DAĞLARA GİDEN YOLLAR / AYHAN HÜNALP
«Tercüman» Gazetesi
muharriri Ayhan Hünalp
Baskı tarihi : Haziran / 1974-İstanbul
1 / DAĞLARA GİDEN YOLLAR
Sait Faik’ten, Orhan Veli’ye,
Behçet Necatigil’den, Cahit Külebi’ye kadar tüm sanatçılara çamur atarak işe
girişen, gerçekte kaşkavalikodan başka bir şey olmayan, sorumluluk duygusundan
yoksun üçbeş sivri sakallı arkadaş, “Merhaba!” Kitabımın bu bölümünü, okumadan
atlayacağını bildiğim için ve de yalnız senin için yazdım. Sen antolojilerden,
sütunlara kadar herşeyi, atyarışı programı doldurur gibi, toto kâğıdına işer
gibi parseller, kendince kadrolar yapar ve de yalnızca “Ağaya kurşun sıkan”
mısraları, konuları alırsın. Düşünmezsin ki, yakm bir gelecekte bu garip
memleketin de yüzü gülecek, ağalık müessesesi kalmayacaktır. O zaman sanatta
ağasız şiirlerin, eserlerin de yeri olduğunu anlayacaksın. Fakat bu arada
doğrayıp doğrayıp attığın sanatçıları
nerede bulacaksın? Evet bunu, gönlünce doğrudan yana olmaya çalışmış, 1949 1953
yılları arasında “Seçilmiş Hikâyeler” ve “Yeditepe” Dergisinde devamlı
kritikler, hikâyeler yayınladığı, aynı yıllarda hem yazdığı hem de
Sekreterliğini yaptığı “Kaynak” Dergisi yüzünden Yedeksubaylık devresini çavuş
çikma endişesi içinde yitirmiş bir sanatçı olarak bilhassa yazıyorum ve de
diyorum ki, (Ben ne solcuyum, ne sağcı. Sanatçıyım, sanatçı. “Dağlara Giden
Yollar”m yorgun, ezik, yitik bir savaşçısı.)
2 / HİKÂYEM BAŞLAR BİTLİS’DE, İSYANIM BÖLGECİLİĞEDİR
Yıl 1927. Bitlis’de, Dideban
dağlarına karşı, Satı kadının taştan yapılı evinde, Seyyar Jandarma Alayının
Bölük Kumandanı Mülâzimi Sani Nurettin Efendinin oğlu olarak ve de âsi bir kürt
olarak, Doktor Kâmil tdil ile pas içinde kullanılmayacak haldeki bir lâvta
aletine isyan ederek ölümle kalım arasında dünyaya geliyorum. Annem Kadıköy’lü
Hayriye Hanım, sekiz ay kapalı kalan yollardaki kar eriyince, “ne istersin”
diyen babama, “Bir dilim beyaz ekmek!” diyor. Babam ile Amcam Mülâzimi Evvel
Nuri Hünalp, Türkocağı çevresinde birleşerek, ortamdaki kaçı göçü kaldırarak Reşat Nuri’nin bütün
piyeslerini sahneye uyguluyorlar. Şeyh Sait isyanlan. Kesilen, kuşatılan
Jandarmalar. Soyulan Devlet memurları. Bir ara babam, Kadıköylü Hayriye Hanıma,
“Biz askeriz, ne oluruz bilinmez. Oğlumla seni İstanbul’a yollayayım” diyor.
Plâstiras zindanında Yunanlılar tarafından kurşuna dizilen Süvari Miralayı
Şevki Efendinin kızı olan annem, yirmibir yaşında bir İstanbul hanımı, “Ne
olursak beraber” diyor. Ordugâhlarda sabahladığımız geceler arasında Cumhuriyet
doğuya yerleşiyor. Babalarımız kürtlere “Sen Türksün” der ve çok iyi muamele
ederek onları kazanırlardı. Şirpdilerde, İstanbullu Ahmetler gezmeğe, Kürt
Mehmet de nöbete uygulandığından, dünyanın en mert inşam olan bu gurubu
temelden kaybetmiş bulunuyoruz. Bu da böyle biline!.. Ve de şu iki önemli nokta
da altı çizilerek okuyucumun gözüne
gözüne itilerek buraya tarafımdan eklenmektedir :
1956 dolaylarında Tercüman
Gazetesi’nde istihbarat Şefliği yaptığım sıralarda, Uğur Reyhan adında bir
Adliye muhabirimiz vardı. Antakyalı çok efendi, kendi halinde bir
arkadaşımızdı. Hâlen Tercüman’in Ankara temsilcisi olan Uğur’u birgün Hayrettin
iskelesinde ağlarken buldum. Ne olduğunu sorduğumda, “Ağabey ne oldusu var mı?
Burada bir yığın İstanbul züppesi bana Arap çocuğu Arap çocuğu deyip duruyor. Ben Antakya’da
sabahlara kadar babamla uyumadan elimizde tüfek bacımızı araplar kaçırmasın
diye beklerdim. Böyle geçti hayatımız. Devamlı Arap saldırısının korkusunu
yaşardık. Şimdi burada bana Arap çocuğu
Arap çocuğu deyip duruyorlar, çok gücüme gidiyor.
Biz yalnız Araplardan mı çektik?
Fransızlar da burnumuzdan getirirdi. Elimizde Türk bayrağı Fransız askerlerine
karşı İstiklal Marşını söyleyerek yürüdüğümüz günleri, Türk askerinin Hatay’a
girişi dolayısiyle babamın kendi parasıyla 'yaptırdığı tak’m üzerinden kolonya
serpiştirişimi, çiçekler atışımı daha dünkü bir olaymış gibi hatırlıyorum...
Aldıkları bir ihbar sonucu,
evimizdeki tüfek ve cephaneyi imha etmek için Fransızların gece yarısı yaptığı
baskınlar, aramalar, bütün bir mahallenin çember içine almışı, babamın onlara
karşı direnişi, ninemin eline geçirdiği bir kazma ile Fransız subayının üzerine
yürüyüşü, bunlar anılarımın birer bölümü...”
Halen Türkiye Tekstil Sanayi
İşverenleri Sendikasında İstatistik Müşavirliği yapmakta olan Teoman Yırlıgay
adında çok iyi bir arkadaşım vardır. Sabahlara kadar radyo başında Kıbrıs’a
çıkarma beklediğimiz günlerin birinde o da bana, (Kazan yörelerinden Anadolu’ya
vatanımız diye göçtüğümüz yıllarda mahalleye çıkamazdım, bütün çocuklar bir
olup beni “Sen tatarsın” diye döverlerdi) demişti. Bunların örneği binlerce
sıralanır ve hepsi üst üste gelince
katmerli bir bölgecilik anlayışına dayanan bizi bölücü bir gerçek olur. Bu
gerçeklerin üzerine giderek doğurduğu yaralan da sarmamışıktır. inadına
deşmişiktir. OsmanlI’larda orduda subay olabilen, harplerde şehit düşen azınlık
vatandaşlarımız olabildiği halde şimdilerde onlara da “gâvur” denmektedir. Oysa
vatanımızı benimseyerek, başka yerlere gitmeyen, askerliğini yapıp vergisini
ödeyen bu vatandaşlarımıza ayrıcalık yapmamak gerekir! Nitekim “Er tuğrul” şehitleri
arasında Dr. Yüzbaşı Yasef vardır. “7 Eylül olayları”nda dükkânı talan edilen
bir rum vatandaşımızın güvenliğini korumak için gelen tankların birisinde de
oğlu vardı. “Kıbrıs Türktür!” diyerek dükkânını yıktığımız bir adamın can
güvenliğini de askerlik görevini yapan oğluna korutuyorduk. Kanunlarımıza göre
“Türküm diyen herkes Türktür!”. Bunu içtenlikle uygulamak, hiçbir ayrıcalık
yapmamak gerekir.
3 / GEBZE ÖLÇESİ, YIL 1933
Babam, Gebze ilçesinin Jandarma
Kumandanı. Yobazın en bol olduğu yerde, “Çalışmak da ibadettir” diye işe
girişiyor. Bir Hıdrellez günü, o zaman üç kuruşa satılan bir kuzuyu bize hediye
veren bir Astsubayım üç gün hapis ediyor, bir tek itfaiyesi olmayan kasabayı
yakarlar diye, fenerli uçurtma uçuran çocuklardan, karakollara gidince vazife
dönüşü rakı içen bütün askerler falakadan geçiyor ve de üç ayda ilçede tek olay
kalmıyor. Ben böyle bir babanın disiplini ve vazife şuuru içinde yetiştim.
Birinci sınıfta sarı saçlı Müzeyyen öğretmeni seviyorum. Bir dediğini iki
etmiyorum. Müzeyyen öğretmen Atatürk’ün öğretmenlerindendir. Bir odasında
buzağıların yaşadığı evinde bize alfabe belletiyor. Babam ilçenin bütün
köylerine her bayram gidiyor, oradaki gariban öğretmenlere küçük şeker kutuları
götürerek, halka da “Devlet öğretmenin yanındadır” diyor, “Döğmeye kalkarsanız,
evini taşlarsanız dumanınızı çıkartırım” demek istiyor. Ne hak yiyor, ne hak
yedirtiyor. Sonuç, oradan da ayrılırken, öbür ilçelerde olduğu gibi yaşlılar
“Kumandan gidiyor” diye ağlıyor.
4 / İLK FAKİRLİĞİMİZ = MEYVE
YERİNE HIYAR YEYİŞİMİZ
Yıl 1936, Şişli’de bir apartmanın
bodrumundan insanların ayağım seyrediyorum. Hep zengin çocukları ile kapıcı
çocukları arasında okuyorum. O zamanlar ordu, şimdilerdeki gibi altın devrini
yaşamazdı. Babamın aldığı 92 liranın 30 lirasını kiraya verince erken elektriği
söndürüp karanlıkta otururduk da, annem, “Elektriğe çok para veriyoruz” diye
gene de üzülürdü. Bir yere giderken ikinci mevki yeşil tranvaya Subayların
binmesi yasak olduğundan, annemle biz yeşile, babam kırmızıya binerdi ve de meyva
yerine hıyar yerdik. Böylece tramvaydan iki kuruş, meyveden de dört kuruş
arttırmış olurduk. Kibrit kutulan ile sigara paketlerinden başka oyuncağım
olmadı. Haftada bir dondurma yerdik. Ayda bir de sinemaya gidemezdik. İlk
fakirliğimiz: Meyve yerine hıyar yemişliğimizdir.
5 / ATATÜRK ÖLÜYOR ANKARA
IHLAMUR KOKARDI, İĞDE KOKARDI
Bozbulanık akardı Sakarya,
Bozbulamk bir pelerinle, şoförün yanma oturduğu arabasında geçerken, annemin
elinden fırlayıp arabanın altına atılasım gelmişti. Biz Atatürk’ü böyle sine
sevmiştik. Ben Mimar Kemâl İlkokulunun beşinci sınıfındayken Öldü. O gece
Ankara’nın sokakları hep karanlıktı. Türkiye batacak gibi gelmişti.
Göğüslüklerimize beyaz yakalari' mızı bile bakamaz olmuştuk.
O yılların Ankara’sı bir büyük
şiirdi. Geceleri doğal bir parfümdü. Biblo gibi tertemiz bir şehirdi. Herkes
birbirini severdi. Okul bahçesindeki iki ağacın arasında en kral
kurtarışlarımı, plânjonlarımı yapardım. Yazlan dedemin memleketi olan
Kastomonu’nun Taşköprü ilçesine gider bol
bol et yerdik, meyve yerdik. Bizim Kemal Biselman da o şiirin ilçede
doğmuştur. Orada, konaklarda kalıp, insanların kafalarını seyrederdim.
Ankara’da oturduğumuz bodrumdan ayak seyretmekten bıkmıştım. Rahmetli Nurullah
Ataç’ın, Ulus’a Varlık’ tan aktardığı; “Bir kasabam vardı eskiden / Sarı
sularına / Yeşil gölgeler düşen / Sarı sularında / Beyaz ördekler yüzen / Bir
ırmak geçerdi içinden / Bir kasabam vardı eskiden / Başıma yemişler düşerdi
ağaçlarından L Çimenlerine gömülürdü a yaklarım / Çınarlarında adım /
Göklerinde uçurtmalarım vardı / Kasabam, ırmak ve bütün anlattıklarım / Duruyor
yerli yerinde / Yalnız kaybettiğim bir şey var / Boşalan ellerimde” şiirim o
günlerimi verir.
Sonra, babam Maltepe Piyade Atış
Okuluna tayin edilince, Pendiğe taşındık. Lodos köpüklerinin bahçesinde
parçalandığı bir yalı, ailece mehtabı parsellediğimiz bir taraça ,aylığı onye
di liraya bizim olunca sevinçten deliye döndük. Beş kuruşa bir tepsi canlı
balığı alır günlerce yerdik. Yanaklarıma renk geldi. Hergün bir tahtayı yontup
gemi yaparak denize indirmekten dünyanın en büyük armatörü olmuştum. “Hep
korsan masalları, deniz şarkıları dinledim. / Küpeşteleri parçalanmış
teknelerde seren direklerinde / Bütün yıldızlar benimdi çocukluğumda” bu
dönemin mısralarıdır. Helâl olsun!
6 / HASAN ALİ YÜCEL’E İNANCIMIZ
İLKİN OĞLU CAN YÜCEL SAÇINI KESİYOR
Ver elini “Ankara Erkek Lisesi”.
Orhan Veli Kanık’ın taş mektebi. Şimdi yerine “Hacettepe Hastanesi” yapıldı.
Oradan Sıhhiyedeki “Atatürk Lisesi”ne taşınıyoruz. Fevziye Abdullah Tansel,
Nurullah Ataç, Cevdet Kudret Solok, Süleyman Toros, Safiye Hatay, Adnan Cemgil
gibi hocaların en krallarına rastlıyorum. Eğitim yönünden gerçekten biz çok
şanslı , bir nesil mişik. Bugünün koşulları içinde, günümüz kuşaklarına ve bazı
öğretmenlerine korkuyla, tiksintiyle bakıyorum. O yıllar, her öğretmen bir
otoriteydi. Osmanlı tarihinin çökülüş devrini anlatırken ağlayan bir Enver
Koray’ımız, Remziye Baturbaygil’i miz vardı ki, dinlerken teneffüse çıkmazdık.
Bir gün bahçeye topladılar. “Hasan Ali Yücel geldi” dediler. O zamanlarda saç
kesme zorunluğu çıkmış ve bazılarımız kızlara fiyakalarımız bozulur diye bu işe
dudak bükmüştük. Rahmetli Yücel, küçük ve özlü bir konuşma ile, ağabeyce bize
fazla saçın pislik olduğunu anlatmış ve onuncu sınıf öğrencisi olan oğlu Can
Yücel’i göstererek, “İşte bakın önce oğlumun saçını kestirdim” demişti. Bu
güzel ve efendice jesti, o zamanki çocuk yüreğimiz bile değerlendirebilmişti.
Ertesi gün koca Lisede saçı uzun tek öğrenci kalmamıştı.
7 / YAZARLIK VE GAZETECİLİK
BAŞLIYOR AYŞE ABLAYI TANIYORUM
Öğretmenimiz Fevziye Abdullah
Tansel çok kıymetli bir edebiyat tarihçisi, aynı zamanda kelimenin tam
anlamıyla bir öğretmendi. Kompozisyon dersini onun kadar iyi öğreten bir ikinci
hoca düşünemezdik. Günümüzün iyi oyun yazarlarından Turgut Özakman da onun öğrencisiydi.
Birgün bana, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın külliyatını, o mütevazi bütçesi ile
hediye ediverdi. Sonra, Halit Ziya Uşaklıgil bütün haşmetiyle geldi. Kim ne
derse desin, Halit Ziya Türk romanının temel taşıdır. Bugünün nesli onun “Kırık
Hayatlar”ını, “Aşkı Memnu”sunu mutlaka bilmelidir. “Mavi ve Siyah” ona yalnızca
bir giriştir. Bu yıllar on kuruşa tahrir, yirmibeş kuruşa aşk mektubu ve de
ikiyüzelli kuruşa Bilmece Mecmuasına çocuk hikâyeleri yazdığım zamanlardır. İlk
şiirim Yarımay’da 1943’de, ilk hikâyem aynı yıl Ahmet Muîıip Dranas’m “Çocuk”
Mecmuasında çıkıyor. Radyofonik Piyeslerim de “Vatan Fedaileri”, “Çalışan
Kazanır” adları ile bu yıllarda Ankara Radyosunda Çocuk Saatinin aradabir
tekrarlanan programları oluyor. Aynı zamanda aktörlüğe de Neriman Hızır’ın
“Ayşe Abla”nın yardım ve teşvikiyle bu yıllarda bulaşıyorum. Her piyesteki
rolümüz için Devlet babadan 417 kuruş alıp 83 kuruş vergi ödüyoruz. Beş hafta
olan aylarda elime geçen 20 lira 85 kuruşluk gelir o zamanlar, 13 yıl 75 liraya
yüzbaşılık, 8 yıl 98 liraya binbaşılık yapan babamın bütçeciğine katılınca ayda
on lira taksitle bir radyo alabiliyoruz. Hiç unutmam on ay sonra radyonun
taksidi bitince annemle babam sevinçten ağlamışlardı. Yıllar sonra ben de
ev bark sahibi olunca, mobilyamızın taksidi
bitince karımla birlikte ağlamıştım. Kendimizi aldatmayalım, kubbede değişen
pek fazla bir şey yok. Yenicâmi de yapıldığı zaman yeniymiş!
Sonra, dünyanın en güzel çocuk
programlarını hazırlayan, Kolombia Üniversitesinden birincilik ünvanı ile
pedegoji diploması alan o en cici Ablaya, bizim ne yapsak hakkını
ödeyemeyeceğimiz kadına, dokuz yıllık hizmetine mükâfat olarak “Radyo ile
Rusya’ya işaret veriyormuş.” diye; otuz lira alarak, zaman zaman da sırf zevk
için parasız yaptığı işinden atarak teşekkür ettiler. Oysa bunun tek ve gerçek
sebebi: Radyonun bir yetkilisine her anlamda yüz vermeyişidir. Tam beş yıl
onunla çalıştık. Yıldız Kenter’den, Handan Uran’a, Meral Gözendor’ dan, Yaşar
Güvenir’e, Fikret Otyam’a, Selçuk Uraz’a Suna Kan’a kadar bir çok sanatçı onun
sanat okulundan yetişti. Şimdiki çocuk programlarının yavanlığına baktıkça onun
Ansiklopedi Britanikleri karıştırarak program hazırlamasının gerçekten enayilik
olduğunu daha iyi anlıyorum!
8 / “KIBRIS TÜRK’TÜR, TÜRK
KALACAKTIR!”
Annemle babamın zoru ile Lise
bitiminden sonra Hukuk Fakültesine gidiyorum. Roma Hukukuna bir sömestr
dayanabiliyorum. Eve haber vermeden kaydımı sildirip Dil Tarih Fakültesi
Türkoloji Enstitüsüne naklediyorum. Bu arada Cebeci çayırında “Kıbrıs Türktür,
Türk Kalacaktır” diye bağıranların arasına katılıyorum. Bir kamyon üstünde
konugma sıramı beklerken, “Sen önce konuşacaksın, ben önce konuşacağım” diye
birbirlerini yere atanları görünce kaçıyorum o meydandan, ilk şarapçıda iki
avuç leblebi ile bir şişe güm. Benim hayatımda hep böyle olmuştur. Çişim
gelince el yıkayacak yer soramam, “Nereye işenir” derim. Utanıp sıkılacağım
yerde yemeğe kalmam. Kalınca da doyana kadar, ya da bulduğumca yerim. Fakat
bizim toplum budur, değiştiremezsin. Ve de yadırganırsın, ilçelere bak, Savcı ile
Hekim, Yargıç ile Kaymakam kanlıbıçak lıdır. Birbirlerini dövdürmek için adam
ararlar. Mütegallibe öyle değildir ama, bir davarı fazla olan, bir davarı az
olandan saygı bekler. Özet: ît itin etini yemez.
9 / ANNEM SAÇLARINI YOLUYOR,
BAŞINI DÖVÜYOR
En sonunda Hukuk Fakültemin
imtihan sonuçlarını bek leğen anneme, Edebiyat Fakültesinden bir sömestir
atladığımı söyleyince, annem kelimenin tam anlamıyla başını dövmeğe, “Ben
edebiyatçı annesi mi olacağım” demeğe başladı. Bu biraz da onun bir
Topçukolağasınm konağından, üç evlâtlıklı bir evden gelin geldiği kocakapısmda
çektiği maddi sıkıntıların ürkün tüsüydü. Ben de onu memnun etmek için gazeteci
oldum! “Ab dülhâk Hamid büyük şairdir!” dememek için öğretmen olmamıştım.
Gerçekten o yıllarda bunu kabul etmeyenler bir müfettiş raporu ile vekâlet
emrine alınırdı. Benim için o yıllarda Tevfik Fikret’ten, Orhan Veli’den başka
şair yoktu. Ankara sokaklarında tanışmaya cesaret edemediğim Orhan Veli’nin
arkasından, kirli trençkotunun bir parçası gibi yürür dururdum. Babamın
efendiliği, dürüstlüğü, annemin fedakârlıkları beni küçük yaştan itibaren
kendimi kurtarmağa, eve yük olmamağa itmiş, en azından harçlığımı çıkarmasını
bilmişimdir. Bir ara “Kaynak” Dergisinin bayiliğin} bile yapmış, bu arada
“Edebiyat Dünyası”, “Yazı” gibi dergilerin bedava yazarlığının yanı sıra şarap
paramı kazandıran bayiliğini de yapmışımdır.
Tatillerde Noter yanlarında
kâtiplikler, sular idaresinde pu vantörlük yaparak arttırdığım paralarla babama
kol saati, anneme manto almışımdır.
10 / BİSİKLETLİ ZAMPİK
Bir ara, babam Jandarma Subay
Okulunda “Seferberlik” öğretmenliğini ek görev alınca, meslekî Jandarma
Dergisinde makaleler de yazmağa başlayınca maddî durumumuz birazıcık düzeldi.
Kırkbeş liraya alınan NSU Marka bisikletim, bütün Ankara’yı Esat Bağlarından,
Ayaş Dağlarına kadar benim yapıverdi. Portbagajım da o yıllara göre büyük
zampiklik sayılacak maceraları yaşamaya başladı. Yazları Teyzemin Kuzgun
cuk’taki evine geliyor, Boğaziçi tepelerinden Rumundan, Muse visine kadar bir
yığın kızla katırtırnakları topluyor, altı kuruşa bindiğim vapurla inmediğim
Boğaziçi iskelesi bırakmıyordum. “İstanbul Ekspres”e yaptığım röportajlar,
Ankara’da Akşam Haberlerine yazdığım hikâyeler de harçlığımı yeterince
çıkartıyordu. Bir yandan da, “Yeditepe, Varlık, İstanbul, Yedigün, Fikirler,
Ülkü, Yenilik” gibi dergilerde on sekiz
yir midört görüntülerine devam ediyordum. Şiirlerim, hikâyelerim
yayınlanıp duruyordu.
11 / EDEBİYAT FAKÜLTESİNDEKİ
ÇEVRE VE TOPLUMCU ŞİİRLER
1949 1953 yılları arası Ankara
Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Modern Edebiyat Öğretmenimiz
Profesör Kenan Akyüz’ün dersleri ve anlayışı dışında tamamı klâsik edebiyat ve
başlangıçtan bu yana Türk dilinin teorileri, lengüistikleri ile yitırildi.
Varlık Dergisini okuyan iki öğrenci ile adını duyan 5 talebenin dışında günümüz
sanatının kapısından içeri girmediği bir kışla düzeni içinde geçti. Bu yüzden
esasen bulaşmış olduğum gazetecilik benim için herşey oldu. Fakültenin
diploması ise Antalya yaylalarında bir yörükten aldığım kıl torbanın içinde
durmakta.
Günümüzün Şiiri konulu
münazaralar yapıyorum. Ben Orhan Veli’ye şair demeyenlere karşı modem şiiri
savunan ekibin şefi olarak dinleyicinin yarısı polis olan gurubun karşısında
“Neler Yapmadık şu vatan için” derken, tehdit anlamında parmaklar görüyorum.
1948’lerden bu yana biz de toplumcuy duk. Ancak ölçüyü elden hiçbir zaman
kaçırmadık. İşte örnekler :
"Kafa kâğıdında mı yazıyor /
Alnında damgan mı var J Niçin / Niçin herkes sana çingene diyor / Seni hakir /
Seni hor görüyor”.
“Siz ki bir odada yatıp kalkar? / Günde üç öğün yemeği unutanlar /
Yeni çıkan şarkılar satan çocuklar için J Heybelinin basilleri / Karacaahmet’in
servileri vardır / Ve Çin’de pirinç tarlalarında su içinde çalışanlar vardır /
Bu yandan çarklılar dünyasında”.
"Sen romans çalmayacaktın /
Ben aşk şiiri yazmayacaktım / Acılarından bahsedecektik insanların acılarından
/ Dullara koca, yetimlere baba bulacaktık / Hastalara şifa Anbarlara buğday olacaktık [ Ve silecektik
kaderi kara tahtadan / Uçbilinmeyenli bir denklem gibi”
‘‘Şu evdeki veremli bir yatak
için sıra beklerken öldü / Devir gene o devir / Diibürleklerin elinde bir
değirmen gibi dönmede”.
"Ve nerede dalgalara
bıraktığım çiçekler / Boyumdan küçük rüyalarım / Ekmek kavgasına düşmemiş
.insanlarım”.
‘‘İpek yüklü kervanlar geçerdi
rüyalarından / Oysa kemik yalardı aradabir / Sina çöllerinde bir bedevî vardı.”
“Mintan yırtık pantol delik çarık
partal / Dünyaya salan böyle salmış onları / Kimisi yol amelesi taş kırıcısı /
Kimisi çukur kazıcısı toprak taşıyıcısı”
“Ve karıştım köpükler gibi
okyanus dalgalarına / Fatiha yerine şiir okuyun bana”.
‘‘Güneşe karşı dikilir delik
pabuçlu ayaklar / Yalnızların isyanını ayaklar haykırır”.
‘‘Meydan okumalıyım Tanrılara /
Ufuklar benimdir, tahtalar sizin olsun”
“Azınlık mutlu / Çoğunluk mutsuz
/ Katık umutsuz”
“Sen Lorkesin / Gözlerin varla
yok arası / Kaderin körolası”
“Deryalar ortasında bir liman var
gemi uğramaz / Ve bir köy var Anadoluda tren durmaz”.
‘Tanrı görse
ürker yalnızlığımdan”.
12 / ANILAR
1960 yılında, Aziz Nesin’den sonra
Gazeteciler Cemiyetinin yarışmasında “Tanrıyı Dolandıran Dindarlar” fıkramla
ikincilik alığım. İstanbul Radyosuna hazırladığım 23 adet “Türk Yazarlarından
Örnekler” programlarının arasına Sait Faik’i 1961 yılında zorlukla kabul
ettirişim. Adı geçen programlarımın Kıbrıs Türk Radyosunda tekrarlanışı. 1953
yılında Yeni İstanbul Gazetesinde 43 gün tefrika edilen “Küçük İstasyonlar”
romanıma güç belâ 150 lira verişleri. 1959’larda Türkiye Gazeteciler
Sendikasının Haysiyet Divanı Üyeliğine seçilişim. 1969 yılında gazetecilikte
aralıksız geçen 25 yılım tamamlanınca, “T.C. Basın ve Yayın Turizm Bakanlığı”
tarafından (000388) ve 1974 de de (000131)numaralı “Basm Şeref Kartı” ile 2
defa taltif edilişim. Ve evini evim bildiğim Faruk Güvenç.
Evet, toplumda, hiç şüphesiz
hepimizin bir hikâyesi vardır. Benim gazetecilik hikâyem de; resmî kayıt ve
belgelere göre, Başbakanlık Basın ve Yayın Müdürlüğü Yayınlarından “Türkiye’de
Çıkmakta Bulunan Gazete ve Mecmualar” adını taşıyan 13 numaralı kitapla
başlamaktadır. İşte 1945 yılında yayınlanan bu kitabın 48. sayfasında ben,
Eflâtun Cem Güney ile birlikte 1943’den itibaren “Bilmece” dergisinin daimi
muharriri olarak tescil ediliyorum. O tarihten bu yana tam 30 yıl hayatım
sütunlar arasında, olaylar içinde geçti. Hayatımı, ekmeğimi, mutluluğumu,
yıkıntılarımı bunlarla kurdum. Bugüne kadar 6 kitabım çıktı. 53 Antolojiye
girdim. 4 defa jüri üyesi oldum. 5 konuşma yaptım. 4 sergiye katıldım. 13 ödül
aldım. Türkiye Radyolarında 239 defa şiirlerim okundu. İstanbul ve Kıbrıs
Radyolarında 54 defa “Türk Yazarlarından Örnekler” programım yayınlandı. Adıma
38 yazı ithaf edildi. 48 sanat soruşturmasına katıldım. 236 incelemem çıktı.
Dergilerde 293 defa şiirim, 93 hikâyem; Gazetelerde 593 adet çeşitli yazı,
fıkra, makale, röportajım yayınlandı. Hakkımda yazılan 393 yazı ve haber
vardır. Almanya’da Almanca olarak basılan “Instıtut Für Auslandsbezıehungen”
kitabında “Vapur Düdükleri” romanımdan bahsedilmiştir. Ankara’nın “Bayrak”
Gazetesinden, Kıbrıs’ın “istiklâl” ve İstanbul’un “Hürriyet” Gazetesine kadar
19 gazetede çalıştım. Muhabirlik, muharrirlik, istihbarat Şefliği, Sekreterlik
ve Yazı işleri Müdürlüğü yaptım. “Havadis”, “ikdam”, “Zafer” Gazetelerinin
kapanışım yaşadım. 4 defa işsiz kaldım. “Yarımay” Dergisinden “Varlık”
Dergisine “Son Saat” gazetesinden “Cumhuriyet”e kadar önüme gelen yerde çeşitli
yazılarım çıktı. Hâlen Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları Genel Müdürlüğünün Basın
Müşavirliğini yapmaktayım.
13 / VİRA DEMİR KAFTAN
Bütün bu yaşantı kesitlerinin
bana verdiği görüntülerle hazırlanan “Dağlara Giden Yollar” toplumsal bir ağıt,
sosyal milliyetçi bir analizdir. Tüm kuşaklara seslenerek: “Sesime kulak verin.
Mânen çökmek üzere olan bir toplumun tortusu, feryadıdır bu ses.” diyorum.
İnsanlar vardır, bütün
çocuklukları, bütün gençlikleri, tüm hayalleri denizle doludur. Bütün
hayallerini maviler parselle miştir. Denize karşı arkalarını dönüp oturmayı
denize saygısızlık sayar onlar. Yere düşen bir ekmek parçasına basmamak gibi
bir tutkudur bu. “Gemiler geçer rüyalarımda / Allı pullu gemiler, damların
üzerinden / Ben zavallı / Ben yıllardır denize hasret” mısraları dillerinden
dökülmez. Onların hayatlarında “Dinmiş lodosların uğultusu içinde yalılar”
vardır. Onların kalender hayatları, katmerli ekmek kaygılarının içinde daima
bir avuç yosun kokusu, iskelenin birisine yapışmış olarakdan yalnızlığa meydan
okuyan bir midye, hâlâ o şarkıların çalındığı gemiler geçmeyen ummanlar,
gemilerin uğramadığı limanlar vardır. Bakakalırlar giden gemilerin ardından,
atamazlar kendilerini denize, serde mertlik de vardır ağlayamazlar. Kanları
hâlâ tuzlu akar istiridyelerin kestiği yerden. Gün olur alır başlarını giderler
denizden yeni çıkmış ağların kokusunda, şu ada senin bu ada benim yelkovan
kuşlarının peşi sıra. Gün olur başlarına kadar mavi, gün olur deli gibi.
Ruhları sustuğu vakit martıların, kayalıklarındaki mezarlarında; o insanlar
topluma başkaldırır, bağırır, çevrelerini uyarırlar, mavilere, enginlere
iterler şehrin uğultusundan bunalan ruhları. İşte ben bir mavilik adaşı olarak
burada sizlere bir iki satırla kendimi vermek isterken denizle bulutun, gemi
ile insanın, kıyı ile enginin, balıkla yelkenin hiçbir kitapta bu kadar
inandırıcı olarak birleş mediğini belirtmek isterim. Bu kitapta insan bütün
yıldızların bizim olduğu çocukluğumuzu, dinlediğimiz korsan masallarını deniz
şarkılarım, liman fenerlerini, seren direklerini ve de küpeşteleri parçalanmış
tekneleri buluyor. Kendi kendine insan, “Gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın
şaşırma” diyor. Ve insan bu kitap için John Masefield’in “Gene denizlere dönmeliyim,
ıssız denize semaya / Bütün istediğim bir gemi ve yolunu gösteren yıldız / Çark
vursun, rüzgâr söylesin, beyaz yelkenler çarpsın havaya / Ve denizde sisli bir
fecir, bir fecir istediğim yalnız / Bütün istediğim rüzgârlı bir gün,
bulutların yarışı / Savrulan köpükler, serpintiler, martıların haykırışı / Gene
denizlere dönmeliyim serserilik hayatına / Martılarla, balinalarla o keskin
rüzgârlı yollarda t Bütün istediğim yolculuğun sonunda, bıkıncaya dek / Uyumak
rüya görmek ve bir gemici masalı dinlemek” mısralarını haykırmak isteyecektir.
işte bütün bunlardır “Dağlara
Giden Yollar” Onda mavilerin enginliği, mertliği, kalleşlikten uzaklığı,
dostluğu, efendiliği vardır. Kendini sanatına veren yürekler için bu kitap bir
övgü, bir tanıtma değildir. Denizi sevenlerin, denize tapanların müşterek
tutkusu, müşterek alınyazısıdır bu. “Denizi Özleyen” Anadolu çocukları için bir
bildiridir, tabiata çağrıdır. Oturup kalana da, koşup gidene de eyvallah, “Vira
Demir Kaptan”
14 / HAMİDİYE KUMANDANI RAUF BEY
“ÖNCE ÖPERLER ELİNİ SONRA ISIRIRLAR” DİYOR
Yıl 1956. Tercüman’dayken
mesleğimde çok şey öğrendiğim aziz patronumuz ve “Politika Galerisi”nin
unutulmaz yazarı büyük gazeteci Cihad Baban, “Dünün Meşhur Siyaset A damları”
adı ile bir seri röportaj hazırlamamı istemişti. Şükrü Kaya’dan Hilmi Uran’a
kadar konuşmuştum. Bu arada, Rauf Orbay’ın da kapısını çaldım. Aksaray’da
Bulvar Palas’ın üst katındaki bir odadan, Marmara’ya doğru pruva hattında seyir
yapan 3 muhribimizle iki denizaltımıza baktı. Hamidiye nin efendi kahramanı
Rauf Orbay ameliyattan yeni kalkmıştı. Kendini biraz huysuz ve huzursuz
hissediyordu. Telefonda röportaj yapmak istediğimi, fotoğrafçımızı da getirip
getiremiye ceğimi sorduğumda kızıvermiş: “Ben şimdiye kadar beyanat verdim mi?
Olmaz efendim, olmaz” demişti. Genç neslin çilekeş bir nesli araması,
şeklindeki nezaket ziyaretimi kabul etmiş, oturup konuşmak üzere anlaşmıştık,
işte o günden bana kalan satırlar.' Sesi hâlâ kulağımdadır:
“Siz daha çocuksunuz. Hayatın
mektebi yoktur. Kınla kınla öğreneceksiniz
herşeyi. Böyle herhangi bir insanın tavsiyesi olmadan çıkıp gelmişsiniz, iyi
ama evlâdım, ben sizi tanıyor muyum? Sizin benim için ne yaza
cağınızı nereden bileyim ben.
öyle değil mi evlâdım? E vet bir gazeteci olarak haklısınız. Fakat ben de
hususiyetini, mahremiyetini gizlemek isteyen bir vatandaş olursam. Köşesine
çekilmiş bir insanı nasıl efkârı umumiye
önünde teşhir edebilirsiniz değil mi evlâdım? Mahremiyetim benimdir. Sizin de
ona hürmet etmeniz gerekmez mi? Hem siz ikide bir de bana Hamidiye kahramanı
filân deyip duruyorsunuz. Ne kahramanı evlâdım? Vazifemdi benim o. Bir
Kumandan, bir asker başka ne yapardı yani ? Haydi evlâdım güle güle. Yook öyle el öpme. Buna alış mamalı
gençler. Hem el öpenlerin çoğu öptükleri eli sonradan ısırırlar. Haydi
güle güle evlâdım”
15 / ATATÜRK’ÜN BİR HİÇ YÜZÜNDEN
ASTIRDIĞI MİRALAY KASAP OSMAN OLAYININ GERÇEK YÖNÜ İLE OĞLU ALB. FARUK ERUS
ESKİ ASKERLER ÖLMEZ
1968 yılında İzmir’de Behçet
Uz’un önderliğinde 50.000 çam fidanı olan bir orman kurulmuş ve adına “Atatürk”
ormanı denmiştir. Burayı şimdi emekli olarak Çamlıca’daki köşkünde inzivasına
çekilen Deniz Albayı Faruk Erus kurmuştur. Bahriye camiasında “Kununî” diye
anılan, sevilip sayılan, dürüst, vakur, vatanperver bir asker ve yurtsever
olan, dostluğu ile iftihar ettiğim arkadaşım Faruk Erus, istiklâl Harbinden
sonra çevresinin tevzir, uydurma ve tertipleriyle Atatürk Hükümetini devirme
iddiasıyla İstiklâl Mahkemesinin karşısına çıkartılan burada delil
kifayetsizliğinden dolayı serbest bırakılmak üzereyken yeni bir tertiple
Atatürk’ü de ikna ederek astırılan Miralay Kasap Osman'ın oğludur. Ve bugün
Faruk eşine dostuna Atatürk büstü hediye ederek tarihin ve kaderin bu insafsız
yargısına büyük bir anlayış göstermektedir.
Bugün her anlamda modern fer
deniz müzemiz varsa bunun kurucusu, onarıcısı, müzeye eklediği akvaryuma kendi
özel koleksiyonundan balık getirerek, bunları satıp geliriyle aldığı boyalarla
tarihi kalyonları elleriyle boyayan Faruk Erus’dur.
istiklâl Savaşımızın mücahit ve
büyük Kumandanlarından, Anadolu’ya Atatürk’ten de önce geçerek Adapazarı
dolaylarında, kendi adına mühür kazdırarak Padişaha ilk başkaldıran bilâhare
Karadeniz Cephesinin ve Kastamonu bölgesinin ilk Kumandanlarından, mesleğinde
çok ünlü, “Kasap” namıyla maruf hemen
hemen her isyanın bastırılmasında görevlendirilen Kuvayi Milliyeei
Miralay Osman, “Ayıcı”, lâkabıyla mâruf Tümen Kumandanı Miralay Arif’le
birlikte ellerinde Milis Kuvvetleri bulunan iki Kumandanımızdan birisiydi.
Kasap Osman zaman zaman Topal Osman ile, bazen de korkak ve
kalleş bir asker olan jandarma Miralayı Osman’la karıştırılmış, hakkı yenmiş,
yanlış anlaşılmış, mert, cesur, birinci sınıf bir vatanseverdi. Burada onun
gerçek hikâyesini ilk defa gün ışığına çıkarmakla bu büyük askere de en normal
gazetecilik ödevimi yapmış oluyorum.
Miralay Osman Bursa’da kurulan
“Orduyu Tasfiye ve Cumhuriyet Ordusunu Kurma” Heyetinin Başkanı olarak ödev
yaparken, “Keî” namıyla mâruf Ali Çetinkaya’mn İstiklâl Savaşma katılmayan
bacanağını harbe girmiş gösterme talebini reddederek husumet ve garazını
kazanıyor. Bu husumet onu Çetinkaya tarafından Atatürk’e yapılan Hükümeti
devirme te şebbüsü mensuplarının içinde gösterilmesine ve İstiklâl Mahkemesi
tarafından mahkeme edilmesine kadar sürüklüyor. Ancak ilk hanımı öldükten sonra
iki defa evlenen Osman’ın hanımları arasındaki rekabetle kavgalar adamcağızı
bizar bırakıyor, hapiste bulunduğu bir sırada Milis kuvvetlerindeki
arkadaşlarından birisine “Bu kadım susturun” diye yazıyor. Onlar da öldürünce,
Ali Çetinkaya Miralay’m arkadaşlarına baskınlar yaptırarak tahkikatı,
derinleştiriyor, bir yerde bu mektubu bulunca Atatürk’e “Senin çok sevdiğin
adam karısını öldürtmüş” diyor. Atatürk de “Siz de onu susturun” diyor ve
İstiklâl Mahkemesi tarafından karısını öldürttü diye idama mahkûm ediliyor. 1926
yılında Ankara’da hüküm infaz ediliyor.
Olaydan 3 ay sonra, Miralay Kasap
Osman’ın silah arkadaşlarından Kâzım Özalp Meclise verdiği takrirde; “İstiklâl
Harbinde büyük yararlıklar gösteren Milli Mücadelemize Arabistan’dan getirdiği
1,5, milyon Arap altını ile katkıda bulunan Miralay Osman’ın bugün arkada
bıraktığı 4 çocuğu var. Bu çocuklar yarın büyüdüklerinde babamızı niçin astınız
derlerse ne cevap vereceğiz?” diyerek Ali Çetinkaya’ya bindiriyor. Bütün Meclis
üyeleri “Şehittir, şehit” diye bağırıyor ve merhumun Ulviye Toker, Mustafa
Erus, Faruk Erus, Vasfi Birol adındaki 4 çocuğuna da şehit maaşı bağlanıyor.
Hayatta böy lesine bir hiç uğruna asılmış kaç vatanperver vardır acaba T
Cumhuriyetin 50. yılında isyan ettiğimiz bu durum o zamanki haber alma, inceleme
olanaklarının azlığı sebebiyle de olmuştur hiç şüphesiz.Ancak Atatürk’ün arap
harfleriyle yazılmış nutkunda, İnönü’den “Konya isyanını bastırmak için kimi
vazifelendirelim?” dediğinde İnönü’nün önerdiği tek isim Miralay Kasap
Osman’dır ve Atatürk'ün verdiği vazife ile Konya Müftüsünü Konya meydanlarında
asarak isyanı bir celsede bastıran adam da Kasap Osman’dı.
Bu olayda bile büyük bir
yanlışlık olmuş, Kasap Osman isyanla uğraşırken. Atatürk, Çetinkaya’ya
“Konya’ya gidip bakı ver, Osman’dan ses çıkmadı” diyor. Çetinkaya hemen
Konya’ya ulaşırken, uzaktan gördüğü hareket halindeki sığır sürülerini, Ankara
istikametine yürüyen asiler zannederek derhal geri dönüp Atatürk’ün huzuruna
çıkıyor “Kasap Osman isyanı bastı ramamış, isyancılar üzerimize geliyor” diyor.
Görevi başarıyla tamamlayıp Ankara’ya dönen Miralay Osman bunu öğrenince
Çetinkaya’yı gördüğünde “Ne aptal adamsın” diye çatıyor. Çe~ tinkaya’nm Miralay
Osman’a husumeti bu olayla daha da büyüyor ilk fırsatta da hıncını alıyor.
Bu gerçek hikâyenin, ömrünü
vatanına ve milletine adamış bir vatanseverin hikâyesinin bir devamı olan oğlu
Faruk Erus’a ait kısmı da çok ilginç ve hazindir. Onu da Faruk Erus bakın bana
3 Aralık 1973 tarihinde nasıl anlattı:
“Ben öbür kardeşlerimle birlikte
şehit maaşı alarak büyüdüm. Heybeliada’ya Deniz Lisesine gireceğim zaman
mahalleye gelen polis tahkikat yaparken komşular, İstiklâl Harbinden sonra
asılan Kasap Osman’ın oğludur diyorlar. Emniyet de Milli Müdafaa Vekâletine“Biz
bu tahkikattan bir sonuç alamadık, hem babası asılmış deniyor, hem de şehit
maaşı alıyormuş, siz kararlaştırın” diyor. Tahkikat ve yazışmalar bu minval
üzerinde giderken Bahriye mektebinde o zamanki usule göre öğrenci adaylarından
raporu müsbet gelene askeri elbise giydiriliyor, gelmeyen de raporunun gelmesini
derslere sivil elbise ile girerek bekliyor.' Ancak hakkındaki sonuç belirli
olmayan bir ben kalmıştım. En sonunda durumumu Mareşal Fevzi Çakmak’a
bildiriyorlar. Çakmak Miralay Osman’ın bütün dramını bildiği için hâdiseye çok
üzülüyor, derhal telefonla Deniz Lisesi Müdürünü aratıyor ve sonradan Refah
Faciasında şehit olan o zamanki okul Müdürü Komodor Zeki Işm’a telefonla emir
vererek (Faruk bize Osman’dan emanettir, derhal elbisesini giydirip bana durumu
bildirin, onun babası istiklâl Harbimize büyük yararlıkları olan bir
Kumandandı.) diyor. Bu emir üzerine yarım saat içinde üniformam hazırlatılarak
giydiriliyor.”
Evet İstiklal Savaşımızda bir
namusu mücessem asker vardı. Bu askere Atatürk, “İç isyanları bastırmakta
gösterdiğiniz sürat ve başarıdan dolayı sizi tebrik ederim” demişti. Buna
karşıt bacanağını katılmadığı harbe katılmış göstermek isteyen Kel Ali ÇetinMya
tutmuş Atatürk’e “Bak senin sevdiğin adam karısını öldürtmüş, seni öldürmek
isteyenlerle birlik olmuş” diyerek silâh arkadaşlığının icap ve vecibelerini
kemir mişti, yitirmişti.
Gerçek kahramanlar Millet
yörüngelerinde ergeç yerlerini alır. Eski askerler ölmez!
“Mekânın cennet olsun, nur için
yat” Miralay Kasap Osman!..
16 / “ERTUĞRUL” FİRKATAYNÎNDE
“REFAH” ŞİLEBİNDE “T.C.G. ATILAY” VE “T.C.G. DUMLUPIN AR” DENİZALTILARINDA TEDBİRSİZLİK
YÜZÜNDEN 628 ŞEHİT VERDİK
Denizcilik tarihimizde
“Ertuğrul”, “Refah”, “Atılay”, “Dumlupinar” olmak üzere 4 deniz faciamız vardır
ki, yaptığım incelemelerle vardığım sonuçlara göre 4 facia da, ihmal, tedbirsizlik,
ilgisizlik yüzünden olmuştur.
1888 yılında İstanbul’dan
Tuğamiral Osman Kumandasında ayrılan “Ertuğrul” Firkateyninde 609 vatanevlâdı
vardı. Girit olayında, Arkadi’nin işgalini temin eden “İzzettin” gemisinde de
Çarkçıbaşılık yapan İngiliz Harty, “Ertuğrul’un kazan ve makineleri bakımsız
haldedir. Mutlaka kontrolü yapılmalıdır. Bu durumda sefer yapamaz!” şeklinde
rapor verdiği halde, yalnızca teknenin boyanmasıyla yetinilmiş, buna mukabil
İngiliz de görevden alınmıştır. Gemi n. Abdül hamit’in dostluk mesajını ve
Japon İmparatoruna bazı hediyelerini götürmekteydi. 7 Haziran 1889 tarihinde
Yokohama’ya varan “Ertuğrul” Japonlar tarafından büyük dost lukla karşılandı.
Türk Bayrağını görmek için limana koşan Japonlar “Banzây” sedalarıyla ortalığı
inlettiler. Ödevini tamamlayan gemi 14 Eylül 1889 pazar günü saat 13.00 de
İstanbul’a
Kaynaklar : Babamın silah
arkadaşı Orgeneral Rüştü Erdelhun’ Un Tokyo Ateşemllteriyken hazırladığı
Japonca ve Türkçe olarak Japonya’da 300 adet basılmış bulunan “Türk Nippon” ve “Türk De nizaltıcılık Tarihi"
kitapları.
dönmek üzere yola çıkarken, Hint
Okyanusunda tayfun mevsimine girildiğini ifade eden Japonlar 30 yaşındaki ahşap
teknenin mutlaka batacağını belirterek hareketin geciktirilmesi için ısrar
ettilerse de, ananelerine bağlı çok şerefli bir bahriyeli olan Amiral Osman,
emir aldığını, dönmeğe mecbur olduğunu belirterek teklifi kabul etmedi. Sonuç:
16 Eylül 1889 salı gecesi 540 denizcimiz fırtına sonucunda batan gemilerinde
şehit oldular. Gemisini terketmeyen Amiral Osman da şehitlerin arasındaydı.
40 yaşındaki 2230 tonluk “Refah”
şilebinde İngiltere’den alman 4 denizaltının öncü personeli olarak 163 denizci,
staja giden 20 havacı ve 17 geminin personeli olmak üzere 200 vatan evlâdı
bulunuyordu. Gemide 120 kişi alabilecek 4 tahlisiye sandalı vardı. 23 Haziran
1941 tarihinde Mersin’den hareketinden 4 saat sonra, çok muhtemel olarak o
sırada bize verecekleri denizaltılara büyük ihtiyacı olan Ingilizler tarafından
torpillenen geminin 3 sandalı da eskiliğinden denizde su alarak battığı için
ancak bir sandalla 32 kazazade geriye dönebildi. Denize dökülen 168 vatan
evlâdı köpekbalıklarının saldırılarıyla şehit oldular. Geminin filikaları
sağlam olsaydı, ya da kafileye 2 refakat muhribi verilseydi bu kaza da
olmayacaktı. Bu olaydan sonra da aylarca süren mahkemeler, çeşitli suçlamalar
oldu, fakat iş işten geçmişti. Artık hiçbirşey, “Deveyi kazığa bağlamadan bana
emanet etmeyin” diyen Allah bile Komodor Yarbay Zeki Işm’dan Er Hasan Tekin’e
kadar hiçbirisini yeniden hayata getiremezdi.
•
Çanakkale boğazının ağzındaki lûp
hatlarının kontrolü için görevlendirilen “Atılay” Denizaltımız, vayping mesaha
aleti nin İstanbul’da olması sebebiyle kontrolü yapılamadan aceleyle Gölcük’ten
İstanbul’a hareket ettirilmiş, 13 Temmuz 1942 de Moda’ya demirleyen geminin
burada alelacele kontrolü yapılarak 14 Temmuz 1942 de Çanakkale’ye varmış,
derhal göre
I*trp “]Loop” : (Sn altında gizli
seyir yapan denizaltı gemilerinin mıknatisiyetlerinin loop kablolarının
üzerinden geçerken Faraday Kanununa göre kablo üzerinde bir akım doğurması ve
bu kablonun kıyı cihazlarındaki rikorderlerde bir işaret kaydetmesidir.
Vayping : Geminin miknatisiyet
alanım sıfıra indirme işlemidir.
vine başlayan geminin 15 temmuz
1942 tarihinde saat 02.45 den itibaren Denizaltı Filosu Kumandanlığı ile
irtibatı kalmamıştır. Sonuç : 39 şehit.
Denizaltı Filosu Kumandan Vekili
Kurmay Albay Sadık Al tıncan’m Donanma Kumandanlığına verdiği 15363 sayı ve 29
Temmuz 1942 tarihli rapordan bilâhare 158 kelime “Luzumu na binaen”
çıkartılmıştır. Bu kelimelerde ne vardı acaba? Ya adı Atatürk tarafından “A.
Atılay” şeklinde konan denizaltı mızm teknik yetersizliği, ya personelindeki
eğitim yetersizliği,
— çünkü
gemi uzun süre haliçte tamire alınmış ve havuzdan çıkalı henüz bir hafta
olmuştu, dolayısıyla mürettebatta gemiye herhangi bir intibaksızhk olabilirdi —
ya da Çanakkale dışında II. Dünya Harbinde yerleştirilmiş antenli mayınlara
rastlanarak teknenin infilâk ettiği hususları vardı.
4 Nisan
1953 gecesi saat 01.42 de İsveç bandıralı “Naboland” şilebinin Süvarisi telsizi
ile “Çanakkaleden 3 mil mesafedeki mevkide meçhul bir denizaltı ile çarpıştık.
Acele yardıma ihtiyaç var.” mesajını veriyordu. Mesajdaki meçhul denizaltı Nato
manevralarından dönen bahtsız Türk denizaltisı “Dum lupmar”dı.
Olay sonunda şilebin süvarisi
Oscar F. Lorentzo 6 ay hapse, 250 lira para cezasına “Dumlupınar”m Kumandanı
Binbaşı Sabri Çelebioğlu da 20 ay hapse, 4100 lira para cezasına 11 Nisan 1958
tarihli Mahkeme Kararıyle çarptırılmışlardır Bilirkişinin raporu; Müsademe esnasında
Vardiya Subayı olan Üsteğmen Hasan Yumuk’un “Sancak 15” şeklindeki Kumandanı o
sırada Kumanda Köprüsüne çıkan Gemi Kumandam Binbaşı Sabri Çelebioğlu çeşitli
emirlerle değiştirerek müsademeyi kaçınılmaz hâle getirmiştir şeklindeydi. Bu
yüzden de 7 Mart 1955 tarihinde Mahkemeye verdiği dilekçede, “Şehit
denizaltıcılarımızın hatırası maznun Sabri Çelebioğlu’na karşı kin derecesine
vardığından” diyerek, Ankara yolcu gemisinin süvarisi Kaptan, Şefik Göğen
bilirkişilik üyeliğinden istifa etmiştir.
Sonuç: 81 denizaltıcımızm ve 3
dakikada alarm dalışı yapan çok üstün vasıflı bir denizaltı gemimizi
kaybettiğimiz olayda belki de yukarıda da belirttiğimiz gibi tamamen geminin
Kumandanı Binbaşı Sabri Çelebioğlu suçludur. Nitekim modern denizaltıcılığımızm
“Baha'larından olan o zamanki Donanma Kumandam Tümamiral Fahri Korutürk de 4
Nisan 1956 yılında “Erkin” Denizaltı ana gemisinde yapılan törende okunan
mesajında, “Biz eski denizaltıcılar, 4 Nisanı nerede olursak olalım, hangi
hizmette bulunursak bulunalım, hayatta oldukça daima bugünü hararet ve
heyecanla hissedeceğiz. Ey bugünün ve yarının denizaltıcıları, bu meslekte
kaldığınız müddetçe, denizaltı hizmetinde ve gemide aldığınız görevde hata
etmemeğe bakacaksınız. Denizaltı hizmetinde bulundukça, atış bitmiş, dalış
tamamlanmış ve imlâ kesilmiş olabilir. Herşey sakin, gökyüzü parlak ve deniz
mavidir. Fakat bütün bunlara rağmen vazifede gevşemeden daima dikkatli
olacaksınız. Bunu yapabilirseniz tehlikeler aleminin üstüne çıkmış
olabilirsiniz” diyordu. ,
Kazalar daima olur, hepimizin de
başına gelebilir. Ancak içinde ihmal bulunan kazalar vebâli ile de birlikte
gelir.
17 / YEDİ AYDA (14) YEDEKSUBAY NEDEN
ÖLDÜ ?
Ankara Piyade Yedek Subay
Okulunun 40 ve 41. dönemlerinin devam ettiği 1954 yılında Mevki Hasta hanesinde
yatan 14 Yedeksubay öğrencisi apandisit ameliyatlarından 5—6 gün geçtikten
sonra yaralarının apse yapması sonucunda öldüler. Buna tesadüf diyebilir miyiz?
O dönemde Kemal Kandaş, Doğan Onat, Nihat Bali, Celâl Şahin, Nus ret Ersöz,
Orhan Köprülü, Ekmel Hürol, Çetin Köroğlu, Sudi A baç, Turhan Oğuzbaş da
öğrenciydi. Bazen memleketimizde tesadüfen yaşanır, tesadüfen ölünür, hiç
itirazsız kabul edelim, bu yargı doğrudur da. Önce tahkikatlar açılır,
Komisyonlar kurulur. Zaman geçer herşey unutulur. Ölen öldüğü ile kalır.
“Niyazi” olur. Bu olaylardan kurtulabilmenin yolu, yıllar sonra da olsa üstüne
gidebilmekdir. ilâhlara kurban arandığında daima bulunur “Refah” batınca da bir
takım suçlular bulunmuş, “Yola çıkacaksın” denildiği halde, Kafile Kumandanı n.
Denizaltı Fi lotilası Kumandanı Güverte Yarbay Zeki Işın ile Şilep Süvarisi
İzzet Dalgakıran’a bu uğurda canlarını verdikleri halde, gıyaplarında “Niçin
yola çıktılar, madem ki gemi yetersizdi”;
“Ertuğrul”un her türlü kurtarılma
tekliflerini reddederek gemisi ile birlikte Japon denizlerine gömülen Kumandam
Tuğamiral Osman’a “Mademki tayfun mevsimiydi, emri dinleme seydi.”
denilebilmiştir.
18 / MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN KEFENİNİN
ALTINDAN SAKALINI GÖRDÜM
Sana bir gazetenin telâş,
almteri, nikotin ve pişmanlık kokulu istihbarat odasından rotatiflerin
gürültüsü, telefonların zilleri içinden sesleniyorum. Sana en yakın hatıram
pelerininle Ankara sokaklarından bir marş, bir âyet gibi geçtiğin çocukluk
yıllarımdan çok, 1953 yılında Etnografya Müzesinden, A mtkabir’e son yolculuğunu
yaptığın günlere dairdir. O gün seni otuzdokuzuncu dönemin vazifeli bir Yedek
Teğmeni olarak adım adım takip etmiş, bir gazeteci olarak halkın tarafından
nasıl aşkla sevildiğini ellerimle tutarcasına görmüştüm. Seni son defa ve en
yakından görebilmek için apartman pencerelerine, direk tepelerine yirmi saat
önceden çıkıp kalanlar, seni yolundan bir saniyecik olsun alıkoymak için
çırpınıp duranlar, bu yağmurlu, bir karanlık İstanbul havası içinde şimdi
yüreğime öylesine çöreklenip duruyor ki...
Tabutunu son defa taşıyanlar,
senin Anadolu’ya ayak attığın zamandaki gibi rütbesiz, nişansız, şatafatsız
Mehmet’lerindi. Toprağa verildiğin anda, ruhunun bütün isyan ve hasreti ile
memleketinin toprağına atıldığın vakit orada yanında bulunanların o senin adını
“Bismillâh” ile ağzına alan Mehmet’ lerin, şu üç beş satırlık kalender anıyı yazan gazetecin
şahittir ki, beyaz kefenin altından sakallarınla birlikte gömülünce ye dek
geçen. 15 yıl çizgileri bile kaybolmadan kalabilen yüzün o günden bu yana bütün
büyüklüğü, bütün gerçekliği, bütün anlamı ile içimizde, yüreğimizde çivili gibi
durur.
Her doğan gün, her kopartılan
takvim yaprağı, her güneşin batışı, her hatırlanış seni biraz daha büyütüyor.
Bu ölçüler içinde seni biraz daha anlamaya çalışıyoruz. Seni daha anlamadık. Bu
mutlu anlayış, seni yeniden buluş, bizden çok gelecek nesillere nasip olacak.
Her gelen nesil seni biraz daha çözerek, sana biraz daha yaklaşarak hayattan
uzaklaşacak.
Şimdi Dolmabahçe’nin yollarına
dökülen yapraklara, şimdi demir atan gemilere, şimdi havada çizikler bırakan
jet uçaklarına bakışımızda ve şimdi muharebe eder gibi yaşadığımız yirminci
asrın hengamesi içinde, nutkuna başımızı eğdiğimiz her anda hayata yeniden
doğabiliyorsak, gamdan, kederden kurtulabiliyorsak, bu sana giden yolların
içinde olduğumuzdan ötürüdür. Seninle ilgili olarak bir yığın lâf edebiliyor
sak, bu biraz da “Edebiyat” olabilir. Gerçek olan, büyük ve
değişmeyen bir şey varsa, ne
zaman darda olsak, ne zaman kara düşüncelerin içinde boğulsak, ne zaman yaşama
gücümüz azalsa sana koştuğumuz, adında gelecek güneşli günleri buldu ğumuzdur.
Ve gerçek olan, büyük ve değişmeyen birşey varsa, o da devrimlerinin hergün
yeni baştan özetlendiğidir. Bunun için de “Kubilay”m unutulmayacak yazarı Fuat
İşhan’m belirttiği gibi; “Devrimciler daima tetikde duracaktır.”
19 / ATATÜRK’ÜN BABAMLA TELEFON
KONUŞMASI
“Çanakkale Savaşı ve Jandarmamız”
“Jandarma Neferinin Cüzdanı” “Jandarma ve Seferberlik” adındaki 3 eseriyle 76
meslekî makalesi olan askerî bir muharrir olduğu halde, Atatürk ile yaptığı
konuşmanın hâtırasını hiç yazmadan “Nakkaş baba”daki mezarına kadar götüren
Jandarma Albaylığından emekli ve merhum babam, arada bir Atatürk ile ilgili o
çok ilginç hâtırasını anlatır ve sağlığında bunu yazmama izin vermezdi. Eski
insanlar, eski askerler böyleydi. Hâtıralarını hem severler, onları korurlar,
hem de dile düşürmezlerdi. Şimdi babamın ölümünden 10 yıl sonra bu çok manidar
hâtırayı ilk defa yazıyorum:
(Yıl 1934, aylardan nisan.
Önyüzbaşı rütbesiyle Gebze ilçemizin Jandarma Kumandanıyım. Gece telefonum
çaldı ve Devlet Demiryolları Haydarpaşa Hat Amirliğinden, Gebze civarındaki
demiryollarından bir kısmının civatalarmm söküldüğünün bekçiler tarafından
tesbit edildiği bildirildi. Ertesi sabah da Atatürk tren ile Ankara’dan
İstanbul’a gelecekti. Derhal vaziyete el koydum, yaptığım kısa tahkikat sonunda
o zaman gündelikle çalışan yol işçilerinin ücretlerini vermeyen müteahhiti
tehdit için bu yola gittiklerini tesbit ettim. İki saat içinde de hattaki arıza
giderildi. Ancak Atatürk’ün yardakçıları boş durmayıp, olayı büyülterek; “Size
suikast tertiplenmiş, İstanbul’a sakın gitmeyin. Durum vahim.” şeklinde tahrik
etmişler.
Böyle olaylarda Atatürk daima,
olayın içindeki sorumluya güvenir; subayına, askerine kesinlikle inanırdı.
Görevimi bitirip eve döndüğümden yarım saat sonra, sabaha karşı saat dörtte
telefon çaldı, karşı taraftaki ses, “Ben Başyaverim, sizinle Atatürk hazretleri
konuşacak” dedi ve hemen aradan çekildi. İşte ondan sonra hayatımın en kıymetli
konuşması Atatürk ile aramda şu şekilde cereyan etti:
— “Gebze
Jandarma Kumandanı Önyüzbaşı Nurettin, emredin Kumandanım.”
— “Yüzbaşım,
tren yolundaki durum ne merkezdedir, anlat bakayım.”
Vaziyeti bütünaçıklığı ile
kendilerine anlattım. Beni hiç kesmeden dinledikten sonra:
— “Peki
evlâdım, memnun oldum, teşekkür ederim, Allah rahatlık versin!” dedi ve telefon
kapandı.
Ve de ertesi gün Atatürk
Gebze’den geçerek İstanbul’a gitti. En küçük bir tereddüt geçirmeden,
programında en küçük bir değişiklik yapmadan. Ordusuna, Subayına inanan bir
büyük askerdi Atatürk).
20 / GÜRSEL’DEN MADANOĞLU’NA
KADAR KARIŞIK ANILAR VE'NURİ AMCAMIN EĞERİ
Ben “Dağlara Giden Yollar”a
çıkarken, trafiği çok sıkışık ekmek kavgamın içinde, günlük tutacak zamanı
hiçbir vakit bulamadım. Kitabımı gazetelerde çıkan yazılarımın esintilerinden
yararlanarak meydana getirdim, örneğin, Orgeneral Cemal Gürsel, birgün Florya
Deniz Köşkünün kapısında, kolumu tutarak; “Ayhan Kurucu Meclis de iyi
çalışamıyor, bizi de rahat bırakmıyorlar. înönü bir söz etti, seçimleri
yapmakta sayısız yarar var dedi sallandık. Bir lâf daha etse gümbür gümbür yıkılırız. Dertleştim, sakın yazma ha”
demişti. Şimdi 13 yıl sonra ilk defa yazıyorum.
Ankara Garnizon Kumandanı
Korgeneral Cemal Madan oğlu da, bir İstanbul ziyaretinde, “Toplumumuzun çoğu
nurcudur, aramızda kalsın” demişti. Bunu da burada 13 yıl sonra anıyorum işte.
Amcam ve isim babam Emekli Albay
Nuri Hünalp, (Biz İstiklâl Savaşını nasıl kazandık sanıyorsunuz? Atatürk elli
metre ötede bir ateş görüp de sigarasını oradan yakmayarak kibrit çakıp, onu
ziyan eden vatansızdır” derdi. Biz de emirlerin yazıldığı zarfları atmaz, ters
çevirip içine yeni bir emir koyarak aynı zarfı ikinci defa kullanırdık.
Bindiğimiz atın e ğerini kendi aylığımızla alırdık) derdi.
21 / İSMET PAŞA ÇALIM İSTEMİYOR “DERİN
SUDA BOYVERME!” DİYOR
Hürriyet’teyken, her yaz
Heybeliada’ya gidip, İnönü’nün çivilemeleri ile ilgilenirdik. Bir gün bana;
“Derin suda boy verme” demişti. O zamanki “Doktor” dediğimiz ve çok sevdiğimiz
Yazı İşleri Müdürümüz Adnan Tahir de, bunu manidar bir şekilde değerlendirerek
gazetenin birinci sayfasından göstermişti. Haberi okuyan İnönü, ertesi günü
eşine “Hanımefendi, bunlar insanın öksürüğünü bile değerlendirirler” demişti.
Bu arada bir ziyaret için kapıya çıkarak az ilerde bekleyen bir paytonu çağıran
İnönü’ye, onun bu konuşmasından haberi olmayan Eminönü İlçe Başkanı Kemâl
Çilingiroğlu, “Paşam paytonu çağırdım, gelecek” deyince, gülerek “Hadi canım
sende, şuna bakın benim çağırdığım araba ile bana çalım yapıyor” demişti.
22 / ÖZÜR DİLEYEN İNÖNÜ
Muhalefet yıllarında İstanbul’a
gelen İnönü’nün aktüel konularla ilgili beyanlarının gazete tefrik edilmeden,
hepimize verilmesini sağlamış, aksi halde kasitli olarak atlatılan gazete
olursa, bilâhare bizim de kendisine boykot yapacağımızı söylemiştik. O da bunu
makul karşılamış, böylece çok güzel bir centilmen anlaşması yapmıştık. Bir
Ramazan günüydü.' Sanırım 1959 yıllarında, Milliyet’ten Nedret Selçuker ile,
Dünya’dan Güngör Göktan, Hasan Pulur, Ayhan Yetkiner, Orhan Peksayar ile
kendisini bulduğumuzda “Söyliyeceğim birşey yok” demişti. Bilâhare Cumhuriyet
ile Hürriyet’ten gelen iki arkadaş küçük bir beyanat almışlar ve böylece ertesi
sabah, bir önceki gün vazifemizi yaptığımız halde bizi atlatmışlardı. Bunun
üzerine. İnönü’ye durumu açıkladığımda o gün tertiplediği basın toplantısında
herkesin huzurunda bizden özür dilemişti. Şimdi Anadolu Ajansında çalışan
Sabahat Toktamış ile İstanbul Sanayi Odası Neşriyat Müdürü Babür Ardahan da
şahittir buna. O günkü CHP kadınlar kolundan olup da sonradan DP’ye transfer olan
bir hanım da bana, “Şimdi rahatladınız mı, adama özür dilettiniz de” demişti.
23 / İNÖNÜ SORDU, “KİM BU ADAM?”
DP — CHP bağlantılarının koptuğu
ve en sertleştiği yıllardaydık, înönü ani olarak İstanbul’a gelmiş ve
kapitilasyon lar konusunda Câğaloğlu’ndaki İl Merkezinde bir basın toplantısı
düzenlemişti. Yanında Genel Sekreter Kasım Gülek de vardı. Tam başlarken, Vali
Ethem Yetkiner odaya girerek, “Paşam basın toplantınızı menediyoruz,
konuşmanızda suç olacak noktalar olabilir.” demişti. Kısa bir süre düşünen
İnönü, Gü lek’e dönüp, “Kim bu adam” deyiverdi. Bir anda Yetkiner manen
yıkılmıştı. Gülek: “İstanbul Valisiymiş” deyince de film tam kopmuştu. Bunun
üstüne salonda bulunan gazetecilerin: pasif mukavemetlerinden burun korosu da
başlayınca perde inmişti... .
24 / CHP’NİN VE İNÖNÜ’NÜN BASINLA
OLAN TERS MÜNASEBETLERİ
Memleketimizin 1955—1970 yılları
arasında basınla ilgili bağlantısı en zayıf, en acemice ve vefasızca olan
partisi CHP; lideri de İnönü’dür.
Ben hiç bir partiye kayıtlanmadan
çalışmaya ve böyle ölmeği de gazetecilik mesleğine en iyi yakışan bir yemin
olarak kabul etmişimdir Bu bakımdan kim ne derse desin, davranışlarında en
tarafsız olan gazetecilerden birisiyimdir. Cumhuriyet’in muharrirlerinden Sadun
Tanju’da bunu “Kim” Dergisinin 5. sayısında, “Çalıştığı gazetelere rağmen daima
tarafsızlığı ile tanınan Ayhan Hünalp” diye belirtmiştir.
1950—1960 yılları arasında tam on
yıl, İstanbul Ekspres’' den, Ankara Akşam Haberleri’ne ve Tercüman’a kadar
çalıştığım bütün gazetelere muhabir olarak muharrir olarak, İstihbarat Şefi ve
Sekreter olarak daima muhalefete ait haberleri mizacım ve yaratılışım
itibariyle elimden geldiğince koyup de ğerlendirmişimdir. Aynı yıllarda Kasım
Gülek Karadenizde binlerce vatandaş tarafından karşılandı diye yazdığımız haberleri
yalanlayan, “üç kişi” karşıladı diye tekzipler yollayan Valilere, Şahap
Balcıoğlu, Nedret Selçuker, İlhan Engin, Güngör Göktan’la müşterek imzalı
yazılar yazarak “Hayır, Vali olarak siz yalan söylüyorsunuz” diyebilmiştik. İş
başındayken daima CHP’nin yemeklerine, İnönü’nün yaşının kutlanmasına,
balolarına çağnlmışımdır. Ne vakit ki, işsiz kalmışımdır, ne vakit ki,
mesleğimde 30 yılımı doldurarak aktif gazetecilikten uzak laşmışımdır,
ilgililerden bizi hatırlayan çıkmamıştır.'
Gürsel’in ihtilalden sonra,
Sakarya motoru ile Floryadan Heybeliada’ya İnönü’yü ilk ziyaretini tesadüfen
öğrenerek ben haber vermişimdir. O zamanlar Hürriyet’teydim. Bu gazetenin haber
alma bakımından, hakkı olan bir avantajı ve şansı vardır. Kendisine haber
verenleri, kolaylık gösterenleri çeşitli yönlerden memnun ettiği, onüre ettiği
için herhangi bir yere “Hürriyet’ten arıyorum” dediniz mi akan sular durur.
Küçük gazetelerde çalışırken çok zorda kalınca maalesef bu numarayı yapardım.
Fakat bu sefer gerçekten “Hürriyet” Muhabiri olarak köşkü aradığımda Nöbetçi
Yâverden, Gürsel’in İnönü’yü ziyarete gittiğini, ancak Heybeliada’da bu
ziyaretin haber verileceği sorumlu bir şahsın bulunmadığını öğrenmiştim. Bu
arada Başyaver bu duruma yardımcı olmamı isteyince bu sefer vatandaş olarak işe
girişip, konunun önemini ahçı yamağından ahçıya, ahçıdan oda hizmetçisine ve
oradan da Erdal İnönü’ye atlayarak duyurmuştum. Bu işin üzerine düş meseydim, o
gün rahmetli Gürsel İnönü ile görüşmeden dönecek ve çok garip, nahoş bir durum
olacaktı. Olay Milliyet Gazetesinde yayınlanan Metin Toker’in anılarında da
aynen yer almıştır.
İnönü’nün bende; “Sayın Ayhan
Hünalp’a, 24.4.1960” yazılı imzalı fotoğrafı, elimi ve yanağımı tutarken
çekilmiş 5 ayrı pozda fotoğraflarımız vardır. Bunlardan iki tanesini, “Üço tuz
Para” adındaki kitabımın ikinci baskısına, gazetecilik anılarımdan sözederken
koymuştum. (Öbürleri de bu kitabımda dır.) Ki, bu tutumum, tarafsızlarla OHP’yi
tutmayan okuyucularımın tepkisi ile karşılaştığından aleyhime olmuştu, işte o
kitabı kendisine gönderdiğimde bana İnönü’nün teşekkürü “Ali Ihsan Göğüş”
imzası ile gelmişti. “Kitabımızı alan Sayın İnönü çok memnun oldular, teşekkür
ediyorlar” diye Gaziantep olaylarından ötürü cezaevinde yatarken bana yazdığı
mektuplarda, “Cağaloğlu’ndaki kargaşalar ne âlemde?” diye soran Ali İhsan
Göğüş, bu aktarmacılık görevini kabullenmemeliydi. Mesleğimde aldığım en gülünç
ve acıklı cevap bu olmuştur benim için. İnönü bizzat cevaplandırsa ne olurdu?
Cevaplandırmadı ne oldu? Yalnızca “Hiç”. Protokole bu kadar düşkün olan
İnönü’den 23 Nisan 1970 tarihinde,
BMM.’nin 50. yıldönümünde Nizamet tin Nazif, benim hıncımı almak ister gibi
ısrarla “Bir yanak ver bakalım” diye tutturmasın mı?.. Sağır kulağı için bir
işitme aracı isteyen bir vatandaşa da İnönü sadece “geçmiş olsun!”
yazabilmiştir. Bu da çevresindeki yetersiz yağcılardan olmuştur. O’na mektupla
birlikte bir küçük apereyin de yolan masının gerektiğini hatırlatanlar
bulunmamıştır! Ancak, topluma ve halka inmeyen bir örgütle lider sorulursa
cevabım:. “CHP ve İnönü’dür”.
28 / İNÖNÜ — ECEVİT
İnönü memleketimize demokrasiyi
getiren adamdır hiç şüphesiz. Ancak bunun bütün kurallarım uygulayan adam
mıdır? Bu sorunun cevabı tereddütsüz hayırdır. Dâima “Ben” olarak çıkmıştır
ortaya. İleriye atılışları daima “Ben” dir. İhtilâle giden Demokrat
Partililere, “Sizi ben bile kurtaramam.” demiştir. Hem de kasıla kasıla. Nitekim Ecevit ile Kırıkoğlu’ nun
kendisine karşı açtıkları mücadelede, “Biz Padişahın kapıkulu askerleri
değiliz” demelerinde; “Ya o ya ben” diye ortaya çıkmış, yenilgisini de Ecevit’i
kutlayarak yeni bir zaferle süslemesini becerememiştir. Oysa demokrasi biraz da
oyları ile yenenleri, oyları ile yenilenlerin kutlayabilmeleri sanatıdır.
Ecevit ki, bir siyah
trençkotundan, bir eski makinesinden, bir vefakâr eşten ve de sanatçı bir anne
ile borcu ve inşaatı henüz bitmemiş 128 metrekarelik bir katı ile eşine ait bir
küçük arsasından başka hiçbir şeyi olmayan çok efendi bir şair politikacıdır. İsmet Paşa gibi bir kurta
karşı bir zafer kazandığında, ona bir yenilgiyi tattırdığında, İnönü kalkacaktı
yerinden, öpecekti Karaoğlanı. O zaman işte gerçek demokrasinin uygulanmasını
görürdük! Yer yerinden oynardı işte. Oysa İnönü soluğu Yalova’da alarak benim
bu konudaki bütün ümitlerimi yitirdi...
Ben İnönü’yü hata ve sevaplarıyla
severim. Onu Atatürk’ ün silâh arkadaşı, İstiklâl Harbimizin, modern
Cumhuriyetimizin kurucularından olarak sayarım. Tercüman Gazetesinde Siyasi
Muharrirlik yaptığım 1955 1960 yıllan arasında 2 defa' Konya’ya otomobille
gidişinde İnönü’ye refakat etmiş, Taşlık’ ta, Maltepe’de ve Heybeliada’daki
evlerinde yaptığı 50 den fazla basın toplantısı ve hasbıhallerinde bulunmuştum.
Hele denizden çıktığında kendisini sahilde bekleyen Mevhibe Hanım efendi’nin
elinde havluyla koşmasını hiç unutamam. O şefkatî heykelleştiren eşsiz bir
eşti. Sekizbin kitabı aşan çalışma odamı da yıllarca önce yan yana çıkardığımız elle
riyle yanaklarımı seven
fotoğrafları süsler. Ancak Ecevit’e de söylediğim gibi; “İnönü’nün büyüklüğü,
biraz da bizim ona olan aşırı sevgimizden ötürüdür. İnönü gerçekte o kadar
büyük değildi. Bizim ona olan aşkımız çok büyüktü.”
Bunları biraz da şunun için
kitabımda belirtiyorum. Biz de bir insanı aşırı ölçülerle yüceltmek, oturtacak
yer bulamamak “Milli haslettir.'”. Sonra da o adamı tıkacak delik bulamayız. Bu
memlekette birgün gelmiş Mareşal Çakmak, “Komünistlerle işbirliği yapıyor”
denilebilmiş, o şerefli asker en iğrenç ve şen’i şekilde itham edilmiş, hem de
bu Meclis kürsüsünden yaptırılabilmiştir. Gelecek kuşaklar, tarihin akışında,
her konuyu gerçek buutları içinde incelemeli, gerçek yerine koyabilmelidir.
Onlara ne kadar çok olumlu olumsuz
malzeme bırakabilirsek, yarın gideceğimiz yerde rahat uyuruz.
29 / ATATÜRK’ÜN ÇİFTLİĞİ
İNÖNÜ’NÜN TAŞLIKTAKİ MASASI
Meslekdaşım Metin Toker, Hürriyet
Gazetesi’nin 30 Ocak 1974 tarihli sayısında yayınlanan “İnönü’nün Hatıra
Defterinden Sayfalar” adındaki yazı dizisinde; Atatürk’ün Ankara’daki Gazi
Orman Çiftliğini Devlete satmak istediğini, oranın Devlete ait vasıtalarla
çiftlik haline getirildiğini hatırlatan İnönü’nün Atatürk’e “Satmak doğru
değildir, devretmelisin!” dediğini Atatürk’ün de bunu kabul ettiğini yazıyor.
Özet: bu usulsüz devir işine tevessül eden Atatürk’ü İnönü önlemiş. Bu üstünde
bile durulmayacak kadar yanlış ve' ters bir yorum. Öylesine ki. Atatürk
mezarından çıkıp da “Evet doğrudur” dese bile inanamayacağımız kadar ters bir
yorum. Herşeyini Milletten alıp Milletine, arkadaşlarına veren rakısını bile
leblebi ile içen Atatürk’ün Milletine çiftlik satması tüyler ürpertici bir
itlıam. Zaten Metin’in bu yazısı başından sonuna Milletimize ters düştü.
İnönü’ye “Bizi sarhoşların eline bırakıp nereye gidiyorsun?” diyen halkdan
tutun da bütün işlerin gece toplantılarında yapıldığının, gündüz hiç iş
yapılmadığının yazılmalarına kadar... Biz gene Çiftlik konusuna dönelim. İnönü
burada gösterdiği basireti keşke, Lütfi Kardarm İstanbul şehri adına hediye
şeklinde verdiği ya da metrekaresi 10 kuruştan, sattığı Taşlık’taki arsayı
kabul etmeyerek gösterseymiş. Bugün değerine fiyat biçilemeyen o yer için “Olmaz
böyle şey!” diye kabul etmeseymiş.
30 / TALÂT SAİT HALMANTNT KÜLTÜR
BAKANLIĞINDAN AYRILIŞI
Türkçeyi, İngilizceyi en iyi
bilen şairlerimizden, Amerika’da 3 Üniversitede Edebiyat Profesörü olan Talât
Sait Hal mart, Nihat Erim Başbakan olunca telfonda onun “Memlekete lâzımsınız,
gelin” demesi üzerine derhal bütün işlerini bir rakarak Türkiye’ye gelmiş ve 12
Mart 1970 muhtırasından sonra kurduğu Hükümette “Kültür Bakam” olmuştur.
Yakinen tanıdığım vatanperver ve idealist dostum Talât Sait Halman ne sağda, ne
solda efendi bir sanatçıydı. Hiçbir tarafa angaje değildi. İyiden, güzelden
yanaydı. Muhsin Ertuğrul’a plâket verince “Solcu” derlerdi. Mevlâna ihtifaline
gidince “sağcı yobaz” derlerdi. Onbir Bakanın ayrılışı olayına da katılmamıştı.
“Bu olaydan haberim olmadı, olsa ben de katılırdım” demişti. Bunu müteakip yeni
kurulan Kabinede Nihat Erim ona yeniden Kültür Bakanlığı görevini vermiş o da
yeni Hükümet programının redaksiyonu üzerinde çalışırken bir gün çalan telefon,
“Mesainize teşekkür ederiz, sizin Bakanlığınızı lağvettim” diyivermişti. Talât
Sait Halman ne yapmıştı? Erim’in hanımının bir tanıdığının iltimasla Operaya
alınmasını önlemişti. Devlet Opera ve Tiyatrolarının aşırı masraflarını, 1
milyonu bulan İstanbul — Ankara harcirahlarını onaylamamıştı. Bu arada
Ankara’da boş duran Opera için dekor yapan marangozlara “Boş oturacağınıza,
çalışıp da işlerini yetiştiremeyen tiyatronun marangozlarına yardım edin”
demişti. Yangın tedbirlerinin kifayetsizliğinden ötürü yetkilileri uyarmış,
onları cezalandırmıştı. Talât hiçbir şey yapmasa da, “İstanbul Kültür Sarayı”nm
adını, “Atatürk Kültür Merkezi” yapmıştı. Yanlız bu yetişirdi. Sonra ne oldu?
Talât Sait küskün ve meyus Amerika’ya döndü, aylarca boş kalarak eski işlerinin
kontratlarını yeni baştan sağlamağa uğraştı ve de kısa zamanda eski durumundn
daha iyi duruma da geçti. Olan memlekete oluyordu. Bakin çevrenize, yüzlerce
binlerce Talât’ların ne büyük aşkla koştukları yurtlarından, ne büyük
kırılmalarla dışarıya gitmeleriyle doludur. Talât’ın bütün mektupları vatan
hasretiyle doludur. Onda daima gerçek vatanperverlerin yakarışları vardır.
Talât Sait Halman şiirsel bir ağıttır. Vatan hasretiyle tutuşan bir yürektir.
31 / TUĞGENERAL EKREM BABACAN IN
EMRİ ALBAY TALÂT AYDEMİR VE GENERAL
FARUK GÜVENTÜRK
1953 yılında, 39. dönem yedek
subaylık devremizde, Ankara’da Piyade Yedek Subay Okulu Kumandanı Tuğgeneral
Ekrem Babacan’a — o zaman Dışişleri Bakam olan Fuat Köp rülîi’nün bir gün bile
izin almadan ödev yapan oğlu — Orhan Köprülü ile emirsubayı olmuştuk. Haftada bir
de “Ankara” gazetesine beş liraya hikâye yazarak vaziyeti idare ediyordum. Bir
gün soyadı gibi gerçekten de “Babacan” olan Kumandanım beni yanma çağırarak,
“Oğlum Ayhan, yarın yeni dönemin yemin merasiminde ben bir konuşma yapacağım,
taburları teker teker dolaşarak
Asteğmenlere; ben konuşma yaparken sağ kolumu kaldırdığımda sağol diye
bağırmalarını, sol kolumu kaldırınca da alkışlamalarını tembih et” dedi.
Bilindiği üzere askerlikte emir ve bunlara itaat vardır. “Başüstüne” diyerek
emri yerine getirdim. Fakat, Kumandanımın içi rahat etmediğinden, durumu
merasim provası sırasında bütün Yedek Subay Alayı içtima halindeyken, bizzat
kendisi de tebliğ etti. Hatıramı “Kim” dergisinde yazmıştım. Ve de merasim günü
durum Generalin istediğinin tamamen tersi oldu. Ne alkışlayan ne de “Sağol”
diyen çıktı. Çünkü; sırayı şaşırmışlardı.
1960 ve civarı yıllar, benim
çoğunlukla ordu ile ilişkilerimi artırdığım devrelerdi. Biraz da emekli bir
askerin oğlu olarak bu konuda bir hayli geniş muhitim olmuştu. îki üç haftada bir 66j Tümen Karargâhına gider, o
zaman ismi ile resmi sık sık gazete sütunlarına geçen General Faruk
Güventürk’ün yemeğini yerdim. Her gidişimde, “Gazetenin arabasını yolla
beklemesin, benim arabamla dönersin” derdi. Zaman zaman donanmadan emekliye ayrılarak aramıza
katılan ve hâlen TRT Diyarbakır Î1 Temsilciliğinin sürgün muhabirlerinden Oğuz
Toktamış da bulunurdu. Bir süre sonra Güventürk, Kayseri Menzil Kumandanlığına
tayin olundu. O sırada çalıştığım Hürriyet adına Haydarpaşa Garına bir buket
çiçekle giderek kendisini uğurladım. Garda, eşleri ile kendisini uğurlamaya
gelmiş 40—50 subay vardı. Tren hareket ederken Güventürk, Tümene ait bir
hoparlörden, “Aziz İstanbul’lular! Aranızdan ayrıldığım şu sırada...” diye
bütün gara hitap etti ve hiçbirşeyden haberi olmayan bir çok yolcu da durumu
bir hayli garip buldu. 'Güventürk ile ilgili bir başka hatıram da, “21 Şubat”
olaylarından sonra affa uğrayarak Ankara’dan İstanbul’a gelen merhum Albay
Talât Aydemir’e aittir. Kendisi ile aldığım randevu üzerine Yazı işleri
Müdürlerimizi ziyarete geldiği Hürri yet’in kapısında ayaküstü konuşurken,
“Albayım, sizin harekâtta Güventürk de vardı? Sonradan anlaşmazlık mı oldu”
demiştim. Hiç unutmam, dişlerini sıkarak ve hırsla, “Gayet tabiî vardı, hiçbir
anlaşmazlık da olmadı. Son dakikada dönüş yaptılar. Kalleşler...” dedi.
Bunun üzerine aynı konuda yanımda
TRT den Oğuz Tok tamış olduğu halde 66. Tümen karargâhında konuştuğumda
Güventürk bana, şu cevabı verdi: “Askerlikte ve Kurmaylıkta durum vardır,
durum. Talât’ın müdahale ettiğinde durum değişmişti. Bunu ieabettirecek vaziyet
yoktu.”
32 / CHP MİLLETVEKİLİ Hasan
TEZ’İN VEHMİ
1956 yılında, Ordu Yolcu gemisi
ile Hopa’ya kadar gidecektik. Kasım Gülek vapurun uğradığı her iskeleye
çıkarak, iktidara veryansın ediyor, bütün seçmenin elini sıkarak da bü^ yük
ilgi görüyordu. Ekipde, CHP’li Milletvekillerinden daima güleryüzlü, daima
efendi Kâmil Karıkoğlu, Esat Mahmut Ka rakurt, rahmetli Doktor Faruk Ayanoğlu
ve Hasan Tez, mes lekdaşlarımdan da Şahap Balcıoğlu, Nedret Selçuker, Ayhan
Yetkiner, Ali Utku, Güngör Göktan vardı. Kerempe kayalıklarına geldiğimiz zaman
geminin makine dairesinde çıkan bir ar:za yüzünden 2 saat açıkdenizde
hareketsiz kaldık, bu arada Süvarinin kulağıma çıtlattığına göre de hafifçe
kayalıklara doğru sürükleniyorduk. Bilâhare hergey düzelip geçirdiğimiz
tehlikeden bahsedince, Hasan Tez, “Bu bir tertiptir, iktidara gelelim bu
geminin makine personeline işten el çek tirteceğim”, demesin mi. Hızını bununla
da alamıyarak, devrin Ulaştırma Bakanına telsiz telgrafları çekmişti.
33 / MENDERES, “ATIYORSUN
SÜLEYMAN, HEM DE ÇOK ATIYORSUN” DEDİ
2
7 Ocak 1960 tarihleri arasında, Adana ve dolaylarında imar gezisine
çıkan rahmetli Başbakan Adnan Menderes’e, çalıştığım Tercüman Gazetesi adına
refakat ediyordum. Gezide, o zamanlar Yenisabah’da çalışan Kâmuran Özbir ile
Milliyet’ten İlhami Soysal da vardı. Adana Regilatörüne uğradığımızda,
aramızda bulunan dokuz on Genel
Müdürle ilgililere ve ikiyüz üçyüz kadar arabası ile korteje katılarak gelen
zengin Adana’ lıya, bizim yazmamamız şartı ile köy sayısının 40 binden 10 bine
indirileceğini söyleyen Menderes, izni hilâfına bunu yazan Mil liyetten îlhami
Soysal’a ertesi gün gücenmişti. işte o gün Türkiye’nin sulama problemleri ile
ilgili bir hususta şimdi hatırlı yamadığım bir soruyu, Devlet Su İşleri Genel
Müdürü Yüksek Mühendis Süleyman Demirel’den sordu, aldığı cevap üzerine de
gösterişli ve mübalâğalı kahkahalarla gülerek, “Atıyorsun Süleyman, hem de çok
atıyorsun” dedi. Bu olay benim sanatçı ruhumda isyan uyandırmış, defterime,
“Bir Genel Müdür ucuz bir espri için ufak bir unutkanlığı yüzünden herkesin
içinde küçük düşürülmemelidir” diye not almışım. İhtilâli müteakip Tercüman’da
yazdığım fıkraların bir tanesinde de bu konuyu işlemiştim. Yazım, 21 Haziran
1960 tarihli Tercüman’da yayınlanmıştı. Sanatçı dostum Oktay Akbal da bu
yazımdan 10 Mayıs 1970 tarihli Cumhuriyetteki fıkrasında geniş olarak söz
etmişti. Şimdi o yazımdan bazı satırları alıyorum:
(Atıyorsun Süleyman, hem de çok
atıyorsun sözü, beşuş çehreli Menderes’in şuuraltından taşan bir ruhsal
durumdu. Öylesine bir şuuraltı tortusundan taşan ruhsal durum ki, bir Umum
Müdürün, bütün meşgalesi yalnızca Sular idaresine ait işleri tedvirden ibaret
bir Umum, Müdürün işlerini bilmediğini ileri sürerken, her işi yalnızca kendisinin
bilmesine imkân olmadığını da unutuveriyordu. Oysa Menderes, köylerin sulama
vaziyetlerine kadar bildiğini ifade etmek, çevresindeki dalkavuklara bunu teyid
ettirmek için ucuz bir reklâm yolu bulmuştu. Sulama işleri bitirilen 1000
nüfuslu, bir ilçenin Umum Müdür tarafından unutulmasına müsamaha etmiyor, .buna
kapaklanıyor ve büyük bir taktikle istismar edebiliyordu. Keşke Başvekil
herşeyi biliyorum fikrine kapılmayıp da bildikleriyle yetine bilseydi. O
kasıla kasıla “Ben kendime sabık
Başvekil dedirtmem” diyordu. Bu insanı kurdeşen yapabilecek kasıntılarda,
kendisi ile resim çektirmek için inekler gibi üst üste çıkan, birbirlerinin sırtlarına abanan
dalkavukların, mürayilerin, çanak yalayıcıların az da olsa mutlaka rolü
vardır.)
34 / BAŞBAKAN DEMİREL’ÎN BAYRAM
NAMAZLARI
Gazetelerde çalışanlar bilir. Hiç bir gazetenin foto muhabirini herhangi bir istihbarat şefi, kendiliğinden her hangi bir camiye yollayarak sabah namazı vazifeye koyamaz. Bu kabil işler birgün önceden ilgililerce bildirilmedikçe tesbiti imkânsız ölü ve “muhal” işlerdir. İşte bu yönden bakınca, Başbakanı namaz kılarken beyaz tekkesi ile cemaat arasında göstermek isteyenler, aslında çok sunî olan bu kabil zorlamalarla onu küçük düşürmektedir. Çünkü; artık bizim okuyucumuz da, “Tanrı ile kul arasında kalması gerekli” olayları tefsir edebilmekte, onun samimiyet derecesi ile ilgili notunu verebilmektedir. Nitekim Ramazanda daima iftardan önce birşey yerken fotoğraf çektirmeyi bilhassa itiyat haline getiren İnönü’nün, Konya’ya her gidişinde Mevlânayı ziyaret ettiği halde bunu objektifi ile hiçbir fotomuhabiri tesbit edememiştir. Çünkü İnönü hiçbir zaman buna izin vermemiştir. Sonuç : Demirel kılacağı namazın mizansenini bile hazırladı.
35 / MENDERES POLETİK BİR
VATANSEVERDİ . YASSIADA DURUŞMALARINDAKİ ŞAHİTLİĞİM
Evet, rahmetli Menderes, yolu
yanlış olan, çeşitli sebeplerle yanlış yollara itilmiş poletik bir
vatanseverdi. 1950 1960 yıl lan arasında, ben de bir yazar olarak, sanatçı
olarak, “Onu bir kere değil, yüz kere aşmalı” dedim. Fakat, yıllardan sonra
şimdi değişen şeylerin çok az olduğunu görünce, “yazık oldu” diyorum. Zaten
bana birgün; “Bazı toplumlar tenasül organı gibidir. Fazla okşanmağa gelmez.
Sukoyuverir !” diyen “27 Mayıs” cı Numan Esin’in kulaklarını çınlatmakla
geçiyor günlerim.
Evet, burada uçakla bir yurtiçi
gezisinden dönerken, bütün ışıkları söndürterek, Ankara’nın üzerinde üç tur
attıran ve elini omuzuma koyarak, “Geceleyin Ankara’nın güzelliğine bakın,
bütün memleket böyle aydınlanacak” diyen ve bunu derken gözleri duygu ile dolu
dolu olan adam da bir vatanperverdi. Ancak, yolu çok yanlış, sapık ve çakıldı.
Bunun borcunu da boynu ile ödedi. Acaba bunda İnönü’nün çok sert
muhalefetinin,CHP’nin yıkıcı fısıltılarının hiç rolü yok muydu? Ve de
Demirel’in bugünkü yoluna girişinde de ters bir değerlendirme ile gene
İnönü’nün yumuşak muhalefetinin rolü vardır diyemez miyiz?
16 Aralık 1960 tarihinde Yassıada Mahkemesinde “Topka pı
Olayları Davası”nda şahit olarak dinlenen 7 gazeteciden birisi de bendim. Bazı
arkadaşlar, objektifliğin dışına taşarak, “İnönü Topkapı’da öldürülecekti,
bunun için tertip yapılmıştı” dediler. Bu durumda benim ifadem çok tarafsız
kaldı. Kemâl Aygün’ün avukatı Abdulhak Kemal Yörükoğlu konuşması savunmasına
aldığı gibi, müdafaasından bir nüshasını da bana hediye ederek, “Mert bir
gazeteciymişsin, bunu sakla, evlâtlarına verirsin” dedi. Aynı şekilde eski
patronlarımdan Cevdet Perin de, “Boldlaire dünyayı şairler idare etseydi çok
başka olurdu der, senin ifadenden sonra buna biraz daha inandım” dedi. Oysa ben
bu ifadem yüzünden İstanbul Radyosundaki “Türk Yazarlarından Örnekler”
Programından oldum. Tanıklığımdan 1 ay sonra, büyük bir zevkle yaptığım
programlar sebepsiz yere kaldırıldı. Bu olayı bilhassa yazdım. Türkiye’de
tarafsız olmak çok zor, hatta imkânsızdır. Ben hiç bir partiye kayıt olmadan
öleceğim halde, solcusu, sağcısı, Halk Partilisi, Demokrat veya Adalet
Partilisi daima beni itham etmiş, hiçbir zaman anlayamamıştır. Çünkü bizde
daima herhangi bir tarafa angaje olunur, angaje olunmanız istenir. Ortadaki' adam
mutlaka bir duvara yaslanmak istenir. Kulüpçülük gibi particilik yapmayana
renksiz denir.
17 Aralık 1960 tarihinde, Yeni
İstanbul, Vatan, Cumhuriyet, Havadis, Tercüman, Milliyet, öncü gazetelerinde
çıkan ifademi aynen aşağıya alıyorum:
“Topkapı olaylar] ile ilgili
müşahadelerim başlıca 3 noktada toplanmıştır. Vazifemi o akşam Yazı İşleri
Müdürümüz Semih Tuğrul ile Tevfik Erol vermişlerdi. İnönü’nün Yeşilköy’e
inişinden Maçka’ ya gidişine kadar olacak muhtemel olayları en yakından ve
içinden izleyecektim. Sabahleyin Yeşilköy’e gitmek için Topkapı’dan geçerken
yol kenarında istirahat halinde bir piyade bölüğü gördüm. Aralarında sivil
guruplar da vardı. Havaalanı kavşağında bir trafik müfrezesi fotomuhabirimiz
Çetin Şencan’la beni yasak diye aîıkoydu. Ankara’ ya gideceğimi söyleyerek,
cebime koyduğum kullanılmış bir uçak biletini göstererek vazifelileri atlattım.
Havaalanında Şemsettin Giin altay, Esat Mahmut Karakurt, Faruk Ayanoğlu, Orhan
Birgit ve 100 kadar CHP’li vardı. İlgililer karşılayıcıların ancak üçer kişilik
guruplar halinde beklemelerine göz yumuyorlardı. Hava yavaş yavaş bozuluyor,
ağırlaşıyordu. Gazeteye telefon edip erken baskılık haberim olacak dedim. Hava
meydanındaki pistlerin çevresinde mevzilenmiş piyade erleri vardı. Kendi
kendime, düşman havadan indirme mi yapacak dedim. Topkapı’da da “înönü buradan
geçemezsin” yazılı dövizi görünce, daha bir hafta önce aynı yerden Yunan
Dışişleri Bakanı geçmişti. İnönü’nün bu kadar da hakkı yok mu demiştim. Herşey
normal bırakılsaydı hiç bir şey olmayacaktı. Uçak geldi, partilileri
karşılamaktan alıkoydular, terminalin camları kırıldı. İnönü’yü başka vasıta
ile götürmek istediler, itişip, kakışmalar oldu. FotomuhabiriT mizin makinesi
kırıldı. Ben karşılayıcı numarası ile İnönü’nün hemen arkasındaki arabadaydım.
Ellerinde sopalar olan bazı müfrit Demokrat partililer arabanın tavanına
vuruyor, kortej ilerliyemiyordu. Polis gazbombası atsa tecavüz edenler
dağılırdı. Nitekim Sultanahmet’de böyle dağıttı. İnönü'yü Topkapı’da öldürmek
istediklerini sanmıyorum. Böyle bir tertip olsaydı, biz mutlaka duyardık,
fakat, arabadan çıksaydı belki sopalarla öldürülebilirdi. Nümayişi kaba bir
gövde gösterisi olarak kabul ediyorum. Kemal Aygün müfrit bir politikacı
değildi. Hiçbir Vatancephesi ocağında tek kelime ile İnönü’ye saldırmamıştır.
Bunu geçen yıl Dünya Gazetesinde çıkan bir beyanatında bizzat İnönü de
belirtmiştir.”
Bu şahitliğim için ilk
patronlarımdan Mithat Perin de bana “Çok efendilik ettin, dünyayı şairler
idare, etseydi, günlerimiz daha aydınlık olurdu” demiştir.
MENDERES’İN “YASSIADA’DAKİ GÖRÜNTÜSÜ
İlk günler bir yanımıza
yazıyorduk, notlar alıyorduk. Bütün söylediklerini bir bir not tutuyorduk. Sonra sonra dinlemez, yazmaz, umursamaz olduk. Her
taktiği gibi, bu sefer de, “Muhterem Reis Beyefendi”li tiratları, dialoglan
toptan iflâs ediverdi. Elle tutulur, gözle görülür hiçbir yönü, aklı çelen
hiçbir özelliği kalmamıştı. Daima iki elini önünde kavuşturuyor ve daima başını
sağ tarafa doğru eğiyordu. Kuvvetli bir hafızası vardı. İşine gelenleri daima
hatırlıyor, gelmeyenleri ise daima unutuveriyordu. Bütün cevaplarında işine
gelmeyen bir durum buldu mu, “Hatırlıyamıyorum Reis Bey” diyordu. Genel olarak
ve çoğunlukla daima vefasızlık ediyordu. En yakınlarına bile daima ihanet
ediyordu. Daha ilk celselerde ünlü sopranomuz Ayhan Aydan’ın rahminden hasta
olduğunu, bu yüzden de Suzan Sözen ile meşgul olmağa başladığını fütursuzca
açıklayıvermişti. Karısı Berrin Menderes’in şahadetinde ise, kendisi ile ancak
bir kere göz göze gelmiş, bu arada
zevcesinin verdiği selâma mukabele bile etmemişti. Ya yıllarca kendisine hizmet
eden, tam on yıl kölelik eden Müsteşarı Ahmet Salih Korur için ne demişti?
Almanya’da kocası öten kızma, teselli parası olarak ve Almanya’ya dönebilmesi
için Menderes’in müsamahası ile meşhur “Örtülü ödenek”inden 4,000 lira
verdiğini söyleyen Korur’a cevaben:
“Hayır Reis Beyefendi, böyle bir
şey hatırlamıyorum” di yebilmişti. Geyikli olaylarında, müntehir Namık Gedik
için ne yapmıştı? “Hadiseleri bizzat Gedik takip ediyordu ve çok müteharrik
durumdaydı” dememiş miydi? Çanakkale rıhtımına vapurdan indirilmeyen 2 CHP’li
Milletvekili için ise “Mahalli DP teşkilâtına ait bir iştir” derken, DF’liler
bile kulaklarına kadar kızarmamış mıydı? Çok uzun ve teferruatlı konuşuyordu.
Kötü bir aktör, değersiz ve yeteneksiz bir mukallitti. Konuşmalarında bir kere
bile Bayar’ı siyanet etmemişti. Bir kere de zamanında sevgili Î1 Başkanı olan
Kemâl Aygün’ü, ifadesi sırasında, “Bu hususları Aygün Bey bana söyleyebilirdi,
kendisi ile çok samimiydik” demişti. Daima riyakâr, daima mübalağalı nazikti.
Avni Doğan’! n tanıklığında da, “Avni Beyle çok iyi dosttuk. Bana Adnan böyle
olmasın diyebilirdi” demek suretiyle dinleyicileri önce güldürmüş, sonra
uzun uzun düşündürmüştü. Kabul ettiği
tek hata, tek karanlık nokta, tek antidemokratik husus yoktu. Neredeyse, “Biz
çıkalım, sayın subay beyler içeri girsin” diyecekti, tş bir buna kalmıştı. Daha
ilk günden “Muhterem Subay Beyefendiler” tabirinin yaratıcısı olmuştu. Sonra
ihtilâlin samimiyetine inandığını söyledi. Savunmalarında ise, ezilip
büzülmeleri ile alm yere değecekti. E sasa girmeyen lâflar anlamına, “yan
sözler” deyimini buldu. Kendini korurken hiçbir zaman Zorlu’nun mertliğini
gösteremedi. Özet: Menderes’in Yassıada’daki görüntüsü, çok karanlık ve de
karmakarışıktı. Mevlâ rahmet eyleye!..
36 / ZEYTİN YİYEN MERSEDESLİ
CUMHURBAŞKANI
Bazı liderlerin yanlarında
herhangi bir kuvvetli basın Müşaviri bulundurmayışmın acısını en önce o lider,
sonra da toplum çeker. Bunlardan înönü ile ilgil örnekleri 22/24/28/29.
anılarımda verdim. Şimdi Cumhurbaşkanı Sunay ile ilgili bir iki meslekî anımı
veriyorum. Varto yer sarsıntısında, Sunay’m çadıra konmuş bir yatakta üzerinde
battaniye ile çekilen ve gazetelere A. A. tarafından dağıtılan fotoğrafı
gereksiz bir pozdu. Gazetelerimize koyduğumuz bu fotoğrafa okuyucularımız
gülerek ve istihza ile cevap verdi. Çünkü herkes “ o akşam Sunay’m çadırda
yatmasına lüzum yoktu” şeklinde düşünmüş, orduevinde yattığını da öğrenmişti;
Bunun yamsıra, 1969 yılının sonlarına doğru, bir zamanlar çok sevdiğim meslekdaşım
Cüneyt Arcayürek, Sunay ve eşi ile bir röportaj yaptı, Sunay’ dan “Her ay borç
ödeyen Başkan sabahlan zeytin yiyerek kahvaltı ediyor”diye belki de mecburen
bahsetti. Ancak bunu bir fotoğraf ile çelişerek tekzip etti. Şöyle ki, aynı
yazıda, papyon bağlamış iki garson Sunay ile eşine sabah kahvaltısında servis
yapıyordu. Oysa yazıda Sunay’larm tevazuu veya idareli bir hayat yaşamayı
sevdikleri verilmek isteniyordu. Sokaktaki adam “papyon gravatlı garsonlar
insana zeytin vermek için hizmet etmez!” diye düşündü. Kaldı ki, Milletvekili
seçimlerinde aynı gazete oylarım kullanmak üzere Başkan ile eşinin seçim
sandığının bulunduğu yere ayrı ayrı
Mersedesle e binerek, gittiklerini, Florya’da denizden kuma çıkınca ayağı yanmasın
diye metrekaresi 170 bin liralık saray halılarının yere serildiğini de
yazmıştı. Bunun yanı sıra aynı gazetede yayınlanan Sunay’a ait Yeşilyurt’taki
muhteşem katta okuyucuya küçük gösterilmek üzere cepheden işaretlenmemiş, yan
taraftaki dar cepheli oda belirtilmek suretiyle gösterilmişti. Gülünç ve hazin
olan, Sunay’ın çok normal olan bir kat alışı veya en iyi yiyeceklerle kahvaltı
edişi olmayıp, gerçeği aşırı ve sübjektif ölçülerle küçülterek göstermek
tutkusuydu. Bu tutku da gazeteci Cüneyt Arcayürek’den çok, çalıştığı gazetenin
özelliğiydi.
37 / AHMET OĞUZ’UN BASIN KÎNÎ 33 / BÖLÜKBAŞININ ABACILIĞI
CHP, İstanbul Î1 tdare Heyeti
Osman Bölükbaşı’nm ve bazı yöneticilerin katılmasıyle bir toplantı
yapacaklardı. Biz de
o sıralarda dağılacakları
söylenen CMP yöneticilerinin durumu tesbit için o zamanlar Milliyet Gazetesinde
çalışan Nedret Selçuker ve Hürriyet'ten İlhan Engin, Cumhuriyet’ten Hilmi Yavuz
ile İl merkezine damlamıştık. Daha biz sorumuzu sormadan, Ahmet Oğuz, dişlerini
gıcırdatarak ve karakteristik telâffuzu ile, “Yazamayacanız işte, dağıldığımızı
yazamayacanız” deyip duruyordu. Tepinen bir çocuğun hırsı vardı.' “Beyefendi,
biz leş kargası değiliz, dağılırsanız dağıldığınızı yazarız, dağılmazsanız
dağılmadığınızı yazarız. Bunun ötesi bizi hiç ırgala lamaz” demiştim. Neredeyse
kapışacaktık. Bölükbaşı’nm araya girmesi ile olay kapandı. Olaya tanık: Yılmaz
Tunçkol.
39 / GÜN ALTAYIN BASIN TOPLANTISI
Rahmetli Şemsettin Günaltay’ın
lütfen CHP Î1 Başkanlı ğını, yaptığı günlerde, kendisinin bir parti
kuracağından, adının da “Köylü Partisi” olması ihtimalinden bahsediliyordu. O
günlerde yaptığı bir basın toplantısında konuya ait herhangi birsoru sormak
kimsenin aklına gelmemişti. Basit bir formülle, basın toplantısından atlatma
haber çıkarmanın yolunu buldum. Başkanlık odasındaki sandalyelerden birisine
bıraktığım trençkotumu bilhassa unutup bir süre yürüdükten sonra, arkadaşlarıma
unutkanlığımı söyleyerek ayrıldım. Bu vesile ile kimse yokken Günaltay’a
ayaküstü sorumu sordum. O da belki parti içindeki muarızlarını endişelendirmek
için “Olabilir, herşey mümkündür” dedi. O zamanki Yazı İşleri Müdürüm Semih
Tuğrul'la Tevfik Erol haberi birinci sayfada üç sütundan gösterince toplantıda
bulunan arkadaşlarım bir iki gün bana dargın durmuşlardı. Bizim meslek buydu
ama. 'Birgün atlatır, öbürgün atlarsın. Atlatmanın verdiği sevinçle atlamanın
verdiği hırs hemencecik ödeşir.
40 / BAYAR ÎLE 6 GÜNDE 17 İL
DOLAŞTIM
Olay 24 Ekim 1957 yılında geçti.
O günlerin tabiriyle Reisicumhur Celâl Bayar’ı, Siyasî Muhabirlik yaptığım
Tercüman Gazetesi adına takip ediyordum. Bayar’m emrine tahsis edilen T.H.Y.
uçaklarından birisinde elbiselerini giydiren gardropçusu Emin’den özel
berberine kadar bütün “Saray Teşrifatı” eksiksiz hazırdı. Gezinin herhangi bir
programı yoktu. 6 gün içinde
17 ilimizi dolaşmıştık. Edirne’ye gittiğimiz gün, Kırklareline
gitmiyorduk. Çoruh’a gidiyorduk. Ertesi gün Tekirdağ’a geliyorduk. Çoruh’ta
olduğumuz gün, Gaziantep’e veya Urfa’ya gitmiyorduk, Tekirdağma gidiyorduk.
Talep üzerine sahneye çıkan tulûat tiyatrolarına dönmüştük. Mahalli teşkilâtlardan,
“Hiç buralara kadar gelip de bize uğramamak olur mu, seçmenlerin oyunu
kaybederiz” diye Valilikler kanalıyla telsizler geldi mi akan sular duruyordu.
Bunların en gırgırhsı Adana’ da olduğumuz saatlerde olmuştu. Uçakla 8 dakika
ötedeki İskenderun’a uğramadan İstanbul’a gelip kumanya alınmış, bilâhare
İskenderun’a gidilmişti. İşte böyle bir başıboşluk içinde Merzifon havaüssüne
gelerek geceyi geçirmiş, bir yığın jet pi lotonu da yataklarından etmiştik.
Sabahleyin bazı traş levazı
matı için şehre inen berberi
gelmeden hareket etme durumu olunca, Bayar, Yaveri Deniz Albayı Taluy
vasıtasiyle Üs Kumandanından, berberin şehirden alınması için bir vasıta
verilmesini talep etmişti.
Üs Kumandanı tığ gibî, çıta gibi,
baştan aşağı yürek kesilmiş tam asker bir Binbaşıydı, Aradan 18 yıl geçtiği
halde cevabı hâlâ kulakîarımdadır. “Bu Üs Nato’ya bağlıdır. Bir alarm verildiği
dakikada derhal havalanmamız gerekir. Uçaklarımızın bulunduğu pist, bu barakaya
5 kilometre ötededir. Şu anda burada tek araba bulunmaktadır onu da bir
berberin aranmasına tahsis edemem.”
41 / ÇİĞNENEN KANUNLAR —
SÜPÜRGELER .
Yürürlükte olan Türkiye
Cumhuriyeti Kanunlarına göre Cumhurbaşkanın Partiler üstünde kalması gerekirdi.
Gene yürürlükte olan kanunlara göre güneş battıktan sonra hiçbir meydanda
siyasî konuşma yapılamazdı. Oysa 23 Ekim 1957 tarihinde saat 22.10 da Babaeski
meydanında konuşan Celâl Bayar, Belediye balkonundan Orduevine ait bir
hoporlörle yayınlanan nutkunda DP. nin tutumunu ,icraatini övüyor,
vatandaşlardan reylerini DP’ye vermelerini isteyebiliyordu.
Aynı günlerde, aynı ekiple
İskenderun’daydık. Bayar refah seviyemizin yükseldiğinden, nurlu istikballerden
bahsediyordu. O sırada kürsünün önünde ellerinde süpürgeler bulunan 5—10 çocuk
geçti. Ellerinde “süpürgenin fiyatı beş lira oldu” diye yazılı bir iki döviz de
vardı. Olay bundan ibaretti. Uçakla dönerken uçakta bulunan Emniyet Genel
Müdürü Cemal Gök tan’ı yanma çağırtan Bayar, “Derhal Ankara’ya telsizle
bildirin, Kaymakamı Merkez emrine olsmlar” dedi, Oysa vazifesine yeni tayin
edilen Kaymakam Müfrit DP senpatizanlığı ile tanınırdı. İçişleri Bakanı Namık
Gedik tarafından tayini seçilerek yapılan Kaymakamın 3 tane süpürgenin çocuklar
tarafından geçirilmesine mâni olmayışı affedilemiyor, seçim atmosferi içinde
hoş karşılanamıyordu.
42/DP. MİLLETVEKİLİ HALİL TURGUT İTHAM EDİYOR
Yassıada duruşmalarının ortaya
döktüğü bir yığın gerçek arasında, bir toplumun bütün Özelliklerinin
kaldırımlara dö
külüşü arasında, bir sanık
Milletvekilinin, Halil Turgut’un açıklaması bütün gerçeği özetleyivermiştir.
Sanık Milletvekilleri antidemokratik kanunların müzakerelerine katılmadıklarım
söylemek için yarışırlarken, çıkartılması istenen kanunların Anayasaya aykırı
olduğunu ifade eden bir takririn altında okunamayan altı yedi imzaya, yetmiş,
seksen kişi halinde talip olarak, sahip çıkarak, okunamayan imzalara “benimdir”
diye sığınmak isterlerken, bu hazin duruma istikrah ve tiksinti ile bakan
Milletvekili Halil Turgut, “Sayın Başkanım” diyor, “Şimdi buraya çok daha
önceden getirilmemiz icabettiğini, bunu çoktan hakettiğimizi daha iyi
anlıyorum” diyordu.
Yassıada bir umursamazlığın, bir
bananeciliğin hesabının verildiği yerdir. Bayar suçun, “Vekiller Heyetine ait”
olduğunu söylerken, Menderes sorulan her konuyu “Hatırlamıyorum Reis Bey” diye
cevaplandırır. Satnet Ağaoğlu, “Şu bitmiş Menderes’e bakın” derken, Celâl
Yardımcı, “Diktatörlük için yürek ister. Menderes’in halini görüyorsunuz, onda
o yürek nerede?” diyordu. Nedim Ökmen deseniz kalkıp, “Menderes canı isteyince
bağırırdı, bana da bir kere bağırdı ama, cevabını alıp yerine oturdu” derken
bir yığın sanık da silâhlı kuvvetlere karşı anormal bir yağ verme yarışına
girerek toplumumuzun ruh grafiğini veriyordu.
Bütün duruşmalar boyunca Menderes
Bayar’a bir defa hafifçe selâm almıştı. Hep yan yana oturdukları halde,
oturmadan önce iskemlesini hafifçe çevirir, böylece oturduğu zaman Sayarın
yüzünü görmekten kurtulurdu. Bir ara bütün muhabir arkadaşlar vaziyete işaret
ederek hayretimizi yazınca Menderes mecburî bir tekzip yapmak ister gibi
Bayar’ı bir defa daha selâmlamıştı. Bütün duruşmalar boyunca iki defa
selâmlaşan iki sorumludan yüzde bin Menderes Bayar’a dargın, kırgın ve de
küskündü. Bir bakıma bir Başbakan, iki Bakan asılmasına rağmen hiçbirşeyin
değişmediği memleketimizde Menderes’i darağacına Bayar götürmüştü.
Ve 1960 yılında Gürsel’i
Florya’daki deniz köşkünden ziyaretten çıkan Orhan Erkanlı ile Orhan Kabibay
bana, “Yıllarca sonra toplumumuzun yeni bir Yassıada kadrosu imâl etmesi işten
bile değildir” demişlerdi. O zamanlar Hürriyetteydim, bunu yazamamıştım. Her
ikisinin de isabetlerinin kesinliğinden ötürü kulakları çınlasın.
43/ MENDERES İLE SUZAN SÖZEN
21 Şubat 1961 tarihli duruşmada Menderes magazin romancısı Suzan
Sözen ile olan cinsel ilişkisini açıkladı. Bir ara Bagkan Salim Başol, Suzan Sözen’in
kocası İstanbul Emniyet Müdürlüğünde vazifeli Ferit Sözen’e “Hiç Menderes ile
evinizde karşılaşmadınız mı?” deyince, Sözen: “Bir kere karşılaşmıştım efendim,
akşamdı, evime döndüğümde vestiyerde beyefendinin şapkasını, pardesüsünü
görünce ben içeri girmeden dışarı çıktım” dedi. (Bu ifade zabıtlara da aynen
geçmiştir.)
44 / YASSIADA MAHKEMESİNDE “SEYİR
JURNALİ”
203 mahkeme gününde 287 duruşma
yapıldı, 1033 saat sürdü, 19 davaya bakıldı, 992 sanık vardı, 100 tanesi
tahliye olundu, Başsavcı Egesel 228 idam istedi, 1068 tanık dinlendi, en uzun
şahitliği 16000 liralık uçak bileti ile Amerika’dan getirilen Profesör Hüseyin
Nail Kübalı yaptı, 8 saat 20 dakika sürdü. Anayasayı İhlâl Davasının
iddianâmesi Egesel tarafından 21 saat 4 dakikada okundu. Duruşmaları 152.000
dinleyici Yassıada’ya gitmek suretiyle izledi. 8 sanık Yassıada’da öldü.
5 gizli
oturum yapıldı.
Duruşmaların sürdüğü 9 ay 27 gün
içinde 39 tükenmez kalem, 3060 büyük boy kâğıt harcadım. 203 günün 200 gününde
hazır bulundum, yoğun çalışmalardan 2 defa sürmenaj başlangıcı geçirdim. İki
gemi Kabataş Yassıada arasında 203 gidiş
203 dönüş yaptı. Bunun için 6489 millik yol kateddiler. Salonda 2217 defa nöbet
değişmiştir. En az Hayrettin Erkmeıı en çok da Celâl Yardımcı, Hasan Polatkan,
Fatin Rüştü Zorlu ko nuşmuştur. En mert ve erkekçesine davranışlarla savunma
Fatin Rüştü Zorlu tarafından yapılmıştır. En çok misafir Egesel’e 215, en az da
Başol’a 17 kişi olarak gelmiştir. En müşfik anne Fatin Rüştü’nün, en müşfik eş
Kemâl Aygün’ün hanımı olmuştur. Bayar’m refikası Reşide Bayar adaya hiç
gelmedi.
45 / FATİN RÜŞTÜ ZORLU ERKEKÇE
ÖLDÜ
Yassıada Mahkemesinde verilen
idam kararlarından müebbede çevrilmeyen 3 tanesi İmralıada’da 2+1 şeklinde
uygulanmıştı. O gün ben Dolmabahçe’deki “M.B.K. İrtibat Bürosu” ndan çalıştığım
“Havadis” gazetesi adına olayları telsizden iz
lemiştim. İnfaz sırasında İmralı
Adasına martı kuşlarının konması bile yasaklanmıştı. Bugüne kadar idamlarla
ilgili hep olumlu olumsuz, çeşitli
açılardan türlü yayınlar yapıldı. Ben burada, o günlerde M.B.K İstanbul İrtibat
Bürosunda Basın şubesi görevlisi bulunan Deniz Müzesi Müdürü Deniz Albayı aziz
arkadaşım Faruk Erus’un arşivine dayanarak onun objektif görüşleriyle Zorlu’nun
idamını naklederken mesleğimin gereğini de yerine getirmiş oluyorum ve diyorum
ki, “Fa tin Rüştü Zorlu erkekçe öldü!”
Egesel’in riyasetindeki infaz
savcıları, bu işle görevli şahıslar güneş doğmadan işlerini bitirmek isteyen
insanların aceleciliği ile hızlı adımlarla îmralı’daki küçük binanın tahta
merdivenlerden ve yürüdükçe olduğu gibi sallanan üst kat salonundan geçerek
Fatin Rüştü Zorlu’nun hücresi önüne gelmişlerdi.
Uzun bir bekleyişin ardından içi
geçerek ot minderinin üzerine sızmış Fatin Rüştü Zorlu’yu uyandıran vazifeliler
daha ağızlarını açmadan Zorlu’nun sorusu ile karşılaşmışlardı:
“Burada da mı benden
başlıyorsunuz?.” Diyordu.
Evet, Zorlu bir gün evvel
Yassıada’da kararlar okunurken ilk idama mahkûm olan sanık sıfatını kazanmıştı
.Heyet bu suale hiç cevap vermeden Zorlu’yu aşağıya davet etti. Aynı yoldan
geri dönülerek alt kattaki büyük masanın bağına gelindi,
Zorlu’nun üzerinde uykudan yeni
kalkmışların mahmurluğu vardı, dudakları kurumuştu.
Baş Savcı Egesel, Zorluya:
“Fatin Bey, dedi. Yüksek Adalet
Divanının vermiş olduğu, idam kararını Milli Birlik Komitesi de tastik
ettiğinden, bunu tefhim ve infaz etmek üzere sizi, buraya getirdik”
Zorlu bu konuşulanı gayet
soğukkanlı karşıladı, teşekkür etti ve sakin bir sesle:
“Apdes almama ve aileme bir
mektup yazmama müsaade eder misiniz?” dedi.
Egesel :
“Hay, hay Fatin bey, yalnız çok
kısa olmak şartiyle.”
Bu sırada adli tabip Lütfü bey
araya girerek:
“Fatin bey ben yazayım siz
imzalarsınız” dedi.
Fatin Rüştü Zorlu, bu teklifi
reddederek :
“Lütfedin de ben yazayım"
dedi.
Mektup yazılacak kâğıt ve kalem
de gelmiş, üstü yemek artıklan dolu büyük masanın temiz bir köşesine konmuşjtu.
Kâğıt ve kalemin geldiğini gören Zorlu masaya doğru ilerliyerek taburesine
oturdu, îki eli kelepçeliydi. Hiçbir kimse mektubunu nasıl yazacağım düsü
nemiyordu. Bir idam mahkûmunun bu kadar soğukkanlı hareket ve davranışları
karşısında iki elini bağlıyan kelepçeyi kimse göremi yordu.
Zorlu Yassıada mahkemeleri
süresince ve bilhassa mahkemenin son karar gününde de daima giyimine dikkat
etmişti. Bugün de beyaz gömleği üzerine lacivert bir gravat takmış ve en yeni
koyu elbiselerini giymişti. Hücrede kaldığı onbir saat süre içinde, ot minderin
üzerinde uzandığı zamanlar olduğu halde elbisenin ütüsünü dahi bozmadan sanki
bir ziyarete gidercesine infaz savcılarının önüne gelmişti..
Mektubunu yazmak üzere tabureye
oturan Zorlu, kimseye kelepçeli elleriyle mektubunu nasıl yazacağını
hissettirememiş ve nihayet kalabalığa başını çevirerek:
“Kelepçelerimi açın da, mektubumu
yazayım” diyebilmişti.
Başsavcı gardiyanlara hemen emir
vererek Fatin Rüştü’nün kelepçelerini açtırdı. O da hemen mektubunu yazmağa
başladı.
Zorlu mektubunu yazarken Hava
Yüzbaşısı Remzi ile Doktor Üsteğmen Sedat, Zorlu’nun omuzundan bakarak mektubu
okuyorlardı.
Zorlu mektubunu yazarken eli
titriyor', her geçen satır onu ölüme yaklaştırıyordu. Mektup Polatkan’m mektubu
gibi birkaç satırla da bitmiyordu. Savcı yardımcıları gün ağaracak korkusu
içinde telâş ediyorlardı. Bunlardan biri:
“Fatin Bey biraz çabuk olun”
dedi.
Baş Savcı Egesel müdahale ederek
:
“Bırakın zaten hali yok,
mektubunu yazsın" dedi.
Mektupda şunlar yazılıydı:
“Sevgili Anneciğim, Emelciğim,
Sevimciğim ve Abiciğim.
Şimdi, Cenabı Hakkın huzuruna
çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sîzlerin de sakin ve
huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir.
Bir ve beraber olun. Allahın
takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim.
Anne siz sevdiklerimi muhafaza
edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin. Hepinizi Allaha emanet
eder tekrar üzül memenizi ve hayatta berdevam, olarak beni huzur içinde
bırakmanızı rica 'ederim. Allah memleketi korusun.”
Zorlu’nun aptes alması için ibrik
getirdiler. Yüksek gelen tabureyi rahat aptes alması için yana yatırdılar.
Zorlu ceketini ve gra vatını çıkardı. Gömleğinin kollarını ve pantolonunun paçalarını
sıvadı, Ayakkabı ve çoraplarını çıkararak apdes almağa başladı. Gardiyanlardan
biri ibrikle su döküyor, hoca da bu sırada ne söyleyeceğini hatırlatıyordu.
Bu sırada salona Yassıada
Komutanı Topçu Albay Tank Güryay girmiş ve elinde meşhur sopası ile gelip
bizierden altı, yedi metre mesafede durmuştu.
Zorlu apdes almasını bitirdi,
çorap ve ayakkabılarını giydi ve ilgililere dönerek:
“Gravat takabilir miyim?” dedi.
“Hayır, takamazsınız,” dediler.
“Peki öyleyse efendim,” dedi
Zorlu.
Masaya bıraktığı ceketini alarak
gravatsız gömleğinin üzerine giydi. Cebinden çıkardığı tarakla saçlarını taradı
ve Egesel’e dönerek :
“Herşey mukadderat” dedi, içini
çekti, bir aıı durakladı ve ilâve etti: “Sizi çok üzdüm, hakkımı helâl
ediyorum’’ dedi.
Zorlu’nun beklenmeyen bir
zamandaki bu sözü Baş Savcı EgeseJ’i fazlası ile memnun etti. O da Zorlu’ya:
“Sizin mücadelenizin hayranıyım”
dedi.
“Siz iddialarınızda, ben de
inandığım davada haklıyım” dedi Zorlu.
Sonra, gözlerini etrafında
.kendini seyredenlerin üzerinde gezdirdi. Biraz ilerde duran ve konuşulanları
dinleyen Yassıada Komutanı Albay Tarık Güryay’ı gördü.
“Size de tekrar çok teşekkür
ederim, kısmette bu da varmış. Acaba Komutan bey bu konuştuklarımızı evime
söyler misiniz?,” dedi.
Yassıada, Komutanı da: “Tabii, tabii
söylerim,” dedi.
Herkes infaz işlerini unutmuş,
sanki muhabbete dalmış gibiydi. Herkes Fatin Rüştü’yü dinliyordu. O, gene gayet
soğukkanlı bir şekilde konuşmasına devam ediyordu:
"Pek güzel, gömleğimi burada
mı giyeceğim?”
Baş Savcı Egesel: “Evet”, dedi.
Gardiyanlar gömleği sırtına
geçiriverdiler.
Egesel gardiyanlara dönerek:
"Usuldendir, mahkûmun bütün
eşyası üzerinde olacaktır. Gömleği çıkarın, masanın üzerinde kalan pardesüsünü
giydirin, sonra da göm. leği giydirirsiniz” dedi.
Egesel’in konuşmasını dinleyen
Zorlu; tebessüm ederek:
“Bırakın Baş Savcı Bey, pek uzağa
değil, şuraya kadar gideceğim, pardesü giymeme değmez” dedi.
Ellerini gardiyanların
giydirdikleri pardesünün cebine sokarak cebinden çıkardığı bir romanla, bir
kâğıt parçasını masanın üzerine attı. Tekrar gardiyanlar çıkardıkları gömleği
giydirdiler. Zorlu:
“Bugün kelepçe arkadan
takılmışdı. Emin olun ki, çok rahatsız ediyor, ne olur beyler bu sefer de önden
takın” dedi.
Baş Savcı : “Hayır, usuldendir.
Arkadan takılacak” dedi. Gardiyanlar acele ile Zorlu’nun iki elini arkada
birleştirdiler ve kelepçeyi taktılar. Bu sırada Zorlu:
“Ah acıdı, ” dedi. Egesel
gardiyanlara kızdı:
"Biraz yavaş takın.”
Gardiyanlar mahcup oldular,
üzüldüler. Etraflı bir sessizlik kapla dı. Gene her zamanki gibi bu sessizliği
Zorlu bozdu:
“Haydi gidelim”, dedi
etrafındakilere. Sonra geriye dönerek: “Arkadaşlar kusura bakmazsınız. Orada
belki fiziki hatalar yaparım” dedi.
Zorlu önde, infaz heyeti arkada
hareket edildi. Adanın geri cephesindeki tek katlı binalarının arasındaki
toprak yoldan geçildi ve ikinci binanın yanına gelinmişti ki; Zorlu yavaşladı
ve yanına yaklaşan Baş Savcı’ya dönerek :
“Baş Savcı Bey, size tekrar
teşekkür ederim. Siz haklısınız. Hakkımda da o kadar çok dedikodu oldu ki, siz
de o iddialarda bulunmakla muhakkak haklıydınız”, dedi.
Önümüzde duran tek katlı binanın
köşesi dönüldüğünde yarım saat evvel Polatkan’ın görerek yanından geçtiği dar
ağacının önüne gelindi. Cellatlar hazır bekliyorlardı. Zorlu, sandalyeye
çıkmasına yardım eden cellâda dönerek:
“Siz bırakın beni, bırakın
evladım. Ben kendi kendime çıkarım, o vakit daha çok hakkımı helâl ederim,
sandalyemi kendim, vururum”, dedi.
Zorlu dediği gibi yaptı. Bir
hamlede masaya ve oradan da sandalyenin üzerine çıktı. Ancak cellât boynuna
geçireceği ilmiği iyi yerleştirememişdi, Zorlu:
‘‘Bir dakika, bir dakika evlâdım,
ilmiği iyi takmadın.” dedi. Cellât hemen, masanın üzerine sıçradı ve ilmiği
düzeltip daha aşağı atlamadan Zorlu:
“Allahaısmarladık,
Allahaısmarladık arkadaşlar,” dedi ve sandalyesine tekmeği yapıştırdı.
Ne yazık ki, Fatin Rüştü
Zorlu’nun kendisinin vurduğu sandalye masa ile ayaklan arasında sıkışıp kaldı.
Bu durumu gören cellât ani bir hareketle uzanıp sandalyeyi Zorlu’nun ayakları
altından alıver di. Zorlu’nun vücudu tekrardan düştü. Fakat gene de olmamışdı.
Dar
ağacından sarkan ve Zorlu’nun
boynuna geçmiş ipin uzun tutulması ayak uçlarının bu sefer de masaya değmesine
sebep olmuştu. Cellât ikinci bir defa hamle yaparak masaya ani bir tekme
yapıştırdı. Bu sefer Zorlu’nun vücudu boşluğa sallanıverdi.
Kirli turuncu gök kubbesinin
aydınlanan yüzeyinde siyah morumsu birçok küçük bulut, batıya doğru koşuyordu.
16 Eylül 1961 gününün sabahı
olmuştu. Saat 05.10 idi.
46 / İRAN ŞAHI BİZİ NASIL
HARCADI?
20 Mayıs 1961 tarihinde Iran Şahı
Rıza Pehlevî ile eşi Melike Pehlevî Yeşilköy Havaalanında bir saat kalarak
şehrimizden sessizce geçtiler. İhtilâlden önce, onaltı ay evvel de aynı şekilde
ve bir saat kalarak geçmişlerdi. Haftalarca önceden kaz ciğerinden, tekir
havyarına kadar Yeşilköy’deki bir büyük otele siparişler verilmişti. Her
nasılsa İstanbul’da olmayıp da Ankara’da olan Bakanlardan bazıları, Şahı
görebilmek için eşleri ile kuruldukları. Statiaon Wagonlanyle birkaç gün
önceden gelerek Hilton’da çöreklenmeğe başlamışlardı. Şahın geldiği gün Yeşilköy
Havameydanı karmakarışıktı. Basın kartımızı dokuz on defa göstererek alana
girebildik.
O zamanın şöhretli
Generallerinden bilâhare Yassıada sanıklarından Kemâl Binatlı, bütün foto
muhabirlerini sıraya dizerek, “Yalnız buradan çekeceksiniz, resimler çok güzel
olacak, gudebet şeyler istemem, yoksa bir daha içeriye sokturmam” diye emir
vermişti. Az sonra gelen Şah, İstanbul’u fethetmiş bir Kumandan gururu ile
şeref salonuna girmiş, kapılar da suratımıza kapanmıştı. Biz bir yığın Türk
gazetecisi tarla şalgamı gibi ortada kalıvermiştik. İran Sarayının Protokol
Müdürü gezi ile ilgili olarak lütfen iki satırlık açıklamada bulunmuştu. Kimse
bize sahip çıkıp da, “Türk okuyucusuna sorumluluğu olan Türk gazetecileri ile
görüşmeniz lâzımdır” dememiş, bizim bunu sağlamamız için gerekli imkânlarımızı
da engellemişlerdi. O zamanki DP ricali ve şakşakçıları için böyle bir konu
olamazdı ki. Oysa aynı günün akşamı Londra’da İngiliz gazetecilerini kabul eden
Şah, onların her sualine cevap veriyor, Şahla ilgili haberlerin İngiliz
gazetelerine konulmasını temin için lran;m Londra Büyükelçiliği ilân tarifeleri
üzerinden ücret ödüyordu. Ve kasıntı Şah gururunu da silerek, kilotsuz gezmekle
şöhret yapan bir İngiliz
kadın gazetecisinin protokol
kaidelerini çiğneyen çarpık sualine, “Benim hangi kadını sevdiğim değil, beni
kimin isteyeceği mühimdir” diyordu. Ve şehrimizdeki bir saatlik duraklama için
yapılan ellibin liralık masraf, Şah Çınar oteline gitmeyi reddettiği için
terminale taşınırken eriyip gidiyor, uçağın kalkışına da yetişmiyordu.
47 / REKTÖR “ÇÜRÜMEK YAŞAMAKTAN
ÎYÎDİR” DİYOR
28/29 Nisan 1960 olayları
sırasında polisçe bir hayli tartaklanan İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık
Sami Onar’ı yırtılmış kanlı gömleğiyle gözlükleri düşmüş, eli ayağı sinirinden
titreyerek Vali Ethem Yetkiner’in yanma çıkardklarmda, Yetkiner: “Hocam, her
ihtimâle karşı tatanoz iğnesi yaptırsak” diyor. Cevap : “Toprak üstünde
sürünerek yaşamaktansa, altında çürümek daha iyidir!”,
48/SENATÖR MEBRURE AKSOLEY’İN PARTİZANLIĞI
Hâlen CHP Senatörlerinden olan
Mebrure Aksoley hanımla ilgili bir anım. İnönü’nün Erzurum seyahatine
katılmıştım. İstanbul’dan yataklı vagonla hareket etmiştik. Oktay Akbal da
Vatan adına vazifeli bulunuyordu, Ekipde bulunan Mebrure Aksoley, Ankara’dan
sonra dinleyici olarak sohbetlere katılan bir CHP senpetizanı tüccarı öylesine
haciz altına alarak, CHP’ yi öylesine tutarak telkinlerde bulundu ki, adam iki
gün sonra Erzurum’da inerken “Ayhan Bey, vallâ CHP’yi severdim, ka yıtlanmayı
da düşünüyordum, fakat, bu kadar uzun ve İsrarlı konferanstan sonra CHP
lâfından bıktım birader, kayıttan, kuyuttan vazgeçtim” dedi. Akbal da bu
konuşmaya tanıktır.
49 / HERİFOĞLU YAĞCILIK İÇİN
OĞLUNU KURBAN EDİYORDU
1959 sonlarıydı. Efradı ailelerin
kedileri ile birlikte Vatan Cephesine katıldıkları günlerdeydik. Menderes’in
Ceyhan’a girişinde, süslü elbiseler giydirilmiş, kurdelâlar içinde bir çocuğun
babası tarafından elinde koca bir bıçakla yere yatırıldığını, kesilmek
istendiğini gördük. Hiç şüphesiz mürai baba, pozla karışık blöf yapıyor,
kimbilir ilçe dahilinde neyin patentini alabilmek için Başbakana yağ vermek
istiyordu. Beşuş çehreli Menderes de bunu yutmadan, yutar görünerek, eli ile
“Kalsın” işareti yaptı. Ancak, kafilede bulunan bütün gazetecileri bir telâş
aldı mı? Evcet Güresin’den Mücahit Be şer’e, İlhan Engin’den Örsan Öymen’e
kadar acı acı düşünmeğe başladık. Haberi
nasıl verecektik? Bir ara aklıma gelen pratik bir formülü arkadaşlar kabul
edince durum halloldu. '“Dün Ceyhan’a girişimizde bir baba, oğlunu senbolik
olarak kurban etmek istemiştir.” diye telefonlara sarıldık.
50 / TURHAN KAPANLI’NIN
UNUTKANLIĞI
Rahmetli Menderes ile yaptığımız
bu gezinin bir ilginç olayı da şudur: Bir ara, Adana’mn dar sokaklarında
Başbakan’ m arabası dolayısıyla da kendisi kaybedildi. Herkesi bir telaş aldı.
Yarım saatlik şehir içi dolaşmalarımızdan bir sonuç alamayanca o zamanki Adana
Valisi Turhan Kapanlı, teşrifatçılığının zedeleneceği endişesine kapılarak
renkten renge giriyordu. “Bu civarda bir
cami varsa, tamiri gerekip gerekmeyeceğini görmek için ona gidebilir” dedim .1
Bu tahminimi şüphe ile karşılayınca Vali ile bir piposuna iddiaya girdik.
İkimiz de pipo içiyor ve bunun koleksiyonunu yapıyorduk. Tahminim doğru çıktı.
Menderes’i “Yeni Cami”nin avlusunda bulduk. Pipoyu kazanmıştım. Fakat ne
gezer!.. Koalisyon devirlerinde Bakanlık da yapan Turhan Kapanlı’ya bunu 3 defa
hatırlattığım halde sözünü tutup pipoyu yollamadı.
51 / CUMHURBAŞKANIMIZ FAHRÎ
KORUTÜRK’ÜN MEKTUPLARI
7 Nisan 1953 günü, Nâra Burnu
önlerinde demirli Başaran Yardımcı gemisinin Kumanda Köprüsündeki Tuğamiral
şehit denizaitıcılarımızın anılışı, dolayısı ile herkesi ağlatan çok duygulu,
vakur konuşmasında;
“...Sana hergün Dumlupınar
Kumandanlığına diye verdiğim işaretlerdeki gibi, sana yıllarca Dumlupınar
Kumandanlığına diye hitap ettiğim gibi, o yazüarımda olduğu gibi, yine o kadar
hakiki, yine o kadar samimi bir ifade ile fakat bu sefer son defa olarak, bu
sefer filona mensup bütün arkadaşların adına sana hitap ediyor, sana veda
ediyorum. Dumlupınar, nur içinde yat ve çevrende ebediyeti bekleyen sanlı ve
şerefli ecdadın gibi tarihin ölmez sayfalarına geçirdiğin kaderindeki acılık
için Milletinin vefalı kalbine güven. Bu memleket, bu vatan ve bu meslek, sana
bir gün senin isminin altında yeniden can verecektir. Yüzlerce ve binlerce defa
inip çıktığın denizlerin altında sen de etraftaki ecdadın gibi ebediyeti
beklerken asil Milletinin kalbinde ilelebet yaşacaksın. Ruhun şâd olsun.”
diyordu.
Başaran Gemisinin Kumanda
Köprüsündeki denizci hâlen Cumhurbaşkanımız olan, o yılların Denizaltı Filosu Kumandanı
Tuğamiral Fahri Korutürk’dü.
insanların yaşantılarındaki
bağlantıları; zaman olur bir şarkı,, zaman olur bir hâtıra, zaman olur bir şiir
sağlar. Koru türk ile benim aramdaki, benim için unutulmaz bağlantı da o
günlerde, şehit denizaltıcılanmız için yazdığım ve Türk Dili Dergisinde
yayınlanan “Teğmenim” adındaki şiirle başlamıştı. 15 Mayıs 1953 tarihli,
Tuğamiral Fahri Korutürk imzalı bir mektup benim için en büyük kadirşinaslık
oluyordu:
“Azizim Ayhan Hünalp,
Denize ve Türk Donanmasına olan
meclûbiyetinizin bir ifadesi ve kalbinizdeki hassasiyetin bir delili olan
Teğmenim şiirini derin bir tahassüsle okudum. Dumlupmar için, Deniz Mecmuasında
bir ilâve nüsha yaptırabilirsem, bu suretle şiirinizi orada yayınlayarak
denizci arkadaşlara da okutmak imkânı belirecektir.”
Çok önemli ve kritik bir kuvvetin
üst rütbeli bir Kumandanı tarafından bir küçük ağıta gösterilen bu âlicenap
davranış, sanat hayatımın en unutulmaz hâtıraları arasına girerken, 1956
yılında çalıştığım Tercüman Gazetesindeki “Vira Demir” adındaki 15 sayılık seri
röportajımı hazırlarken Korutürk’ün başka yönlerini tanımak imkânını buldum.
Gölcük’te, kendisine en son gün normal bir meslek ve muaşet kuralı olarak
yaptığım vedâ ziyaretinde; “Gemilerimizin numaralarını, gizli silâhlarını yazmayacağım.
Bunun dışında herhangi bir emriniz var mı, yazıları yayınlanmadan önce görmek
ister miydiniz?"dediğimde şu cevabı vermişti: “Hiç bir ricam yok.'
Mesleğinize herhangi bir müdahalede bulunmağa hakkımız yok. Esasen görevinizin
verdiği sorumluluk içinde, sizler yazılıp yazılmayacak konuları gayet güzel
ayırt edersiniz.” Böylece, daha 20 yıl önce en demokratik ölçüler içinde olan
bir asker, bugün en önemli görevi yüklenmiş, omuzlamıştır. Donanma Kumandanı
Tümamiral Fahri Korutürk olarak, o gün yayınlanan röportajda, daha o zamanlarda
donanmamızın ve Deniz Ticaret Filomuzun ihmal edildiğine cesaretle işaret
etmiş; “Biz bugünkü Türk Donanmasının mensupları muhteşem mâzi Bahriyesiyle
ümit et
tiğimiz istikbâl Bahriyesi
arasındaki köprüyü sağlam tutmaya çalışan bir neslin fertleriyiz
.Vatanperverane duygularla bağlı olduğumuz mesleğimizin gereğini ifaya her
zaman hazırız” demişti.
Ben, hâlen çalıştığı işyerlerine
uzun yıllan kapsayan muka yelelerle bağlanmış, mesleğinde 5 yıl önce, 25 yıllık
süreyi tamamladığı için “Basın Şeref Kartı”m kazanmış eski bir gazeteciyim.
Hayatta beklediği hiçbir şeyi kalmayan kalender bir sanatçıyım. Bu
hâtıralarımı, yeni nesillere örnek olması için yazıyorum. Bir Kumandan kij
mesleğinin en üst kademesine ulaşmış, buna rağmen gencecik bir gazeteciyle bile
münasebetlerini en zarif, en vefalı ve en kadirşinas bir şekilde sürdürebilmiş.
Bir Kumandan ki, bir seri röportaj için oturup upuzun bir teşekkür mektubu
yazmış, bu arada da aşağıda okuyacağınız gibi, kendisi tarafından yapılmayan,
fazladan yazılmış iyi şeyleri de kabullenmemiş, tekzibini yapmıştı.
“20 Aralık 1955”
“Azizim Ayhan Hünalp,
Yazılarınızı büyük bir alâka ve
memnunluk içinde okudum. Umumî efkârın da bu güzel seri yazıdan aynı zevk ve
alâkayı duyduğunu kuvvetle ümit ederim. Fırtınalı ve yağmurlu bir havada,
günlerce Donanmamızın içinde geçirdiğiniz zamanın hatırası sizce nasıl
unutulmaz ise, bizim meçhul taraflarımızı geniş vatandaş kitlesine tanıtmak
üzere sarfettiğiniz gayretlerle bütün arkadaşlar üzerinde bırakmış olduğunuz
müsbet intibalar da Donanma mensuplarınca unutulmayacaktır. İnsan kendi
hayatının romanını okursa, bu mutlaka anlayışlı bir kafanın ve cazip bir
kalemin ifadesi ile olmalıdır. Siz yazılarınızda bize bu şansı verdiniz.
Karakterli, kültürlü, azim ve hayatiyeti olan sizin gibi gençlere istikbâl;
parayı bilmem, fakat mesleğine ve cemiyetine hizmet etmiş olmak, isim ve şöhret
yapmak fırsatını behemehal verecektir.
Röportajınızda kabahatiniz
olmadan bir noktada hakikat dışına çıktığınızı gördüm. Gölcük’ün yaratılmasında
Oramiral Altıncan ile benim de bir mesai ve faaliyetim olduğu yolundaki notunuz
hakikate uymamaktadır. Bulunduğum görevler', bana bu imkânı vermemişti. Bunun
dışındaki bütün yazılarınız için gerek şahsım, gerek arkadaşlarım adına
teşekkür eder, selâm ve muhabbetlerimi gönderirim."
, Donanma Kumandanı Tümamiral
Fahri Korutiirk
Biz o zamanlar, günlük harcırahı
7 lira, aylığı 200 lira olan gencecik bir gazeteciydik. Böyle bir mektup,
mesleğimizin en büyük t^Itiflerindendi hiç şüphesiz ve sorarım size, kaç idare
adamımız bu kadirbilirliği gösterebilmektedir?
Amiral Korutürk herşeyi plânlı,
ölçülü, gerçekçi bir askerdi. Benim röportajlarımla da ilgili olarak, “Donanma
Kumandanlığı Kurmayı Harekât Şubesi Müdürlüğünün 15 Kasım
1955 tarih ve 9840/200337 numaralı” evrakı ile 2 sayfalık bir program
hazırlatmıştı. Hangi saatte nerede, hangi gemide olacağımın tesbit edildiği bu
plânda, “Gür” Denizaltısı ile 60 metreye dalacağımıza kadar bütün çalışmalarım
kararlştı rılmıştı. İmzasını taşıyan bu günlük emri de tatlı bir hâtıra olarak
saklamaktayım .
ATATÜRK İLE İLGÎLÎ ANISI
Korutürk’ün en ilginç hâtırası
da, Gölcük Orduevinde, bana Emir Subayı Cemil Ayalp’m yanında anlattığı Atatürk
ile ilgili hâtırasıydı, onu da kendi ağzından dinlemiştim, buraya büyük bir zevkle
alıyorum:
(Karpiç lokantasında bir .aksam
sivil olarak yemek yiyordum. Yalnızdım. Az sonra Atatürk de bazı arkadaşlarıyla
gelerek az ötemde oturup içmeğe başladı. Bir ara garson küçük bir pusula
getirdi. Gazinin elyazısı ile bir not vardı. “Ecnebice konuş,” diyordu. Ben de
emre uyarak Almanca konuştum. Bunun üzerine Gazi Hazretleri, beni yanlarına
çağırarak; “Bu beyler senin ecnebi olduğunu iddia ettiler, Garsonla Almanca
konuşunca da, gördünüz mü deyip duruyorlar”, dedi. Durum anlaşılınca da
çevresindekilere, “Benim yanıldığımı gördünüz mü hiç? Onun her halinden hem
asker olduğu, hem de Türk olduğu belliydi” diyerek benimle sohbete başladı.
Henüz soyadı almadığımı da öğrenince; “Şimdi pusulamdaki talimatımı tatbik
ederek beni korudun, “Türk’ü de asker olarak koru. Soyadın da Korutürk olsun”
demişti, i
Buraya kadar sizlere naklettiğim
anılarımın üzerinden tam 21 yıl geçti. Şimdi çekildiğim köşemde, her hâtıra
gibi bunlar da hafızamın ve gönlümün derinliklerinde demirli olarak kalacak.
Yukarıya aldığım yazımı, Yazı
İşleri Müdürlüğünü yaptığım “Şişe ve Cam” Dergisinin 1973 tarihli 66. sayısında
yayınlamamdan sonra, Fahri Korutürk’den hayatımın en kıymetli meslekî
hatırlarından olan aşağıdaki mektubu aldım.
18 Mayıs 1973
Azizim Ayhan Hünalp,
Benim için unutulmaz eski
günlerin hâtıralarını canlandıran yazınızı okudum. Tanıdığım, duygulu kuvvetli
ifadeler arasında; “5 yıl önce Basın Şeref Kartı kazandığı halde hayatta
beklediği hiçbirşeyi kalmayan, çekildiği köşesinde oturan genç kalemi”
yadırgadım! Halbuki “Tabiat, insan, toplum!” sizin gibi yaradılışlar için
tükenir hazineler midir hiç ?Selâm ve sevgilerimle.)
Fahri Korutürk
(Cumhurbaşkanı)
Ben hayatı boyunca en küçük, en
basit mektupları bile kimseye göstermemek gerektiğini, bunun en basit görgü
kuralı olduğunu bilen, bundan ekmek yiyen bir meslek mensubuyum. Ketumiyet
gazeteciliğin birinci prensibidir. Nitekim bazı Yassıada sanıklarının
savunmalarım önceden aldığımız halde bunları kimden aldığımızı ısrarla, inatla
öğrenmek isteyen Yassıada Garnizon Kumandanı Yarbay Tarık Güryay’a da
söylememiştim. Ancak yalnızca bana ait olması gereken 3 mektubu gelecek
nesillerin birşeyler öğrenmesi için buraya aynen alıyorum. 21 yıl önce büyük
bir kadirşinaslıkla bana “Azizim Ayhan” diyebilen bir şair ruhlu denizci,
bugünkü “Cumhurbaşkanı” sıfatı ile bana gene “Azizim Ayhan” diyebiliyordu. Ve
böylece 21 yıl önce büyük yürekli olan bir Kumandan yıllarca soiıra tevazuu ile
daha da büyüyordu... Yazımda adı geçen mektuplardan 21 Haziran 1973 tarihli
Milliyet’teki “Olaylar ve İnsanlar” sütununda aziz meslekdaşım efendi gazeteci Hasan
N. Pulur da bahsetmiştir.
52 / AMİRAL SAİT HALMAN
ATATÜRK’TEN İMZALI ELLİ LİRA ALIYOR
Sait Halman, Yeni Türkiye’nin ilk
genç deniz subayların dandı. Osmanlı Devletinin çöküş yıllarında, Bahriye Nâzın
büyük Cemal Paşa’nın yaveri olarak çalıştıktan sonra, Almanya’ ya gönderilmiş;
Birinci Dünya Savaşı’nda, o zamana kadar tarihin en büyük deniz savaşı olan
Skajerak’ta fiilen çarpışmıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın
önderliğinde Kurtuluş Mücadelesi başlar başlamaz Millî Mücadeleye katılan ilk
dört deniz subayından biri, Yüzbaşı Sait Talât’tı. Amiral Afif Büyüktuğrul,
“Büyük Atamız ve Türk Denizciliği” adlı eserinde bu konuda “Yüzbaşı Sait Talât,
Batum’da irtibat subayı olarak büyük hizmetlerde bulunmuştu. İstiklâl Savaşı’nda
Monroseski’de İrtibat subaylığı görevi yapacak ve bu hizmette büyük politika
başarısı gösterecektir. Rus limanlarında askerî politikayı yürüterek hem
İstiklâl Savaşma fazla materiyal sağlamış, hem de altın yüklü Yunan bandıralı
Enosis gemisinin yakalanma imkânlarım hazırlamıştır.”
Cumhuriyet kurulduktan sonra,
hızla terfi eden Sait Hal man, önce İhtiyat Filosu Kumandanı, sonra Filotillâ
Komodoru iken, 1935 şubatında, Atatürk Ege gezisine çıktığında, Filo Komutam
Sait Halman’dır. Bu gezi sırasında, büyük Ata, Türk Deniz Kuvvetlerinin
meseleleri ve ihtiyaçları konusunda Komodordan sık sık ve uzun
uzun bilgi almıştı. Daha önce aynı sorulara cevap verenler, gerçekleri
Ata’dan korkup gizlemişler. Bahriyenin “Üvey evlât” durumunu ve bunun yurt
savunması bakımından sakıncalarını Sait Halman hiç çekinmeden anlatmış.
Etraftakiler, Atatürk kızacak diye korkmuşlar. Aksine büyük önder demiş ki:
“İşte bu devlete idare için böyle tok sözlü subaylar lâzım. Şimdiye kadar
dalkavuklar ve korkaklar beni yanılttı.” Gezi bitip de Atatürk Ankara’ya
dönünce Amiral’e imzalı bir fotoğrafım yolladı. Büyük Ata’nm imzalı, onbeş yirmi fotoğrafından, biri olan bu değerli
resim, yıllarca çalışma oda sının duvarında asılı durdu. Doğruyu söylediği için
onu terfian Millî Müdafaa Vekâleti Deniz Müsteşarı tayin ettiler. Sait Halman;
“Atatürk, yeni düşüncelerden, hattâ tenkitlerden irkilmeyen, doğruluğa gönül
vermiş kimseleri mükâfatlandıran bir büyük insandı.” der.
1930’larda Türk Donanmasına
birkaç gemi ve denizaltı kazandıran Sait Halman, İkinci Dünya Savaşı yıllarında
önce Denizaltı Filosu, sonra Harb Filosu Komutanıydı. (Denizaltı Filosu komutam
iken, Filonun Kurmay Başkanı şimdiki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’tü.) Amiral
Büyüktuğrul, kitabında, Amiral Halman’ın bu yılları hakkında şunları
yazmaktadır: "Müsteşar olarak hizmeti çok büyük olmuş. Deniz Kuvvetlerine
gemi ve stok malzeme kazandırdığı gibi Ulaştırma Bakanlığı da, İkinci Dünya
Savaşında O’nun Deniz Kuvvetlerine yaptığı büyük stoklardan yararlanarak büyük
sıkıntıları atlatmıştır.” Son görevi İstanbul Deniz Komutanlığıdır. Emekliye
ayrıldığından birkaç ay sonra, 55 yaşında vefat etti.
Amiral Halman, bambaşka bir çağın
değişik, kişiliği kendine özgü bir denizcisiydi. Otoriteye ve disipline mutlak
olarak inanırdı ama, genç bir subayken bile hiçbir vakit sözünü sakınmamış,
doğru bildiğini üstlerine dürüstçe, açıkça söyleyip savunmuştu. Yaman bir sesi
vardı: Derler ki Mecidiye’nin güvertesinde bağırdığı vakit, Hamidiye’nin
güvertesindekiler bile selâma dururmuş. Aynı sert Komutan, meşru beşerî
sıkıntıları olan astlarının derdine çâre bulmak için çırpınırdı. Baba dan kalma
bir evini ailenin bir emektarına armağan etmişti. Ama, Devletin bir kuruşunu
israf eden herkesin amansız düşmanıydı. Atatürk Türkiye’sinin lâik yönetimini
her zaman inaçla, heyecala destekledi; yine de kendi din yaşantısını ve karla
devam ettirdi: bu konuda oğlu aziz arkadaşım, dostluğu ile iftihar ettiğim
vatanperver sanatçı Talât Sait Halman şunları söylüyor: “Hiç unutmam, Gölcük’te
sabahları evden “Erkin”ç ya da "Yavuz”a kadar birlikte yürürdük, yol
boyunca fısıltı halinde dualar okurdu. Bütün ömrünü savaş ve savunma çabaları
içinde geçirmişti, ama asıl ilgisi, bilim ve tarihti. Kendi neslinde.
Denizcilik konusunda telif ve çeviri en fazla kitap yayınlamış subaydı.
Gelgelelim, en parlak fikrî faaliyeti askerlik dışındaki konulardaydı, istese
başarılı bir yazar olabilirdi, Tarih, siyaset, iktisat konularında geniş
bilgisi vardı. Üslûbunun gücünü Dünya ve Türk Denizcilik Tarihi konusunda
yazdığı eserlerde, Almancadan ve İngilizce’den yaptığı çevirilerde görüyorum.
Ama daha önemlisi, siyasal gelişmeleri değerlendirmekte şaşmaz bir isabeti
vardı. Babama göre, toplumun her üyesi, yeni düşüncelere ve oluşumlara kafasını
ve kalbini daima açık tutmalıydı. Ama, hiçbir etkiye körükörüne kapılmamalı,
herşeyi denektaşına koymalıydı.”
Gerçekleri aramak, ülkülere
hizmet etmek, Türk ulusuna güvenmek bağımsız düşünceye saygı göstermek,
entellektüel dürüstlükten vazgeçmemek, her olayı engeniş acılardan yorumlamak,
doğru bildiğini düpedüz ve dobra dobra
dile getirmek, yararlı yönetimcilere inanıp güvenmek ve yarım yamalak ya da yalan yanlış adamlara göz açtırmamak, Türk ulusunun
kendi siyasal, kültürel ve manevi değerini bir yaratıcı ideoloji olarak
geliştirmek... Sait Halman, bu anlayışla düşünen ve çalışan Atatürkçülerden
biriydi.
Atatürk’le Halman’m bir poker
oyunu vardır. Oyunu izleyenler anlatırlar. Amiral Afif Büyüktuğrul da “Büyük
Atamız ve Türk Denizciliği” adlı eserinde bu hâtıraları yazmıştır. Ata,
Halman’ı pokere çağırıyor ve oyunun sonunda elli lira kaybediyor. Yaveri Nuri
Conker, cebinden elli lira çıkarıp Sait Hal man’a veriyor. O zaman Albay olan
Halman, Ata’ya bakarak diyor ki: “Kim kaybederse parayı kendisi verir.” bu
talep, Ata’ mn çok hoşuna gidiyor. Gülümsüyor. Elli lirayı yâverinden alıp
imzalayarak Sait Halman’a veriyor.
58 / SEPETTEKİ YILDIRIM TELGRAF
Kasım Gülek’in hâdiseli geçen
Karadeniz gezilerinden birisindeydik. Rize Savcısı Gülek’in basit bir konuşması
için soruşturma açmıştı. Önüne gelene, “Gülek ayakta mı konuştu, oturarak mı?”
diyordu. Ayakta konuşmuşsa, Toplantı, Yürüyüş Kanununa mugayirmiş. Oturarak
konuşmuşsa suç değilmiş. Ben “Hem oturarak, hem de kalkarak konuştu” demiştim.
Ge ceyarısı saat iki olmuştu. Akşam nöbetçimiz Rüstem Ağabey in henüz uyumuş
olacağını düşünerek telefon yerine yıldırım telgrafı çekmeği tercih etmiştim.
Üç gün sonra İstanbul’a döndüğümde, baktım haberim kullanılmamış. Cihad Baban
da “Atladın” diye bir karış surat asıyor. Telgrafın makbuzu da o curcuna
arasında kaybolmuş. İstihbarat odasında sağa
sola bakınırken, mavi kâğıtlı yıldırım telgrafımı kâğıt sepetinde
görmiyeyim mi? “Paris Soir”u “Kapattım’ ’diyen General Nurettin Aknoz’un
devrinde gazetelerimizin hali de üç aşağı
beş yukarı böyleydi.
54 / MARMARA ADASININ ZAMPİK İMAMI
1956 yılında üç balık adamla Marmara’da bir gezi yaptık. Tercüman
Gazetesinde yayınladığım bir röportajdaki anılarım arasında bir tanesi çok
ilginçtir. Bir ara aramıza en küçük adam olarak, bugünün büyük sanatçısı Genco
Erkal da katılmıştı. Marmara Adasının bir köyünde, ayaklarımızda şortlarımızla
sahile çıkmıştık. Yerli halktan iki üç kişi ile, temmuz sıcağında kafasındaki
lacivert yünlü bereyi çıkartmayan İmam, “Burada böyle gezemezsiniz, bizim
ailelerimiz var ayıptır!” demişti. Biz de hırsla motorumuza dönüp güvertemizde
konaklamıştık. Aynı imamı akşam gürültü, patırdı bir kümes içinde komşusunun
hanımıyla “Zina” halinde yakaladılar!
55 / KÖYLERDE'SEVİLMEYEN
ÖĞRETMENLER DE SUÇLUDUR
Konya’nın Ilgın ilçesinin “Balkı”
köyünde bir ilkokul öğretmeni vardı. İnönü’ye refakat ettiğim gezilerin
birisinde tesadüfen yolumun düştüğü köyden bu öğretmenin çok ilginç hikâyesini
dinlemiştim.
îlk günlerde köylü öğretmene
karşı çıkıyor, bebelerini okula yollamıyor. Geceleri de öğretmenin evi
taşlanıyor. Birgün öğretmen bütün köyün erkeklerini üzerinde hayvanların
otladığı köy mezarlığının önünde topluyor, “Hepimiz, topraktan çamur, çamurdan
kerpiç, kerpiçten de mezarlığınıza duvar yapacağız.” diyor. Bütün köylüler
öğretmenin bu teklifine şaşırarak, “Peki ama neden?..” diyorlar. Öğretmen de
“Çünkü ölünce ben de buraya gömüleceğim. Ben gidici değilim, kalıcıyım. Üstümde
hayvanlar gezinsin istemem” diyor. Bunun üzerine bütün köy duvar yapımına
geçiyor. O günden sonra da bütün bebelerini okula yolluyorlar. Öğretmenin adı:
Hüseyin ‘Cavit Aydın. Bu öğretmen “Balkı” köyünde caminin imamından da çok
seviliyordu. İnsanları sevmek de, insanlara kendisini sevdirmek de bir
sanattır.
56 / ROMATİZMAYI NASIL ALDIM
Zaten bizim meslekte, koşmaktan
enfarktüs, ayakta durmaktan romatizma zihnî yorgunluktan da sürmenaj
olunu". Çoğumuzda bu dört hastalık birden bazılarımızda da nöbetleşe
bulunur. Ben olaylara çabuk yetişememek endişesi ile otobüste, vapurda
oturamamaktan varis olmuştum. Romatizmayı da 1968 yılında Tercüman’dayken Nejat
Tözge adında sporcu bir gencin tek kürek kullanarak İstanbul’dan Çanakkale’ye
kadar akıntılardan istifade ederek 11 günde gidişini takip ederken
yakalanmıştım. Kumanyacımız Rüstem Işın ile, Fotomuhabirimiz Hilmi Gümüşdere de
o günleri gayet iyi hatırlarlar. Hareketten önce, İdare Müdürümüz Nabi Dinçer,
her üçümüzü çağırarak “Evlerinizden birer battaniye alın” demiş, fakat
hiçbirimiz bunu maddî imkânsızlıklardan ötürü yerine getirememiş, meslek
aşkıyla da üzerimize örtünecek birşey almadan denize süper enayiler gibi
açılmıştık. Bindiğimiz gırgır motorunun personeli halimize acıyarak gece
örtmemiz için branda bezleri vermişlerdi. Fakat, sabahları bezi sıktığımız
zaman denizin rutubeti avuçlarımıza akıyordu. İşte o sular, yıllarca sonra
romatizma olarak karşımıza çıktı.
57 / O GÜNLERDE BİR ÂLEMDİK
Şimdiki gibi toplu sözleşme
düzeninin olmadığı o günlerde zaten bir âlemdik. 300 lira aylık alır, geceleri
ücretsiz nöbet tutar, yazılarımızı ücretsiz yazar, seyahate çıkınca da üç öğün
yemek ve otel ücreti olarak 7 lira 30 kuruş yövmiye alırdık. İstihbarat
odasında 9 kişi *7 sandalye ile 2 daktiloyu ve 1 telefonu paylaşırdık.
Tiyatrolardan gelen davetiyelerden de bir tanesini bize veren çıkmazdı. Hep
üstüne otururlardı. Nitekim, İstihbarat Servisi Deniz Muhabiri için Denizcilik
Bankası tarafından, vapurlarda kullanılmak üzere verilen “Hamiline mahsus” paso
da elimize geçmez. İdare Müdürünün metresleri tarafından kullanılırdı. Her yıl
bu konuda atlatılmak gücüme gidiyordu. Bir gün pasoların dağıtım zamanını takip
edip Denizcilik Bankasındaki ilgili zata giderek, “Gazeteninkini bana teslim
edeceksiniz, yoksa bunun kimin tarafından kullanıldığım teşhir edeceğim”
diyerek işi suyun başından halletmiştim.
58 / BOĞAZLAR KUMANDANLIĞININ “ASKERÎ
SIRRI”
Önüne gelen bize çatardı. Aklı
eren de, ermeyen de bize çatardı. Biz hep küçük gazetecilerdik, biz hep
çoluk çocuktuk. Fakat nasıl çalışırdık,
haberlerimizi nasıl alırdık, bunu bilen kaç kişidir?
Küba ablukası günlerindeydik.
Hürriyet İstihbarat servisinde çalışıyordum. “Harkov” adında 20.000 tonluk bir
Rus şilebi Karadenizden gelerek Marmara’ya açılmıştı. Gazetenin te rasasındaki
yangın merdiveni ve babamın Çanakkale savaşlarından kalma sahra dürbünü bu
bakımdan çok işime yarardı. Limana indiğimde gemi acentası yükün buğday
olduğunu söyledi. Aradan bir süre geçti, Amerikan ajansları abluka hattına
yaklaşan 3 Rus şilebinden birisinin “Harkov” olduğunu yayınca, hemen kendimi
tanıtarak Deniz Kuvvetlerimize bağlı Boğazlar Kumandanlığı Nöbetçi Subaylığını
aradım ve geminin geçen süre içinde bu mesafeyi alıp alamıyacağmı sorarak, adı
geçen geminin bende bulunan resmini yayınlayacağımı, o zamanlar yalan ve yanlış
haberlere karşı cidden hassa olan gazetemizde karavana (yalan) haber vermiş
olmak istemediğini belirttim. “Bu askeri sırdır” diyerek telefonu suratıma
kapattılar. Derhal yeniden açarak, bir gazetecinin ve Yedek Teğmenin nelerin
sır olacağını bileceğini, Rusların bizim muhriplerimizi Karadenize çıkmadan
haber almalarına karşılık bize boğazdan geçen Rus gemilerinin adlarının
açıklanmasının sır olamıyacağmı anlattım. Fakat, telefonun ne vakit kapandığını
kestiremediğim için savunmanın ne kadarının duyula bildiğini hatırlayamıyorum.
Ben her türlü övünmenin dışında şunu belirteyim ki, habere saldıran ve sonunu
bırakmıyan acar bir gazeteciydim. Deniz Kuvvetleri .Kumandanlığına ayrıca resmî
bir yazı yazarak durumu özetleyip gereken şikâyetimi de yapmıştım.
59 / “KAYDA DEĞER HİÇ BÎR ŞEY
YOKTUR”
9 Nisan 1962 tarihinde İstanbul
limanında Şehir Hatlarının 53 numaralı yolcu gemisi ile Silivri Limanına kayıtlı
olan “Güzelşener” motoru çarpıştılar, müsademe neticesinde motor battı, 4
kişilik personeli kurtarıldı. Havadis Gazetesinde Deniz muhabiriydim o sırada.
Paralel telefonun bir ucunu Yazı İşleri Müdürümüz Semih Tuğrul’a vererek,
“Bakın şimdi Liman Başkanlığı önemli olay var mı dediğimde, kayda değer bir şey
yoktur” diyecek dedim ve Liman Başkanlığı Nöbetçi Memurunu aradım. “Kayda değer
hiç bir şey yoktur” dendi. Basın teknisyenleri tarafından en iyi sekreter
ödülüne lâyık görülen efendiler efendisi Semih Bey bile, “Zor haber aldığınızı
bilirdim ama bu kadarını tahmin etmemiştim” diyerek yandan çarklı bir kahve
ısmarladı bana.
60 / ABES ÎLE İŞTİGAL...
Hikâyeci Fahrettin Celâl
Göktulga’nm Başhekimliği sırasında “Bakırköy Ruh ve Sinir Histalıkları HastanesF’nde
röportaj hazırlıyordum. Hikâyeci Göktulga, sırtıma beyaz bir gömlek vermişti,
beni doktor sanan hastaların arasında istediğim gibi dolaşıp çalışıyordum. Yıl
1955 hiç unutmam, yazılarımı beğenen patronumuz Cihad Baban açıktan 50 lira
ikramiye vermişti. Aylığım 200 lira olduğu için zevkten dörtköşe olup amuda
kalkmıştım. İşte bu dolaşmalarım esnasında “Degol”
diye anılan şöhretli bir hastaya,
“Buraya neden düştün”? dediğimde, iki saniyelik bir duraklama ile şahane bir
cevap yapıştırarak, “Abes ile iştigalden” deyivermişti. Deli dediğimiz., adamın
iki saniyede bulduğu cevabı, normal dediğimiz bugünün maddeci aclamı acaba iki
dakikada anlayabilir mi?
61 / “DİLNİŞİN” GEMİSİNİN KAPTANI
BENİ MAHKEMEYE VERİYOR
Odaya giren polis, bıyık altından
gülerek, “Geç bile kaldılar senin gibi delifişeklerin mahkemeye verilmeyişi
acayip olurdu zaten” dedi. Adamcağızı her gün balık tutarken posta ediyorum
diye beni sevmeyen bir karakol polisi sadistçe bir zevkle mahkemenin
davetiyesini bana uzatırken, meraktan, ve ilk toyluğun verdiği çekingenlikle
kuyruk sokumumdan ter boşanmıştı. Şehir hatlarının “Dilnişin” Gemisi Kaptanı
beni kendisine hakaretten, memura vazife başında sağ yumruğumu müstehcen bir
şekilde yüzlerce yolcunun önünde sallamaktan dolayı mahkemeye veriyor, Yargıç
da ilk tahkikatım yaparak,' “Bir söyleyeceğin var mı?” diyordu.
Olay şuydu: Bir süre önce,
devamlı Beşiktaş Üsküdar seferini yapan
tek uskurlu eski ve harap “Dilnişin” gemisi “Skoda” adında 5 bin tonluk bir
Yugoslav tankerinin önüne çıkmış,, geminin devamlı ikazlarına rağmen hatalı
rotasında ısrar et: miş, müsademe kılpayı ile önlenmişti. Bu arada bütün kadın,
çocuk ve yolcular çığlık çığlık yerinden
kımıldatılması imkânsız tahlisiye simitlerine saldırmıştı. İşte benim suçum buydu,
bunu yazmıştım. Meğer Kaptancığın terfi senesiymiş, 20 liralık zammı altı ay
sonraya kaldığı için bana muğber olarak 1954 yılında o zamanki Üsküdar
iskelesinin Başmemuru ile polisini de yalancı şahit olarak ayarlayıp, aleyhime
dava açıyor ve “Kuzguncuk’tan gelen gazeteci Ayhan, Beşiktaş aktarmasına
yetişemediği için bu haberi uydurdu, bana da iskelenin üzerinden müstehcen
işaretler yaparak yumruğunu salladı. İskele polisi ile başmemuru da şahittir”
diyor. Evet, gerçekten, Boğaziçinden gelen vapurlar tam yanaşırken, bu gemi ve
diğer aktarma gemileri yolcuyu çileden çıkarmak için iskeleden ayrılır ve
Kaptan Köprüsünden küstahça bize bakarlardı. Bu bakımdan benim değil, bütün
yolcuların bu Kaptan bozuntularından sorulacak hesaplarımız vardır. Hepimiz bu
yüzden 30 dakika kaybederdik. En az yüz kişi böyîece 50 saat kaybet
miş olurduk, bunu kim anlar, kim
dinlerdi? Aldı Ayhan mahkeme davetiyesini bakalım ne dedi: “Efendim bir Türk
vatandaşı olarak bana inanmazsanız, lütfen Yugoslav Gemisinin seyir jurnalini talebederek
tetkik edin, haberimin doğruluğunu ora dan gayet iyi tahkik edersiniz.
Gerekirse bu anı yaşayan yolculardan da yeteri kadar şahit bulabilirim” dedim
ve gazetede bir küçük haberle beni savunacak şahitleri davet ettim. Bir tek
yolcudan cevap aldım, bu da ayrı bir konudur. Bu arada ağabeyliği ile iftihar
ettiğim emektar gazetecilerden “Baba Rahmi” dediğimiz Rahmi Karaca, araya
girerek Kaptandan kötü bir kastimiz olmadığmı, benimle uğraşmamasın;, rica
etti, o da davasından vazgeçti.
62 / GAZETECİLİK OYNAYANLAR
Gazeteci vardır, gazetecilik
oynayanlar vardır. Bundan ötesi hikâyedir.
Bir avukat, bir doktor, bütün
müşterilerinin sırlarını, hücrede günah çıkartan papaz gibi, enineboyuna bilir.
Bütün müşterilerinin çeşitli gizliliğine el atar. Bunlar, gönlü ile musallaya
giden yol arasında kalır. Zamanzaman herhangi bir avukat, herhangi bir doktor,
kendisine tevdi edilen sırları, orada burada cömertçe piyasaya sürer. Bu
takdirde, doktor veya avukat müşterisini kaybeder. Sırrını açıkladığı müşterisi
de en çok ikiyüz üçyüz kişilik
gurupların nazarında teşhir edilmiş olur. Durumun çoğunlukla bütün sınırı,
bütün sorumluluğu bundan ibarettir. Şifahi isnatların ötesine de geçemez.
Zamanla unutulup bir daha hatırlanmaması da mümkündür.
Gazetecilikte ise, sır saklamak,
haber kaynağının açıklanmaması, yukarda açıkladığımız misallerle mukayese
edilemiye cek kadar geniş, şümullü ve vahimdir. Zaman zaman en yetkili şahısların ağzından öyle
şeyler duymuşumdur ki, bunlar yazıldığı zaman memleket çapında akisler
bırakarak, derhal büyük toplulukların arasına mıknatıslı mayınlar
döşeyebilirdi. Bunları ölünceye kadar saklamayı meslek ve insanlık borcu
sayarım.
Şimdi yukardaki sözlerimizin
boşlukta sallanmaması için bir örnek veriyorum. Ve okuyucularımı bilirkişi
tayin ediyorum. Yargınızı siz verin.
1956 yılında Karadeniz Boğazından
2 Rus açıkdeniz Kruvazörü geçmiş, bunların fotoğrafları da 10 bin fit
yükseklikten
Eskişehir Hava Üssümüze ait 112.
Filoya mensup uçaklarımız tarafından çekilmişti. Rusların o zaman farkına bile
varmadıkları bu durum, Eskişehir Hava Üssümüze mensup bir Kurmay Albay
tarafından yazılmamak şartıyla Eskişehir’deki özel bir toplantıda, benim de
içinde bulunduğum 7 gazeteciye açıklanmıştı. Kurmay Albay, bize itimat ederek,
Hava Kuvvetlerimizin o zamanki imkânları içinde büyük bir başarısını bize
ulaştırmakla meslekî bir zevk duymuş, bizi de aydınlatmıştı. Orada bulunan 7
gazeteciden ancak 5 tanesi meslek ananelerine sadık kalarak bu haberi
kullanmadık. Fakat 2 tanesi işin vehametini Yazı işleri Müdürlerine de
söylemeden, “Atlatma haber” diye verdiler. Bunlardan birisi Kayhan
Sağlamer’dir. Bunun üzerine haberi bize veren Kurmay Albay hakkında Askerî
Mahkemeye sevk muamelesi yapıldı. Bu bir. Görevinden çok pasif bir vazifeye
alınd:,, istikbali körlendi. Bu iki. Havaordusu aktif ö devlerde de ondan daha
büyük hizmet beklerken bunu kaybetti. Üç. Durumu öğrenen Ruslar Dışişlerimiz
kanalıyla resmî protes toda bulundular. Bu dört. Hava Kuvvetlerimizin basma
itimadı kalmadı. Bu beş.
Gazeteciliği herhangi bir
maceranın dışında ideal olarak alanlar, gazetecilik oynamak istemeyenler,
yazılmıyacak haberlerle, haber kaynaklarına karşı olan sorumluluklarını
unuttukları anda, gazeteciliği bırakıp işportacılık yapmalıdır. Gazeteci
vardır, gazetecilik oynayanlar vardır, bundan Ötesi hikâyedir.
63 / ASPARAGAS VE DE KOFTÎ
HABERLERİN KRALLARI
Şimdi yazacağım 5 haberi yazan 5
arkadaşım beni bağışlasın. isimlerini yazmadığım için kötüniyet arayıp arkamdan
beddu etmesinler.
Bir arkadaşımız, rahmetli
Menderes’in heryeri istimlâk ettiği günlerde, istiklâl Caddesinin bir
tarafındaki ve Taksim Tünel arasındaki bütün binaları 10 ar metre geriye
altlarına tekerlekler koydurarak çektirileceğini yazmış haber 1959 yılında
Tercüman’da 1. sayfada 4 sütun başlıkla çıkmıştı.
Bir arkadaşım Çanakkale DP. Î1
kongresine gittiğinde, “Dumlupınar” Denizaltımızm yıllarca önce battığı
Naraburnu nun derinliklerinden bazı geceler tekbir sesleri duyulduğunu,
bunların şehit 81 denizaltımızdan mesajlar olduğunu yazmış ti. Haber 1959 da
gene Tercüman’da 5 sütunluk bir yazı olarak verilmişti.
1954 yılında, Hürriyet’in manşeti, “Marmara denizinde bir Bulgar
Denizaltısı yakalandı” şeklindeydi. O zamanlar boğazlarda çelik denizaltı
ağları da bulunduğundan, haber tamamen hayal mahsulüydü ve denizin üstündeki
boş bir gaz bidonundan ibaretti.
Şilepçilik işletmesine ait 4
şilebimizden Atlantikte üç gündenberi haber alınamadığı yazılıyordu. Haber Yeni
Sabah Gazetesinde 1957 yılında manşet olmuştu ve 4 şilepte cem’an 180 denizci
bulunuyor, ortalama her birinin 5 kişilik ailesi olsa 900 kişiyi çok yakından
ilgilendiriyordu ve bunların içinde bir tane de kalp hastası yok muydu? Bu
haberi okuyunca kimbilir ne hale gelmişti. Biz iyi kötü bu kabil haberlerin
yazılmasına karşı çıkar, o zamanlar üyesi bulunduğumuz “Türkiye Gazeteciler
Sendikası Haysiyet Divam”nda bile konu eder fakat önleyemezdik. Sonradan
kurulan “Basın Şeref Divan”ı ise daha da yetersiz çıktı.
Bir arkadaşım da Milliyet’te Türk
Rus hududunda bir nöbetçimizin 80 metre ötedeki Rus nöbetçilerini bakmak
suretiyle bayılttığını, Rusların bu nöbetçimize vazife verilmemesini
istediklerini yazmış ve adı geçen haber de Genel Yayın Müdürü Abdi îpekçi’nin
izinde olduğu bir gün, Milliyet’te şakır
şakır çıkmıştı.
64 / KALLEŞLİĞİN DANİSKASI
Bir ara aylıklarımızın rekaketli
olarak, kademeli olarak, ödenmesi ben Tercüman Gazetesi İstihbarat Şefi iken
bütün servisin moralini bozmuş ve bütün arkadaşlar istifaya karar vermiştik.
Gerekli mektuplar hazırlanınca cebimde 7 mektupla, o zamanki patronumuz Semih
Tunca’yı görmek üzere Beyoğ luna “Tanca” Mağazasına geldim. Olaylardan haberdar
olan Semih Tanca bir hayli sinirlenmiş olarak beni karşıladı ve “Hünalp hiç
bozulma ve o mektupları alıp sahiplerine götür, hepsi şu anda gazetede
vazifelerinin başında, istifalarından vazgeçtiler, sana da bu ders olsun” dedi.
Bunun üzerine:
“Yürü dediler yürüdüm — Döndüm
ardıma baktım — kimseler yok” şiirimi yazmıştım.
65 / SAHİP DEĞİŞTİRİYORUZ
Bir akşam eve gittiğimizde
gazetemizin sahibi “Cemal Hünal”dı. Ertesi sabah geldiğimizde bir de baktım,
“Nihat Karaveli” olmuş. Hepimizde bir telâş. Orhan Veli’nin lapinala "ina
döndük. Kuruluşundan 15 gün önce çalışmağa başladığım, 5. yılımı tamamladığım
Tercüman Gazetesi çalışanların gıyabında satılmıştı. O sırada gazetede tefrika
'edilen “Vapur Düdükleri” romanım için 1200 lira alacaktım. Bunun 600 lirasını
avans olarak almıştm, kalanını da tefrika bitince alacaktım. Arkadaşlar “Artık
sen bunun üstüne su iç” demeğe başlamışlardı. 1950 yılında “Yeni İstanbul”
Gazetesine “Küçük İstasyonlar” adlı romanımı da 150 likaya sattığım için bu
konuda mağdur olmaya karşı bağışıklık kazanmıştım. Ancak, geçim sıkıntıları
içinde bunalırken, paramın kaybına da razı olamazdım. Sonuç bu parayı tahsil
edebilmek için tam 4 ay uğraştım. Cemal Hünal, Nihat Karaveli’ye; o da Cemal
Hünal’a yolluyordu. En sonunda iş dava konusu olmak üzereyken Karaveli’den
aldım ama, akşam eve dönüp müjdeyi verdiğim zaman eşim, Berna sevinçten
ağlamış, inanmayarak, “Sahi mi?” diye boynuma sarılmıştı.
66 / GAZETECİNİN TARAFSIZLIĞI
1940 küsur yıllarında gazeteciliğe
başlayıp, 1950—1960 yıllarında kişiliğini bulan bir gazeteci nesli, gerçekten
bugünümüzün magazin ve seks gazeteciliği ile mukayese edilemeyecek kadar
kaliteli ve iddialı olarak gelip geçmiştir. Biz herşeyden önce objektifliği ve
samimiyeti esas alırdık. Bir gün, CHP İstanbul İl Kongresinde Basın masasında
oturan devrin şöhretli ve aktif gazetecilerinden Orhan Birgit, gazeteci olarak
bulunduğu yerden, kongreye gelen İnönü’yü partili olarak alkışlamaya kalkmıştı.
O zaman kendisine delegelerin arasını göstermiş “Yerin orası” demiştim.
Çanakkale, Bandırma CHP II kongrelerine giderken de, DP’liler tarafından
yollarda çıkartılan flâ maları bileğinin kuvvetiyle herşeyi göze alarak
yırtardı. Çok fedakâr ve feragatli bir partiliydi. O da zaten zamanla politikacılığı
mesleğine tercih etmişti. O günlerde İnönü'ye olan aşırı sevgisinden ötürü de
objektif sistemimizi yadırgamıştı. Orhan Birgit bugün ortanın soîu hareketinde
yerini alarak “Ak günlere” yolculuğunda çok önemli ve başarılı hizmetler
görmektedir.
67/ MÜKÂFAT PRİMİ VE İŞTEN ÇIKARTMA
1962 yılında Hürriyet’te
“Haydarpaşa Hastanesinde Dok torsuzluktan kapanan Nüroloji Kliniği” diye özel
bir haberim için 100 lira prim aldığımdan 17 gün sonra, yılbaşına iki gün kala;
“Yılbaşından sonra bağlıyacağımız yeni sistemimizde beraber çalışamıyacağımızı
bildiririz” diye ve işveren adına “Cemal Altop” imzalı hiç tanımadığım birinden
bir mektup almıştım. Aynı şekilde 4 mektup hazırlanmış. Benden başka, Rüçhan
Arıkan, Ulvi Okar ve Sacit Dinç için. Haldun Simavi bey, Rüçhan ile Ulvi’yi
tanıdığım söyleyerek “olmaz” demiş, Sacit ile benim için “Ben yokken işe
almışsınız, ne isterseniz yapın” demiş. Ben bir yıldır, Sacit’de beş yıldır
Hürriyet’te çalışıyorduk. Netice ikimizi de çıkardılar. Ben girerken,
“Gazetecinin kıdemi, gazetemizde işe başladığı tarihtir” yazılı bir kâğıdı,
işsiz olduğumdan, başka yere de giremediğimden mecburen imzalamış, “İşim olsun
da, tazminatım olmasın” demiştim. Bir maaş brüt aylığımı, 1010 lirayı alarak
kendimi kaldırımda buldum ve de dört ay işsiz gezerken, birçok arkadaşım, hiç
huyum olmadığı halde, belki borç para isterim diye kaldırım değiştirdi. Aradan
bir iki yıl geçince, Sacit gene aynı
müessesede iş almış, ben daha avantajlı yerlerde “Yazı İşleri Müdürü” ünvanı
ile mesleğime devam etmiştim. Ancak bu olay bende büyük bir kırılma yapmış,
önüme gelene, “Yüz d,efa doğsam yeni baştan, yüz defasında da gazeteci olurum,
ancak, düşmanıma gazeteci ol demem” diyordum.
Bana göre olayın iki yönü vardır.
Birisi: Bâki Süha Edip oğlu ile Tarık Gürcan benim “Vapur Düdükleri” romanından
bir pazar sabahı radyoda bölümler okumuş, bu işlere hiç sebep yokken pek
bozulan Yazı İşleri Müdürüm “Çatık kaşlı Necati Zincir kır an”, “Senin şiirini
okudular” demişti. Ben de “Ağabey, onlar şiir değil, romanımdan parçalardı” demiştim.
Buna bozulmuştu, bir. İkincisi de bir adliye haberimde, “İki eski arkadaş
birarada efkâr teatisinde bulunmak için bir kadeh rakı, iki kadeh bira, üç
kadeh votka derken, birisi öbürünün apandistim alıvermişti” diyorum.
“Birarada”yı birahane okuyan ve kenarına, “Birahanede bu içkiler bulunur mu?”
diye yazan Necati’ye gidip, “Ağabey, yanlış okumuşsun ben birahane yazmadım,
birarada yazdım işte bak” dedim ve “üstelik Türkiye’deki birahanelerde de her
çeşit içki bulunur, o senin dediğin belki Almanya’dadır” diye çok efendice ve
centilmence söyledim.
Benim yönümden bütün hikâye
bundan ibaretti. Biraz da o sırada yayınlanan “Vapur Düdükleri” romanımın
Bâbıall patronlarının aleyhinde olması ile birlikte beni sendikal çalışmaları
destekleyen fikir işçisi olarak, yâni olduğum gibi görme siydi. Fakat herşeyde
bir hayır vardır. Benim gazeteden çıkmamdan 17 gün sonra, Çatalca’da yolda
kalan trene giden aziz arkadaşım Yüksel Kasapbaşı, Abidin Behpur ve Şöför
Yüksel Öztürk donarak şehit oldular. Genellikle deniz ve hava durumu ile ilgili
haberleri ben yazdığım için normal şartlar altında Yüksel’in yerine ben
gidecektim. Ben evliydim ve babaydım. Yüksel bekârdı. Bu bakımdan kader belki
de bana bir rüçhan hakkı tanımıştı. Ancak vicdan sahibi bir vatandaş çıkıp da kalorifersiz
araba ile yola çıkan ekibin durumu ile ilgilenmedi, olayda bal gibi ölüme hiç
şüphesiz istemeyerek sebebiyet veren ihmal vardı, tedbirsizliğin daniskası
vardı. Nur içinde yatsınlar. Mekânları ceiınet olsun i..
68 / YABALI KURTLARI ÖNCE
ARKADAŞLARI YER
Şairliğini çok sevdiğim
gazeteciliğini de saydığım bir arkadaşım “Günün Panaroması” adındaki sütununa o
günlerde çeşitli işyerlerine haftanın muayyen günlerinde gittiğimi bildiren ve
arandığım zaman kolay bulunmamı sağlayan kartviziti mip klişesini 7 Nisan 1966
tarihinde koyarak gazetecilik kamışını atmıştı. Ki o sütunlarda zaman zaman “Çocuğumuzun pipisini kedilere yedirme
törenimize bekleriz” diye bazı zengin çocuklarının sünnet ilânları çıkardı. Bu
arada Anadolu Ajansında hâlen çalışmakta olan bir muhabir de, çalıştığım
yerlerden biri olan, Kimya Sanayii İşverenleri Sendikası Yönetim Kurulu Başkam
Mükerrem Berksoy’a telefon ederek, “Adamınız gazetenize bayat haberler koyuyor,
uyumayın” demiş. Basın Sendikamızın yöneticilerinden eski bir gazeteci ise,
Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası Genel Sekreteri Ağabeyimiz Men nan
Özgü’ye telefonla, “Gazetenizin mizanpajı iyi olmuyor, ben daha ucuza yapayım”
demişti.
Bir ara İstanbul Radyosunda “Türk
Yazarlarından Örnekler” saatini, onbeş günde bir hazırlıyor, aynı
programlarımın Kıbrıs Radyosunda da tekrarlanması ile elime program başına 77
lira geçiyordu. 600 lira civarında aylık aldığımız ilk evlilik yıllarımızda,
yazarlığımızdan gelen üç beş kuruşun da yardımıyla geçinip gidiyorduk. Şair
gazeteci bir arkadaş da, Radyoevi Müdürlüğüne mektup yazarak, “Ayhan’ı
konuşturuyorsunuz, ben de onun gibiyim, beni de konuşturun yoksa onu da
susturun” gibilerden müracaatlar yapmış. O günlerde Radyo Müdürlüğü yapan
Kurmay Albay Turan Çağlar söylemişti.
Bu beş olay bana kurtlan,
hatırlatmıştı. Evet, kurtlar hep birlikte ava çıkarlardı ve bir serseri
kurşunla yaralanıp yere düşen kurtu avcılardan önce arkadaşları parçalardı.
69 / 18 YILI KARAKOLDA GEÇEN 22
YIL
1962 yılında “Hürriyet”
Gazetesinde serbest muhabirken, Polis Emeklilerinin kongresine gitmiştim.
Tercüman Gazetesinin seks ressamlarından Şahap Ayhan’ın babası Emekli Polis
Emin Ayhan ile tanıştık. Kendisi ile ayaküstü yaptığım hesapta, gazetede
yayınladığım şu sonucu aldım:
Emekli polis, vazifede geçen 8030
günün 6930 unu Karakollarda, 1100 gününü evinde geçirmiş, 3 çocuğunun da
doğumunda bulunamamış, 22 yıllık polislikten sonra eline hatıra olarak bir
düdük ile ayda 182 lira 67 kuruş kalmış. Ortalama olarak günde 3 daktilo
sayfalık zabıt tutarak 20 bin 790 sayfalık yazı yazmış, 6930 işgününde günde 5
kişiden 34.650 kişinin en azından 10 dakika olmak üzere 346 bin 500 dakika
derdini dinlemişti.
70/“SİZ BASIN”
Bakırköy’de bir cephanelik havaya
uçmuştu. Fotomuhabi rimizle olay yerinde jandarma birliklerinin sıkı bir kordon
yaparak kuş uçurmadıklarını gördük. Fotomuhabirimiz fotoğraf çekecek, ben de
nöbetçilerle röportaj yapacaktım. Patlamaların devamı ihtimalini düşünen
ilgililer kimseyi bırakmıyordu. Bir kavşağın kenarından içeri sızmayı uygun
bulduk. Tam giderken bir onbaşı “Yasak” diye önümüze dikiliverdi. “Basın” dedik
"geçmek için. “Benim vazifem burayı beklemek, siz basın gidin” dedi.
71 / KARADENİZ GEMİSİNİ KORSANLAR
MI SOYDU?
Denizcilik Bankasının Almanya’dan
aldığı 5 yolcu gemisinin en lükslerinden “Karadeniz” yolcu gemisinin ilk
Karadeniz seferinden limana dönüşünde tanıyamamıştık. O güzelim maroken
koltuklarından, naylon perdelerine kadar çoğu talan edilmişti. Gümüş
takımlardan bazılarının da eter gibi tebahur ettiğini belirterek “Karadeniz
Gemisini korsanlar mı soydu?” diye bir haberle geminin korunmasının yalnızca
personele ait olmadığım, kadroların buna yetersiz olduğunu belirterek,
yolculara da bu konuda sorumluluk düştüğünü hatırlatan çok olumlu bir yazı
yazdım.
Mesleğimizde ve deniz
muhabirlerinin en kıdemlisi olan, bu yüzden de “Baba Rahmi!” dediğimiz ve daima
manevi yeğeni olmakla iftihar ettiğim Hürriyet’ten Rahmi Karaca’dan afilli bir
“aferin” aldığım bu haber için, Denizcilik Bankasını zarardan başka bir şekilde
idare edememekle ün yapmış idarecilerinden cafcaflı bir tekzip aldık. 16.2.1956
tarih ve 6/360 1880 sayı ile gelen yazıda hiç utanıp sıkılmadan haberimi tekzip
ediyorlardı. “Rüzgâr bir perdeyi yırttı” diyorlardı. Beni susturmak için de o
zamanların sayılı sekreterlerinden olan ve şimdi Amerika’da evli bulunan
kırmızı manto giymekle ün yapmış bir hanım memurlarını vazifelendirmişler di.
72 / MİLLETVEKİLİ NAÎM TİR
ALÎ’NİN VERDİĞİ SÖZ
“Yirmibeş kuruşa Amerika” ve
“Park” hikâye kitaplarının çok başarıh unutulmaz sanatçısı Milletvekili Naim
Tirali çok kötü bir gazete patronu olarak 30 yılımın hâtıraları arasında
yaşamaktadır. İhtilâli müteakip Devlete intikal eden “Havadis” gazetesine
transfer olmuştum. Ancak bir süre sonra gazete kapanacaktı, bu bakımdan hepimiz
bilmem kaçıncı defa mahdut sayılı gazetelerimizde iş aramağa başlamıştık. “Seni
Na im Tirali çağırıyor” dediler, gittim, konuştuk. İstihbarat Şefliği Siyasi
Muhabirlik, Yurt Haberleri Şefliği yapmam ve küçük fıkralar yazmama karşılık
ayda 700 liraya anlaştık. Yıl İ961 “Ayın birinde gel” dedi. Ayın birine 20 gün
vardı. Bir daha hiç uğramadan, yirmi gün sonra Vatan’m İdare Meclisi Başkanı ve
Hukukî bakımdan sahibi durumunda olan Naim Tirali’nin odasına dayandım, “Yarın
başlıyorum” dedim. Cevabım hâlâ nefret ve isyanla hatırlarım. “O sözden vazgeçtim”,
deyiverdi, ve bu vazgeçme benim için en azından iki aylık işsizliğe, o zamanki
rayiçle 1500 liralık bir zarara sebebiyet vermişti. Duruma Fazıl Hüsnü Dağlarca
ile Oktay Akbal da çok üzülmüşlerdi. İşte böyledir,, çok iyi hikâyeci olduğu
halde çok kötü bir patron olan Naim’ciğim, elin oğlu yıllar geçer, gene de
hatır
lar. Nasıl hatırlamıyayım ki, o
binbeşyüzlük zararımı ayda yüz lira kısıntıyla ancak 15 ayda kapatabilmiştim.
73 / MESLEĞİMİN ZEVKLERİ
27 Mayıs 1961 tarihindeki
Hürriyet’te çeşitli hakaretlere dayanamıyarak iğne yutmak suretiyle intihar
eden bir kızın, yazılarımdan sonra çeşitli çevrelerden yardım görmesi, Hava
dis’deyken, “Türk Silorofil Derneği”nin 20 kanaryayı Akil Hastanesine hediye
etmesini sağlayışım ve Dolmabahçe’de jki ayağı olmadığı halde dilenmek
istemeyen bir vatandaşımıza arzusu üzerine armatör Ali Sohtorik’e sandal hediye
ettirmem; mesleğimde bana “Ağabey”Iik yapanlardan Kemal Zeki Genç. osman’m
“Bayrak” gazetesinde, en güçlü sanatçılarımızdan Cüneyt Gökçer, Mahir Canova,
Mediha Gökçer, Hadan Uran, Yıldız Kenter; Şeref Gürsoy, Tekin Akmansoy ile
oyunları Türk sahne edebiyatını zenginleştiren Turgut Özakman, Adalet Sümer
Ağaoğîu, Sedat Veyis Örnek gibi oyun yazarlarımız ve caz sanatçısı Yaşar
Güvenir için ilk övücü yazıları yazmış olmam, mesleğimin bana bağışlayabildiği
eşsiz zevkler ve hatıralar arasındadır.
74 / Hasan PULUR’A MİSAFİRLİĞİM
18 Mayıs 1962 tarihli Milliyet’te
“Olaylar ve İnsanlar” sütununda çıkan bir fıkram:
Bayram tatilini Edirne’de geçiren
bir gazetecinin notları:
7 Mayıs:
Motorlu trenle 14 Mayıs’da Edirne’ye gitmek için 2 bilet aldım numaralan
160—164.
8 Mayıs:
Gazeteden yer için Edirne’deki Renda Palas Oteline telefon edip, Muhabirimize
de talimat verdik.
14 Mayıs: Bugün Kurban Bayramı. Karımla ilk defa izin yapacağım.
Ona Selimiye Camiini göstereceğim. Yakınlarımızla bayramlaşıp, Sirkeci garına
gittik. Gazeteden de 100 lira avans almışım, mutluyuz. Trende yerimize
başkaları oturmuştu. Rica ettik, yalvardık para etmedi. Polis çağırdık, “Biz
numaralı olduğunu bilmiyorduk” diyorlar. Güçlükle bir kişilik yer temin
edebildik. Gezimiz çok iyi başladı! Edirne’ye gelince doğruca otele gittik.
Otel kâtibi, “Boş odamız yok” dedi. İstanbul’dan telefon ettiğimiz, mahalli
muhabirimizin de durumu
hatırlattığım söyleyince, “Sizin
konuştuğunuz adamı biz dün kovduk, ayırttığınız yerden haberimiz yok” dediler.
Aynı durumdaki 4 aileyle birlikte iki saatlik aramadan sonra hanboz ması bir
yer bularak sabahı bekledik.
15 Mayıs: Selimiye Camiine gittik. Yolda karıkoca gezen Alman
turistleriyle ahbap olduk. Cami kapısındaki sakallı bir adam turistlerin
kafasına terlikleri attı. Kabalığının sebebini sordum, “nolacak yani, onları
buraya kim çağırdı?” dedi. Çıkarken kapıda yardım kumbarası vardı, aynı adam
elini uzatarak “içine atmayın, bana verin, daha iyi” dedi. Vermedim, Alınanlara
da verdirmedim.
16 Mayıs: Karaağaç’a kadar paytonla gittik. Belediye otobüsünün
35 kuruşa gittiği yere, arabacı 10 lira istedi. Şehre biraz geç dönünce
lokantalarda öğle yemeği bulamadık.
17 Mayıs: Evimize döndük, “Dünya varmış” dedik. 13 a jansmda
İsrail’den dönen Basın Yayın ve Turizm Bakanı Kâ muran Evliyaoğlu; “Türkiye
dünyanın en çok aranan turistik bölgelerinden birisi haline gelecektir”
diyordu. Karımla bakıştık. Sustuk.
75 / GÖLCÜK ÜSSÜNDEN ÇIKARTILIŞIM
1956 yılında Tercüman gazetesinde
Röportaj Muharriri ve serbest muhabir olarak çalışırken, Deniz Kuvvetlerinin
Kumandanlığının özel izni ile “Gaziantep” Muhribinde, “Gür” Denizal tısmda,
“Ereğli” Mayın gemisinde, “Çardaklı” Karakol gemisinde ve “LS 10” avcıbotunda
10 gün dolaşarak, tatbikatlarda hazır bulunup ve Tuzla açıklarında 50 metreye
dalarak 30 sayılık bir röportaj hazırlamıştım. Donanma ile dostluğumuz eskiydi.
Amatör bir bahriyeli oluşumun yanısıra, 1953 yılında Nobalant şilebiyle
çarpışarak batan “Dumlupmar” denizaltımız için yazdığım “Teğmenim” adındaki
ağıt, çeşitli dergilerde ve Donanmanın şehitlerimizin hatırası için yayınlanan
kitabına alınmıştı. Bu bakımdan heryere rahatça girip çıkabiliyordum. Buna
rağmen bir Cumartesi günü, Pazartesi sabahı dönmek üzere Gölcük dahilinden
askerî bir ciple Nöbetçi Subayı bir Binbaşının anlayışsızlığı yüzünden üsten
dışarı çıkartıldım. Durumu bilâhare Donanma Kumandanı Tuğamiral Fahri Koru
türk’e anlattığımda, büyük bir asker olan Amiral bu çiğ davranıştan ötürü ne kadar
üzülmüştü.
76 / ENTELLEKTÜEL YERİNE, AKTÜEL
BİR HUKUKÇU
Kulakları çınlasın, bir Î.E.T.T.
Umum Müdürü vardı. Ün vam da Profesördü. Mübarek adam, “Tünelin kayışı eskimeye
başladı, yeniden kopup vatandaşların ölümüne sebep olmasın, acaba ne zaman
değişecek” desek, “Bir tünel kayışı nasıl yapı lır, bilir misiniz? Bunu öğrenin
de ondan sonra sual sorun” diyerek, çat diye telefonu kapatırdı. O zamanlar ve
şimdi gazetecileri kültürsüz, diplomasız olarak suçlamak adetti. Çok şükür ben
rahmetli babamın sözüne uyarak, Dil Tarih Fakültesi Türkoloji bölümünü
bitirmiş, bir çok Profesöre Türkçe öğretmek olanağına sahip bir gazeteciydim.
Bu bakımdan yüksün müyordum, fakat, benim bütün meslek arkadaşlarımın kültür
seviyesini, dil bilme oranım herhangi bir meslekle mukayese etsek hiç
birisinden geri kalmazdı. Ben ki bir avukatımızın “en tellektüel bir insanım”
yerine, rahatlıkla “Ben aktüel bir insanım” dediğini duymuş ve yaşamış bir
gazeteciydim.
Aynı Î.E.T.T. Genel Müdürüne,
“Halk otobüs sıkıntısı çekiyor, acaba araba alınacak mı?” derdik, “Otobüslerin
nasıl çalıştığını, nasıl imâl edildiğini öğrendiniz mi? Öğrenin de sorun” deyip
telefonu kafamıza kapatırdı. Şimdi Ekonomi ve Politika gazetesi
sekreterlerinden olan kıymetli gazeteci arkadaşım Esen Yalçın bunu çok iyi hatırlar.
Devrin Başbakanı Menderes’e poposunu dayayan ve ona yaranmanın yolunu, adını
gazeteci düşmanına çıkartmakta bulan bu adam da memleketimizdeki sorumluluk
taşıyan aydın idare adamı kesimimizi temsil ederdi. Zaten o yıllarda her Umum
Müdür kendisini bir ilâh, bir yarı Tanrı farzetmenin humması içindeydi.
77 / İZMİR GEMİSİNE BİRŞEY
OLMAMIŞ
Denizcilik Bankasına ait en modem
yolcu gemilerimizden “lzmir”in, bir Pazar sabahı saat 10 civarında İzmir limanı
dışında bir Amerikan şilebi ile çarpışarak yarı yarıya batmasından 4 saat sonra
çalıştığım Tercüman gazetesine fotoğrafları gelmişti. Derhal Denizcilik Bankası
Nöbetçi memurunu arayarak, tamamlayıcı bilgi istedim. Kaptanın adından, geminin
tonajına kadar çok basit, fakat yanlış yazılınca büyük pot olacak bilgiler.
Adam hiç unutmam, “Size yanlış bilgi gelmiş, gemi şu anda İzmir rıhtımına yolcu
boşaltıyor” dedi. Kadın tellâl lannm daha fazla hürmet gördüğü bir devirde
gazetecilik yapmak, Donkişotluktan başka birşey değildi. Ve bizi her fırsatta,
“yalan yazarlar” diye suçlayanların en başında hiç şüphesiz bu şekildeki
şahsiyetsiz ve kılkuyruk, tavşanboku kılıklı müdürler gelirdi.
78 / BEN DE YALAN YAZDIM
Ben de yirmibir küsur yıllarımın
avereliği içinde her hafta bir yalan haber yazardım. Bu değişmeyen haberimi her
hafta dış hatlardan dönen Denizcilik Bankasına ait yolcu gemilerin de
külliyetli miktarda kaçak eşya yakalandığına dair olurdu ve maalesef tahkik
etmeden yazdığım bu haberler de hiçbir zaman tekzibe uğramaz, bilâkis
miktarlarda daima az yazdığımı görerek mesleki bakımdan azap çekerdim.
79 / HİÇ DEĞİŞMEYEN KLÂSİK
HABERLER
Çeşitli gazetelerin, yurt
haberlerine bakıp başlık attığım yıllarda Anadolu Muhabirlerimizin hiç
değişmeyen iki haberleri olurdu. Bunlar her yıl herhangi bir karlı ilçeden bir
dişi ayının bir erkeği ya da bir erkek ajanın bir kadını cinsel ilişkilerle
kaçırmasıydı. Bunun dışında bugüne kadar tesbit edebildiğim 933 ırza geçme veya
tasallut haberinde halk daima mütecavizi linç etmek ister fakat bir tekinde
olsun hernedense bu arzusuna ulaşamazdı.
80 / NAMIK GEDİĞİN GICIRDAYAN
DİŞLERİ
İzmit körfezinde, “Üsküdar” yolcu
gemisi fırtınadan alabora olarak battığında, gece yarısı evimize gelen bir
yıldırım telgrafı ile olay yerine intikal etmiştim. O gemide kaç kişinin
öldüğünü Tanrıdan başka kimse bilmez. Çünkü biletsiz binen erler ve karneli
yolcular da vardı, bu bakımdan çeşitli çevrelerle konuşarak takribi yolcu adedi
vermek zorunluğu doğmuştu. İşte olay sabahı karayolu ile gelen Namık Gedik,
hepimizi polis vasıtasıyle karakollardan toplatmış ve de dişlerini hiç gereği
yokken sıkarak “Ölü sayısını yükseltmeyin!” demişti. Bu arada gelişinin
birazcık gecikmesine karşılık halkın kızmasını önlemek için bize, “Hava
şartları uçakla gelmemizi önledi, otomobille gelince biraz geciktik” diye
izahat vermişti.
Oysa kayıp yolcuların yakınlan
dışarıda, koyunlarına soktukları kefenleri göstererek, “Bunlara ölü istiyoruz,
bulun!” diye çırpmıyorlar ve Gediğin hangi vasıta ile geldiğini hiç mi hiç düşünmüyorlardı.
81 / MERT BİR KAPTANIN GÜNAHI
Dünya gazetesi muhabiri Özer
Öztep delikanlı adamdı, sansasyonele meraklıydı. O zamanlar içinde hiç
bulunmadığı halde, körfeze köpek balıklarını sokup ölüleri yedirerek,
gazetesinde manşet oluyordu. Ölülerin aileleri bu yüzden büyük acılar çekiyordu
hiç şüphesiz. Fakat, bunları kavrıyarak sorumluluğun yaşma ulaşamamıştı, o
bakımdan mazurdu, işte bu arada “Gemisinden kaçarak kurtulan kaptan sarhoş
olduğu için gemi batmış, kaptan köprüsünde şarap bulundu” diye de bir kofti
haber sallayınca, biz bile Yazı İşleri Müdürümüzden “uyuyor musunuz oğlum?”
diye papara yemiştik. Oysa üç gün sonra kaptancık cebinde 60 kuruşu elinde
düdüğüyle ve şişmiş cesediyle bulununca, hayal mahsulü haber yüzünden cenazeyi
7 kişilik cemaatle kaldırmıştık. Zavallı kaptana kızan halk gerçeği bilmediğinden
gelmemişti.
82 / ÖLÜLERİN ARASINDAKİ DİRİ
İzmit Devlet Hastanesinin
koridorlarına yığılan boğulmuş cesetlerin arasında, kolu oynayan bir kazazade
bulununca, “öldürmeyen Allah, öldürmüyor” dedik. Fakat garibanın ölülerin
arasına nasıl konulduğuna hâlâ şaşarım.
83 / “SİZİ BURAYA NEDEN
GETİRDİLER”
Beyoğlu Sigorta Dispanserinde
yanlış tatbik edilen bir iğne yüzünden 1966 yılında ambulans ile müşahadede
kalmam ve gerekli tedavim yapılması için baygın halde, Şişli Sigorta
Hastanesine naklediliyorum. Durumu vehametinden ötürü o zamanlar gazetelerinin
Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım “Türkiye Kimya Sanayii İşverenleri
Sendikasına” bildiriyorlar. Sendikanın Genel Sekreteri Zühal Baydur Hanım büyük
bir insaniyet örneği göstererek, benim hastaneye , intikalimi sağlıyor ve
ilgililere durumumu bildirdiği gibi ihtimam gösterilmesini temin için eski bir
gazeteci ve sanatçı olduğumuzu da söylüyor,
Benim birşeyden haberim yok,
sabahleyin kendime geldiğimde, Nöbetçi Doktor vizite yaparken, “Siz buraya dün
niçin gelmiştiniz” diyor!!!
84 / UMURSAMAZLAR CENNET*
Bizim Basmköy’den her sabah saat
07,30 da Cağaloğluna, 07.35’de de Taksime otobüs kalkar. 15 Nisan 1970 günü Ca
ğaloğlu otobüsü ile birlikte şoförünün yeni olması yüzünden Taksim otobüsü de
kalktı. Basınköy — Taksim otobüsü iki saatte bir olduğu için ve 5 dakika erken
kalkışı yüzünden birçok yolcunun bunu kaçıracağı halde,' otobüste bulunan hiç
bir yolcu ağzım açıp da, “Şoför efendi beş dakikamız daha var” demedi ve ben
bermudat eşim Bernâ’ya verdiğim sözü çiğneyerek erken kalktığımızı hatırlatmak
suretiyle vasıtayı beklettim.
Not : Eşim benim toplumdaki
düzensizliğe karşı homurdanmayı meslek haline getirmeme karşılık, “Biraz
vurdumduymaz ol, böylelikle erken ölürsün, bizi düşün” diyerek topluluklardaki
uygunsuzluklara kulağımı haklı olarak kapatmamı istemiştir. Çünkü “Otuzüç
milyondan otuz milyonu eyyamcı, sen bunların kaçını değiştirebilirsin” der.
85 / NAPOLYON’UN FOTOĞRAFI
Yaradılışı münafık ve de havlar
gibi konuşmasını seven bir foto muhabirimiz vardı. Basın toplantılarına
bittikten sonra yetişmekle ün yapmasına bakmaz, ikide bir de Yazı İşleri
Müdürümüze benim, İstihbarat Defterine az iş yazdığımı gam mazlarlardı. Yazı
İşleri Müdürü halden anlayan, sanatçı bir adamdı. Bitlis’li olduğum için
müzevirciliği sevmediğimi bilir, işinden hiç memnun olmadığım halde şikâyet
etmediğm arkadaşımıza aldırmazdı. Bir gün bana, “Şu herife ufak bir oyun yap,
akıllansın” dedi. Ertesi günü deftere, “Saat 17.00 civarında Dolmabahçe
rıhtımına meşhur Napolyon Bonapart özel bir yatla gelecek. Haber hususidir,
kimseye söyleme, mutlaka fotoğraf isterim” diye yazdım. İstihbarattaki bütün
arkadaşlara da durumu sıkı sıkı tembihledim. Akşam saat 19 oldu, 20 oldu, bizim
adam yok. Hepimizi aldı mı bir merak. Bütün arkadaşlar o zamanlar Beşiktaş’ta çıkan
Tercüman’a çok yakın olan Dolmabahçeye gittik. Bizim akıllı rıhtıma oturmuş,
bekliyor. Bizi görünce “Nerede ölü işler var, bana verirsiniz, herif gelmedi
hâlâ” demez mi. Hepimiz yerlere gülmekten balıklama yatarken, “Bunun asparagaz
olduğunu anlamadın mı?” dedik. “Ne asparagası yahu? Nöbetçi polise sordum, o da
birazdan gelir” dedi. Arkadaşımızın işlediğini anlayan polis de bozuntuya
vermemiş. Sonra hep beraber Toma’ya gidip, içerek işi tatlıya bağlamıştık.
Not : Bizim meslekte gayriciddi
veya gerçek dışı haberlere asparagas veya kofti denir.
86 / ORDU LİSANI
Yüksek tirajlı bir gazetedeydim.
Pakistan’ın Milli Eğitim Ba kanı ilk defa memleketimize gelmişti. İstanbul’da
da bir basın toplantısı yapmış, kültür mübadelesi için, bizim ordu lisanına
önem vermemizi temenni etmişti. Haberimin başına bunu koymuş, sonuna doğru da
bir vesile ile bazı okuyucularda tereddüt olmaması için, ordu lisanı deyimi ile
farsça karışımı, bir lisan kastedildiğini belirtmiştim. Ancak, haberin sonunu
okumadan bunu askerî dil manasına alan yaşlı istihbarat şefimiz, habere
“Misafir Bakan askerî dille konuşulmasını temenni etti” diye başlık atmıştı,
Yazı İşleri Müdürü Semih Tuğrul, geniş kültürlü, akdemik kariyeri olan,
herhangi bir İngiliz veya Fransız gazetesinde rahatlıkla Yazı İşleri Müdürlüğü
yapacak klâsta bir gazeteciydi. Onun meslek hayatını ve daramım “Vapur
Düdükleri” romanıma konu almıştım. Birden istihbarat odamızın kapısı güm diye
arkaya çarptı, hırsla gelip, haberi istihbarat şefinin yüzüne atmıştı, “Beyim
bu ne kepazeliktir, ordu lisanı nedir” diye bağırıp duruyordu. Arkadaşımız bir
anda “Başüstüne, sağol, uygun adım, komutan, araç, savunma” gibi öztürkçe
deyimlerin kullanıldığı lisandır” deyince, Semih Bey’ in saçları diken diken olmuş, hırsla geri dönerken kafasını
duvara vurmuştu.
87 / VEFASIZLIK ÖRNEĞİ
“27 Mayıs”ı müteakip, “İst.
Gazeteciler Cemiyeti”nin yarışmasında “Tanrı’yı Dolandıran Dindarlar” adındaki
fıkram, Aziz Nesin’den sonra ikincilik almıştı. O yıllarda da Tercüman’da
çalışıyordum. Her gazete kendi muhabirinin aldığı dereceyi iftiharla
okuyucularına ilân ederken, beni yazmamışlardı. Adımız “Asi gazeteci”ye
çıkmıştı bir kez. Sevenimiz azdı. Benim bu yüzden şansım çok kıttır zaten. Tam
beş yıl muhabirliğinden, fıkra yazarlığından, istihbarat şefliğine kadar her
çeşit işini, en küçük ve gülünç ücretlerle yaptığım, sanat sayfasını
hazırladığım, kuruluşundan önce vazife aldığım ve kendi arzumla ayrıldığım
Tercüman gazetesi bile, kuruluşunu kutlarken, bir kadehini paylaşmak için beni
davet etmeyi akıl etmez. îki yıl Ankara Muhabirliğini yaptığım “İstanbul
Ekspres” gazetesinde de aynı durum oldu. Hem de 37 röportajımın parasını da
alamadığım için, ücretsiz çalıştığım bu gazetenin sahibi Mithat Perin, 1869’da
Ekspres’de çalışanları, bir yemekte bir araya getirdiğinde aynı vefasızlığı
yapmıştı. Bunlar belki küçük unutkanlıklar, fakat, insanı kahreden, delip geçen
unutkanlıklar. Varlık Dergisinin okuyucuları arasında düzenlediği bir yarışmada
da, 1960 yıllığında çıkan, “Tutsakların İhtilâli” adındaki hikâyem de ikinci gelmiş
bize oy veren okuyuculardan kura ile çekilen birinciye 1000 lira ödenmiş,,
fakat bana 1 kuruş verilmemişti.
88 / SENDİKAMIZIN VE
CEMİYETİMİZİN DAVRANIŞI
Onaltı yaşımızdan bu yana
sürdürüp gittiğimiz, bu uğurda “Lise Edebiyat Öğretmenliği” hakkımızdan
vazgeçtiğimiz gazeteciliğimizde, en sonunda bizim için en kıymetli mertebe ve
nişan olan “Basın Şeref Kartı”nı 28.5.1969 tarihinde intisap edince 17 yıldan
beri üyesi bulunduğum “İstanbul Gazeteciler Cemiyeti”nden ve “Türkiye
Gazeteciler Sendikası’ndan bir tebrik kartı bile alamadım. Aynı şekilde Basın
Yayın ve Turizm Bakanının da bir plâket veya tebrik kartı ile “menzili maksuda
erişmiş bizleri kutlaması gerekmez miydi? İngiltere’de yirmi yıl top çeken
kadanalar çürüğe çıkarken törenler yapılır da, bizim memleketimizde insanı
kınamaktan kutlamağa vakit ayrılmaz.
Aynı şekilde bana 1955 yılından
itibaren, üyesi bulunduğum sendikadan da bir tek bildiri gelmemiştir. Hem ben
çeşitli işveren gazetelerinin Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım halde,
sendikamla olan bağlantımı kesmemişimdir, aidatımı muntazaman ödemiş ve temsil
ettiğim yayın organlarım daima bü
tün meslekdaşlanma göndererek
açık seçik bir çalışmaya gir mişimdir.
Bu yalnız bana mı böyle olmuştur. Hangi gazeteciyi görsem aynı vefasızlıktan,
aynı unutkanlıktan dert yanmaktadır.
89 / ÖLDÜRÜLÜP DİRİLTİLEN ROMAN
KAHRAMANI
Vecdi Bürün bir roman yazıyor,
fakat bütün ısrarıma rağmen beşer onar sayılık bölümler halinde veriyor,
tamamını bir türlü getirmiyordu. Patronumuz Cihad Baban’da, Vecdi’yi sevdiği
için bu konuda bütün ısrarıma rağmen bir sonuç alamıyordum. Birgün korktuğum
başıma geldi. Nöbetçi Sekreter olduğum bir gece, ucuz romanların meraklısı olan
bir hanım okuyucu, “Vecdi beyin romanında üç gün önce ölen kahraman dirilmiş,
adam konuşup duruyor, insan okuyucusuna böyle mi hürmet eder” diye haklı olarak
veriştirdi. Olay Tercüman Gazetesinde 1955 yılında geçti.
90 / “MESS İŞVEREN” GAZETESİNİN ' UNUTKANLIĞI
Türkiye Madenî Eşya Sanayicileri,
Sendikasının yayın organı olan “Mess
İşveren” Gazetesini 9 yıl önce kurup 210 sayı çıkartarak, sendikada bana
ait bir iskemle bile olmadığı, aylığımın azlığı, işin çokluğu yüzünden istifa
etmek suretiyle işimden ayrıldım. Her ay iki defa bir gün gecikmeden yayınlanan
bir gazetenin Yazıişleri Müdürlüğünden, muharrir, musahhih ve editörlüğüne
kadar herşeyini yapıyordum. Sendikanın başında bulunan Genel Sekreter İlhan
Lök, İskilip’deki Bölge Çalışma Müdürlüğüne bir müstahdem tayin edilse tebrik
telgrafı çekecek kadar beşerî ilişkilere meraklı bir yönetici olduğu halde, benim
ayrılışıma ait sahibi bulunduğu gazetesine tek satırlık bir teşekkür koymadığı
gibi, “Bundan sonraki hayatınızda başarılar dilerim” temennisi yazmadı. Dokuz
yıl içinde bir tek gün mazeret izni yapmadığım bu işyeri ayrılışımla ilgili
olarak en küçük bir maddi mükâfat primi vermediği gibi, yürürlükte olan 212
Numaralı Basın Kanununa göre “Kıdem Tazminatımı” da vermedi. Kıdem Tazminatına
karşı olanlar, benim omuzlarıma basarak bu hakkı uyutma yoluna gideceklerine,
parlementerlerle anlaşarak kanunu değiştirme yoluna gitseler daha geçerli, daha
tutarlı, daha meşru bir çaba göstermiş olurlardı. Bir hizmet süresi sonunda
çektiği topu, ya da çöp kamyonunu bırakırken bir hayvana bile tören yapan dünya
düzeni içinde, emekli olmama 11 ay kala mecbur kalarak istifa edip ayrıldığım
yer bana 30 liralık bir bakır plâket vermeği bile düşünemiyordu. Beni kahreden,
üzen buydu. Bana bunu yapanlara da aynı şeyi yapacaklardı. Biz vefâdan,
kadirşinaslıktan yoksun bir Milletiz. Üç yıl Basın Müşavirliğini yaptığım,
halen bünyesine bağlı 6 İşveren Sendikasının organlarının Neşriyat Müdürlüğünü
yaptığım halde, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu da Genel Kurullarına
beni davet etmeği akıl etmez. Hatırlattığım halde bunun gereğini duymaz.
Üstelik bu örgütün Basın Müşavirliğini benden sonra alan gazeteci Şemsi Kuseyri
de meslekdaşımdır.
91 / ABDÜLMECtT HAN’IN SAATİ
Hürriyet Gazetesindeyken, bir gün
İstihbarat Şefimiz Muammer Kaylan “Çabuk git, Kapahçarşıda bir dükkânda Abdül
mecid’in cep saati varmış, resimli bir haber yap” dedi. Foto muhabirimiz
Muammer Teoman ile gittik, aradık, taradık dükkânı bulduk ve de Abdülmecid’in
sağlığında kullandığı rivayet edilen, üzerinde lokomotif deseni bulunan bir cep
saati gördük. Ancak, adamı biraz sıkıştırınca aynı saatten 30 tane daha olduğunu
öğrendim. Gazeteye dönünce, durumu anlatarak, “Şef ben bu yalanı yazamam”
dedim. Şimdi Amerika’yı asparagas haberleriyle parselleyen Muammer “Ağabey”
suratım asıp bizi tersledi ve aynı kofti haber, dört gün sonra gazetenin
birinci sayfasında üç sütunluk bir yerde üfürülerek verildi. Buna benzer bir
başka olay da, aynı gazetedeyken, Kirkor adlı bir vatandaşın kendisini roket
ustası sayması ile olmuştu.
Bağlarbaşmda bir vatandaş, 80
santimlik bir roketi, ne koyduğunu söylemeden 50 metre yükseltiyor ve “Uzay
çalışmaları” yaptığını iddia ediyordu. Bir hafta, on gün olayı sürdüren muhabir
arkadaşımın izinli olduğu gün, adamın yeni baştan uzayı fethedeceği tutmuş.
Nöbet bendeydi. Gittik. Fakat, benim domuzluğum tuttuğu bir gündü. İçine yakıt
olarak ne koyduğunu tutturdum, “İlle söyleyeceksin, yoksa yazmam” diyordum.
Tonton Kirkor’cuk bunu saklamakta ısrar ediyordu. A dam o hırsla roketini
havalandıramadı bile. Ben de gelince durumu olduğu gibi yazdım. Bu sefer de ol
rivayet, Haldun
Simavi bey, “Ayhan Gazetemizi mahçup
etti” diye bana bozulmuş.
92 / ABDA ŞİLEBİNİN BATIŞI
Yeni evliydim, borçlarım vardı,
izin günlerinde de çalışarak 20 lira ilâve yovmiye alıyordum. Ancak bu durum
bir gün önceden istihbarat Şefimiz Kaylan’m tasvibi ile olurdu. Fırtınalı bir
gündü. “Ağabey istersen yarın izin yapmayayım” dedim, dudaklarını sarkıta sarkıta “yap” dedi, ilâve ücret alacağımız
için ısrar edemedim ve evimde soba kurarak dinlendim. O günlerde genellikle
deniz sahasına ben bakıyordum Armatörlerden Nezih Arda’ya ait “Arda” şilebi,
Şile açıklarında kayalara çarparak batıyor, geminin fotoğrafını bulmakta güçlük
çekiyorlar ve gazetenin baskıya geçişi bu yüzden 50 dakika gecikiyor. Ertesi
sabah işime geldiğimde, istihbarat Şefi Muammer Kaylan “Dün izin yaptığın için
Patron çok kızdı” dedi. “Bana sen izin yap, çalışma dememiş miydin?” dedim.
Cevap vermedi. Olay 1962 yılında Hürriyet’de geçti.
93 / TRT’NİN ALTINLARI
Yeniköy önlerinde, “Işık” şilebi
battı. 500 tonluk minyatür bir gemiydi. Personeli 9 kişiydi. TRT olayı 19 haber
bülteninde “Işık motoru battı” diye verdi. Çünkü Boğaziçinin, Yeniköy’ünden
Beykoz’a dolmuş motorları çalışırdı. Olayı bunlarla karıştırdı. Almanya’dan
alman 2 hücumbotumuzun süratini de 40 mil yerine 40 kilometre diye verdiler.
Olay 14 Mart 1969 tarihinde saat 21.00 deki haber bülteninde yayınlandı.
94 / ORHAN VELÎ KANIK IN “KİTABEİ
SENGİ MEZAR”! (13 Nisan 1914 — 14 Kasım 1950)
Bilmem ki nasıl anlatsam, nasıl,
nasıl size derdimi! Bir dert ki yürekler acısı, bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem, değil. Ekmek parası desem, değil. Bir dert ki, dayanılır
şey değil.
Benim de mi düşüncelerim
olacaktı, ben de mi böyle uykusuz kalacaktım? Sessiz sedasız mı olacaktım
böyle? Çok sevdiğim salatayı bile aramaz mı olacaktım? Ben böyle mi olacaktım?
Ağlasam sesimi duyar mısınız
mısralarımda? Dokunabilir misiniz gözy aşlar ima ellerinizle? Bilmezdim
şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin ise kifayetsiz olduğunu bu derde
düşmeden önce. Bir yer var biliyorum herşeyi söylemek mümkün, epeyce
yaklaşmışım, duyuyorum, anlatamıyorum.
Deli eder insanı bu dünya, bu
gece, bu yıldızlar, bu koku. Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.
İstanbul’un Böğaziçinde bir fakir
Orhan Veliydim. Tarifsiz kederlerim vardı. Bazan Urumelihisarma oturup türkü
tuttururdum. Bazen köprü üzerine dikilir, kürek çekenleri, midye çıkartanları,
dümencileri, çımacıları, keyifle seyrederdim. 'Gün olur bir şiir söylerdim
onlara dair. Elime üçbeş kuruş geçer karnım doyardı. Bazen de İstanbul’u
dinlerdim gözlerim kapalı. Kuşlar geçerdi çığlık çığlık. Doklar çekiç sesleriyle, avlular
güvercinlerle doluydu. Loş kayıkhaneleriyle, yalılar, dinmiş lodosların
uğultusu içindeydi. Dalyanlarda ağlar çekilir kadınların ayakları suya değerdi.
Bazı günler kargalarla
konuşurdum. “Kargalar, n’olur anneme söylemeyin” derdim. Bugün toplar atılırken
evden kaçıp Harbiye Nezareti’ne gideceğim. Söylemezseniz size macun alı nm,
simit alırım, horoz şekeri alırım. Sizi kayık salıncağına bindiririm, bütün
zıpzıplarımı size veririm. Kargalar n’olur anneme söylemeyin.
Gemiler geçerdi rüyalarımdan,
allı, pullu gemiler. Damların üzerinden. Neydi o deli gibi gidişimiz bembeyaz
köpüklerle açıklara. Köpükler ki fena kalpli değil, köpükler ki dudaklara
benzer. Köpükler ki insanlarla zinaları ayıp değil, Ben zavallı, ben yıllardır
denize hasret. Bakakalırım giden geminin ardından, atamam kendimi denize. Dünya
güzel, serde erkeklik var ağlayamam.
Gökyüzünü ben boyardım her sabah,
hepiniz uykudayken. Uyanır bakarsınız ki mavi. Deniz yırtılırdı kimi zaman.
Bilemezdiniz kim diker. Ben dikerdim. Dalga geçerdim kimi zaman da. Bu da benim
vazifemdi. Bir baş düşünürüm başımda, bir mide düşünürdüm midemde, bir ayak
düşünürdüm ayağımda. Ne halt edeceğimi bilemezdim. Derken efendim bir akşam
rakı şişesinde balık oldum. Uyudum uyanmayıverdim. Doktorlar alkol zehirlenmesi
sandılar. İğneler, şırıngalar gırla gitti. Oysa ben ölümümden beş günönce, bir
akşam Belediye tarafından kazdırtılan önüne ışık bile konmayan bir Ankara
çukuruna düşmüştüm. Beynimde kanama olmuştu. Üç gün sonra
Cerrahpaşa Hastanesinde komaya
girdim. Öldüğümde üzerimde at yarışı programı, diş fırçam, bir de “Aşk
Resmigeçidi” adındaki uzun şiirimin müsveddesi çıktı.
Alıp götürdüler, yıkadılar elimi
yüzümü.. Musallada vedâ ettim kadeh arkadaşlarıma, Kürekkürek toprak attılar
üstüme kalleşler. Tüfeğimi depoya koyup esvabımı da başkasına vermişler. Artık
ne torbamda ekmek kırıntısı, ne matramda dudaklarımın izi. Ölünce kirlerimizden
temizlendik. Biz de iyi adam olduk. Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış hepsini
unuttuk. Benim de sevdalarım geçmişti başımdan. Mantar topuklusunu da,
vesikalısını da sevmiştim. Yaşarken gariptim, öldükten sonra da garip oldum.
Fakat. sakm mahzunluğumu duyurmayın anama. Yürekler acısıydı derdim. Ölüm
Allahın emri, ayrılık olmasaydı. Böyle yazmış yazımızı Ulu Tanrı. Neler yapmadık
şu Vatan için! Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.
95 / SAİT FAİK ABASI YANIK ÖLDÜ
MÜ? ISSIZ ACUN KALBI MI? İMDİ YÜREK YIRTILIR ,
Ben 1954 yılı, 11 Mayıs gecesi
saat. 02.25 de dünyadan cızlamı çeken Sait Faik Abasıyanık’ını. Sağlığımda
gönlümce yaşar, gönlümce hikâyeler yazardım. 18 hikâyem, 2 romanım
15 röportajım, biraz da. acemice yazılmış şiirim vardı. Öldükten
sonra da “Mahkeme Kapısı” adı ile bir kitabım çıkmıştı. “Ne kadar da çok
yazmış” demeyin sakın. Fransa’ya giderken pasaportuma “Muharrir” diye
yazdıramamıştım bile.
Karaciğerimin eksik çalışması
siroz diye mendebur bir hastalığı başıma musallat ettiğinden aranızda çok
kalamadım. Zaten sizin sanat eserlerine olan umursamazlık ve ilgisizliğiniz
aranızda daha çok kalmama lüzum bırakmıyordu. “Edebiyat, edebiyat!” diye
kendimizi enayicesine avutup durduk. Bu böyle bindokuzyüz bilmem kaç yılma
kadar sürüp gidecektir. Ve birgün yazı yazmak takatinden mahrum benim gibi
nalları dikeceksiniz. Ve yine birgün sizi hiç kimse hatırlamıyacaktır. Yaşasın
edebiyat. Oysa söz vermiştim kendi kendime, yazı yazmayacaktım. Namuslu
insanlar arasında sakin ölümünü bekleyecektim. yapamadım, koştum tütüncüye.
Güneşli bir gündü. Çok iyi hatırlıyorum. Köşebaşındaki kozhelvacıdan Bavyera'lı
kızlara benzeyen bir sarı kızla bir adam helva alıyordu. Ben de kalem kâğıt
aldım, önce kalemi yonttum. Yonttuktan sonra öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
Oturdum martılarımdan, çımacılarımdan, iskelelerimden, sinağritlerimden yazmağa
başladım. Kurtuldum.
Önüne gelen benim için lâf etti. Dostluğumuzdan
filân söz etti. Kimisi “Çok içerek kendine kıydı” dedi. Siz hiç bilmediğiniz
bir İstanbul semtinde akşam kaplarken, evinin önünde sigara içen ihtiyar bir
adamı hayranlıkla seyrettiniz mi? Hiç içinize taş gibi, ağır kireçli acı kuyu
suyu gibi bir sevgi oturup, sonra gözleri artık hiç görmeyen bir Mercan Usta
ile, bütün karaciğer hastalıklarını bir kenara itip, bir salaş meyhaneye
dalarak içmek arzusu duydunuz mu? Ben, kendi yalnızlığı içinde hür olan bir
insandım. Yazılarımın malzemesini sigara dumanlarının, alkol kokularının
içinden bulup çıkartan bir Bohem yazarıydım. Annemden ve köpeğimden başka kimim
vardı ? Arada bir alkole “Merhaba” dememle beni suçlandıracağınıza,
kitaplarımdan ne kazandığımı, bana okuyucu olarak sizlerin teker teker ne verdiğinizi düşünün. Şimdilik
“Eyvallah!” hepinizin gözlerinden öperim. Beni öldüğüm günlerde anmak
isterseniz, Burgaz Adasına gidin, Kalpazan Kayaya çıkıp denize bir taş atın.
96 / MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFÇISI
ZİYA OSMAN SABA
öteki dünyada da içinde yaşadığımız
hayatın devamı varsa, şimdi Ziya Osman, işlek bir dört yol ağzında dükkânım
kurup, kapısına da tabelâsını asmıştır: “Mesut İnsanlar Fotoğrafçısı — Ziya
Osman Saba”
Onun için, Türkçemizin bu gerçek
ve efendi ustası için, yazılacak ağıta şöyle başîıyabiliriz. Makineye takılı
üçüncü hamur kâğıdımıza, istihbarat odamızın uğultusuna ve kafamızdaki
haberlere bir tekme sallarız önce, sonra Kadıköy diye başlarız, basarız
parmağımızı.
Kadıköy — Köprü arasında hergün
gidip — gelen vapurların devamlı yolcularından birisi daha eksildi, öyle bir
yolcu ki, boş bulduğu herhangi bir pencerenin kenarına oturur, cebindeki küçük
boy bir kitabı açıp okur, aradabir Haydarpaşa açıklarında kanat çırpan
martılara, Sarayburnundan engine doğru dümen kıran bir şilebin pervanesine
bakakalırdı. Bazan o yolcunun yanında, kendisine büyük bir anlayış ve
bağlılıkla
bakan, gözlerini ondan ayırmayan
eşi de bulunurdu.
Kadıköy — Köprü arasındaki
çizginin devamlı yolcularından birisinin adı Ziya Osman Saba’ydı.
Ziya Osman, sanatçıya, gerçek ve
büyük sanatçıya bir tarla şalgamı kadar önem verilmediği bir toplulukta
kayıtsızlık ve ilgisizliğin kurbanlarından birisiydi. Muzaffer Tayyip Uslu’ mm,
Rüştü Onur’un, Orhan Veli’nin Cahit Sıtkı’nın bir nefeste, bir sigara içimlik
bir hayatla eriyip gittikleri zaman, cemiyetimiz bozuk ve maddeci düzeni
içinde, bu ölümlere “Alkolden” damgasını yapıştırarak kendi kendisini teskin çaresini bulu vermişti. Aynı
toplum, hâlâ genç nesil denilen bu garip ve çilekeş edebiyat neslinin, en
dürüst ve en belirgen hayatını yaşayan programlı bir yazarın, bir sanat
şehidinin ölümü için ne diyecek? Bu ölüm üzerinde düşünmek sorumluluğunu
duyabilecek mi acaba? Bir sanatçı ki, en arı ve berrak bir dille, en şiirli, en
içli anlatışla Türk hayatını işlerken, onun, bir banka muhasebesinin insan
beynine hayallerine haciz koyan hesapları içinde bulunmasına, tükenmesine ne
diyecek acaba?
“Sebil ve Güvercinler” de, o
dipdiri, o yürekleri fetheden şiirlerin yanısıra, cömert gönlünce, dünyayı bir
“Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”nden görmeğe çalışan, yetişen kuşaklara
birbirlerini seven huzur dolu insanlar vermeğe çalışan, güneşli günler
hazırlayan, hep özlediği o güzel ve aydınlık dünyaya götüren Ziya Osman da,
daha dün Cahit Sıtkı’nın ardından ağıtlar döşerken göçüp gitti işte.
Bütün konuların iyimser
düşüncelerle, sevişen çiftlerin nişanlılığından, evliliğine, çocuklarının
oluşuna kadar, fesliyen kokan pencereleri şarkılarıyla veren, zaman zaman insanın iç yapısına büyük bir anlatış
ustalığı ile inen Ziya Osman okuyucuları için hayatını sebil yaptı. Fakat hangi
okuyucular için? Oktay Akbal’m günlüğünde Galatasaray Lisesi’ndeki anış gününü
25 dinleyici ile yaptıklarını belirttiği okuyucular mı?
“Ah bütün sevdiklerim, bütün
kaybettiklerim,
Neyi ariyayım, yerde kurt
göklerde yıldız mı?
Babam, annem, evimiz, bahçem,
çitlembiklerim,
Sîzler rüya mıydınız, sîzler
yaşadınız mı?”
Hangi şair ölü ayaklarını ondan
güzel dile getirmiştir?
“Yolculuk nasıl geçti? Ne oldu?
Ne çabuk?
Teneşirde ayaklar, mosmor, taş
gibi soğuk.”
En son hikâyesi “Kış Gezintileri”,
ağaçların gölgesinde uzanan İstanbul’un belki de en güzel yolu olan Dolmabah çe
ile başlayarak genç yaşında öleceğini bilen kalp hastası bir yazarın ağzından
şöyle tükeniyordu:
“Daha geçen yazın gezintilerinden
birisinde, Beşiktaş iskele gazinosunun taraçasından görebildiğimiz evimiz, bir
kaç ay içinde satılmış, satın alanlar tarafından yıktırılmış, içinde kiler
dağılmış olabilir, insanın ömründe, o insan çocuk bile olsa, ikinci kısımlar
beş dakikalık bir ara bile vermeden başlayıverir.”
“Crisis” isimli eserinin
senaryosunu 1956 yılındaki tarifeye göre, 47.000 dolara satan Sidney Kingsley
adındaki Amerikan yazarının şahane kaderiyle, bütün şiir ve hikâyelerine
karşılık herhalde 2.000 lira alamamış Ziya Osman’ın veya bir başka erken ölmüş
çilekeş sanatçımızın kaderi, gerçekte bu umursamaz topluma bir küfür, bir
şamardır. Türk sanatçıları ran, bu garip almyazıları, hiç şüphesiz, öbür
dünyada da olsa mutlaka fotoromandan başka bir şey okumak istemeyen toplu
mumuzdan hesap soracaktır. Bütün çeşitli sebeplerle erken ölmüş
sanatçılarımızın elleri öbür dünyada da olsa bazı edebiyat öğretmenlerimizin de
yakasında olacaktır. Çünkü okumasını hiç sevmeyen bir nesli yetiştirmenin
günahı biraz da onlanndır!
37 / İYİ VE HÜZÜNLÜ GÜNLERİN ŞAİRİ CAMİT SITKI TARANCI DA GİTTİ
Topkapı’dan Rumelikavağı’na,
Burgaz Adasının Kalpazan Kayası’ndan Şile’nin Değirmen’ine kadar nereye
bakarsanız bakın: “Ayva sarı, nar kırmızı bir sonbahar” gözüküyordu. “Dinmiş
lodosların uğultusu içinde uğuldayan yalılar” nesiller boyunca yüklendikleri
hatıraların ağırlıkları altında perdelerini çekmiş, bacalarından dumanlar
savurmağa başlamıştı. Gazeteye geliyordum. İskelede vapur beklerken ayaküstünde
karıştırdığım gazetelerde Viyana mahreçli bir ajans haberine takılan gözlerimle
içim ferahlamıştı. Tarancı ölmüştü, “Kurtuldu” demiştim. Hayatın bütün
dakikalarını eme eme, karınca kaderince
yaşamasını bilen bir sanatçı uzun bir süreden beri yatak çarşaflarına esir
olmuş, “Yeter ki, gün eksilmesin penceremden” diye bütün yalvarışlarına rağmen
doğrulup fırlayamamıştı. Aklıma “Düşten Güzel” kitabının içine yazdığıı
“Değerli şair kardeşim Ayhan Hünalp’a sevgilerle —
23. 3. 1953” satırları geliyor.
Kavaklıdere yollarının iğde kokuları, Şükran meyhanesinin peykeleri, şarap
kadehleri muhakkak hep birlikte Cahit’in mısralarını haykırmaktadır.
“Meyhaneler, sabahçı kahveleri, / Cümle eş dost, şair, ressam, serseri / artık
cümbüşte yoksam sanmayın tarafımdan ihanet var”.
Ankara’da sabahları Kızılay’a
çıkanlar, trençkotlu, kısa boylu ve tin
tin yürüyen genç bir adamın, Yenişehir Eczanesinin bitişiğindeki
meyhaneye girip, aç karnına iki kadeh votka at tığım, sonradan Çalışma
Bakanlığındaki mütercimlik işine gittiğini görürlerdi. O zamanlar çiçeği
burnunda bir Fakülte ta lebesiydim. Çantam elimde ona her rastlayışımda, “İçme
A ğabey” derdim. O karayüzüyle, şark insanlarına özgü sevgi taşan gözleriyle
efendice yüzüme bakar, “Senin daha aklın ermez, bizim gibi kıdemli şair
olmadın. îçe içe, öle öle yazılır” derdi. Arada bir ben de çömezlik
eder, peşine takılır ve suratımı ekşite
ekşite bir kadehçik otlardım.
Cahit Sıtkı, bir zamanlar bekâr
olarak kalmanın acısını, tüten bir ocaksahibi olamayışın acısını da içinde
derin bir yerde tepinip duran bir hisle duymuştu. Hiç şüphe yok ki, her şair
gibi, Tarancı da büyük acılar çeke çeke, herkesin acısını ve kaybını içinde
duya duya çekip gitti. Onda kaçırılmış
bir geminin üzüntüsü, ya da bir araca yetişmeye çalışan yolcuların çırpınışı,
telâşı vardı. Onu biraz da bu kaygı öldürdü. Ve de işin garibi, sonradan,
rahmetlinin bir şiirinde “Sol” geçtiği için onu vatansız ilân eden ve
cenazesinin Anavatana gömülmeme sini isteyen Peyami Sefa da öldü. “Dokuzuncu
Hariciye Koğu şu”nu yazan bir yazarın bu yersiz ve haksız teklifi de çelişmeler
diyarı memleketimiz için bir yüzksrasıdır.
98 / HİSAR DERGİSİNE ZORUNLU BÎR CEVAP ,
1. Derginizin 83. sayısında Peyami Safa’ya Türk Dili Dergisinin
229. sayısında “Yüzkarası vurmak isterken” açmaza girdiğim, TDK tarafından
yanıltıldığım, Peyami Safa’nm ölümünden memnun olduğum, buna üzülmediğim gibi
gereksiz ve gerçek dışı ithamlarınızı adımla ilgili olduğu için burada
açıklamak zorunda kaldığımdan ötürü okuyucularınızdan, onları gereksiz yere
işgal ettiğim için özür dilerim. (Bu yazı maalesef cevap hakkım tanınmayarak
Hisar’da yayınlanmamıştır) .
2. Ölülere en az sizin kadar saygısı olan bir Anadolu
çocuğuyum. Onları, saygıyla anmayı da en az sizin kadar bilirim. Bu yüzden de
Cahit Sıtkı öldükten sonra, “Onun
nâşım memleket toprakları kabul etmez, cenazesi gelmeden çürür” şeklinde makale
yazan Peyami Safa’ya büyük kırılmam olmuş, kendi kendime “Müslümanlığın
patentini parselleyen bir yazar nasıl olur da böyle düşünebilir?” diye gönlümün
bir tarafına not düşmüştüm. Çünkü herşeyden önce bizim dinimiz ölmüş
insanlardan iyi bahsedilmesini emreder. “Bir Tereddüdün îlomam”, “Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu” gibi önemli eserleri en güzel Türkge ile vermiş, bu çizgiye
ulaşabilmiş bir yazara; “sol elmiş, sağ elmiş” gibi imajlarla bir şairi aforoz
etmesine hiçbir zaman anlayış gösteremem. Kaldı ki derginizin ifadesine göre,
Cahit Sıtkı, Peyami Safa’ya “Büyük dostum” dermiş. Cahit Sıtkı’nın “Büyük
dostum” dediği insan tarafından memleket topraklarına gömülme mesi gerekir
şeklinde fetva alması herhalde kemiklerini sızlatmıştır.
3. Şiirin aslı “Sağ el”dir, Peyami Safa onu "sol el” mi
okumuştur, yoksa ona öyle mi gammazlamışlardır? Ya da bir başka yerde, bir
başka motifin içinde de mi “Sol el” geçer onu bilemem. Bildiğim ve de derginin
her nedense hiç temas etmediği, Peyami Safa tarafından Cahit Sıtkı’nın ölüsünün
Türkiye’ye getirilmemesi, memleket' topraklarına gömülmemesi için yazı
yazdığıdır. Belki de aslında benim bu konuda fazla hassasiyet göstermemem
gerekirdi .Çünkü Peyami Safa rahmetli babasının mezarını bile yaptırmamış, onun
baş ucuna adını yazan bir taş bile koydurtmamıştır. ölülere karşı saygısızlığı
belki de bu yöndendir. Üstelik bunlar da biraz yan konulardır. Konunun özü
şudur: Cahit Sıtkı da Peyami Safa da sanatçıdır. Bu yönden ikisini da ayırımsız
sever sayarım. Ancak insancıl davranışlarından ötürü ayırım yapacağım zaman
ikisini birbirinden ayırır,, her ikisini de kendi gönlümce değerlendirerek
kıymetlendiririm.
4. Yazının bir yerinde benden “ince” şair olarak “Dostumuz
Ayhan Hünalp” diye bahsediyor, hem bu sıfatlara lâyık görüyor, hem de
"Peyami Safa için oh olsun o da öldü” diyor şeklinde itham ediyorsunuz.
Çok üzüldüm. Birincisi anlamadığınıza üzüldüm. "Cahit Sıtkı öldü, Peyami
Safa da öldü” diyorum, insanlar ölür anlamına. “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”
yazarına yakışmazdı, diyorum, eseri öylesine değerlendiriyorum ki, o mertebeye
erigen bir adama yakışmazdı demek istiyorum.
5. Ne sağa, ne sola sapıtmadan; otuz yıldanberi yazıları
yayınlanan bir sanatçıyı, bir kurumun herhangi bir şahıs aleyhine yanıltmasını
düşünmek bence o sanatçı ve o kurumdan çok, bu şekilde düşünen için büyük kayıp
olsa gerek. Biz daima bir tarafa körü
körüne abanmış, yamanmış insanlar mı arayacağız. Bizim toplumumuzda,
nasıl olmuş da kalmışsa, bir iki bağımsız sanatçıyı da böyle küçük ayak oyunları
ile yıpratmamalıyız. Ne Türk Dil Kurumu ne de ben böyle birşeyi düşünebiliriz.
Nitekim yazınızın bir yerinde de "Yazısını o derginin diline uysun diye
ancak öyle olursa yayınlanabileceği için bazı moda kelime ve deyimleri eklemeyi
unutmayan Hünalp” deniyor. Oysa ki Türk Dilinin 226. sayısının 285.
sayfasındaki yazımda: “..hayatı yasamanın” diye yazarken, parantez açarak “Özür
dilerim yaşamı yasamanın diyemedim” demişimdir ve bu dergi yöneticileri
tarafından büyük bir anlayışla yayınlanmıştır. Şimdi bu çizgiye gelebilmiş
benim gibi bir yazara ve Türk Dili Yazı Kuruluna o çamurun atılışı dürüst bir
davranış mıdır?
6. Ben Hisar Dergisinde de yıllarca yazı yazmış, hâlen Yazî
İşleri Müdürlüğünü yaptığım “gişe ve Cam” Dergisinde adı geçen dergiyi,
yazarlarını, kitaplarını genellikle olumlu incelemelerle değerlendirmiş,
gerçekten tarafsız daha doğrusu bağımsız bir yazarım. Hisar yöneticileri
benimle de açmaza düşerlerse toplumcunuzun geleceği yönünden iyimser bir
"yarın” olmasa gerek. Bu yargıma dostum sair Ilhan Geçer de tanıktır.
(Not: Adı geçen imzasız yazının
yasarı “Boğaziçi Köprüsü”ne; "Sanki Kutulmuşoğlu Süleyman”ca mısralarıyla
“Yüz Görümlülüğü” adında şiirler yazan Basın
tlân Kurumu Genel Müdürü Emekli Yüzbaşı Gültekin Samanoğlu’dur. Bunu da
yıllarca sonra öğrendim.)
99 / ORHAN KEMAL ÖGÜTÇÜ’YÜ
YEŞİLÇAM ÖLDÜRDÜ
Sofya’ya hareketinden iki gün
önce, Cağaloğlu’nda karşılaşıp, Vilâyetin önündeki Basmköy otobüs durağına
gelmiş, geciken arabaya, uyuklayan plântona, otobüs işletmesine, hileli ekmek
yapan fırınların sahiplerine, daracık pencerelerinden hava girmeyen “Tayland”
otobüslerine bildiğimiz en yandan çarklı küfürleri savurmuştuk. Onunla her
karşılaşmamız, her ayaküstü söyleyişimiz, bildiğimiz küfürleri sıralayarak,
arada bir, fakat mutlaka Fikret Otyam’dan söz ederek geçerdi.
Şair Mehmet Ali Ermiş’in ölümü de
böylesine ansızdan olmuş, onun için de bir iki satır anı, ya da ağıt yazarak,
dostluğumuzun hesabına payına düşen borcu en küçük şekli ile de olsa yerine
getireyimj demiş, fakat bir türlü onun 1950 yıllarında Varlık Dergisinde çıkan
o çok güzel “Lamba” şiirini bulamamıştım. Gönlüm o ağıtın içinde, o şiir de.
bulunsun istemişti. A radan biraz zaman geçince de, herşeyi olduğu gibi ölümü
de kanıksayan, umursamaz vurdumduymaz toplumun bir yaşantısı olarak, dirilerden
ölülere en vazgeçilmez borç olan ağıtımı unutmuştum. Bizim nesil gerçekten
kısmfeti ve kaderi güdük, bölük pörçük
bir kuşaktır. Biz Sabahattin Ali’nin öldürülüşünü, Orhan Veli Kanık’m, Cahit
Sıtkı Tarancı’nın, Ziya Osman Saba’nın, Sait Faik Abasıyamk’ın, Rüştü Onur’un,
Kemâl Ulu ser’in, Muzaffer Tayyip Uslu’nun, îlhan Tarus’un, Asaf Çiğite penin
Faruk Çağlayan’ın, Fethi Giray’m, Behçet Kemâl Çağlar’ m, Sermet Çağan’m ve de
daha birçok güçlü sanatçının çeşitli, yerli
yersiz, gereksiz etkenlerden ötürü; gencecik, erken vakitsiz göçüp gitmelerini
görmüştür.
İnsanoğlu hiç şüphesiz şu
parsellenmiş dünyaya kazık kakmayacak, sırası gelince “Rintler Âlemi”ne
transfer olacaktır. Kalanlar da, belki enayice, belki akıllıca, “Birçok giden
mem nun ki, yerinden / Birçok seneler geçti dönen yok seferinden” diyecektir.
Ancak unutmamak, hatırlamak gerekir ki, hayatın, çeşitli kademeleri, bölümleri
var.Bu devrelerin gönül rahatlığı ile maddî olanaklarla ve berrak yaşantılarla
geçirilmesi, aile sorumluluklarının bütün gereğini, yeteneklerini seferber ettiği
halde yerine getiremeyişe karşılık, yeterince verebilme, karşılayabilme
imkânını bulan sanatçı olarak yaşanması kaç yazara, kaç sanatçıya
nasibolmuştur?
Orhan Kemal kaleminin bütün
anlamıyla “Ağır İşçi” olarak, ellialtı yıllık hayatının en azından otuzaltı
yılını, sabahın saat altısından geceyarılarma kadar kelime ve konulan ile
didişe didişe 33 basılı eser
hazırlayarak geçirmiştir. Bu sayıya tezgâhında olup da gün ışığına çıkmak üzere
olanlar hariçtir. Yenilgilerden
zaferlere, kelimelerden Simgelere,
konulardan bonolara kadar yığın yığın attırık şeylerle bu kadar alt alta, üst
üste haşır neşir olunmasaydı
acaba efendiliğin, alçakgönüllülüğün, hiç bir şeye minnet etmeyişin temsilcisi
Orhan Kemal bu kadar çabuk mu ve beyin kanamasından mı ölürdü? Verem olur
muydu? Kalbinden hasta olur muydu? Kış kıyamet adavapurlarına koşup
Heybeliada’nın yolunu tut masaydı, göğüs flimleri için saatlerce röntgen
kapılarında toeklemeseydi, “Kitapçılardan alacaklıyım Ayhan Aga, Ast
Tiyatrosundan alacaklıyım) Yeşilçamdan alacaklıyım, Demirperde
memleketlerindeki kitaplarımın parası birikiyor, heriflerden alacaklıyım, bir
kuruş da borcum yok, avansını alıp tek satır borcum olan editör yok, tamam mı
arkadaş?” deyip duruyor, ancak, bunların yaraşıra eline çok az para geçiyordu.
Hiç şüphesiz Orhan Kemal bir
üslûp sanatçısı, bir kelime kuyumcusu değildi. Bunu da esasen istemez, biraz da
istemeyerek gelişigüzel konuşur gibi yazardı.
En azından haftada bir sabah
“Basmköy Taksim” otobüsünde buluşurduk.
Evinde tahtadan, ufacık bir masası vardı öpülesi. Bir yazı makinesi, küçücük.
Ve de ufacık bir odacığı. Eşi ile, yeni
yeni yazı denemelerine girişen oğlu Kemal’i ile paylaştığı henüz
taksitleri başlamamış küçücük bir katta; hayatından memnun, insanlarla dostça,
kardeşçe, efendice, daima dudaklarında yarım kalmış bir kahkaha ile yaşantısını
sürdürüyordu. Daima yana yatık şapkası ile, bazen sözleşerek; bazen tesadüfen
buluştuğumuz yedi otobüsünde ben Tepebaşın daki işime giderken, o da
Yeşilçam’ın yolunu tutar, bu arada bazı sabahlar, “Var mısın Kanuni Esasi
Kraathanesi’nde bir tavlaya” der, fakat sonra ikimiz de işlerimizin çokluğundan
bundan vaz geçerdik. Bazı sabahlar Tepebaşı’nm meşhur büfecisi Tanaş efendiye,
“Tanaş” diye avaz avaz bağırarak bütün
Meşrutiyet Caddesini inletir, bazı otel müşterilerini uyandırırdım, Bundan pek
hoşlanır, her seferinde, “Haydi şu senin Tanaş efendiye bir bağırıver bakayım”
derdi.
Ondakî barsak vesaire
hastalıklarının yanında, en önemli ve de en büyük hastalık da insan sevgisiydi.
Sanatını küçümseme gayesi ile bir dergi tarafından açılan güdümlü ankete, yada
kampanyaya, “Bırak boşver, onlar da yaşlanacak” deyip geçişi, üstünde bile
durmayışı, klikler halinde birleşerek büyük yürekli sanatçıları afaroz etme
çabalarına düşen, ayakoyunları yapan güdümlü sanatın özentisinden: öteye
geçmeyen görüntülük sanatçılara, “Zaman onları silecek Ayhan, boşver” deyişi
her zaman kulağımda kalacaktır.
Bütün insanları ayrımsız ve
karşılıksız sever, kimseye düşmanlık duymazdı. Benimle Fikret Otyam arasında
gazeteciliğimizden ötürü büyük yakınlık ve benzerlikler bulur, ikimize de
“Hergelenin tekisiniz” diye takılırdı. Keşke sağ olsaydı da bize gene,
“Hergelenin tekisiniz!” deseydi.
100 / ORHAN KEMAL İÇİN ÜMİT Y,
OĞUZCAN’A ZORUNLU BÎR CEVAP
Güney Dergisinin Orhan Kemal’in
anısına ayrılan 34. sayısındaki arkadaşım Ümit Yaşar Oğuzcan’m sorumluluk dışı
çalakalem, düşünmeden yazılmış üç beş satırını ve bunları yayınlamaması
gerektiği halde yayınlayan Atıf Özbilen kardeşimi; sanatını, efendiliğini,
alçakgönüllülüğünü daima bir “Ağabey” olarak saydığım merhum Orhan Kemal’e
karşı saygısızlık yapmış sayıyor ve burada onun çocukları ile eşi Nuriye Hanım
adına cevap vermeği kaçınılmaz bir vicdan borcu sayıyorum. Güney’in o sayısını
görüp okumayanların bulunacağını, düşünerek burada Ümit’in yazısı ile ilgili
küçük bir özet yapıyorum:
“Orhan Kemal İstanbul
lokantasında İstakoz ile rakı içerken, masasına buyur ettiği Ümit’in ve
arkadaşlarının hesabını da ödüyor. Bunun için 500 liralık bozduruyor. Evli bir
kadını sevdiğinden bahsediyor. Ümit de diyor ki, Orhan Kemal sefalet çekmedi,
sefalet içinde ölmedi, böyle yazanlar yalan ve yanlış söyler.”
İlâhi Ümitçiğim, yirmi küsur
yıllık arkadaşım. En küçük bir art düşüncem ve bugüne dek en küçük bir
kırgınlığımız olmadan sana şunu sormak isterim: “Yaptığın hatayı, kırdığın potu
ve de ailenin “Reis”lerine kargı büyük kırılmalarına sebep olacak o yazını
şimdi nasıl tevil edeceksin?”
Ben emoroitten dolayı rahatsız
olduğu halde Orhan Kemal’ in birgün taksiye bindiğini görmedim. Cağaloğlu’nda
çoğu geciken Basınköy otobüsünü ayakta beklemekten imanı gevrer di. Ömrünce
hakedilmeden kazanılanlara, İstakoz yiyerek içenlere savaş açmış bir
sanatçının, belki de bir defa ve son defa anasının aksütü gibi heîâlinden
kazandığı ile İstakoz yemesini onun bütün hayatına yaydın. Belki size karşı
“Hesabı masaya ilk oturan öder” ananesine uyarak bir jest yapmak istedi. Belki
yıllarca yazı paralarının üzerine oturan mıhsıçtı bir editörden kazara aldığı
üç beş kuruşu 20 liralık bir İstakozla küçümsemek istedi. Bunları da geçelim
bir kalemde. Onun ömrünce ne çektiğini, çoluğundan çocuğundan ayrı herhangi bir
İstakozun boğazından geçip geçmeyeceğini yakından tanıyanlar bilir. Ancak evli
bir kadını sevdiğini açıklaman çok gereksizdi. Seni o anda kendisine çok yakın
bularak böyle birşeyden bahsede bilir. Fakat bunu okuyan çocukları ile
torunlarının şimdi Orhan Kemal’e saygıları mı artacak? Hele perişan olan eşi,
senin de benim de Yengesi sayılan, bütün mutluluğunu onun yanın da bulduğunu,
artık dünyasının yıkıldığını söyleyen kadın acaba ne hale girer? Ölüler adına
konuşurken ben de dahil, bilhassa yazılı vesaiklerde hepimiz çok düşünceli, çok
saygılı olmalıyız. Ve ağıtlarımızı daima ayıkken yazmalıyız. Sarhoşluk hiç
şüphesiz bir büyük düştür, ne var ki ölenler üzengileri kaybolmuş yalınkılıç
atlarından düşmüştür!
101 / BÎR MUZAFFER TAYYÎP USLU İLE
BÎR RÜŞTÜ ONUR VARDI
1955 yıllarında çalıştığım Tercüman Gazetesindeki bir fıkramda, bizim
memleketin değişmeğen gerçeklerinden birisi de, “Sanatçıların erken öldüğü,
şarkıcıların çok yaşadığıdır.” demiştim de bazı alaturkacılarımız buna
gücenmişti. Durum bir akşam gazetesinde de anket konusu olmuştu. Orhan
Veli’nin, Cahit Sıtkı’nın, Ziya Osman’ın o erkencecik ölümlerinin bile yarı
yaşındayken tükenen Muzaffer Tayyip Uslu yirmidört, Rüştü Onur yirmiiki
yaşlarında ölerek bu yargımızı fazlasıyle doğrulamıyor mu? Neylesek vakit dar,
akşam bacamız tütmez. Dallarda kuşumuz ötmez, bir şarkı söyle yavrum. Ve ne
kucak açar hatıralar tekrar, ne de dönerler gemiler bir daha. Selâm Allaha,
Elveda ey hayat, elvedâ dünya, elvedâ bahçesinden geçtiklerim, elvedâ kahvesini
içtiklerim, elvedâ yarım bıraktığım rüya. Elvedâ uzak dağlar arkasında ey benim
şarkımı söyleyen çocuk, elvedâ bir ömür süren yolculuk, elveda ey kuş ki,
dallar arasında şarkımı bitirmeden sabah olmuş. Kuşları çağıramadım Tanrım,
elimden gelse bütün bulutları yere indireceğim. Hangi dala el atsak nedamet.
Baş ucumuzda cehennem, ayak ucumuzda cennet, gayret Tanrım, gayret. Bir avuç
toprak sana, bir avuç toprak bana. Dünyada değilse de, karanlıkta yan yana. Bütün bu kötümserliğin en güzelini,
ölümün ölümsüzlüğünü veren mısralardan ne kaldı? Beşiktaş pazarında, bir
tablanın içinde karısı ile beraber sebze satarak yaşama savaşı veren bu büyük,
efendi şair için ve Muzaffer Tayyip için, dörtbaşı mâmur, derli toplu bir
inceleme de bulamazsınız.
Muzaffer Tayyip Uslu için
arkadaşı Necati Cumalı tarafından hazırlanan anış kitabı, Yeditepe Yayınlarının
58. eseri. Kitapta düzgün bir biografi eksikliği göze çarpıyor. O kadar ki,
şairin doğum, ölüm yılı bile unutulmuş.
Hayattan en zor ayrılık, her
halde öleceğini bilerek yaşamaktır. Şair “Kan” şiirinde bunu o kadar gerçek
olarak işliyor ve öylesine rahatlıkla okuyucusuna duyurabiliyor ki...
Önce öksürüverdim, öksürüverdim
hafiften, derken ağzımdan kan geldi bir ikindi üstü durup dururken. Meseleyi o
saat anladım. Anladım ama iş işten geçmiş ola. Şöyle bir etrafıma bakındım,
baktım ki, yaşamak güzel hâlâ. Meselâ gökyüzü maviydi alabildiğine. İnsanlar
dalıp gitmişti kendi âlemine.
Hiç de pişman değilim öldüğüme,
her şey bitmişti zira. Usanmıştım artık, gökyüzünü seyretmekten. O kadar çok
hatıram vardı ki, karıştırıyordum, birbirine. Diyecekler ki arkamdan ben
öldükten sonra, o yalnız şiir yazardı ve yağmurlu gecelerde elleri cebinde
gezerdi. Yazık diyecek hatıra defterimi okuyan, ne talihsiz adammış, anası
gevremiş parasızlıktan. Seni bir daha göreceğim ne malûm ben, bir hasta adamım,
benim güzel İstanbul’um. Peki nedir beni mahzun eden, neden ağlayacak gibiyim
bir dokunsanız, bu güzel bahar sabahında, mümkün mü ağlasın da annem mezarımın
başucunda, ben sesimi çıkartmayayım. Yağmur dindikten sonra gezmeyeyim
caddelerde, önce bütün şairlere selâm, sonra şunu söylemek isterim, ölüm hiç de
güzel değil, ne sabah var ne akşam; sokakların ellerinden öperim. Bana yaşamasını
öğretmişlerdi. Dost olsun, düşman olgun insanlara iyi günler dilerim.
Sevmek bir kelimedir, sar; saçlı
dersem bir kız için sıfat söylemiş olurum. Ben sarı saçlj, bir kız sevdim bir
cümledir Sevda dolu bir cümle. Nokta koymalı durmalı zira. Zira açlık da bir
kelimedir. Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi. Fakat heyhat dolaşırsa ölüm sık
sık dilime, “Açlık” . cümleye gelse de, gelmese de; “Öleceğim, ölüyorum”
derken, bugün yarın da “öldüm” derim.
Muzaffer Tayyip Uslu, Rüştü Onur;
Orhan Veli kuşağı ile yola çıkıp şiirimizi bugünkü çizgisine
ulaştıranlardandır. Bugün onların soyadını hatırlayan kaç kişi vardır.
102 / NURULLAH ATAÇ İÇİN BİR SÖYLEŞİ
Aradan kaçyıl geçti bilmiyorum,
şimdi oturup parmak hesabı yapmak da geçmiyor içimden. Ankara, akasyalarının
gölgeleri altında geçen yıllardı. Atatürk Lisesinde Öğrenciydik. Teneffüslerde,
ders sonlarında duvara oturur şiir üzerinde, hikâye üzerinde bitmek tükenmek
bilmeyen tartışmalarımıza dalardık. Birgün “şiir nedir?” sorusunun karşılığım
bulmağa çalışırken omuzuma bir el abanmış, “Şiir matematiğin şemasıdır!”
demişti. Kafalarımızı ardımıza döndüğümüzde, kalın çerçeveli gözlüğünün içinden
gülen gözleriyle Edebiyat Hocalarımızdan Nurullah Ataç’ı görmüştük.
O yıllarda bu sözün anlamım
anlayacak yaşta değildik.
Matematiğin adından tiksinen bir
romantik görüşün ve çağın içinde çırpınıp duran liseli talebelerdik. Hergün
bahçede, koridorlarda daima koltuğunun altında bir yığın kitapla, ceplerinden
taşan bir yığın dergi ile ve daima bir şeyler düşünen bir Hoca olarak
gördüğümüz Ataç’m Türk sanatındaki önemini, sanat ölçüleri üzerinde kurduğu o
büyük otoriteyi anlayacak ve kabullenecek görüşten öylesine uzaktık kî..
Bulvardaki Özen Pastanesi.
Kavaklıdereye doğru uzayan Ankara caddeleri herhalde şimdi, dilimizin o büyük
ustasının, yeni kelimeler, yeni deyimler peşinde bir mesih inancı ile yorulup
bıkmadan, tükenmeden didinen o huysuz fakat sevimli ihtiyarın kulaklarını
çınlatıp dururlar. O pastahane ki, millet Ataç’tan saatlerce önce gelerek onun
yolunu beklerdi. Bekleyişlere Necati Cumalı’dan, Ilhan Berk’e kadar herkes
katılırdı. Ancak ve mutlaka İlhan Berk, Ataç’m o Pazartesi günü Ulus’ da çıkan
“Söyleşi”sini başından sonuna kadar ezberler, fırsat bulursa Ataç’a bir iki paragraf okumaya gayret ederdi. Kemal
Özgür ile Turhan Dökmeci tanıktır buna.
Cumhuriyetten bu yana her yeni
gün bir başka maceraya sürüklenen dil devrimlerimiz içinde, daima kelimelerin
ilk kuruluş ve yapılarını arayarak onlar üstünde bir tezyinatçı sabrı ile
çalışan Nurullah Ataç, aynı zamanda batı dünyasının sanat eserlerini Türkçeye
katarak, kendi ölçüleri içinde iyi ve büyük sanat eserlerinin savunmasını zaman
zaman tek başına yaparak, inandığı fikirler için yırtınırcasma ve kendisini kah
rede kahrede yazılar yazarak, sözlü
toplantılarda bar bar bağırarak uğraşıp
dururdu .Gerçeği en yalın, katıksız kelimelerle söyleyebilirdi. Ahmet Haşim’in
cenaze merasiminde, “Şair şöyle yakışıklı böyle güzeldi” diyenlere çıkıp,
“Şimdi gömdüğümüz adam sizin söylediğiniz gibi güzel değildi, çirkindi. Onun
güzel olan şiirleriydi” diyebilmişti.
Eski sanat anlayışlarına, klâsik
şiir görüşlerine karşı isyan eden yeni Türk sanatının temsilcilerini
yazılarıyla destekleyerek, onlara yol göstererekj anahtarlar vererek; Orhan Ve
li’nin, Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in,. Cahit Sıtkı’nın, Ziya Osman’ın, Sait
Fâik’in, Attilâ Ilhan’ın, Turgut Uyar’m daha nice sanatçıların kendilerini
kabullendirmelerinde, anlaşılmalarında en büyük yardımı yapan Ataç, batılı
anlamda ilk eleştir mecimizdi.
Katıksız Türkçe ile, yapmacıksız
bir anlatışla konuşur gibi yazan Ataç, bir sanat istatistikçisi çıkar da
kelimelerini hesaplarsa, muhakkak ve mutlaka Türk edebiyatında en çeşitli
kelime kullanan, aynı zamanda da onları bilerek, haklarını vererek kullanan bir
sanatçı olarak ilân edecektir.
Onunla iki satır söz edebilmek
için, onun yazılarında adı geçmesi, eserleri onun tarafından incelenmesi için,
yeni edebiyat neslimiz büyük bir özleyişle beklerdi. “Bulutlar” şiirimi beğenip
Ulus’daki fıkrasına aldığı zaman günlerce sevincimden uyuyamamıştım. Bir
şiirimde de “Kaygı”yı, “Kaygu” diye kullandığım için kulaklarımı çekmişti.
Her ölünün ardından “Yeri boş
kaldı, dolmayacak” denilir. Ataç’ın yeri, Fransızcayı da Türkçe kadar en iyi
bilenimizin yeri gerçekten hiçbir zaman dolmayacaktır. Yalnızca kendisine
benzeyen çok huysuz, çok tatlı, çok akıllı, cin gibi bir ihtiyardı. Hastaneye
yattığı günlerde şöyle demişti:
“Sayrılar evine düştüm. Bu kez
önemliye benziyor. Öldürür mü, öldürmez mi? Orasını bilemem ya. Ola ki son
yazdığım çiziklerdir bunlar. Öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter
bana”.
Nurullah Ataç yazı yazmadığı,
zaman yaşayamazdı. Yaşadıkça yazardı. Doktorlar yazmasına yerinde bir kararla
engel oldular. O da yazamadığı için öldü.
103 / REŞAT NURİ GÜNTEKİN’İN “AKŞAM
GÜNEŞİ”Nİ “ÇALIKUŞU” GÖREMEDİ
Okul çağımızdaki edebiyat
derslerimiz, Feride’nin başarıları, ağaç tepelerinden yıldızları saymaları,
sonra sırtındaki soluk pardesü ve elindeki tahta bavuluyla Anadolu yollarına
düşmesiyle doluydu. İlk, “Yaprak Dökümleri”ni, yüreğimizin gençlik çırpıntılarıyla
dolu ilk, “Akşam Güneşleri”ni, onun berrak Türkçesinden okuyarak öğrenmiş ve
yıllarca neslimizin erkekleri Feride’yi, Jülide’yi arayıp durmuş, gene
Cumhuriyet neslinin kızlan da bu iki kahramana benzemeye çalışmışlardı. Bir çok
Türk ailesi kızlarına Feride adını verirken, onu yıllarca sonra istim kokan bir
gardan veya yosun tutmuş bir iskeleden Anadolu’ya yollamak arzusuyla
yaşamışlardı.
7 Aralık 1956 akşamı gazetedeki
istihbarat odamızın uğultusu içinde, Londra mahreçli bir telgraf haberinden
onun sisler diyarında göğüs kanserinden öldüğünü duyduğüm zaman, ilk defa
“Birinci sayfaya beş satırlık bir haber daha” diyen sermürettibe bağırasım
geldi.
Reşat Nuri Güntekin, sağlam
kültürü ile Anadolu’yu karış karış dolaşarak ilk kemâlistlerle ideal ve kader
birliği yapmış, onların ümitsiz gecelerinde irtica ve gerilik ile, hurafelerle
olan savaşmalarında, fikir ve telkinleriyle, mücadeleci tipleriyle kuvvet
kaynağı olmuştur. Merhum Jandarma Albayı babam Nurettin Hünalp hangi ilçede
Kumandanlık yapsa, üç kuruşluk aylığı ile aldığı şeker kutuları elinde her
bayram köylerdeki öğretmenleri ziyaret ederken; 1925 yıllarında Bitlis’de “Bir
Gece Faciası” gibi oyunları, Türkocağı sahnesinde Mülazımi evvel Nuri Efendi
ile birlikte halka oynarken, hiç şüphesiz Feride’nin ruhundan ışık almış bir
gençti. “İstiklâl” piyesinin oynanmadığı bir hapishanemiz yoktur. Halkevlerinin
kuruluşundaki yıllarda ilk temsillerini onun kaleminden alıp, salaştan bozma
sahnelerde oynayarak halka ileten bir avuç gerçek sanatçı, edebiyat sevgisinin
en küçük köye kadar bütün cömertlikleriyle götürmüşlerdir. Güntekin’in
hayatında da şüphesiz her sanatçının olduğu gibi, “Bir Gece Faciası” bulunmakta
ve garip bir tesadüf eseri olarak da yazarın son eseri 1956 yılında öldüğü
günlerde Ankara’da Küçük Tiyatroda “Bu
Gece Başka Gece” adıyla oynayıp durmaktaydı. Belki de bütün sanatçılar
yaşadıkları gecelerin bir öncekinden başka olduğunu sanarak avunup durdular. Ve
herhangi bir gecenin bitiminde de aynı geceleri yaşamaktan usanarak çekip
gittiler.
104 / ÖLECEĞİNİ BİLEREK ÖLÜME MEYDAN
OKUYAN FARUK ÇAĞLAYAN
Merzifon’dan öte bir küçük
istasyon, yanılmıyorsam “Yıldızeli”
bu küçük istasyonda da
bir Faruk Çağlayan vardı. Küçücüktü dünyası.
Bir demiryolcu babanın küçük imkânlarıyla
dar kadrolu koşullarla,
kendi kendini yetiştiren
pırıl pırıl bir delikanlılık. Sonra Kuleli Askeri
Lisesi. Harp Okulu. Başarılı bir öğrencilik hayatı. Ardından, Ankara, “Dil Tarih Fakültesinin Türkoloji Enstitüsü. Şiir
matineleri. Münazaralar. Edebiyat öğretmeni, Teğmen Faruk. Bursa ışıklar da,
Kuleli Askeri Lisesi’nde öğretmenlik. Faziletkâr Nihal Hanımla evliliği,
alabildiğine mutluluğu, iki kız babası Faruk. Sonra Cebeci’de bir mezar taşı.
“Burada Yarbay Faruk Çağlayan Yatar”.
Bütün bunlar bir sanatçının özel
hayatı ile ilgili küçük notlardır. Ve hiç şüphesiz kimseyi ilgilendirmez.
Ancak, bu çizgilerle kısaca vermek istediğim Faruk, toplumumuzda ender
rastlanan, efendilik numunesi,
alçak gönüllü bir insandı.
VÎTA AENÎGNA EST
Fincan oynuna benzer /
Geçirdiğimiz hayat; / Ya şundadır ya bunda / Kaymakamın kızında... /
Evet 23 yıl önce Faruk, bütün
gençliğimizi yitirip, koridorlarına gömdüğümüz Fakültenin dersleri arasındaki
teneffüslerde, durmadan şiir okurken, arada bir de kendi yazdıklarında hayatı
fincan oynuna benzetirdi.
Daima yenilik peşinde olan güçlü
bir sanatçıydı. Klâsik çerçevesi içindeki “Kitap Saati ”ne ilk defa müziği
getiren, kitapları müzikleyerek tanıtan ilk konuşmacıydı. Bunu aralıksız,
olarak İstanbul Radyosunda dört yıl yapmış, Ankara ve Erzurum Radyolarında
tekrarlatmıştı. Rahmetli Baki Sûlıa ile birlikte “Atatürk Şiirleri Antoloji”si,
“Pazar Dergisi”nde, “Sorun Söyleyelim” sütunu. Gramerimizle ilgili bir yığın
makale. Remzi Kitapevi tarafından yayınlanan, “Türk Grameri” ve de bunların
hepsinin üstünde şimdi ordumuzda görevli bulunan binlerin üstünde subayımıza
türkçe ve edebiyat öğretmesi.
Onunla, “Türk Dil Kurultayı”nın
son çalışmalarında hep beraberdim. İkimiz de ölümünün yakın olduğunu biliyor,
fakat bunu konuşmadan anılarımızdan söz ediyorduk. “Ayhan” demişti, “Öldükten
sonra ruhumun eşim ve çocuklarımla buluşacağını bilsem, ölümü hiç
umursamıyacağım!”
Sonra bir süre de İstanbul’da
hastanede Fatih Camisinin minarelerine bakarak yattığı 301 numaralı oda.
Buradan ötesi nedir ki? Ankara’ya dönüş, yeniden hastane. Yeniden ölüş. Bir
bakıma Faruk kurtuldu da. İnsanların anlayışsızlığı, harisliği, umursamazlığı
onu her gün kahrediyordu. “Allahtan ki ailem çok iyi, yoksa çoktan ölürdüm”
deyip duruyordu. En son kitabı, “Türk Grameri”nin kapağının rengi, Türk Dil
Kurumunun kitabına benzemiş. Bunun için Kurum Faruğu mahkemeye vermiş.
Duruşmalar, bilirkişiler. Bu arada Dil Tarih Fakültesi’nin profesörlerinden
Zeynep Korkmaz da kapakların birbirine benzediğine dair rapor vermiş mi?
Zavallı Faruk, polis cibinin insan ezdiği ve ezdiği insanı hastaneye
götürmediği bir devirde eserinin kapağı bir başka yayma uzaktan benzediği için,
bir ilim üyesinin de aracılığı ile canından bezdiriliyor. Şimdi
Kurumun da, bizim Zeynep’in de
başı göğe ermiştir. Bu yazıyı, “Nur içinde yat Faruk!” demek için yazmıştım. Bu
arada onu anlayışsızlıklarından ötürü yaşamaktan bezdi renler e de,
“Rahatladınız mı?” demiş oldum.
105 / BÜLENT ERUTKU ÖLDÜ
Çoğunuz tanımazsınız Bülent’i.
“Yaşasaydı gelin olacaktı Hürriyette” misali, savaşını biraz daha sürdürebilseydi
güçlü bir ozan olacaktı. Geyve’den Tunceli’nin Kalan ilçesine kadar beyaz
gömleği ile idealist ve efendi, gıllıgışsız ve mertcesine örnek bir “Hükümet
Tabibi” olarak koşup durdu. En sonunda mevzuat yetersizliklerine,
anlayışsızlıklara kayırma ve iltimaslara dayanamıyarak alıp başım Kanada’ya
gitti.. Mesleğine orada Psikiatri olarak devam etti. 16 Ağustos 1968 tarihinde
de beyin kanamasından Kanada’mn Montreal şehrinde “Opi tal des L’avretideş”
hastanesinde vazifeliyken vefat etti. Ardından 16 aylık bir çocuk ve eşi kaldı.
îşte onun kişisel çizgileri.
Bülent Erutku’nun aşağıya aldığım
bir şiirinde ek olarak bu satırları neden yazdığımı açıklamak isterim. Öylesine
bir dünya düzenine ve toplumsal hayata girdik ki, sağcısı camide adam
öldürüyor, solcusu keyf için bir pazarcının tahta sandıklarını yakıp, sahibi
bir ırgat olduğu halde bedelini vermiyor. Kimin eli kimin kıçında belli değil.
Kırk yaşını yaşayan ve memleketini aşırı derecede seven, bir büyük yürekli
sanatçının sessiz sedasız gitmesine, üç
beş tanıyanı öldükten sonra da tamamen unutulmasına insanın yüreği razı
olmuyor.
Bana 1966 yılında Geyve’den
yazdığı bir mektupta; “Memleketimizde manevi değerler kazandırılma yolları Zihniyet seviyesi ve yükseltme çareleri /
Kafa işçilerine ait normal yaşama seyiyesi / Sosyal dayanışmanın gereği ve
genelleştirilmesi” konularını ortaya atan, bunları o zamanlar çalıştığım
“Tercüman” gazetesinde köşemdeki fıkralarımda işlememi isteyen Bülent’cik, bir
başka mektubunda; “Memleketimin dertlerine ağlayacağım, insan kardeşlerimin
dertlerine ağlayacağım, boğuşmalarına, açlıklarına, eşitsizliğine ve buna
rağmen yüce kalabilmelerine ağlayacağım ve kar yağan sokağa çıkacağım soğuğa
inat umut dolan kalbimle sıcak bir geleceği tasarlayacağım, îşte küçük
kasabamızdaki her geceki hayatım”.
Ve de Tunceli’den bakın ne
yazıyor : “Köylü nasıl efendi olmuştur? Ben bu problemin varlığına gezdiğim
köylerde rastlamadım. Herkesin öfkesi ve hışmı gene onlar üzerindeydi. Hakim
onlara kızıyor, Kaymakam küfrediyor, doktor lânet ediyordu. Oysa zavallı olan
bizleriz. Küçük ve korkak adamlarız. Büyük gayelerden uzak, küçücük günlerimizi
yaşıyoruz.”
Piyade Yedek Subay Okulunun 39.
dönem öğrencileri, hiç olmazsa siz, o günlerinizde size en insancıl duygularla
bakan beyaz gömlekli esmer adamı, unutmayın. İşte 1956 yılında çoğumuzun adını
bile duymadığı “Kalan” İlçesinden yazdığı bir şiiri: İnsanlığa Çağrı:
“Bir ağrısı çökmüştü omuzlarıma
yalnızlığımın / Atmosferlere ağır ve kocaman / Bir karanlığı büyümüştü gözbebek
lerimde / Acılı boşluğunca yalnızların 1 Dağların, okyanusların iklimleri
genişlemişti içimde J Donuyordu kemiklerim ıssızlığımdan / Kafamda yaşamanın
sarhoşluğu / Ne bahar, ne aşk ne kin, ne kavga / Fenerlerim kopmuştu, gemilerim
kaybolmuştu / Dört iklimde milyonlarca kardeşlerim birbirlerini yiyordu /
Kinleri düşmanlığı, hayvanca kudurmuş luğu / Şimdi antenlerim dostluğa huzura,
kardeşliğe açık / Şimdi antenlerim aşka, umuda, insanlığa gerili / Bekliyorum
mevsimlerin değişmesini / Yeniden yeşermesini kardeşliğin aşkın ve insanlığın /
Bekliyorum irkilerek yalnızlığımdan”.
106 / MESUT ÖZDEMÎR İLE ÖBÜRLERİNİN
ÖLÜMÜ EŞİT AYDIN KATLİAMI YA DA ENTELLEKTÜEL KIYIMI
Evet arkadaşım, benim karagözlü,
bir deri bir kemik arkadaşım. Sigarasını dudağından düşürmeyen, onu içmeyip
yiyen akşamları bir kadehçik rakısını yudumlamadan, elli sayfa okumadan
Uyuyamayan arkadaşım, merhaba! Sen Babıâliyi bir nikotin gibi içine çeke çeke ve bizim yokuştan bıkarak, kendi kendini yiyerek gittin. Bu gidişinde,
boşlukta sallanıp sallanıp duran,
çakılacak bir köşe bulamayan bir çilekeş neslin almyazısı, kaderi vardır.
1955, 1956, 1957 yıllarının
sonbaharlarında; Bandırma’da havaüssündeki napal atışlarından, 1959 da
Menderes’in Kirşe hir ve Adana gezilerinde konuşarak sabahladığımız gecelere
kadar, beygirler gibi sırtlarındaki yüklerin altında ezilen hamalların
röportajını vermek için, onlar gibi sırtına arkalık takarak çalışmana kadar,
bütün isyanından, bütün tevekkül ve mert liğinden şimdi ne kaldı? Sen ki
yazılarını en diri, en berrak türkgeyle veren, bu yüzden zaman zaman Ahmet Emin Yal man’dan “Gazete lisanı
bu değildir!” diye papara yiyen, buna rağmen direnen, yolundan dönmeyen,
“Gazetelerin ayrı, dergilerin ayrı, halkın ayrı dili olamaz. Bir tek dil
vardır, o da türkçedir!” diyebilen mert bir gazeteciydin. Modern anlamdaki
sendikacılığımızın temellerini eşeliyenler, senin emeğini daima orada
göreceklerdir. Eski gazete kolleksiyonlanna kazara dalacak bir iki “Basın
Tarihçisi”, oradan kendilerine el sallayan, göz kırpan yazılarını görerek ayağa
kalkacaklardır. Büyük bir gerçeği çizen “55 1er ve Ötesi” seri röportajında hep
memleket dertlerini dile getirirken, üzülüp kahrolmaktan, yitirilmekten başka
sana ne kalırdı.
“Sen Bitlis’lisin, ben
Bitlis’liyim. İkimiz de kürdüz.”
Her karşılaşmamızda ağzımızdan
dökülen bu üç beş kelimelik gırgırdan
başka bizi güldüren neyimiz vardı? Muhabirliğinden Yazı İşleri Müdürlüğüne
kadar yaptığın gazeteler şimdi sana ölüm yıldönümlerinde mezarına bir buket
çiçek hile yollamazken, iki satırla olsun seni anmazken ve de meslek daşîarm mezarının
hangi mezarlıkta olduğunu bile hatırlıya mazken, insanoğlu nasıl da “Gazi”
yerine “Niyazi” oluyor değil mi?
Giden gidiyor, kalan kalıyor.
Bundan ötesi nedir ki? İşte bak senin deyiminle, “Yerebatan Sarayından bu yana,
istihbarat odalarına ,Yazı İşleri Müdürlerinin odalarına yığın yığın kargalar geliyor.” Seni gagalayan,
Yüksel Kasapbaşı’nı, Abi din Behpur’u, Nadir Dayı’yı, Fethi Giray’ı, Mehmet Ali
Ermiş’i, Gavsi Ozansoy’u, Tevfik Erol’u, Ali Karakurt’u gagalayan kargalar,
ardınızda kalanları da gagalamak için sırada bekliyor. Bütün ömrünü Bâbıali’de
harcayan Tarık Carım'ı kim gagaladı? Bugün onu Oğuz Toktamış’ dan başka
hatırlayan kim kaldı? Bu bir “Münevver Katliamı”, “Entellektüel Kıyımı”dır. Sen
Kırşehir’de, üç beş vâad ile partisini
değiştirenlere kızıp kızıp içmeseydin,
sabahlamasay dm, maaşlarım her ay muntazam ve noksansız alabilseydin bu kadar
çabuk mu ölürdün? Bizde her sanatçı, her gazeteci için, “Çok içerdi ondan
öldü!” derler. Boşver sen bu sözlere arkadaşım. Tarık Carım’a da bir baksana,
“İçki yerine yanlışlıkla DTT içti” dediler. Ben kalıbımı basarım, Bahriye
delisi TRT’li Oğuz Toktamış da kalıbını basar ki, herhangi bir kelimenin eş
manasını bir çırpıda yedi lisanda söyleyiveren Tarık Carım, DTT’yi bilerek,
isteyerek içti. Buradan ötesi masaldır, yetmiş kuruşluk birinci sigarasıdır,
altmış kuruşluk bir tosttur. Ve de Karacaahmette parsellenmemiş iki
metrekarelik bir çukurdur.
107 / REFİK HALİT KARAY’IN 1956 YILINDAKİ
KAŞIKLARI
Çocuk kalabalığı omuzlayarak
yardı. Gişedeki matmazele, “İki sucuklu tost, iki de hamburger” dedi. Avucuna
dört tane kırmızılı yeşilli marka verdiler. Dört dakika sonra yanındaki kızla
yemekleri bitmişti. Çocuk kızın koluna girdi, bitişik sokaktaki sinemaya
gittiler.
“Nilgün” romanıyla 1950 civarı
yıllarının nesillerine isim babalığı yapan, Türkçemizin kuyumcularından,
Memleket Hikâyeleri ile dilde sadeleşme akımının öncülerinden Refik Halid
Karay’ın odasındaki camlı dolapta sıralanan 312 kaşığa bakmca, elimde olmadan
aklımdan, “Eski insanlar yemek için mi yaşarlarmış?” diye bir soru geçti.
Sapları mercan, Hindistan cevizi
kabuğu veya abanoz yahut da “Mührü” denilen deniz kabuğundan şimşirden
kaşıklar, Camın arkasında ayaklanıp, odada yürüyeceklermiş, neredeyse, “Bizi
yapan ustalar hayatlarını bu uğurda harcamıştır” diyeceklermiş gibi. Her biri
tamamen bir sanat eseri olan kaşıklar da, bir sanatçının evinde toplanmayı
uygun bulmuşlar.
Türk çorapları, kilimleri,
seccadeleri gibi kaşıkları da, çeşit
çeşit renkleri ve biçimleriyle ilim adamlarının, folklorcularının ilgisini
toplayacak bir zenginlikte ve unutulmuş olarak yaşamaktadır.
Kelimenin bütün anlamıyla bir
İstanbul efendisinin zera feti içindeki romancı Refik Halid Karay’ın Şişü’de
Bulgar Çarşısındaki evinde kahvelerimizi içerken konuşuyoruz:
“Kaşık kelimesi nereden geliyor
acaba?”
Refik Halit bakmaya bile
kıyamadığı kaşıklarını,, elleriyle çocuklarını seven bir baba gibi okşayarak;
“Fikrimce kaşık, kasık
kelimesinden gelmektedir. Fakat şimdi kullandığımız manadaki kaşık değil
eskiden Türkçede kaşık, bugün avurt dediğimiz manada kullanılırdı. Tahmin
ediyorum ki, kaşık, kasığın değişmiş şekli olarak dilimize geçmiştir. Benim
kaşıklarımın kolleksiyon olabilmesi için ait olduğu asırlara göre tasnif
edilmesi, sıraya konulması, derlenmesi lâzımdır. Halbuki ben kaşık envamdan
hoşuma gidenlere rastladıkça aldım. Karmakarışık dizdim.”
“Kaşıklar nerede taşınırdı?”
“Türkler bir zamanlar kaşıklarını
da silâhları gibi yanlarında taşırlardı. Ben Anadolu’da böylelerini gördüm.
Kaşıklarım bellerine sardıkları kuşağa veya meşin kemere saklarlardı. Bir yerde
rastgele yemek ikram olununca, kaşık hazırdı. Kaşık taşımanın pratik olduğu
gibi, sıhhi bir tarafı da olabilirdi. O da herkesin kendi kaşığım kullanma
arzusu.”
“Neden bu kadar çok şekilli kaşık
vardı? Ninelerimiz, dedelerimiz midelerine çok mu düşkündü?”
“Biz babaevinde vaktiyle, açık
renkli hoşafları, meselâ çekirdeksiz üzüm, kaysı, taze erik hoşafları ile,
kaysı pestili gibi şeyleri sarı boğa kaşıklarla içerdik. Sonra meselâ mahal
lebi gibi tatlıları, uçları mercandan fildişi kaşıklarla, lohuk dediğimiz
ezilmiş beyaz şeker tatlısını, pilavı sapları sedef kakmalı, ve boynuzlu
kaşıklarla yerdik.”
“Bütün bu teferruatı hangi sonuca
bağlıyorsunuz?”
“Sanat zevkini tatmin
ihtiyacından ve yemeğe bizim anh yamıyacağımız kadar ehemmiyet verilişinden
ileri gelir. Bunda büyük bir imparatorluk olmamızın .da tesiri büyüktür. Resim
ve heykelin de yasak olması, sanatkârlık istidatlarının bu yollarda
geliştirilmesine sebep olmuştur.”
“En pahalı kaşığınız?”
“Antikanın rayici olmaz ki,
kaşıkların olsun. Antikacılık düşünmek ve biraz da düşürmek sanatıdır. Şu sapı
mercan ve maden kakmalı, uçları dalmercan kocaman Hindistan cevizi kabuğundan
oyulmuş fevkalâde güzel kaşığın kullanıldığı zamana ben yetişemedim.”
İnsanoğlu bu kaşıkların değdiği
ve üzerinde hiçbir karaltı, hiçbir namussuzluk izi olmayan dedelerimizin
ellerini düşünüyor. O öpülesi eller kimbilir bu kaşıkları yontmak, bu
kaşıkların incilerini döşemek için kaç iş gününü seve seve feda ettiler. Her kaşıkta bir Türk
dünyası vardır. Kaşıklarımız bir heykel yapar gibi, kaneviçe işler gibi
yapılmıştı. Günümüzün robotlaşmış anlamsız insanlarından Türk kaşıklarına selâm
olsun.
108 / YAŞAR KEMAL’İN 1955 YILINDAKİ
HEYBE VE KİLİMLERİ
“Her kilimde bir yurt parçası,
her kilimde bir dünya vardır” sözünü bitirdi mi? Yoksa tamamlamadan mı bıraktı
anlayamadım. Bir süre düşünen Yaşar Kemal, ayaklarının altında uzanan Maraş
kilimine baktı, rengârenk motifler, bir rotatif makinesinin baskısından çıkmış
bir kâğıt gibi odaya serilmişti. Bir rüzgâr olsa, kilim hışırdayacaktı sanki.
İnsanoğlu garip mahlûk, herbirinin ayrı bir merakı var. Kiminin parası olmaz,
dileği içinde kalır. Kiminin evinde yeri yoktur biriktirmek istediği şeyleri
koyacak yer bulamaz.
Yaşar Kemal’in kilimleri,
karı koca arasında kavga konusu olan meraklardan
değildi. Kilimler yeri, heybeler de duvarları süslüyordu. Romanlarında
Anadolu’nun insanını vermeğe çalışan bu sanatçı, evine de Anadolu insanının el
emeğini, almterini doldurmuştu. “Şu duvara asılı olan küçük keçe” dedi Yaşar,
“İçine bütün Van dolaylarının renklerini alan bir kilimdir. Bu içiçe giren
şekiller kan kavgasına düşmüş insanları, ilerdeki düz çizgiler de kavga sonunda
ölen insanları anlatır”.
Yaşar’ın odasını ve evinin
duvarlarını dolduran kilimlerinin yanında, kitaplığından, küçük iskemlelerden
sarkan heybelerle, hasır üzerine işlenmiş ve insana yürüyecekmiş, konu
şuverecekmiş duygusunu veren duvar kilimleri bir Anadolu dünyasını andırıyor.
Yaşar Kemal, “Kilimlerle heybeler atbaşı gitmiş şeylerdir.” diyor. Gerçekten
insan dikkatli bakınca, kilimlerde de heybelerde de eş renkleri ve motifleri
görüyor. Bunları eskiden göçebe yörükler kullanırmış. Hepsi yeşil zemin üstüne.
Dağların aralarında kalmış, sıkışmış vadileri anlatan bir yeşil, Yörüğün aklı,
gönlü hep yeşille, hep dağlarla dolu, olurmuş. Bu yeşil üstüne kondurulmuş
sıra sıra dağlar da onun hasretidir.
Anadolunun herhangi bir köyüne, herhangi bir ilçesine yolu düşenler bilir,
dağlar içinde kaybolan yollara kar
§ı, pencerenin kenarına oturan,
arada bir şarpasım düzelte dü zelte
küçük bir el tezgâhında, bu ufak kilimleri dokuyan kızlar çoğunlukla bunlara
gençliklerinin o ışıklı günlerinin çilesini de gömüverirler. İç içe girip ayaklarının altına serilen küçük
yuvarlaklar, insan oğlunun hayata, yaşamaya bağlılığım anlatır. O en aşağıda
ince siyah çizgilere dolanan büyük siyah halkalar kıskançlığı belirtir. Küçük
yürekli insanların kin ve hasetlikten, kelepçelenmiş eller gibi hareket
edemeyeceğini anlatır.
Yaşar Kemal her gittiği yerden o
havalinin özelliklerini taşıyan bir kilimi veya heybeyi getirmeği adet etmiş.
Bu huyundan karısı da, anası da çok memnun. Her ikisi de “Evimiz güzelleşiyor,
odalarımız ışıklanıyor’’ diyor. Eski Türk kilimleri kendilerine gösterilen
ilgi, her geçen gün biraz daha azaldığı içinı artık renklerindeki ve
motiflerindeki ölmezliği kaybediyor. Kilim yapan, ona ahnteri dökenler, bundan
sonra siyah zemin üstüne motifsiz kilimler yapacaklarmış. Yaşar Kemal, “Ben
kilim tüccarlığı yapamam ama”, diyor, “Anadolu’ da müşteri bekleyen kilimler
büyük şehirlerimizin piyasalarına getîrilebilse, bu işle uğraşanlar zengin
olur”. Yaşar’m o yıllardaki dileği şimdilerde gerçekleşiverdi.
109 / BOYALI SOSYALİSTLER
Celâlettin Çetin Bulgaristan’a
gittiğinde, “Yaşar Kemal için boyalı sosyalist diyorlar” demişti. Sosyalist
geçinenler anlamına. Burada basın hayatımızda isim yapmış ,sosyalistliği
parsellemiş, bu ünvanı kimseye vermek istemeyen, fakat, gerçekte kapitalistin
ta kendisi olan üç beş kişiden söz açacağım.
110 / VEDAT NEDİM TÖR
Vedat Nedim Tör, “Aile” Dergisini
yayma hazırlarken ben de bir lise öğrencisi olarak her hafta kendisine yazılar
yollardım, o da bana cevaplar vererek yol gösterirdi. “Üç Kişi Arasında” piyesi
ile bizim nesil arasında hatırı sayılır haklı bir şöhreti vardı, o da bizimle
ilgilenerek bunu gölgelemezdi. Yıllarca sonra çalıştığım İkdam Gazetesi kısa
bir yayın hayatı ile kapanınca iş için kapısını çaldım. Telefon edip haber
verdiğimde çok müsait karşılamıştı. Kapısına vardığımda, ayaküstü konuşmamız
pek tatsız oldu. Bana bağırarak, “Napa lım yani, buradakileri çıkarıp seni mi
alayım?” dedi. Bir başka vesile ile Vedat Nedim’i aramıştım. Tercüman’daydım,
işsizlik konusunda küçük bir anket yaparak “Türkiye’de böyle bir durum var mı”
diyordum. Yapı Kredinin adı büyük bir servisini yönetiyordu. “Böyle ciddi konular
anketlerle ele alınmaz” diye gene bağırıverdi. Yaşım ilerleyince anladım,
“işsizlik var” dese, çalıştığe yer alınırdı belki, “Yok” dese, “Üç Kişi
Arasında” mn sosyalist yazarına yakışmazdı. En iyisi beni paylamakta bulmuştu
işi. îşte şimdi yıllarca sonra bu anılarımı yazarak kendisi ile ödeşiyorum.
111 / HÜSAMETTİN BOZOK VE YEDİTEPE
DERGİSİ
Biz 1950 yıllarında devamlı
yazılar yazdığımız “Yeditepe” yüzünden, 1953 yılında, Piyade Yedek Subay
Okulunda çavuş çıkarsak korkusuyla bir çok gecemizi uykusuz geçirmiştik.
Gerçekten o yılların pırıl pırıl bir
“Yeditepe”si vardı. Kuşe kâğıda basılır, çok güzel bir mizanpajla okuyucu
zamanında ulaştırılırdı. Orada yayınlanan 30 hikâyemle, 20 yi aşkın şiirimden
başka, “Anadolu Bakışlı Öğretmen’e Mektuplar” diye sürekli yazılar da yazardım.
Hiç şüphesiz bunlar için bir kuruş bile almayı da düşünmezdik. O yıllarda
Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Yeditepe gibi Dergilerde devamlı yazabilmek bize
yetişiyordu. Yıllar geçtikçe “Ağabey” dediğimiz Hüsamettin’e daha çok yardımcı
olduk. Çoğunlukla sanat değeri çok düşük olan kitaplarından sattık( gittikçe
bozulan dergisinden aboneler yaptık, bu arada da resmî ilân alabilmesi için
bol bol hiç almadığımız halde telif
hakkı kâğıdı imzaladık. O zamanlar böyle bir mev vuat vardı, yazarlarına ücret
ödemeyen dergilere ilân verilmezdi. Bazı dergi sahipleri de bunu muvazaa yolu
ile hallediyorlardı. Kâğıt parasını zor karşılayan dergiler, bir de telif
ücretini nereden verecekti? Bu arada malî"sorumluluğu bana ait olmak
üzere, benim “Bir Martı Öttü” şiir kitabımı da Yeditepe yayınlarından
yapmıştım. Buna karşılık 1000 kitabım Yedi tepe’nin olacak, bu arada bütün
kitaplar da Anadolu’ya dağıtılacaktı. Oysa bizim kitabı Hüsamettin Kadıköy’e
bile yollamadı. Böylece depoya koyduğu kitapları da bana gerektiği zamanlarda
beheri 120 kuruş karşılığı vermeğe kalktı. Biz de kuzu kuzu bu parayı ödeyerek kendi kitabımızı
almaya başladık mı? Ben deki 1000 tane bitmişti. Ufak gayretlerle kendim elden
satıyordum. Halbuki ben satışı Yeditepe’nin yapması için 2000 lira tutarındaki
1000 kitabı hibe etmiştim. En sonunda 120 kitaplık bir partiyi 100 liraya
toparlak hesap almak istedim. Hüsamettin meşhur cömertliği ile 20 lirayı ikram
etmeyince, “Al arkadaş, fakat unutma ki, 20 lira için beni kaybediyorsun”
dedim. Çıkış o çıkış, bir daha Yeditepe’nin kapısına uğramadım. Aramızda bütün
yayınlarından bir adet de bana yollayacağına dair sözleşme olduğu halde
kitaplarından göndermediği gibi ayda bir yayınladığı dergiyi de kesti. Fuzuli
işgalden utanmasam, Hüsamettin’i Mahkemeye vereceğim ve Adliye kanalıyla da
olsa ona sözünü tutma zevkini tattıracağım. Türkân Akbaş ile Erdoğan Kral’ın
kulakları çınlasın.
112 / MUHARRİR AHMET KABAKLI’NIN
MİNNETİ
Hâlen Tercüman’da fıkra yazarlığı
yapmakta olan Ahmet Kabaklı ile uzun süre Tercüman’da ve “Hür Vata*ı”da
fıkralar yazan Emil Galip Sandalcı, yıllarca önce yaptığım çok dikkatli ve
dürüst çalışmamın sonunda meydana çıkmışlardır, önce arada sırada kendimden bahsettiğim için özür
dilerim. XX. Asır eylemi insana bunu mecbur ediyor. Birgün beni yanına çağıran
Cihad Baban, “Ayhan şu iki çuvaldan bini aşkın fıkranın içinden 15 tanesini
seç, büyük jüriye onların içinden birinci, ikinci, üçüncü seçtireceğim” dedi. O
yıl gazetemiz için okuyucularımız arasında fıkra yarışması açmıştık. Kazananlar
da kendilerine ayıracağımız sütunda sıra ile yazacaklardı.
Çeşitli işlerin arasında
geceyarılarma kadar devam eden ücretsiz mesailerle onbeş fıkrayı ayırdım, iki
tanesine de işaret ederek, “Bunlar mutlaka birinci, ikinci olur” dedim. Ve
sonucunda, işaretlediğim fıkralarıyla Emil Galip Sandalcı ile Ahmet Kabaklı
birinciliği paylaştılar. O sıralarda, “Bu Gelen Kadın Sesidir” şiiriyle
rahmetli Nurullah Ataç ’m bile dikkatini çeken Ahmet Kabaklı gelişigüzel bir
tasnifle ödevimi yapsaydım, belki de bugünkü yoluna girmez, ya da çok geç
girerdi. Aradan yıllar geçti. Tercüman’da tefrika edilen “Vapur Düdükleri”
adındaki romanım, memleketimizin ilk sine
romanı olarak “Dost” 'Yayınları arasında çıktı. Ka baklı’dan usulen bir
yazı rica ettik. Büyük bir vefakârlık ve minnet örneği vererek tek satır
bahsetmedi. Üç dört ay sonra
karşılaştığımızda sebebini sorunca “mevsimi geçti, geç kaldım” dedi. Kitap
sebze miydi? Hazırladığı Edebiyat Tarihinin ikinci baskısında ise, adı geçen romanımdan
daha önce aldığı bölümü de çıkardı. Edebiyat Tarihi de emanetçi sultanın
dükkânı gibiydi. İçinde kimler yoktu? Şiir severlerle hikâye severlerle
doluydu.
113 /İYİ YÜREKLİ İŞVERENLER BE
VARDIR
Bizim nesil de “Geldi gidiyor” işte. Yıllar yılı tümümüz de hiç
şüphesiz hayat mücadelesinin, ekmek kavgasının içinde çeşitli kırılmalarla
yenik ya da yorgun düştük. Ancak bunun yamsıra, işçi olalım, işveren olalım,
günümüz eylemcilerinin nazarında milyonlarca Türk lirası ile ödenemeyecek
ölçüde kıymetli ve vazgeçilemeyecek tecrübelerin sahibi olduk. Yirmi küsur
yıllarımızda işçiyi baştacı yapan, işvereni yerin dibine sokan düşüncelerin
esiri olduk. Otuz Kırk yaşlarının
arasında iki kesimde de çok iyi insanlarla çok kötülerinin bulunabileceğini
idrak ederek uyandık. İşçiyi sömüren işveren edebiyatının yamsıra artık, işçi
temsilcilikleri odalarında yan gelip oturarak, işçinin sırtından geçinen,
altlarındaki arabanın, pazar gezintilerinde bile kullandığı benzinin
karşılığını işçi aidatlarıyla karşılayan işçi temsilcilerinin bulunduğunu, bir
kısım. “Sarısendikacı”larm da olduğunu üzüntü ile görmüyor muyuz?
Biz ne yazık ki, her anlamda
tarafsızı az olan bir toplumuz. Particiliği kulüpçülük gibi, “solsağ”
mücadelesini mezhep gibi almış, bu çizgi ve sınırı da aşmak istememişiktir.
Bu anımı hayatım boyunca
tanıdığım, ideal ölçülere uyan, hayalimizi kapsayan tam anlamı ile “Babacan” ya
da “Ton Ton” bir iki işvereni tanıtmak için yazıyorum.
Ben hiç şüphesiz “Bütün
işverenler iyidir.” demiyorum. “Bütün işçiler de iyidir.” demiyorum. Ancak
karma ekonomi eh güzel bir sistemdir, murakabe sistemlerini düzeltmek, sosyal
adaleti sağlamak suretiyle bugünkü düzenimizi huzursuzluğundan kurtarmak
elimizdedir demek istiyorum. İşte size ömürlerince işçilik yaparak, hâlâ da
çalıştıkları yerlerde bir işçi gibi davranarak vatandaşlarına iş imkânları
yaratan bir yığın işveren...
Bursa’da “Türk İş”in Genel Kurulunu izlerken, delege
işçilerden bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine (1963 yıllarında) mil yoner
düzeyine ulaşmış bir Tekstil Fabrikatörünün işyerine gittim. Ayağındaki tulumuyla,
makinesinin başında çalışırken bulduğum Abdurrahman Şenipek bana özetle şunları
söylemişti :
“Şehrimizin yetimleri,
anasız babasız kalmış yetimleri, bayram
.sabahlarının o insanı kahreden hüznüne düşmesin, yüzleri gülsün, bayram
günlerinde yamalı pantolon, yırtık pabuçla dolaşmasın diye, onları gücümün
yettiğinin de üstünde bir çaba ile bayramdan önce arar bulurum, isterim ki
onlar da benim gibi, yetimliğin imkânsızlıkları içinde, refah sahibi aile
çocuklarının giyimli hallerini görerek içlenip dertlenmesinler, benim
çocuklarımla birlikte onların da gözlerinin içi gülsün. Ben hiçbir bayram
sabahında başucumda yeni elbiseler bulamadım. İlkokulu bitirince de okumak
imkânı bulamadım, o günlerde de hem okula gider, hem bir fabrikada çalışırdım.
Bu yüzden de çok geç yatıp, çok erken kalkardım. Annem her sabah oğlum daha
yatağın bile ısınmadı, kalkıp da nereye gidiyorsun diye arkamdan seslenirdi.
îşte böyle çalışarak bir tezgâh aldım. Sonra iki, üç oldu. Bugün 200 işçi ile
birlikte buradan ekmek yiyoruz, ilk tezgâhımı da çalışamaz hâle gelince
atmadım. Burada bir hatıra olarak muhafaza ediyorum, o günleri unutmamak için”
Hürriyet’te çalışırken Yazı
İşleri Müdürü ile anlaşamamış ve 7 ay £üre işsiz kalmıştım. İşte bu buhranlı
devremde T. Şişe ve Cam Fabrikaları Genel Müdürü Dr. Şahap Kocatop çu’ya
giderek, ayağımdaki yamalı pantolonu ve mesleğimdeki bir yarışmadan kazandığım
altın kalemi göstererek bana işver mesini söylemiştim; hiç unutmam, gözleri
yaşararak; “Üzülme arkadaşım ben de sıkıntı çektim, sana mesleğinle ilgili bir
iş bulacağım” diyerek bünyesi dahilinde çıkartacağı personel Dergisinin Yazı
İşleri Müdürlüğünü vererek hiç yoktan fakat camiası için de çok yararlı bir iş
imkânı yaratmıştı. Vazife aşkını, vatanseverlik sorumluluğunu bıkıp usanmadan taşıyabilen Kocatopçu, “Türkiye
Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.” deki görevine 14 Mayıs 1954 de başlamış, 14 Mayıs
1974 de de aynı işinde 20 yıl aralıksız kalabilen ilk ve belki de son Genel
Müdürdü. Her sabah işine 08.50 de başlayan başka bir Genel Müdür tanıyabiliyorsanız
bana bildirin kendisi ile bir röportaj yapayım.
Üçüncü örnek de Atatürk’e
bağlılığı aşk derecesinde olan O’nu ibadet eder gibi seven Mümtaz Altmelli ile
ilgili. İmalâtında buhranlı devre olup da mallar satılamaymca kendisini çok
seven işçileri. “Beğim bizi çıkar, nasıl olsa başka yerlerde iş bulabiliriz.
Görüyoruz ücretlerimizi zorlukla ödüyorsun” diyorlar. İşçilerinin
anlattıklarına göre verdiği cevap hâlâ gözlerimi yaşartmaktadır: “Bu
tezgâhları, makineleri, siz buradayken almıştık. Şimdi bunların hepsini
icabederse teker teker satar, sizin
ücretinizi verir, gene işinizden çıkartmam. O zamana kadar da nasıl olsa bu
buhran düzelir. Aksi halde son meteliğimiz kalmayınca, hep birlikte anahtarı
kapıya vurup, he lâllaşırız” diyor.
Hiç şüphesiz her hikâyeden, eski
zaman usulü bir sonuç çıkartmak mümkündür. Biz hiçbir zaman bütün işverenler bu
kadar iyi ve büyük yüreklidir demiyoruz? Ancak bütün işve renler de sömürücü ve
gaddar olur denilmemelidir. Bu örnekleri görmemezlikten gelir, günün modasına
uyarsak, gerçekte birbirini tamamlayan “Emek
sermaye” ilişkilerinin hakkını yemiş oluruz. Her ne kadar sürçü lisan
eyledikse “affola!”
114 / DÜZYAZI SANATÇISININ ÇİLESİ
Orhan Veli Kanık’tan, Sait Faik
Abasıyanık’ın ölümüne dek bütün sanatçılarımızın kişisel ve toplumsal
hayatlarına on beş derecelik bir açı yaparak küçük bir eğilme yapın.
Yapıtlarını baştan sona bir gözden geçirin. Haklarında yazılan bir yığın yergi
ve öğmeğe bakın. Varacağınız sonuç, bu bir avuç sanatçıya toplum olarak hiç bir
yardım yapmadığımız, hiç bir anlayış göstermediğimizdir. Onların erkencecik
ölümlerinde, aramızdan küskün ve yitirilmiş olarak alıp başlarını gitmelerinde
hepimizin umursamazlık veya vurdumduymazlığımızın payı olduğunu göreceksiniz.
Kalkık yakalı, eskimiş trençkotu ile
martıların balıkçıların şiirli ve aylak hayatını veren Abasıyanık mı, yoksa
“Yaprak” adındaki dergisinin bayiliğini de yapmak zorunda kalan mert yürekli
ölümsüz şair Orhan Veli Kanık mı, yoksa yarım kalan kalbine rağmen merdiven
bile çıkmaması gerektiği halde Bâbıali yokuşunun gırtlak kavgasındaki abonesi,
ışıklı İstanbul günlerinin şairi Ziya Osman Saba mı bu kadar erken ölüp
giderdi? Veremin açlıkla birleşerek kan kusturduğu Muzaffer Tayyip Uslu’daıı,
Rüştü Onur’dan, kanserin haciz altına alarak inlettiği İskender Ilhan’dan bugün
bize ne kaldı?
Biz toplum olarak, iki satır
notayı okumasını bilmeden ezbere ve uyduruk şarkıları Türkçenin de içine
sıçarak okuyan sanatkârlara şatolardan cadillak’lara, ahçısmdan şoförüne kadar
her türlü, fanteziyi ve haramı esirgememiş, fakat bir yığın gerçek sanatçıya
bütün umursamazlığımızla neticemizi dönü vermışiktir.
27 Mayıs 1960 dan bu yana, büyük
bir tortudan kurtulma, gerçek bir yoğunlaşma, mertçesine yaşama çabası
içindeyiz. Bu toplumumuz için, aydınlarımızın son meydan savaşıdır. Bundan
sonra, telefon sinyallerine bile müzik koyabilen bir hayat düzeni içinde, XX.
asrın insanca yaşama hakkını kazanmış insanlar karmasıyız. Bu arada bir çırpıda
Milli Eğitimimizde çok geciken ve hiç ümidim olmayan bir reformla, sanatçılarımızı
da meyhane köşelerindeki yalnızlıkları ve yoklukları şerefine içerek
kahrolmaktan kurtarıverelim. Türk sanatçısı niçin garip ve zavallıdır? Bunun
tek. cevabı vardır. Ortaokul ve Lise kitapları, şiirde Abdülhak Hamit’ten,
hikâyede Halit Ziya’dan öteye atlayamamıştır. Edebiyat öğretmenlerimizin çoğu,
sağır ve insafsız bir anlayışsızlığın içinde, modern Türk sanatçısına
sırtlarını dönmüşler, onları küçümsemekten anlamak imkânını bile
bulamamışlardır. Türk sanatçısı okul kitaplarına girdiği anda, okuyucu bulma
çabasından ve istirmarcı “Editör” saltanatından kurtulmanın huzurunu
bulacaktır. Bu huzurla karnı doyan sanatçılarımız da erken ölmekten
kurtulacaktır. Özel tiyatroların verdiği üç kuruşa aldanmamak gerekir. Çünkü
her sanatçı tiyatro eseri yazamaz. Hikâyecilerimizin, şairlerimizin de eserleri
ile geçinebildiği gün, toplumumuz kurtulacaktır.
115 / MEBRURE ALEVOK’UN ZEYTİNLERİ
Bazen unutulmayan “mektep”
arkadaşları vardır. Bazen de “mektup” arkadaşlıkları olur. Biz de romancı Yaman
Ko ray ile mektuplaşarak sanatımızla ilgili bir arkadaşlık kurmuştuk. îşte bu
yıllarda Yaman Koray’m annesi Mebrure Alevok Hanımefendi ile de bir “ana oğul” bağlantısı kurduk. Mebrure Hanım
hayatın çok çilesini çekmiş bir fikir işçisi. Hayatın bütün darbeleriyle
savaşa savaşa bugün iyi bir yaşantı
sağlamış durumda. Erdek’de “Alevok” diye büyük bir moteli var. Orada davetli
olarak kaldığım günlerden birisinde Mebrure Hanım bana hiçbir zaman
unutamayacağım bir söz söyledi. Bu sözü kolay zengin olmak isteyen saçları
permenantlı, mizanpi lili delikanlılara adıyorum: “Ben bir zeytini ikiye katık
ederek yediğim günleri bilirim ve onları hiç unutmam!”
116 / GAZETECİLİK BÜYÜK BÎR FERAGAT
BÜYÜK BİR FEDAKÂRLIK MESLEĞİDİR!
Ben hayata bin defa doğsam
bininde de gazeteci olurum. Ancak düşmanımın bile gazeteci olmasını istemem. Bu
meslek büyük bir fedakârlık ve feragat işi olmasının yanısıra insanı,
genellikle perişan eder, bir yarım kalmış şarkı gibi herhangi bir yere
savuruverir. İnsanoğluna ömürboyunca gülmez. Özet: Hiçbir mesleğe benzemez o.
Bir Firuzan Hüsrev Tökin vardı.
Cumhuriyetin Ankara Muhabiriydi. “Kızılay” derdik. Nerededir şimdi? Bir Şahap
Balcıoğlu vardı, jetle ilk uçan gazeteciydi. Bugün bir reklâm şirketinin
sahibidir. Bir Nedret Selçuker vardı, en iyi analiz yapan siyasi muhabirlerden
birisiydi. Bugün radyolarımızda reklâm spotları okuyan ünlü bir spikerdir. Bir
İlhan Engin vardı, mesleğinin her gününü aynı heyecan ve şevkle yaşardı. Bugün
yerli flimlerin senaryolarını hazırlamakta, onları perdeye uygulamakta. Daima
doğrudan yana olan bir Ayhan Yetkiner vardı, bugün yalnızca İl Genel Meclisi
üyesidir. İktisat Muhabirlerinin en kralı Ulvi Okar editördür. Bir zerafet
heykeli gibi giyinen Atatürkçü Cenap Ozankan, çok iyi fran sızca bilen Nihat
Subaşı, Ümit Atay, Selâmi Genç vardı. Şimdi ne yaparlar? Hiç şüphesiz aç
değiller, fakat heyhat gazeteci de değiller artık!... Katillerin teslim olduğu
Polis Muhabiri Ali Karakurt büyük maddi sıkıntılar içinde. Bu böyle uzar gider
tren yollan gibi... “Vagon Penceresinden”in yurtsever yazarı şair gazeteci İbrahim Minnetoğlu da kitapçılık
yapmaktadır.
Ya kiminin “Rus parası alıyor”
diye uydurup durduğu, “viski ile yüzünü yıkıyor” dediği Çetin Altan? Daha
Ankara Hukuk Fakültesinde okurken bile baba parasına eyvallah demeyen, bu
yüzden de “Ankara Akşam Haberleri”nde Muhabirlik yaparak ekmeğini kazanan, Lise
öğrenciliğinden bu yana hayatını hep kalemiyle kazanan Çetin Altan. Cevdet
Sunay’m “Susturun bu adamı” dediği için çalıştığı Akşam’dan çıkartılan, sonra
da yıllarca önce yazdığı yazılar yüzünden arka arkaya mahkûm olan,
Basınköy’deki sigortalı işçi apartmanlarındaki katından ve eski arabasından
başka birşeyi olmayan Çetin Altan! En son Çetin’i Sağmalcılar Cezaevinde Lise
arkadaşım Savcı Sahir Giray’m yanında gördüğümde süet ceketinin kolları akmış,*
sıkıntıdan kahrolan dramının içinde, gene herkese dostça selâmlar yollarken,
“İşte bir gazetecinin yaşantısı! Vergi adaleti, fırsat eşitliği, sosyal adalet
diye yaza yaza kafadan üşütmek üzere
olan namuslu fikir işçisinin yaşantısı” demiştim. Çetin Altan şair adamdı,
zarif adamdı. 30 yıl önce Fransa’ya gittiğinde bana o zaman buralarda az
bulunan bir papyon gravat getirmişti. Hürriyet’ten çıkartıldığımda da buna
sebep olan o zamanki Yazıişleri Müdürü Necati Zincirkı ran’a bir güzel
çatmıştı. îyi gün dostu değildi, karagünlerin arkadaşıydı, Bugün akgünlere
doğru gitmek çabasındaki toplu mumüza da yazılarıyla çok etkili olmuştu.
Binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce yazı yazmıştı. Bunların içinde üç beş yazısı da aşırı bir uca kaymış olabilir.
Kaldı ki bir gün artık eyleme girmeyen fikir; yurdumuzda da suç sayılmayacak.
Sonuç: Çetin o yazıları bugün yazsaydı: “içeri”ye hiç girmeyecekti. Gözlerinden
olmayacaktı.
Ya Doğan Koloğlu?.. O hiçbir şey
yazmamıştı. Başkasının yazısını yayınladığı için yıllarını evinden uzaklarda
hapiste geçirdi. Bir gazeteci hayatının yansını ya hapiste yahut da işsiz
olarak geçirir. Sonra da yaşamaktan bıkar elli yaşını bulmadan da ölür gider...
117 / GAZETECİLER DE ESKİ ASKERLER
GİBİDİR
Bâbıali yokuşundan kıvrılan
farları sönmüş gazete yüklü kamyonlar ağır
ağır aşağıya iniyordu. Kimisi arabalı vapurla Anadolu’ya geçer, İstanbul
civarındaki şehirlerin gazetelerini dağıtırdı. Kimisi şehri semt semt dolaşır, bâyilerin gazetelerini
sergilerine bırakırdı. Salepçiler güğümlerinden çıkan buharlara bakarak ilk
sabah simitlerinin gelmesini bekliyordu. Yüzü sapsarı olmuş bir Yazı İşleri
Müdürü, gazetedeki odasından aralığa açılan penceresinden dışarıya baktı.
Ortalık ağarmaya başlamıştı. Sonra gözleri önündeki mürekkebi kurumamış gazeteye
kaydı. Derin bir “Ooooh!” çekti. Yerinden kalkıp vestiyerden şapkası ile
paltosunu alarak dışarı çıktı. Olay 1955 — 1960 yılları arasında İstanbul’un en
büyük gazetelerinden “Tercüman” da geçmekteydi. Dışarıya çıkan adam Semih
Tuğrul’du.
118 / YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜNÜN
ALINYAZISI
Bu adama sarhoş diyebilirdiniz.
Çünkü, kafası zonklayıp duruyor, yanakları kıpkırmızıydı. Bu adama “Âşık”
diyebilirdiniz, çünkü: sokaklardan bir perdenin arkasındaki sevgiliyi arar gibi
yavaşça geçiyordu. Uyurgezer bir hali vardı. Bu adamın kafasında sanki tek bir
düşünce vardı. Hep içinde kendi kendine
devam eden veya yeni çıkan olaylara verdiği kıymetin tartışması ve binlerce
okuyucunun huzuruna bir kaç saat sonra çıkmanın endişesi vardı. Ya herhangi bir
önemli haber değeri kadar gösterilmemiş veya atlanmış ise, yahut şehir cereyanı
kesildi de gazete sevkiyata yetişemediyse veya matris çekimi aksadıysa. Bütün
bu dertleri karmakarışık bir şekilde içinde yaşıyordu.
Evine gidecekti, hanımı uykudan
uyanacaktı. Çocukları belki bir rüyanın mırıltılarını tekrarlıyordu. Onlara
bakacak, yavaşça eğilip yüzlerini öpecek, yorganlarını örtecekti. Çünkü, onlar
sabah o uyurken okullarına gideceklerdi.
119 / BÎR GECENİN HİKÂYESİ
Saat geceyarısına yaklaşıyor.
İkinci sınıf bir gazetede sıvaları dökülmüş bir odada, elleri cebinde bir adam
dolaşıp duruyordu. Soba sönmek üzereydi. Hademeye bir kürek kömür attırmak
geçti içinden, iskemlede uyukluyordu. Dış haberler bültenlerine dalmış, onların
içinde boğulmuş sekreteri Şemsi Cemil’e baktı, “O atsın” dedi kendi kendine.
Dolaşmasına devam etti. Civardaki lokantadan akşam yemeğini getiren garson
tepsiyi aldı, “Hesaba yazayım değil mi ağabey” dedi, “evet yaz” dedi.
Sonra karısı ile çocukları aklına
geldi. Onlarla ancak haftada bir defa yemek yiyebiliyordu. Evine yarım saatlik
mesafeden, çocuklarına hasretti. Yalnız o mu hasretti sanki? Gazetenin gece
bekçisinden motorcusuna sekreterinden,
numaratö rüne, mürettibinden musahhihine
kadar'hepsi evlerine hasretti. Çinko kokulu, asit kokulu, sobaları gaz kaçıran
odalarda ö mürlerini tüketen bütün Bâbıali çocukları ailelerine hasretti.
Lokmasını aslanın ağzından alan garip, çilekeş bir mesleğin mü cahitleri olarak
ömürlerini tamamlıyorlardı. Hepsi de huzursuz hepsi de huysuz, hepsi de insan
tahammülü üstündeki bir mesainin kurbanlarıydı. Neşriyat Müdürü gazetenin
içinde dolaşıp durmaktan 3 4
kilometrelik yol yapar, can sıkıntısından her gün 9 bardak çay, üç paket sigara
içerdi. Sekreter de aynı yolun yolcusuydu .Bir büyük haberle, bir sansasyonel
tefsirle bütün birinci sayfanın plânı yeniden bozulur, müsahhihinden
mürettibine kadar saatlerle sarfedilen çaba yok olurdu,
120 / MÜREKKEBİ KURUMAMIŞ SAYFALAR
Sizler sabah kahvaltımızı edip,
karınızı çocuğunuzu öpüp, evden çıktığınız vakit, ya kapının altından atılan
bir gazete cebinizdedîr ya da köşeyi dönerken satıcı elinize sıkıştırıverir.
Parmaklarınızı katlanmış gazetenin üstüne şöyle bir bastırın, hafif siyahlık
yayılır avuçlarınıza. İşte bu kurumaya başlayan mürekkepte yüzlerce insanın,
yüzlerce karanlıklarda göz kırpan insanın alın teri, hem de en yalın, en gerçek
ve en garip alm terj vardır. Bir gazetenin ömrü yalnızca yirmidört saattir. Bir
yeni yirmidört saatin başlaması ile bir evvelkiler tamamen silinir. Öyîe bir
yirmidört saat ki, Neşriyat Müdürü bir yığın haber içinde, “Hangisini başlığa
çıkartayım?” “Hangisine kaç puntoluk, kaç harflik manşet vereyim?” diye
dakikalarca kafasını yormuş, aklında karmakarışık mukayeseler yapmıştır. Siz
ona şöyle bir bakıp, geçersiniz. Kasap etini sarar, manav pırasalarını sarar. O
etleri, o pırasaları kucaklayan satırlarda günden güne tükenen bir insan emeği, bir insan
mesaisi, sessiz bir isyanın içinde uzun uzun haykırır. Bu haykırmayı, ancak
gazeteciler, ancak gazete işlerinde çalışanlar duyar.
121 / HEP SENDEN ALIRLAR
Hep senden alırlar. Hep gelsin
derler. Gönlünün bütün cömertliği, bütün idealistliğinle verirsin. Sabahtan
akşama kadar koşarsın. Sakatçılar bozuk işkembe alır, sana dert yanar.
Bekçilerin aylığı azalır, Kaptanlar ödenek almaz, Öğretmenlerin kıdem zamları
yok olur sana koşarlar. Tipometre elinde bir harf yüzünden sütûnlarla
cenkleşmekten sürmenaj olursun. Kitapçılar kâğıt bulamaz, sen yazar, sen:
fotoğrafını çekersin. “Radyoyu dinlemek istemeyenler Demeği”nden tut da, Do
lapdere Ocak Başkamnm Basın Toplantısına kadar sen taban tepersin. Varis de
şendedir, romatizma da sende, enfarktüs de şendedir. Hepsinin dertlerini
yaşayarak benimsersin. Kimse kalkıp da sana birşey vermeği düşünmez. Hep gelsin
derler, sütun sütun yazı beklerler.
Senin bir derdin, bir sıkıntın var mı? Soran olmaz. O gün yemek yemiş misin:?
Evinde soban kurulmuş mudur? Kömürlüğünde odun var mı nır? Çocuğunun maması
için para buldun mu? Ayakkabıların mı delinmiş? Palton .yok mudur? Kimin
umurunda? Yüreğini daima bir Hollanda ineğinin cömertliği ile verirsin. Daima
tükenen, daima veren sen olursun.
İki avuç mürekkep, bir ton kâğıt
için gazetelerini satanlar, onbin kişi alabilen Fatih Camiinin avlusunda
Menderes’i beş yüzbin kişi dinledi diye manşet attıranlar, “Menderes
İstanbul’un ekmek sıkıntısına çare buldu” diye Yazı İşleri Müdürlerinin
başlarına dikilip, işten çıkarmakla tehdit ederek yazdıranlar, gazetelerinde
yüznumaralarımn duvarlarını ziyaretçiler görür diye boyatıp da, delik deşik
olarak köstebek yuvalarına dönen istihbarat odalarının duvarlarını
boyatmayanlar; ceplerine giren her metelikte ya tüberküloz olmuş, ya
çıldırmış,' ya da evindeki yokluk cenazesi ile birlikte başlamış bir
gazetecinin hakkını taşır.
Toplu sözleşme düzeni ile bu
yıllarda yüzü gülen, olumlu bir havaya giren Bâbıali, yıllarca önce bir
batakhaneydi. Ağabeylerimiz 23 gazetede birden çalışmadan, biz ise, aynı
gazetede iki üç iş yapmadan
geçinemezdik. Bâbıali kendi başına kopup
giden, yuvarlanan bir istismar dünya sıydı. Savaşlarla kaybolmuş bir
neslin merdivenlerini boşluğa dayamış bir neslin, İktisadî düzensizlikler
içinde tükenen çocuklarını sömüren bir parazit. Kimvurduya giderdi, insan.
Kalan kalırdı, ne kadar dayanabilirse o kadar kalırdı. Ya kaybedi İmiş bir
hatırlayış, yahut da ağlamaklı bir tüneyişle kalırdı. İstihbarat odaları vardı,
kışın uygunsuz sobalarda yakılan linyit yüzünden zehirlenen: gazetecilerin
burnundan kan gelirdi? İstihbarat odaları vardı, köşelerine tüneyen güvercinler
haber yazan muhabirlerin omuzlarına işerdi. Hangi meslek böylesine çilekeş,
böylesine kahrediciydi? Bütün istiskaller, küçük görmeler, hor görmeler;
karakollarda, nezarethaneler, hapishanelerde “Hiltonlar”, polislerin copları,
yüze kapanan kapılar bu meslek içindi. Şamaroğlanı, kaldırımoğlanı gazeteciydi.
Teşrii masumiyetine sığmanın eli, gazetecinin suratında şaklardı. En küçük
ücretlerle ömür törpülenmesine mukabil, birgün elimize, “Bundan sonra birlikte
çalışamayacağız” diye bir kâğıt tutuşturuverirlerdi. Kırmızı bir
turp gibi gazeteci ortada
kalıverirdi. Gazeteciliği entertipin başına oturan veya hurufatı eline alarak
başlıkları dizen raüret tipten, sayfaları bir ressam gibi trigonometri yolu ile
parselle ye parselleye ruhlandıran Yazı
İşleri Müdürüne kadar ancak bu işe gönüllerini parçalaya parçalaya hayatlarını koyanlar bilir.
Biz uzun yıllardan beri ancak
birkaç defa mesleğimizden, kendimizden bahsettik. Üç aşağı beş yukarı “Bâbıali” dediğimiz basın
hayatımız budur işte. Mesleğimde 30 yılımı tamamladığım bu günlerde, çalıştığım
dergi, ajans ve gazetelerle, bunların kaç tanesinin kapandığını, herşeyi not
ederek çalışmama rağmen bilemiyorum. Onun için hayatları boyunca okuyucu
sayfalarında mahallelerindeki lâmbası yanmayan elektrik direğini yazmaktan öte
birşey yapmadıkları halde, orada burada
“Ben de gazetecilik yapmıştım” diyenlere burada müsaadenizle hayattan ayrılmış
bütün meslekdaşlarım adına; “Dağlara Giden Yollar”m yorgun, ezik, yitik bir
savaşçısı olarak, “Gazeteciler de eski askerler gibidir, ölmez!” diyorum...
128 / UFUKLAR BENİMDİR
“Sarmaş dolaş olmuşum
karanlıklarla / Dünyaya sığmaz kalbim parçalasalar / Kaldırımlar ayak sesimi
tanır / Bir sağanak boşanacak ansızın / Çırıl çıplak taşlara uzanacağım /
Kurtulmalıyım günahlarımdan teker teker / Ellerimi başımın altında kenetleyip /
Meydan okumalıyım Tanrılara / Ufuklar benimdir Tahtlar sizin olsun”
129 / YİTİK ŞARKILAR
“Bu kaçıncı bobin kopardığımız /
Bu kaçıncı yanlızlığımız / Bütün elleri kırdık /
Biz elsiz kaldık”
130/MİLÂTTAN ÖNCE’den
“iskorpitler fırlarken gökyüzüne
/ Çiçeklerin çatırdısım duyuyor musun t Adını okundukça burdayım diyorum / Oysa
çoktan nâmeveudum / Biz duraklarda rıhtımlarda biz direklerde / Biz
nikotinlerle kavruluyoruz istihbarat odalarında / iskorpitler fırlarken
gökyüzüne”
İSİ / BİR TANKERİN SEYİR
JURNALl’nden
“Her yirmidört saat / Bir
gazeteciyi kahrediyor / Martılar karabataklar / Midyeler gibi iskelelere
yapışmış çımacılar /, Yalnızlığa meydan okuyor”
132 / AĞIT’dan
“Gözlerimi mıhlamaktan bıkıyordum
/ Sonra perişan ve ezilmiş bir bulut gibi / Tütüncü dükkânlarına düşüyordum /
Yırtılmış yıkılmış gazetelere dönüyordum / Herkesin yaşadığı saatlerde ben
ölüyordum”
133 / BİR MARTI ÖTTÜ
“Üç orkinos serilmişti rıhtıma /
Güneşe yıldızlara buluta inat / Çiçek açmış bütün çimenler / Çingen kızları
şarkılarını unutmuş / Kaptan iskeleyi / istihbarat odasında dokuz kişiydik /
Altı sandalyamız vardı / Bir tek isteyen olsa vermezdik / Birgün sen istemiştin
/ Olmaz demişlerdi / Ellerim kan içindeydi / Unutmuştu şarkılarını bütün çingen
kızları / Sevmesini unutmuştu orkinoslar / Kaleşlik insanlardan geçmişti bulutlara
/ Bir martı öttü / Ötmese de olurdu”
(1970 Basınköy — 1973 Suadiye)
AYHAN HÜNALP’İN YAYINLANMAK İÇİN OLANAK BEKLEYEN “ŞARKISIZ DÜNYALARIN
ORKİNOSLARI”
romanının girişi, açıklaması ya
da bildirisi:
“Verin iki fotoğraf, verin ikibin
lira. Ehliyetinizi iki gün sonra evinize getirsinler. Sen amatör bir
vatanperversin. Memleketleri profesyonel vatanseverler kurtarır. Yönetimde
vatanseverlik gerek. Eski insanlar savaşlarını bile efendice, mertçe
yaparlarmış. Bir ülkede sürüngenler, etoburlar çoksa; o ülkede sabah çok geç
olur, belki de hiç olmaz.
“Sana dar gelmeyecek mâkberi
kimler kazsın?” demişik “Meçhul Asker”e, sonra da şehrin en pis, en uyuz
sokağına “Meçhul Asker Sokağı” adını vermişik.
Çocuklarımız birbirinin kafasına
vurarak oynar. Analar, babalar, öğretmenler hep çocukların kafasına vurur. Onun
için bizim et kafalımız çoktur.
Biz yamyamlan bağışlamazsak,
onların zalimliğini unutmazsak, zulüm ancak o zaman yeryüzünden kalkar. Biz
affetmekle kalleşlere prim veriyoruz. Sen bilir misin ki, geceleri yirmibirden
sonra bütün yatılı okulların yatakhanelerindeki yastıklar ıslaktır.
Bitlis’deki Satıkadm Atatürk’ü
bilmiyorsa, bu hepimizin yüzkarasıdır.
Antigonüs ne demiş? “Benim her
sabah oturağımı döken adam, güneşin oğlu olmadığımı çok iyi bilir.” demiş.
Kurtlar da böyledir. Avlanırken
vurulan arkadaşlarını, önce sürüdeki kurtlar parçalardı.
Benim babam Fransa’nın en iyi
kılıç kullanan adamıydı. Şarap dökmek meyhanecilere mahsus bir iştir Teğmenim.
Eğer erkekseniz Fransa için kan dökelim.
Yaratan dünyayı şarkılı yarattı.
Onu şarkısız yapan insanlardı. Şimdi o ölü, üzerine günü geçmiş iki gazete
örtülmüş delikanlı “Şarkısız Dünyaların Orkinoslarına benziyordu.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar