklına koymuştu. Yolu üzerinde albay
Kazagrandi kıtasından kaçan birkaç subaya rastlayarak bunlarla çetesini
kurmuştu. Chultun Beyli ile işleri dostça halledip antlaşmayı bozmaması
gerektiğine kendisini inandırdım. Derhal manastıra gitti.
Dönüşte, uzun boylu, haşin yüzlü, mavi
ipek elbiseli bir Moğol ile karşılaştım. Hun Boldon buydu. Rusça konuşarak bana
kendisini tanıttı. Domojirofun çadırında paltomu ancak çıkarmıştım ki bir Moğol
koşarak içeri girip Hun Boldon'un beni yurta 'sına çağırdığını söyledi. Prens
hemen orada, nefis bir mavi /urta'da oturuyordu. Moğol âdetlerini bildiğimden
atıma atlayıp altı adım ötedeki kapısının önünde indim. Hun Boldon beni kibirli
ve soğuk bir tavırla karşıladı. Beni, çevirmene parmağıyla göstererek sordu:
"Kim bu?"
Beni incitmek niyetinde olduğunu
anlayarak aynı tarzda karşılık verdim. Çevirmene dönüp onu parmağımla gösterdim
ve daha çirkin olmasmı istediğim bir tavırla aynı soruyu sordum:
"Kim bu? Büyük bir prens ve savaşçı
mı yoksa bir çoban ya da vahşi bir adam mı?"
Boldon o anda kendini kaybetti. Sesi
titreyip, halinden heyecanı belli bir şekilde, işlerine karışmama izin
vermeyeceğini, emirlerine kim karşı gelmeye cesaret edecek olursa onu yere
sereceğini yüzüme karşı bağırarak söyledi. Masaya yumruğunu indirdi, sonra
ayağa kalkıp tabancasını çekti.
Fakat göçebeler arasında çok
dolaşmıştım. Prens, Lama veya çoban ya da haydut olsunlar, onları iyice
incelemiştim. Kırbacımı yakaladım ve tüm gücümle masaya indirerek çevirmene
şunları söyledim:
"Ona de ki, ne Moğol ne de Rus,
büyük ve özgür bir devletin uyruğundan bir yabancı ile görüşmek şerefine mazhar
bulunmaktadır. Ona, ilk önce insan olmayı öğrenmesini söyle. Ancak o zaman beni
ziyaret edebilir ve ancak o zaman kendisiyle görüşebiliriz."
Arkamı dönüp dışarıya çıktım. On dakika
sonra Hun Boldon bulunduğum yurta 'ya gelip benden özür diliyordu. Chultun
Beyli ile anlaşması ve maceralanyla özgür Moğol halkını artık incitmemesi
konusunda kendisini ikna ettim. O akşam her şey çözümlenmişti. Hun Boldon,
Moğollarını terhis edip Kobdo'ya çekildi. Domojirof ile çetesi de Moğollan
örgütlemek üzere Jassaktu Han'a hareket etti. Chultun Beyli'nin uygun
görmesiyle Wang Tsaotsun'a mektup yazıp muhafız kıtasının silahtan
arındırılmasını istedi; çünkü Urga'daki bütün Çin kıtaları bu emri almışlardı.
Fakat, bu mektup, Wang çalman atlarm yerine develer satın alıp sınıra doğru
yola çıktıktan sonra Ulyassutay'a ulaştı. Bir süre sonra yarbay Mihailof,
Wang'ın askerlerine yetişip silahlarını
teslim almak üzere teğmen Strigine'nin komutasında elli kişilik bir birliği
yola çıkardı.
Küçük Bir Tapınağın
Sırrı
T) rens Chultun Beyli ile ben Narabanşi
Kürel den ayrılmaya L hazırdık. Hutuktu, sairin şerefine Kutlama Tapınağı'nda
âyin yaparken ben de çevrede, kenarlarında çeşitli derecelerde Lama gelong'h.rın,
Geru/ların, Chaidje ve Rabdjampa'ia.rın evlerinin bulunduğu dar yollarda
geziniyordum. Bu yapılar, bilgin ilahiyat doktorlarının (Maramba) ve aynı
Zamanda tıp doktorlarının (Ta Lama) ders verdikleri okullar, öğrencilerin
{Bandî) koğuşları, depolar, evrak mahzenleri ve kütüphanelerdi. Hutuktu'nun
yurta'sına döndüğümde kendisini burada buldum. Bana büyük bir hatik armağan
ederek manastın gezmemizi önerdi. Yurta 'dan dışarıya çıktığımızda, serbest
bırakılmış olan Rus ticaret odası başkanı ile bir Rus subayı bize katıldılar.
Hutuktu bizi parlak sarıya boyanmış bir duvarın arkasındaki küçük bir yapıya
götürdü.
"Dalai Lama ile Bogdo Han bir
keresinde burada kalmışlardı. Bu tür kutsal kişilerin bulunduğu yerleri sarı
renge boyamak geleneğimizdir, içeriye giriniz."
İçerisi oldukça görkemli bir biçimde
dekore edilmişti. Zemin katta, ince oymalı Çin işi ahşap masalar, içi porselen
ve bronz nesnelerle dolu camlı ve raflı dolapların yer aldığı yemek salonu
bulunuyordu. Üst kat iki odadan oluşuyordu: İlk oda, parlak san ipekten
perdeleri olan bir yatak odasıydı. Burada, tavandaki ahşap oyma kirişe ince bir
bronz zincirle asılı, renkli taşlarla bezeli büyük bir Çin feneri dikkat
çekiyordu. Dört köşe büyük bir yatağın üzerinde, ipek yastıklar, şilteler ve
battaniyeler bulunuyordu. Karyola, Doğu Hindistan'a özgü kara ahşaptan
yapılmaydı ve özellikle de cibinliği tutan direklerde son derece ince işlenmiş
oymalar vardı. Bu oymaların başlıca motifi de güneşi yutmakta olan geleneksel
ejderhaydı. Yan tarafta, dinsel sahneleri gösteren oymalarla kaplı bir dolap
duruyordu. Dört rahat koltuk, mobilyayı tamamlıyor ve odanın en dibinde de bir
sedir üzerinde Doğu türü alçak bir taht bulunuyordu. Hutuktu bana şöyle dedi:
"Bu tahtı görüyor musunuz? Bir kış
gecesi, birtakım süvariler manastıra gelerek bütün gelongla.rın, getullerin,
başlarında Hutuktu ile Kanpo olduğu halde, bu odada toplanmalarını istediler. O
zaman, yabancılardan biri tahta geçip oturduktan sonra başlığını çıkardı. Bütün
lamalar diz çöktüler. Çünkü Dalai Lama'nın, Tashi Lama’nın ve Bogdo Han'ın
kutsal emirnamelerinde adı geçen kişiyi tanımışlardı. Bu, bütün dünyanm
kendisine ait olduğu, doğanın tüm sırlarına ermiş bulunan kişiydi. Tibetçe kısa
bir dua okudu ve sonra orada bulunanları kutsadı. Daha sonra gelecek yarım
yüzyıla ilişkin kehanetlerde bulundu. Bundan otuz yıl önceydi ve bu süre
boyunca, bütün kehanetleri gerçekleşti. O, yandaki odada, küçük mihrap önünde
dua ederken, şu gördüğünüz kapı kendiliğinden açıldı, mihrabın yanında duran
mumlarla kandiller yanıyordu ve içlerinde ateş olmayan kutsal buhurdanlardan
çıkan günlük kokulan odayı kaplıyordu. Sonra, 'Dünyanın Hâkimi' ile yoldaşları
sessizce aramızdan yok oldular. Ardında hiçbir iz kalmadı; üzerine kimse
oturmamış gibi bir durumda bırakarak gittiği tahti kaplayan ipek örtünün ağır
ağır eski durumunu alan kıvrımları dışında... "
Hutuktu kutsal yere girdi, diz çöktü,
gözlerini elleriyle örterek dua etmeye başladı. Titreyerek yanan kandillerin
gölgeleyip aydınlattığı altın yaldızlı Buda'nın sakin ve kayıtsız yüzüne baktım.
Harikulade ve inanılması güç bir şeydi ama, güçlü, kaslı, ağzı ve çeneleri sert
ifadeli, bütün yüzü gözlerinin parlaklığıyla belirginleşen adamı karşımda iyice
gördüm. Beyaz bir giysiye bürülü saydam bedeninin gerisinde tahtın sırt
dayanacak yerindeki Tibetçe yazıtları gördüm. Gözlerimi kapayıp tekrar açtım.
Kimse yoktu. Ancak, tahtın ipek yastıkları kımıldandı gibime geldi.
Kendi kendime, "Sinirlilik,"
diye söylendim. Alışılmadık bir ortamın etkisinden kaynaklanan aşın gerginlik
ve değişen duygular..." Hutuktu bana dönerek şöyle dedi:
"Bana hatiğinizi verin.
Sevdikleriniz hakkında tasalı olduğunuzu hissediyorum ve onlar için dua etmek
üşüyorum. Siz de dua etmelisiniz, Tanrı'ya yakarmak ve burada bulunmuş olan ve
bu yere kutsallığını bırakmış olan 'Dünyanın Hâkimi'ne ruhunuzun bakışlarını
çevirmelisiniz." Hutuktu, hatigi Buda'nın omuzuna yerleştirdi ve mihrabın
önündeki kilimin üzerinde secde ederek duaya başladı. Sonra, başmı kaldırdı,
eliyle bana işaret etti:
"Buda heykelinin arka tarafındaki
karanlık boşluğa bakınız. O size sevdiklerinizi gösterecektir."
Ciddi bir ifadeyle verilen bu emre
derhal itaat ederek, Buda heykelinin arkasındaki niş'e bakmaya başladım. Biraz
sonra, karanlıkta dalgalanan dumanlar veya saydam iplikler görünmeye başladı.
Bunlar havada yüzüyor, giderek yoğunlaşıyor ve çoğalıyordu. Yavaş yavaş çeşitli
insan ve eşya biçimlerine dönüşüyorlardı. İçinde, tanıdığım dostların yanısıra
daha başka tanımadığım kimselerin ve ailemin de bulunduğu tanımadığım bir oda
gördüm. Hatta karımın giymiş olduğu elbiseyi anımsadım. Sevgili yüzünün bütün
çizgileri gözle görülecek şekilde belirgindi. Sonra, bu görüntü karardı, duman
ve saydam iplik dalgalan arasında dağılıp yok oldu. Hutuktu ayağa kalktı.
Hatiğimi Buda heykelinin omzundan alıp şu sözlerle bana geri verdi:
"Şans hep sizinle ve ailenizle
birlikte olacaktır. tanrı’nın iyiliği sizi terketmeyecektir... "
"Dünyanm HâkimTnin, insanlık için
dua ettiği ve tüm ulusların ve ülkelerin kaderlerine ilişkin kehanette
bulunduğu bu yapıdan ayrıldık. Arkadaşlarımın da, görmüş olduğum görüntünün
tanığı olduklarını öğrendiğimde ve bana, o karanlık niş'te, Buda'nın başının
arkasında gördüğüm kişilerin görünümlerini ve giysilerini en ince ayrıntılarına
varıncaya dek tanımladıklarında büyük bir şaşkınlığa düştüm. *
Moğol subayı bana, Chultun Beyli'nin,
bir gün önce, yasanımın bu önemli devresinde, ülkesinin, yaşamakta olduğu kriz
sırasında kaderinin ne olacağını açıklamasını istemişse de, Hutuktu'nun,
çekingen bir ifadeyle elini sallamakla yetinerek bu isteği reddettiğini de
anlattı.
Sevdiklerimin hayalini görmek bana nasıl
huzur verdiyse, geleceğini öğrenmenin, Chultun Beyli'yi de sakinleştireceğini
söyleyerek, isteğini niçin reddetmiş olduğunu sorduğumda Hutuktu kaşlarmı
çatarak şöyle dedi:
·
Bu, olağandışı etkileyici görüntüyü
benim gibi görmüş olan diğer kişilerin tanıklıklarım belgelemek amacıyla,
görmüş olduklarını yazmalarını kendilerinden rica ettim. Yeminli ve yazılı
ifadeyle hazırlanan bu belge şimdi bende bulunmaktadır. (Ossendowski, 1922)
"Olmaz! Görüntü, prensi memnun
etmeyecektir. Onun talihi karadır. Dün, onun kaderine, yanmış kürek
kemikleriyle ve koyun bağırsaklanyla üç kez baktım. Üçünde de aynı korkunç
sonuçla karşılaştım; aynı korkunç sonuçla!..
Sözlerini tamamlayamadı. Dehşetinden
gözlerini elleriyle kapadı. Chultun Beyli'nin kaderi gece gibi kapkaraydı.
Bir saat sonra, Narabanşi Kure'yi görüş
açımızdan artık çıkaran tepelerin öte tarafındaydık.
Ölümün Nefesi
W ang Tsaotsun'un muhafız kıtasını
silahsızlandırmaya gitmiş olan birliğin döndüğü gün Ulyassutay'a geldik.
Birlik, yolda albay Domojirofa rastlamıştı. Domojirof, askerlerine, adamları
silahsızlandırmanın yanısıra soymalarını da emretmiş. Ne yazık ki, teğmen
Strigine, yetkisiz biri tarafından verilen bu emri yerine getirmişti. Rus subay
ve erlerinin, Çinli memurlarla muhafızlarından çalınmış gocukları ve çizmeleri
giyip, kol saatlerini takarak ortalıkta dolaştıklarını görmek onursuzca ve yüz
kızartıcı bir davranıştı. Herkes Çin gümüşlerinden ve altınlarından payına
düşeni almıştı. Wang Tsaotsun, Moğol karısı ve onun erkek kardeşi müfrezeyle
birlikte geldiler ve Ruslar tarafından eşyalarının çalınmasından yakındılar.
Birlikte oldukları Çinli memurlar erzaksız ve eşyasız kalmış oldukları için
açlıktan ve soğuktan oldukça ızdırap çekerek Çin sınırına vardılar. Biz
yabancılar, yarbay Mihailofun Strigine'yi askerî saygıyla kabul etmiş olmasına
çok kızdık. Fakat, daha sonra Mihailofun Çin gümüşlerinden payını ve karısının
da Fu Hsiang'ın çok güzel bir eyer takımını almış olduğunu öğrenince mesele açıklığa
kavuşmuş oldu. Chultun Beyli, Çin yetkililerine teslim edilmek üzere gümüşlerle
eşyaların kendisine verilmesini istedi. Mihailof öneriyi reddetti. Yabancı
yerleşimciler, o andan itibaren, Rus birliğiyle bütün ilgiyi kesti. Ruslarla
Moğollar arasındaki ilişki günden güne gerginleşti. Rus subaylarından birçoğu
Mihailof ile Strigine'nin tavır ve hareketlerini eleştirdiler. Kavgalar böylece
daha ciddi bir duruma dönüştü.
Bu sırada, bir nisan sabahı, silahlı
atlılardan oluşan olağanüstü bir grup Ulyassutay'a geldi. Bunlar Bolşevik
Bourdukofun evine indiler ve ev sahibi de kendilerine, bize söylendiğine göre,
yüklü miktarda gümüş verdi. Bu grup, imparatorluk muhafız kıtası eski
subaylarından albay Poletika ve N.N. Filipof ile üç kardeşinden oluşuyordu. Amaçlan,
Moğolistan ile Çin'deki bütün Beyaz Rus subaylarını ve erlerini toplayıp
Bolşeviklerle mücadele için Uryanhay'a götürmekti; fakat, ilk önce Ungern'i yok
etmek ve Moğolistan'ı da Çin'e bırakmak arzusundaydılar. Kendilerine,
"Rusya Beyazlan Merkezî Örgütü" temsilcileri adını veriyorlardı.
Ulyassutay'daki Rus subaylan, bunlan bir
toplantıya çağınp belgelerini inceledi ve kendilerini de sorguya çektiler. Bu
inceleme ortaya koydu ki, bu subayların eski görevlerine ilişkin bütün iddialan
tümüyle asılsızdı; Poletika, Sovyet savaş komiserliğinde önemli bir konumdaydı;
Filipofun
kardeşlerinden biri Kamenef'in
yardımcılığını yapmıştı; Rusya'da Beyazlar Merkezî Örgütü yoktu; Uryanhay'da
yapılması tasarlanan mücadele Beyaz Rus subaylarına kurulmuş bir tuzaktı ve bu grup
da Bolşevik Bourdukof ile sıkı ilişkiler içindeydi.
Rus subayları arasında, bu gruba
alınacak uygun tavır hakkında hemen tartışma başladı. Müfreze birbirine tümüyle
karşıt iki gruba ayrıldı.
Albay Domojirof askerleriyle birlikte
geldiği sırada yarbay Mihailof, kendisini izleyen birkaç subayla birlikte,
Poletika grubuna katıldı.
Domojirof iki karşıt grupla ilişki kurdu
ve durumu inceledikten sonra Poletika'yı Ulyasşutay komutanlığına tayin edip
Baron Ungern'e de olayları ilişkin geniş bir rapor gönderdi. Bu raporda beni
kendisinin emirlerine karşı gelmiş olmakla suçlayarak, şahsıma geniş bir yer
ayırmıştı. Subayları beni devamlı surette dikkatlice izliyorlardı. Çeşitli
bakımlardan dikkatli olmam tavsiye edilmişti. Çete ile reisi, bir yabancının
Moğolistan'm iç işlerine hangi hakla karışmak cesareti gösterdiğini açıkça
soruyorlardı. Domojirofun subaylarından biri, bir toplantıda, tartışmaya çekmek
amacıyla beni doğrudan doğruya tahrik etti. Kendisine sükûnetle karşılık
verdim:
"Rus mültecileri ne kendi ülkelerinde,
ne de yabancı ülkelerde hiçbir hakka sahip değilken burada neye dayanarak
müdahaleye kalkışıyorlar?" Subay bir şey demediyse de, gözlerinde
anlaşılması kolay bir yanıt belirdi. Yanımda oturmakta olan dostum kalkıp bu
subaya doğru yürüdü ve uzun boyuyla karşısına dikilip yeni uyanmış gibi gerindi
ve, "Biraz boks yapmak isterdim!" dedi.
Bir keresinde, bizim yabancılar grubunun
uyanıklığı sayesinde kurtulmamış olsaydım, Domojirofun adamları beni yakalamayı
başaracaklardı. Yabancıların Ulyasşutay "dan ayrılmalarına ilişkin
koşullan görüşmek üzere, kaleye, Moğol sair'in yanına gitmiştim. Chultun Beyli
beni o kadar fazla alıkoydu ki akşamın dokuzuna doğru eve döndüm. Atım yavaş
yürüyordu. Kente bir kilometre uzaklıkta bir hendekten üç kişi fırlayıp üzerime
atıldı. Atımı kamçıladım. Ancak, karşı taraftaki hendekten yolumu kesecek
şekilde başka adamların da çıkmakta olduğunu farkettim. Fakat, bunlar öteki
grubun üzerine yürüyüp bu grubu aralarına aldılar. Bunlardan biri beni çağırdı.
Yanlarına gittiğimde, eski dostum ziraat mühendisinin liderliğinde Polonyalı
askerlerle diğer yabancıların Domojirof un subaylarından üçünün etrafını
çevirmiş olduklarını gördüm. Dostum, subayların ellerini kollarını arkalarına
öyle sıkıca bağlamaktaydılar ki adamların kemikleri çatırdıyordu. Dostum,
ağzından hiç düşmeyen çubuğunu çekerek işini tamamlarken ciddi bir tavırla,
"Sanırım bunları suya atmak daha uygun olur," dedi.
Onun bu ciddi haline ve Domojirofun
subaylarının korkusuna gülerek, bana niçin saldırmak istediklerini sordum.
Gözlerini önlerine dikip sustular.
Fakat, ses çıkarmamaları anlamlıydı ve
niyetlerinin ne olduğu da iyice anlaşıldı. Ceplerine gizledikleri tabancaları
vardı.
Onlara, "Harika!" dedim.
"Mesele çok açık. Sizi serbest bırakacağım. Fakat sizi buraya göndermiş
olan kişiye, bir dahaki sefere sizleri artık göremeyeceğini bildireceksiniz.
Silahlarınıza gelince; onları komutana teslim edeceğim."
Dostum, bağları ilmiklerken göstermiş
olduğu müthiş özeni, onları çözerken de tekrarlayarak durmaksızın söyleniyordu:
"Oysa ben sizi balıklara yem olsun diye ırmağa atacaktım!" Daha
sonra, adamları serbest bırakarak, bizimkilerle birlikte kente döndük.
Domojirof, Urga'daki Baron Ungern'e,
Mihailof, Chultun Beyli, Poletika, Filipof ve benim hakkımda raporlar gönderip
kendisinden tam yetki ve para istemeye devam etti. Asyalı kurnazlığının her
türlüsünü bilen bu adam, Ulyassutay'da olup bitenler hakkında yalnızca
kendisinden tek yanlı bilgi almakta olan çetin savaşçı Baron Ungern'in
ellerinde ölümlerini hazırladığı bu insanlarla iyi ilişkilerini yine koruyordu.
Bizim yabancılar topluluğu çok kaygılıydı. Subaylar birbirine karşıt gruplara
bölünmüşlerdi. Askerler, gruplar şeklinde toplanarak günün olaylarına ilişkin
değerlendirmeler yapıyor, komutanlarını eleştiriyor ve Domojirof'un bazı
adamlarının etkisi atında, şöyle yaklaşımlarda bulunuyorlardı:
"Şimdi, yedi albayımız var, ki
hepsi komuta etmek istiyor ve çekişip duruyorlar. Bunların yedisini de
kazıklara bağlayıp iyice bir dayaktan geçirmeli. Hangisi daha çok dayanırsa, o liderimiz
olmalı..."
Bu, Rus kıtasının moral bozukluğunu
iyice anlatan anlamlı bir şakaydı. Arkadaşım bana sık sık gözlemlerini
aktarıyordu:
"Görünüşe bakılırsa, yakında
Ulyassutay'da bir askerler konseyi kurulduğunu görmekten mutluluk duyacağız. Şu
işe bak! Burada gerçekten şanssızlık diyeceğim bir şey var: Buralarda, iman
sahiplerinin, şu körolasıca Sovyetlerden uzakta, derinliklerine dalacakları
ormanlar bulamamasıdır. Bu perişan Moğolistan korkunç surette çıplak ve bizi
gizleyecek hiçbir yeri yok..."
Burada bir sovyet kurulmasının giderek
olanaklı duruma geldiği doğruydu. Bir gün askerler, Çinlilere teslim edilmiş
olan silahların bulunduğu depoyu basıp içindekileri aldılar, Kışlalarına
götürdüler. Sarhoşluk, kumar ve kavga giderek arttı. Olayları sağduyuyla
izleyen ve bir felaketten korkan yabancılar artık siyasi tutkular, kavgalar ve
ihbarlar yuvası haline gelmiş olan Ulyassutay'dan çıkıp gitmeye karar verdiler.
Öğrendik ki Poletika takımı da birkaç gün sonra hareket edecekti. Biz
yabancılar iki gruba ayrıldık: Bir grup, Gobi'den geçip Urga’nın güneyinden
KuhuHoto veya Kweihuacheng ve Kalgan'a doğru eski kervan yolunu izleyecek; ben,
eski dostum ve iki Polonyalı askerden oluşan öteki grup da, albay Kazagrandi'nin,
bir mektubunda beni davet etmiş olduğu Urga'ya doğru, Zain Shabi'den geçecekti.
Son derece heyecan verici olaylar yaşamış olduğumuz Ulyassutay'dan işte böyle
ayrıldık. Hareketimizden altı gün sonra kente Vandalof admda bir Buryat ile
yüzbaşı Bezrodnof komutasmda bir BuryatMoğol birliği geldi. Onlarla, daha
sonra, Zain Shabi'de karşılaştım. Bu birlik Ulyassutay'da düzeni sağlamak ve
Kobdo'ya yürümek üzere Urga'dan Baron Ungern tarafmdan gönderilmişti.
Bezrodnof, Zain Shabi'den gelirken, PoletikaMihailof grubuyla karşılaştı.
Grubun eşyalarını kontrol etti ve kuşkulu belgeler buldu. Mihailof ile karısına
ait çantalarda Çinlilerden çalınmış para ve eşyalar buldu. Bu, onaltı kişilik
gruptan N.N. Filipofu alıp, koruma atında, Baron Ungern'e gönderdi, üç kişiyi
serbest bıraktı ve geri kalan oniki kişiyi de kurşuna dizdi. Bir mülteciler
grubunun varlığı ve Poletika grubunun entrikaları işte böylelikle sona ermiş
oldu.
Ulyassutay'da Bezrodnof, birkaç
Bolşeviği ve ÇinMoğol antlaşmasının hükümlerine aykın hareketlerinden ötürü de
Chultun Beyli'yi kurşuna dizdirdi. Domojirofu tutuklayıp Urga'ya gönderdi. İç
düzen böylece yeniden sağlandı. Chultun Beyli hakkındaki kehanet doğru
çıkmıştı...
Bu arada, Domojirofun hakkımda
düzenlediği raporların içeriğini öğrenmiştim. Ancak Poletika'nın, Bezrodnofun eline
düştüğü zaman yapmış olduğu gibi Urga'nın çevresinden dolaşmayarak kente doğru
yoluma devam etmeye karar verdim. Artık tehlike ile yüzyüze gelmeye alışmıştım.
Korkunç ve kan dökücü Baron'la buluşmak üzere hareket ettim. Hiç kimse kendi
alın yazısını belirleyemez. Yanlış davrandığımı sanmıyordum. Korku duygusu ise
uzun zamandan beri düşüncelerimde hiç yer bulmaz olmuştu. Karşılaştığımız bir
Moğol süvarisi, tanıdıklarımızın Zain Shabi'de öldüğü haberini getirdi. Geceyi yurta 'da benimle birlikte geçirdi ve
şu ölüm efsanesini anlattı:
"Moğolların Çin'e egemen oldukları,
çok uzun bir zaman önceydi. Ulyassutay prensi Beltis Van deliydi. Kimden
hoşlanmazsa, sorgusuz sualsiz öldürtürdü. Hiç kimse kentten geçmeye cesaret
edemezdi. Öteki prenslerle zengin Moğollar Ulyassutayl 1 ordularıyla kuşattılar
ve kentten ayrılmayı da, kente girmeyi de yasaklayarak dışarıyla olan her türlü
ilişkiyi kestiler. Korkunç bir kıtlık oldu. Kentte yaşayanlar sığırları,
koyunları ve atlan kesip yediler. Sonunda, Beltis Van kabilelerinden biri olan
Olet'lere doğru kentin batı tarafında bulunan kuvvetleriyle umutsuz bir çıkışa
karar verdi. Savaşta kendisi ve son askerine kadar bütün adamları öldü.
Prensler, Hutuktu Buyantu'nun tavsiyesi üzerine, Ulyassatay'ı çevreleyen
dağların yamaçlarına ölülerini gömdüler. Artık ülkelerine ölüm ve şiddet
gelmesin diye ölüleri tılsımlarla ve efsunlarla birlikte gömdüler. Mezarların
üzerine ağır taşlar yerleştirildi ve Hutuktu, ölüm ve şiddet iblisinin
hapsedilmiş olduğu yerden ancak mezar taşlarının üzerine insan kanı döküldüğü
gün çıkabileceği kehanetinde bulundu. Biz bu efsaneyi uzun bir süredir
yaşatmaktaydık. İşte şimdi kehanet tümüyle gerçekleşti. Ruslar burada üç
Bolşeviği, Çinliler de iki Moğolu öldürdüler, Beltis Van'ın kötü ruhu taş
hapishanesinden kurtuldu; şimdi halkımıza tırpan atıyor. Soylu Chultun Beyli
öldü; Rus Noyon'u Mihailof da göçüp gitti. Ölüm, uçsuz bucaksız ovalarımıza
yayılıyor. Onu şimdi kim durduracak? Onun yırtıcı ellerini kim bağlayacak?
Tanrılarla iyi ruhların üzerine bir felaket devri çöktü. Kötü ruhlar iyi
ruhlara savaş açtı.
İnsan şimdi ne yapabilir? Yalnızca yok
olacak... yok olacak..."
Gergin Asya'nın Orta
Yerinde Büyük Fatihlerin Yolu Üzerinde
Eski bir efsanede şöyle denir: Hüzünlü,
acımasız ve zorlu Moğolistan'ın oğlu, büyük fatih Cengiz Han, Karasu Togol'un
tepesine çıkıp kartal bakışlarını doğudan batıya gezdirdi. Batıda, bir insan
kanı okyanusu gördü; bunun üzerinde dalgalanan kızıl bir sis tüm ufku ondan
gizliyordu. Kaderini bu tarafta bulamadı. Ne var ki, tanrılar doğuya yürümesini
ve Moğol kabilelerinin tüm savaşçılarını da beraberinde götürmesini ona
emrettiler. Batıda o, zengin beldeler, pırıl pırıl tapmaklar, mutlu insanlar,
bahçeler ve verimli tarlalar gördü ve bütün bu manzaralar onun ruhunu neşeyle
doldurdu. Oğullarına şöyle dedi: "Ben batıda ateş ve kılıç, yıkıcı,
intikam alıcı kader olacağım; doğuya ise merhametli, büyük bir kurucu gibi
gelececeğim ve halklara ve topraklarına mutluluk getireceğim."
Efsane böyledir. Ben bu söylencede büyük
bir gerçeklik payı buldum. Batıda, Cengiz Han'm yolunu, birçok noktalarda
izlemiştim. Daima, o yolu mezarlarla ve merhametsiz fatihin buralardan geçmiş
olduğunu gösteren harabelerle işaretlenmiş buldum. Kahramanın doğudaki yolundan
bir bölümünü, Çin'e gitmek üzere izlediği yolu da gördüm. Bir gece,
Djirgalantu'da konakladık. Oradaki yaşlı bir
hancı beni tanıdığından Narabanşi'ye yaptığım yolculukların birinde orada
kalmıştım bizi büyük bir yakınlıkla karşıladı ve yemek yerken birçok öykü
anlattı. Bu öykülerden birini anlatırken bizi yurta. 'dan dışarı çıkarıp, Ay'ın
iyice aydınlattığı sivri bir dağı göstererek Cengiz Han'ın daha sonraları Çin,
Çin Hindi ve Moğolistan imparatoru olan
bir oğlunun macerasmı nakletti: "Yerin güzelliğini ve Djirgalantu
otlaklarının bolluğunu görerek buraya gelip bir kent kurmuştu. Bir süre sonra
bu kent ahalisiz kaldı; çünkü Moğollar göçebedir ve yapay yerleşim yerlerinde
yaşayamazlar. Ova onların evi, yeryüzü ise kentleridir. Bir zamanlar burası
Çinlilerle Cengiz Han orduları arasındaki savaşlara sahne oldu ve sonra unutuldu.
Şimdi ondan geriye kalan, eski zamanlarda düşmanların başlarına koca taşlar
yağdırdıkları bir kule ile çatısız bir kapıdır, ki bu, Cengiz Han'ın torununun,
Kubilay Han'ın adını taşır." Dağların girintili çıkıntılı çizgisi ile
kulenin kapkara silueti Ay ışığında pırıldayan yeşilimsi göğe yansıyor;
mazgallarda, hızla geçip akan bulutlar, bir Ay parlaklığı ışıldıyordu.
Grubumuz Ulyassutay'dan ayrıldıktan
sonra Zain Shabi'nin doksan kilometre yalanma gelinceye kadar, acele
etmeksizin, günde ellibeş, seksen kilometre yol aldık. Burada, ötekilerden izin
isteyerek güneye, albay Kazagrandi tarafından belirlenen buluşma yerine doğru
ilerledim. Güneş henüz çıkmamıştı ki ben ve Moğol kılavuzum yanımızda, yük
hayvanı yoktu vadideki arkadaşlarımızı artık zorlukla seçebildiğim alçak ve
ağaçlıklı tepelere çıkmaya başladık. Yalnız başıma yaptığım bu seferde beni
bekleyen ve karşıma çıkması olası ölümcül tehlikelere ilişkin henüz bir fikrim
yoktu. Bu sefer tasavvur ettiğimden daha uzun sürecekti. Kıyıları kumlu bir küçük
çaydan geçerken Moğol kılavuzum yurttaşlarının, Lamaların yasaklamasına karşın,
yaz aylarında buraya altın aramaya geldiklerini anlattı. Bunların altın arama
tarzı pek ilkel ise de sonuçlar kumların zenginliğini açıkça kanıtlamaktadır.
Moğol yüz üstü yere uzanır, kumu bir tüyle aralar ve böylelikle oluşan küçük
yangın içine üfler. Zaman zaman, ıslak parmağı ile bir altın zerresi veya
küçücük ince bir altın tabakası alarak boynuna asılmış olan keseye yerleştirir.
Bu ilkel yöntem, günde yedi gram altın toplanmasına olanak sağlar.
Yolculuğu bir günde tamamlamayı
tasarladım. Posta menzillerinden her birinde, bana, olabildiğince hızlı biçimde
yeni atlar eyerlemeleri için adamları sıkıştırdım. Menzillerden birinde,
manastırdan yaklaşık kırk kilometre uzakta bana vahşi bir hayvan, bir kır at
verdiler. Tam bineceğim, ayağımı üzengiye geçirmiş olduğum sırada şahlanıp
bacağımın yaralı yerine bir tekme savurdu. Bacağım şişmeye ve bana acı vermeye
başladı. Güneş batarken ilk Rus ve Çin evlerini ve daha sonra da Zain
manastırını gördüm. Bir dağ boyunca akan küçük çaya vardık. Bu dağın tepesinde
beyaz taşlar bir Tibet duasının harflerini oluşturacak biçimde
yerleştirilmişlerdi. Tepenin eteğinde bir Lama mezarlığı, yani bir yığın
kemikle bir sürü köpek vardı. Nihayet, manastır tam alt tarafımızda, etrafı
çitle çevrili bir kare halinde göründü. Bu karenin ortasında, Moğolistan'ın
batısında şimdiye kadar görmüş olduklarımdan tümüyle başka, ancak mimari yapısı
ne Çin ne de Tibet üslûplarına benzeyen bir tapınak yükseliyordu. Bu, beyaz bir
yapıydı, dikey duvarlı, damı siyah kiremitli, siyah çerçeveli düzenli bir sıra
pencereli, duvarla dam arasında da hiç çürümeyen bir Tibet ağacının dalları
birbirine geçirilerek düzenlenmiş bir süsle bezenmişti. Manastıra telefonla
bağlı Rus evlerinden oluşan daha küçük bir kare yerleşim yeri de doğu tarafmda
bulunuyordu.
Moğol parmağıyla küçük yapıyı göstererek
şöyle dedi:
"Burası, Zain'deki Yaşayan tanrı'nın
evidir. O Rus geleneklerini ve âdetlerini sever."
Kuzeyde, konik bir tepe üzerinde
Babil'in zigguratlarını çağrıştıran bir kule yer alıyordu. Burası eski kitap ve
elyazmalarının, zamanında dinsel âyinlerde kullanılıp kırılmış olan nesnelerin
ve değerli eşyaların, ölen Hutuktuların giysilerinin korunduğu bir tapınaktı.
Bu müzenin arka tarafında tırmanılması olanaksız bir sarp yamaç vardı. Bu sarp
yamacın yüzeyindeki taşlara, özel bir düzen kaygısı olmaksızın Lamacı
tanrıların resimleri kazınmıştı. Bunların boylan bir, ikibuçuk metre arasında
değişiyordu. Akşam, rahipler, bu yüksek kabartmaların önünde, tanrıların
tanrıçaların resimleri uzaktan görülsün diye lambalar yakıyorlardı.
Alışveriş mahallesine girdik. Yollar
tenhaydı ve pencerelerde yalnızca kadınlarla çocuklar görülüyordu. Ülkenin
başka yerlerinde benzerlerine rastladığım bir Rus dükkanının önünde durdum.
Beni bir dost gibi karşılamalarına çok şaşırdım. Narabanşi Hutuktusunun
gideceğim yerlerdeki bütün manastırlara, bana yardım etmelerini yazmış olduğunu
öğrendim.
Çünkü, Narabanşi manastırını
kurtarmıştım ve kehanetlerde de açıkça anlatılmış olduğuna göre ben tanrıların
sevgilisi, enkarne olmuş bir Buda idim. Sayın Hutuktunun bu mektubunun bana
büyük yardımı olmuştu. Hatta beni ölümden koruduğunu bile söylemeliyim. Ev
sahiplerinin konukseverliği benim için gerçek bir dayanak oldu, çünkü yaralı
bacağım epeyce şişmiş ve sancılanmaya başlamıştı. Çizmemi çıkardığım zaman
ayağımın kan içinde olduğunu gördüm, atın tekmesi eski yarayı deşmişti. Bana
bakıp yaramı sarmak için bir feldsher* getirdiler. Üç gün sonra yürümem mümkün
oldu.
·
Feldsher: Doğu Avrupa ülkelerinde,
özellikle de Rusya'da, tam bir tıp eğitimi almamış, kısmen tıbbi bilgilere
sahip sağlık uzmanı. Feldsher'ler eskiden özellikle savaş alanında hekimlere
yardım ederdi. (Çev.n.)
Albay Kazagrandi'yi Zain Shabi'de
bulamadım. Bölgenin komutanını öldürmüş olan başıbozuk Çin birliğini yok
ettikten sonra Van Küre yoluyla hareket etmişti. Yeni komutan bana
Kazagrandi'nin Zain'de bir süre dinlendikten sonra kendisini ziyaret etmem
ricasında bulunan mektubunu verdi. Mektuba bir de Moğol belgesi iliştirilmişti.
Bu belge bana, daha ileride anlatacağım, "urga." [kement]
aracılığıyla sürüden sürüye at ve araba değiştirme hakkını veriyor ve Moğol
yaşamı ve ülkesi üzerine yeni ufuklar açıyordu. Bu belge elime geçmemiş olsaydı
ne bu yaşamı, ne de bu ülkeyi öğrenip tanıyabilirdim. Bu üçyüz kilometreden
biraz uzun yolculuk, yorgunluğuma yorgunluk katacaktı ama henüz kendisiyle
buluşamamış olduğum Kazagrandi'nin beni görmeyi arzulaması elbette ciddi nedenlere
dayamyordu. Geldiğimin ertesi günü, saat birde, burasmın yüce kişisi,
"tanrı" Gheghen Pandita Hutuktu'nun ziyaretini kabul ettim. Bu denli
tuhaf, bu denli olağandışı bir "tanrı"yı düşlemem bile olanaksızdı.
Bu, yirmibir, yirmiiki yaşlarında, ufak tefek ve zayıf, hareketleri sert,
sinirli ve anlamlı yüzü, bütün Moğol "tanrTlarında olduğu gibi, iri ve
ürkek gözlerle çevresini etkileyen bir delikanlıydı. Üzerinde mavi ipekliden,
Hutuktu Pandita'ya özgü apoletler taşıyan bir Rus üniforması, yine mavi ipekli
bir pantolon, uzun konçlu çizmeler ve başmda da, tepesi san beyaz astragan bir
kalpak vardı. Kemerinde bir tabancayla bir kılıç takılıydı.
Bu kılık değiştirmiş "tanrı"
hakkında ne düşüneceğimi bilemiyordum. Bir fincan çay içip Moğolca ile Rusçayı
birbirine karıştırarak konuşmaya başladı:
"Buradan uzak olmayan bir yerde,
Cengiz Han'ın eski başkenti Karakorum yıkıntıları üzerine kurulmuş Erdeni Dzu
manastın bulunur. Kubilay Han burayı sık sık ziyaret etmiştir. Bu kutsal
bölgeye hacca gelircesine gelir ve yorgunluğunu atardı. Çünkü o, Çin'in,
Hindistan'ın, İran'ın, Afganistan'ın, Moğolistan'ın ve Avrupa'nın yarısının
imparatoruydu. Bu pek 'görkemli günler bahçesi'nin yerini belirtmek için bugün
orada kala kala yıkıntılar ve mezarlar kalmıştır. Baroun Kure'li dindar
rahipler yeraltı odalarında Erdeni Dzu'nun kendisinden de eski elyazmalan
bulmuşlardı. Maramba MeetchikAtakun, işte burada, öyle bir kehanete
rastlamıştır ki, buna göre, Pandita unvanını taşıyacak olan Zain Hutuktusu
ancak yirmibir yaşında olacak, Cengiz Han'ın toprakları içinde doğacak,
göğsünde doğuştan swastika işareti bulunacak ve bu Hutuktu büyük savaş ve
felaketler döneminde halkın saygısını kazanacak, Kızıl şeytana hizmet edenlerle
savaşacak, onları yenecek, yeryüzüne düzeni tekrar getirecek ve bu mutlu günü,
ak tapınaklar kurup onbin çanı birden çaldırarak kutlayacaktır.
Pandita Hutuktu benim! Bu işaretler ve
simgeler benim şahsımda biraraya gelmişlerdir. Kızıl şeytanın hizmetkârları
olan Bolşevikleri yok edecek ve şerefli hizmetlerimin yorgunluğunu Moskova'da
gidereceğim. Bunun içindir ki beni Baron Ungern birliklerine yazdırıp savaşmama
olanak vermesini albay Kazagrandi'dan istedim. Lamalar hareketime engel olmak
istiyorlar. Ama, burada Tanrı kim?.."
Ayrılırken bana bir hatik armağan etti.
Ben de, çantalarımı karıştırarak Hutuktu'ya lâyık bir armağan sayılabilecek tek
şeyi, küçük bir şişe iridyumu, platinin bu nadir ve doğal ortağını sundum.
"İşte, madenlerin en dayanıklısı ve
en serti," dedim. "Dilerim ki o, şeref ve kudretinizin simgesi olsun,
Hutuktu!"
Pandita bana teşekkür edip ziyaretine
çağırdı. Daha sonra yaramın iyileştiğini hissedince yanına gittim. Evi Avrupa
tarzı döşenmişti: Elektrik ışığı, elektrik zilleri ve telefonları vardı. Bana
şarap ve tatlılar ikram edip iki ilginç kişiyi tanıştırdı. Bunlardan biri
Tibetli bir cerrahtı ki yüzü derince çiçekbozuguydu; kocaman bir burnu ve şaşı
gözleri vardı. Bu, tuhaf bir cerrahtı ve Tibet'e ün salmıştı. Görevi,
hastalandıklarında Hutuktulan tedavi etmek ve iyileştirmek, gelecekte sınırlarını
aştıklarında veya Yaşayan Buddha’nın ya da Dalai Lama’nın yardımcısı Lamalar
Meclisi'nin isteğiyle, politikaları uyuşmadığı zaman onları zehirleyip
öldürmekten ibaretti. Şu anda olasılıkla, Pandita Hutuktu saray hekiminin
lütfuyla, gönderilmiş olduğu bir kutlu dağm tepesinde ebedî istirahattedir.
Çünkü Pandita Hutuktu'nun savaşçı zihniyetinden Lamalar meclisi hiç
hoşlanmıyordu.
Pandita, içkiyi ve iskambil kağıtlarını
pek seviyordu. Bir gün Avrupalı gibi giyinmiş olarak birkaç Rusla birlikte
bulunurken birkaç Lama koşa koşa gelip dinsel âyinin başlamış olduğunu ve
yaşayan "tanrı"nın da inananların dualarını kabul etmek üzere
mihraptaki yerine geçmiş bulunması gerektiğini haber vermek istediler. Fakat o,
evinde değildi. Kağıt oynamaya gitmişti. Arayıp buldukları zaman Pandita hiç
aldırış etmeyerek kırmızı Hutuktu cübbesini, kül rengi ceketi ile pantolonunu
üzerine geçirdi ve bu durumdan çok irkilmiş olan Lamaların taşıdıkları
tahtırevana binip gitti.
Hutuktu'nun evinde zehirleyici cerrahtan
başka bir de onüç yaşlarında bir çocuk gördüm. Bu, gençliği, kırmızı giysisi ve
kısa saçlarıyla bende, burada hizmet eden bir bandı veya öğrenci olduğu
izlenimini bıraktı.
Fakat, onun büsbütün başka bir şey
olduğunu keşfettim. Delikanlı birinci Hubilgan'dı o da enkarne olmuş Buda, usta
bir kâhin ve Pandita Hutuktu'nun veliahtıydı. Durmadan içiyor, bıkmaksızın
kumar oynuyor ve şaklabanlıklar yapıp Lamaların onurunu ayaklar altına
seriyordu.
Aynı akşam beni ziyarete gelen ikinci
Hubilgan ile tanıştım. Yaşayan Buddha'nın doğrudan doğruya egemenliği altında
bağımsız bir bölge olan Zain Shabi'nin gerçek yöneticisi kendisiydi. Bu
Hubilgan otuziki yaşlarında, ciddi, münzevî, iyi eğitimli ve Moğol bilgeliğini
derinlemesine bilen bir kişiydi. Rusça biliyor ve bu dilde yazılmış kitapları
çok okuyor, özellikle başka ulusların yaşam biçimleri ve tarihleriyle
ilgileniyordu. Amerikan ulusunun yaratıcı dehasına karşı büyük bir saygı
duyuyor ve şöyle diyordu:
"Amerika'ya gittiğiniz zaman,
onlardan ülkemize gelmelerini ve bizi çevreleyen karanlıktan çekip
çıkarmalarını isteyin. Çinlilerle Ruslar bizi felakete götüreceklerdir. Sadece
Amerikalılar bizi kurtarabilirler." Beni derinden etkileyen bu kişinin
dileğini ve çağrısını Amerikan ulusuna büyük bir memnuniyetle sunuyorum.
Karanlık ve zulüm içinde bırakılan dürüst insanlardan oluşan bir halk
kurtarılmayacak mıdır? Bu ülke niçin yıkıma terkedilmeli? Moğolların ruhları,
güçlü manevi kuvvetlerle doludur. Bu iyi insanları kültürlü bir halk haline
getiriniz; onlara ülke topraklarının servetlerini kullanmayı öğretiniz. Cengiz
Han'ın kadim halkı, o zaman, size daima bağlılık dolu bir dostluk
gösterecektir.
Oldukça iyileştiğimde, Hutuktu beni
birlikte Erdeni Dzu'ya gitmeye çağırdı ve ben de hemen kabul ettim. Ertesi
sabah bana hafii ve rahat bir araba geldi. Yolculuğumuz beş gün sürdü. Erdemi
Dzu'yu, Karakorum'u, HotoZaidam'ı ve HaraBalgasun'u ziyaret ettik. Bunlar
Cengiz Han ile ardılları Ugaday Han ve Kubilay Han tarafından onüçüncü yüzyılda
kurulmuş manastır ve beldelerin yıkıntılarıdır. Bu manastır ve beldelerden arta
kalanlar duvarlar ve kuleler, birkaç büyük mezar, efsane ve öykülere ilişkin
kitaplarıdır.
Hutuktu bana, "Şu mezarlara
bakınız," dedi. "HanUyuk'un oğlu buraya gömülmüştü. Çinliler ona
babasını öldürmesi için para vermişlerdi, fakat kız kardeşi, babası ihtiyar
imparatoru korumak üzere genç prensi kendi elleriyle öldürerek bu cinayeti
önledi. HanMangu'nun sevgili karısı Tsinilla'nın mezarı da buradadır. Tsinilla,
KaraBolgasun'a gitmek üzere Çin başkentinden ayrıldı ve burada cesur çoban
Damçaren'e, hani atma binince rüzgardan hızlı giden ve elleriyle yak ve yaban
atı avlayan Damçaren'e âşık oldu. Bu işe fena halde öfkelenen Han vefasız
kadını boğdurdu, fakat onu bir imparatoriçeye lâyık törenle gömdürdü ve sonra,
sık sık mezarı başına gelip yitik aşkına gözyaşları döktü."
"Damçaren ne oldu?" diye
merakla sordum.
Hutuktu da bunu bilmiyordu. Ancak,
gerçek bir efsaneler arşivi olan hizmetlisi yanıt verdi:
"Acımasız Çahar eşkiyasının
yardımıyla Çinlilerle karşı uzun süre savaştı. Fakat, nasıl öldüğü
bilinmiyor."
Rahipler, belirli zamanlarda bu
yıkıntılara gelip dua ederler.
Yıkıntıların arasında gizli ya da gömülü
kutsal kitaplarla nesneleri ararlar. Yakın zamanlarda burada iki Çin tüfeği,
iki altın yüzük ve sırımlarla bağlanmış çok eski elyazması tomarları
bulunmuştur.
Kendi kendime, acaba bu bölge Büyük
Okyanus'tan Adriyatiğe kadar saltanat sürmüş olan kudretli imparatorlan ve
hanları niçin bunca zaman kendisine çekmiştir, diye düşündüm. Muhakkak ki, bu
dağlardan, karaçamlarla ve kayınlarla örtülü bu vadilerden, bu sonsuz
kumullardan, bu çekilen göller ve bu kıraç kayalardan ötürü değil.
Büyük imparatorlar, Cengiz Han'ın
gördüğü vizyonu anımsayarak, onun ilâhî bir onurla, itaat ve nefretle çevrili, görkem
ve mucizelerle dolu alınyazısına ilişkin yeni vahiyleri, yeni kehanetleri
burada aramışlardır. Tanrılarla, iyi ve kötü ruhlarla buradan başka nerede
ilişki kurabilirlerdi? Yalnızca onların yaşadıkları yerde değil mi? Bu kadim
yıkıntılarıyla tüm Zain bölgesi işte böyle bir bölgedir.
Pandita açıkladı:
"Yalnızca Cengiz Han'ın soyundan
gelenler bu dağa çıkabilirler. Herhangi birisi, yan yolda, nefes alamaz olur ve
daha yükseklere çıkmaya kalkışırsa ölür. Bir zaman önce Moğol avcıları bir kurt
sürüsünü dağda izlediler ve bu bölgeye varınca hepsi öldüler. Yamaçlarda
kartal, muflon ve rüzgar gibi hafif ve hızlı koşan kabarga antiloplarının
kemiklerine rastlanır.
İnsanlığın kaderine hükmeden kitaba
sahip olan kötü ruhun mekânı burasıdır."
İşte yanıt bu, diye düşündüm.
Batı Kafkasya'da Soukhoum Kale ile
Toupsei arasında kurtların, kartalların ve yaban keçilerinin öldükleri bir dağa
bir kez çıkmıştım. Bu bölgeyi at üstünde geçmeyecek olurlarsa insanlar ölürler.
Toprak burada, dağ yamacındaki deliklerden çıkan ve her türlü hayvani yaşamı
yok eden karbon gazı yayar. Gaz, yarım metre kalınlığında bir katman
oluşturarak toprağa yayılır. Atlılar bu katmanın üst tarafından geçerler, atlar
ise, tehlikeli bölümü aşıncaya kadar başlarını havaya diker, hafifçe kişnerler.
Burada, "kötü ruhun, insanlığın kaderine ilişkin kitabı okuduğu" bu
dağın tepesinde de aynı olay gerçekleşmektedir. Moğolların kutsal korkusunu da,
Cengiz Han'ın soyundan gelen, uzun boylu, dev gibi insanlar için buranın zorlu
çekiciliğini de anladım. Gururlu başlan zehirli gaz tabakasının üzerinde
kaldığından, onlar bu korkunç ve gizemli dağın tepelerine kadar
çıkabiliyorlardı. Bu olayın bir de jeolojik açıklaması vardır ki o da karbonlu
asitle bataklık gazım oluşturan taş kömürü birikintilerinin güney sınırının
burada olduğudur.
Hun Doptchin Djamptso topraklarını
kaplayan yıkıntılardan biraz ötede küçük bir göl vardır. Burada bazen
Moğollarla at sürülerini korkutan kırmızı alevler çıkar. Bu göle ilişkin çok
sayıda söylence anlatılması doğaldır. Zamanında buraya bir göktaşı düşmüş ve
toprağa epeyce gömülmüştü. Ortaya çıkan çöküntü gölü oluşturmuştu.
Anlaşılıyordu ki yeraltı geçitlerinin sakinleri olan yarı insan ve yan cinler
bu gökyüzü taşını derin yatağından çıkarmaya uğraşıyor, fakat onlar taşı
kaldırdıkça, taş da gölü alevler içinde bırakarak tüm çabalara karşın, tekrar
yerine oturuyordu. Bu gölü ben görmedim. Bir Rus yerleşimci gölün yüzeyinde,
kuşkusuz, petrol bulunduğunu, çobanların yaktıklan ateşlerin veya güneşin
yakıcı sıcağının petrolü tutuşturduğunu söylemişti.
Her ne olursa olsun, bütün bunlar, Moğol
hükümdarları için bu ülkenin çekiciliğine ilişkin gerekçeleri dile getirir.
Üzerimde en güçlü etkiyi yapan Karakoram oldu. Zalim ve bilge Cengiz Han burada
yaşadı; Batı'yı kana boğmak ve Doğu'ya benzeri hiç görülmemiş bir şan ve şeref
kazandırmak üzere dev düşüncelerini burada tasarladı. Cengiz Han iki Karakoram
inşa etmişti; biri Tatsa Gol yakınında, kervan yolu üzerinde, öteki de Pamirl
deydi. Onun üzgün savaşçıları, insanlığın bu en büyük fatihini buraya, eser
tamamlandıktan sonra yüce Han'ın ruhuna kurban ettikleri beşyüz tutsağa
yaptırdıkları mezara gömdüler.
Dünyanın yarısı üzerinde saltanat sürmüş
büyük hükümdarların hayallerinin dolaştığı bu yıkıntılar arasında, savaşçı
Pandita Hutuktu duasını etti.
Ruhu, Cengiz Han'ın ve Timurlenk'in şan
ve şerefine yükselmekti.
Onlarınki kadar gerçek olmayacak bir
kahramanlığı özlüyordu.
Dönüş yolculuğunda, çok zengin bir Moğol
tarafından Zain'den çok da uzak olmayan bir yere davet edildik. Bizim için
değerli halılar ve ipek örtülerle bezenmiş yatta, lar hazırlamıştı. Hutuktu
daveti kabul etti. Hutuktu, Moğolun başına kutlu elini uzatıp kendisinden
hatikler alarak onu kutsarken biz de yumuşak yastıklara kurulduk. Davet sahibi,
dev bir kazanda pişirilmiş bütün bir koyun getirtti. Hutuktu bir butu koparıp
bana ikram etti ve ötekini kendisi aldı. Daha sonra, davet sahibinin en küçük
oğluna bir et parçası uzatarak ziyafetin başladığına ilişkin işaretini
böylelikle vermiş oldu. Koyun bir anda bütünüyle bölünmüş ve parçalan
konukların eline geçmiş oldu. Hutuktu, üzerinde hiçbir et izi kalmayan çıplak
kemiği ateşin kenarına attığı zaman, diz çöküp, oturmakta olan davet sahibi,
ateşten aldığı bir koyun postu parçasmı iki eliyle tutarak büyük bir saygıyla
Hutuktu'ya sundu. Pandita, postun üzerindeki yünlerle külleri bıçağıyla
kazıdıktan sonra deriyi incecik parçalara ayınp bu lezzetli parçayı yemeye
başladı. Bu, göğüs kemiğini örten kısımdır ve Moğollar buna turaç derler. Koyun
bölündüğü zaman bu parça ayrılır, ateşe konulup ağır ağır pişirilir. Bu şekilde
hazırlanan parça, hayvanın en lezzetli yeri olduğundan başkonuğa sunulur.
Gelenekler ve tören adabı bu parçanın bölüşülmesine izin vermez.
Yemekten sonra davet sahibi, büyük bir
sürünün yurralardan bin beşyüz metre öteden geçtiği bilindiğinden muflon avına
çıkmamızı önerdi. Üzerlerine şık eyerler vurulmuş atlar getirildi. Hutuktu'ya
ayrılan atın takınılan, bulunduğu konumun belirtisi olarak, sarı ve kırmızı
kumaş parçalarıyla süslenmişti. Arkamızdan elli kadar süvari at koşturuyordu.
Yere indiğimiz zaman bizi, birbirimizden ellişer adım aralıkla, kayalıklar
arkasma yerleştirdiler. Moğollar dağı kuşatmaya başladılar. Yarım saat kadar
bir zaman geçmişti ki tepede bir şeyin parıldadığını ve bir an sonra da nefis
bir muflonun, inanılmaz zıplayışlarla, kayadan kayaya atladığını gördüm. Onun
arkasından, yirmi kadar hayvandan oluşan bir sürü, yıldırım hızıyla geçiyordu.
Moğolların, kuşatma hareketini beceremediklerini ve bu hareketi tamamlamadan
sürüyü bir tarafa yönlendirmiş olduklarını sandım. İyi ki yanılıyormuşum. Tam
karşımızdaki kayalardan birinin arkasından bir Moğol fırlayıp ellerini salladı.
Başta giden hayvan ürkmeksizin Moğolun yanından geçerken sürünün geri kalan
kısmı ansızın yön değiştirerek üzerime doğru fırladı. Ateş ettim, iki hayvan
düştü. Hutuktu da hem bunlardan bir tane, hem de oracıkta ortaya çıkıveren bir
misk keçisi vurdu. En güzel boynuzun çifti yaklaşık onbeş kilo ağırlığındaydı
ve genç bir muflona aitti.
Zain Shabi'ye döndüğümüzün ertesi günü,
tamamen iyileşmiş olduğumu hissederek, Van Kure'ye kadar yolculuğa devam etmeye
karar verdim. Hutuktu'dan izin istedim. Bana büyük bir hatik verdi ve ilk günkü
armağanımdan ötürü bana çok sıcak bir biçimde teşekkür etti.
"Mükemmel bir ilâç!" diye heyecanla
bağırdı. "Yaptığımız gezintiden sonra
kendimi çok yorgun hissediyordum; fakat,
sizin ilacı aldım ve şimdi kendime geldim. Teşekkür ederim, çok teşekkür
ederim..."
Zavallı delikanlı, benim iridyumu
yutmuştu. Eminim ki bunun ona bir kötülüğü dokunamazdı, fakat iyiliği dokunduğu
konusuna gelince; olağandışı olan işte buydu! Batı hekimleri, olasılıkla, bu
zararsız ve çok pahalı olmayan yeni ilacı yeryüzünde topu topu dört kilo
iridyum vardır denemek isteyeceklerdir. Bu durumda bana Moğolistan, Barga, Sinkiang,
Koko Nur ve diğer Orta Asya topraklarındaki patent hakkını bıraksınlar yeter!..
Yaşlı bir Rus yerleşimci bana kılavuzluk
etti. Bana, oldukça tuhaf bir şekilde çekilen büyük, hafif ve rahat bir araba
verildi. Dört metre kadar uzunluğunda bir sırık, tahtırevanın ön tarafına
geçirilmişti. Bunu, iki süvari, uçlarından tutup eyerlerinin kaşına
yerleştirmişlerdi. Böylece, beni arkalarından çekerek dörtnala gidiyorlardı.
Arkamızdan, dört yük atı ile, dört süvari geliyordu.
Tutuklandım!
Yanm saat kadar sonra, Zain'den onsekiz
kilometre kadar ötede, derin ve bataklık bir ırmak kenarında, bir sırt
üzerinden, vadide döne kıvnla ilerlemekte olduğunu gördüğümüz bir süvari koluna
rastladık. Bu grup Rus tüfekleriyle silahlanmış Moğol, Buryat ve Tibetlilerden
oluşuyordu. Kolun başında iki süvari yanyana gidiyordu. Başında siyah astragan
kocaman bir kalpak, sırtında siyah abadan bir gocuk ve omuzlarında da kırmızı
bir Kafkas başlığı olan bunlardan biri yolumu kesti, sert ve kaba bir sesle
sordu:
"Kimsiniz? Nereden geliyor, nereye
gidiyorsunuz?"
Az ve öz biçimde yanıtladım. Bunun
üzerine, birliğin Baron Ungern kuvvetlerine bağlı bir birlik olduğunu ve
yüzbaşı Vandalofun komutasında bulunduğunu söylediler.
Biri, "Ben, askerî yargıç, yüzbaşı
Bezrodnofum," dedi.
Birdenbire kahkahalar atarak gülmeye
başladı. Küstah ve ahmak sürati hoşuma gitmiyordu. Subayları selamlayarak
süvarilerime ilerlemelerini söyledim.
Tekrar yolumu kesip, "Olmaz!"
diye bağırdı. Daha ileriye gitmenize izin veremem. Sizinle uzun ve ciddi bir
görüşme yapmak isterim. Bu yüzden benimle Zain'e döneceksiniz."
223
Bu isteğe karşı çıktım ve kendisine
albay Kazagrandi'nin mektubunu gösterdim. Soğuk biçimde yanıt verdi:
"Bu mektup albay Kazagrandi'yi
ilgilendirir. Zain'e dönmeye gelince; bu da benim isimdir. Şimdi bana
silahlarınızı verin."
Ölümle tehdit edilmiş bile olsam bu emre
uymak benim için olanaksızdı. "Beni dinleyin," dedim. "Açıkça
söyleyin: Birliğiniz Bolşeviklerle mi savaşıyor, yoksa siz Kızıl mısınız?"
Buryat subayı Vandalof, bana yaklaşarak,
"Hayır, dedi. Emin olun ki üç yıldır Bolşeviklerle savaş halindeyiz."
Sakin biçimde karşılık verdim: "Öyleyse silahlarımı size teslim edemem.
Onları ben Sibirya'dan buraya kadar getirdim. Birçok çatışmaya bu sadık
silahlarla girdim. Şimdi, onları benden Beyaz subaylar almak istiyorlar. Bu
davranışı hoşgörüyle karşılayamam."
Bu sözler üzerine tüfeğimi ve tabancamı
ırmağa attım. Subayların kafası karışmıştı. Bezrodnof öfkeden kıpkırmızı
kesildi.
"Sizi de, kendimi de, böylece
utançtan kurtarmış oldum," dedim.
Bezrodnof sesini çıkarmadan atmı geri
döndürdü. Üç yüz kişilik birlik önümden geçti. Yalnızca iki subay durup, benim
Moğollara, arabayı geri çevirmeleri emrini verdiler. Sonra, küçük grubumuzun
arkasına geçtiler. Demek ki tutukluydum! Arkadan gelen subaylardan biri bana
Rus olduğunu ve Bezrodnofun birçok ölüm kararını beraberinde götürmekte
olduğunu söyledi. Eminim ki, benim ölüm kararım da onların arasındaydı.
Şimdi Bezrodnofun yanındaki Moğolların
kurşunuyla ölecek olduktan sonra Kızıl birlikler arasından kendime yol açmış,
soğuğun ve açlığın acısını çekmiş, Tibet'te ölümün yanından sıyrılıp geçmiş
olmak neye yarardı?
Bunca yolculuk etmiş, bu kadar
uzaklardan gelmiş olmak boşunaydı!
Çektiğim acıların sonucu bu olacak
olduktan sonra, ona, Sibirya'nın herhangi bir Çeka merkezinde çoktan boyun
eğebilirdim!
Zain Shabi'ye dönünce çantalarım
araştırıldı. Bezrodnof, Ulyassutay'da olup biten işler hakkında beni inceden
inceye sorguya çekmeye başladı. Kendisiyle üç saat kadar görüştük ve bu üç saat
boyunca ben, yalnızca Domojirofun raporlarına inanmanın doğru olamayacağı
konusunda kendisini ikna etmeye çalışarak Ulyassutay'daki bütün subaylan
savunmaya uğraştım. Görüşme bitince yüzbaşı ayağa kalkıp yolumdan alıkoymuş
olduğu için benden özür diledi. Sonra, bana gümüş kabzalı nefis bir mavzer
vererek şöyle dedi:
"Gururunuz çok hoşuma gitti."
Bir anı olarak bu silahı kabul etmenizi rica ediyorum."
Ertesi sabah, cebimde, Bezrodnofun ileri
karakollarına yönelik olarak verilmiş bir 'geçebilir' belgesi olduğu halde,
Zain Shabi'den tekrar yola çıktım.
"Urga" île
Yolculuk
B ir kez geçtiğim yerlerden bir daha
geçtim; Bezrodnof birliğine rastladığım dağdan ve silahlarımı attığım
ırmaktan... Sonra, bunların tümü arkamda kaldı. İlk konaklama yerinde at
bulamamak gibi hoş olmayan bir olayla karşılaştık. Yurta 'da, sahibi ile iki
oğlu vardı. Kendisine belgemi gösterince bağırdı:
"Noyon'un urga hakkı var. Kendisine
hemen at bulacağız. Eyere atladı. Moğollardan ikisini beraberine ve her biri
dört beş metre uzunluğunda, uçları ip halkalı uzun delenkleri de yanına alarak
dört nala kalktı.
Arabam izleniyordu. Yoldan ayrıldık.
Ovayı geçtik, ve bir saat gittikten sonra, çayırda bir at sürüsü bulduk. Moğol,
"urga" adı verilen ucu düğümlü kementle bu atlardan birkaçını
yakaladı. Sürünün sahipleri çevredeki dağlardan dört nala inip yanımıza
geldiler. Yaşlı Moğol, belgelerimi kendilerine gösterince itaatle razı oldular
ve bana yoldaşlık etmiş olanlar yerine adamlarından dördünü verdiler.
Moğollar böyle yolculuk ederler.
Menzilden menzile gideceklerine sürüden sürüye uğrayıp "urga" ile
tuttukları atlan eyerletir, bunların sahiplerini de kılavuz diye yanlarına
alırlar. Urga hakkıyla böylece angaryaya koşulan Moğollar, bu görevden bir an
önce kurtulmaya çalışarak, görevi bir başkasına devretmek için ilk at sürüsüne
doğru dört nala giderler. Urga hakkına sahip olan yolcu atı bizzat tutabilir ve
çobanları bulamayacak olursa, el koyup aldığı yeni hayvanların yerine
eskilerini bırakarak kılavuzlarını yeni bir sürüye kadar gitmeye zorlayabilir.
Ancak, bu yöntem nadir olarak uygulanır, çünkü Moğollar kendilerine ait olmayan
sürülerden at almayı, birtakım tartışmalara neden olmamak için sevmezler.
Bir açıklamaya göre, Urga kenti, adının
kökenini bu gelenekten almıştır. Yabancılar, kente Urga derken, Moğollar, ona
eskiden beri "Ta Küre", yani "Yüce Manastır" derler. Bu
bölgeye ticareti ilk getirmiş olan Buryat'lar ve Ruslar kenti Urga diye
anmışlardır; çünkü, anlattığım angarya yönteminden ya da yolculuk hakkından
yararlanarak ovalan geçmiş olan tüm ticari seferlerin asıl hedefi buydu. Bir
başka açıklama daha vardır:
Kent, kenarlarını birer dağın
oluşturduğu bir "ilmek" içindedir ve bu sırtlardan birinin eteğinde
akan Tuul ırmağı ise, ucuna, bu ovaların pek iyi tanıdığı urga geçirilmiş bir
değneye benzemektedir.
İşte, bu urga hakkı sayesinde,
Moğolistan'ın gezginlerce bilinmeyen yörelerinde üç yüz kilometreyi bulan bir
yolculuk yaptım. Böylelikle de ülkenin bu bölümündeki fauna'yi inceleme olanağı
buldum. Beş altı bin başhayvanlık büyük antilop sürüleri, muflonlar, vvapiti
denilen kuzey geyikleri, kabarga denilen misk keçileri gördüm. Zaman olurdu ki
ufukta belirip kaybolan birer hayal gibi küçük bir yaban atı ve eşek sürüleri
yıldırım hızıyla geçip giderlerdi.
Bir yerde büyük bir dağsıçanı kolonisine
rastladım. Toprakta yaptıkları kabartılarla yuvalarına giden delikler onlarca
metrekare genişlikte görülüyordu. Bu mini mini tepecikler arasmda da oradan
oraya sarımsı gri veya boz renkli hayvanlar koşuşuyordu. Bunlar, en kocamanı
orta boylu bir köpeğin yarısı kadar olmak üzere, irili ufaklıydılar. Postları,
tombul vücutlarına fazla geniş geliyormuşcasına, zahmetle koşuyorlardı. Dağ
sıçanları dikkat çekici arayıcılardır. Toprak içindeki taşlan yüzeye atarak
durmadan hendek kazarlar. Birçok yerde bakır cevherinden tepecikler gördüm.
Daha kuzeyde volfram ve vanadyum gibi minerallere de rastladım. Dağsıçanı,
deliğinin girişinde, arka ayaklan üstünde dimdik oturur ve bu görüntüsüyle bir
tahta parçasını, ağaç kökünü ya da taşı andınr. Bir süvari görür görmez onu
merakla gözlemeye ve tiz bir ıslık çalmaya başlar. Avcılar, uzun sopaların
ucuna bez parçalan takıp yavaş yavaş ilerilerken dağ sıçanlarının bu merakından
yararlanırlar. Hayvanın tüm dikkati bu bez parçasında toplanmıştır ve gelip
kendisini vuran kurşun ise bez parçasının niçin böyle kendisine doğru
ilerlemekte olduğunun nedenini ona anlatır.
Orhon nehri yakınlarında, bir dağsıçanı
kolonisi arasından geçerken ilginç bir sahnenin tanığı oldum. Burada binlerce
yuva vardı. Bu yüzden de benim Moğollar, atlarının ayağı bunlardan birine girip
kırılmasın diye bütün hünerlerini kullanmak zorunda kalıyorlardı. Bir kartalın
üzerimizde daireler çize çize çok yüksekten uçmakta olduğunu farkettim. Kartal
bir taş gibi kendini tepeciklerden birinin üzerine atıp burada hareketsiz kaldı.
Birkaç dakika sonra bir dağsıçanı, komşusuna gitmek üzere delikten çıktı.
Kartal tepecikten aşağı yavaşça atlayıp bunun deliğini bir kanadı ile kapattı.
Dağsıçanı gürültüyü işitip geri döndü ve belli ki, içinde yavrularını bırakmış
olduğu deliğe zorla girmeye yeltenerek hücuma geçti. Kavga başladı. Kartal,
serbest bulunan bir kanadı ile döğüşüp öteki kanadıyla deliği kapatmaya devam
ediyordu. Dağsıçanı, yırtıcı kuşun üzerine cesaretle atıldı ama biraz sonra
başına inen bir gaga darbesiyle vurulup düştü. Kartal, ancak o zaman
dağsıçanına yaklaştı, işini tamamladı ve onu pençelerinin arasına alıp dağın
tepesinde midesine atmak için hayli güçlükle kaldırdı, götürdü.
Şurasında burasında birkaç ot
bulunabilen daha kıraç yerlerde, sincap büyüklüğünde, imouran denilen bir başka
kemirici vardır. Bunların tüyleri, rüzgarın serptiği tohumlan toplayıp küçücük
konutlarına götürmek için yılan gibi kayarak üzerinde koşuştukları ovanın
rengindedir. İmouran'tn sadık dostu boz sırtlı ve boz başlı tarlakuşudur.
Tarlakuşu, imouran 'in ovadan geçmekte olduğunu görünce gidip onun sırtına
konar. Üzerinde dengede durabilmek için kanatlarını çırpar ve darmadağınık
kuyruğunu neşeyle kaldırarak, böylece kendisini bineğine neredeyse dörtnala
taşıtır. Tarlakuşu, bu sırada, dostunun vücudunda yaşayan asalakları büyük bir
hünerle ve hızla toplarken yaptığı bu avcılıktan haz duyduğunu da hoş
ötüşleriyle dile getirir. Moğollar imouran 'a "neşeli tarlakuşunun
küheylanı" adını verirler. Tarlakuşu bu hava haydudu kartalın yaklaştığını,
gördüğü anda üç kez öterek imouran 'a haber verir ve kendisi de bir taşın
arkasına veya bir hendeğe gizlenir. Bu işareti alan hiçbir imouran tehlike
geçmeden başını deliğinden çıkaramaz, işte tarlakuşu ile onun küheylanı, böyle,
dostça geçinip giderler.
Moğolistan'ın zengin otluk yörelerinde,
Uryanhay'da bile rastlamış olduğum, bir başka tür kemirici gördüm. Bu kısa
kuyruklu ve siyah bir tarlafaresidir ki yüz, iki yüz başlık sürüler halinde
yaşar. Bu tarlafaresi, eşsiz ve hünerli bir çiftçi olarak, kışlık besinini özenle
hazırlaması bakımından dikkat çekicidir ve hatta hayvanlar âleminde bu anlamda
rakipsizdir. Otun en lezzetli olduğu haftalarda başmm hızlı ve sert sallayışlan
ve sivri ön dişleriyle yirmi, otuz sapı birden adeta tırpanlar. Sonra, bu otlan
bir süre kurumaya bırakır ve daha sonra da, tümüyle usûlüne uygun bir tarzda
depolar: İlk önce, otuz santimetre kadar yükseklikte bir yığın oluşturur. Bu
işi bitirince yığının ortasında, uçlan birleşecek şekilde, yere dört eğri çöp
sokup bunları yığının üst tarafından, bir ot yığını daha ekleyebilecek kadar
mesafe bırakarak en uzun saplarla birbirine bağlar. Yığın, otuz santimetre daha
yükseldikten sonra, kışlık zahiresinin rüzgarla dağılmaması için bu kısmı da
üst tarafından uzun saplarla iyice kapatır. Kötü mevsimlerde taşıma zahmetini
önlemek amacıyla ot balyasını yuvasının kapısının önüne yerleştirir. Atlarla
develer, minik çiftçinin bu kuru otuna pek düşkündürler. Çünkü bu ot en
lezzetli olanlardan seçilmiştir. Ne var ki, balyalar öyle sağlam yapılmıştır ki
tekmeyle bile zor dağıtılırlar.
Moğolistan'ın hemen hemen her yerinde,
gerek çifte çifte, gerek sürü halinde salga adı verilen ya da uzun kuyrukları
kırlangıç kuyruğunu andırdığı ve uçuşları da kırlangıç uçuşuna çok benzediği
için keklikkırlangıç denilen tarla kekliklerine de rastladım. Bu kuşlar ne
yabani ne de ürkektirler, çünkü on, onbeş adıma kadar yaklaşmanıza izin
verirler. Fakat, bir kez uçunca da çok yükseklere çıkar, durmadan kırlangıç
gibi öterek yere konmaksızın uzun mesafeler alırlar. Renkleri genel görünümüyle,
açık kurşunî ve sarı, erkeklerinin sırtları ve kanatlan koyu benekli, ayaklan
da genellikle tüylerle örtülüdür.
Uğrak yeri olmayan bölgelerde bu
gözlemlerde bulunmama olanak vermiş olan urga'nın bazı sakıncalan da vardı.
Moğollar beni doğruca ve hızla hedefime doğru götürüyor ve verdiğim Çin dolarlarını
da sevinçle benden alıyorlardı. Şimdi arabada, arka tarafımda, tozlar içinde
duran Kazak eyeri üzerinde sekiz bin kilometre kadar yol aldıktan sonra,
doludizgin giden yaban atlarının çektiği arabanın taşlardan, tepeciklerden,
hendeklerden atlayarak beni dayanmaya zorladığı sarsıntılarla yürek hoplamalarına
artık kızıyordum. Araba zıplıyor çatırdıyor ve doğrusunu söylemek gerekirse,
bir Moğol koşum at ve arabasının rahatıyla zevkini yabancı gezgine
kanıtlamadaki vahşi ve inatçı karar sayesinde sağlam kalabiliyordu. Bütün
kemiklerim sızlamaya başlamıştı. Nihayet, her sallanışta inlemeye başladım
çünkü yaralı bacağımda çok keskin bir siyatik krizi tutmuştu. O gece ne
uyuyabildim, ne uzanabildim, ne de acı çekmeden oturabildim. Bütün geceyi yurta
sakinlerinin horultularını dinleyerek ovada bir aşağı, bir yukarı dolaşmakla
geçirdim. Bir süre sonra bana saldıran, kapkara iki dev köpekle mücadele etmek
zorunda kaldım. Ertesi gün, bu işkenceye ancak öğleye kadar dayandım ve
mücadeleyi terkederek yatmak zorunda kaldım. Acı dayanılmaz duruma gelmişti. Ne
bacağımı ne sırtımı kımıldatabiliyordum. En sonunda nöbet de başladı. Ne kadar
aspirinimle kininim varsa tümünü yuttuğum halde hiçbir yararını göremedim. Küçük
bir manastırın yanmda bulunan ve konuklara ayrılmış bir yurta. 'ya indik.
Yanımdaki Moğol gidip Lamahekimi beni görmeye çağırdı. Lamahekim bana çok acı
bir toz verdi ve ertesi sabah yoluma devam edebileceğimi söyledi. Biraz sonra
kalbimin çarpıntıları arttı ve sızı da daha şiddetlendi. Bir uykusuz gece daha
geçirdim. Fakat, güneş çılanca acı birdenbire dindi. Bir saat sonra da bana bir
at hazırlamalarını söyledim. Çünkü, yolculuğa arabayla devam etmekten korkuyordum.
Moğollar atları yakalarken çadırıma
albay N.N. Filipof geldi ve Bolşevik oldukları iddiasıyla kendisine, kardeşine
ve Poletika'ya yönelik suçlamaları ısrarla reddettiğini söyledi. Bezrodnof, Van
Küre'de beklemekte olan Baron Ungern'i görmek için oraya gitmesine izin
vermişti. Ancak, Filipof bilmiyordu ki Moğol kılavuzunun yanında bir el bombası
vardı ve bir Moğol da önü sıra, bir mektupla Baron'a gönderilmişti. Bilmiyordu
ki, Poletika ile kardeşleri Zain Shabi'de aynı anda kurşuna dizilmişlerdi.
Filipof acele ediyor ve o gün Van Küre'ye ulaşmak istiyordu. Ben, kendisinden
bir saat sonra yola çıktım.
Yaşlı Bir Falcı
Posta yolunu izledik. Daichin Van ile
albay Kazagrandi'nin hizmetçilerine durmadan binek sağlamak zorunda
olduklarından, Moğolların bu bölgelerde ancak bitkin atlan vardı. Yaşlı bir
Moğol ile oğlunun tuttukları Van Küre'den önceki son menzilde durmak zorunda
kaldık. Akşam yemeğinden sonra yaşlı adam, üzerinden eti iyice sıyrılmış olan
koyunun kürek kemiğini eline alıp yüzüme bakarak birtakım dualar okudu ve
kemiği harlı ateşe koydu. Şöyle dedi:
"Sana geleceğini söylemek
istiyorum. Benim bütün kehanetlerim gerçekleşir."
Kemik siyahlanınca ateşten aldı,
üzerindeki külleri üfledi ve yüzeyini büyük bir dikkatle incelemeye, sonra onu
ateşe tutup bakmaya başladı. Uzun süren bu incelemeden sonra, yüzü korku
içinde, kemiği tekrar ateşe bıraktı.
Gülerek sordum: "Ne gördünüz?"
"Sessiz ol! diye fısıldadı.
"Çok korkunç şeyler gördüm!"
Kemiği yine eline aldı. Durmaksızın
dualar mırıldanıp tuhaf hareketler yaparak kemiğin bütün yüzeyini gözden geçirmeye
koyuldu. Sonra sakin ve gizemli bir tavırla kehanetlerini sıraladı:
"Ölüm, kızıl saçlı, uzun boylu bir
beyaz adam biçiminde karşına çıkacak.
Hemen arkanda duracak ve seni yakından,
uzun süre izleyecek. Sen ölümü hissedip bekleyeceksin ama o geri çekilecek. Bir
başka beyaz adam seninle dost olacak. Dördüncü günden önce bazı dostları
kaybedeceksin. Onlar, uzun bir bıçakla vurulup ölecekler. Onları köpeklerin
yediğini görüyorum. Eyer biçiminde kafası olan adamdan sakın. O, senin ölümüne
neden olmaya çalışacak."
İhtiyarın bana geleceğimi bildirmesinden
bir hayli sonraya kadar çay içip pipolarımızı tüttürdük. Ancak, ihtiyar yüzüme
hâlâ korkuyla bakıyordu. Zihnimde şu düşünce oluştu; bir ölüm mahkûmuna cezaevi
arkadaşlarının böyle bakmaları gerekir!
Ertesi sabah güneş çıkmadan falcıdan
izin istedik ve yirmibeş kilometre kadar yol aldıktan sonra Van Kure'nin
karşısına geldik. Albay Kazagrandi'yi karargâhında buldum. Bu adam, iyi bir
aileden geliyordu, deneyimli bir mühendis ve mükemmel bir subaydı. Savaşta, Baltık
Denizi'ndeki Moon adasmm savunmasında ve sonra da Volga üzerinde Bolşeviklerle
olan çarpışmalarda kendini göstermişti. Albay Kazagrandi, ticaret odası
başkanının evinde bulunan gerçek bir banyoda yıkanmamı önerdi. Henüz bu evden
çıkmamıştım ki uzun boylu genç bir yüzbaşı içeriye girdi. Saçları uzun, kıvır
kıvır kaba çizgili ve zekâdan yoksun olmakla birlikte yüzü alışılmadık biçimde
beyazdı. İri gözleri çelik gibi soğuktu; dudakları ince ve hemen hemen
kadıncaydı. Fakat, gözlerinde öyle acımasızca bir hainlik okunuyordu ki yüzüne
irkilmeden bakılamazdı. Yüzbaşı odadan çıkınca ev sahibim onun, Moğolistan'ın
kuzeyinde Kızıllarla savaşmakta olan general Rezukhin'in emir subayı, yüzbaşı
Veselovski olduğunu söyledi. Baron Ungern ile görüşmek üzere o gün buraya
gelmişlerdi.
Yemekten sonra, albay Kazagrandi beni
yurta'sına davet etti. Kendisiyle, durumu, oldukça gerginleşmiş olan batı
Moğolistan olayları hakkında görüşmeye başladık. Kazagrandi sordu:
"Doktor Gay'ı tanır mısınız? Doktor
Gay, birliğimin kurulmasına yardım etmiştir. Fakat Urga'dakiler onu Bolşevik
ajanı olmakla suçluyor."
Gay'ı elimden geldiği kadar savundum.
Bana yardımları dokunmuştu ve bizzat Kolçak tarafından tebrik edilmişti.
"Evet, evet, ben de Gayl m hakkını
sizin gibi korumaya çalıştımsa da Rezukhin, Gay'in Bolşeviklere gönderilmiş ve
yolda el konulan mektuplarıyla bugün geldi. Baron Ungern'in emriyle Gay ve
ailesi bugün
Rezukhin'in karargâhına gönderildiler ve
korkarım ki hedeflerine ulaşamayacaklar."
—
Niçin?
—
Daha önce öldürülecekler de ondan.
—
Peki ne yapmalı? Gay'm Bolşevik olması
olanaksızdır. Buna eğitimi de, zekâsı da yetmez.
Albay, maneviyatı kırılmış bir insan
gibi mırıldandı:
"Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum!
Rezukhin'e ondan söz etmeye çalışın." Hemen gidip Rezukhin'i görmeye karar
verdim. Fakat, o sırada albay Filipof içeriye girip askerlerin eğitiminde
yapılan yanlışlıklardan söz etmeye başladı. Paltomu giydiğim sırada içeriye bir
başkası girdi. Bu, kısa boylu bir subaydı. Başında, siperliği olan yeşil bir
Kazak kasketi, sırtında kül rengi ve yırtık bir Moğol kaputu vardı, sağ eli de
boynuna bağlı siyah bir kuşakta asılıydı. Hemen tanıştırıldığım bu adam General
Rezukhin'di. Görüşmemiz boyunca general, bizden geçen üç yıl boyunca neler
yapmış olduğumuza dair şakayla ve nezaketle karışık ama ustalıkla bilgi aldı.
General çıkarken fırsatını bulup onunla birlikte çıktım.
Beni dikkatle ve kibarca dinledi. Sakin
bir sesle şunları söyledi:
"Doktor Gay, Sovyetlerin ajanıdır.
Daha iyi görmek, daha iyi işitmek ve her şeyi bilmek için Beyaz kılığına
girmiştir. Rus halkı moralsiz olduğundan, para için her türlü ihanete
girişebilir. Gay da böyledir işte. Her neyse, onun hakkında daha fazla
konuşmaya hiç gerek yok. Çünkü onun da, ailesinin de yaşamlara sona ermiş
bulunmakta. Bugün adamlarım onları buradan beş kilometre ötede
öldürdüler."
Bu faal, tatlı dilli ve kibar tavırlı,
ufak tefek adama şaşkınlık ve korkuyla baktım. Gözlerinde öyle bir nefret, öyle
bir kararlılık okunuyordu ki karşısında görmüş olduğum bütün subayların oha
niçin titreyerek saygı gösterdiklerini hemen anladım. Daha sonraları Urga'da,
cesareti kadar zulmüyle de tanınan general Rezukhin hakkında başka şeyler de
öğrendim. Bu adam, Baron Ungern'in, kendisini ateşe ve efendisince gösterilecek
olanların gırtlaklarına atlamaya her an hazır bekçi köpeğiydi sanki.
Aradan dört gün geçmişti ve
"dostlarım" ölmüşlerdi, üstelik "uzun bir bıçak" ile
vurularak. Böylece, yaşlı falcının kehanetinin bir bölümü olsun gerçekleşmişti.
Şimdi sıra, benim ölümle tehdit edilmeme gelmişti.
Nitekim çok da gecikmedi. İki gün sonra
Asya Süvari Tümeni komutanı geliyordu. Bu, Baron Ungern Von Stenberg idi.
"Ölüm, Bir Beyaz
Adam Biçiminde Karşına Çıkacak!"
Korkunç general Baron Ungern, albay
Kazagrandi'nin ileri postalarınca bildirilmeksizin, tümüyle habersizce
geliverdi. Albayla görüştükten sonra da albay N.N. Filipof ile beni davet etti.
Davetten beni haberdar eden Kazagrandi oldu. Hemen gitmek istediysem de albay
beni yarım saat kadar alıkoyduktan sonra iyi şanslar diledi.
"Tanrı yardımcınız olsun! İyi yolculuklar."
Bu çok tuhaf, az tatmin edici, tümüyle
sır dolu bir vedaydı. Mavzerimi yanıma aldım ve potasyum siyanürümü de kolumun
yenine gizledim. Baron, askerî hekimin yurta'sına inmişti. Avluya girince
yüzbaşı Veselovski yanıma geldi. Kemerinde bir Kazak kılıcı ile kılıfsız bir
tabanca vardı. Geldiğimi söylemek üzere yurta 'ya girdi.
Çadırdan çıkarak, "Girin,"
dedi.
Girişte, gözlerim, toprağın henüz
emmediği bir kan birikintisine takıldı. Yurta 'ya benden önce girmiş olan
kişinin başına ne geldiğinin kanıtı sayılabilecek bir uğursuzluk eseri. ..
Kapıyı vurdum. Oldukça tiz bir ses karşılık verdi:
"İçeri gelin!"
Eşiği atlıyordum ki kırmızı ipekliden
bir Moğol cübbesi giymiş bir adam kaplan gibi üzerime atılıp aceleyle elimi
sıktıktan sonra çadırın bir kenarındaki sedire kendini attı.
Gözlerini üzerime dikerek histerik bir
sesle bağırdı:
"Bana kim olduğunuzu söyleyin!
Çevremizi casuslar ve tahrikçiler almış!"
Bir anda, görünümünden ve ruh halinden
yola çıkıp adamı çözdüm. Küçük bir baş ve geniş omuzlar, karmakarışık san
saçlar, fırça gibi kırmızımsı
bıyıklar, eski Bizans ikonalarındaki
gibi zayıf bir yüz... Sonra, bütün bu çizgiler kayboldu ve geriye yalnızca
çıkıntılı bir alnın altında çelik gibi pırıltılı keskin bir çift göz kaldı.
Sanki bir hayvan, bir mağaranın derinliklerinden gözlerini dikmiş bana
bakıyordu. Gözlemlerim bir an sürdü, ama anladım ki karşımda kendini geri
dönülmez maceralara atmaya hazır, tehlikeli bir adam vardı. Tehlike açıkça
ortada olduğu için bir saldırıyla karşı karşıyaydım.
Bir iskemle gösterip bıyıklarını sinirli
sinirli bükerek, ıslık gibi öten ve emretmeye alışık bir sesle,
"Otur!" dedi. Tüm bedenime, giderek artan bir öfkenin yayıldığını
hissediyordum. Oturmadan karşılık verdim:
"Baron! Bana kendimi savunma hakkı
vermiş bulunuyorsunuz. Benim adım, sizin bana bu tür saldırılarda
bulunamayacağınız kadar tanınmıştır. Bana ne isterseniz yapabilirsiniz, çünkü
güç sizin elinizde. Fakat, beni, bana saldırıya geçen birisine karşılık vermeye
zorlayamazsınız."
Bu sözleri işitir işitmez sedirden
kalktı. Şaşkınlığı, yüzünden okunuyordu. Nefesini tutup bıyıklarını bükmeye
devam ederek beni incelemeye başladı. O zaman general Rezukhin'i gördüm.
Kendisini başımla selamladım. Sessizce karşılık verdi.
Sonra, Baron'un bulunduğu yana döndüm.
Oturmuş, başım önüne eğmiş, gözlerini kapamış, anlaşılmaz sözcükler
mırıldanıyordu. Arasıra eliyle alnını ovuyordu.
Birdenbire ayağa kalkıp, arkamda bulunan
birine hitap ederek, "Çık! Artık sana ihtiyacım yok," dedi.
Arkama baktım; beyaz ve soğuk benizli
yüzbaşı Veselovski'yi gördüm. Onun içeriye girdiğini farketmemiştim. Askerce
geriye dönüp çıktı.
"Ölüm, kızıl saçlı, uzun boylu bir
beyaz adam biçiminde arkamda duruyordu." Fakat, acaba peşimi bırakmış
mıydı?
Baron bir an düşünceye daldı, ve sonra
kesik ve tamamlanmamış cümlelerle söze başladı:
"Özür dilerim... Anlarsınız ki...
Hain çok!.. Namuslu insan kalmadı... Kimseye güvenemiyorum. Bütün adlar
sahte... Belgeler tahrif edilmiş... Gözler ve sözler hep yalan. Ahlaksızlık her
yanda. Bolşevikler her şeyi bozdu. Albay Filipof'u az önce öldürttüm. Filipof,
Rusya Beyaz Örgütü'nün temsilcisi olduğunu iddia ediyordu. Üzerinde
Bolşeviklerce kullanılan iki şifre bulduk. Emir subayım kılıcını kaldırdığı
zaman, 'Beni niçin öldürmek istiyorsun, tavarişV diye bağırdı. Kimseye
güvenemiyorum... "
Sustu. Ben de ses çıkarmadım. Devam
etti:
"Afedersiniz. Size hakaret ettimse
sıradan bir insan olmadığımı, önemli kuvvetlerin komutanı bulunduğumu, kafamın
kaygılar, tasalar ve sıkıntılarla dolu olduğunu hesaba katın."
Sesinde ümitsizlik ve acı sezdim. Elini
içtenlikle uzattı. Bunu bir sessizlik izledi. Sordum:
"Şimdi, bana ne emrediyorsunuz?
Benim ne gerçek ne de sahte hiçbir belgem yok. Subaylarınızdan çoğu beni tanır.
Urga'dan da bana kefil olacak birçok kişi gösterebilirim. Bunlar tanıktır ki
ben ne tahrikçi, ne de..."
Baron sözümü kesti:
"Gerek yok, gerek yok! Her şey
açık. Her şeyi anladım. Ruhunuzu okudum ve her şeyi biliyorum. Narabanşi
Hutuktusu'nun hakkınızda yazmış oldukları gerçektir. Sizin için ne
yapabilirim?"
Ülkemize ulaşabilmek amacıyla ben ve
dostum Sovyet Rusya'dan nasıl kaçmıştık, bir asker grubu Polonya'ya gide.
bilmek için bize nasıl katılmıştı... Kendisine tüm bunları anlattım. En yakın
limana varabilmemiz için bize yardım etmesini rica ettim. Heyecanlı bir şekilde
yanıt verdi:
"Seve seve... Hepinize yardım
edeceğim. Sizi Urga'ya otomobilimle götüreceğim. Yarın Urga'ya hareket edecek
ve daha sonra neler yapacağımızı konuşacağız."
Kendisinden izin isteyerek yurta 'dan
çıktım. Eve döndüğüm zaman albay Kazagrandi'yi odamda, sıkıntılı, bir aşağı bir
yukarı dolaşır buldum. Haç çıkararak bağırdı:
"Tanrım! Sana şükürler
olsun!.."
Sevinci çok dokunaklıydı ama bana yine
öyle geldi ki, eğer niyeti içten olsaydı konuğunun güvenliği için daha etkili
önlemler alabilirdi.
O gün yaşanan heyecanlar beni harap
etmişti. Birkaç yıl daha yaşlandığımı hissediyordum. Aynaya baktığım zaman
saçımdaki beyaz tellerin biraz daha çoğalmış olduğunu gördüm. Hep albay
Filipofun ince yüzünü, yerdeki kan birikintisini, yüzbaşı Veselovski'nin soğuk
bakışlı gözlerini, Baron Ungem'in acı ve ümitsizlik ifade eden sesini düşünüp
anımsayarak gece uyuyamadım. Sonunda, derin bir şekilde kendimden geçmişim.
Beni uyandıran Baron Ungern oldu. Daichin Van'ı beraberinde götürmek zorunda
kaldığı için beni otomobiline alamayacağını söyleyerek özür diledi. Fakat, bana
kendi beyaz devesi ile hizmetime bakmak üzere iki Kazak verilmesi konusunda
emir verdiğini söyledi. Teşekkür etmeme fırsat bırakmadan aceleyle çıktı gitti.
Uykum büsbütün kaçtı. Giyindim ve birini
yakıp birini söndürerek pipo üstüne pipo içerek düşünmeye başladım. Seybi
bataklıklarında Bolşeviklerle çarpışmak, cinlerin gelip geçeni çarptığı Ulan
Tayga dağlarının karlı sırtlarını aşmak ne kadar daha kolaydı! Orada her şey
basit ve anlaşılırdı.
Fakat burada korkunç bir kâbus, karanlık
ve fırtına öncesi bir sessizlik vardı. Baron Ungern'in her hareketiyle
yarattığı dehşet, beyaz suratlı yüzbaşı Veselovski ve ölüm, bu sessizliğin ardında
kol geziyorlardı.
Savaş Felaketi
Pazartesi sabah, şafak sökerken, bana
harikulade bir beyaz C/deve getirdiler. Yola çıktık. Sefer heyetim iki Kazak,
iki Moğol askeri, bir Lamadan ve çadırlarımızla erzakımızı taşıyan iki yük
devesinden oluşuyordu. Baron'un, beni Van Kure'de, arkadaşlarımın önünde
harcamak istemeyerek bir yolculuk düzenleyip yolda icabıma bakma düşüncesiyle
hareket etmekte olduğundan hâlâ kuşkulanıyordum. Arkadan atılacak bir kurşunla
her şey bitebilirdi. Bu nedenle, her an tabancamı çekip kendimi savunmaya hazır
durumdaydım. Kazakları önümde veya yanımda tutmaya sürekli dikkat ettim. Öğleye
doğru uzaktan bir otomobil kornası işittik ve biraz sonra da Baron Ungern'in
bütün hızıyla yanımızdan geçtiğini gördük. Beraberinde iki subayla, prens
Daichin Van vardı. Baron, geçerken beni pek içten selamlayıp bağırdı:
"Urga'da görüşürüz!"
Eh, demek ki Urga'ya sağ salim
varacaksın, dedim kendi kendime. Şu halde
rahatça yolculuk edebilirdim.
Ulyassutay'dayken yanımda ve bu yolculukta önden yola çıkmış olan Polonyalı
askerleri hesaba katmasam bile, Urga'da yine pek çok dostum vardı. Baron'a
rastlamamızdan sonra Kazaklar bana pek fazla ilgi göstermeye ve oyalamak için
de hikayeler anlatmaya başladılar. Transbaykallar ile Moğolistan'da
Bolşeviklerle,
Urga yakınında Çinlilerle yaptıkları
çarpışmaları ve Çinli askerlerin üzerinde Moskova'dan gelme pasaportlar
buldukları anlattılar. Baron'un cesaretinden, savaş alanında düşman kurşununa
hiçbir zaman hedef olmayışından, hatta kamp ateşinin başında nasıl tütün ve çay
içtiğinden söz ettiler. Bir keresinde, yetmişdört kurşun hemen yanıbaşındaki
paltosunu, eyerini ve kutuları delip geçtiği halde hiçbiri vücuduna isabet
etmemişti. Baron'un, Moğollar üzerindeki büyük etkisinin bir nedeni de bu
olmalıydı. Urga'da, çarpışmadan önce, yanına bir tek Kazak alarak keşfe çıkmış
ve dönüşte bambu bastonu ya da taşur'uyla Çinli bir subayı ve iki askeri
öldürmüştü. Yanında yalnızca iç çamaşırlarıyla bir çift çizme taşıyordu.
Savaşta hep neşeli ve sakin, ender barış günlerinde ise ciddi ve düşünceliydi.
Savaşırken de askerlerinden hiç ayrılmıyordu. Ben de, Kazaklar'a karşılık olmak
üzere, onlara Sibirya'dan nasıl kaçtığımı anlattım ve zaman çabucak geçti.
Develerimiz hep tırıs gidiyorlardı; böylece günde otuz kilometre yerine seksene
kadar çıkıyorduk. Devem, ötekilere göre en hızlısıydı. Bu, kocaman bir
hayvandı; bembeyazdı ve nefis bir yelesi vardı. Onu, İç Moğolistanlı bir prens,
bir çift siyah samur kürkle birlikte Baron'a armağan etmişti. Bu sakin ve
kuvvetli çöl devi o kadar yüksekti ki kendimi bir kulenin tepesinde oturuyor
sanıyordum. Orhon nehrini geçtikten sonra, yolun tam ortasında, kolları iki
yana açılmış ve sırtüstü yatan iki Çinli askerin cesedine rastladık. Burgut
dağlarını aştıktan sonra, Urga'nın bulunduğu Tuul nehri vadisine girdik. Yol,
kaçarken Çinlilerin atmış oldukları kaputlar, gömlekler, botlar, kasketler ve
mataralarla doluydu. Ölülerinin çoğunu da yollarda bırakmışlardı. Yol, daha
ileride, bir bataklığın ortasından geçiyor ve iki yanında insan, at ve deve
ceseti yığınlarıyla parçalanmış arabalar ve her türlü askerî malzeme
görülüyordu. Baron Urgern'in Tibetlileri, kaçmakta olan Çinlileri burada yok
etmişlerdi. Yeni başlayan ilkbahardan ötürü, doğada her yandan yaşam
fışkırmasıyla, bu ceset yığınlarının görüntüsü ne kadar tuhaf, ne kadar hüzünlü
bir zıtlık oluşturuyordu! Su birikintilerinde türlü türlü yaban ördekleri, arkalarında
köpüklü çizgiler bırakıyor; yüksek otlar arasında turnalar ilginç danslarıyla
birbirlerine arkadaşlık ediyor; göllerde kuğularla kazlar büyük sürüler halinde
kayıp gidiyor; Moğolistan'ın parlak renkli kutsal kuşu turpun ya da "Lama
kaz" çiftleri, bataklık yerlerde, minik ışık noktalan gibi dolanıp
duruyorlardı. Daha yükseklerdeki kuru yerlerde yaban hindileri bir yandan
karınlarını doyururken bir yandan da sıçrayıp zıplaşıyorlardi; sürü sürü salga
keklikleri öterek uçuşuyor; dağ başlarında kurtlar tembel tembel güneşlenerek
zaman zaman şakacı köpek yavrulan gibi uluyup havlıyorlardı. Doğa sadece yaşamı
bilir. Ölüm, doğa için olaylar zinciri içerisinde bir ara bölümdür. Doğa,
ölümün izlerini kumlarla veya karlarla siler, gür yeşilliklerle ve pırıl pırıl
otlarla, rengarenk çiçeklerle üzerini örter.
Şayet Chefoo'da veya Yangzte suyu
kıyılarında bir ana, oğlunun geri gelmesi için, tütsü yakıp herhangi bir
tapınağa bir kâse pirinç getiriyorsa, bu, doğanm hiç de umurunda değildir! Bu
oğulun, Tuul ovalarında vurulup düşmüş olan bu meçhul şehidin kemikleri,
güneşin yakıp yok eden ışınları altında kuruyor ve rüzgarlar onun tozlarını
çayırın kumlan arasına serpiştiriyor. Doğanın ölüm karşısındaki bu
kayıtsızlığında ve yaşam karşındaki bu açgözlülüğünde bir muhteşemlik vardır.
Dördüncü gün, akşam karanlığı çökerken
Tuul kıyılarına vardık. Irmağın geçit verdiği yeri bir türlü bulamadık. Derin olmayan bir yer aramak amacıyla devemi suya girmeye zorladım.
Neyse ki, bataklık olmakla birlikte, sığ bir kısım bularak buradan kolaylıkla
geçtik. Bundan ötürü kendimizi kutlayabilirdik; çünkü develer bu tür durumlarda
yolcuları hoş olmayan sürprizlerle karşı karşıya bırakırlar.
Suyu çok derin bulup, boyunlarına
çıktğını hissedince kendilerini yanlamasına akıntıya bırakırlar. Bu da
biniciler için, tahmin edersiniz ki, oldukça tatsız bir durumdur. Çadırımızı
kıyıda kurduk.
Yirmibeş kilometre kadar ötede,
Moğolistan'ın bağımsızlığı uğruna
yapılmış olan üçüncü büyük savaşın
gerçekleştiği yerden geçtik. Baron Ungern kuvvetleri Urga'yı savunmak amacıyla
Kyahta'dan gelmekte olan altı bin Çin askerinin ilerlemesini burada
önlemişlerdi. Çinliler dağıtılıp dört bin asker tutsak edilmişti. Ancak,
tutsaklar gece olunca kaçmaya kalkışmışlardı. Baron Ungern bunların arkasından
Transbaykallı Kazaklarla Tibetlileri göndermişti. Ölüm alanında gördüklerimiz
bunlardan arta kalanlardı. Henüz mezarları olmayan bin beşyüz ceset savaş
alanındaydı. Savaşa katılmış olan Kazakların bana anlattıklarına göre bir o
kadarı da gömülmüştü. Ölülerin üzerinde, yedikleri kılıç darbelerinden
kaynaklanan çok kötü yaralar vardı. Her yana araç gereç ve döküntüler saçılmıştı.
Moğollar sürüleriyle birlikte
uzaklaşınca onların yerini kurtlar almıştı.
Biz geçerken her taşın altında veya
hendeklerin içinde saklanmış kurtlar vardı. Yabani köpek sürüleri bu iğrenç avı
ele geçirmek için kurtlarla kavga ediyorlardı...
Sonunda, lanetli savaş tanrısının
katliam alanını terkettik. Hızlı akan sığ bir suya yaklaştık; Moğollar
develerinden yere atlayıp kasketlerini çıkararak su içmeye başladılar. Bu,
Yaşayan Buddha’nın oturduğu yerin yakınından geçen kutsal bir suydu. Suyun
kıvrımlı vadisinden bir başkasma geçip karşımızda sık ve karanlık ağaçlarla
örtülü bir dağ bulduk. Lama bağırdı: "Kutsal BogdoOl! Yaşayan Buddhamızı
koruyan tanrıların mekânı!" BogdoOl, üç sıra dağı birbirine bağlıyan dev
bir ilmektir; güneybatıda Gegly, güneyde Gangyn, kuzeyde de Hutu. Balta
girmemiş ormanların kapladığı bu dağ Yaşayan Buddha'nın malıdır. Ormanlar,
Moğolistan'da bulunan hemen hemen her türlü hayvanlarla doluysa da bunların
avlanması yasaktır. Bu yasayı bozan her Moğol ölüme mahkûm edilir. Yabancılar
ise kovulur. BogdoOl'u aşmak yasaktır. Geçenler ölümle cezalandırılır. Ancak
bir tek kişi bu yasağı ihlal etti. Baron Ungern elli Kazakla birlikte dağdan
geçti, Yaşayan Buddha'nın sarayına girdi ve Çinlilerce burada tutsak
bulundurulan Urga ruhanî liderini alıp kaçırdı.
Yaşayan Tanrılar, Otuz
Bin Buddha ve Altmış Bin Keşiş
Yaşayan Buddha 'nın ikâmetgâhı nihayet
gözlerimiz önündeydi! BogdoOl'un eteğinde, beyaz duvarlar arkasında, güneş
altında parlayan yeşilimsimavi kiremitlerle kaplı beyaz bir yapı yükseliyordu.
Bu yapı, ilginç çatılı tapınaklarla küçük sarayların, oraya buraya dağılmış
zengin ve sık bir ağaçlığın arasında yer alıyordu. Dağın karşı tarafında, Tuul
ırmağı üzerine kurulmuş uzun bir tahta köprü, Yaşayan Buddha'nın ikâmetgâhını,
keşişler kentine, tüm doğuda Ta Küre veya Urga adıyla anılan kutsal yerleşim
yerine bağlıyordu. Burada, Yaşayan Buddha'nın dışında, mucizeler ortaya
koyanlar, kâhinler, büyücüler ve kutsal hekimler topluluğu yaşamaktadır. Bu
kişilerin tümü ilahi kökenlidir ve kendilerine de "yaşayan tanrılar"
gibi önem verilip saygı gösterilir. Solda, yüksek bir yayla üzerinde, koyu
kırmızı dev bir kulesi olan eski bir manastır vardır. Bu manastır "Lamalar
Beldesi Tapınağı" adıyla bilinir. Beldede, lotus çiçeği üzerinde oturan,
altın yaldızlı dev gibi bir Buda heykeli, onlarca küçük tapmak ve manastır, obolar,
açık sunaklar, astroloji kuleleri, her yaştan ve her düzeyden altmış bin
keşişin yaşadığı tek kişilik evler; yurtaları olan kül rengi bir köy, okullar,
kutsal metin arşivleri, kitaplıklar, öğrenci yurtaları ve Çin'den, Tibet'ten,
Buryat ve Kalmukülkelerinden gelen konukları barındıracak hanlar bulunmaktadır.
Manastırın alt tarafında, çoğu Rus ve
Çinli olan tüccarın oturduğu yabancılar yerleşimi bulunur. Renk renk
giysileriyle, alışverişe dalmış kalabalık insan topluluklarını birbirine
kaynaştıran doğu çarşısı burada bulunmaktadır. Bir kilometre kadar ötede, Çin
dükkanlarından geri kalanları, grimsi Maimachan surları kuşatır ve biraz daha
ileride de bir dizi Rus evi, bir hastane, bir kilise, bir cezaevi ile zamanında
Rus konsolosluğu işlevi görmüş olan kırmızı tuğladan dört katlı ilginç bir bina
yer almaktadır.
Manastıra çok yakın bir yerdeydik ki bir
derenin ağzında, buraya gizlemek istedikleri üç cesedi sürükleyen çok sayıda
Moğol askeri gördüm.
"Bunlar ne yapıyorlar?" diye
sordum,
Kazaklar yanıt vermeyip gülümsemekle
yetindiler. Sonra esas duruşa geçip askerce selam verdiler. Derken, eyerli bir
Moğol poni'sine binmiş, kısa boylu bir adam ortaya çıktı. Yanımızdan geçerken
onun albay apoletleriyle güneşlikli yeşil kasketini gördüm. Çok kaim kaşlarının
altındaki soğuk ve renksiz gözleriyle beni süzdü. Biraz ötede kasketini çıkarıp
çıplak başmı sildi. Kafatasının tepesindeki tuhaf biçimleniş gözümden kaçmadı...
Van Kure'den önceki menzilde yaşlı falcının dikkat etmem uyarısında bulunmuş
olduğu eyer biçimli kafası olan adam işte karşımdaydı!..
"Bu subay kim?" diye merakla
sordum.
Subay, bizden bir hayli uzaklaşmış
olmasına karşın Kazak alçak sesle yanıt verdi:
"Albay Sepailof! Urga merkez
komutanı!"
Albay Sepailof, Moğolistan'daki
olayların içerisinde yer alan en karanlık adamdı. Eski bir makine ustasıydı.
Çarlık döneminde jandarma olduktan sonra büyük bir hızla yeni rütbeler kazanmıştı.
Durmaksızın sinirli sinirli yüzünü buruşturuyor, boğuk ve rahatsız edici bir
sesle konuşuyor, dudaklarının kenarından salyaları akıyordu. Yüzünde hep
kasılmalar ya da tikler gözleniyordu. Bu adam bir deliydi. Baron Ungem onu iki
kez doktorlara muayene ettirmiş, onlar da Baronu bu kötü yardımcıdan kurtarmış
olmak adına albaya mutlak dinlenme vermişlerdi. Hiç kuşku yok ki Sepailof bir
sadistti. Daha sonraları öğrendim ki bu adam, mahkûmları elleriyle öldürürken,
şakalar yapıp şarkı söylüyordu. Sepailof hakkında dehşet verici söylentiler
dolaşıyordu. Baron Ungern'e atfedilen zulüm hikâyelerinin çoğu aslında
Sepailofa aitti. Baron, kendisini albayın kaygılandırdığını bana birkaç gün
sonra itiraf etti; çünkü bu adam şefini de, basit bir mahkûm gibi öldürebilecek
yeteneğe sahipti. Bundan başka Transbaykallar'da karşılaşmış olduğu bir
büyücühekim, Baron'un bu adamı yanından uzaklaştıracak olursa, öleceğini haber
vermişti. İşte bu yüzden de Baron, aynı kehanetin etkisi altında bulunan
Sepailofdan çekiniyordu. Albay, Bolşevik diye ne biliyorsa ya da uzaktan
yakından onlarla ilgili her kim varsa tümüne karşı mutlak bir acımasızlık
gösteriyordu. Kızıllar ona cezaevindeyken işkence yapmışlar ve kaçmasından
sonra da bütün ailesini öldürmüşlerdi. O da şimdi intikam alıyordu.
Bir Rus tüccarının evine indim ve Zain
Shabi ile Van Kure'ye yaptığım yolculukla ilgili hayli endişe duyduktan sonra
beni sevinçle karşılayan Ulyassutay'daki dostlarımın buradaki ziyaretini kabul
ettim. Yıkandım, biraz kendime çekidüzen verdim. Sonra onlarla birlikte dışarı
çıktım, pazara girdik. Ortalık çok kalabalıktı. İnsanm kulağını sağır edecekmiş
gibi bağırıp çağıran acayip alıcı ve satıcı gruplarıyla, Çin kumaşlarının
capcanlı renkleri, inci gerdanlıklar, küpeler ve bileziklerle sanki bir
festival havası egemendi. Bazdan canlı koyunların memelerini, yağlı olup
olmadıklarını anlamak için emiyor, kasaplar kancalara asılı hayvanlardan iri
parçalar kesiyor ve her yanda bu ovaların çocukları gülüp şakalaşıyorlardı.
Yüksek başlıkları üzerine ağır gümüş taslar oturtmuş olan Moğol kadınları her
renk ipek kurdeleleri ve uzun mercan gerdanlıkları büyük bir hayranlıkla
seyrediyorardı. Etkileyici bir görünümü olan uzun boylu bir Moğol, nefis
atlardan oluşan bir sürüyü inceleyip zahachin ile pazarlık yapıyordu. Yaşayan
Buddha'ya dualarını sunmak için veya Lhasa'daki diğer " tanrı "nın
gizli bir mesajıyla Urga'ya gelmiş kara, canlı, sıska bir Tibetli çömelmiş,
akik üzerine nakşedilmiş lotüslü bir Buda resmi üzerine pazarlık ediyordu. Bir
başka köşede camdan, kristalden, porselenden, ametist, yeşim, akik veya
nefritten yapılma ve son derece ince sanat eseri enfiye şişeleri satan bir
Çinlinin basma Moğollarla Buryatlar üşüşmüştü. Kahverengi düzgün menevişli
yeşil nefritten oyulmuş olan bunlardan biri, birkaç genç kıza sarılmış bir
ejderhayı temsil ediyordu. Satıcı bu enfiye şişesine karşılık on tane genç öküz
istiyordu. Her yanda, Buryatların uzun kırmızı cübbeleriyle altın nakış
işlemeli küçük kasketlerine,
Tatarların siyah paltoları ve başlarının
tepesinde taşıdıkları minicik kadife kalpakları karışıyordu. Sarı ve kırmızı
giysileri, omuzlarına öylesine atılmış pelerinleri ve sarı başlık, kırmızı
Frigya bonesi ya da eski Yunan miğferi türünden türlü türlü başlıklarıyla
Lamalar bu karmaşık insan topluluğunun arka planını oluşturuyorlardı. Bunlar
sükûnetle davranarak, tespihlerini çekerek, fal yorumlayarak ve özellikle keşifler, kehanetler ve diğer kerametleri aracılığıyla zengin
Moğollan tedavi veya istismar etmeye ya da "60 bin Lama kenti "nin
öteki sırlarına ulaşmaya çalışarak kalabalığa katılıyorlardı. Yaygın biçimde
dinî ve siyasi casusluk yapılıyordu. Tam o sırada İç Moğolistan'dan gelen
Moğolların etrafını, çok sayıda Lama belli etmeden çeviriyordu. Binaların
üzerinde Rus, Çin ve Moğol bayrakları dalgalanıyordu. Küçük bir dükkana
yıldızlı ve şeritli bir bayrak çekilmişti. Çadır direklerinde çiçeğe veya
cüzzama yakalanmış ve ölmek üzere bulunmuş olan prenslerle özel kişilerin
şerit, kare, daire veya üçgen şeklindeki bayrakları dalgalanıyordu. Tüm bunlar,
pırıl pırıl güneşin altında göze çarpan bir kütle şeklinde birbirine
karışıyordu. Ara sıra, Baron Ungern'in mavi üniformalı askerlerinin ve san
apoletlerinde Cengiz Han'ın swastikası ile Yaşayan Buddha’nın işaretlerini
taşıyan san ve kırmızı giysili Moğollarla Tibetlilerin, bir Moğol birliğine ait
Çinli askerlerin gidip geldikleri görülüyordu. Çin ordusunun dağılmasından
sonra bu kahramanlardan iki bini, Yaşayan Buddha'ya bağlılık yemini etmişler,
kendilerini himayesine almasını ondan yalvararak istemişlerdi. İsteklerinin
kabul edilmesi üzerine kasketleriyle omuz başlarına gümüş Çin ejderhaları
takarak iki alay oluşturmuşlardı.
Biz çarşıdan geçerken, köşeyi dönüp
kornasını çalan büyük bir otomobil geldi. İçinde, san ipekli Moğol cübbesini
giyip üzerine de mavi kuşağını bağlamış olan Baron Ungern vardı. Otomobil hızlı
gidiyordu. Ancak Baron beni tanıyıp aracı durduttu, indi ve yurta'ya kadar
kendisine eşlik etmem ricasında bulundu. Cadın oldukça basit ve sade biçimde
döşenmişti. Bir Çin mağazasmın avlusuna kurulmuştu. Genel karargâhı, yakındaki
diğer iki yurta'ya ve hizmetçileri ise bir Çinlinin evine yerleşmişlerdi. Büyük
Okyanus kıyılarında bir limana varabilmem için yardım edeceği vaadini kendisine
hatırlattığım zaman general bana parlak gözleriyle bakarak
Fransızca yanıt verdi:
"Benim işim burada sonuna
yaklaşıyor. Dokuz güne kadar Bolşeviklerle çarpışmaya başlıyor ve
Transbaykallar'a gidiyorum. O zamana kadar kalmanızı sizden rica ediyorum.
Yıllar var ki uygarlıktan uzakta yaşıyorum. Düşüncelerimle başbaşayım. Onları
sizinle paylaşmak istiyorum. Göreceksiniz ki, ben ne düşmanlarımın dedikleri
gibi 'kana susamış Deli
Baron', ne erlerimle subaylarımın takmış
olduğu lâkapla 'sert büyükbaba'yım. Yalnızca çok aramış ve daha çok acı çekmiş
bir insanım." Baron bir süre sustu, sonra devam etti:
"Grubunuzun bundan sonraki
yolculuğu hakkında düşündüm. Her şeyi ayarlayacağım. Fakat, sizden bu dokuz gün
boyunca burada kalmanızı rica ediyorum."
Ne yapabilirdim? Kabul ettim. Baron
sıcak bir biçimde elimi sıktı ve çay söyledi.
Haçlıların ve
Korsanların Çocuğu
B ana kendinizden ve yolculuğunuzdan söz
edin, dedi. Kendisini ilgilendirebileceğini sandığım her şeyi anlattım. Öykümü
büyük bir dikkatle dinledi.
"Şimdi de ben size kendimden söz
edeceğim. Benim adımın çevresinde dönen ve kimsenin sorgulayamadığı nefreti ve
korkuyu öğreneceksiniz. Neyin gerçek ya da yanlış olduğunu, neyin tarih neyin
efsane olduğunu göreceksiniz. Bir gün bir kitap yazacak, Moğolistan'dan
geçişinizi ve 'kan dökücü general'in yurta. 'sında kalışınızı anımsayacaksınız."
Sanki cümlelerini tamamlamasına fırsat
verilmiyormuş gibi bir yandan konuşup bir yandan sigarasını tüttürüyordu.
"Ungern von Sternberg ailesi çok
eskidir. Attila devrinin Cermen, Macar ve Hunlan'nın karışımından gelir.
Savaşçı atalarım Avrupa'daki bütün savaşlara katılmışlardır. Haçlı seferlerinde
görülmüşlerdir. Bir Ungern,
Arslan Yürekli Richard'ın alaylarından
birinde savaşırken Kudüs surlan önünde öldürülmüştür. Hatta o trajik Çocuk
Haçlılar seferi bile, Ralph Ungern'in onbir yaşında ölümüyle simgeleşmiştir.
Savaşçıların en kahramanlan Slavlara karşı Cermen imparatorluğunun doğu
sınırlarına gönderildikleri zaman atalarımdan Arthur, yani Baron Halsa Ungern
Stenberg bunların arasındaydı. Bu sınır boyu şövalyeleri, Litvanyalı,
Estonyalı, Letonyalı ve putperest Slav halkı, ateş ve kılıçla Hıristiyanlığa
zorlayan Rahip Şövalyeler ya da Teuton Örgütü'nü kurdular. O zamandan beri
Teuton şövalyeleri tarikatında hep ailemizin temsilcileri bulunmuştur. Teuton
Şövalyeleri Örgütü, Leh ve Litvanya birliklerinin kılıçlan altında, Grunwald'da
yok olduğu zaman, savaşta iki Baron Ungern von Sternberg de öldü. Ailemizde,
savaşçılığın yanısıra mistisizm ve çilekeşlik zihniyeti de vardı.
"Onaltıncı ve onyedinci
yüzyıllarda, Letonya ve Litvanya topraklarında birçok Ungern baronu ve şatoları
bulunuyordu. Onlarla ilgili nice öykü ve efsane anlatılır. 'Balta' lakabıyla
anılan Heinrich von Sternberg, bir gezgin şövalyeydi. Fransa, İngiltere,
İspanya ve İtalya'da yapılan turnuvalarda, onun rakiplerinin yüreğini korkuyla
dolduran adı da mızrağı da iyi tanınırdı. Câdiz'de [İspanya] kafasını ikiye
bölen bir şövalyenin kılıç darbesiyle can verdi. Baron Raul Ungern, Riga ile
Reval arasında dolaşan bir korsan şövalyeydi. Baron Peter Ungern'in Baltık
Denizi'nin ortasındaki Dago adasında şatosu vardı ve bir korsan olarak
döneminin tüccarlarına hükmederdi.
"Onsekizinci yüzyıl başlarında,
Baron Wilhelm Ungern adıyla tanınan ve bir simyacı olduğu için 'şeytanın
kardeşi' diye anılan biri vardı. Büyükbabam ise Hint Okyanusu'nda korsandı.
İngiliz ticaret gemilerini haraca bağlamıştı ve uzun yıllar da kendi gemisiyle
İngiliz savaş gemilerinden kaçıp kurtulmuştu. Rusya'da tutsak düşmüş ve
Transbaykallar'a sürülmüştü. Ben de bir deniz subayıyım. Ne var ki RusJapon
savaşı, beni, mesleğimi bırakıp Zabaykal Kazakları'na katılmaya ve onlarla
birlikte savaşmaya zorladı. Tüm yaşamımı savaşa ve budizmi incelemeye,
öğrenmeye adadım. Büyükbabam bize budizmi Hindistan'dan getirmişti. Babam ve
ben budizmi benimsedik.
Transbaykallar'da, devrimin çarpıklığına
karşı acımasızca savaşmak için Askerî Budist Örgütü'nü kurmaya çalıştım."
Burada sustu. Kahve kadar koyu biçimde
hazırlattığı çaydan fincan fincan içti.
"Devrim çarpıklığı! Bunu kim
düşünüyor, Fransız filozofu Bergson ile Tibet'teki pek bilgin Tashi Lama'dan
başka?.."
Korsanın torunu, bilimsel kuramlardan,
yapıtlardan, bilgin ve yazar adlarından, Kutsal Kitap'tan, budizm kitaplarından
sözedip, Fransızcayı,
Almancayı, Rusçayı ve İngilizceyi
biribirine karıştırarak konuşmaya devam etti:
"Budist metinlerde ve eski
Hıristiyanlık kitaplarında, iyi ve kötü ruhlar arasında savaşın başlayacağı
zamana dair önemli kehanetler okuruz. Ne zaman ki, bilinmeyen 'Lanet' gelip tüm
uygarlığı silip dünyayı ele geçirecek, o zaman her türlü ahlak yok olup halklar
ortadan kalkacaktır. Onun silahı devrimdir. Her devrimde, geçmişin
deneyimlerinden yardım gören yaratıcı zekânm yerini yıkıcının genç ve kaba gücü
alacaktır. O, bayağı tutkularla içgüdüleri ele geçirecek ve onları öne
çıkaracaktır. İnsanoğlu ilahi ve ruhsal olandan uzaklaşacaktır. Büyük savaş
[Birinci Dünya Savaşı] kanıtlamıştır ki, insanlık hep daha yüksek ideallere
doğru gelişmelidir. Fakat, İsa'nın, havari Aziz John'un, Buda'nın, ilk
Hıristiyan şehitlerinin, Dante'nin, Leonardo da Vinci'nin, Goethe'nin ve Dostoyevski'nin
zamanından önce gördükleri ve hissettikleri Lanet de işte tam bu sırada ortaya
çıkmıştır. Bu Lanet ortaya çıkarak bizim, ilahi olana doğru giden yolumuzu
kapatmıştır. Devrim bulaşıcı bir hastalıktır ve Avrupa, Moskova ile anlaşarak
hem kendisini ve hem de dünyanın diğer bölgelerini aldatmıştır. Büyük Ruh,
hayatımızın eşiğine, ne öfkeyi ne de bağışlamayı bilmeyen Karma 'yi
yerleştirmiştir. Karma, hesabımızı görür. Bunun sonucu ise kıtlık ve yıkımdır;
uygarlığın, onurun, şerefin ve ruhun ölümü, devletlerin ve ulusların ölümüdür.
Bu dehşeti, insanlığın bu karanlık ve çılgınca çöküşünü şimdiden
görebiliyorum."
Yurta 'nın kapısı birdenbire açıldı. Bir
subay, topuklarını birbirine vurup hazırol durumunda dimdik kesilerek selam
verdi. Baron, çok kızgın biçimde bağırdı:
—
Niçin izinsiz içeri giriyorsunuz?
—
Ekselansları... Sınırdaki küçük postamız
bir Bolşevik birliğini tutsak edip getirdi.
Baron ayağa kalktı. Gözleri panldıyordu,
yüzü tiklerle kasılmaya başlamıştı. Emir verdi:
" Yurta 'mm karşısına getirin
onları!" Her şey unutulmuştu, o esin dolu sözleri, etkileyici sesi...
Acımasız komutanın kısa emri altında tümü birden yok olmuştu. Baron şapkasını
başına geçirdi, hiç elinden bırakmadığı bambu sopasmı eline aldı ve derhal
çıktı. Ben de peşinden. Yurta 'nın karşı tarafında, Kazakların arasında, altı
Kızıl vardı.
Baron durdu, birkaç dakika onlara dimdik
baktı. Aklından geçirmekte olduğu düşüncelerin şiddeti yüzünden okunuyordu.
Sonra, gözlerini onlardan çevirdi, Çin evinin eşiğine oturup uzun uzun düşündü.
Nihayet, kalkıp tutsaklara doğru yürüdü ve kesin bir ifadeyle bambu sopasını
her birinin omzuna ayrı ayrı dokundurdu:
"Sen sola!.. Sen sağa!.."
Böylelikle, altı kişiyi, dördü sağda ve
ikisi solda kalmak üzere ikiye ayırdı.
"Bu ikisinin üstlerini arayın. Bunlar
komiser olmalı!" Sonra, diğer dördüne doğru dönerek şöyle dedi:
"Sizler çiftçiydiniz ve Bolşevikler
tarafından silah altına alındınız, değil mi?" Korku içindeki askerler
bağırdılar:
—
Evet, evet, ekselansları!.."
—
Gidin komutanı bulun ve sizleri benim birliklerime
almasını emrettiğimi söyleyin.
Öteki iki kişinin üzerinde Komünist
Siyasî Daire Komiseri kimlikleri bulundu. General kaşlarını çatarak hükmünü
verdi:
"Bunları sopayla döverek
öldürün!"
Geri dönüp yurta 'ya girdi. Fakat, bu
olaydan sonra, görüşmemiz biraz sıkıntılı bir durum aldığından generalden izin
istedim.
Kaldığım Rus evindeki yemekten sonra,
Ungern'in subaylarından birkaçı geldi. Hararetli biçimde konuşurken bir
otomobil kornası sesi duyuldu ve subaylar sustu.
Bunlardan biri tuhaf bir sesle,
"General geçiyor," dedi.
Yarıda kalan konuşmamız tekrar başladı
ise de çok zaman sürmedi. Evin hizmetçisi koşarak gelip, "Baron
geliyor," dedi.
Baron içeri girdi. Kapmın eşiğinde
durdu. Lambalar henüz yakılmamıştı. Karanlık çökmek üzereydi. Bununla beraber
Baron bizleri tanıyıp ev sahibi bayana yaklaşarak elini öptü. Sıcak bir tavırla
herkesi selamladı. İkram edilen çayı kabul edip masanın önüne geldi.
Ev sahibi bayana, "Konuğunuzu alıp
götüreceğim," dedi. Ve sonra, bana dönerek sordu:
"Otomobille bir gezinti yapmak
ister misiniz? Size kentin çevresini göstereceğim."
Paltomu aldım ve eski alışkanlığımla,
tabancamı cebime koyunca Baron güldü:
"Bırakınız şunu! Burada
güvendesiniz. Hem Narabanşi Hutuktusu'nun kehanetini anımsayın: Şans hep
sizinle beraber olacaktır."
Gülerek karşılık verdim:
"Tamam, kehaneti unutmadım. Ancak,
Hutuktu'nun, şans sözüyle ne söylemek istediğini pek anlayamadım. Acaba, o
zahmetli ve uzun yolculuktan sonra, bazıları için olduğu gibi ölümüm müdür bu?
Bununla birlikte, itiraf etmeliyim ki, yoluma devam etmeyi tercih ediyor,
ölümün çekimine kapılmıyorum..."
Çıktık. Kapıda bizi göz kamaştıran
fenerleriyle kocaman bir Fiat bekliyordu. Direksiyonda oturan şoför, biz
yerlerimize geçip oturuncaya kadar, eli şapkasında selam durumunda, heykel gibi
kımıldamaksızın durdu. Baron emretti: "Telsiz istasyonuna!"
Otomobil ileri fırladı. Kent, biraz
önceki gibi, bütün Doğu kalabalığıyla uğulduyordu. Fakat, manzara daha ilginç
ve daha güzeldi. Gürültücü halkın arasından Moğol, Buryat ve Tibet süvarileri
hızla geçiyor; deve kervanlarındaki insanlar başlarını saygıyla çevirip bize
bakıyor; Moğol at arabalarının ahşap tekerlekleri acı acı inildiyordu. Her yan,
Baron'un kenti ele geçirdikten sonra bir telefon şebekesi ve bir de telsiz
telgraf istasyonu ile birlikte yaptırmış olduğu elektrik santralının ark
lambalanyla ışıl ışıl parlıyordu. General, aynı zamanda, yollar olasılıkla
Cengiz Han döneminden beri süpürge görmemiş olduklarından, adamlarına kenti
temizletip dezenfekte ettirmişti. Değişik mahalleleri birbirine bağlayan bir
otobüs servisi kurmuş, Tuul ve Orhon ırmakları üzerine birer köprü yaptırmış,
bir gazete çıkarmaya başlamış, bir veteriner laboratuvarı ile hastahaneler
açmış, okullarda eğitime devam edilmesini emretmiş, Çin dükkanlarını yağmalayan
Rus ve Moğol askerlerini hemen astırarak ticaret yaşamını korumuştu.
Bir gün, bir Çin dükkanından içki çalmış
olan iki Kazakla bir Moğol askerini yakalayan merkez komutanı bunları generalin
huzuruna getirdi.
General, hırsızları otomobiline alıp hemen
Çin dükkanına giderek içkileri sahibine geri verdi. Moğola, Kazaklardan birini
dükkanın kapısına asmasmı emretti.
Kazak asıldıktan sonra, "Şimdi,
ötekini as!" dedi.
İkinci Kazak da henüz asılmıştı ki
merkez komutanına dönerek şimdi de Moğolun asılmasını emretti. Bu hızlı adalet
herkesi memnun etmiş görünüyordu. Fakat, Çinli dükkan sahibi, umutsuz bir
tavırla komutana yaklaşarak yalvarmaya başladı:
"General Baron! Bu adamları kapımın
önünden kaldırtın yoksa dükkanıma bir daha kimse girmez!"
Ticaret mahallesinden hızla geçip küçük
bir çayı aştıktan sonra Rus mahallesine girdik. Biz geçerken iki Rus askeriyle
oldukça zarif giyimli dört Moğol kadını köprünün üzerinde duruyorlardı. Erler,
gözlerini komutanlarının ciddi bakışlarına dikerek, selam verip put kesildiler.
Kadınlar ilk önce şaşırıp kaçmaya kalkışırken, kuşkusuz askerî disiplininin
bulaşmasıyla, onlar da askerler gibi kımıldanmaksızın durup ellerini
başlıklarna götürerek selam verdiler.
"Disiplini görüyor musunuz? Moğol
kadınları bile beni selamlıyorlar." Otomobil ok gibi giderken ve rüzgar
ıslık çalıp paltomun eteklerini uçururken biraz sonra ovaya geldik. Fakat,
yanımda oturan Baron, gözlerini yummuş, durmadan, "Daha hızlı! Daha
hızlı!" diyordu. Uzun bir süre ikimiz de konuşmadık.
General, "Yurta'ya. izinsiz girdiği
ve hikâyemi kestiği için, o subayı dövdüm," dedi.
"Şimdi devam edebilirsiniz,"
yanıtmı verdim.
"Sıkılmadınız değil mi? Zaten
geriye pek fazla bir şey kalmadı, ama, en dikkate değer olanı da bu kısımdır.
Rusya da askerî bir budist örgütü kurmak istediğimi size anlatmıştım. Niye
biliyor musunuz? İnsanlığın evrimini korumak ve devrime karşı mücadele etmek
için. Çünkü, evrim insanı tanrısallığa, devrim ise ancak hayvanlığa götürür.
Ben Rusya'da bulundum. Köylüler kaba, okumaz yazmaz, başlarına buyruk ve her
zaman öfkelidirler, bunlar her şeyden ve herkesten nedensiz yere nefret
ederler. Kuşkucu ve materyalisttirler. Kutsal idealleri yoktur. Rus aydınlan,
gerçekle ilgili olmayan düşsel idealler içerisinde yaşıyorlar. Her şeyi eleştirecek
güçlü bir kapasiteleri vardır ama yaratıcı güçten yoksundurlar. Başka da hiçbir
güçleri yoktur, yalnızca bol bol konuşmayı bilirler. Köylüler gibi, onlar da
hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmiyorlar. Sevgileri de duyguları da tamamen düşsel.
Düşünceleri, boş sözcükler gibi, iz bırakmadan geçip gidiyor. Bu nedenlerden
ötürü arkadaşlarım örgütün kurallarına karşı hareketlere başladılar. Bunun
üzerine, ben de, Sarı Din'in buyrukları doğrultusunda; bekâr kalınması,
kadınlardan ve yaşamın her türlü huzur ve dinlenme araçlarından, gerekli
sayılmayan her şeyden mutlak surette vazgeçilmesi zorunluluğunu koydum. Rus'un
içgüdüsünü yenebilmesi için alkolün, haşhaşın ve afyonun sınırsız biçimde
kullanılmasını tavsiye ettim. Şimdi, alkol için subaylarla erleri astırıyorum.
O zamanlar, çılgınca hezeyanlara kapılıncaya kadar, halüsinasyonlar görünceye
kadar içiyorduk. Örgütü kurmayı başaramadım; fakat, çevremde inanılmayacak
kadar cesur, benzeri görülmeyecek kadar kadar vahşi üçyüz kişi topladım.
Bunlar, önce Almanya'ya ve sonra Bolşeviklere karşı olan çarpışmalarda
kahramanca hareket ettiler. Ancak sayıları çok çok azaldı."
Şoför haber verdi: "Telsizi
istasyonu Ekselansları!" "İçeri gir!" diye buyurdu.
Bir tepenin başında, geri çekilirken
Çinlilerin bir bölümünü yıktığı, sonra Ungern ordusu istihkâm kıtalarının
tekrar kurmuş olduğu güçlü telsiz telgraf istasyonu yükseliyordu. General,
gelen telgraflardan bilgi alıp bana da aktardı. Bunlar Moskova'dan, Chita'dan,
Vladivostok'tan ve Pekin'den geliyordu. San bir kağıda yazılmış olan şifreleri
cebine yerleştirirken açıkladı:
"Bunlar Chita'daki, İrkutsk'taki,
Harbin ve Vladivostokta'ki ajanlarımdan geliyor. Oralardaki adamların hepsi çok
cesur, çok yetenekli yahudilerdir ve tümü dostumdur. Bir de yahudi subayım, sağ
kanadıma komuta eden Vulvoviç var. Bu adam şeytan kadar vahşi, fakat zeki ve
cesurdur... Şimdi boşluğa uçacağız... "
Bir kez daha gecenin karanlığına dalarak
bütün hızımızla tekrar yola
koyulduk. Bu delice bir gidiş oldu.
Otomobil taşların ve hendeklerin üzerinden zıplıyor, hatta küçük çaylardan
geçiyor ve şoförün sadece kayalardan kaçındığı anlaşılıyordu. Biz böyle kasırga
gibi giderken ovada birçok kez, karanlıkta çakıp sönen parıltılar dikkatimi
çekti.
"Kurt gözleri," dedi.
"Onları gerek bizimkilerin ve gerek düşmanlarımızın etiyle besledik."
Bu sözlerden sonra öyküsünü anlatmayı
sürdürdü:
"Savaş sırasında, Rus ordusunun
yavaş yavaş ahlaki çöküşe uğradığını, Rusya'nın Müttefikler'e ihanetini ve
devrim tehlikesinin belirdiğini önceden gördük. Buna karşılık olmak üzere de,
eski inanç ve âdetlerini unutmamış bütün Moğol halklarını birleştirip özerk
kabilelerden oluşan ve uygarlıkların en eski ve en öncü yurdu olan Çin'in
manevi ve yasal egemenliği altında tek bir Asya devleti kurmayı tasarladık. Bu
devlet Çinlileri, Moğolları, Tibetlileri, Afganlan, Türkistan'daki Moğol
kabilelerini, Tatarları, Buryatları, Kırgızları ve Kalmuklan biraraya
toplayacaktı. Bu devletin devrim karşısında bir bariyer oluşturarak, kendine
özgü bir ruhu, felsefesi ve bireysel politikası olabilmesi için maddi ve manevi
bakımlardan çok güçlü olması gerekiyordu. Eğer çılgın ve ahlakı bozuk insanlık,
kişinin yüreğindeki Tanrısal Ruh'u kaldırmaya, kan dökmeye, her türlü manevi
ilerlemeyi önlemeye devam ederse Asya devletinin görevi bu yıkıntıya doğru gidişi
durdurmak, kalıcı ve güvenli bir barış düzeni kurmak olmalıdır. Bu propaganda
savaş sırasında Türkmenler, Kırgızlar, Buryatlar ve Moğollar arasında büyük bir
başarı kazandı... Dur!" Baron ansızın bağırdı.
Otomobil şiddetli bir sarsıntıyla durdu.
General yere atlayıp beni de kendisini izlemeye çağırdı.
Baron, bir şey arıyormuş gibi toprağa
eğilmiş olarak çayırda bir süre yürüdü.
Sonunda, "Ah! Gitmiş," diye
mırıldandı. Merakla yüzüne baktım.
"Burada zengin bir Moğolun yurta'sı
vardı. Bu adam, Noskof adında bir Rus tüccarına mal satardı. Noskof, Moğolların
kendisine vermiş oldukları 'şeytan' sözcüğünün de ifade ettiği üzere hain bir
adamdı. Alacaklısı olduğu Moğollan Çinli yetkililere dövdürüp hapsettirdi.
Noskof, bu zengin Moğolu mahvetmişti. Bütün servetini kaybeden adamcağız
buradan kırkbeş kilometre öteye kaçtı. Fakat, Noskof peşini bırakmadı. Ne kadar
davan ve atı varsa elinden alıp onu ailesiyle birlikte aç bıraktı. Urga'yı ele
geçirdiğim zaman Moğol, kendisi gibi Noskof tarafından iflasa sürüklenmiş olan
otuz kadar Moğol ailesiyle bana geldi. Bunlar onun ölümünü istiyorlardı...
'Şeytan'ı astırdım."
Otomobil çayırda büyük bir kavis çizerek
hızla ilerliyordu. Baron bir kez daha keskin ve sinirli sesiyle Asya yaşamının
engin dairesi içinde zihnen dolaşıyordu:
"Rusya Fransa'ya, İngiltere'ye ve
Amerika'ya ihanet edip BrestLitovsk anlaşmasını imzalayarak kaosun saltanatını
kurdu. Bunun üzerine Almanya'ya karşı Asya'nın seferberliğini ilan ettik.
Temsilcilerimiz Moğolistan'a,
Tibet'e, Türkistan'a ve Çin'e girdiler.
O dönemde Bolşevikler tüm Rus subaylarını öldürmeye başladılar. Biz de onlara
karşı iç savaşa girişip Asya Birliği hakkındaki tasarılarımızdan vazgeçtik.
Fakat, daha sonraları, bütün Asya'yı uyandıracağımızı ve onun yardımıyla
yeryüzünde Tanrı’nın barış ve egemenliğini yeni baştan kuracağımızı umuyoruz.
Moğolistan'ı kurtarmakla bu işe kendi ölçümde yardım etmiş olduğumu düşünmekten
haz duyuyorum."
Bir an düşündü. Sonra devam etti:
"Fakat, bu davayı benimle paylaşmış
olanlardan kimileri, ciddiyetimden ötürü (mahzun bir ifade takınarak)
'canavarlık' ve 'haşinlik' diye dile getirdikleri hareketlerimden ötürü beni
sevmiyorlar. Bunlar henüz anlayamıyorlar ki, biz sadece bir siyasi parti ile
değil, bugünün uygarlığının yıkıcıları olan bir katiller grubuna karşı
savaşıyoruz. İtalyanlar mafya çetelerini niçin idam ediyorlar? Amerikalılar
bomba atan anarşistleri niçin elektrikli sandalyeye oturtuyorlar? Halkın ruhunu
öldürmek isteyenlerden dünyayı temizlemek benim de hakkım değil midir?
Haçlıların ve korsanların neslinden gelen bir Teuton olarak ben, katiller için
ceza olarak yalnızca ölümü bilirim!.. Geri dön!"
Şoföre emir vermişti. Birbuçuk saat
kadar sonra Urga’nın ışıklarını görüyorduk.
Şehitler Kampı
Kentin girişine yaklaşırken küçük bir
evin karşısında duran bir otomobil gördük.
Baron, "Bunun anlamı ne? Çabuk
oraya git!" dedi.
Otomobilimizi ötekinin yanına park
ettik. O sırada evin kapısı açılıp birtakım subaylar, gizlenmeye çalışarak,
aceleyle dışarıya çıktılar.
General emretti:
"Durun! Hepiniz içeri girin!"
İtaat ettiler. General de, kamış
bastonuna dayanarak, onların arkasından içeri girdi. Kapı açık kaldığından her
şeyi görüp işittim. Şoför, mırıldanır gibi durumu değerlendirdi:
"Vay başlarına gelen! Subaylar
generalin otomobille kentten çıktığını biliyorlardı. Bu, her zaman uzun bir
yolculuk anlamına gelirdi. Onlar da bundan yararlanarak, belli ki eğlenmek
istemişler. Şimdi, ölümüne sopa yiyecekler... "
Masanın, şişe ve konserve kutularıyla
dolu olan bir ucunu görebiliyordum. Bir tarafta oturmakta olan iki genç kadın,
general içeriye girince, bir hamlede ayağa kalktılar. Generalin kısa, sert
cümlelerden oluşan boğuk sesini işittim:
"Vatanınız mahvoluyor!.. Bunun
utancı siz Ruslara aittir. Ve siz hâlâ bunu anlayamıyorsunuz. Farkında bile
değilsiniz! Şarap ve kadın istiyorsunuz!.. Hergeleler!.. Hayvan herifler!.. Her
birinize yüzelli sopa çekilecek!.."
Sonra sesini alçalttı, fısıltıyla
konuşmaya başladı:
"Ya siz bayanlar! Ulusunuzun
yıkılmakta olduğunun farkında mısınız? Hayır, değil mi? Sizler için bunun
hiçbir önemi yok. Cephede bulunan ve belki şu anda can vermek üzere olan
kocalarınıza karşı hiç mi bağlılık duygunuz yok? Siz kadın değil misiniz?
Duygulan erkeğinkinden daha güçlü ve daha derin olan kadına saygı gösteririm
ben!.. Fakat, siz kadın değilsiniz! Beni dinleyin bayanlar! Bir daha sefere
ikinizi de astırırım, anladınız mı?.."
Arabaya dönüp kornayı kendisi birkaç kez
çaldı. Çevreden hemen Moğol süvarileri dörtnala geldiler.
"Alın bu herifleri komutana
görürün! Emirleri sonra göndereceğim!"
Susuyorduk. Çok sinirlenmiş olan Baron
gürültülü biçimde soluyor, sigara üstüne sigara yakıp birer nefes çekip
duruyordu. Bana döndü:
"Birlikte yemek yeriz."
Çok çekingen, sessiz ve iyi eğitim
görmüş bir adam olan kurmay başkanını da çağırdı. Hizmetçiler bize sıcak bir
Çin yemeği ve bunun arkasından da kaçınılmaz çayla birlikte soğuk et ve
Kaliforniya meyvelerinden yapılma bir komposto getirdiler. Yemeğimizi Çinliler
gibi çubuklarla yiyorduk. Baronun canı sıkkındı.
Büyük bir özenle konuşmaya başladım.
Suçlu subayların çok zor koşullar içinde yaşamakta olduklarını öne
sürerek,davranışlarında haklı olabileceklerini anlatmaya çalıştım. General,
mırıldanır gibi konuştu:
"İliklerine kadar çürümüşler!..
Bunlar ahlaklarını yitirmişler !.. Batmışlar!.."
Kurmay başkanı da beni destekledi ve
Baron nihayet komutana telefon ederek subayların serbest bırakılması emrini
verdi. Ertesi gün, dostlarımla sokaklarda dolaşarak kentin kalabalığını
izledim. Baron'un enerjisi, onun sürekli bir sinirlilik hali içerisinde olmasını
gerektiriyordu ve tabii ki çevresindekiler de bu durumdan nasiplerini
alıyorlardı. O, her yerdeydi, her şeyi görüyordu, fakat yanındakilerin
çalışmalarına engel olmuyordu. Herkes işinin başındaydı.
O akşam,
kurmay başkanı beni evine davet etti. Burada oldukça zeki birçok subayla
tanıştm. Kendilerine yolculuğumu anlatıyor ve hararetle konuşuyorduk ki albay
Sepailof şarkı söyleyerek içeriye girdi. Subaylar hemen sustular ve çeşitli
bahanelerle teker teker gittiler.
Sepailof, ev sahibime birkaç kağıt
uzattı ve sonra bize dönerek, "Size akşam yemeği için nefis bir balık
ezmesi ile domatesli çorba göndereceğim," dedi.
O, odadan çıktıktan sonra, kurmay
başkanı başını ellerinin araşma alıp umutsuz bir tavırla şöyle dedi:
"Devrimden beri bu artıklarla çalışmak
zorundayız..."
Bir süre sonra, bir er, Sepailof
tarafından gönderilen bir kâse çorba ile balık ezmesi getirdi. Er, bunları
masanın üzerine bırakmak için dikilirken kurmay başkanı gözleriyle işaret
ederek kulağıma fısıldadı:
"Şu surata bakın..."
Er dışarı çıktıktan sonra kurmay
başkanı, ayak seslerinin iyice
uzaklaşmasını bekledi:
"Bu, Sepailofun celladıdır. Zavallı
mahkûmları ipe çeken veya boğan adam... "
Bunları söyledikten sonra, beni
şaşkınlık içinde bırakarak, çorbayı yere döktü ve dışarı çıkıp balık ezmesini
de çitin üzerinden sokağa attı. "Sepailofun yemeğidir bu. Çok lezzetli
olduğu kesin olsa bile zehirli olmasından da o derece kuşku duyulur! Sepailofun
evinde yemek ve içmek çok tehlikelidir."
İçim bu olaylarla daralmış olarak evime
döndüm. Ev sahibim uyumamıştı. Korku içinde, yanıma geldi. Dostlarım da
oradaydılar.
Hepsi birden, "Tanrı'ya şükür!
dediler. "Ne oldu?" diye sordum.
"Siz gittikten sonra Sepailofun
gönderdiği bir er geldi ve kendisini göndermiş olduğundan söz ederek
bavullarınızı alıp götürdü. Bunun, ne anlama geldiğini biliyorduk. Her şeyi
karıştıracaklar ve sonra da..." Tehlikeyi derhal anladım. Sepailof
eşyalarımın arasına istediği şeyi sokar ve böylece beni suçlu çıkarabilirdi.
Emektar dostum ziraatçı ile birlikte hemen Sepailofun evine gittik. Arkadaşımı
kapıda bırakıp içeriye girdim ve bize yemek getirmiş olan askere rastladım.
Sepailof beni derhal kabul etti. Şikayetlerime yanıt olarak bir yanlışlık
olduğu konusunda ısrar etti ve biraz beklememi isteyerek çıktı. Beş, on, dakika
bekledimse de kimse gelmedi. Kapıyı açmak istedim. Kilitliydi. Diğer kapıyı
açmaya çalıştım. O da kilitliydi. Tuzağa düşmüştüm. Dostumu çağırmayı
düşündüğüm sırada bir duvar telefonu gözüme ilişti. Baron Ungern'i aradım.
Birkaç dakika sonra Baron, Sepailofla birlikte odaya girdi.
Ciddi, hatta tehdit edici bir sesle
Sepailof a sordu: "Nedir bu?"
Ve yanıtı beklemeden ona bastonuyla öyle
şiddetli bir darbe indirdi ki albay yere yuvarlandı. Çıktık. General
bavullarımın geri getirilmesi emretti. Bundan sonra beni yuria'sına götürdü,
"Bundan böyle burada kalın,"
dedi ve gülümseyerek ekledi: "Bu olaydan ötürü pek memnunum. Çünkü şimdi
sizinle istediğim gibi konuşabilirim." Bunun üzerine bir soru sorma
ihtiyacı hissettim:
"Burada bütün görüp işittiklerimi
size söyleyebilir miyim?" Yanıt vermeden bir an düşündü ve sonra,
"Not defterinizi bana verin," dedi. Kendisine, yolculuklarıma dair
bazı krokiler çizmiş olduğum albümü uzattım. O da bunun bir sayfasına şunları
yazdı: "Ölümümden sonra...
Baron Ungern."
Ona şunu anımsattım:
"Sizden daha yaşlı olduğuma göre
sizden önce öleceğim. " Gözlerini kapattı, başını önüne eğdi ve
mırıldandı:
"Hayır! Yüzotuz gün daha var, o
zaman her şey sona ermiş olacak. Sonra... Nirvana! Nasıl bıktım, kederden,
sefaletten ve nefretten..."
Uzun süre ikimiz de konuşmadık.
Hissediyordum ki albay Sepailofu kendime iyice düşman etmiştim ve Urga'dan bir
an önce ayrılmak çok yerinde olacaktı.
Gece yansım iki saat geçmişti. Baron
birdenbire ayağa kalktı. Yüzü derin düşünceleri ifade ediyor, gözleri
panldıyor, yüzündeki çizgiler acı ve elemli bir gülümseyişle çekiliyordu.
"Haydi yüce ve iyi Buda'nın yanına
gidelim," dedi ve hemen sonra otomobili getirtti.
Bu şehitler kampı, bu mülteci kampı,
olayların önüne katılarak, ölüme doğru sürüklenerek ve bu Teuton şövalyeleri
çocuğunun nefreti ve tepeden görmesiyle yönlendirilerek, işte böylece varlığını
sürdürüyordu. Ve bu insanlara böyle zulmeden o, huzur içinde ne bir gün ne de
bir gece geçirebiliyordu. Zehirleyici düşüncelerle yanıp tutuşuyor, bir
Titan'in acılarını çekiyor ve onu "Ölüm" adı verilen uçuruma doğru
sürükleyen yüzotuz halkalık kısa zincirin her gün bir halka boyu kısaldığını bile
bile bizzat kendisine de işkence ediyordu.
Buda'nın Huzurunda
M anastıra varınca otomobili bırakıp dar
yolların labirentine daldık. Bu yollar bizi, Tibet'e özgü duvarlarının ve
pencerelerinin üzerinde, iddialı Çin üslubunda bir çatının yükseldiği Urga'nın
en büyük tapınağına ulaştırdı. Girişte tek bir fener parlıyordu. Tunç ve
çelikle kaplı ağır kapı kapalıydı. General, kapıya asılı dev gonga vurur vurmaz
şaşırıp korkan çilekeşler her yöne doğru koşuşmaya başladılar ve "General
Baron"u gördüklerinde secdeye kapanıp başlarını yerden kaldırmaz oldular.
General, "Kalkın ve bizi tapınağa
götürün!" dedi.
İçerisi bütün Lama tapınakları gibiydi:
Üzerine dualar, sembolik işaretler ve kutlu resimler nakşedilmiş renk renk
bayraklar; tavana asılmış uzun ipek kumaş parçaları; tanrı ve tanrıça resimleri
görülüyordu. Sunağın iki yanında lamalarla koronun kırmızı sıralan yer
alıyordu. Sunakta küçücük lambalar, altın ve gümüşten şamdanların yüzeylerini
aydınlatıyordu. Arka tarafta, üzerinde Tibetçe yazılar bulunan, san ipekli ağır
bir perde yukarıdan aşağıya uzanıyordu. Lamalar perdeyi çektiler. Lambaların
hafif ve titrek ışığında Buda’nın altın lotus çiçeği üzerine oturtulmuş büyük
heykeli ortaya çıktı. "TanrTnın yüzü durgun ve kayıtsızdı. Sadece tatlı
bir pırıltı onu canlandırıyor gibiydi. İnananların adak diye getirmiş oldukları
binlerce minik Buda heykeli onun iki yanında nöbet bekliyordu. Baron, Büyük
Buda'nın dikkatini, edeceği duaya çekmek için gonga vurdu ve büyük tunç kâseye
bir avuç para attı. Daha sonra, bütün Doğu filozoflarını incelemiş olan bu
Haçlı çocuğu, gözlerini yumdu ve birleştirdiği elleriyle yüzünü kapatarak dua
etti. Sol elinde siyah bir tespih gözüme çarptı. Duası on dakika kadar sürdü.
Dua bitince beni alıp manastırın öbür ucuna götürürken konuşmaya başladı:
"Bu tapınaktan hoşlanmıyorum.
Yenidir ve Yaşayan Buddha kör olduğu zaman lamalar tarafından yapılmıştı. Altın
yaldızlı Buda'nın yüzünde halkın gözyaşlarını, umutlarını, üzüntü veya
şükranlarını görmüyorum. Halkın, onun yüzü üzerinde, dualarının izlerini
bırakacak kadar zamanı olmamış.
Şimdi bundan daha eski Kehanetler
Tapınağı'nı göreceğiz."
Burası daha küçük, zamanla kararmış,
kuleyi andıran, tepesi kubbeli bir yapıydı. Kapı açıktı. Kapının iki yanında
döndürülebilen dua çarkları bulunuyordu. Üzerinde de. Burçlar Kuşağı’nın
işaretlerini gösteren bir
bakır levha vardı. İçeride, iki keşiş
kutsal sutra. lan* okuyorlardı. Girdiğimiz zaman başlarını kaldırmadılar.
General yanlarına yaklaşıp,
"Günlerimin sayısını anlamak için zarları atın," dedi.
" Sutra: Hinduizmde, kutsal
metinlerin kullanımında yardımcı kaynaklar oluşturan Brahmana'ların 'talimat
kılavuzları' şekline indirgenmiş biçimi. Sanskrit bir sözcüktür ve
"iplik" Anlamına gelir. Sutra'larda yaşama ve öğretiye ilişkin
çeşitli düzenlemeler öne sürülür. Sonraları 'yasa kitaplari'na dönüşmüşlerdir.
Budizmde ise, Buda'nın söylevlerinden oluşan derleme metinler olarak kabul
edilir. Sanskrit ve Pali dillerindeki orijinallerinin yanısıra, Uygurlar
arasında yapılmış Türkçe çevirileri bulunmaktadır. (Çev.n.)
Rahipler içleri zarlarla dolu iki kupa
getirip bunlan alçak masaların üzerine boşalttılar. Baron eğilip onlarla
birlikte baktı, saydı ve,
"Yüzotuz," dedi. "Her
zaman, yüzotuz..."
Buda'nın, Hindistan'dan getirilmiş eski
bir taş heykelinin durduğu sunağa yaklaşarak tekrar dua etmeye başladı. Gün
ışırken tapmaklarla kutsal yerleri, hekimlik okulunun müzesini, kehanet
kulesini, banallerle genç lamaların güreştikleri avluyu dolaştık. Başka bir
yerde lamalar yay çekip ok atıyorlardı. Yüksek rütbeli bazı Lamalar bize koyun
eti, çay ve yabani soğan ikram ettiler.
Yurta 'ya dönüşümüzde boş yere uyumaya
çabaladım. Birçok soru zihnimi kurcalıyordu: Ben neredeyim? Hangi çağda
yaşamaktayım? Açık bir biçimde algılayamamakla birlikte herhangi büyük bir
fikrin, devasa bir tasarımın, anlatılamaz bir beşerî ızdırabın görünmez
varlığını hissediyordum.
Yemekten sonra general beni Yaşayan
Buddha'ya tanıştırmak istediğini söyledi. Yaşayan Buddha tarafmdan kabul
edilmek o kadar güçtür ki bu fırsat beni çok mutlu etti. Otomobil bir süre
sonra, "tanrTnın sarayını çeviren beyaz kırmızı çizgili büyük duvarın
kapısının önünde durdu. Sarı kırmızı giysili iki yüz kadar Lama, generali yani
"Chiang Chun"u, "Han! Savaş Tanrısı!" fısıltüanyla
selamlamak üzere koşup geldiler. Resmî bir teşrifatçı alayı, bizi, yan karanlık
büyük bir salona götürdüler. Sarayın iç tarafına oymalı ağır kapılar
açılıyordu. Salonun bir ucunda, san, ipek yastıklar içinde, taht bulunuyordu.
Tahtın arkalığı, altın yaldızlı ahşap çerçeveli ve kırmızıydı. İki yanında
karışık oymalı abanoz çerçevelere
gerilmiş sarı ipekliler, duvara dayanmış
camlı dolaplarda da Çin'den, Japonya'dan, Hindistan'dan ve Rusya'dan gelmiş her
türlü nesne vardı. Biblolar arasında Sevres porseleninden harikulade bir marki
ile bir markiz
dikkatimi çekti. Tahtın ön tarafında, alçak bir masanın önünde,
sekiz soylu Moğol oturmuşlardı. Saygıdeğer bir yaşlı kişi olan liderleri, zekâ
ve güç ifade eden yüzü, insanın içine işleyen iri gözleriyle bana; Tokyo
İmparatorluk Müzesi'nde Amida'nın, * tanrıça Kwannon'un ve "gülen"
Hotei'nin'* eski heykellerinin bulunduğu budizm salonlarında görmüş olduğum,
gözleri değerli taşlardan yapılma kutsal kişilerin heykellerini anımsattı.
Bu kişi, ülke sınırlarının hayli
ötesinde bile sayılıp sevilen,
Moğolistan Bakanlar Konseyi Başkanı
Hutuktu Jahantsi idi. Ötekiler de, bakanlar (Hanlar) ve Khalkha prensleriydi.
Jahantsi Hutuktu, Baron Ungern'i yanma çağırdı. Bana da Batı tarzı bir sandalye
getirildi. Baron, birkaç güne kadar Moğolistan'dan ayrılacağını, bir çevirmen aracılığıyla
Bakanlar Konseyi'ne bildirdi. Hutuktu'ya, Cengiz Han'ın ardıllarının, ülkenin
kazanmış olduğu özgürlüğü korumaları gerektiğini, Cengiz Han'ın, daima
yaşamakta olan ruhu ile Moğollarm yine güçlü bir halk olmalarını ve üzerinde
egemenlik sürmüş olduğu ülkeleri büyük bir Asya devleti şeklinde tekrar
birleştirmelerini beklediğini söyledi.
General ayağa kalktı.
-
Amida/Amita (Sanskrit amitabha):
Japonca'da "Sonsuz Işık" anlamına gelir. Erken budizm döneminde,
Mahayana budizminin en önemli ve en çok tanınan "Buddha"sıdır.
(Çev.n.)
-
'Hotei (Çince Putaîi: Onuncu yüzyılda
yaşamış zenbudist Çinli bilge, gezginkeşiş. Sözcük, Çince'de "kenevir
torbası" anlamma gelir.
-
Hotei'nin, sırtında kenevirden yapılma
bir çuvalla dolaştığı için bu adı aldığı söylenir. Beklenen "Dünya
öğretmeni" (Maitreya) olarak tekrar enkarne olacağına inanılır. Genellikle
gülerken tasvir edildiği için "Gülen Buddha" olarak da adlandırılır.
Hotei'yi, bilgece yaşam tarzı ve ilginç sözlerinden ötürü Nasreddin Hoca'ya
benzetmek olasıdır. (Çev.n.)
Ötekiler kendisini izledi. Her birine
ayrı ayrı ve sert bakışlarıyla veda etti. Hutuktu, ellerini başının üzerine
koyup onu kutsarken, o da Jahantsi La ma'nın önünde eğildi. Daha sonra bu
salondan, Yaşayan Buddha'nın özel konutu olan Rus tarzı evine geçtik. Evin
çevresi tümüyle, san ve kırmızı giysili çok sayıda Lama, hizmetçiler,
danışmanlar, memurlar, falcılar, hekimler ve Hutuktu'nun sevenlerince
doldurulmuştu. Dış kapıdan kırmızı uzun bir ip, parmaklığın yanından, duvarın
ötesine kadar uzanıyordu. Dizüstü sürünen hacılar, dışarıdan bu ipin ucunu
tutuyor ve keşişe, ya bir ipek hatik ya da bir gümüş para veriyorlar; bir ucu
Bogdo'nun elinde bulunan bu ipi tutmakla da, enkarne olmuş kutsal yaşayan
"tanrı" ile ilişki kurmuş oluyorlardı. Deve tüyüyle at kılından
örülmüş olan bu ip aracılığıyla bir kutsama akımı geçtiği varsayılıyordu. Bu
mistik ipe dokunmuş olan her Moğola kırmıza bir bez verilir, o da bunu, haccmı
başarıyla tamamladığının bir göstergesi olarak boynuna sarar.
Kendisini görme fırsatını bulmadan önce
bana Bogdo Han'dan çok söz edilmişti. Görme yetisini yitirmesine neden olan
alkol düşkünlüğü, batı kültürüne eğilimi ve kendisi gibi alkol düşkünü ve
çeşitli delegelerle özel elçileri kabul eden karısı hakkında bana çok şeyler
anlatılmıştı. Bogdo'nun çalışma odası haline getirmiş olduğu ve büyük
mühürlerin bulunduğu kasayı iki kâtiplamanın beklediği salonda, dikkat çekici
bir sadelik egemendi. Lake tahtadan alçak ve gösterişsiz bir masanın üzerinde
yazı takımlarıyla Çin hükümeti ve Dalai Lama tarafından verilmiş mühürlerin
korunduğu san ipekli bir kumaşa sarılmış bir kutu duruyordu. Alçak bir koltuk,
bronz bir mangal, duvarlarda Moğolca ve Tibetçe levhalarla swastika, koltuğun
arka tarafında Buda’nın altın yaldızlı bir heykeli ve bir sunak bulunuyor,
heykelin önünde de iki lamba yanıyordu. Yer, kalın bir san halıyla kaplıydı.
İçeriye girdiğimiz zaman odada sadece
iki kâtiplama bulunuyordu. Yaşayan Buddha, yalnızca Bogdo Han'm ve bir de
tapmakla ilgilenip, özel dualarında kendisine yardım eden bir Lamanm,
KampoGelong'un girebildiği özel sunakta bulunuyordu. Buraya öğle zamanı
girmişti. San Din'in liderinin hararetli dualar eden sesi uzun süre işitilmiş
ve ardından da, tanmmayan bir başka ses duyulmuştu. Tapınakta, yeryüzündeki
Buddha ile gökyüzündeki Buddha arasında bir görüşme olmuştu. Lamalar böyle
söylüyordu.
Baron, "Biraz bekleyelim. Belki
yalanda çıkar," dedi.
Onu beklerken General de, Jahantsi Lama’nın,
sakin olduğu sürece olağan bir insan olduğunu, fakat heyecanlandığı ve derin
düşünceye daldığı zaman başının çevresinde bir hâle belirdiğini anlatarak bana
Jahantsi Lama'dan söz etti.
Yarım saat kadar geçmişti ki
kâtiplamalar büyük korku belirtileri göstererek tapınağa doğru kulak vermeye
başladılar. Kapı yavaşça açıldı ve içeriye Moğolistan İmparatoru Yaşayan
Buddha, kutsal Bogdo Djebtsung Damba Hutuktu, Dış Moğolistan Ham girdi. Bu,
tümüyle tıraşlı yüzüyle Roma kardinalleri gibi, şişmanca yaşlı bir adamdı.
Siyah kemerli san ipekten bir Moğol cübbesi giyinmişti. Gözleri açıktı. Bu
gözlerde korku ve şaşkınlık okunuyordu. "Yazınız" diye mırıldanarak
kendisini koltuğa bıraktı.
Bir yazıcı hemen bir kağıt ve bir Çin
kalemi alarak Bogdo Han'ın pek karışık ve belirgin olmaktan uzak olan
gördüklerini yazmaya başladı.
Yaşayan Buddha sözlerini şöyle bitirdi:
"İşte, ben, Bogdo Hutuktu Han, iyi
ve kötü ruhlar, etrafında olduğu halde yüce ve bilge Buda ile görüşürken
bunları gördüm. Akıllı Lamalar,
Hutuktu'lar, Kanpo'lar, Maramba'lar ve
kutsal Gheghen'ler, gördüklerimin yanıtım veriniz!"
Ter tanecikleriyle kaplı olan alnını
silip sözlerine son verirken yanında bulunanların kim olduğunu sordu. Diz
çökmüş olan kâtiplerden biri yanıt verdi:
"Han Chiang Chun Baron Ungern ve
bir yabancı."
General beni, selam işareti olarak
başını eğen Yaşayan Buddha'ya takdim etti. İkisi alçak sesle konuşmaya
başladılar. Açık kapıdan tapınağın bir bölümünü görüyordum. Üzeri, bazıları
açık ve diğerleri gelişigüzel bırakılmış kitaplarla örtülü büyük bir masa,
iyice yanmış kömürle dolu bir mangal, geleceği öğrenmek için koyunun incik
kemikleriyle bağırsak dolu bir sepet gördüm. Biraz sonra Baron ayağa kalkıp
Bogdo'nun önünde eğildi. Tibetli, ellerini Baronun başına koyup fısıldayarak
dua okudu.
Sonra, boynunda sallanan ağır bir ikonu
çıkarıp Generalin boynuna taktı. "Ölmeyeceksiniz. En üst düzeyde varlık
formunda enkarne olacaksınız. Siz, insan bedeninde enkarne olmuş Savaş Tanrısı!
Minnettar Moğolistan'ın
Han'ım, unutmayın."
Anladım ki Yaşayan Buddha "Kan
dökücü General"i, ölümünden önce kutsuyordu.
Ertesi gün ve daha sonraki günler,
Yaşayan Buddha'yi Bogdo'nun dostu olan Buryat Prensi Djam Bolon'la birlikte, üç
kez ziyaret etme şansını buldum. (Bu ziyaretleri, "Yaşayan Buddha"
başlıklı dördüncü kısımda anlatacağım.) Baron Ungern, grubumuzun yolculuğunu
Büyük Okyanus kıyılarına kadar düzenledi. Deve sırtında Kuzey Mançurya'ya kadar
gidecektik. Çünkü, Polonya ile olan uluslararası ilişkiler bakımından iyi
niyetler beslememekte olan Çin yetkilileriyle aramızda çıkabilecek tartışmalar
böylece önlenmiş olacaktı. Ulyassutay'dan Pekin'deki Fransız elçiliğine bir
mektup göndermiştim; ayrıca kenti bir soykırımdan kurtardığım için bana
minnetini bildiren Çin Ticaret Odası’nın mektubunu da yanıma almış olduğumdan
Doğu Çin Demiryolu'nun en yakın istasyonuna kadar gidip oradan da Pekin'e
varmak niyetindeydim. Danimarkalı tüccar E.V. Olufsen ile Çin'e gitmekte olan
bilgin Lama Turgut da benimle yolculuk yapacaktı.
19/20 Mayıs 1921 gecesini hiç
unutamayacağım. Akşam yemeğinden sonra Baron
Ungern, Urga'ya geldiğimin ertesi günü tanımış
olduğum Djam Bolon'un yanma gitmemiz önerisinde bulundu. Yurta 'sı, Rus
mahallesinin arkasında çitle çevrili bir yerde, bir tepeciğin üzerine
kurulmuştu. İki Buryat subayı bizi karşılayıp içeriye aldılar. Djam Bolon uzun
boylu ve zayıfça, çok uzun yüzlü, orta yaşlı bir adamdı. Büyük savaştan önce
basit bir çobandı, fakat Baron Ungern'le birlikte Alman cephesinde ve sonra da
Bolşeviklere karşı savaşmıştı. Buryatların, bu büyük soylu lideri, Buryat
halkının bağımsızlığını sağlama girişimleri üzerine Ruslar tarafından
tahtlarından indirilmiş olan Buryat krallarının ardılıydı. Hizmetçiler ceviz,
kuru üzüm, hurma ve peynir dolu tabaklar getirip çay ikram ettiler.
Baron, "Bu son gece Djam
Bolon," dedi. Oysa bana söz vermiştiniz..."
Bolon, "Unutmadım. Her şey
hazır," diye yanıt verdi.
Eski savaşlarda kaybettikleri dostları
hakkında anlattıkları öyküleri uzun süre dinledim. Saatin yelkovanı ile akrebi
tam onikinin üzerine gelmişti ki Djam Bolon kalkıp çıktı.
Baron, hareketini haklı gösterme
arzusundaymışçasına, "Geleceğimi öğrenmek istiyorum," dedi.
"Ölümüm, davamızın esenliği bakımından, çok zamansız bir ölüm olur."
Djam Bolon, orta yaşlı, ufak tefek bir
kadınla geri geldi. Kadın, ateşin başına Doğulular gibi diz çöküp eğildi ve
gözlerini Baron'a dikti. Yüzü Moğol kadınlarına göre daha beyaz, daha ince,
uzun ve zayıf, gözleri siyah ve bakışları sertti. Elbisesi çingenelerinkine
benziyordu. Bir süre sonra öğrendim ki bu kadın Buryatlarca pek tanınmış bir
falcı ve kâhinmiş. Bir çingene kadınıyla bir Buryat'ın kızıymış. Kadm,
kuşağının arasından, ağır hareketlerle bir kese çıkardı, keseden de küçücük kuş
kemikleriyle bir parça kuru ot aldı. Bu ottan bir miktarını ara ara ateşe
atarak anlaşılmaz sözcükler mırıldanmaya başladı. Çadırın içini tatlı bir koku
doldurdu. Yüreğimin çarptığını ve başımın döndüğünü hissettim. Kadın bütün otu
yakıp bitirdikten sonra kuş kemiklerini ateşe koyup pirinç maşa üe çevirerek
durmadan karıştırdı. "Kemikler karardıkça bunları alıp inceliyordu.
Birdenbire yüzünde korku ve acı belirtileri ortaya çıktı.
Başına sarılmış olan örtüyü çekip attı
ve çırpınmalar içinde, kısa ve seri biçimde konuşmaya başladı:
"Görüyorum... Savaş tanrısını
görüyorum... Hayatı çok kötü geçiyor...
Sonra bir gölge... Gece gibi karanlık...
Gölge. .. Yüzotuz basamak kaldı... Karanlığın ötesi... Hiç... Hiçbir şey
göremiyorum... Savaş tanrısı kayboldu... "
Baron başını önüne eğdi. Kadın,
kollarını açarak sırtüstü yere yuvarlandı. Kendinden geçmişti; fakat ben,
kapalı kirpiklerinin arasından bir göz bebeğinin parladığını görür gibi oldum.
İki Buryat, kadını alıp götürdükten sonra Prensin yurta'sına derin bir
sessizlik çöktü. Baron Ungern, nihayet ayağa kalktı, ateşin çevresinde dört
dönerek kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Sonra, durdu ve hızlı
hızlı şunları söyledi:
"Öleceğim!.. Evet öleceğim!..
Olsun. Ne çıkar bundan... Ama dava ölmeyecektir. Ben bu davanın seyredeceği
yolu biliyorum. Cengiz Han'ın soyundan gelen kabileler uyanmışlardır.
Moğolların yüreğinde yanan ateşi kimse
söndüremeyecektir! Asya'da, Büyük
Okyanus'tan, Hint Okyanusu'ndan Volga
kıyılarına kadar uzanan büyük bir devlet olacaktır. Buda’nın bilge öğretisi
kuzeye ve batıya kadar uzanacaktır. Bu, ruhun zaferi olacaktır. Cengiz Han'dan
ve Ugaday'dan daha güçlü ve daha kararlı bir fatih, bir lider ortaya
çıkacaktır. Sultan Babür'den daha maharetli ve daha merhametli olacak, 'yeraltı
başkenti'nden Dünyanın Hâkimi'nin çıkacağı mutlu güne kadar iktidarı elinde
tutacaktır. Niçin ben Budist savaşçıların ön safında bulunamayacağım? Niçin?
Karma, niçin hükmünü böyle vermiştir? Bunun böyle olmaması gerekirdi. Rusya,
ilk önce, devrim utancından yıkanıp temizlenmeli, kan ve ölümle kendini
arındırman, komünizmi kabul eden tüm halklar, onun, kökünden yok olması için,
aileleriyle birlikte ölmelidirler!.."
Baron, elini başının üzerine doğru
kaldırıp göze görünmeyen kimselere emirler veriyormuşçasına salladı.
Gün işiyordu. Son sözlerini söyledi:
"Benim zamanım geldi. Yalanda
Urga'dan ayrılacağım."
Hızla ve güçlü bir şekilde ellerimizi
sıkarken ekledi:
"Ebediyen veda ediyorum. Korkunç
bir ölümle öleceğim, fakat dünya da şimdiye kadar görmemiş olduğu bir dehşet ve
kan deryasına gömülecektir." Yurta 'nın kapısı şiddetle kapandı. General
gitmişti. Kendisini bir daha hiç görmedim.
"Ben de gideyim. Çünkü benim de
bugün Urga'dan ayrılmam gerek," dedim. Prens yanıt verdi:
"Biliyorum. Baron sizi bu nedenle
yanımda bıraktı. Ben size bir dördüncü arkadaş daha vereceğim: Moğolistan Savaş
Bakanı'nı. Yurta 'niza dönerken onu yanınıza alın. Bu sizin için çok iyi
olacak."
Djam Bolon, bu son cümleyi, her
sözcüğünü, üzerine basarak söyledi. Kendisine herhangi bir şey sormadım. İyi ve
kötü ruhların sırlarının ülkesinde, sırrın ne demek olduğunu biliyordum.
Eyer Biçimli Kafası
Olan Adam
Djam Bolon'un yurta'sında çayımı
içtikten sonra, evime dönüp eşyamı hazırladım. Lama Turgut da oradaydı.
"Savaş Bakanı bizimle birlikte
yolculuk edecek. Bu gerekli," dedi.
"Tamam," dedim ve Olufsen'i
almaya gittim. Fakat Olufsen, Urğa'da birkaç gün daha kalmak zorunda olduğunu
söyleyerek beni şaşırttı. Bu, onun için ölümcül bir karar olmuştu, çünkü Baron
Ungern'in aynlmasmdan sonra merkez komutanı olan Sepailof, bir ay kadar sonra,
bir raporunda Olufsen'in ölmüş olduğunu haber verdi.
Genç ve güçlü bir Moğol olan Savaş
Bakanı, kervanımıza katıldı. Kentten dokuz kilometre kadar ileride bir otomobil
bize yetişti. Lama, bütün vücudu titreyerek korku içinde bana baktı. Şimdi
artık alışık olduğum tehlike havasını seziyordum. Tabancamın kılıfını açarak
emniyetini kaldırdım. Otomobil, kervanımızın yanında durdu. İçeride, Sepailof
ile birlikte iki celladı Chestiakof ile Jdanof oturuyordu.
Sepailof bizi oldukça içten bir biçimde
selamlayıp sordifö "Khazahuduk'ta at değiştiriyorsunuz, değil mi? Yol,
karşımızdaki geçitten mi geçiyor? Yolu bilmiyorum. Oysa bir haberciye yetişmem
gerekiyor." Savaş Bakanı, o akşam Khazahuduk'a varacağımızı söyledi ve
yola dair de gereken açıklamaları yaptı. Otomobil bütün hızıyla uzaklaştı ve
tepeyi aşınca Bakan, yanındaki Moğollardan birine, gidip onun ileride bir yerde
durup durmadığına bakmasını emretti.
"Ne oluyor? Bana da anlatın,"
dedim.
Djam Bolon, bir gün önce, Sepailofun,
yolda kervanımıza yetişerek, beni öldürmeye karar vermiş olduğu haberini
aldığını anlattı. Sepailof,
Baron'u kendisine karşı kışkırttığımdan
kuşkulanıyormuş. Djam Bolon, bu plandan Baron'a söz etmiş, o da beni korumak
amacıyla bu kervanı düzenlemişti.
Moğol geri geldi ve otomobilin gözden
kaybolmuş olduğunu bildirdi. Bakan, "Şimdi, tümüyle başka bir yön
tutturacağız, öyle ki albay bizi Khazahuduk'ta boşuna bekleyecek," dedi.
Kuzeye, Undur Dobo'ya doğru yöneldik ve
o geceyi, yerli bir prensin evinde geçirdik. Ertesi sabah Bakan'dan izin
isteyip ayrıldık. Bize çok güzel atlar verildi. Bunlara binip Van Kure'deki
yaşlı falcının,
kendisinden çekinmem yolunda uyarmış olduğu
"eyer biçimli kafası olan adam"ı gerilerde bırakarak doğuya doğru
yolumuza devam ettik.
Oniki gün süren yolculuktan sonra,
başımıza başka bir şey gelmeden, Doğu Çin Demiryolu üzerindeki ilk durağa
vardık.
Huzur ve konfor adına tüm olanaklarla
kuşatılmış olduğum Pekin'deki bir otelde gezgin, avcı ve savaşçı sıfatlarından
sıyrıldım. Ne var ki, Urga'da, "Enkarne Olmuş Savaş Tanrısı" Baron
Ungern'den hiç aynlmaksızın geçirmiş olduğum dokuz günün gizemli büyüsünü
unutamıyorum. Baron'un Transbaykallar'dan kanlı geçişini anlatan gazeteler
zihnimde hep o günlerin anısını uyandırıyorlardı. Aradan yedi ay geçmiş
olmasına karşın, şimdi bile, o çılgınlık, esin ve kin günlerini unutamıyorum.
Kehanetler tümüyle gerçekleşti. Yüzotuz
gün sonra Baron, subaylarının ihaneti yüzünden, Bolşevikler tarafından
yakalanıp Eylül sonlarında öldürüldü.
Baron R.F. Ungern von Sternberg...
İntikamcı karma'nın kanlı fırtınası gibi Orta Asya üzerinden gelip geçti.
Ardında ne bırakmıştı? Askerlerine hitap ederek çıkardığı, İncil'de, Yuhanna'nın
Vahyi'ndeki şu sözlerle biten sert emrini:
"Rus halkının ruhunu, yozlaşmaya ve
soysuzluğa gömüp katlettiği intikam darbesine kimse engel olmasın. O devrim,
kökünden koparılıp yeryüzünden atılmalıdır. Yuhanna, bizi ona karşı şöyle
uyarmaktadır: 'Ve kadın çirkinlikler ve kendi zinasının iğrenç şeyleriyle dolu
bir altın kâse elinde olarak erguvanı ve kırmızı ile kuşanmış, ve altın ve
kıymetli taş ve incilerle bezenmişti. Ve alnı üzerine bir isim yazılmıştır:
SIR, BÜYÜK BABİL, DÜNYANIN FAHİŞELERİNİN VE ÇİRKİNLİKLERİNİN ANASI. Ve kadını mukaddeslerin
kanından ve İsa'nın şahitlerinin kamndan sarhoş gördüm.
( )'"*
Bu beşerî bir belgedir; Rusya'nın, belki
de dünyanın yaşadığı bir trajedinin belgesidir.
Fakat, Ungern daha başka ve bundan daha
önemli bir iz bırakarak gitmişti. Moğol yurtalarında, çobanların yaktığı '
İncil: "Yuhanna'nın Vahyi", bap 17/46.
ateş başlarında, Buryatlar, Moğollar,
Cungarlar, Kırgızlar, Kalmuklar ve Tibetliler, bu Haçlı ve korsan çocuğundan
doğan efsaneyi hâlâ birbirlerine anlatırlar:
"Kuzeyden bir beyaz savaşçı gelip
Moğolları, tutsaklık zincirini kırmaya çağırdı ve bu zincirin halkaları,
kölelikten kurtulmuş toprağımızın üzerine birer birer döküldü. Bu beyaz
savaşçının bedeninde, Cengiz Han'ın ruhu vardı. O bizlere, Buda'nın adaletli
inancını ve Cengiz Han'ın ve Ugaday'ın ve Kubilay Han'ın şanını ve gücünü
yayacak olan, tüm Moğolların en büyüğünün geleceğini bildirmiştir. Ve öyle de
olacaktır!"
Asya uyanmıştır ve Asya'nın çocukları
cesur sözler söylemektedirler.
Dünya barışı adına dileğimiz odur ki
Asya'nın çocukları, yıkıcı Timurlenk'in "kötü cinleri"ne uymayıp
bilge yaratıcılar Ugaday'ın ve Sultan Babür'ün izdeşleri olduklarını
göstersinler.
Yaşayan Buddha
Binbir Sevincin
Mutluluk Bahçesinde M ucizeler ve gizemler ülkesi Moğolistan'da, tüm gizemlerin
ve bilinemeyenlerin koruyucusu olan Yaşayan Buddha, Kutsal Djembtsung Damba
Hutuktu Han ya da Ta Kure'nin lideri Bogdo Gheghen yaşamaktadır. O, ölümsüz
Buda'nın yeniden bedenlenmiş ruhudur; Chanrazi ile ya da "Dağların Merhametli
Ruhu"yla birleşen Buddha Amitabha'nın arınan ruhunu içlerinde gizleyerek,
1670'den bu yana kesintisiz saltanat süren esrarengiz ruhsal hükümdarlar
ardışıklığının temsilcisidir. O'nda her şey birleşmiştir: Güneş mitosu;
Himalayalar'ın gizemli doruklarının büyüsü;
Hint pagodalarının öyküsü; Moğol
fatihlerinin Asya'nın tüm imparatorları acımasız azameti ve Çinli bilgelere
ilişkin kadim ve sislerle örtülü efsaneler; Brahmanların düşüncelerine batıp
boğulma; "Erdem Tarikatı" keşişlerinin yaşamlarının zorluğu; ebediyen
başıboş gezecek savaşçı Oletler ve Hanları Batur Hun Taigi ve Gushi'nin
intikamları;
Cengiz Han'ın ve Kubilay Han'ın mağrur
vasiyetleri; Lamaların gerici psikolojileri; SrongTsang Gampo ile başlayan
Tibet kralların gizemi;
San Paspa mezhebinin amansız zulmü... ve
nihayet, Asya'nın, Moğolistan'ın, Pamir'in, Himalayalar'ın, Mezopotamya'nın,
İran'ın ve Çin'in bütün o sisler arasındaki tarihi, Urga'daki Yaşayan
"TanrTyı kuşatır. Bu nedenledir ki, Volga boylarında, Sibirya'da,
Arabistan'da, Dicle ile Fırat arasında, Çin Hindi'nde ve Kuzey Buz Denizi
kıyılarında adına saygı gösterilmesine şaşmamak gerekir.
Urga'da kaldığım sırada Yaşayan
Buddha'yı birçok kez ziyaret ettim. Kendisiyle görüşüp yaşamını gözlemledim.
Bilgin maramha lan bana onun hakkında çeşitli bilgiler verdiler. Burçlar
Kuşağı'nı okuduğunu gördüm, kehanetlerini dinledim, tüm Bogdo Hanlar'ın
yaşamlarını ve kehanetlerini içeren, kadim kitapların ve elyazmalarınm
bulunduğu kütüphaneyi inceledim. Narabanşi Hutuktusu'nun mektubundan ötürü
güvenlerini kazandığım için Lamalar bana çok açıksözlü biçimde davrandılar.
Yaşayan Buddha'nın kişiliğinde,
Lamacılığm kendisinde de olduğu gibi bir ikilik vardır. Zeki, anlayışlı ve
enerjik bir insan olan Yaşayan Buddha, aynı zamanda kendisini, görme yetisini
yitirmesine neden olan alkole vermiştir. O kör olunca Lamalar derin bir
umutsuzluk durumuna düştüler. Kimileri onun hemen zehirlenip yaşamına son
verilerek, yerine bir başka enkarne Buddha’nın geçirilmesinde ısrar ederken;
kimi Lamalar da, liderlerinin, Moğolların ve San Din'in izleyicilerinin
gözündeki yüksek nitelikleri olgusunu öne sürdüler. Sonunda, tanrıların gönlünü
almak amacıyla, görkemli bir Buda heykeli ile büyük bir tapmak yapmaya karar
verdiler. Ancak bu durum, Bogdo'nun tekrar görebilmesini sağlamamış, sadece,
sorunların çözümünde daha radikal davranma yanlısı Lamalar arasında,
kendilerinin daha yüksek ve ruhsal bir yaşama, daha hızlı ulaşmaları
düşüncesinin ortaya çıkmasma neden olmuştur.
Yaşayan Buddha, gerek inanç sisteminin
ve gerekse Moğolistan'm kaderini düşünmekten bir an vazgeçmediği halde yararsız
işlerle de uğraşmaktan geri kalmaz. Örneğin oyalanmak için topçulukla
ilgilenir. Emekli bir Rus subayı kendisine iki eski top armağan etmiş ve bu
armağandan ötürü de subaya "Tumbaiir Hun", yani "Gönlümün
Sevgili Prensi" unvanı verilmiştir. Bayram günlerinde bu top ateşlenir ve
çıkan sesle de bu görme engelli büyük insan mutlu olur. Otomobiller,
gramofonlar, telefonlar, kristaller, porselenler, resimler, parfümler, müzik
enstrümanları, nadir hayvanlar ve kuşlar; filler ve Himalaya hayvanları,
Hindistan yılanları ve papağanları... Tüm bunlardan "tanrı"nın
sarayında bulunuyordu, fakat hızla unutulmuşlar ve bir yana atılmışlardı..
Urga'ya bütün Lamacı ve Budist dünyadan
hacılar ve armağanlar gelir.
Saray hazinedarı, Saygıdeğer Balma
Dorji, bir gün bana, Yaşayan Buddha'ya sunulan bütün armağanların korunduğu
salonu gösterdi. Burası, değerli parçaların bulunduğu eşsiz bir müzeydi. Burada
Avrupa'nın müzelerinde asla görülemeyecek çok nadir nesneler biraraya
getirilmişti. Haznedar, gümüş kilitli bir camekânı açarak bana şu açıklamayı
yaptı:
"Bu saf altın külçeleri Bei Kem'den
getirilmiştir. Bunlar, Kemchick'in siyah samur kürkleri... Bunlar harikulade
geyik boynuzları... Değerli ginseng kökleri ve misklerle dolu bir kutu... Bu,
'donmuş deniz'in kıyılarından getirilmiş 124 lan (yaklaşık 4,5 kg) ağırlığında
bir kehribar parçası... Bunlar Hindistan'dan değerli taşlar, Çin'den oyma
fildişleri..."
Anlatırken büyük bir keyif aldığını
belli ederek, uzun süre bana salondaki bütün nesneleri gösterdi. Ve bütün
bunlar, gerçekten olağanüstü şeylerdi. Gözlerimin önünde nadir kürkler, beyaz
kastorlar, siyah samur kürkleri, beyaz, mavi ve siyah tilkiler; kara parslar;
örümcek ağı kadar ince Hint ipeğinden on, onbeş metrelik hatikleri. içine alan
kaplumbağa kabuğuna büyük bir ustalıkla oyulmuş kutular; Hint raçalarının
armağanı incilerle bezenmiş altın kutular; Çin ve Hint yapımı safir ve kırmızı
yakuttan yüzükler; büyük yeşim parçalan, işlenmemiş elmaslar; altın, inci ve
değerli taşlarla süslenmiş fildişleri; Bering Denizi kıyılarından getirilmiş ve
İlkçağ sanatçılarınca mors balığı dişlerinin üzerine yapılmış rölyefler... ve
daha nice nice, anımsayıp sayamayacağım şeyler vardı. Özel bir salonda altın,
gümüş, tunç, fildişi, mercan, sedef veya nadir ağaç türlerinden yapılmış boyalı
ve kokulu ahşap Buda heykellerinin yerleştirildiği camlı dolaplar bulunuyordu.
"İşgalciler, tanrıların saygı
gördüğü ülkeleri ele geçirdikleri zaman resimleri, heykelleri fırlatıp
attıklarını bilirsiniz. Üçyüz yıl evvel Kalmuklar Tibet'e girdiklerinde ve
1900'de Avrupalılar Pekin'i yağmaladıklarında da böyle olmuştur. Bu niçin böyle
olur, hiç düşündünüz mü? Şu heykellerden birini alıp inceleyin."
Kenarda en yakın duranlardan birini,
ahşap bir Buda heykelini elime alıp baktım. İçinde başka bir şey vardı;
salladıkça tıkırdıyordu.
Lama sordu:
"Duyuyor musunuz? Bunlar 'tanrı'nın
içini dolduran değerli taşlarla altın parçalandır. İşgalcilerin, heykelleri
derhal kırmalarının nedeni işte budur. Dünyanın ünlü taşlarının çoğu Hindistan,
Babil ve Çin'de bulunmuş tanrı heykellerinin içinden çıkarılmıştır."
Salonların birkaçı kütüphaneye
ayrılmıştı ve buradaki raflar değişik dönemlere ait, çeşitli dillerde ve
birbirinden tamamiyle ayrı konulara ait elyazmaları ve cilt cilt kitaplarla
doluydu. Bunlardan bazıları çürüyüp toz haline geldiği için Lamalar, bir süre
sonra katılaşan özel bir sıvıyla geri kalan parçalan ortamın etkisinden
korumaya çalışıyorlardı.
-
Kütüphanede, Babil'den geldiği belli
olan çivi yazılı kil tabletler;
Moğol kitaplarının yanına sıralanmış
Çin, Hint ve Tibet eserleri; kadim ve özgün budizmden söz eden ciltler ve
"Kırmızı Şapka tarikatı ya da dejenere olmuş Budizm mensuplarınca yazılmış
eserler, "San" ya da Lamacı budizm kitapları; tradisyon, efsane ve
mesel kitapları gördüm. Grup grup Lamalar bunları okuyor, inceliyor, kopya
ediyor ve böylelikle kadim bilgeliği koruyup kendilerinden sonra gelecek
olanlara aktarmayı amaçlıyorlardı.
Kütüphanedeki bir bölüm, büyücülüğe
ilişkin olan gizemli kitaplara, otuzbir Yaşayan Buddha'nın yaşamlarına ve
yapıtlarına, Dalai Lama'nın, Çin'deki Utai Hutuktusu'nun, İç Moğolistan'daki
Dolo Nor Panditası Ghegheri'in ve yüz Çin bilgesinin kitaplarına ayrılmıştı.
Bu, esrarengiz bilgilerin hazine odasma
yalnızca Bogdo Hutuktu ile Maramba TaRimpoCha girebilir. Bu bölümün
anahtarları, Yaşayan Buddha'nın mühürleri ve Cengiz Han'ın swastika işaretli
yakut yüzüğüyle birlikte Bogdo'nun özel çalışma odasındaki özel bir kasada
saklanmaktadır.
Kutsal Yaşayan Buddha'nın yanında beş
bin Lama bulunmaktadır. Bunlar, basit hizmetçilerden başlayıp "tanrı
"nm danışmanlarına değin çeşitli düzeydendirler. Danışmanlar arasmda dört
Moğol Han'ı ile üst düzey beş Prens bulunmaktadır.
Lamalar arasmda özellikle dikkate değer
üç sınıf vardır, ki Djam Bolon'la birlikte Yaşayan Buddha'run ziyaretine
gittiğimizde bunlardan bana kendisi söz etmişti.
"Tanrı", Lamaların sürdükleri
düzensiz ve şatafatlı yaşamın, bunlar arasmda falcılarla kâhinlerin azalmasına
neden olduğundan yalanmıştı:
"Jahantsi ve Narabanşi manastırları
sert rejimleriyle düzenlerini korumamış olsalardı Ta Kure'de ne kâhin, ne falcı
kalırdı. Sıradan insanların gözünden gizli kalana nüfuz etme gücüne sahip olan
Banın Abaga Nar, Dorchiu Jurdok ve ötekiler gibi kutsal Lamalar tanrıların
kutsamasıyla gitmişlerdir."
Bu Lama sınıfı son derece önemlidir,
çünkü Urga manastırlarını ziyaret eden her önemli kişi, kaderinin ve
geleceğinin incelenmesi amacıyla, haberi olmadan Lama Tzuren'e ya da kâhin
Lama'ya gösterilir. Bu incelemenin sonucu, hemen Bogdo Hutuktu'ya bildirilir.
Böylelikle Hutuktu, konuğu hakkında önceden bilgi sahibi olur ve ona gerektiği
gibi davranır. Tzuren'ler çoğunlukla oldukça zayıf ve bitkin, yaşlı ve çilekeş kişilerdir.
Öte yandan çocuk denilecek kadar genç Lamalara da rastladım. Bunlar,
"enkarne tanrılar" olan Hubilganlar, çeşitli Moğol manastırlarından
geleceğin Hutuktuları ve Gheghen'leriydiler.
İkinci sınıf Lamalar hekimdir yani,
"Ta Lama"lardır. Bunlar bitkilerle bazı hayvansal besinlerin insanlar
üzerindeki etkileri ve koruyucu Tibet ilaçları ile tedavileri üzerinde
çalışırlar. Hayvanları ya da insanları kesip biçmeden ve çok dikkatli bir
şekilde anatomi incelemeleri yaparlar. Kemik kırıklarını tedavi etmede çok
yeteneklidirler, mükemmel masördürler ve hipnotizma ile hayvansal manyetizma*
alanlarında çok Ustadırlar.
-
Üçüncü sınıf Lamalar, hekimlerin en üst
düzeyini oluştururlar. Bunlardan çoğu Tibetli veya Kalmuktur. Bunlar "
zehirleyiciler" dir. Bunlara "siyasi tıp doktorları" adı da
verilebilir. Kendi başlarına yaşarlar, ötekilere katılmazlar ve Yaşayan Bu Hayvansal
manyetizma: Alman hekim F. Anton Mesmer'in (17341815), 1775'te ortaya attığı ve
insanların birtakım evrensel güçleri birbirlerine aktarabilecekleri ve bu yolla
da birbirlerini etkileyebilecekleri yolundaki kuramı. (Çev.n.)
Buddha'nın elinde en büyük sessiz silahı
oluştururlar. Bana anlatıldığına göre bunların çoğu dilsizdir. Bu sınıfa ait
birisini gördüm. Bu, Yaşayan Buddha'yı devirmek amacıyla Çin imparatorunca
Pekin'den gönderilen Çinli bir hekimi zehirlemiş olan, ufak tefek yaşlı bir
adamdı. Yüzü derin kırışıklar içinde, çenesinin ucunda sivri ve bembeyaz bir
sakalı vardı. Capcanlı gözleri, merakla her an çevresinde bir şeyler arıyordu.
Bu adam bir manastıra gittiği zaman oranın yerel "tanrısı", bu Moğol
Loküst'ünden* öyle korkar ki artık hiçbir şey yemez ve içmez. Fakat, bu tür
önlemler de mahkûmu ölümden kurtaramaz: Bir şapka, bir gömlek, bir çizme, bir
tespih, bir at yuları, zehirli bir sıvıya batırılmış bir kitap veya herhangi
bir dua nesnesi, Bogdo Han'ın amacına başarıyla hizmet eder!
Gözleri görmeyen dini liderin çevresi
büyük bir saygı ve dinsel bir bağlılıkla kuşatılmıştır. Herkes onun önünde
başını yere koyar. Hanlar ve Hutuktular ona dizüstü yürüyerek yaklaşırlar.
Onunla ilgili her şey, esrarengizlik ve kadim Poğu tradisyonlanyla doludur.
Gramofonda sıradan bir arya dinleyen ya da dinamoyla elektrik vererek
hizmetkitlarının ellerini sarsan, politik düşmanlarını zehirleten bu kör v<6
sarhoş ihtiyar, halkını bilgisizlik içinde tutan, insanları kehanetleriyle ve
mucizeleriyle aldatan bu Lama, yine de tümüyle sıradan olmayan bir adamdır.
Bir gün Bogdo'nun odasında oturmuştuk;
ben Büyük Savaş'a ait öyküler anlatıyordum; Prens Djam Boion bana tercümanlık
ediyordu. İhtiyar, konuşmalarımızı dikkatle dinliyordu. Ansızın gözlerini dört
açıp, odanın dışından gelen gürültülere dikkat kesildi. Yüzünde saygıU,
yalvarıcı ve korkmuş bir ifade vardı.
-
Loküst (Fr. Locuste): Romalı tarihçilere
göre, İmparator Claudius'u zehirleme girişiminde bulunduğuna inanılan kadın.
(Çev.n.)
"Tanrılar beni çağırıyor," diye
mırıldandı. Kalktı, ağır ağır özel tapınağına girdi ve orada diz çöküp bir
heykel gibi kımıldamaksızın tam iki saat yüksek sesle dua etti. Duası, göze
görünmez tanrıların sorularına yanıtlar vermekten ibaret bir görüşmeydi.
Tapınaktan solgun, yorgun, fakat mutlu bir durumda çıktı. Bu onun özel
tapınmasıydı. Genel tapınaktaki duaya katılmazdı, çünkü o sırada o
"tanrı"dır. Tahtına oturur ve taht, törenle sunağa götürülüp
yerleştirilir ve Lamalarla insanların dualarını orada kabul eder. Onların
yalvarışlarım, umutlarını, umutsuzluklarını, gözyaşlarını ve acılarını
dinlerken hiç hareket etmeden durur ve parlak, fakat cansız gözleriyle öylesine
ileriye bakar.
Hizmetindeki Lamalar, o sırada birçok
kez onun san ve kırmızı giysilerini, başlıklarını değiştirirler. Yaşayan
Buddha'nın, başında tacı olduğu halde, sırasıyla dört yöne dönüp en sonunda da
ellerini kuzeybatıya, yani Avrupa'ya doğru çevirmesiyle ibadet sona erer. Bu,
şu anlama gelir: San Din'deki inanışa göre, bilge Buda'nın öğretileri Avrupa'ya
ulaşmalıdır.
Yaşayan Buddha, hararetli dualardan veya
tapmakta geçirdiği uzun zamandan sonra çok sarsılmış görünür. Genellikle
kâtiplerini yanma çağınp, hep çok karmaşık ve açıklaması olmayan vizyonlarını
ve kehanetlerini onlara söyleyip yazdınr. Bazen, "Ruhlan birbiriyle
haberleşiyor," sözlerini söylerken beyaz elbisesini giyer ve tapınağında
dua eder. O zaman, sarayın bütün kapılan kapatılır. Lamalar ciddi ve mistik bir
korkuya bürünüp hep birlikte dua edip tespihlerini çekerler ve mırıldanırlar:
"Om! Mani padme Hung!"... ya da dua çarklarını döndürürler, kâhinler
horoskoptan okur, Marambalar ise Yaşayan Buddha’nın sözlerini açıklamak için
kadim kitapların sayfalarını karıştırırlar.
Yüzyılların Tozu
İtalya'da, Fransa'da veya İngiltere'de
herhangi bir eski şatoda tozlu örümcek ağlarını veya mahzen küflerini hiç
gördünüz mü? Bu, yüzyılların tozudur. O belki bir Roma imparatorunun, Aziz
Lui'nin, bir engizisyonumun, Galileo'nun veya Kral Richard'ın yüzüne, miğferine
veya kılıcına temas etmiştir. Yüreğiniz istemeyerek daralır ve bu geçmiş
yüzyılların tanıklarına karşı içiniz saygıyla dolar. Bu duyguya, belki de daha
derin olarak, Ta Kure'de kapıldım. Yaşam burada sekiz yüzyıl önce nasıl idiyse
öyle sürmekte, insan ancak geçmiş zamanlarda yaşamaktadır.
Bugünün insanı ise sıradan yaşamını
sürdürmekte ve onu zorlaştırmaktadır. Yaşayan Buddha bir ziyaretimde bana şöyle
demişti:
"Bugün büyük bir gündür. Budizmin
diğer tüm dinlere karşı zafer kazanmış olduğu gündür. Çok uzun bir zaman önce
bugün, Kubilay Han, bütün dinlerin Lamalarım yanına çağırıp onlardan neye
inandıklarını açıklamalarını istedi. Hepsi tanrılarıyla Hutuktularını övdüler.
Aralarında tartışmaya ve kavga etmeye başladılar. Yalnızca bir Lama susuyordu.
Nihayet, alaycı bir tavırla gülümseyerek şöyle dedi: 'Yüce Hükümdar! Her
birine, tanrılarının gücünü kanıtlayacak bir mucize göstermesini söyle. O zaman
hükmünü verir ve beğendiğini seçersin,' dedi.
"Kubilay Han da Lamalara bir mucize
göstermelerini emretti. Fakat tümü Han'ın karşısında utanç ve iktidarsızlık
içerisinde duruyordu.
"Kubilay Han, bu teklifi yapmış
olan Lamaya dönerek, 'Şimdi,' dedi, 'Tanrılarının kudretini kanıtlamak sana
düşüyor.'
"Lama sessizce Han'a uzun uzun
baktı, döndü, bütün odada hazır bulunanlara gözlerini dikti ve ellerini ağır
ağır onlara doğru uzattı. O anda, Han'ın altın kupası, gözle görünür hiçbir
elin yardımı olmaksızın, kendi kendine masanın üzerinden kalkıp gitti, Han'ın
dudaklarına doğru yaklaştı. Yüce Han güzel kokulu bir şarabm tadına vardı.
Herkes şaşkınlık içerisindeyken Han hükmünü verdi:
" 'Dualarımı tanrılarına
yönelteceğim ve bütün halklarım da onlara ibadet edeceklerdir. Senin inancın
hangisidir, sen kimsin ve nereden geliyorsun?' "'Benim inancım yüce bilge
Buda'nın öğretişidir. Ben, çok uzaklardaki, Tibet'teki şanlı Sakkia
manastırından Pandita Lama Turjo Gamba'yım. Orada, bir insan bedenine bağlanmış
olan Buda'nın ruhu, Bilgeliği ve Kudreti vardır. Anımsa yüce Han! İnancımıza
katılacak halklar bütün Batı âlemini ele geçirecekler ve inançlarını sekizyüz
onbir yıl içerisinde tüm yeryüzüne yayacaklardır.'
"İşte yüzyıllar önce bugün böyle
olmuştu. Lama Turjo Gambo, Tibet'e dönmedi; burada, yalnızca küçük bir
tapınağın bulunduğu Ta Kure'de kaldı. Buradan, Karakorum'daki imparatorun yanma
ve daha sonra, onunla birlikte, onun inancını sağlamlaştırmak ve devlet
işlerinin ne yönde seyredeceğini gelecekten haber verip, kendisini de Tanrının
iradesine göre aydınlatmak üzere Çin başkentine gitti."
Yaşayan Buddha bir süre sustu, bir dua
mırıldandı ve sözlerine devam etti: "Urga! Budizmin kadim yuvası... Cengiz
Han'la birlikte Avrupa'nın ele geçirilmesine Kalmuklar olarak da bilinen
Oletler de gittiler. Orada, Rusya'nın ovalarında yaşayarak, yüz yıl kadar
kaldılar. Sonra,
Moğolistan'a döndüler. Çünkü, halka
baskı uygulayan Tibet krallan Kırmızı Şapkalılar ile mücadele etmek için Sarı
Şapkalılar onları geri çağırmışlardı. Kalmuklar, San Din'e yardım ettilerse de
Lhasa'nın çok uzakta olduğunu ve inancımızın buradan yeryüzüne yayılamayacağını
anladılar. Bunun üzerine Kalmuk Gushi Han, 'Dünyanın Hâkimi'ni ziyaret etmiş
olan bir yüce Lamayı, Undur Gheghen'i Tibet'e götürdü. O günden itibaren Bogdo
Gheghen sürekli Urga'da yaşadı; kendisi, Moğolistan'ın bağımsızlığının ve Moğol
kökenli Çin imparatorlarının koruyucusu oldu. Undur Gheghen, Moğol diyarının
ilk Yaşayan Buddha'sı oldu. Biz ardıllarına, Lama Turjo Gamba'nın gösterdiği
mucizeye bir karşılık olarak Kubilay Han tarafından gönderilen Cengiz Han'ın
yüzüğünü miras bıraktı. Bizde bir de, Hintli keramet sahibi esrarengiz bir
kişinin kafatası bulunmaktadır. Tibet Kralı Strongtsan, bunu kupa olarak
kullanmış ve bin altıyüz yıl önce tapınaktaki törenlerde bununla içki içmiştir.
Ayrıca,
Sarı Din'in kurucusu Paspa tarafından
Delhi'den getirilen Buda'nın eski bir taş heykeli hâlâ bizdedir."
Bogdo ellerini çırptı ve kâtiplerden
biri, kırmızı bir kumaşla kaplı iri bir gümüş anahtar alıp mühür çekmecesini
açtı. Bogdo, elini içine soktu ve oymalı küçük bir fildişi kutudan, bana
göstermek üzere swastika işaretli harikulade bir yakut taşıolan kalın altın bir
yüzük çıkardı.
"Bu yüzük Cengiz Han'la Kubilay
Han'ın sağ ellerinden hiç çıkmamıştır," dedi.
Kâtip çekmeceyi kapadıktan sonra Bogdo,
hiç yanından ayırmadığı Maramba'yı çağırttı ve kendisine masanın üzerinde duran
eski bir kitaptan birkaç sayfa okumasını istedi. Lama tekdüze bir sesle okumaya
başladı:
"Kalmukların
lideri Gushi Han, Kırmızı Şapkalılar'a karşı olan savaşı bitirdikten sonra
'Dünyanın Hâkimi' tarafından Dalai Lama'ya [5. ya da 6.Dalai Lama] gönderilmiş
olan mucizevi 'kara taş'ı yanında götürdü. Gushi Han, batı Moğolistan'da San
Din'in merkezini kurmak istiyordu. Ne var ki, Oletler o devirde Çin tahtı için
Mançular'la savaşıyorlar ve yenilgiden yenilgiye uğruyorlardı. Oletlerin son
Han'ı Amursana Rusya'ya kaçtı, fakat daha önce kutsal 'kara taş'ı Urga'ya
gönderdi. Böylelikle Yaşayan Buddha onu halkını kutsamak için kullanabilecekti
ve Moğollara ve hayvanlarına ne hastalık, ne de bir felaket gelecekti. Yüz yıl
kadar oldu ki, birisi kutsal taşı çaldı, Budistler boş yere onu aradılar. Taşın
kaybolmasıyla birlikte Moğol halkı yavaş yavaş ölmeye başladı."
Bogdo Gheghen, "Yeter!" dedi.
"Komşularımız bizi küçümsüyorlar. Zamanında onlara egemen olduğumuzu unutuyorlar.
Fakat biz kutlu geleneklerimizi koruyoruz. Biliyoruz ki Moğol kabileleriyle San
Din'in zafer günü yine gelecektir. İnancımızın koruyucuları, Buryatlar vardır.
Cengiz Han'ın mirasının en sadık bekçileri onlardır.
Yaşayan Buddha böyle dedi, kadim kitaplar
böyle dediler!
Prens Djam Bolon, bir Maramba'ya, bize
Yaşayan Buddha'nın kütüphanesini göstermesini söyledi. Kütüphane, Undur
Gheghen'le başlayan ve değişik Moğol manastırlarından gelen tüm Gheghen'lerin
ve Hutuktular'm mucizelerinden söz eden kitaplan hazırlamakla yükümlü yirmi
kadar yazıcının bulunduğu büyük bir salondu. Bu kitaplar sonradan Bandi
okullarına, tapınaklarına ve Lama manastırlarına dağıtılıyordu. Maramba'lardan
biri metinlerden iki parça okudu:
"... Pek bahtiyar Bogdo Gheghen bir
aynaya üfledi. Hemen, bir sis içindeymişçesine, binlerce ve binlerce savaşçının
birbiriyle dövüşmekte olduğu bir vadi göründü.
"Tanrıların sevgisine kavuşmuş olan
bilge Yaşayan Buddha, prenslerin kaderini kendisine açıklamaları için tütsü
yaktı. Mavi dumanlar arasmda
herkes, karanlık bir zindan ile ölmüş
prenslerin, işkenceye uğramış cesetlerini gördü."
Halihazırda binlerce nüsha basılmış olan
özel bir kitap, bugünkü Yaşayan Buddha’nın mucizelerini aktarıyordu. Prens Djam
Bolon bu cildin birkaç konusunu anlattı:
"Buda'nın, gözleri açık olarak
yapılmış, ahşaptan çok eski bir heykeli vardır ki Hindistan'dan getirilmiştir.
Bogdo Gheghen bunu sunağın üzerine koyduktan sonra duaya başladı. Duası
bittikten sonra heykelin getirilmesini emretti. Herkes hayretten donakaldı;
çünkü, 'tanrı'nın gözleri kapanmıştı ve yaşlar akıyordu. Ahşap heykelin
üzerinde yeşil filizler ortaya çıkmıştı ve Bogdo şunları söyledi: 'Istırap ve
sevinç beni bekliyor. Kör olacağım, ama Moğolistan bağımsızlığına kavuşacaktır.'
"Kehanet tümüyle çıktı. Bir başka
kez de, büyük bir coşku içinde olduğu bir gün, Yaşayan Buddha, içi su dolu bir
leğen getirtip sunağın önüne koydurdu. Lamaları çağırdıktan sonra duaya
başladı. Birdenbire sunaktaki mumlar ve lambalar kendiliklerinden yandı ve
leğendeki su türlü renklere boyandı."
Prens bundan sonra bana, Bogdo Han'ın
geleceği nasıl haber verdiğini anlattı: Yüzeyinde harflerle resimlerin
belirdiği taze kan aracılığıyla; prenslerin kaderiyle düşüncelerini okumasına
olanak veren koyun ve keçi bağırsaklanyla; taşların ve kemiklerin yardımıyla
(öyle ki Yaşayan Buddha bunların üzerinde herkesin geleceğine dair işaretleri
büyük bir açıklıkla görür); bunlardan başka, yıldızların konumuna bakıp silah
mermisine ve hastalıklara karşı koruyucu muskalar da hazırlar.
Maramba, "Eski Bogdo Hanlar, sadece
'kara taş'la geleceği öğrenirlerdi," dedi. "Taşın üzerinde Tibet
yazılan görünür ve Bogdo bunları okuyup tüm ulusların kaderini öğrenirdi."
Maramba, üzerinde Tibet efsanelerinin
göründüğü 'kara taş'tan söz edince bu tür bir olayın gerçekten doğru
olabileceğini anımsadım. Uryanhay'ın güneydoğusunda, Ulan Tayga'da bir yerde,
dağılmak üzere olan bir siyah arduvaz taşı görmüştüm. Bu arduvazm bütün
parçalarını örten beyaz bir yosun öyle karışık resimler oluşturuyordu ki
Venedik dantel modelini ya da bir rune* sayfasını andırıyordu. Arduvaz
nemliyken bu görüntüler yok oluyor, kuruyken tekrar ortaya çıkıyorlardı.
Hiç kimse Yaşayan Buddha'dan geleceği
bildirmesini isteme hakkına sahip olmadığı gibi, bu cüreti de gösteremez.
Kendisi, ancak esin geldiğini hissettiği ya da Dalai Lama'dan veya
TashiLama'dan bir mektupla özel bir temsilci gönderildiği zamanlarda kehanette
bulunur. Çar Birinci Aleksandr, Barones Kzudener'in ve onun mistik etkisine
girdiğinde, Yaşayan Buddha'ya özel bir elçi göndererek geleceğinin ne
olabileceğini öğrenmek istemişti. O zaman Bogdo Han olan bir delikanlı, Çar'ın
geleceğini "kara taş"ta okudu ve Beyaz Çar'ın son günlerinde,
herkesten gizlenip ama her yerde izlenerek, başıboş biçimde ve ıstırap içinde
şurada burada dolaşacağını bildirdi. Bugün Rusya'da halk arasında şöyle yaygın
bir inanç vardır: Birinci Aleksandr, yaşamının son dönemini Feodor Kusmitch
takma adıyla; Rusya ve Sibirya'da, mahkûmlara, dilencilere ve acı çeken
insanlara yardım ederek, genellikle polis tarafından izlenerek ve cezaevlerinde
geçirmiştir. Sibirya'da, Tomsk kentinde öldükten sonra, son günlerini geçirdiği
eviyle mezarı, kutsal ziyaret ve mucizeler mekânı durumuna gelmiştir. Romanof
Hanedanı iktidardayken, Feodor Kusmitch'in yaşam öyküsüyle ilgilenilmiş ve bu
ilgi de onun gerçekten de Birinci Aleksandr olduğunu ve bu çetin çileyi kendi
isteğiyle çektiğine ilişkin halk arasında yerleşmiş olan sözkonusu inancı
doğrulamıştır.
·
Rune: Çok eskiden Kuzey Avrupa halklarınca
kullanılmış olan eski Cermen alfabesinin, taş, tahta vb. üzerine kazılmış
harflerinden her biri.
·
Sözcük, "tılsım, büyülü yazı ya da
söz" anlamına da gelmektedir! (Çev.n.)
Yaşayan Buddha'nın
Doğumu
Yasayan Buddha ölmez. Bazen ruhu, tam
bedellinin öldüğü gün, yeni doğmuş bir bebeğe geçer ve kendisi hayattayken
başka bir varlığa göç eder."Yasayan Buddha'nın kutsal ruhunun bu şekilde
bir ölümlüye gitti, hemen hemen her zaman yoksul bir Tibetli veya MÖTOİ ailenin
yurta 'sında gerçekleşir. Bunun siyasal bir nedeni vardır. Eğer Yaşayan Buddha,
zengin bir Prens' ailesinde doğacak olursa geçmişte de görülmüş olduğu üzere
tMlpîere itaat etmeyebilecek bir ailenin yükselmiş olma olasılığı vardır. Oysa
Cengiz Han'ın tahtına varis olan yoksul ve tanınmamış aile, bu sayede servete
de sahip olunca, Lamalara seve seve bağlanır. Yalnızca üç ya da dört Yaşayan
Buddha, saf Moğol kökenli, ötekiler hep Tibetliydi.
Yaşayan Buddha’nın danışmanlarından
biri, Lama Han Jassaktu bana şunları anlattı:
"Urga'dan gönderilen mektuplarla,
Lhasa ve Tashi Lumpo manastırlarına, Yaşayan Buddha'nın sağlık durumuna ilişkin
sürekli bilgi verilir. Onun beşerî bedeni yaşlanıp da, Buda'nın ruhu bu
bedenden kurtulmaya uğraştığı zaman Tibet tapınaklarında çok özel ve önemli
törenler yapılmaya başlanır ve kâhinler astroloji aracılığıyla geleceği görmeye
çalışırlar.
Bu törenler sırasında Buda'nın ruhunun
nerede reenkarne olacağını keşfedecek ve dindarlığı ile tanınmış Lamalar
seçilir.
Bu Lamalar, bu amaçla ülkenin her yanına yolculuk ederler ve araştırırlar.
Genellikle bizzat 'tanrı'nın kendisi onlara işaret ve belirtiler verir. Zaman
olur ki yoksul bir çobanın yurta 'sının çevresinde beyaz bir kurt görünür; ya
da iki başlı bir kuzunun doğduğu haber verilir veya gökten yere bir göktaşı
düşer. Lamalar kutsal Tangri Nor* gölünde tuttukları balıkların derisinde, yeni
Bogdo Han'ın adını okurlar. Daha başka Lamalar öyle taşlar bulurlar ki
üzerlerindeki yarıklar nerede ve kimi nerede arayıp bulabileceklerini onlara
gösterir; kimi kez de dağlardaki dar derelere çekilip, tanrıların yeni seçtikleri
kişinin adını bildirecekleri dağlardaki ruhların sesini dinlerler. Yeni Yaşayan
Buddha bulunur bulunmaz, gizlice ailesi hakkında olabildiğince çok bilgi
toplanır. Bu bilgi, 'Erdeni', yani 'Bilgeliğin Yüce Mücevheri' adıyla tanınan
ve Rama geleneğine uygun olarak o varlığın seçilme nedenlerini saptayan En
Bilge Tashi Lama "ya sunulur. Eğer seçim kutsal metinlere uygun çıkarsa
Tashi Lama'nın gizli bir mektup gönderdiği Dalai Lama, 'Dağların Ruhu
Tapınağı'nda özel bir tören yaptıktan sonra Tashi Lama'nın mektubuna büyük
mührünü basarak seçimi onaylar.
"Eğer eski Yaşayan Buddha henüz sağ
ise, yerine geçecek olanın adı büyük bir gizlilikle saklanır. Eğer Buda'nın
ruhu Bogdo Han'ın bedenini terk etmişse özel bir elçilik heyeti, yeni Yaşayan
Buddha ile birlikte Tibet'ten yola çıkar. Aynı tören, Gheghen'ler ile
Hutuktu'ların seçiminde de tekrarlanır, fakat seçimin onaylanması yalnızca
Yaşayan Buddha'ya aittir ve Lhasa'ya sonradan bildirilir."
·
Tangra Tso ya da Tibetçe'de Tangkuh Hu:
Bu göl, Lhasa'nın yaklaşık 500 kilometre batısında, 6 bin metre yükseklikte
bulanmaktadır. (Çev.n.)
Şimdiki Yaşayan
Buddha'nın Tarihinden Bir Sayfa
Dış Moğolistan'da saltanat sürmekte olan
Bogdo Han Tibetlidir. Doğu Tibet'te, Sakkia Küre yakınlarında yaşayan yoksul
bir aileden gelmektedir. Küçük yaştan beri gürültülü ve zarafetten uzak bir
mizaç sahibi olmuştur. Moğol bağımsızlığı düşüncesiyle tutuşuyor ve Cengiz
Han'ın mirasına eski şanını kazandırma özlemini taşıyordu. Bu durumu ona,
Moğolistan Lamaları, Prens ve Hânları ve aynı zamanda Rus hükümetinin gözünde
büyük ün kazandırdı. Rus hükümeti onu hep kendi yanına çekmenin yollarını
aradı. Çin'deki Mançu hanedanına karşı gelmekten korkmadı ve kendisine para,
silah, asker ve diplomatlarının, yardımını sağlamış olan Rusya'dan, Tibet'ten,
Buryatlarla Kırgızlardan destek gördü. Çin İmparatorları, Çinli budistlerin
muhalefetiyle karşılaşma korkusuyla Yaşayan Buddha ile açıkça mücadele etmekten
çekindiler. Bir keresinde Bogdo Han'a, işinde yetenekli bir zehirleyici hekim
gönderdiler. Yaşayan Buddha ise bu ilginin içeriğini çabuk anladığı için ve
Asya zehirlerinin kuvvetini de bildiği için Moğol ve Tibet manastırlarını
ziyaret amacıyla yolculuğa çıkmaya karar verdi. Kendi yerine bıraktığı
Hubilgan, Çinli hekimle dost olup ziyaretinin amacını öğrendi. Bir süre sonra
Çinli, bilinmeyen bir nedenle öldü ve Yaşayan Buddha da başkentine döndü.
Yaşayan Buddha, bir başka tehlikeyle
daha karşı karşıya kaldı. Bu da, Lhasa'nın, Bogdo Han'ın Tibet için fazla
özgürlükçü bir politika izlediğini anladığı zamana rastlar. DalaiLama 113. ya
da 12. DalaiLama, hareketin başında Sain Noyon Han ile Jassaktu Han bulunduğu
halde, birçok Han ve Prensle görüşmeler yaptı ve bu kişileri, Buda'nın, beşerî
bir forma göçmesini hızlandırma konusunda ikna etti. Bunlar Urga'ya geldiler.
Bogdo Han da kendilerini büyük sevinç ve saygıyla karşılayıp ağırladı.
Suikastçılar DalaiLama'nın emirlerini yerine getirmeye hazırlanmışlardı ki
kendilerine büyük bir ziyafet çekildi.
Ziyafetin sonunda konuklar kendilerini
biraz rahatsız hissettiler ve tümü o gece öldüler. Yaşayan Buddha, cesetleri,
mertebelerine uygun törenlerle ailelerine gönderdi.
Bogdo Han, Prenslerin ve Hanların bütün
düşünce ve hareketlerini bilir. Kendisi aleyhinde en küçük bir planı olan kişi,
nezaketle Urga'ya çağırılır ve oradan da sağ olarak çıkmaz.
Çin hükümeti, Yaşayan Buddha geleneğine
son vermek isteyerek Urga'daki dini liderle mücadeleden vazgeçti ve amaçlarına
erişmek için şu entrikayı planladı:
Pekin, Yaşayan Buddha'nıın egemenliğini
tanımamakta olan Dolo Nor Panditası Gheghen ile Çinli Lamacıların lideri Utai
Hutuktusunu başkente davet etti. Bunlar, kimi budist kitapları inceledikten
sonra, Bogdo Han'lara isabet eden Buda'nın ruhunun, insan bedeninde ancak
otuzbir yaşam kalabileceğini, bu nedenle, şimdiki Bogdo Han'ın sonuncu Yaşayan
Buddha olacağına karar verdiler. Bogdo Han ise Undur Gheghen'den beri süregelen
Yaşayan Buddha 'ların otuzbirincisi olduğuna göre, Urga dini liderliği, bu
karara göre, kendisinde sona eriyordu. Bu karan öğrenen Bogdo Han bazı
incelemeler yaptı ve eski Tibet elyazmalarında Urga dini liderlerinden birinin
evli olduğunu, oğlunun da Yaşayan Buddha'lık yapmış olduğunu ortaya çıkardı.
İşte, bundan ötürüdür ki Bogdo evlenmiştir ve şimdi, son derece yetenekli ve
enerjik bir oğlu olduğu için Cengiz Han'ın dini tahtı boş kalmayacaktır. Çin
imparatorları hanedanı, siyasi olaylar sahnesinden artık çekilmişse de Yaşayan
Buddha, Birleşik Asya idealinin merkezi olmaya devam etmektedir. 1920 yılında
iş başında bulunan yeni Çin hükümeti Yaşayan Buddha'yı kendi sarayında
tutuklamıştı, ancak Baron Ungern 1921'de kutsal BogdoOl'dan geçerek saraya arka
tarafından yaklaşmıştı. Tibetli süvariler Çinli nöbetçileri okla öldürmüşler,
Moğollar saraya girip "tarın"larını almış ve kaçırmışlardı. Bogdo Han
da Moğolistan'ı ayaklandırarak Asya uluslarının ve kavimlerinin umutlarım
yemden uyandırmıştı.
Bogdo'nun büyük saraymda bir Lama, baha
değerli bir kilimle örtülmüş bir çekmece gösterdi. İçinde, DalaiLama ile Tashi
Lama’nın bildirileri, Rus ve Çin imparatorlarının kararnameleri, Moğolistan ile
Rusya, Çin ve Tibet arasında yapılan antlaşmalar saklanıyordu. Aynı çekmecede
"Dünyanın Hâkimi"nin gizemli işaretini taşıyan bir plaka ile Yaşayan
Buddha'nın son vizyonuna ait tarihsel kayıt'da korunmaktadır.
Yaşayan Buddha'nın
Gördüğü Vizyon 17 Mayıs 1921
«Dua ettim ve halkın gözünden gizli
olanı gördüm. Önümde uzakdağlarla çevrilmiş geniş bir ova uzanıyordu. Yaşlı bir
Lama, ağırtaşlarla dölü bir sejjet taşıyordu. Zorla ilerleyebiliyordu. Kuzeyden
beyazlar giyinmiş bir süvari geldi. Lamanın yanına yaklaştı ve ona şöyle dedi:
"'Sepetini bana ver. Onu Kure'ye
kadar götürmene yardım edeceğim.' "Lama, sepeti süvariye verdi, fakat
süvari, sepeti eyerin hizasına kadar kaldıramadığından yaşlı Lama onu tekrar
sırtlayıp, ağırlığı altında iki kat ezilerek, yoluna devam etmek zorunda kaldı.
Bu defa, yine kuzeyden, siyahlar giyinmiş, bir yağız ata binmiş başka bir
süvari daha geldi ve o da Lamanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi:
"'Aptal ihtiyar! her yerde bol bol
varken bu ağır taşlan ne diye taşıyıp duruyorsun?'
"Bunu söylerken de atının göğsüyle
yaşlı adamı itip taşlan yere döktü. Taşlar toprağa temas eder etmez elmas
oldular. Üç kişi birden bunları toplamak için yere eğildiyse de hiçbiri bunları
topraktan ayıramadı. Ve yaşlı Lama bağırdı:
"'Ey tanrılar! Ömrüm boyunca bu
ağır yükü taşıdım ve şimdi çok az yolum kalmışken onu kaybettim. Bana yardım
edin, yüce ve iyi tanrılar!'
"Birdenbire sendeleyen bir ihtiyar
ortaya çıktı. Bütün elmasları toplayıp zahmetsizce sepete yerleştirdi,
üzerindeki tozlan temizledi ve sepetini sırtladıktan sonra Lamaya şunları
söyleyerek yürüdü:
"'Bir an dinlen. Yükümü, amacım
doğrultusunda sonuna kadar taşıdım ve şimdi sana yardım ettiğim için mutluyum.'
"Süvariler birbiriyle çarpışmaya
başlarken, onları da gözden kaybettim. Bunlar bütün gün ve bütün gece
savaştılar ve güneş ovada yükseldiği zaman ikisi de, ne ölü ne diri, orada
yoktu. İz bırakmadan ortadan yok olmuşlardı. Ben, Bogdo Hutuktu Han, etrafını
iyi ruhların ve iblislerin çevirmiş olduğu Yüce ve Bilge Buda'ya hitap ederken,
işte, bunları gördüm.
"Bilge Lamalar, Hutuktular,
Kampolar, Marambalar ve kutlu Gheghenler! Gördüklerime bir açıklama
getirin."
Bunlar, benim önümde, 17 Mayıs 1921'de,
Yaşayan Buddha, çalışma odasına bitişik özel dua odasından çıktığı anda
söylediği sözlere göre yazıldı. Hutuktuların, Gheghenlerin, kâhinlerin,
büyücülerin ona ne yanıt verdiklerini bilmiyorum. Fakat, bugünkü Asya'nın
durumu bilindiği takdirde verilecek yanıt açık değil midir?
Asya uyanıyor; o, bilinmezliklerle
doluysa da insanlığın kaderini ilgilendiren soruların yanıtları vardır. Gizemli
ruhanî liderlerin, yaşayan "tanrı"ların, Mahatmaların, korkunç Karma
kitabını okuyan insanların yaşadığı büyük kıta, uykudan uyanıyor. Bu, yüz
milyonlarca insan yaşamından oluşan okyanus, devasa dalgalarını kıyılara
çarpıyor.
Sırların Sırrı
Dünyanın Hâkimi Yeraltı Hükümdarlığı
"Durun!" Bir gün, Tzagan Luk yakınlarındaki
bir ovalardan geçerken, yaşlı Moğol kılavuzum mırıldandı: "Durun!"
Devesinin üstünden kendini bırakıp
usulca yere indi, deve de o sırada kendiliğinden yere çöktü.
Moğol, dua vaziyetinde ellerini yüzüne
koyduktan sonra kutsal sözcükleri tekrarlamaya başladı:
"Om mani padme hung!.." Diğer Moğollar da develerini derhal
durdurdular ve dua etmeye başladılar.
Bulutsuz gökyüzünde, akşam güneşinin
harikulade yumuşak ışınlan iniyordu. Gözlerimi, yumuşak yeşil otlar üzerinde
gezdirirken kendi kendime, "Ne oluyor" diye düşündüm.
Moğollar bir süre dua ettiler,
aralarında fısıldaştılar ve develerin semerlerini sıktıktan sonra tekrar yola
koyuldular.
Moğol, "Gördünüz mü?" diye
sordu, "Develerimiz korkudan kulaklarını nasıl da oynatıyor, ovadaki at
sürüsü nasıl da dikkat kesildi, koyunlar ve sığırlar nasıl da toprağa yakın bir
şekilde çömeldiler? Kuşların uçmadığını, dağsıçanlarının koşmadığını ve
köpeklerin hiç havlamadığını fark ettiniz mi? Çok hafif bir meltem, uzaklardan,
insanların, hayvanların ve kuşların içlerine kadar işleyen bir şarkının
ezgisini taşıyordu. Yeryüzünün ve gökyüzünün soluğu kesilmişti. Rüzgar hiç
esmedi, güneş hiç kımıldamadı. Böyle zamanlarda, koyun çalmak için sinsice
yaklaşan kurt durur; ürkmüş antilop sürüsü çılgınca koşusuna ara verir; koyunun
boğazını kesmeye hazır bıçak çobanın elinden düşer; yırtıcı kakum, hiçbir
şeyden habersiz salga kekliğinin ardında sinsice sürünmekten vazgeçer. Korkuya
kapılan tüm yaşayan canlılar, yakarmak üzere, ister istemez diz çöküp
kaderlerine razı olurlar. Az önce olanlar bunlardı. Yeraltındaki sarayında,
Dünyanın Hâkimi'nin, yeryüzündeki insanların yazgısını öğrenmek için dua ettiği
her seferinde böyle olur."
Basit, kaba saba bir çoban ve avcı olan
yaşlı Moğol'un sözleri işte böyledi.
Moğolistan, çıplak ve korkunç dağlan,
ataların kemiklerinin üzerini örtmüş olan uçsuz bucaksız ovalanyla Sır'ı
doğurmuştur. Doğanın fırtınalı tutkularından korkan ya da onun ölümcül huzuru
içerisinde sessizliğe bürünen bu ülkenin insanları, onun bu sırrını
hissetmektedirler. Moğolistan'ın, "San" ve "Kırmızı"
Lamaları sırrı korumakta ve şiirselleştirmektedirler. Lhasa'daki ve Urga'daki
dini liderler ise sırrı bilmektedirler ve ona sahiptirler.
Orta Asya yolculuğum boyunca ilk kez,
"Sırların Sırrı" (başka hiçbir şekilde tanımlayamıyorum) ile ilgili
olarak bilincim açıldı. Önceleri onunla çok fazla ilgilenmemiştim. Ne var ki,
ara ara karşıma çıkan, anlaşılmaz ve sıklıkla da tartışmalı belirtileri
düşündükçe ve çözümledikçe, ona yüklenen anlamı fark etmeye başladım.
Amil ırmağı kıyılarında yaşayan yaşlı
kimseler, bana kadim bir efsaneyi anlattılar. Buna göre, bir Moğol kabilesi
Cengiz Han'ın isteklerinden kurtulup kaçmaya çakşırken bir yeraltı ülkesine
saklandı. Daha sonraları, bir Soyot bana, Nogan Kul gölü yakınlarında, "Agarthi
HükümdarlığTna giriş işlevi gören ve içinden dumanlar çıkan bir kapı
göstermişti. Eskiden bir avcı bu kapıdan, Agarthi'ye girmiş, dönüşünde de
görmüş olduklarını anlatmaya başlamıştı. Lamalar da, Sırların Sırrı'ndan söz
etmesine engel olmak için dilini kesmişlerdi. Avcı, yaşlandığında bu mağaranın
girişine gitti ve onun gezgin yüreğini zenginleştirmiş ve ısıtmış olan bu
olayın anısına içeriye girdi ve yeraltı ülkesinde kayboldu.
Narabanşi Kure'de, bu yeraltı ülkesine
ilişkin olarak Hutuktu Jelyb Celib Djamsrap'tan çok daha gerçekçi bilgiler
edindim. Hutuktu bana, kudretli Dünyanın Hâkimi'nin yan gerçek biçimde yeraltı
hükümdarlığından yeryüzüne gelişini, ortaya çıkışını, mucizelerini ve
kehanetlerini anlattı. Ancak o zaman anlamaya başladım ki bu söylencede, bu
hipnozda, bu kitlesel vizyonda ya da her ne şekilde söylenirse söylensin,
sadece bir sır değil, Asya'nın siyasal yaşamının gidişatını etkileyebilecek,
son derece gerçekçi ve güçlü bir şey saklıydı. O andan itibaren bazı
araştırmalara giriştim.
Prens Chultun Beyli ve kendisinin önem
verdiği Lama Gelong bana yeraltı hükümdarlığını anlattılar:
"Yeryüzündeki her şey; insanlar,
bilimler, dinler, yasalar ve âdetler, sürekli bir değişim ve dönüşüm
durumundadır. Nice büyük imparatorluklar, nice parlak kültürler yok olmuştur.
Değişmeyip kalan tek bir şey vardır ki, o da Kötü Ruhlar'ın oyuncağı, piyonu
olan Kötülük'tür. Altı bin yıldan fazla bir zaman önce, kutsal bir kişi, bütün
bir kabile halkıyla birlikte yerin atında kayboldu ve bir daha yeryüzüne çıkmadı.
Bununla birlikte, o zamandan sonra birçok kişi, Sakkia Mouni, Under Gheghen,
Paspa, Babür Han ve daha başkaları, bu yeraltı hükümdarlığını ziyaret ettiler.
Hiç kimse bu yerin nerede olduğunu bilmiyor. Kimileri Afganistan'da, kimileri
de Hindistan'da olduğunu söylemiştir. Sınırları içerisinde bulunan tüm insanlar
Kötülüğe ve suça karşı korunmuştur.
Bilim, burada sessizce gelişmiş, hiçbir
şey yok edilme tehdidiyle yüz yüze gelmemiştir. Yeraltı halkı, en üst düzeyde
bilgiye erişmiştir. Şimdi o milyonlarca insanıyla büyük bir ülkedir ve Dünyanın
Hâkimi'nin yönetimi altındadır. Dünyanın Hâkimi yeryüzünün bütün güçlerini
bilir, insanların ruhlarını ve onların kaderlerinin büyük kitabını okur.
Dünyaya, görünmez bir şekilde hükmederken, yeryüzündeki sekizyüz milyon kişi
onun her buyruğunu yerine getirir."
Prens Chultun Beyli devam etti:
"Bu hükümdarlığın adı Agharti'dir.
Agharti, yeraltı geçitleriyle tüm dünyayı kaplar. Çinli bir bilgin Lamanm,
Amerika'daki yeraltı mağaralarının tümünde, yeraltında gözden kaybolmuş kadim
bir halkın yaşadığından Bogdo Han'a söz ettiğini işittim. Bu halklarla bu
yeraltı boşlukları, Dünyanın Hâkimi'ne bağlı olan yöneticilerin
sorumluluğundadır. Bunda olağanüstü bir şey yoktur. Bilirsiniz ki, batıdaki ve
doğudaki iki büyük okyanusta eskiden iki kıta* yer almaktaydı. Bu iki kıta
sular altında kayboldu ama üzerlerinde yaşayanlar yeraltı ülkesine
geçmişlerdir. Yeraltı mağaralarında, tahılların ve bitkilerin yetişmesini
sağlayan, insanlara da hastalıksız uzun yaşam veren tuhaf bir ışıkla
aydınlanmaktadırlar. Burada farklı halklar ve çok sayıda kavim yaşamaktadır.
Nepal'de, yaşlı bir budist brahman, Cengiz'in kadim krallığını Siyam'ı ziyaret
etmişti. Tanrıların iradesiyle yaptığı yolcu' Atlas Okyanusu'nda
·
"Atlantis", Büyük Okyanus'ta "Mu"
kıtaları. (Çev.n.)
luk sırasında bir balıkçıya rastladı.
Balıkçının kayığına binip, birlikte denize açılmalarım istedi. Üçüncü gün bir
adaya vardılar. Burada, farklı lisanları ayrı ayrı konuşabilen ve iki dilli bir
halkla karşılaştılar.
İnsanlar onlara, tuhaf ve hiç
görmedikleri hayvanlar, onaltı ayaklı ve tek gözlü kaplumbağalar, eti çok
lezzetli dev yılanlar ve sahipleri için denizden balık yakalayan, dişleri olan
kuşlar gösterdiler. Onlara yeraltı hükümdarlığma gelmiş olduklan söylendi ve bu
ülkenin belirli bölümleri kendilerine tanıtıldı."
Urga'dan Pekin'e yapmış olduğum
yolculukta yanımda olan Lama Turgut daha başka ayrıntılar verdi:
"Agarthi'nin başkenti, yüksek
rahiplerin ve bilginlerin yaşadığı köylerle çevrilidir. Başkent, tıpkı
DalaiLama'nın Lhasa'da, manastır ve tapınaklarla çevrili bir dağın tepesinde
bulunan sarayı Potala'ya benzer. Dünyanın Hâkimi'nin tahtı, milyonlarca enkarne
tanrı ile çevrilmiştir.
Bunlar kutsal Pandita'lardır. Sarayın
kendisi de, Goro'ların sarayları ile çevrilidir. Goro'lar, yeryüzünün,
cehennemin ve gökyüzünün, görünen ve görünmeyen güçlerine sahiptirler ve
insanların yaşamlarına ve ölümlerine ilişkin her şeyi yapabilirler. Eğer bizim
çılgın beşeriyetimiz onlarla savaşmaya kalkışsa, gezegenimizin yüzeyini dümdüz
edip, onu bir çöle dönüştürebilecek güce sahiptirler. Goro'lar denizleri
kurutabilir, karaları okyanusa dönüştürebilirler, dağlan darmadağın edip,
çöllerin kumlan durumuna getirebilirler. Onların bir emriyle, ağaçlar, otlar ve
çalılar büyüyebilir; zayıf ve yaşlı kimseler, genç ve güçlü kuvvetli kişiler
olabilir; ölüler yeniden canlanabilir. Onlar, tuhaf ve hiç bilmediğimiz
arabalara binip gezegenimizin dar geçitlerinde hızla seyrederler. Bazı Hintli
Brahmanlar ve bazı Tibetli DalaiLamalar, hiçbir insan ayağmm henüz değmemiş
olduğu yüce dağlara tırmanmayı başardıklarında, buralarda kayalara oyulmuş
yazılar, kar üzerinde ayak ve tekerlek izleri gördüler. Kutlu kişi Sakkia
Mouni, bir dağın tepesinde öyle taş tabletler bulmuştu ki, üzerlerinde yazılı
sözcüklerin anlamını ancak yaşlılığında anlayabildi. Sonra Agharti ülkesine
girdi ve oradan, belleğinde saklayabildiği kutsal bilginin kırıntılarını
getirdi. Orada, olağanüstü kristal saraylarda, tüm inanç sahiplerinin
görünmeyen yöneticileri oturmaktadır: Dünyanın Hâkimi ya da Brahitma, benim
sizinle görüştüğüm gibi Tanrı ile görüşür; O'nun iki yardımcısından Mahitma,
gelecekteki olayların amaçlarını bilir; öteki yardımcısı Mahinga ise bu
olayların nedenlerini yönetir ve yönlendirir. "Kutsal Pandita'lar
yeryüzünü ve onun kuvvetlerini incelerler. Kimi zaman, içlerinde en bilgin
olanları toplanıp insan bakışının asla girmemiş olduğu yerlere elçiler
gönderirler. Bunu, sekizyüz elli yıl önce yaşamış olan Tashi Lama anlatmıştır.
Üst düzey Panditalar, bir ellerini
genç rahiplerin gözlerine ve diğer
ellerini de beyinlerinin üzerine koyup, bunları derin bir uykuya sokar,
vücutlarını bir bitki suyuyla yıkar, onları acıya karşı duyarsızlaştırırlar,
bedenlerini büyülü bezlere sarar ve sonra, Yüce tanrı'ya dua ederler. Taş
kesilmiş gibi yatan, gözleri ve kulakları açık olan gençler, her şeyi görürler,
işitirler ve anımsarlar. Sonra, bir Goro yaklaşır ve gözlerini uzun süre onlara
diker. Yavaşça bedenleri yerden yükselir ve daha sonra kaybolur. Goro oturur ve
onları nereye gönderdiyse, bakışlarını oraya sabitler. Gözle görünmeyen
iplikler, onları Goro'nun iradesine bağlar. Bazıları yıldızlar arasında
yolculuk ederek, oralardaki olayları, oraların bilinmeyen halklarını, yaşam
biçimlerini ve yasalarını incelerler. Onların konuşmalarını dinlerler,
kitapları okurlar; onların kaderlerini ve çektikleri acıları, iyiliklerini ve
günahlarını, tanrısal tasavvurlarını ve kötülüklerini öğrenirler... Kimileri de
alevlerin içine girer, gezegenlerin derinliklerinde madenleri eritip,
biçimlendiren, gayzerlerin ve sıcak su kaynaklarının ortaya çıkmasına neden
olan; kayaları eriten ve onları dağların deliklerinden yüzeye akıtan, ebediyen
mücadele içinde olan hiddetli ateşin yaratıcısını görürler. Daha başkaları ise,
havadaki son derece küçük, doğar doğmaz ölen saydam yaratıkların arasına
karışıp, onların varolma nedenlerinin sırlarını ve yaşamlarının amaçlarını
öğrenirler. Kimileri, denizlerin derinliklerine dalar ve tüm yeryüzüne
rüzgarları, dalgalan ve fırtınaları yayan ve taşıyan sudaki akıllı yaratıkların
dünyasını gözlemlerler. * Eskiden Erdeni Dzu'da yaşayan Pandita Hutuktu,
Agharti'den gelmişti. Pandita ölürken, bir Goro'nun iradesi doğrultusunda,
doğuda kırmızı bir yıldızda yaşadığını, buzlarla kaplı bir okyanusun üzerinde
yüzdüğünü ve yeryüzünün derinliklerindeki cehennemi ateşlerin araşma daldığını
anlatmıştı..."
Prens yurta. larıyla Lamacı
manastırlarda dinlediğim öyküler işte bunlardı. İnsanların, bana bunları
anlatırken .takındıkları çok ciddi tavır, bunların doğruluğunu sorgulamaya ya
da kuşku duymaya olanak vermemektedir.
Sır...
Lama Turgut burada okültizmde ve
teozofide "elemantal" olarak adlandırılan yanzeki "doğa ruhları”nı
dile getirmektedir. İS 3. Yüzyılın neoplatonculan 4 sınıf "doğa ruhu"
tanımlamışlardı: Topraktakiler grom'teı, havadakiler şylph'ler,
sudakiler undine'ler ve ateştekiler sahmander'lei. (Çev.n.)
Dünyanın Hâkimi "Tanrı'nın Yüzü"nün Karşısında
Urga'da
kaldığım süre boyunca, Dünyanm Hâkimi hakkındaki bu efsaneye bir açıklama
bulmaya çalıştım. Kuşkusuz ki, bana en iyi bilgi verebilecek olan kişi, Yasayan
Buddha idi ve ondan öykünün aslını öğrenmeye çalıştım. Bir konuşma sırasında
kendisine Dünyanın Hâkimi'nden söz ettim. Ruhanî lider başını birdenbire bana
doğru çevirdi. Hareketsiz ve görmeyen gözlerini üzerime dikti. İster istemez sustum.
Sessizlik uzadı ve az sonra Yaşayan Buddha tekrar konuşmaya başladı ama anladım
ki, bu konuda konuşmaya hiç istekli değildi. Sözlerimin, orada bulunanlar ve
özellikle de Bogdo Han'ın kütüphane sorumlusu üzerinde oluşturduğu etkiyi
yüzlerindeki şaşkınlık ve korku ifadelerinden anladım. Hemen tahmin edileceği
üzere, tüm bunlar beni daha çok şeyler öğrenme konusunda müthiş bir meraka
yöneltti.
Bogdo
Hutuktu'nun çalışma odasından çıkarken benden önce oradan ayrılmış olan
kütüphaneciye rastladım ve kendisine Yaşayan Buddha'nın kütüphanesini ziyaret
etmeme izin verip vermeyeceğini sordum. Böyle derken de basit bir hileye
başvurdum:
"Biliyor
musunuz saygıdeğer Lama, bir gün Dünyanm Hâkimi'nin Tanrı ile görüştüğü anda,
ovada deve üzerinde bulunuyordum ve o ânın, son derece etkileyici
muhteşemliğini hissetmiştim... "
Yaşlı
Lama beni şaşırtan bir sükûnetle yanıt verdi:
"Bir
budistin ve Sarı Dinimizin bunu gizlemesi doğru değildir. Kutsal bilginin yüce
tapınağının, cennet krallığının en kutsal ve kudretli kişisinin varlığına
ilişkin gerçek, bizim günahkâr kalplerimiz ve yoldan çıkmış yaşamlarımız için
öyle bir tesellidir ki, bunu insanlıktan saklamak bir günah olurdu... O halde
dinleyin:
"Dünyanın
Hâkimi, tüm yıl boyunca Agarthi'nin Pandita'larıyla Goro'larının görevlerini
denetler. Ancak, bazı zamanlar, kendisinden önceki Dünyanın Hâkimi'nin siyah
taştan bir tabutun içinde yattığı mağaradaki tapınağa gider. Bu mağara her
zaman karanlıktır, ama Dünyanın Hâkimi içeriye girer girmez duvarlarda ateşten
çizgiler belirir tabutun kapağından da alevler yayılmaya başlar. Goro'larm en
yaşlısı, başı ve yüzü örtülü, elleri de göğsüne kavuşturulmuş olarak, O'nun
önünde durur. Goro, yüzünden örtüyü hiç kaldırmaz. Çünkü onun başı, hareketli
gözler ve konuşan bir dil ile çıplak bir kafatasından ibarettir. Dünyadan
göçmüş olan ruhlarla ilişki kurar.
"Dünyanm
Hâkimi uzun bir süre dua eder, sonra, ellerini ileriye doğru uzatarak tabuta
yaklaşır. Alevler daha parlak bir durum alır, duvarlardan çıkan ateş çizgileri
sönüp yanar ve birbirinin içine girerek, vatannen* alfabesinin gizemli
harflerini oluştururlar. Tabuttan, ancak görülebilecek
·
' "Vatannen" ya da Agarta
araştırmacısı Fransız ezoterist SaintYves d'Alveydre'e göre, "vattan"
incil'de Yuhanna'nın, "Başlangıçta söz vardı" diye ifade ettiği kadim
dildir. (Çev.n.)
kadar saydam ışık şeritleri yayılmaya
başlar. Bunlar, önceki Dünyanın Hâkimi'nin düşünceleridir. Bir süre sonra, bu
ışık şeritleri Dünyanın Hâkimi'ni sarmalar ve ateşten harfler, tanrı'nın arzu
ve buyruklanm hiç durmaksızın duvarlara yazar. Dünyanın Hâkimi o sırada,
beşeriyetin yaşamına ve kaderine hükmeden tüm kişilerin; kralların, çarların,
hanların, savaşçı liderlerin, yüksek rahiplerin, bilginlerin ve öteki kudretli
kimselerin düşünceleriyle ilişki içerisindedir. Böylelikle bunların niyet ve
düşüncelerini öğrenir. Bu niyet ve düşünceler tanrı'yı hoşnut edecekse, Dünyanın
Hâkimi bunları görünmez yardımıyla gerçekleştirecek, tanrı'yı hoşnut
etmeyecekse başarısızlığa uğramalarını sağlayacaktır. Bu kudreti Agarthi'ye esrarengiz
'Om' bilimi verir. Tüm dualarımıza Om sözüyle başlarız. Bu, kadim zamanlardan
kutsal bir kimsenin adıdır. 'Om', üçyüz bin yıl önce yaşamış olan ilk Goro'dur.
O, tanrı'yı tanıyan, beşeriyete inanmayı, umutlanmayı ve kötülükle mücadele
etmeyi öğreten ilk insan olmuştur. Sonra, tanrı ona, göze görünen dünyayı
yöneten tüm kuvvetlere egemen olma gücünü verdi.
"Dünyanın
Hâkimi, kendisinden önceki Dünyanın Hâkimi ile görüştükten sonra, 'Yüce
Tanrısal Konsey'i toplar, büyük insanların eylem ve düşüncelerini
değerlendirir, onlara yardım eder ya da bu niyetleri ortadan kaldırır. Mahitma
ile Mahinga, dünyanın gidişatına yön verecek bu eylem ve düşüncelere uygun
ortamlan. hazırlarlar. Daha sonra, Dünyanın Hâkimi büyük tapınağa girip yalnız
basma dua eder. Sunağın üzerinde ateş ortaya çıkar ve bu ateş yavaş yavaş öteki
sunaklara yayılır ve alevlerin arasında da yavaş yavaş tanrı'nın yüzü belirir.
Dünyanın Hâkimi, O'na 'Tanrısal Konsey'in kararlarını saygı ile bildirir ve
karşılık olarak 'Her Şeye Gücü Yeten'in ilahi buyruklarını alır. Tapınaktan
çıktığında Dünyanın Hâkimi'nin yüzünden Tanrısal Işık yayılır."
Gerçek mi yoksa Dinsel
Bir Fantezi mi?
Dünyanın
Hâkimi'ni kimse gördü mü? diye sordum. Lama yanıt verdi: "Evet. Siyam'da
ve Hindistan'da yapılan eski budizm törenlerinde Dünyanın Hâkimi beş kez
göründü. Beyaz fillerin çektiği, altın ve değerli taş ve harikulade kumaşlarla
bezenmiş çok güzel bir arabadaydı. Beyaz bir giysiye bürünmüştü ve başındaki
süslü taçtan aşağıya sarkan elmas dizileri yüzünü örtüyordu. Üzerinde bir kuzu
figürü olan altın bir elma ile halkı kutsadı. Dünyanın Hâkimi'nin bakışları ne
yana çevrildiyse, o yandaki körler gördü, dilsizler konuştu, sağırlar işitti,
kötürümler yürüdü ve ölüler ayağa kalktılar. Beşyüz kırk yıl önce o Erdeni Dzu'da
da göründü ve kadim Sakkai Manastın ile Narabanşi Kure'de bulundu.
"Bizim
Yaşayan Buddha'lardan biri ile Tashi Lama'lardan biri, Ondan altın tabletler
üzerine bilinmeyen harflerle yazılmış bir mesaj aldılar. Bu harfleri kimse
çözemedi. Tashi Lama tapınağa girdi ve başını altın tabletin üzerine koyarak
dua etmeye başladı. Dünyanın Hâkimi'nin düşünceleri bu yolla beynine geçti ve
bu esrarengiz harfleri okumaya gerek kalmaksızın Dünyanm Hâkimi'nin mesajım
anladı.
"Kaç
kişi Agarthi'ye gitti?"
"Pek
çok kişi. Fakat bütün bu insanlar orada neler gördüklerini bir sır olarak
sakladılar. Oletler Lhasa'yı yıktıklarında, güneybatıdaki dağlarda bulunan
müfrezelerinden biri Agarthi sınırlarına kadar ulaşmayı başardı. Burada ikinci
derece gizemli bilimleri öğrenip yeryüzüne getirdiler. Bu yüzden Oletler ve
Kalmuklar hünerli büyücü ve kâhindirler. Bir doğu ülkesinden birkaç kabilelik
esmer tenli insan da Agarthi'ye girip yüzyıllarca orada yaşadılar. Sonraları
bunlar bu hükümdarlıktan dışarı atıldılar ve iskambil ile, otlarla ve el
çizgileriyle falcılığın sırlarını yeryüzüne getirdiler. Bunlar çingenelerdir...
Asya'nın kuzeyinde, bir yerde, şimdi ortadan kalkmak üzere olan bir kabile
vardır ki Agarthi'den gelmişlerdir. Bu kabileden olanlar, ölülerin ruhları
havada uçtukları zaman, onları çağırmada hünerlidirler."
Lama
bir süre sustu. Sonra düşüncelerime yanıt veriyormuşçasma devam "Agarthi'de
bilgin Pandita'lar, gezegenimizin ve diğer dünyaların bütün bilimlerini taş
tabletlere yazarlar. Çinli budist bilginler bunu çok iyi bilirler. Onların
bilimi en üst düzeydedir ve en saf durumdadır. Her yüzyılda, yüz Çinli bilge,
deniz kıyısında gizli bir yerde toplanırlar. Denizin derinliklerinden yüz
ölümsüz kaplumbağa çıkar. Çinliler, bunların kabuklarının üzerine, yüzyılın ilâhî
bilimine ilişkin gelişmeleri kaydederler."
(Şimdi yazarken, aklıma, Pekin'deki
Cennet Tapınağı'nda yaşlı bir Çinli keşişin anlattığı bir öykü geldi. Keşiş,
kaplumbağaların havasız ve gıdasız, üç bin yıldan fazla bir süre yaşadıklarını
ve bu yüzden Cennet Tapınağı 'nın mavi ahşap sütunlarının, çürümeden korumak
amacıyla canlı kaplumbağaların üzerine yerleştirildiğini anlatmıştı.)
-
"Urga ve Lhasa'daki ruhanî
liderler, Dünyanın Hâkimi'ne birçok kez elçiler gönderdiler ama elçiler O'nu
bulamadılar. Yalnızca Tibetli bir lider, Olet'lerle yapılan bir savaştan sonra,
üzerinde, 'Bu, Agarthi'ye giden kapıdır' yazılı bir mağara buldu. Mağaradan
çıkan yakışıklı bir adam, ona üzerinde esrarengiz işaretler olan altın bir
tablet verdi ve şöyle dedi:
"'Dünyanın
Hâkimi, yeryüzündeki tüm iyi insanların, tüm kötülüklere karşı çıkmak üzere
rehberlik edip başına geçeceği zamana kadar insanların karşısına çıkmayacaktır.
Fakat o zaman henüz gelmedi. Çünkü insan türünün arasında en kötü olan henüz
doğmadı!'
"Chiang
Chun Baron Ungern, Dünyanın Hâkimi'ni aramak üzere genç prens Pounzig'i
gönderdi. Ancak o, Lhasa'dan Dalai Lama’nın bir mektubu ile geri geldi. Baron
onu ikinci kez gönderdi, bir daha geri gelmedi..."
Dünyanın Hâkimi'nin
1890'daki Kehaneti Narabanşi Hutuktusu, 1921 yılı başlarında, kendisini
manastırında ziyaret ettiğimde bana şunları anlattı:
"Dünyanın Hâkimi, otuz yıl önce,
manastırımızda, tanrı’nın sevgisine kavuşmuş Lamalara göründüğünde, gelecek
elli yıl hakkında kehanette bulundu. Kehanet şöyleydi:"
İnsanlar
giderek daha artan bir şekilde, canlarını unutacak, bedenlerine karşı daha çok
ilgi duyacaklar. En büyük günahlar ve sapkınlıklar dünyaya egemen olacak.
İnsanlar, kardeşlerinin kanma ve ölümüne susamış yırtıcı hayvanlar gibi
olacaklar. "Hilal”in (Müslümanlar) ışığı sönükleşecek ve onun izleyicileri
sefalete düşecekler ve sürekli savaşacaklar. Onun fatihleri, güneşin ışınlarına
maruz kalacaklar ama yukarıya doğru bir ilerleme kaydedemeyecekler ve
başlarına, öteki insanların önünde aşağılanmalarıyla son bulacak olan iki kez
en ağır felaketler gelecek. Büyük ve küçük kralların taçları düşecek ... bir, iki,
üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz ... Tüm halklar arasında korkunç bir savaş
olacak. Denizler kıpkırmızı olacak... Toprağın üzeri ve denizlerin dibi
kemiklerle dolacak... Krallıklar parçalanıp dağılacak... [bir kesim] halklar
ölecek. Dünyada daha önce hiç görülmemiş açlık, hastalık ve yasaktın bilmediği
suçlar [görülecek]... O zaman, tanrı'nın ve insan daki İlahi Ruh 'un düşmanları
gelecektir. Bir diğerinin elinden tutan da yok olacaktır. Unutulanlar ve
kovalananlar ayaklanacak ve bütün dünyanın dikkatini üzerlerine çekeceklerdir.
Sisler ve fırtınalar olacak. Çıplak dağlar ormanlarla kaplanacaktır. Depremler
gelecektir... Milyonlarca kişi açlığı, hastalığı ve ölümü, köleliğin ve küçük
düşürülmenin prangalarına tercih edecektir. Eski zamanlardan kalma yollar bir
yerden ötekine dolanıp duran kalabalıklarla dolacak. En büyük, en güzel kentler
ateşle yok olacak... Bir, iki, üç... Baba oğula, kardeş kardeşe, ana kızma düşman
kesilecek. Her türlü ahlaksızlık, sapkınlık, canilik, bedenin ve canın yok
oluşu bunları izleyecek... Aileler dağılacak... Hakikat ve sevgi ortadan
kaybolacak... Onbin insanda yalnızca bir kişi ayakta kalacak... O da çıplak ve
delirmiş olacak ve kendine ev yapacak ve yiyecek bulacak dermandan ve bilgiden
yoksun kalacak. Kuduz kurt gibi uluyacak, leşleri kemirecek, kendi etini
dişleyecek ve Tanrı 'ya savaş açacak... Bütün yeryüzü boşalacak. Tanrı ondan
yüz çevirecek. Dünyayı yalnızca karanlık ve ölüm kaplayacak. İşte o zaman,
şimdi tanınmayan bir halk göndereceğim. Onlar güçlü bir el ile, çılgınlığın ve
ahlaksızlığın zararlı otlarını söküp parçalayacaklar ve Kötülüğe karşı verilen
savaşta insanın ruhuna hâlâ sadık kalmış olanlara öncülük edeceklerdir. Onlar
ulusların ölümüyle arınmış dünyada yeni bir yaşam kuracaklar. Ellinci yılda
yalnızca üç büyük krallık ortaya çıkacak ve onlar yetmişbir yıl mutluluk
içerisinde yaşayacaklar. Sonra onsekiz yıl savaş ve yıkım olacak. İşte o zaman
Agarthi'nin halkları yeraltı mağaralarından, yeryüzüne çıkacaklardır.
Dünyanın Hakimi'nin
1890'daki Kehaneti
Daha
sonraları, Doğu Moğolistan'dan Pekin'e doğru yolculuk ederken hep düşündüm: Ne
olurdu? Farklı renk, inanç ve kabilelerden tüm halklar batıya
göç etmeye başlasalardı ne olurdu?
Şimdi,
bu son satırları yazarken, gözlerim, ister istemez gelişigüzel yolculuklarının
izlerini taşıyan Asya'nın Kalbi'nin sonsuzluklarına doğru dönüyor. Tipi ya da
Gobi'nin kum fırtınaları arasında, ince parmaklı eliyle ufku göstererek, sakin
bir sesle, bana, ruhunun derinliklerindeki düşüncelerinin kapısmı aralayan
Narabanşi Hutuktusu'nun yüzünü görüyorum:
"Karakorum
yakınlarında, Ubsa gölü kıyılarında, rengarenk geniş kamplar, at ve sığır
sürüleri, şeflerin mavi yurta 'larmı görüyorum. Onların üzerinde Cengiz Hân'ın,
Tibet, Siyam, Afganistan krallarıyla Hint prenslerinin bayraklarını; Lamacı
ruhani liderlerin kutsal işaretlerini; Hanların ve Oletlerin armalarını,
kuzeydeki Moğol kabilelerinin basit işaretlerini görüyorum. Telaşlı kalabalığın
gurultusuna işitmiyorum. Şarkıcılar, dağların, ovaların ve çöllerin hüzünlü
şarkılarını söylemiyorlar. Genç süvariler tezayak atlarına atlayıp dörtnala
kalkmaktan hoşlanmıyorlar... Sayısız ihtiyar, kadın ve çocuk kalabalıkları var,
ve, daha ötede, kuzeyde ve batıda, gözün görebildiği uzaklara kadar gökyüzü
alev gibi kıpkızıl; ateşin gürlemesi ve çatırtısı, savaşın vahşi sesi
duyuluyor. Kıpkızıl gök altında kendi kanlarını ve başkalarının kanını döken bu
savaşçılara kim önderlik ediyor? Kim güdüyor, bu silahsız ihtiyarlar ve
kadınlar kalabalığını? Sert bir düzen görüyorum; niyetlerin, sabrın ve kararlılığın
derin dinsel anlayışını, insanların yeni bir göçünü, Moğolların son yürüyüşünü
görüyorum..."
Karma,
tarihin yeni bir sayfasını açmış olabilir. Ya Dünyanın Hâkimi de onlarla
birlikse ne olacaktır? Ne var ki, bu en büyük Sırların Sırrı, derin sessizliğini
korumakta...
"Gizli Öğretide
Dünyanın Hâkimi*
"(...)
Yukarıda değinilen ve adsız kalması gereken 'Varlık', daha sonraki çağlarda
tarih çerçevesinde bilinen, Rişi Kapila, Hermes, Hanok, Orie vs. gibi tüm yüce
Ermişler'in ve Hiyerofantlar'ın kendisinden dallanıp budaklandıklan Ağaç'tır.
Nesnel İnsan olarak, O, gizemli (ve dindışı olanlar için her daim görülmez
olan) ama her zaman için hazır ve nazır olan Zât'tır. Doğuda özellikle de
okültistler ve Kutsal Bilim'in öğrencileri arasında O'nun hakkında birçok
efsane anlatılır. Girdiği kalıbı değiştiren, ama hep aynı kalan da O'dur.
Dünyanın her yanında İnisiye olmuş Arifler arasında spiritüel egemenliğe sahip
olan da O'dur. Denildiği gibi, O öylesine çok adı olup da 'Adı Olmayan'dır; O,
birçok adı olmasına rağmen, adları ve bizzat niteliği bilinmeyendir. O YÜCE
FEDAKARLIK denilen İnisiyatör'ün bizzat Kendisi'dir. Çünkü, IŞlGlN eşiğinde
oturarak, oraya Karanlığın dairesi içinden bakar ve o eşiği geçmez; ne de bu
yaşam devresinin son gününe değin Konumu'nu terk edecektir. Peki, ne bu dünyada
ne de bu dünyanın cennetinde, bilmeyipde öğreneceği hiçbir şey kalmadığı için
artık suyundan içmediği Aslî Bilgelik çeşmesinin başında niçin oturmaktadır ki?
Çünkü yurtlarına dönüş yoluna koyulmuş olan yalnız, ayaklarına kara sular inmiş
hacılar, son ana kadar, adına Dünya Yaşamı denilen bu uçsuz bucaksız yanılsama
ve madde çölünde yollarını kaybedip kaybetmediklerinden emin değillerdir.
Çünkü,
O, kendisini bedenin ve yanılsamanın zincirlerinden kurtarmayı başarmış olan
her tutsağa Özgürlük ve Işık Yöresi'ne giden yolu —ki oradan gönüllü olarak
sürgüne gelmiştir— gösterme arzusundadır. Çünkü kısacası, O, insanlığın uğruna
Kendisi'ni feda etmiş bulunmaktadır. Ne var ki, YÜCE FEDAKARLIK'tan ancak
birkaç Seçilmiş Kişi yararlanabilmektedir.
"İşte
bu MAHA (Yüce) GURU'nun doğrudan ve sessiz Rehberliği sayesindedir ki,
insanlığın daha küçük çaptaki diğer İlahi Öğretmenleri ile Yol Göstericileri de
beşerî bilincin ilk uyanışından itibaren, erken Beşeriyet'in rehberleri haline
geldiler. Bu 'Tanrı Oğulları' sayesindedir ki, bebeklik çağındaki Beşeriyet hem
tüm sanatlar ile bilimlerin hem de spiritüel bilginin ilk kavramlarını
edinmiştir. (...)"
·
H.P. Blavatsky, "Sectet
Doctrine", Cilt 1, s. 207-208. (Bu alıntı, Türkçe baskıya editör
tarafından eklenmiştir.)
Sözlükçe*
* Yazar
tarafından hazırlanmıştır.
Ataman: Kazak lider, şef.
Bandi: Budizmde teoloji öğrencisi.
Buiyat: Transbaykalya'da Selenga
vadisinde yaşayan ve Moğolistan'ın en gelişmiş halklarından.
Cagan: Beyaz.
Chaidje: Lamacı yüksek rahip
(bedenlenmiş bir tanrı değildir).
Çahar'lar: (Chahar) Çin Şeddi
yakınlarında yaşayan savaşçı bir Moğol kabilesi.
Çeka: (Cheka) Sovyet devletinde rejim
düşmanlarını takip eden teşekkül. Chiang Chun: Çince'de "general";
Moğolistan'daki tüm Çin birliklerinin komutam.
Cungar'lar: (Djungar) Moğolistan'ın
batısında yaşayan bir kabile. DalaiLama: Lhassa'da sarı dinin veya Lamacı
inancın reisi.
Dugun: Askerî bir bölgede bulunan Çin
çarşısı.
Dzuk: "Yereyat/çök!"
Fangtzu: Çince'de "ev".
Fatil: Çin'de ve Tibet'te, hekimlikte
kullanılan nadir ve çok değerli bir kök.
Gelong: tanrıya kurban adamaya hakkı
olan Lamacı rahip.
Getul: Lamacı rahipler hiyerarşisinde
üçüncü derece.
Goto: "Dünyanın Hâkimi"nin
başrahibi.
Han: Kral, hükümdar.
Hatik: Konuklara, şeflere, Lamalara ve
tanrılara armağan edilen mavi veya san ipek kumaş parçası. Aynı zamanda 2550
cent'e eşdeğer madeni para.
Hım: Prenslerde en alt derece.
Hushun: Moğolistan'daki Rus
Kazakları’nın ev, mağaza ve ahırlarını içeren, çevresi çit veya duvarla çevrili
avlu.
Hutuktu: Lamacı rahipler hiyerarşisinde
en yüksek derece; enkarne olmuş tanrı; kutsal.
İmuran: Yer sincabına benzeyen, bir tür
kemirici.
Kabarga: Misk keçisi.
Kalmuk: (Olet ya da Eleuth diye de
anılırlar.) Cengiz Han döneminde Moğolistan'a göç eden ve şimdi [1922] Ural
dağları ile Volga kıyılarında yaşayan bir Moğol kabilesi.
Kanpogelong: Gelonglarda en yüksek
rütbe; saygı unvanı.
Kanpo: Lamacı manastırın sorumlusu;
"beyaz" rahiplikte en yüksek derece. Karma: Alınyazısı olgusunun
budizmdeki karşılığı. Yunan ve Roma mitolojisindeki "Nemesis"
(adalet) ile eşanlamlıdır.
Khayrus: Bir tür alabalık.
Kuropatka: Keklik.
Kırgız: Batı Sibirya'da İrtish nehri,
Balkaş gölü ve Volga arasında yaşayan geniş bir Moğol halkı.
Lama: Lamacı rahiplerin genel adı.
Lan: Otuzaltı gram ağırlığında gümüş
veya altın Rus parası.
Lanhon: Yuvarlak kil şişesi.
Maramba: Teoloji doktoru.
Mende: "İyi günler" (Soyot
selamı).
Merin: Uryanhay'da Soyot bölgesindeki
polis şefi.
Naganhushun: Moğolistan'da, Çin sebze
bahçesi.
Naida: Sibiryalı oduncularının ateş
yakma tarzı.
Noyon: Prens ya da Han; ekselansları.
Obo: Moğolistan'da, tanrıları
yatıştırmak için, tehlikeli yerlere dikilen ve yığma taşlardan oluşan kutsal
anıt.
Olet: Kalmuk.
Om: 1Selam; 2 Birinci Goro'nun adı. 3
Agarthi'nin esrarengiz ve
büyüsel bilimi.
Om Mani Padme Hung: "Selam Lotus çiçeğindeki Yüce
Lama."
Omur Sayn: Allahaısmarladık, hoşçakal.
Orohon'lar: Amur nehri kıyılarında
yaşayan Moğol kabilesi.
Oulatchen: Menzil atlarının sorumlusu;
resmî kılavuz.
Ourton: Yolcuların at ve
"oulatchen" değiştirdikleri posta istasyonu.
Pandita: Budist rahiplerde en yüksek
derece.
Panti: Tibet'te ve Çin'de hekimlikte
kullanılan ve tüyleri üzerinde karaca boynuzu.
Paspa: Lamacılıkta şimdi 11922i egemen
durumda bulunan Sarı mezhebin kurucusu.
Sait: Moğol valisi.
Salga: Bir cins keklik.
Sayn: İyi günler, günaydın, iyi
akşamlar, tamam, iyi.
TaLama: Sözlük anlamı "büyük
rahip"; metinde "tıp doktoru".
Taimen: 55 kg ağırlığa ulaşabilen büyük
alabalık.
TangÇu: Çin evi.
Tashur: Bambudan yapılmış sağlam değnek.
Tayga: Sibirya ormanı.
Turpan: Kırmızı renkte yaban kazı ya da
Lamakaz.
Tzuren: Zehirleyicidoktor.
Ulan: Kırmızı.
Urga: 1 Moğolistan'ın başkenti
2 Bir cins Moğol kemendi.
Vapiti: Bir tür sığın.
Vatannen: Dünyanm Hâkimi'nin ülkesinde
kullanılan dil.
Yak: Zorlu yolculuklara dayanıklı Tibet
öküzü.
Yurta: Abadan yapılmış Moğol cadın, evi.
Zaberega: Baharda çay kenarlarında
toplanan kar yığını.
Zahachine: Moğolistan'ın batısında
göçebe Moğol kabilesi.
Ziggurat: Babil mimarisinde yüksek kule.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar