SUCÛDU’L-KALB
Kalbin, Allâhu Teâlâ’yı muşâhede ettikten sonra yalnızca
onunla meşgul olması neticesinde bütün duyulardan gelen çağrıları bir yana
bırakarak Cenâb-i Hakk’ın varlığı için yok olmasıdır (fenâ fillâh).
İbn Arabî’nin bildirdiğine göre, Allah’ın nice kulları
da vardır ki sanları yüce, ömürleri uzun ve öldüklerinde bile secde eden bir
kalb sâhibidirler; ancak onların kalblerinin secde etmekte olduğu aslâ
bilinemez. Sürekli secde eden kalbe sâhip olan bu kimseler, artık ondan
sonra başını secdeden bir daha kaldıramazlar. Evliyânın çoğu, kalbin, bir halden
başka bir hâle kolayca dönüşebilme özelliğinden dolayı “kalb” adını aldığı
görüşündedir. Bu makama sâhip olan kimse, -halden hâle girse bile- artık kalbi
sürekli secde hâlindedir. Sehl b. Abdullâh kendini ibâdete tam adamış olduğu
bir haldeyken şeyhinin huzûruna girdiği zaman ona: “Kalb secde eder mi?” diye sormuş ve şeyhi de:
“ilelebed” buyurmuştur. Bunun üzerine Sehl, onun hizmetine girer.
İbn Arabî’nin bir başka yerde kaydettiğine göre
suçûdu’l-kalb sâhibi olan kimseler, Allâhu Teâlâ’nın, kendileri için evini
temizlemesini Nebî’sine (salla’llâhu aleyhi ve sellem) emrettiği kimselerdir.
Zîrâ o, elçisine şöyle seslenmektedir:
“...ve tavâf edenler, ayakta duranlar, rukû ve secde edenler
için evimi temizle!” “Sen Rabb’ini hamd ile tesbîh et ve secde edenlerden ol!” burada Cenâb-i Hak, nebîsinin
başını secdeden aslâ kaldırmamasını emretmektedir ki bu da ancak sürekli secde
eden bir kalbe sâhip olmakla mümkün olur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar