Print Friendly and PDF

DAĞLARA GİDEN YOLLAR / AYHAN HÜNALP

Bunlarada Bakarsınız

 


«Tercüman» Gazetesi muharriri Ayhan Hünalp

 Baskı tarihi : Haziran / 1974-İstanbul

1         / DAĞLARA GİDEN YOLLAR

Sait Faik’ten, Orhan Veli’ye, Behçet Necatigil’den, Cahit Külebi’ye kadar tüm sanatçılara çamur atarak işe girişen, gerçekte kaşkavalikodan başka bir şey olmayan, sorumluluk duygusundan yoksun üçbeş sivri sakallı arkadaş, “Merhaba!” Kitabımın bu bölümünü, okumadan atlayacağını bildiğim için ve de yalnız senin için yazdım. Sen antolojilerden, sütunlara kadar herşeyi, atyarışı programı doldurur gibi, toto kâğıdına işer gibi parseller, kendince kadrolar yapar ve de yalnızca “Ağaya kurşun sıkan” mısraları, konuları alırsın. Düşünmezsin ki, yakm bir gelecekte bu garip memleketin de yüzü gülecek, ağalık müessesesi kalmayacaktır. O zaman sanatta ağasız şiirlerin, eserlerin de yeri olduğunu anlayacaksın. Fakat bu arada doğrayıp  doğrayıp attığın sanatçıları nerede bulacaksın? Evet bunu, gönlünce doğrudan yana olmaya çalışmış, 1949 1953 yılları arasında “Seçilmiş Hikâyeler” ve “Yeditepe” Dergisinde devamlı kritikler, hikâyeler yayınladığı, aynı yıllarda hem yazdığı hem de Sekreterliğini yaptığı “Kaynak” Dergisi yüzünden Yedeksubaylık devresini çavuş çikma endişesi içinde yitirmiş bir sanatçı olarak bilhassa yazıyorum ve de diyorum ki, (Ben ne solcuyum, ne sağcı. Sanatçıyım, sanatçı. “Dağlara Giden Yollar”m yorgun, ezik, yitik bir savaşçısı.)

2 / HİKÂYEM BAŞLAR BİTLİS’DE, İSYANIM BÖLGECİLİĞEDİR

Yıl 1927. Bitlis’de, Dideban dağlarına karşı, Satı kadının taştan yapılı evinde, Seyyar Jandarma Alayının Bölük Kumandanı Mülâzimi Sani Nurettin Efendinin oğlu olarak ve de âsi bir kürt olarak, Doktor Kâmil tdil ile pas içinde kullanılmayacak haldeki bir lâvta aletine isyan ederek ölümle kalım arasında dünyaya geliyorum. Annem Kadıköy’lü Hayriye Hanım, sekiz ay kapalı kalan yollardaki kar eriyince, “ne istersin” diyen babama, “Bir dilim beyaz ekmek!” diyor. Babam ile Amcam Mülâzimi Evvel Nuri Hünalp, Türkocağı çevresinde birleşerek, ortamdaki kaçı  göçü kaldırarak Reşat Nuri’nin bütün piyeslerini sahneye uyguluyorlar. Şeyh Sait isyanlan. Kesilen, kuşatılan Jandarmalar. Soyulan Devlet memurları. Bir ara babam, Kadıköylü Hayriye Hanıma, “Biz askeriz, ne oluruz bilinmez. Oğlumla seni İstanbul’a yollayayım” diyor. Plâstiras zindanında Yunanlılar tarafından kurşuna dizilen Süvari Miralayı Şevki Efendinin kızı olan annem, yirmibir yaşında bir İstanbul hanımı, “Ne olursak beraber” diyor. Ordugâhlarda sabahladığımız geceler arasında Cumhuriyet doğuya yerleşiyor. Babalarımız kürtlere “Sen Türksün” der ve çok iyi muamele ederek onları kazanırlardı. Şirpdilerde, İstanbullu Ahmetler gezmeğe, Kürt Mehmet de nöbete uygulandığından, dünyanın en mert inşam olan bu gurubu temelden kaybetmiş bulunuyoruz. Bu da böyle biline!.. Ve de şu iki önemli nokta da altı çizilerek okuyucumun gözüne  gözüne itilerek buraya tarafımdan eklenmektedir :

1956 dolaylarında Tercüman Gazetesi’nde istihbarat Şefliği yaptığım sıralarda, Uğur Reyhan adında bir Adliye muhabirimiz vardı. Antakyalı çok efendi, kendi halinde bir arkadaşımızdı. Hâlen Tercüman’in Ankara temsilcisi olan Uğur’u birgün Hayrettin iskelesinde ağlarken buldum. Ne olduğunu sorduğumda, “Ağabey ne oldusu var mı? Burada bir yığın İstanbul züppesi bana Arap çocuğu  Arap çocuğu deyip duruyor. Ben Antakya’da sabahlara kadar babamla uyumadan elimizde tüfek bacımızı araplar kaçırmasın diye beklerdim. Böyle geçti hayatımız. Devamlı Arap saldırısının korkusunu yaşardık. Şimdi burada bana Arap çocuğu  Arap çocuğu deyip duruyorlar, çok gücüme gidiyor.

Biz yalnız Araplardan mı çektik? Fransızlar da burnumuzdan getirirdi. Elimizde Türk bayrağı Fransız askerlerine karşı İstiklal Marşını söyleyerek yürüdüğümüz günleri, Türk askerinin Hatay’a girişi dolayısiyle babamın kendi parasıyla 'yaptırdığı tak’m üzerinden kolonya serpiştirişimi, çiçekler atışımı daha dünkü bir olaymış gibi hatırlıyorum...

Aldıkları bir ihbar sonucu, evimizdeki tüfek ve cephaneyi imha etmek için Fransızların gece yarısı yaptığı baskınlar, aramalar, bütün bir mahallenin çember içine almışı, babamın onlara karşı direnişi, ninemin eline geçirdiği bir kazma ile Fransız subayının üzerine yürüyüşü, bunlar anılarımın birer bölümü...”

Halen Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikasında İstatistik Müşavirliği yapmakta olan Teoman Yırlıgay adında çok iyi bir arkadaşım vardır. Sabahlara kadar radyo başında Kıbrıs’a çıkarma beklediğimiz günlerin birinde o da bana, (Kazan yörelerinden Anadolu’ya vatanımız diye göçtüğümüz yıllarda mahalleye çıkamazdım, bütün çocuklar bir olup beni “Sen tatarsın” diye döverlerdi) demişti. Bunların örneği binlerce sıralanır ve hepsi üst  üste gelince katmerli bir bölgecilik anlayışına dayanan bizi bölücü bir gerçek olur. Bu gerçeklerin üzerine giderek doğurduğu yaralan da sarmamışıktır. inadına deşmişiktir. OsmanlI’larda orduda subay olabilen, harplerde şehit düşen azınlık vatandaşlarımız olabildiği halde şimdilerde onlara da “gâvur” denmektedir. Oysa vatanımızı benimseyerek, başka yerlere gitmeyen, askerliğini yapıp vergisini ödeyen bu vatandaşlarımıza ayrıcalık yapmamak gerekir! Nitekim “Er tuğrul” şehitleri arasında Dr. Yüzbaşı Yasef vardır. “7 Eylül olayları”nda dükkânı talan edilen bir rum vatandaşımızın güvenliğini korumak için gelen tankların birisinde de oğlu vardı. “Kıbrıs Türktür!” diyerek dükkânını yıktığımız bir adamın can güvenliğini de askerlik görevini yapan oğluna korutuyorduk. Kanunlarımıza göre “Türküm diyen herkes Türktür!”. Bunu içtenlikle uygulamak, hiçbir ayrıcalık yapmamak gerekir.

3 / GEBZE ÖLÇESİ, YIL 1933

Babam, Gebze ilçesinin Jandarma Kumandanı. Yobazın en bol olduğu yerde, “Çalışmak da ibadettir” diye işe girişiyor. Bir Hıdrellez günü, o zaman üç kuruşa satılan bir kuzuyu bize hediye veren bir Astsubayım üç gün hapis ediyor, bir tek itfaiyesi olmayan kasabayı yakarlar diye, fenerli uçurtma uçuran çocuklardan, karakollara gidince vazife dönüşü rakı içen bütün askerler falakadan geçiyor ve de üç ayda ilçede tek olay kalmıyor. Ben böyle bir babanın disiplini ve vazife şuuru içinde yetiştim. Birinci sınıfta sarı saçlı Müzeyyen öğretmeni seviyorum. Bir dediğini iki etmiyorum. Müzeyyen öğretmen Atatürk’ün öğretmenlerindendir. Bir odasında buzağıların yaşadığı evinde bize alfabe belletiyor. Babam ilçenin bütün köylerine her bayram gidiyor, oradaki gariban öğretmenlere küçük şeker kutuları götürerek, halka da “Devlet öğretmenin yanındadır” diyor, “Döğmeye kalkarsanız, evini taşlarsanız dumanınızı çıkartırım” demek istiyor. Ne hak yiyor, ne hak yedirtiyor. Sonuç, oradan da ayrılırken, öbür ilçelerde olduğu gibi yaşlılar “Kumandan gidiyor” diye ağlıyor.

4         / İLK FAKİRLİĞİMİZ = MEYVE YERİNE HIYAR YEYİŞİMİZ

Yıl 1936, Şişli’de bir apartmanın bodrumundan insanların ayağım seyrediyorum. Hep zengin çocukları ile kapıcı çocukları arasında okuyorum. O zamanlar ordu, şimdilerdeki gibi altın devrini yaşamazdı. Babamın aldığı 92 liranın 30 lirasını kiraya verince erken elektriği söndürüp karanlıkta otururduk da, annem, “Elektriğe çok para veriyoruz” diye gene de üzülürdü. Bir yere giderken ikinci mevki yeşil tranvaya Subayların binmesi yasak olduğundan, annemle biz yeşile, babam kırmızıya binerdi ve de meyva yerine hıyar yerdik. Böylece tramvaydan iki kuruş, meyveden de dört kuruş arttırmış olurduk. Kibrit kutulan ile sigara paketlerinden başka oyuncağım olmadı. Haftada bir dondurma yerdik. Ayda bir de sinemaya gidemezdik. İlk fakirliğimiz: Meyve yerine hıyar yemişliğimizdir.

5         / ATATÜRK ÖLÜYOR ANKARA IHLAMUR KOKARDI, İĞDE KOKARDI

Bozbulanık akardı Sakarya, Bozbulamk bir pelerinle, şoförün yanma oturduğu arabasında geçerken, annemin elinden fırlayıp arabanın altına atılasım gelmişti. Biz Atatürk’ü böyle sine sevmiştik. Ben Mimar Kemâl İlkokulunun beşinci sınıfındayken Öldü. O gece Ankara’nın sokakları hep karanlıktı. Türkiye batacak gibi gelmişti. Göğüslüklerimize beyaz yakalari' mızı bile bakamaz olmuştuk.

O yılların Ankara’sı bir büyük şiirdi. Geceleri doğal bir parfümdü. Biblo gibi tertemiz bir şehirdi. Herkes birbirini severdi. Okul bahçesindeki iki ağacın arasında en kral kurtarışlarımı, plânjonlarımı yapardım. Yazlan dedemin memleketi olan Kastomonu’nun Taşköprü ilçesine gider bol  bol et yerdik, meyve yerdik. Bizim Kemal Biselman da o şiirin ilçede doğmuştur. Orada, konaklarda kalıp, insanların kafalarını seyrederdim. Ankara’da oturduğumuz bodrumdan ayak seyretmekten bıkmıştım. Rahmetli Nurullah Ataç’ın, Ulus’a Varlık’ tan aktardığı; “Bir kasabam vardı eskiden / Sarı sularına / Yeşil gölgeler düşen / Sarı sularında / Beyaz ördekler yüzen / Bir ırmak geçerdi içinden / Bir kasabam vardı eskiden / Başıma yemişler düşerdi ağaçlarından L Çimenlerine gömülürdü a yaklarım / Çınarlarında adım / Göklerinde uçurtmalarım vardı / Kasabam, ırmak ve bütün anlattıklarım / Duruyor yerli yerinde / Yalnız kaybettiğim bir şey var / Boşalan ellerimde” şiirim o günlerimi verir.

Sonra, babam Maltepe Piyade Atış Okuluna tayin edilince, Pendiğe taşındık. Lodos köpüklerinin bahçesinde parçalandığı bir yalı, ailece mehtabı parsellediğimiz bir taraça ,aylığı onye di liraya bizim olunca sevinçten deliye döndük. Beş kuruşa bir tepsi canlı balığı alır günlerce yerdik. Yanaklarıma renk geldi. Hergün bir tahtayı yontup gemi yaparak denize indirmekten dünyanın en büyük armatörü olmuştum. “Hep korsan masalları, deniz şarkıları dinledim. / Küpeşteleri parçalanmış teknelerde seren direklerinde / Bütün yıldızlar benimdi çocukluğumda” bu dönemin mısralarıdır. Helâl olsun!

6         / HASAN ALİ YÜCEL’E İNANCIMIZ İLKİN OĞLU CAN YÜCEL SAÇINI KESİYOR

Ver elini “Ankara Erkek Lisesi”. Orhan Veli Kanık’ın taş mektebi. Şimdi yerine “Hacettepe Hastanesi” yapıldı. Oradan Sıhhiyedeki “Atatürk Lisesi”ne taşınıyoruz. Fevziye Abdullah Tansel, Nurullah Ataç, Cevdet Kudret Solok, Süleyman Toros, Safiye Hatay, Adnan Cemgil gibi hocaların en krallarına rastlıyorum. Eğitim yönünden gerçekten biz çok şanslı , bir nesil mişik. Bugünün koşulları içinde, günümüz kuşaklarına ve bazı öğretmenlerine korkuyla, tiksintiyle bakıyorum. O yıllar, her öğretmen bir otoriteydi. Osmanlı tarihinin çökülüş devrini anlatırken ağlayan bir Enver Koray’ımız, Remziye Baturbaygil’i miz vardı ki, dinlerken teneffüse çıkmazdık. Bir gün bahçeye topladılar. “Hasan Ali Yücel geldi” dediler. O zamanlarda saç kesme zorunluğu çıkmış ve bazılarımız kızlara fiyakalarımız bozulur diye bu işe dudak bükmüştük. Rahmetli Yücel, küçük ve özlü bir konuşma ile, ağabeyce bize fazla saçın pislik olduğunu anlatmış ve onuncu sınıf öğrencisi olan oğlu Can Yücel’i göstererek, “İşte bakın önce oğlumun saçını kestirdim” demişti. Bu güzel ve efendice jesti, o zamanki çocuk yüreğimiz bile değerlendirebilmişti. Ertesi gün koca Lisede saçı uzun tek öğrenci kalmamıştı.

7         / YAZARLIK VE GAZETECİLİK BAŞLIYOR AYŞE ABLAYI TANIYORUM

Öğretmenimiz Fevziye Abdullah Tansel çok kıymetli bir edebiyat tarihçisi, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla bir öğretmendi. Kompozisyon dersini onun kadar iyi öğreten bir ikinci hoca düşünemezdik. Günümüzün iyi oyun yazarlarından Turgut Özakman da onun öğrencisiydi. Birgün bana, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın külliyatını, o mütevazi bütçesi ile hediye ediverdi. Sonra, Halit Ziya Uşaklıgil bütün haşmetiyle geldi. Kim ne derse desin, Halit Ziya Türk romanının temel taşıdır. Bugünün nesli onun “Kırık Hayatlar”ını, “Aşkı Memnu”sunu mutlaka bilmelidir. “Mavi ve Siyah” ona yalnızca bir giriştir. Bu yıllar on kuruşa tahrir, yirmibeş kuruşa aşk mektubu ve de ikiyüzelli kuruşa Bilmece Mecmuasına çocuk hikâyeleri yazdığım zamanlardır. İlk şiirim Yarımay’da 1943’de, ilk hikâyem aynı yıl Ahmet Muîıip Dranas’m “Çocuk” Mecmuasında çıkıyor. Radyofonik Piyeslerim de “Vatan Fedaileri”, “Çalışan Kazanır” adları ile bu yıllarda Ankara Radyosunda Çocuk Saatinin aradabir tekrarlanan programları oluyor. Aynı zamanda aktörlüğe de Neriman Hızır’ın “Ayşe Abla”nın yardım ve teşvikiyle bu yıllarda bulaşıyorum. Her piyesteki rolümüz için Devlet babadan 417 kuruş alıp 83 kuruş vergi ödüyoruz. Beş hafta olan aylarda elime geçen 20 lira 85 kuruşluk gelir o zamanlar, 13 yıl 75 liraya yüzbaşılık, 8 yıl 98 liraya binbaşılık yapan babamın bütçeciğine katılınca ayda on lira taksitle bir radyo alabiliyoruz. Hiç unutmam on ay sonra radyonun taksidi bitince annemle babam sevinçten ağlamışlardı. Yıllar sonra ben de ev  bark sahibi olunca, mobilyamızın taksidi bitince karımla birlikte ağlamıştım. Kendimizi aldatmayalım, kubbede değişen pek fazla bir şey yok. Yenicâmi de yapıldığı zaman yeniymiş!

Sonra, dünyanın en güzel çocuk programlarını hazırlayan, Kolombia Üniversitesinden birincilik ünvanı ile pedegoji diploması alan o en cici Ablaya, bizim ne yapsak hakkını ödeyemeyeceğimiz kadına, dokuz yıllık hizmetine mükâfat olarak “Radyo ile Rusya’ya işaret veriyormuş.” diye; otuz lira alarak, zaman zaman da sırf zevk için parasız yaptığı işinden atarak teşekkür ettiler. Oysa bunun tek ve gerçek sebebi: Radyonun bir yetkilisine her anlamda yüz vermeyişidir. Tam beş yıl onunla çalıştık. Yıldız Kenter’den, Handan Uran’a, Meral Gözendor’ dan, Yaşar Güvenir’e, Fikret Otyam’a, Selçuk Uraz’a Suna Kan’a kadar bir çok sanatçı onun sanat okulundan yetişti. Şimdiki çocuk programlarının yavanlığına baktıkça onun Ansiklopedi Britanikleri karıştırarak program hazırlamasının gerçekten enayilik olduğunu daha iyi anlıyorum!

8         / “KIBRIS TÜRK’TÜR, TÜRK KALACAKTIR!”

Annemle babamın zoru ile Lise bitiminden sonra Hukuk Fakültesine gidiyorum. Roma Hukukuna bir sömestr dayanabiliyorum. Eve haber vermeden kaydımı sildirip Dil Tarih Fakültesi Türkoloji Enstitüsüne naklediyorum. Bu arada Cebeci çayırında “Kıbrıs Türktür, Türk Kalacaktır” diye bağıranların arasına katılıyorum. Bir kamyon üstünde konugma sıramı beklerken, “Sen önce konuşacaksın, ben önce konuşacağım” diye birbirlerini yere atanları görünce kaçıyorum o meydandan, ilk şarapçıda iki avuç leblebi ile bir şişe güm. Benim hayatımda hep böyle olmuştur. Çişim gelince el yıkayacak yer soramam, “Nereye işenir” derim. Utanıp sıkılacağım yerde yemeğe kalmam. Kalınca da doyana kadar, ya da bulduğumca yerim. Fakat bizim toplum budur, değiştiremezsin. Ve de yadırganırsın, ilçelere bak, Savcı ile Hekim, Yargıç ile Kaymakam kanlıbıçak lıdır. Birbirlerini dövdürmek için adam ararlar. Mütegallibe öyle değildir ama, bir davarı fazla olan, bir davarı az olandan saygı bekler. Özet: ît itin etini yemez.

9         / ANNEM SAÇLARINI YOLUYOR, BAŞINI DÖVÜYOR

En sonunda Hukuk Fakültemin imtihan sonuçlarını bek leğen anneme, Edebiyat Fakültesinden bir sömestir atladığımı söyleyince, annem kelimenin tam anlamıyla başını dövmeğe, “Ben edebiyatçı annesi mi olacağım” demeğe başladı. Bu biraz da onun bir Topçukolağasınm konağından, üç evlâtlıklı bir evden gelin geldiği kocakapısmda çektiği maddi sıkıntıların ürkün tüsüydü. Ben de onu memnun etmek için gazeteci oldum! “Ab dülhâk Hamid büyük şairdir!” dememek için öğretmen olmamıştım. Gerçekten o yıllarda bunu kabul etmeyenler bir müfettiş raporu ile vekâlet emrine alınırdı. Benim için o yıllarda Tevfik Fikret’ten, Orhan Veli’den başka şair yoktu. Ankara sokaklarında tanışmaya cesaret edemediğim Orhan Veli’nin arkasından, kirli trençkotunun bir parçası gibi yürür dururdum. Babamın efendiliği, dürüstlüğü, annemin fedakârlıkları beni küçük yaştan itibaren kendimi kurtarmağa, eve yük olmamağa itmiş, en azından harçlığımı çıkarmasını bilmişimdir. Bir ara “Kaynak” Dergisinin bayiliğin} bile yapmış, bu arada “Edebiyat Dünyası”, “Yazı” gibi dergilerin bedava yazarlığının yanı sıra şarap paramı kazandıran bayiliğini de yapmışımdır.

Tatillerde Noter yanlarında kâtiplikler, sular idaresinde pu vantörlük yaparak arttırdığım paralarla babama kol saati, anneme manto almışımdır.

10      / BİSİKLETLİ ZAMPİK

Bir ara, babam Jandarma Subay Okulunda “Seferberlik” öğretmenliğini ek görev alınca, meslekî Jandarma Dergisinde makaleler de yazmağa başlayınca maddî durumumuz birazıcık düzeldi. Kırkbeş liraya alınan NSU Marka bisikletim, bütün Ankara’yı Esat Bağlarından, Ayaş Dağlarına kadar benim yapıverdi. Portbagajım da o yıllara göre büyük zampiklik sayılacak maceraları yaşamaya başladı. Yazları Teyzemin Kuzgun cuk’taki evine geliyor, Boğaziçi tepelerinden Rumundan, Muse visine kadar bir yığın kızla katırtırnakları topluyor, altı kuruşa bindiğim vapurla inmediğim Boğaziçi iskelesi bırakmıyordum. “İstanbul Ekspres”e yaptığım röportajlar, Ankara’da Akşam Haberlerine yazdığım hikâyeler de harçlığımı yeterince çıkartıyordu. Bir yandan da, “Yeditepe, Varlık, İstanbul, Yedigün, Fikirler, Ülkü, Yenilik” gibi dergilerde on sekiz  yir midört görüntülerine devam ediyordum. Şiirlerim, hikâyelerim yayınlanıp duruyordu.

11      / EDEBİYAT FAKÜLTESİNDEKİ ÇEVRE VE TOPLUMCU ŞİİRLER

1949 1953 yılları arası Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Modern Edebiyat Öğretmenimiz Profesör Kenan Akyüz’ün dersleri ve anlayışı dışında tamamı klâsik edebiyat ve başlangıçtan bu yana Türk dilinin teorileri, lengüistikleri ile yitırildi. Varlık Dergisini okuyan iki öğrenci ile adını duyan 5 talebenin dışında günümüz sanatının kapısından içeri girmediği bir kışla düzeni içinde geçti. Bu yüzden esasen bulaşmış olduğum gazetecilik benim için herşey oldu. Fakültenin diploması ise Antalya yaylalarında bir yörükten aldığım kıl torbanın içinde durmakta.

Günümüzün Şiiri konulu münazaralar yapıyorum. Ben Orhan Veli’ye şair demeyenlere karşı modem şiiri savunan ekibin şefi olarak dinleyicinin yarısı polis olan gurubun karşısında “Neler Yapmadık şu vatan için” derken, tehdit anlamında parmaklar görüyorum. 1948’lerden bu yana biz de toplumcuy duk. Ancak ölçüyü elden hiçbir zaman kaçırmadık. İşte örnekler :

"Kafa kâğıdında mı yazıyor / Alnında damgan mı var J Niçin / Niçin herkes sana çingene diyor / Seni hakir / Seni hor görüyor”.

“Siz ki bir odada yatıp  kalkar? / Günde üç öğün yemeği unutanlar / Yeni çıkan şarkılar satan çocuklar için J Heybelinin basilleri / Karacaahmet’in servileri vardır / Ve Çin’de pirinç tarlalarında su içinde çalışanlar vardır / Bu yandan çarklılar dünyasında”.

"Sen romans çalmayacaktın / Ben aşk şiiri yazmayacaktım / Acılarından bahsedecektik insanların acılarından / Dullara koca, yetimlere baba bulacaktık / Hastalara şifa  Anbarlara buğday olacaktık [ Ve silecektik kaderi kara tahtadan / Uçbilinmeyenli bir denklem gibi”

‘‘Şu evdeki veremli bir yatak için sıra beklerken öldü / Devir gene o devir / Diibürleklerin elinde bir değirmen gibi dönmede”.

"Ve nerede dalgalara bıraktığım çiçekler / Boyumdan küçük rüyalarım / Ekmek kavgasına düşmemiş .insanlarım”.

‘‘İpek yüklü kervanlar geçerdi rüyalarından / Oysa kemik yalardı aradabir / Sina çöllerinde bir bedevî vardı.”

“Mintan yırtık pantol delik çarık partal / Dünyaya salan böyle salmış onları / Kimisi yol amelesi taş kırıcısı / Kimisi çukur kazıcısı toprak taşıyıcısı”

“Ve karıştım köpükler gibi okyanus dalgalarına / Fatiha yerine şiir okuyun bana”.

‘‘Güneşe karşı dikilir delik pabuçlu ayaklar / Yalnızların isyanını ayaklar haykırır”.

‘‘Meydan okumalıyım Tanrılara / Ufuklar benimdir, tahtalar sizin olsun”

“Azınlık mutlu / Çoğunluk mutsuz / Katık umutsuz”

“Sen Lorkesin / Gözlerin varla yok arası / Kaderin körolası”

“Deryalar ortasında bir liman var gemi uğramaz / Ve bir köy var Anadoluda tren durmaz”.

‘Tanrı görse ürker yalnızlığımdan”.

12      / ANILAR

1960 yılında, Aziz Nesin’den sonra Gazeteciler Cemiyetinin yarışmasında “Tanrıyı Dolandıran Dindarlar” fıkramla ikincilik alığım. İstanbul Radyosuna hazırladığım 23 adet “Türk Yazarlarından Örnekler” programlarının arasına Sait Faik’i 1961 yılında zorlukla kabul ettirişim. Adı geçen programlarımın Kıbrıs Türk Radyosunda tekrarlanışı. 1953 yılında Yeni İstanbul Gazetesinde 43 gün tefrika edilen “Küçük İstasyonlar” romanıma güç belâ 150 lira verişleri. 1959’larda Türkiye Gazeteciler Sendikasının Haysiyet Divanı Üyeliğine seçilişim. 1969 yılında gazetecilikte aralıksız geçen 25 yılım tamamlanınca, “T.C. Basın ve Yayın Turizm Bakanlığı” tarafından (000388) ve 1974 de de (000131)numaralı “Basm Şeref Kartı” ile 2 defa taltif edilişim. Ve evini evim bildiğim Faruk Güvenç.

Evet, toplumda, hiç şüphesiz hepimizin bir hikâyesi vardır. Benim gazetecilik hikâyem de; resmî kayıt ve belgelere göre, Başbakanlık Basın ve Yayın Müdürlüğü Yayınlarından “Türkiye’de Çıkmakta Bulunan Gazete ve Mecmualar” adını taşıyan 13 numaralı kitapla başlamaktadır. İşte 1945 yılında yayınlanan bu kitabın 48. sayfasında ben, Eflâtun Cem Güney ile birlikte 1943’den itibaren “Bilmece” dergisinin daimi muharriri olarak tescil ediliyorum. O tarihten bu yana tam 30 yıl hayatım sütunlar arasında, olaylar içinde geçti. Hayatımı, ekmeğimi, mutluluğumu, yıkıntılarımı bunlarla kurdum. Bugüne kadar 6 kitabım çıktı. 53 Antolojiye girdim. 4 defa jüri üyesi oldum. 5 konuşma yaptım. 4 sergiye katıldım. 13 ödül aldım. Türkiye Radyolarında 239 defa şiirlerim okundu. İstanbul ve Kıbrıs Radyolarında 54 defa “Türk Yazarlarından Örnekler” programım yayınlandı. Adıma 38 yazı ithaf edildi. 48 sanat soruşturmasına katıldım. 236 incelemem çıktı. Dergilerde 293 defa şiirim, 93 hikâyem; Gazetelerde 593 adet çeşitli yazı, fıkra, makale, röportajım yayınlandı. Hakkımda yazılan 393 yazı ve haber vardır. Almanya’da Almanca olarak basılan “Instıtut Für Auslandsbezıehungen” kitabında “Vapur Düdükleri” romanımdan bahsedilmiştir. Ankara’nın “Bayrak” Gazetesinden, Kıbrıs’ın “istiklâl” ve İstanbul’un “Hürriyet” Gazetesine kadar 19 gazetede çalıştım. Muhabirlik, muharrirlik, istihbarat Şefliği, Sekreterlik ve Yazı işleri Müdürlüğü yaptım. “Havadis”, “ikdam”, “Zafer” Gazetelerinin kapanışım yaşadım. 4 defa işsiz kaldım. “Yarımay” Dergisinden “Varlık” Dergisine “Son Saat” gazetesinden “Cumhuriyet”e kadar önüme gelen yerde çeşitli yazılarım çıktı. Hâlen Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları Genel Müdürlüğünün Basın Müşavirliğini yapmaktayım.

13      / VİRA DEMİR KAFTAN

Bütün bu yaşantı kesitlerinin bana verdiği görüntülerle hazırlanan “Dağlara Giden Yollar” toplumsal bir ağıt, sosyal milliyetçi bir analizdir. Tüm kuşaklara seslenerek: “Sesime kulak verin. Mânen çökmek üzere olan bir toplumun tortusu, feryadıdır bu ses.” diyorum.

İnsanlar vardır, bütün çocuklukları, bütün gençlikleri, tüm hayalleri denizle doludur. Bütün hayallerini maviler parselle miştir. Denize karşı arkalarını dönüp oturmayı denize saygısızlık sayar onlar. Yere düşen bir ekmek parçasına basmamak gibi bir tutkudur bu. “Gemiler geçer rüyalarımda / Allı pullu gemiler, damların üzerinden / Ben zavallı / Ben yıllardır denize hasret” mısraları dillerinden dökülmez. Onların hayatlarında “Dinmiş lodosların uğultusu içinde yalılar” vardır. Onların kalender hayatları, katmerli ekmek kaygılarının içinde daima bir avuç yosun kokusu, iskelenin birisine yapışmış olarakdan yalnızlığa meydan okuyan bir midye, hâlâ o şarkıların çalındığı gemiler geçmeyen ummanlar, gemilerin uğramadığı limanlar vardır. Bakakalırlar giden gemilerin ardından, atamazlar kendilerini denize, serde mertlik de vardır ağlayamazlar. Kanları hâlâ tuzlu akar istiridyelerin kestiği yerden. Gün olur alır başlarını giderler denizden yeni çıkmış ağların kokusunda, şu ada senin bu ada benim yelkovan kuşlarının peşi sıra. Gün olur başlarına kadar mavi, gün olur deli gibi. Ruhları sustuğu vakit martıların, kayalıklarındaki mezarlarında; o insanlar topluma başkaldırır, bağırır, çevrelerini uyarırlar, mavilere, enginlere iterler şehrin uğultusundan bunalan ruhları. İşte ben bir mavilik adaşı olarak burada sizlere bir iki satırla kendimi vermek isterken denizle bulutun, gemi ile insanın, kıyı ile enginin, balıkla yelkenin hiçbir kitapta bu kadar inandırıcı olarak birleş mediğini belirtmek isterim. Bu kitapta insan bütün yıldızların bizim olduğu çocukluğumuzu, dinlediğimiz korsan masallarını deniz şarkılarım, liman fenerlerini, seren direklerini ve de küpeşteleri parçalanmış tekneleri buluyor. Kendi kendine insan, “Gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” diyor. Ve insan bu kitap için John Masefield’in “Gene denizlere dönmeliyim, ıssız denize semaya / Bütün istediğim bir gemi ve yolunu gösteren yıldız / Çark vursun, rüzgâr söylesin, beyaz yelkenler çarpsın havaya / Ve denizde sisli bir fecir, bir fecir istediğim yalnız / Bütün istediğim rüzgârlı bir gün, bulutların yarışı / Savrulan köpükler, serpintiler, martıların haykırışı / Gene denizlere dönmeliyim serserilik hayatına / Martılarla, balinalarla o keskin rüzgârlı yollarda t Bütün istediğim yolculuğun sonunda, bıkıncaya dek / Uyumak rüya görmek ve bir gemici masalı dinlemek” mısralarını haykırmak isteyecektir.

işte bütün bunlardır “Dağlara Giden Yollar” Onda mavilerin enginliği, mertliği, kalleşlikten uzaklığı, dostluğu, efendiliği vardır. Kendini sanatına veren yürekler için bu kitap bir övgü, bir tanıtma değildir. Denizi sevenlerin, denize tapanların müşterek tutkusu, müşterek alınyazısıdır bu. “Denizi Özleyen” Anadolu çocukları için bir bildiridir, tabiata çağrıdır. Oturup kalana da, koşup gidene de eyvallah, “Vira Demir Kaptan”

14      / HAMİDİYE KUMANDANI RAUF BEY “ÖNCE ÖPERLER ELİNİ SONRA ISIRIRLAR” DİYOR

Yıl 1956. Tercüman’dayken mesleğimde çok şey öğrendiğim aziz patronumuz ve “Politika Galerisi”nin unutulmaz yazarı büyük gazeteci Cihad Baban, “Dünün Meşhur Siyaset A damları” adı ile bir seri röportaj hazırlamamı istemişti. Şükrü Kaya’dan Hilmi Uran’a kadar konuşmuştum. Bu arada, Rauf Orbay’ın da kapısını çaldım. Aksaray’da Bulvar Palas’ın üst katındaki bir odadan, Marmara’ya doğru pruva hattında seyir yapan 3 muhribimizle iki denizaltımıza baktı. Hamidiye nin efendi kahramanı Rauf Orbay ameliyattan yeni kalkmıştı. Kendini biraz huysuz ve huzursuz hissediyordu. Telefonda röportaj yapmak istediğimi, fotoğrafçımızı da getirip getiremiye ceğimi sorduğumda kızıvermiş: “Ben şimdiye kadar beyanat verdim mi? Olmaz efendim, olmaz” demişti. Genç neslin çilekeş bir nesli araması, şeklindeki nezaket ziyaretimi kabul etmiş, oturup konuşmak üzere anlaşmıştık, işte o günden bana kalan satırlar.' Sesi hâlâ kulağımdadır:

“Siz daha çocuksunuz. Hayatın mektebi yoktur. Kınla  kınla öğreneceksiniz herşeyi. Böyle herhangi bir insanın tavsiyesi olmadan çıkıp gelmişsiniz, iyi ama evlâdım, ben sizi tanıyor muyum? Sizin benim için ne yaza

cağınızı nereden bileyim ben. öyle değil mi evlâdım? E vet bir gazeteci olarak haklısınız. Fakat ben de hususiyetini, mahremiyetini gizlemek isteyen bir vatandaş olursam. Köşesine çekilmiş bir insanı nasıl efkârı  umumiye önünde teşhir edebilirsiniz değil mi evlâdım? Mahremiyetim benimdir. Sizin de ona hürmet etmeniz gerekmez mi? Hem siz ikide bir de bana Hamidiye kahramanı filân deyip duruyorsunuz. Ne kahramanı evlâdım? Vazifemdi benim o. Bir Kumandan, bir asker başka ne yapardı yani ? Haydi evlâdım güle  güle. Yook öyle el öpme. Buna alış mamalı gençler. Hem el öpenlerin çoğu öptükleri eli sonradan ısırırlar. Haydi güle  güle evlâdım”

15      / ATATÜRK’ÜN BİR HİÇ YÜZÜNDEN ASTIRDIĞI MİRALAY KASAP OSMAN OLAYININ GERÇEK YÖNÜ İLE OĞLU ALB. FARUK ERUS ESKİ ASKERLER ÖLMEZ

1968 yılında İzmir’de Behçet Uz’un önderliğinde 50.000 çam fidanı olan bir orman kurulmuş ve adına “Atatürk” ormanı denmiştir. Burayı şimdi emekli olarak Çamlıca’daki köşkünde inzivasına çekilen Deniz Albayı Faruk Erus kurmuştur. Bahriye camiasında “Kununî” diye anılan, sevilip sayılan, dürüst, vakur, vatanperver bir asker ve yurtsever olan, dostluğu ile iftihar ettiğim arkadaşım Faruk Erus, istiklâl Harbinden sonra çevresinin tevzir, uydurma ve tertipleriyle Atatürk Hükümetini devirme iddiasıyla İstiklâl Mahkemesinin karşısına çıkartılan burada delil kifayetsizliğinden dolayı serbest bırakılmak üzereyken yeni bir tertiple Atatürk’ü de ikna ederek astırılan Miralay Kasap Osman'ın oğludur. Ve bugün Faruk eşine dostuna Atatürk büstü hediye ederek tarihin ve kaderin bu insafsız yargısına büyük bir anlayış göstermektedir.

Bugün her anlamda modern fer deniz müzemiz varsa bunun kurucusu, onarıcısı, müzeye eklediği akvaryuma kendi özel koleksiyonundan balık getirerek, bunları satıp geliriyle aldığı boyalarla tarihi kalyonları elleriyle boyayan Faruk Erus’dur.

istiklâl Savaşımızın mücahit ve büyük Kumandanlarından, Anadolu’ya Atatürk’ten de önce geçerek Adapazarı dolaylarında, kendi adına mühür kazdırarak Padişaha ilk başkaldıran bilâhare Karadeniz Cephesinin ve Kastamonu bölgesinin ilk Kumandanlarından, mesleğinde çok ünlü, “Kasap” namıyla maruf hemen  hemen her isyanın bastırılmasında görevlendirilen Kuvayi Milliyeei Miralay Osman, “Ayıcı”, lâkabıyla mâruf Tümen Kumandanı Miralay Arif’le birlikte ellerinde Milis Kuvvetleri bulunan iki Kumandanımızdan birisiydi.

Kasap Osman zaman  zaman Topal Osman ile, bazen de korkak ve kalleş bir asker olan jandarma Miralayı Osman’la karıştırılmış, hakkı yenmiş, yanlış anlaşılmış, mert, cesur, birinci sınıf bir vatanseverdi. Burada onun gerçek hikâyesini ilk defa gün ışığına çıkarmakla bu büyük askere de en normal gazetecilik ödevimi yapmış oluyorum.

Miralay Osman Bursa’da kurulan “Orduyu Tasfiye ve Cumhuriyet Ordusunu Kurma” Heyetinin Başkanı olarak ödev yaparken, “Keî” namıyla mâruf Ali Çetinkaya’mn İstiklâl Savaşma katılmayan bacanağını harbe girmiş gösterme talebini reddederek husumet ve garazını kazanıyor. Bu husumet onu Çetinkaya tarafından Atatürk’e yapılan Hükümeti devirme te şebbüsü mensuplarının içinde gösterilmesine ve İstiklâl Mahkemesi tarafından mahkeme edilmesine kadar sürüklüyor. Ancak ilk hanımı öldükten sonra iki defa evlenen Osman’ın hanımları arasındaki rekabetle kavgalar adamcağızı bizar bırakıyor, hapiste bulunduğu bir sırada Milis kuvvetlerindeki arkadaşlarından birisine “Bu kadım susturun” diye yazıyor. Onlar da öldürünce, Ali Çetinkaya Miralay’m arkadaşlarına baskınlar yaptırarak tahkikatı, derinleştiriyor, bir yerde bu mektubu bulunca Atatürk’e “Senin çok sevdiğin adam karısını öldürtmüş” diyor. Atatürk de “Siz de onu susturun” diyor ve İstiklâl Mahkemesi tarafından karısını öldürttü diye idama mahkûm ediliyor. 1926 yılında Ankara’da hüküm infaz ediliyor.

Olaydan 3 ay sonra, Miralay Kasap Osman’ın silah arkadaşlarından Kâzım Özalp Meclise verdiği takrirde; “İstiklâl Harbinde büyük yararlıklar gösteren Milli Mücadelemize Arabistan’dan getirdiği 1,5, milyon Arap altını ile katkıda bulunan Miralay Osman’ın bugün arkada bıraktığı 4 çocuğu var. Bu çocuklar yarın büyüdüklerinde babamızı niçin astınız derlerse ne cevap vereceğiz?” diyerek Ali Çetinkaya’ya bindiriyor. Bütün Meclis üyeleri “Şehittir, şehit” diye bağırıyor ve merhumun Ulviye Toker, Mustafa Erus, Faruk Erus, Vasfi Birol adındaki 4 çocuğuna da şehit maaşı bağlanıyor. Hayatta böy lesine bir hiç uğruna asılmış kaç vatanperver vardır acaba T Cumhuriyetin 50. yılında isyan ettiğimiz bu durum o zamanki haber alma, inceleme olanaklarının azlığı sebebiyle de olmuştur hiç şüphesiz.Ancak Atatürk’ün arap harfleriyle yazılmış nutkunda, İnönü’den “Konya isyanını bastırmak için kimi vazifelendirelim?” dediğinde İnönü’nün önerdiği tek isim Miralay Kasap Osman’dır ve Atatürk'ün verdiği vazife ile Konya Müftüsünü Konya meydanlarında asarak isyanı bir celsede bastıran adam da Kasap Osman’dı.

Bu olayda bile büyük bir yanlışlık olmuş, Kasap Osman isyanla uğraşırken. Atatürk, Çetinkaya’ya “Konya’ya gidip bakı ver, Osman’dan ses çıkmadı” diyor. Çetinkaya hemen Konya’ya ulaşırken, uzaktan gördüğü hareket halindeki sığır sürülerini, Ankara istikametine yürüyen asiler zannederek derhal geri dönüp Atatürk’ün huzuruna çıkıyor “Kasap Osman isyanı bastı ramamış, isyancılar üzerimize geliyor” diyor. Görevi başarıyla tamamlayıp Ankara’ya dönen Miralay Osman bunu öğrenince Çetinkaya’yı gördüğünde “Ne aptal adamsın” diye çatıyor. Çe~ tinkaya’nm Miralay Osman’a husumeti bu olayla daha da büyüyor ilk fırsatta da hıncını alıyor.

Bu gerçek hikâyenin, ömrünü vatanına ve milletine adamış bir vatanseverin hikâyesinin bir devamı olan oğlu Faruk Erus’a ait kısmı da çok ilginç ve hazindir. Onu da Faruk Erus bakın bana 3 Aralık 1973 tarihinde nasıl anlattı:

“Ben öbür kardeşlerimle birlikte şehit maaşı alarak büyüdüm. Heybeliada’ya Deniz Lisesine gireceğim zaman mahalleye gelen polis tahkikat yaparken komşular, İstiklâl Harbinden sonra asılan Kasap Osman’ın oğludur diyorlar. Emniyet de Milli Müdafaa Vekâletine“Biz bu tahkikattan bir sonuç alamadık, hem babası asılmış deniyor, hem de şehit maaşı alıyormuş, siz kararlaştırın” diyor. Tahkikat ve yazışmalar bu minval üzerinde giderken Bahriye mektebinde o zamanki usule göre öğrenci adaylarından raporu müsbet gelene askeri elbise giydiriliyor, gelmeyen de raporunun gelmesini derslere sivil elbise ile girerek bekliyor.' Ancak hakkındaki sonuç belirli olmayan bir ben kalmıştım. En sonunda durumumu Mareşal Fevzi Çakmak’a bildiriyorlar. Çakmak Miralay Osman’ın bütün dramını bildiği için hâdiseye çok üzülüyor, derhal telefonla Deniz Lisesi Müdürünü aratıyor ve sonradan Refah Faciasında şehit olan o zamanki okul Müdürü Komodor Zeki Işm’a telefonla emir vererek (Faruk bize Osman’dan emanettir, derhal elbisesini giydirip bana durumu bildirin, onun babası istiklâl Harbimize büyük yararlıkları olan bir Kumandandı.) diyor. Bu emir üzerine yarım saat içinde üniformam hazırlatılarak giydiriliyor.”

Evet İstiklal Savaşımızda bir namusu mücessem asker vardı. Bu askere Atatürk, “İç isyanları bastırmakta gösterdiğiniz sürat ve başarıdan dolayı sizi tebrik ederim” demişti. Buna karşıt bacanağını katılmadığı harbe katılmış göstermek isteyen Kel Ali ÇetinMya tutmuş Atatürk’e “Bak senin sevdiğin adam karısını öldürtmüş, seni öldürmek isteyenlerle birlik olmuş” diyerek silâh arkadaşlığının icap ve vecibelerini kemir mişti, yitirmişti.

Gerçek kahramanlar Millet yörüngelerinde ergeç yerlerini alır. Eski askerler ölmez!

“Mekânın cennet olsun, nur için yat” Miralay Kasap Osman!..

16      / “ERTUĞRUL” FİRKATAYNÎNDE “REFAH” ŞİLEBİNDE “T.C.G. ATILAY” VE “T.C.G. DUMLUPIN AR” DENİZALTILARINDA TEDBİRSİZLİK YÜZÜNDEN 628 ŞEHİT VERDİK

Denizcilik tarihimizde “Ertuğrul”, “Refah”, “Atılay”, “Dumlupinar” olmak üzere 4 deniz faciamız vardır ki, yaptığım incelemelerle vardığım sonuçlara göre 4 facia da, ihmal, tedbirsizlik, ilgisizlik yüzünden olmuştur.

1888 yılında İstanbul’dan Tuğamiral Osman Kumandasında ayrılan “Ertuğrul” Firkateyninde 609 vatanevlâdı vardı. Girit olayında, Arkadi’nin işgalini temin eden “İzzettin” gemisinde de Çarkçıbaşılık yapan İngiliz Harty, “Ertuğrul’un kazan ve makineleri bakımsız haldedir. Mutlaka kontrolü yapılmalıdır. Bu durumda sefer yapamaz!” şeklinde rapor verdiği halde, yalnızca teknenin boyanmasıyla yetinilmiş, buna mukabil İngiliz de görevden alınmıştır. Gemi n. Abdül hamit’in dostluk mesajını ve Japon İmparatoruna bazı hediyelerini götürmekteydi. 7 Haziran 1889 tarihinde Yokohama’ya varan “Ertuğrul” Japonlar tarafından büyük dost lukla karşılandı. Türk Bayrağını görmek için limana koşan Japonlar “Banzây” sedalarıyla ortalığı inlettiler. Ödevini tamamlayan gemi 14 Eylül 1889 pazar günü saat 13.00 de İstanbul’a

Kaynaklar : Babamın silah arkadaşı Orgeneral Rüştü Erdelhun’ Un Tokyo Ateşemllteriyken hazırladığı Japonca ve Türkçe olarak Japonya’da 300 adet basılmış bulunan “Türk  Nippon” ve “Türk De nizaltıcılık Tarihi" kitapları.

dönmek üzere yola çıkarken, Hint Okyanusunda tayfun mevsimine girildiğini ifade eden Japonlar 30 yaşındaki ahşap teknenin mutlaka batacağını belirterek hareketin geciktirilmesi için ısrar ettilerse de, ananelerine bağlı çok şerefli bir bahriyeli olan Amiral Osman, emir aldığını, dönmeğe mecbur olduğunu belirterek teklifi kabul etmedi. Sonuç: 16 Eylül 1889 salı gecesi 540 denizcimiz fırtına sonucunda batan gemilerinde şehit oldular. Gemisini terketmeyen Amiral Osman da şehitlerin arasındaydı.

40 yaşındaki 2230 tonluk “Refah” şilebinde İngiltere’den alman 4 denizaltının öncü personeli olarak 163 denizci, staja giden 20 havacı ve 17 geminin personeli olmak üzere 200 vatan evlâdı bulunuyordu. Gemide 120 kişi alabilecek 4 tahlisiye sandalı vardı. 23 Haziran 1941 tarihinde Mersin’den hareketinden 4 saat sonra, çok muhtemel olarak o sırada bize verecekleri denizaltılara büyük ihtiyacı olan Ingilizler tarafından torpillenen geminin 3 sandalı da eskiliğinden denizde su alarak battığı için ancak bir sandalla 32 kazazade geriye dönebildi. Denize dökülen 168 vatan evlâdı köpekbalıklarının saldırılarıyla şehit oldular. Geminin filikaları sağlam olsaydı, ya da kafileye 2 refakat muhribi verilseydi bu kaza da olmayacaktı. Bu olaydan sonra da aylarca süren mahkemeler, çeşitli suçlamalar oldu, fakat iş işten geçmişti. Artık hiçbirşey, “Deveyi kazığa bağlamadan bana emanet etmeyin” diyen Allah bile Komodor Yarbay Zeki Işm’dan Er Hasan Tekin’e kadar hiçbirisini yeniden hayata getiremezdi.

Çanakkale boğazının ağzındaki lûp hatlarının kontrolü için görevlendirilen “Atılay” Denizaltımız, vayping mesaha aleti nin İstanbul’da olması sebebiyle kontrolü yapılamadan aceleyle Gölcük’ten İstanbul’a hareket ettirilmiş, 13 Temmuz 1942 de Moda’ya demirleyen geminin burada alelacele kontrolü yapılarak 14 Temmuz 1942 de Çanakkale’ye varmış, derhal göre

I*trp “]Loop” : (Sn altında gizli seyir yapan denizaltı gemilerinin mıknatisiyetlerinin loop kablolarının üzerinden geçerken Faraday Kanununa göre kablo üzerinde bir akım doğurması ve bu kablonun kıyı cihazlarındaki rikorderlerde bir işaret kaydetmesidir.

Vayping : Geminin miknatisiyet alanım sıfıra indirme işlemidir.

vine başlayan geminin 15 temmuz 1942 tarihinde saat 02.45 den itibaren Denizaltı Filosu Kumandanlığı ile irtibatı kalmamıştır. Sonuç : 39 şehit.

Denizaltı Filosu Kumandan Vekili Kurmay Albay Sadık Al tıncan’m Donanma Kumandanlığına verdiği 15363 sayı ve 29 Temmuz 1942 tarihli rapordan bilâhare 158 kelime “Luzumu na binaen” çıkartılmıştır. Bu kelimelerde ne vardı acaba? Ya adı Atatürk tarafından “A. Atılay” şeklinde konan denizaltı mızm teknik yetersizliği, ya personelindeki eğitim yetersizliği,

—        çünkü gemi uzun süre haliçte tamire alınmış ve havuzdan çıkalı henüz bir hafta olmuştu, dolayısıyla mürettebatta gemiye herhangi bir intibaksızhk olabilirdi — ya da Çanakkale dışında II. Dünya Harbinde yerleştirilmiş antenli mayınlara rastlanarak teknenin infilâk ettiği hususları vardı.

4          Nisan 1953 gecesi saat 01.42 de İsveç bandıralı “Naboland” şilebinin Süvarisi telsizi ile “Çanakkaleden 3 mil mesafedeki mevkide meçhul bir denizaltı ile çarpıştık. Acele yardıma ihtiyaç var.” mesajını veriyordu. Mesajdaki meçhul denizaltı Nato manevralarından dönen bahtsız Türk denizaltisı “Dum lupmar”dı.

Olay sonunda şilebin süvarisi Oscar F. Lorentzo 6 ay hapse, 250 lira para cezasına “Dumlupınar”m Kumandanı Binbaşı Sabri Çelebioğlu da 20 ay hapse, 4100 lira para cezasına 11 Nisan 1958 tarihli Mahkeme Kararıyle çarptırılmışlardır Bilirkişinin raporu; Müsademe esnasında Vardiya Subayı olan Üsteğmen Hasan Yumuk’un “Sancak 15” şeklindeki Kumandanı o sırada Kumanda Köprüsüne çıkan Gemi Kumandam Binbaşı Sabri Çelebioğlu çeşitli emirlerle değiştirerek müsademeyi kaçınılmaz hâle getirmiştir şeklindeydi. Bu yüzden de 7 Mart 1955 tarihinde Mahkemeye verdiği dilekçede, “Şehit denizaltıcılarımızın hatırası maznun Sabri Çelebioğlu’na karşı kin derecesine vardığından” diyerek, Ankara yolcu gemisinin süvarisi Kaptan, Şefik Göğen bilirkişilik üyeliğinden istifa etmiştir.

Sonuç: 81 denizaltıcımızm ve 3 dakikada alarm dalışı yapan çok üstün vasıflı bir denizaltı gemimizi kaybettiğimiz olayda belki de yukarıda da belirttiğimiz gibi tamamen geminin Kumandanı Binbaşı Sabri Çelebioğlu suçludur. Nitekim modern denizaltıcılığımızm “Baha'larından olan o zamanki Donanma Kumandam Tümamiral Fahri Korutürk de 4 Nisan 1956 yılında “Erkin” Denizaltı ana gemisinde yapılan törende okunan mesajında, “Biz eski denizaltıcılar, 4 Nisanı nerede olursak olalım, hangi hizmette bulunursak bulunalım, hayatta oldukça daima bugünü hararet ve heyecanla hissedeceğiz. Ey bugünün ve yarının denizaltıcıları, bu meslekte kaldığınız müddetçe, denizaltı hizmetinde ve gemide aldığınız görevde hata etmemeğe bakacaksınız. Denizaltı hizmetinde bulundukça, atış bitmiş, dalış tamamlanmış ve imlâ kesilmiş olabilir. Herşey sakin, gökyüzü parlak ve deniz mavidir. Fakat bütün bunlara rağmen vazifede gevşemeden daima dikkatli olacaksınız. Bunu yapabilirseniz tehlikeler aleminin üstüne çıkmış olabilirsiniz” diyordu.            ,

Kazalar daima olur, hepimizin de başına gelebilir. Ancak içinde ihmal bulunan kazalar vebâli ile de birlikte gelir.

17      / YEDİ AYDA (14) YEDEKSUBAY NEDEN ÖLDÜ ?

Ankara Piyade Yedek Subay Okulunun 40 ve 41. dönemlerinin devam ettiği 1954 yılında Mevki Hasta hanesinde yatan 14 Yedeksubay öğrencisi apandisit ameliyatlarından 5—6 gün geçtikten sonra yaralarının apse yapması sonucunda öldüler. Buna tesadüf diyebilir miyiz? O dönemde Kemal Kandaş, Doğan Onat, Nihat Bali, Celâl Şahin, Nus ret Ersöz, Orhan Köprülü, Ekmel Hürol, Çetin Köroğlu, Sudi A baç, Turhan Oğuzbaş da öğrenciydi. Bazen memleketimizde tesadüfen yaşanır, tesadüfen ölünür, hiç itirazsız kabul edelim, bu yargı doğrudur da. Önce tahkikatlar açılır, Komisyonlar kurulur. Zaman geçer herşey unutulur. Ölen öldüğü ile kalır. “Niyazi” olur. Bu olaylardan kurtulabilmenin yolu, yıllar sonra da olsa üstüne gidebilmekdir. ilâhlara kurban arandığında daima bulunur “Refah” batınca da bir takım suçlular bulunmuş, “Yola çıkacaksın” denildiği halde, Kafile Kumandanı n. Denizaltı Fi lotilası Kumandanı Güverte Yarbay Zeki Işın ile Şilep Süvarisi İzzet Dalgakıran’a bu uğurda canlarını verdikleri halde, gıyaplarında “Niçin yola çıktılar, madem ki gemi yetersizdi”;

“Ertuğrul”un her türlü kurtarılma tekliflerini reddederek gemisi ile birlikte Japon denizlerine gömülen Kumandam Tuğamiral Osman’a “Mademki tayfun mevsimiydi, emri dinleme seydi.” denilebilmiştir.

18      / MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN KEFENİNİN ALTINDAN SAKALINI GÖRDÜM

Sana bir gazetenin telâş, almteri, nikotin ve pişmanlık kokulu istihbarat odasından rotatiflerin gürültüsü, telefonların zilleri içinden sesleniyorum. Sana en yakın hatıram pelerininle Ankara sokaklarından bir marş, bir âyet gibi geçtiğin çocukluk yıllarımdan çok, 1953 yılında Etnografya Müzesinden, A mtkabir’e son yolculuğunu yaptığın günlere dairdir. O gün seni otuzdokuzuncu dönemin vazifeli bir Yedek Teğmeni olarak adım adım takip etmiş, bir gazeteci olarak halkın tarafından nasıl aşkla sevildiğini ellerimle tutarcasına görmüştüm. Seni son defa ve en yakından görebilmek için apartman pencerelerine, direk tepelerine yirmi saat önceden çıkıp kalanlar, seni yolundan bir saniyecik olsun alıkoymak için çırpınıp duranlar, bu yağmurlu, bir karanlık İstanbul havası içinde şimdi yüreğime öylesine çöreklenip duruyor ki...

Tabutunu son defa taşıyanlar, senin Anadolu’ya ayak attığın zamandaki gibi rütbesiz, nişansız, şatafatsız Mehmet’lerindi. Toprağa verildiğin anda, ruhunun bütün isyan ve hasreti ile memleketinin toprağına atıldığın vakit orada yanında bulunanların o senin adını “Bismillâh” ile ağzına alan Mehmet’ lerin, şu üç  beş satırlık kalender anıyı yazan gazetecin şahittir ki, beyaz kefenin altından sakallarınla birlikte gömülünce ye dek geçen. 15 yıl çizgileri bile kaybolmadan kalabilen yüzün o günden bu yana bütün büyüklüğü, bütün gerçekliği, bütün anlamı ile içimizde, yüreğimizde çivili gibi durur.

Her doğan gün, her kopartılan takvim yaprağı, her güneşin batışı, her hatırlanış seni biraz daha büyütüyor. Bu ölçüler içinde seni biraz daha anlamaya çalışıyoruz. Seni daha anlamadık. Bu mutlu anlayış, seni yeniden buluş, bizden çok gelecek nesillere nasip olacak. Her gelen nesil seni biraz daha çözerek, sana biraz daha yaklaşarak hayattan uzaklaşacak.

Şimdi Dolmabahçe’nin yollarına dökülen yapraklara, şimdi demir atan gemilere, şimdi havada çizikler bırakan jet uçaklarına bakışımızda ve şimdi muharebe eder gibi yaşadığımız yirminci asrın hengamesi içinde, nutkuna başımızı eğdiğimiz her anda hayata yeniden doğabiliyorsak, gamdan, kederden kurtulabiliyorsak, bu sana giden yolların içinde olduğumuzdan ötürüdür. Seninle ilgili olarak bir yığın lâf edebiliyor sak, bu biraz da “Edebiyat” olabilir. Gerçek olan, büyük ve 

değişmeyen bir şey varsa, ne zaman darda olsak, ne zaman kara düşüncelerin içinde boğulsak, ne zaman yaşama gücümüz azalsa sana koştuğumuz, adında gelecek güneşli günleri buldu ğumuzdur. Ve gerçek olan, büyük ve değişmeyen birşey varsa, o da devrimlerinin hergün yeni baştan özetlendiğidir. Bunun için de “Kubilay”m unutulmayacak yazarı Fuat İşhan’m belirttiği gibi; “Devrimciler daima tetikde duracaktır.”

19      / ATATÜRK’ÜN BABAMLA TELEFON KONUŞMASI

“Çanakkale Savaşı ve Jandarmamız” “Jandarma Neferinin Cüzdanı” “Jandarma ve Seferberlik” adındaki 3 eseriyle 76 meslekî makalesi olan askerî bir muharrir olduğu halde, Atatürk ile yaptığı konuşmanın hâtırasını hiç yazmadan “Nakkaş baba”daki mezarına kadar götüren Jandarma Albaylığından emekli ve merhum babam, arada bir Atatürk ile ilgili o çok ilginç hâtırasını anlatır ve sağlığında bunu yazmama izin vermezdi. Eski insanlar, eski askerler böyleydi. Hâtıralarını hem severler, onları korurlar, hem de dile düşürmezlerdi. Şimdi babamın ölümünden 10 yıl sonra bu çok manidar hâtırayı ilk defa yazıyorum:

(Yıl 1934, aylardan nisan. Önyüzbaşı rütbesiyle Gebze ilçemizin Jandarma Kumandanıyım. Gece telefonum çaldı ve Devlet Demiryolları Haydarpaşa Hat Amirliğinden, Gebze civarındaki demiryollarından bir kısmının civatalarmm söküldüğünün bekçiler tarafından tesbit edildiği bildirildi. Ertesi sabah da Atatürk tren ile Ankara’dan İstanbul’a gelecekti. Derhal vaziyete el koydum, yaptığım kısa tahkikat sonunda o zaman gündelikle çalışan yol işçilerinin ücretlerini vermeyen müteahhiti tehdit için bu yola gittiklerini tesbit ettim. İki saat içinde de hattaki arıza giderildi. Ancak Atatürk’ün yardakçıları boş durmayıp, olayı büyülterek; “Size suikast tertiplenmiş, İstanbul’a sakın gitmeyin. Durum vahim.” şeklinde tahrik etmişler.

Böyle olaylarda Atatürk daima, olayın içindeki sorumluya güvenir; subayına, askerine kesinlikle inanırdı. Görevimi bitirip eve döndüğümden yarım saat sonra, sabaha karşı saat dörtte telefon çaldı, karşı taraftaki ses, “Ben Başyaverim, sizinle Atatürk hazretleri konuşacak” dedi ve hemen aradan çekildi. İşte ondan sonra hayatımın en kıymetli konuşması Atatürk ile aramda şu şekilde cereyan etti:

—        “Gebze Jandarma Kumandanı Önyüzbaşı Nurettin, emredin Kumandanım.”

—        “Yüzbaşım, tren yolundaki durum ne merkezdedir, anlat bakayım.”

Vaziyeti bütünaçıklığı ile kendilerine anlattım. Beni hiç kesmeden dinledikten sonra:

—        “Peki evlâdım, memnun oldum, teşekkür ederim, Allah rahatlık versin!” dedi ve telefon kapandı.

Ve de ertesi gün Atatürk Gebze’den geçerek İstanbul’a gitti. En küçük bir tereddüt geçirmeden, programında en küçük bir değişiklik yapmadan. Ordusuna, Subayına inanan bir büyük askerdi Atatürk).

20      / GÜRSEL’DEN MADANOĞLU’NA KADAR KARIŞIK ANILAR VE'NURİ AMCAMIN EĞERİ

Ben “Dağlara Giden Yollar”a çıkarken, trafiği çok sıkışık ekmek kavgamın içinde, günlük tutacak zamanı hiçbir vakit bulamadım. Kitabımı gazetelerde çıkan yazılarımın esintilerinden yararlanarak meydana getirdim, örneğin, Orgeneral Cemal Gürsel, birgün Florya Deniz Köşkünün kapısında, kolumu tutarak; “Ayhan Kurucu Meclis de iyi çalışamıyor, bizi de rahat bırakmıyorlar. înönü bir söz etti, seçimleri yapmakta sayısız yarar var dedi sallandık. Bir lâf daha etse gümbür  gümbür yıkılırız. Dertleştim, sakın yazma ha” demişti. Şimdi 13 yıl sonra ilk defa yazıyorum.

Ankara Garnizon Kumandanı Korgeneral Cemal Madan oğlu da, bir İstanbul ziyaretinde, “Toplumumuzun çoğu nurcudur, aramızda kalsın” demişti. Bunu da burada 13 yıl sonra anıyorum işte.

Amcam ve isim babam Emekli Albay Nuri Hünalp, (Biz İstiklâl Savaşını nasıl kazandık sanıyorsunuz? Atatürk elli metre ötede bir ateş görüp de sigarasını oradan yakmayarak kibrit çakıp, onu ziyan eden vatansızdır” derdi. Biz de emirlerin yazıldığı zarfları atmaz, ters çevirip içine yeni bir emir koyarak aynı zarfı ikinci defa kullanırdık. Bindiğimiz atın e ğerini kendi aylığımızla alırdık) derdi.

21      / İSMET PAŞA ÇALIM İSTEMİYOR “DERİN SUDA BOYVERME!” DİYOR

Hürriyet’teyken, her yaz Heybeliada’ya gidip, İnönü’nün çivilemeleri ile ilgilenirdik. Bir gün bana; “Derin suda boy verme” demişti. O zamanki “Doktor” dediğimiz ve çok sevdiğimiz Yazı İşleri Müdürümüz Adnan Tahir de, bunu manidar bir şekilde değerlendirerek gazetenin birinci sayfasından göstermişti. Haberi okuyan İnönü, ertesi günü eşine “Hanımefendi, bunlar insanın öksürüğünü bile değerlendirirler” demişti. Bu arada bir ziyaret için kapıya çıkarak az ilerde bekleyen bir paytonu çağıran İnönü’ye, onun bu konuşmasından haberi olmayan Eminönü İlçe Başkanı Kemâl Çilingiroğlu, “Paşam paytonu çağırdım, gelecek” deyince, gülerek “Hadi canım sende, şuna bakın benim çağırdığım araba ile bana çalım yapıyor” demişti.

22      / ÖZÜR DİLEYEN İNÖNÜ

Muhalefet yıllarında İstanbul’a gelen İnönü’nün aktüel konularla ilgili beyanlarının gazete tefrik edilmeden, hepimize verilmesini sağlamış, aksi halde kasitli olarak atlatılan gazete olursa, bilâhare bizim de kendisine boykot yapacağımızı söylemiştik. O da bunu makul karşılamış, böylece çok güzel bir centilmen anlaşması yapmıştık. Bir Ramazan günüydü.' Sanırım 1959 yıllarında, Milliyet’ten Nedret Selçuker ile, Dünya’dan Güngör Göktan, Hasan Pulur, Ayhan Yetkiner, Orhan Peksayar ile kendisini bulduğumuzda “Söyliyeceğim birşey yok” demişti. Bilâhare Cumhuriyet ile Hürriyet’ten gelen iki arkadaş küçük bir beyanat almışlar ve böylece ertesi sabah, bir önceki gün vazifemizi yaptığımız halde bizi atlatmışlardı. Bunun üzerine. İnönü’ye durumu açıkladığımda o gün tertiplediği basın toplantısında herkesin huzurunda bizden özür dilemişti. Şimdi Anadolu Ajansında çalışan Sabahat Toktamış ile İstanbul Sanayi Odası Neşriyat Müdürü Babür Ardahan da şahittir buna. O günkü CHP kadınlar kolundan olup da sonradan DP’ye transfer olan bir hanım da bana, “Şimdi rahatladınız mı, adama özür dilettiniz de” demişti.

23      / İNÖNÜ SORDU, “KİM BU ADAM?”

DP — CHP bağlantılarının koptuğu ve en sertleştiği yıllardaydık, înönü ani olarak İstanbul’a gelmiş ve kapitilasyon lar konusunda Câğaloğlu’ndaki İl Merkezinde bir basın toplantısı düzenlemişti. Yanında Genel Sekreter Kasım Gülek de vardı. Tam başlarken, Vali Ethem Yetkiner odaya girerek, “Paşam basın toplantınızı menediyoruz, konuşmanızda suç olacak noktalar olabilir.” demişti. Kısa bir süre düşünen İnönü, Gü lek’e dönüp, “Kim bu adam” deyiverdi. Bir anda Yetkiner manen yıkılmıştı. Gülek: “İstanbul Valisiymiş” deyince de film tam kopmuştu. Bunun üstüne salonda bulunan gazetecilerin: pasif mukavemetlerinden burun korosu da başlayınca perde inmişti... .

24      / CHP’NİN VE İNÖNÜ’NÜN BASINLA OLAN TERS MÜNASEBETLERİ

Memleketimizin 1955—1970 yılları arasında basınla ilgili bağlantısı en zayıf, en acemice ve vefasızca olan partisi CHP; lideri de İnönü’dür.

Ben hiç bir partiye kayıtlanmadan çalışmaya ve böyle ölmeği de gazetecilik mesleğine en iyi yakışan bir yemin olarak kabul etmişimdir Bu bakımdan kim ne derse desin, davranışlarında en tarafsız olan gazetecilerden birisiyimdir. Cumhuriyet’in muharrirlerinden Sadun Tanju’da bunu “Kim” Dergisinin 5. sayısında, “Çalıştığı gazetelere rağmen daima tarafsızlığı ile tanınan Ayhan Hünalp” diye belirtmiştir.

1950—1960 yılları arasında tam on yıl, İstanbul Ekspres’' den, Ankara Akşam Haberleri’ne ve Tercüman’a kadar çalıştığım bütün gazetelere muhabir olarak muharrir olarak, İstihbarat Şefi ve Sekreter olarak daima muhalefete ait haberleri mizacım ve yaratılışım itibariyle elimden geldiğince koyup de ğerlendirmişimdir. Aynı yıllarda Kasım Gülek Karadenizde binlerce vatandaş tarafından karşılandı diye yazdığımız haberleri yalanlayan, “üç kişi” karşıladı diye tekzipler yollayan Valilere, Şahap Balcıoğlu, Nedret Selçuker, İlhan Engin, Güngör Göktan’la müşterek imzalı yazılar yazarak “Hayır, Vali olarak siz yalan söylüyorsunuz” diyebilmiştik. İş başındayken daima CHP’nin yemeklerine, İnönü’nün yaşının kutlanmasına, balolarına çağnlmışımdır. Ne vakit ki, işsiz kalmışımdır, ne vakit ki, mesleğimde 30 yılımı doldurarak aktif gazetecilikten uzak laşmışımdır, ilgililerden bizi hatırlayan çıkmamıştır.'

Gürsel’in ihtilalden sonra, Sakarya motoru ile Floryadan Heybeliada’ya İnönü’yü ilk ziyaretini tesadüfen öğrenerek ben haber vermişimdir. O zamanlar Hürriyet’teydim. Bu gazetenin haber alma bakımından, hakkı olan bir avantajı ve şansı vardır. Kendisine haber verenleri, kolaylık gösterenleri çeşitli yönlerden memnun ettiği, onüre ettiği için herhangi bir yere “Hürriyet’ten arıyorum” dediniz mi akan sular durur. Küçük gazetelerde çalışırken çok zorda kalınca maalesef bu numarayı yapardım. Fakat bu sefer gerçekten “Hürriyet” Muhabiri olarak köşkü aradığımda Nöbetçi Yâverden, Gürsel’in İnönü’yü ziyarete gittiğini, ancak Heybeliada’da bu ziyaretin haber verileceği sorumlu bir şahsın bulunmadığını öğrenmiştim. Bu arada Başyaver bu duruma yardımcı olmamı isteyince bu sefer vatandaş olarak işe girişip, konunun önemini ahçı yamağından ahçıya, ahçıdan oda hizmetçisine ve oradan da Erdal İnönü’ye atlayarak duyurmuştum. Bu işin üzerine düş meseydim, o gün rahmetli Gürsel İnönü ile görüşmeden dönecek ve çok garip, nahoş bir durum olacaktı. Olay Milliyet Gazetesinde yayınlanan Metin Toker’in anılarında da aynen yer almıştır.

İnönü’nün bende; “Sayın Ayhan Hünalp’a, 24.4.1960” yazılı imzalı fotoğrafı, elimi ve yanağımı tutarken çekilmiş 5 ayrı pozda fotoğraflarımız vardır. Bunlardan iki tanesini, “Üço tuz Para” adındaki kitabımın ikinci baskısına, gazetecilik anılarımdan sözederken koymuştum. (Öbürleri de bu kitabımda dır.) Ki, bu tutumum, tarafsızlarla OHP’yi tutmayan okuyucularımın tepkisi ile karşılaştığından aleyhime olmuştu, işte o kitabı kendisine gönderdiğimde bana İnönü’nün teşekkürü “Ali Ihsan Göğüş” imzası ile gelmişti. “Kitabımızı alan Sayın İnönü çok memnun oldular, teşekkür ediyorlar” diye Gaziantep olaylarından ötürü cezaevinde yatarken bana yazdığı mektuplarda, “Cağaloğlu’ndaki kargaşalar ne âlemde?” diye soran Ali İhsan Göğüş, bu aktarmacılık görevini kabullenmemeliydi. Mesleğimde aldığım en gülünç ve acıklı cevap bu olmuştur benim için. İnönü bizzat cevaplandırsa ne olurdu? Cevaplandırmadı ne oldu? Yalnızca “Hiç”. Protokole bu kadar düşkün olan İnönü’den 23      Nisan 1970 tarihinde, BMM.’nin 50. yıldönümünde Nizamet tin Nazif, benim hıncımı almak ister gibi ısrarla “Bir yanak ver bakalım” diye tutturmasın mı?.. Sağır kulağı için bir işitme aracı isteyen bir vatandaşa da İnönü sadece “geçmiş olsun!” yazabilmiştir. Bu da çevresindeki yetersiz yağcılardan olmuştur. O’na mektupla birlikte bir küçük apereyin de yolan masının gerektiğini hatırlatanlar bulunmamıştır! Ancak, topluma ve halka inmeyen bir örgütle lider sorulursa cevabım:. “CHP ve İnönü’dür”.

28      / İNÖNÜ — ECEVİT

İnönü memleketimize demokrasiyi getiren adamdır hiç şüphesiz. Ancak bunun bütün kurallarım uygulayan adam mıdır? Bu sorunun cevabı tereddütsüz hayırdır. Dâima “Ben” olarak çıkmıştır ortaya. İleriye atılışları daima “Ben” dir. İhtilâle giden Demokrat Partililere, “Sizi ben bile kurtaramam.” demiştir. Hem de kasıla  kasıla. Nitekim Ecevit ile Kırıkoğlu’ nun kendisine karşı açtıkları mücadelede, “Biz Padişahın kapıkulu askerleri değiliz” demelerinde; “Ya o ya ben” diye ortaya çıkmış, yenilgisini de Ecevit’i kutlayarak yeni bir zaferle süslemesini becerememiştir. Oysa demokrasi biraz da oyları ile yenenleri, oyları ile yenilenlerin kutlayabilmeleri sanatıdır.

Ecevit ki, bir siyah trençkotundan, bir eski makinesinden, bir vefakâr eşten ve de sanatçı bir anne ile borcu ve inşaatı henüz bitmemiş 128 metrekarelik bir katı ile eşine ait bir küçük arsasından başka hiçbir şeyi olmayan çok efendi bir şair  politikacıdır. İsmet Paşa gibi bir kurta karşı bir zafer kazandığında, ona bir yenilgiyi tattırdığında, İnönü kalkacaktı yerinden, öpecekti Karaoğlanı. O zaman işte gerçek demokrasinin uygulanmasını görürdük! Yer yerinden oynardı işte. Oysa İnönü soluğu Yalova’da alarak benim bu konudaki bütün ümitlerimi yitirdi...

Ben İnönü’yü hata ve sevaplarıyla severim. Onu Atatürk’ ün silâh arkadaşı, İstiklâl Harbimizin, modern Cumhuriyetimizin kurucularından olarak sayarım. Tercüman Gazetesinde Siyasi Muharrirlik yaptığım 1955 1960 yıllan arasında 2 defa' Konya’ya otomobille gidişinde İnönü’ye refakat etmiş, Taşlık’ ta, Maltepe’de ve Heybeliada’daki evlerinde yaptığı 50 den fazla basın toplantısı ve hasbıhallerinde bulunmuştum. Hele denizden çıktığında kendisini sahilde bekleyen Mevhibe Hanım efendi’nin elinde havluyla koşmasını hiç unutamam. O şefkatî heykelleştiren eşsiz bir eşti. Sekizbin kitabı aşan çalışma odamı da yıllarca önce yan  yana çıkardığımız elle

riyle yanaklarımı seven fotoğrafları süsler. Ancak Ecevit’e de söylediğim gibi; “İnönü’nün büyüklüğü, biraz da bizim ona olan aşırı sevgimizden ötürüdür. İnönü gerçekte o kadar büyük değildi. Bizim ona olan aşkımız çok büyüktü.”

Bunları biraz da şunun için kitabımda belirtiyorum. Biz de bir insanı aşırı ölçülerle yüceltmek, oturtacak yer bulamamak “Milli haslettir.'”. Sonra da o adamı tıkacak delik bulamayız. Bu memlekette birgün gelmiş Mareşal Çakmak, “Komünistlerle işbirliği yapıyor” denilebilmiş, o şerefli asker en iğrenç ve şen’i şekilde itham edilmiş, hem de bu Meclis kürsüsünden yaptırılabilmiştir. Gelecek kuşaklar, tarihin akışında, her konuyu gerçek buutları içinde incelemeli, gerçek yerine koyabilmelidir. Onlara ne kadar çok olumlu  olumsuz malzeme bırakabilirsek, yarın gideceğimiz yerde rahat uyuruz.

29      / ATATÜRK’ÜN ÇİFTLİĞİ İNÖNÜ’NÜN TAŞLIKTAKİ MASASI

Meslekdaşım Metin Toker, Hürriyet Gazetesi’nin 30 Ocak 1974 tarihli sayısında yayınlanan “İnönü’nün Hatıra Defterinden Sayfalar” adındaki yazı dizisinde; Atatürk’ün Ankara’daki Gazi Orman Çiftliğini Devlete satmak istediğini, oranın Devlete ait vasıtalarla çiftlik haline getirildiğini hatırlatan İnönü’nün Atatürk’e “Satmak doğru değildir, devretmelisin!” dediğini Atatürk’ün de bunu kabul ettiğini yazıyor. Özet: bu usulsüz devir işine tevessül eden Atatürk’ü İnönü önlemiş. Bu üstünde bile durulmayacak kadar yanlış ve' ters bir yorum. Öylesine ki. Atatürk mezarından çıkıp da “Evet doğrudur” dese bile inanamayacağımız kadar ters bir yorum. Herşeyini Milletten alıp Milletine, arkadaşlarına veren rakısını bile leblebi ile içen Atatürk’ün Milletine çiftlik satması tüyler ürpertici bir itlıam. Zaten Metin’in bu yazısı başından sonuna Milletimize ters düştü. İnönü’ye “Bizi sarhoşların eline bırakıp nereye gidiyorsun?” diyen halkdan tutun da bütün işlerin gece toplantılarında yapıldığının, gündüz hiç iş yapılmadığının yazılmalarına kadar... Biz gene Çiftlik konusuna dönelim. İnönü burada gösterdiği basireti keşke, Lütfi Kardarm İstanbul şehri adına hediye şeklinde verdiği ya da metrekaresi 10 kuruştan, sattığı Taşlık’taki arsayı kabul etmeyerek gösterseymiş. Bugün değerine fiyat biçilemeyen o yer için “Olmaz böyle şey!” diye kabul etmeseymiş.

30      / TALÂT SAİT HALMANTNT KÜLTÜR BAKANLIĞINDAN AYRILIŞI

Türkçeyi, İngilizceyi en iyi bilen şairlerimizden, Amerika’da 3 Üniversitede Edebiyat Profesörü olan Talât Sait Hal mart, Nihat Erim Başbakan olunca telfonda onun “Memlekete lâzımsınız, gelin” demesi üzerine derhal bütün işlerini bir rakarak Türkiye’ye gelmiş ve 12 Mart 1970 muhtırasından sonra kurduğu Hükümette “Kültür Bakam” olmuştur. Yakinen tanıdığım vatanperver ve idealist dostum Talât Sait Halman ne sağda, ne solda efendi bir sanatçıydı. Hiçbir tarafa angaje değildi. İyiden, güzelden yanaydı. Muhsin Ertuğrul’a plâket verince “Solcu” derlerdi. Mevlâna ihtifaline gidince “sağcı yobaz” derlerdi. Onbir Bakanın ayrılışı olayına da katılmamıştı. “Bu olaydan haberim olmadı, olsa ben de katılırdım” demişti. Bunu müteakip yeni kurulan Kabinede Nihat Erim ona yeniden Kültür Bakanlığı görevini vermiş o da yeni Hükümet programının redaksiyonu üzerinde çalışırken bir gün çalan telefon, “Mesainize teşekkür ederiz, sizin Bakanlığınızı lağvettim” diyivermişti. Talât Sait Halman ne yapmıştı? Erim’in hanımının bir tanıdığının iltimasla Operaya alınmasını önlemişti. Devlet Opera ve Tiyatrolarının aşırı masraflarını, 1 milyonu bulan İstanbul — Ankara harcirahlarını onaylamamıştı. Bu arada Ankara’da boş duran Opera için dekor yapan marangozlara “Boş oturacağınıza, çalışıp da işlerini yetiştiremeyen tiyatronun marangozlarına yardım edin” demişti. Yangın tedbirlerinin kifayetsizliğinden ötürü yetkilileri uyarmış, onları cezalandırmıştı. Talât hiçbir şey yapmasa da, “İstanbul Kültür Sarayı”nm adını, “Atatürk Kültür Merkezi” yapmıştı. Yanlız bu yetişirdi. Sonra ne oldu? Talât Sait küskün ve meyus Amerika’ya döndü, aylarca boş kalarak eski işlerinin kontratlarını yeni baştan sağlamağa uğraştı ve de kısa zamanda eski durumundn daha iyi duruma da geçti. Olan memlekete oluyordu. Bakin çevrenize, yüzlerce binlerce Talât’ların ne büyük aşkla koştukları yurtlarından, ne büyük kırılmalarla dışarıya gitmeleriyle doludur. Talât’ın bütün mektupları vatan hasretiyle doludur. Onda daima gerçek vatanperverlerin yakarışları vardır. Talât Sait Halman şiirsel bir ağıttır. Vatan hasretiyle tutuşan bir yürektir.

31      / TUĞGENERAL EKREM BABACAN IN EMRİ  ALBAY TALÂT AYDEMİR VE GENERAL FARUK GÜVENTÜRK

1953 yılında, 39. dönem yedek subaylık devremizde, Ankara’da Piyade Yedek Subay Okulu Kumandanı Tuğgeneral Ekrem Babacan’a — o zaman Dışişleri Bakam olan Fuat Köp rülîi’nün bir gün bile izin almadan ödev yapan oğlu — Orhan Köprülü ile emirsubayı olmuştuk. Haftada bir de “Ankara” gazetesine beş liraya hikâye yazarak vaziyeti idare ediyordum. Bir gün soyadı gibi gerçekten de “Babacan” olan Kumandanım beni yanma çağırarak, “Oğlum Ayhan, yarın yeni dönemin yemin merasiminde ben bir konuşma yapacağım, taburları teker  teker dolaşarak Asteğmenlere; ben konuşma yaparken sağ kolumu kaldırdığımda sağol diye bağırmalarını, sol kolumu kaldırınca da alkışlamalarını tembih et” dedi. Bilindiği üzere askerlikte emir ve bunlara itaat vardır. “Başüstüne” diyerek emri yerine getirdim. Fakat, Kumandanımın içi rahat etmediğinden, durumu merasim provası sırasında bütün Yedek Subay Alayı içtima halindeyken, bizzat kendisi de tebliğ etti. Hatıramı “Kim” dergisinde yazmıştım. Ve de merasim günü durum Generalin istediğinin tamamen tersi oldu. Ne alkışlayan ne de “Sağol” diyen çıktı. Çünkü; sırayı şaşırmışlardı.

1960 ve civarı yıllar, benim çoğunlukla ordu ile ilişkilerimi artırdığım devrelerdi. Biraz da emekli bir askerin oğlu olarak bu konuda bir hayli geniş muhitim olmuştu. îki  üç haftada bir 66j Tümen Karargâhına gider, o zaman ismi ile resmi sık sık gazete sütunlarına geçen General Faruk Güventürk’ün yemeğini yerdim. Her gidişimde, “Gazetenin arabasını yolla beklemesin, benim arabamla dönersin” derdi. Zaman  zaman donanmadan emekliye ayrılarak aramıza katılan ve hâlen TRT Diyarbakır Î1 Temsilciliğinin sürgün muhabirlerinden Oğuz Toktamış da bulunurdu. Bir süre sonra Güventürk, Kayseri Menzil Kumandanlığına tayin olundu. O sırada çalıştığım Hürriyet adına Haydarpaşa Garına bir buket çiçekle giderek kendisini uğurladım. Garda, eşleri ile kendisini uğurlamaya gelmiş 40—50 subay vardı. Tren hareket ederken Güventürk, Tümene ait bir hoparlörden, “Aziz İstanbul’lular! Aranızdan ayrıldığım şu sırada...” diye bütün gara hitap etti ve hiçbirşeyden haberi olmayan bir çok yolcu da durumu bir hayli garip buldu. 'Güventürk ile ilgili bir başka hatıram da, “21 Şubat” olaylarından sonra affa uğrayarak Ankara’dan İstanbul’a gelen merhum Albay Talât Aydemir’e aittir. Kendisi ile aldığım randevu üzerine Yazı işleri Müdürlerimizi ziyarete geldiği Hürri yet’in kapısında ayaküstü konuşurken, “Albayım, sizin harekâtta Güventürk de vardı? Sonradan anlaşmazlık mı oldu” demiştim. Hiç unutmam, dişlerini sıkarak ve hırsla, “Gayet tabiî vardı, hiçbir anlaşmazlık da olmadı. Son dakikada dönüş yaptılar. Kalleşler...” dedi.

Bunun üzerine aynı konuda yanımda TRT den Oğuz Tok tamış olduğu halde 66. Tümen karargâhında konuştuğumda Güventürk bana, şu cevabı verdi: “Askerlikte ve Kurmaylıkta durum vardır, durum. Talât’ın müdahale ettiğinde durum değişmişti. Bunu ieabettirecek vaziyet yoktu.”

32      / CHP MİLLETVEKİLİ Hasan TEZ’İN VEHMİ

1956 yılında, Ordu Yolcu gemisi ile Hopa’ya kadar gidecektik. Kasım Gülek vapurun uğradığı her iskeleye çıkarak, iktidara veryansın ediyor, bütün seçmenin elini sıkarak da bü^ yük ilgi görüyordu. Ekipde, CHP’li Milletvekillerinden daima güleryüzlü, daima efendi Kâmil Karıkoğlu, Esat Mahmut Ka rakurt, rahmetli Doktor Faruk Ayanoğlu ve Hasan Tez, mes lekdaşlarımdan da Şahap Balcıoğlu, Nedret Selçuker, Ayhan Yetkiner, Ali Utku, Güngör Göktan vardı. Kerempe kayalıklarına geldiğimiz zaman geminin makine dairesinde çıkan bir ar:za yüzünden 2 saat açıkdenizde hareketsiz kaldık, bu arada Süvarinin kulağıma çıtlattığına göre de hafifçe kayalıklara doğru sürükleniyorduk. Bilâhare hergey düzelip geçirdiğimiz tehlikeden bahsedince, Hasan Tez, “Bu bir tertiptir, iktidara gelelim bu geminin makine personeline işten el çek tirteceğim”, demesin mi. Hızını bununla da alamıyarak, devrin Ulaştırma Bakanına telsiz telgrafları çekmişti.

33      / MENDERES, “ATIYORSUN SÜLEYMAN, HEM DE ÇOK ATIYORSUN” DEDİ

2  7 Ocak 1960 tarihleri arasında, Adana ve dolaylarında imar gezisine çıkan rahmetli Başbakan Adnan Menderes’e, çalıştığım Tercüman Gazetesi adına refakat ediyordum. Gezide, o zamanlar Yenisabah’da çalışan Kâmuran Özbir ile Milliyet’ten İlhami Soysal da vardı. Adana Regilatörüne uğradığımızda, 

aramızda bulunan dokuz on Genel Müdürle ilgililere ve ikiyüz üçyüz kadar arabası ile korteje katılarak gelen zengin Adana’ lıya, bizim yazmamamız şartı ile köy sayısının 40 binden 10 bine indirileceğini söyleyen Menderes, izni hilâfına bunu yazan Mil liyetten îlhami Soysal’a ertesi gün gücenmişti. işte o gün Türkiye’nin sulama problemleri ile ilgili bir hususta şimdi hatırlı yamadığım bir soruyu, Devlet Su İşleri Genel Müdürü Yüksek Mühendis Süleyman Demirel’den sordu, aldığı cevap üzerine de gösterişli ve mübalâğalı kahkahalarla gülerek, “Atıyorsun Süleyman, hem de çok atıyorsun” dedi. Bu olay benim sanatçı ruhumda isyan uyandırmış, defterime, “Bir Genel Müdür ucuz bir espri için ufak bir unutkanlığı yüzünden herkesin içinde küçük düşürülmemelidir” diye not almışım. İhtilâli müteakip Tercüman’da yazdığım fıkraların bir tanesinde de bu konuyu işlemiştim. Yazım, 21 Haziran 1960 tarihli Tercüman’da yayınlanmıştı. Sanatçı dostum Oktay Akbal da bu yazımdan 10 Mayıs 1970 tarihli Cumhuriyetteki fıkrasında geniş olarak söz etmişti. Şimdi o yazımdan bazı satırları alıyorum:

(Atıyorsun Süleyman, hem de çok atıyorsun sözü, beşuş çehreli Menderes’in şuuraltından taşan bir ruhsal durumdu. Öylesine bir şuuraltı tortusundan taşan ruhsal durum ki, bir Umum Müdürün, bütün meşgalesi yalnızca Sular idaresine ait işleri tedvirden ibaret bir Umum, Müdürün işlerini bilmediğini ileri sürerken, her işi yalnızca kendisinin bilmesine imkân olmadığını da unutuveriyordu. Oysa Menderes, köylerin sulama vaziyetlerine kadar bildiğini ifade etmek, çevresindeki dalkavuklara bunu teyid ettirmek için ucuz bir reklâm yolu bulmuştu. Sulama işleri bitirilen 1000 nüfuslu, bir ilçenin Umum Müdür tarafından unutulmasına müsamaha etmiyor, .buna kapaklanıyor ve büyük bir taktikle istismar edebiliyordu. Keşke Başvekil herşeyi biliyorum fikrine kapılmayıp da bildikleriyle yetine bilseydi. O kasıla  kasıla “Ben kendime sabık Başvekil dedirtmem” diyordu. Bu insanı kurdeşen yapabilecek kasıntılarda, kendisi ile resim çektirmek için inekler gibi üst  üste çıkan, birbirlerinin sırtlarına abanan dalkavukların, mürayilerin, çanak yalayıcıların az da olsa mutlaka rolü vardır.)

34      / BAŞBAKAN DEMİREL’ÎN BAYRAM NAMAZLARI

Gazetelerde çalışanlar bilir. Hiç bir gazetenin foto muhabirini herhangi bir istihbarat şefi, kendiliğinden her hangi bir camiye yollayarak sabah namazı vazifeye koyamaz. Bu kabil işler birgün önceden ilgililerce bildirilmedikçe tesbiti imkânsız ölü ve “muhal” işlerdir. İşte bu yönden bakınca, Başbakanı namaz kılarken beyaz tekkesi ile cemaat arasında göstermek isteyenler, aslında çok sunî olan bu kabil zorlamalarla onu küçük düşürmektedir. Çünkü; artık bizim okuyucumuz da, “Tanrı ile kul arasında kalması gerekli” olayları tefsir edebilmekte, onun samimiyet derecesi ile ilgili notunu verebilmektedir. Nitekim Ramazanda daima iftardan önce birşey yerken fotoğraf çektirmeyi bilhassa itiyat haline getiren İnönü’nün, Konya’ya her gidişinde Mevlânayı ziyaret ettiği halde bunu objektifi ile hiçbir fotomuhabiri tesbit edememiştir. Çünkü İnönü hiçbir zaman buna izin vermemiştir. Sonuç : Demirel kılacağı namazın mizansenini bile hazırladı.

35      / MENDERES POLETİK BİR VATANSEVERDİ . YASSIADA DURUŞMALARINDAKİ ŞAHİTLİĞİM

Evet, rahmetli Menderes, yolu yanlış olan, çeşitli sebeplerle yanlış yollara itilmiş poletik bir vatanseverdi. 1950 1960 yıl lan arasında, ben de bir yazar olarak, sanatçı olarak, “Onu bir kere değil, yüz kere aşmalı” dedim. Fakat, yıllardan sonra şimdi değişen şeylerin çok az olduğunu görünce, “yazık oldu” diyorum. Zaten bana birgün; “Bazı toplumlar tenasül organı gibidir. Fazla okşanmağa gelmez. Sukoyuverir !” diyen “27 Mayıs” cı Numan Esin’in kulaklarını çınlatmakla geçiyor günlerim.

Evet, burada uçakla bir yurtiçi gezisinden dönerken, bütün ışıkları söndürterek, Ankara’nın üzerinde üç tur attıran ve elini omuzuma koyarak, “Geceleyin Ankara’nın güzelliğine bakın, bütün memleket böyle aydınlanacak” diyen ve bunu derken gözleri duygu ile dolu dolu olan adam da bir vatanperverdi. Ancak, yolu çok yanlış, sapık ve çakıldı. Bunun borcunu da boynu ile ödedi. Acaba bunda İnönü’nün çok sert muhalefetinin,CHP’nin yıkıcı fısıltılarının hiç rolü yok muydu? Ve de Demirel’in bugünkü yoluna girişinde de ters bir değerlendirme ile gene İnönü’nün yumuşak muhalefetinin rolü vardır diyemez miyiz?

16        Aralık 1960 tarihinde Yassıada Mahkemesinde “Topka pı Olayları Davası”nda şahit olarak dinlenen 7 gazeteciden birisi de bendim. Bazı arkadaşlar, objektifliğin dışına taşarak, “İnönü Topkapı’da öldürülecekti, bunun için tertip yapılmıştı” dediler. Bu durumda benim ifadem çok tarafsız kaldı. Kemâl Aygün’ün avukatı Abdulhak Kemal Yörükoğlu konuşması savunmasına aldığı gibi, müdafaasından bir nüshasını da bana hediye ederek, “Mert bir gazeteciymişsin, bunu sakla, evlâtlarına verirsin” dedi. Aynı şekilde eski patronlarımdan Cevdet Perin de, “Boldlaire dünyayı şairler idare etseydi çok başka olurdu der, senin ifadenden sonra buna biraz daha inandım” dedi. Oysa ben bu ifadem yüzünden İstanbul Radyosundaki “Türk Yazarlarından Örnekler” Programından oldum. Tanıklığımdan 1 ay sonra, büyük bir zevkle yaptığım programlar sebepsiz yere kaldırıldı. Bu olayı bilhassa yazdım. Türkiye’de tarafsız olmak çok zor, hatta imkânsızdır. Ben hiç bir partiye kayıt olmadan öleceğim halde, solcusu, sağcısı, Halk Partilisi, Demokrat veya Adalet Partilisi daima beni itham etmiş, hiçbir zaman anlayamamıştır. Çünkü bizde daima herhangi bir tarafa angaje olunur, angaje olunmanız istenir. Ortadaki' adam mutlaka bir duvara yaslanmak istenir. Kulüpçülük gibi particilik yapmayana renksiz denir.

17 Aralık 1960 tarihinde, Yeni İstanbul, Vatan, Cumhuriyet, Havadis, Tercüman, Milliyet, öncü gazetelerinde çıkan ifademi aynen aşağıya alıyorum:

“Topkapı olaylar] ile ilgili müşahadelerim başlıca 3 noktada toplanmıştır. Vazifemi o akşam Yazı İşleri Müdürümüz Semih Tuğrul ile Tevfik Erol vermişlerdi. İnönü’nün Yeşilköy’e inişinden Maçka’ ya gidişine kadar olacak muhtemel olayları en yakından ve içinden izleyecektim. Sabahleyin Yeşilköy’e gitmek için Topkapı’dan geçerken yol kenarında istirahat halinde bir piyade bölüğü gördüm. Aralarında sivil guruplar da vardı. Havaalanı kavşağında bir trafik müfrezesi fotomuhabirimiz Çetin Şencan’la beni yasak diye aîıkoydu. Ankara’ ya gideceğimi söyleyerek, cebime koyduğum kullanılmış bir uçak biletini göstererek vazifelileri atlattım. Havaalanında Şemsettin Giin altay, Esat Mahmut Karakurt, Faruk Ayanoğlu, Orhan Birgit ve 100 kadar CHP’li vardı. İlgililer karşılayıcıların ancak üçer kişilik guruplar halinde beklemelerine göz yumuyorlardı. Hava yavaş yavaş bozuluyor, ağırlaşıyordu. Gazeteye telefon edip erken baskılık haberim olacak dedim. Hava meydanındaki pistlerin çevresinde mevzilenmiş piyade erleri vardı. Kendi kendime, düşman havadan indirme mi yapacak dedim. Topkapı’da da “înönü buradan geçemezsin” yazılı dövizi görünce, daha bir hafta önce aynı yerden Yunan Dışişleri Bakanı geçmişti. İnönü’nün bu kadar da hakkı yok mu demiştim. Herşey normal bırakılsaydı hiç bir şey olmayacaktı. Uçak geldi, partilileri karşılamaktan alıkoydular, terminalin camları kırıldı. İnönü’yü başka vasıta ile götürmek istediler, itişip, kakışmalar oldu. FotomuhabiriT mizin makinesi kırıldı. Ben karşılayıcı numarası ile İnönü’nün hemen arkasındaki arabadaydım. Ellerinde sopalar olan bazı müfrit Demokrat partililer arabanın tavanına vuruyor, kortej ilerliyemiyordu. Polis gazbombası atsa tecavüz edenler dağılırdı. Nitekim Sultanahmet’de böyle dağıttı. İnönü'yü Topkapı’da öldürmek istediklerini sanmıyorum. Böyle bir tertip olsaydı, biz mutlaka duyardık, fakat, arabadan çıksaydı belki sopalarla öldürülebilirdi. Nümayişi kaba bir gövde gösterisi olarak kabul ediyorum. Kemal Aygün müfrit bir politikacı değildi. Hiçbir Vatancephesi ocağında tek kelime ile İnönü’ye saldırmamıştır. Bunu geçen yıl Dünya Gazetesinde çıkan bir beyanatında bizzat İnönü de belirtmiştir.”

Bu şahitliğim için ilk patronlarımdan Mithat Perin de bana “Çok efendilik ettin, dünyayı şairler idare, etseydi, günlerimiz daha aydınlık olurdu” demiştir.

MENDERES’İN “YASSIADA’DAKİ GÖRÜNTÜSÜ

İlk günler bir yanımıza yazıyorduk, notlar alıyorduk. Bütün söylediklerini bir  bir not tutuyorduk. Sonra  sonra dinlemez, yazmaz, umursamaz olduk. Her taktiği gibi, bu sefer de, “Muhterem Reis Beyefendi”li tiratları, dialoglan toptan iflâs ediverdi. Elle tutulur, gözle görülür hiçbir yönü, aklı çelen hiçbir özelliği kalmamıştı. Daima iki elini önünde kavuşturuyor ve daima başını sağ tarafa doğru eğiyordu. Kuvvetli bir hafızası vardı. İşine gelenleri daima hatırlıyor, gelmeyenleri ise daima unutuveriyordu. Bütün cevaplarında işine gelmeyen bir durum buldu mu, “Hatırlıyamıyorum Reis Bey” diyordu. Genel olarak ve çoğunlukla daima vefasızlık ediyordu. En yakınlarına bile daima ihanet ediyordu. Daha ilk celselerde ünlü sopranomuz Ayhan Aydan’ın rahminden hasta olduğunu, bu yüzden de Suzan Sözen ile meşgul olmağa başladığını fütursuzca açıklayıvermişti. Karısı Berrin Menderes’in şahadetinde ise, kendisi ile ancak bir kere göz  göze gelmiş, bu arada zevcesinin verdiği selâma mukabele bile etmemişti. Ya yıllarca kendisine hizmet eden, tam on yıl kölelik eden Müsteşarı Ahmet Salih Korur için ne demişti? Almanya’da kocası öten kızma, teselli parası olarak ve Almanya’ya dönebilmesi için Menderes’in müsamahası ile meşhur “Örtülü ödenek”inden 4,000 lira verdiğini söyleyen Korur’a cevaben:

“Hayır Reis Beyefendi, böyle bir şey hatırlamıyorum” di yebilmişti. Geyikli olaylarında, müntehir Namık Gedik için ne yapmıştı? “Hadiseleri bizzat Gedik takip ediyordu ve çok müteharrik durumdaydı” dememiş miydi? Çanakkale rıhtımına vapurdan indirilmeyen 2 CHP’li Milletvekili için ise “Mahalli DP teşkilâtına ait bir iştir” derken, DF’liler bile kulaklarına kadar kızarmamış mıydı? Çok uzun ve teferruatlı konuşuyordu. Kötü bir aktör, değersiz ve yeteneksiz bir mukallitti. Konuşmalarında bir kere bile Bayar’ı siyanet etmemişti. Bir kere de zamanında sevgili Î1 Başkanı olan Kemâl Aygün’ü, ifadesi sırasında, “Bu hususları Aygün Bey bana söyleyebilirdi, kendisi ile çok samimiydik” demişti. Daima riyakâr, daima mübalağalı nazikti. Avni Doğan’! n tanıklığında da, “Avni Beyle çok iyi dosttuk. Bana Adnan böyle olmasın diyebilirdi” demek suretiyle dinleyicileri önce güldürmüş, sonra uzun  uzun düşündürmüştü. Kabul ettiği tek hata, tek karanlık nokta, tek antidemokratik husus yoktu. Neredeyse, “Biz çıkalım, sayın subay beyler içeri girsin” diyecekti, tş bir buna kalmıştı. Daha ilk günden “Muhterem Subay Beyefendiler” tabirinin yaratıcısı olmuştu. Sonra ihtilâlin samimiyetine inandığını söyledi. Savunmalarında ise, ezilip büzülmeleri ile alm yere değecekti. E sasa girmeyen lâflar anlamına, “yan sözler” deyimini buldu. Kendini korurken hiçbir zaman Zorlu’nun mertliğini gösteremedi. Özet: Menderes’in Yassıada’daki görüntüsü, çok karanlık ve de karmakarışıktı. Mevlâ rahmet eyleye!..

36      / ZEYTİN YİYEN MERSEDESLİ CUMHURBAŞKANI

Bazı liderlerin yanlarında herhangi bir kuvvetli basın Müşaviri bulundurmayışmın acısını en önce o lider, sonra da toplum çeker. Bunlardan înönü ile ilgil örnekleri 22/24/28/29. anılarımda verdim. Şimdi Cumhurbaşkanı Sunay ile ilgili bir iki meslekî anımı veriyorum. Varto yer sarsıntısında, Sunay’m çadıra konmuş bir yatakta üzerinde battaniye ile çekilen ve gazetelere A. A. tarafından dağıtılan fotoğrafı gereksiz bir pozdu. Gazetelerimize koyduğumuz bu fotoğrafa okuyucularımız gülerek ve istihza ile cevap verdi. Çünkü herkes “ o akşam Sunay’m çadırda yatmasına lüzum yoktu” şeklinde düşünmüş, orduevinde yattığını da öğrenmişti; Bunun yamsıra, 1969 yılının sonlarına doğru, bir zamanlar çok sevdiğim meslekdaşım Cüneyt Arcayürek, Sunay ve eşi ile bir röportaj yaptı, Sunay’ dan “Her ay borç ödeyen Başkan sabahlan zeytin yiyerek kahvaltı ediyor”diye belki de mecburen bahsetti. Ancak bunu bir fotoğraf ile çelişerek tekzip etti. Şöyle ki, aynı yazıda, papyon bağlamış iki garson Sunay ile eşine sabah kahvaltısında servis yapıyordu. Oysa yazıda Sunay’larm tevazuu veya idareli bir hayat yaşamayı sevdikleri verilmek isteniyordu. Sokaktaki adam “papyon gravatlı garsonlar insana zeytin vermek için hizmet etmez!” diye düşündü. Kaldı ki, Milletvekili seçimlerinde aynı gazete oylarım kullanmak üzere Başkan ile eşinin seçim sandığının bulunduğu yere ayrı  ayrı Mersedesle e binerek, gittiklerini, Florya’da denizden kuma çıkınca ayağı yanmasın diye metrekaresi 170 bin liralık saray halılarının yere serildiğini de yazmıştı. Bunun yanı sıra aynı gazetede yayınlanan Sunay’a ait Yeşilyurt’taki muhteşem katta okuyucuya küçük gösterilmek üzere cepheden işaretlenmemiş, yan taraftaki dar cepheli oda belirtilmek suretiyle gösterilmişti. Gülünç ve hazin olan, Sunay’ın çok normal olan bir kat alışı veya en iyi yiyeceklerle kahvaltı edişi olmayıp, gerçeği aşırı ve sübjektif ölçülerle küçülterek göstermek tutkusuydu. Bu tutku da gazeteci Cüneyt Arcayürek’den çok, çalıştığı gazetenin özelliğiydi.

37      / AHMET OĞUZ’UN BASIN KÎNÎ 33            / BÖLÜKBAŞININ ABACILIĞI

CHP, İstanbul Î1 tdare Heyeti Osman Bölükbaşı’nm ve bazı yöneticilerin katılmasıyle bir toplantı yapacaklardı. Biz de

o sıralarda dağılacakları söylenen CMP yöneticilerinin durumu tesbit için o zamanlar Milliyet Gazetesinde çalışan Nedret Selçuker ve Hürriyet'ten İlhan Engin, Cumhuriyet’ten Hilmi Yavuz ile İl merkezine damlamıştık. Daha biz sorumuzu sormadan, Ahmet Oğuz, dişlerini gıcırdatarak ve karakteristik telâffuzu ile, “Yazamayacanız işte, dağıldığımızı yazamayacanız” deyip duruyordu. Tepinen bir çocuğun hırsı vardı.' “Beyefendi, biz leş kargası değiliz, dağılırsanız dağıldığınızı yazarız, dağılmazsanız dağılmadığınızı yazarız. Bunun ötesi bizi hiç ırgala lamaz” demiştim. Neredeyse kapışacaktık. Bölükbaşı’nm araya girmesi ile olay kapandı. Olaya tanık: Yılmaz Tunçkol.

39      / GÜN ALTAYIN BASIN TOPLANTISI

Rahmetli Şemsettin Günaltay’ın lütfen CHP Î1 Başkanlı ğını, yaptığı günlerde, kendisinin bir parti kuracağından, adının da “Köylü Partisi” olması ihtimalinden bahsediliyordu. O günlerde yaptığı bir basın toplantısında konuya ait herhangi birsoru sormak kimsenin aklına gelmemişti. Basit bir formülle, basın toplantısından atlatma haber çıkarmanın yolunu buldum. Başkanlık odasındaki sandalyelerden birisine bıraktığım trençkotumu bilhassa unutup bir süre yürüdükten sonra, arkadaşlarıma unutkanlığımı söyleyerek ayrıldım. Bu vesile ile kimse yokken Günaltay’a ayaküstü sorumu sordum. O da belki parti içindeki muarızlarını endişelendirmek için “Olabilir, herşey mümkündür” dedi. O zamanki Yazı İşleri Müdürüm Semih Tuğrul'la Tevfik Erol haberi birinci sayfada üç sütundan gösterince toplantıda bulunan arkadaşlarım bir iki gün bana dargın durmuşlardı. Bizim meslek buydu ama. 'Birgün atlatır, öbürgün atlarsın. Atlatmanın verdiği sevinçle atlamanın verdiği hırs hemencecik ödeşir.

40      / BAYAR ÎLE 6 GÜNDE 17 İL DOLAŞTIM

Olay 24 Ekim 1957 yılında geçti. O günlerin tabiriyle Reisicumhur Celâl Bayar’ı, Siyasî Muhabirlik yaptığım Tercüman Gazetesi adına takip ediyordum. Bayar’m emrine tahsis edilen T.H.Y. uçaklarından birisinde elbiselerini giydiren gardropçusu Emin’den özel berberine kadar bütün “Saray Teşrifatı” eksiksiz hazırdı. Gezinin herhangi bir programı yoktu. 6 gün içinde

17        ilimizi dolaşmıştık. Edirne’ye gittiğimiz gün, Kırklareline gitmiyorduk. Çoruh’a gidiyorduk. Ertesi gün Tekirdağ’a geliyorduk. Çoruh’ta olduğumuz gün, Gaziantep’e veya Urfa’ya gitmiyorduk, Tekirdağma gidiyorduk. Talep üzerine sahneye çıkan tulûat tiyatrolarına dönmüştük. Mahalli teşkilâtlardan, “Hiç buralara kadar gelip de bize uğramamak olur mu, seçmenlerin oyunu kaybederiz” diye Valilikler kanalıyla telsizler geldi mi akan sular duruyordu. Bunların en gırgırhsı Adana’ da olduğumuz saatlerde olmuştu. Uçakla 8 dakika ötedeki İskenderun’a uğramadan İstanbul’a gelip kumanya alınmış, bilâhare İskenderun’a gidilmişti. İşte böyle bir başıboşluk içinde Merzifon havaüssüne gelerek geceyi geçirmiş, bir yığın jet pi lotonu da yataklarından etmiştik. Sabahleyin bazı traş levazı 

matı için şehre inen berberi gelmeden hareket etme durumu olunca, Bayar, Yaveri Deniz Albayı Taluy vasıtasiyle Üs Kumandanından, berberin şehirden alınması için bir vasıta verilmesini talep etmişti.

Üs Kumandanı tığ gibî, çıta gibi, baştan aşağı yürek kesilmiş tam asker bir Binbaşıydı, Aradan 18 yıl geçtiği halde cevabı hâlâ kulakîarımdadır. “Bu Üs Nato’ya bağlıdır. Bir alarm verildiği dakikada derhal havalanmamız gerekir. Uçaklarımızın bulunduğu pist, bu barakaya 5 kilometre ötededir. Şu anda burada tek araba bulunmaktadır onu da bir berberin aranmasına tahsis edemem.”

41      / ÇİĞNENEN KANUNLAR — SÜPÜRGELER .

Yürürlükte olan Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarına göre Cumhurbaşkanın Partiler üstünde kalması gerekirdi. Gene yürürlükte olan kanunlara göre güneş battıktan sonra hiçbir meydanda siyasî konuşma yapılamazdı. Oysa 23 Ekim 1957 tarihinde saat 22.10 da Babaeski meydanında konuşan Celâl Bayar, Belediye balkonundan Orduevine ait bir hoporlörle yayınlanan nutkunda DP. nin tutumunu ,icraatini övüyor, vatandaşlardan reylerini DP’ye vermelerini isteyebiliyordu.

Aynı günlerde, aynı ekiple İskenderun’daydık. Bayar refah seviyemizin yükseldiğinden, nurlu istikballerden bahsediyordu. O sırada kürsünün önünde ellerinde süpürgeler bulunan 5—10 çocuk geçti. Ellerinde “süpürgenin fiyatı beş lira oldu” diye yazılı bir iki döviz de vardı. Olay bundan ibaretti. Uçakla dönerken uçakta bulunan Emniyet Genel Müdürü Cemal Gök tan’ı yanma çağırtan Bayar, “Derhal Ankara’ya telsizle bildirin, Kaymakamı Merkez emrine olsmlar” dedi, Oysa vazifesine yeni tayin edilen Kaymakam Müfrit DP senpatizanlığı ile tanınırdı. İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından tayini seçilerek yapılan Kaymakamın 3 tane süpürgenin çocuklar tarafından geçirilmesine mâni olmayışı affedilemiyor, seçim atmosferi içinde hoş karşılanamıyordu.

42/DP. MİLLETVEKİLİ HALİL TURGUT İTHAM EDİYOR

Yassıada duruşmalarının ortaya döktüğü bir yığın gerçek arasında, bir toplumun bütün Özelliklerinin kaldırımlara dö

külüşü arasında, bir sanık Milletvekilinin, Halil Turgut’un açıklaması bütün gerçeği özetleyivermiştir. Sanık Milletvekilleri antidemokratik kanunların müzakerelerine katılmadıklarım söylemek için yarışırlarken, çıkartılması istenen kanunların Anayasaya aykırı olduğunu ifade eden bir takririn altında okunamayan altı yedi imzaya, yetmiş, seksen kişi halinde talip olarak, sahip çıkarak, okunamayan imzalara “benimdir” diye sığınmak isterlerken, bu hazin duruma istikrah ve tiksinti ile bakan Milletvekili Halil Turgut, “Sayın Başkanım” diyor, “Şimdi buraya çok daha önceden getirilmemiz icabettiğini, bunu çoktan hakettiğimizi daha iyi anlıyorum” diyordu.

Yassıada bir umursamazlığın, bir bananeciliğin hesabının verildiği yerdir. Bayar suçun, “Vekiller Heyetine ait” olduğunu söylerken, Menderes sorulan her konuyu “Hatırlamıyorum Reis Bey” diye cevaplandırır. Satnet Ağaoğlu, “Şu bitmiş Menderes’e bakın” derken, Celâl Yardımcı, “Diktatörlük için yürek ister. Menderes’in halini görüyorsunuz, onda o yürek nerede?” diyordu. Nedim Ökmen deseniz kalkıp, “Menderes canı isteyince bağırırdı, bana da bir kere bağırdı ama, cevabını alıp yerine oturdu” derken bir yığın sanık da silâhlı kuvvetlere karşı anormal bir yağ verme yarışına girerek toplumumuzun ruh grafiğini veriyordu.

Bütün duruşmalar boyunca Menderes Bayar’a bir defa hafifçe selâm almıştı. Hep yan yana oturdukları halde, oturmadan önce iskemlesini hafifçe çevirir, böylece oturduğu zaman Sayarın yüzünü görmekten kurtulurdu. Bir ara bütün muhabir arkadaşlar vaziyete işaret ederek hayretimizi yazınca Menderes mecburî bir tekzip yapmak ister gibi Bayar’ı bir defa daha selâmlamıştı. Bütün duruşmalar boyunca iki defa selâmlaşan iki sorumludan yüzde bin Menderes Bayar’a dargın, kırgın ve de küskündü. Bir bakıma bir Başbakan, iki Bakan asılmasına rağmen hiçbirşeyin değişmediği memleketimizde Menderes’i darağacına Bayar götürmüştü.

Ve 1960 yılında Gürsel’i Florya’daki deniz köşkünden ziyaretten çıkan Orhan Erkanlı ile Orhan Kabibay bana, “Yıllarca sonra toplumumuzun yeni bir Yassıada kadrosu imâl etmesi işten bile değildir” demişlerdi. O zamanlar Hürriyetteydim, bunu yazamamıştım. Her ikisinin de isabetlerinin kesinliğinden ötürü kulakları çınlasın.

43/ MENDERES İLE SUZAN SÖZEN

21        Şubat 1961 tarihli duruşmada Menderes magazin romancısı Suzan Sözen ile olan cinsel ilişkisini açıkladı. Bir ara Bagkan Salim Başol, Suzan Sözen’in kocası İstanbul Emniyet Müdürlüğünde vazifeli Ferit Sözen’e “Hiç Menderes ile evinizde karşılaşmadınız mı?” deyince, Sözen: “Bir kere karşılaşmıştım efendim, akşamdı, evime döndüğümde vestiyerde beyefendinin şapkasını, pardesüsünü görünce ben içeri girmeden dışarı çıktım” dedi. (Bu ifade zabıtlara da aynen geçmiştir.)

44      / YASSIADA MAHKEMESİNDE “SEYİR JURNALİ”

203 mahkeme gününde 287 duruşma yapıldı, 1033 saat sürdü, 19 davaya bakıldı, 992 sanık vardı, 100 tanesi tahliye olundu, Başsavcı Egesel 228 idam istedi, 1068 tanık dinlendi, en uzun şahitliği 16000 liralık uçak bileti ile Amerika’dan getirilen Profesör Hüseyin Nail Kübalı yaptı, 8 saat 20 dakika sürdü. Anayasayı İhlâl Davasının iddianâmesi Egesel tarafından 21 saat 4 dakikada okundu. Duruşmaları 152.000 dinleyici Yassıada’ya gitmek suretiyle izledi. 8 sanık Yassıada’da öldü.

5          gizli oturum yapıldı.

Duruşmaların sürdüğü 9 ay 27 gün içinde 39 tükenmez kalem, 3060 büyük boy kâğıt harcadım. 203 günün 200 gününde hazır bulundum, yoğun çalışmalardan 2 defa sürmenaj başlangıcı geçirdim. İki gemi Kabataş  Yassıada arasında 203 gidiş 203 dönüş yaptı. Bunun için 6489 millik yol kateddiler. Salonda 2217 defa nöbet değişmiştir. En az Hayrettin Erkmeıı en çok da Celâl Yardımcı, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu ko nuşmuştur. En mert ve erkekçesine davranışlarla savunma Fatin Rüştü Zorlu tarafından yapılmıştır. En çok misafir Egesel’e 215, en az da Başol’a 17 kişi olarak gelmiştir. En müşfik anne Fatin Rüştü’nün, en müşfik eş Kemâl Aygün’ün hanımı olmuştur. Bayar’m refikası Reşide Bayar adaya hiç gelmedi.

45      / FATİN RÜŞTÜ ZORLU ERKEKÇE ÖLDÜ

Yassıada Mahkemesinde verilen idam kararlarından müebbede çevrilmeyen 3 tanesi İmralıada’da 2+1 şeklinde uygulanmıştı. O gün ben Dolmabahçe’deki “M.B.K. İrtibat Bürosu” ndan çalıştığım “Havadis” gazetesi adına olayları telsizden iz

lemiştim. İnfaz sırasında İmralı Adasına martı kuşlarının konması bile yasaklanmıştı. Bugüne kadar idamlarla ilgili hep olumlu  olumsuz, çeşitli açılardan türlü yayınlar yapıldı. Ben burada, o günlerde M.B.K İstanbul İrtibat Bürosunda Basın şubesi görevlisi bulunan Deniz Müzesi Müdürü Deniz Albayı aziz arkadaşım Faruk Erus’un arşivine dayanarak onun objektif görüşleriyle Zorlu’nun idamını naklederken mesleğimin gereğini de yerine getirmiş oluyorum ve diyorum ki, “Fa tin Rüştü Zorlu erkekçe öldü!”

Egesel’in riyasetindeki infaz savcıları, bu işle görevli şahıslar güneş doğmadan işlerini bitirmek isteyen insanların aceleciliği ile hızlı adımlarla îmralı’daki küçük binanın tahta merdivenlerden ve yürüdükçe olduğu gibi sallanan üst kat salonundan geçerek Fatin Rüştü Zorlu’nun hücresi önüne gelmişlerdi.

Uzun bir bekleyişin ardından içi geçerek ot minderinin üzerine sızmış Fatin Rüştü Zorlu’yu uyandıran vazifeliler daha ağızlarını açmadan Zorlu’nun sorusu ile karşılaşmışlardı:

“Burada da mı benden başlıyorsunuz?.” Diyordu.

Evet, Zorlu bir gün evvel Yassıada’da kararlar okunurken ilk idama mahkûm olan sanık sıfatını kazanmıştı .Heyet bu suale hiç cevap vermeden Zorlu’yu aşağıya davet etti. Aynı yoldan geri dönülerek alt kattaki büyük masanın bağına gelindi,

Zorlu’nun üzerinde uykudan yeni kalkmışların mahmurluğu vardı, dudakları kurumuştu.

Baş Savcı Egesel, Zorluya:

“Fatin Bey, dedi. Yüksek Adalet Divanının vermiş olduğu, idam kararını Milli Birlik Komitesi de tastik ettiğinden, bunu tefhim ve infaz etmek üzere sizi, buraya getirdik”

Zorlu bu konuşulanı gayet soğukkanlı karşıladı, teşekkür etti ve sakin bir sesle:

“Apdes almama ve aileme bir mektup yazmama müsaade eder misiniz?” dedi.

Egesel :

“Hay, hay Fatin bey, yalnız çok kısa olmak şartiyle.”

Bu sırada adli tabip Lütfü bey araya girerek:

“Fatin bey ben yazayım siz imzalarsınız” dedi.

Fatin Rüştü Zorlu, bu teklifi reddederek :

“Lütfedin de ben yazayım" dedi.

Mektup yazılacak kâğıt ve kalem de gelmiş, üstü yemek artıklan dolu büyük masanın temiz bir köşesine konmuşjtu. Kâğıt ve kalemin geldiğini gören Zorlu masaya doğru ilerliyerek taburesine oturdu, îki eli kelepçeliydi. Hiçbir kimse mektubunu nasıl yazacağım düsü nemiyordu. Bir idam mahkûmunun bu kadar soğukkanlı hareket ve davranışları karşısında iki elini bağlıyan kelepçeyi kimse göremi yordu.

Zorlu Yassıada mahkemeleri süresince ve bilhassa mahkemenin son karar gününde de daima giyimine dikkat etmişti. Bugün de beyaz gömleği üzerine lacivert bir gravat takmış ve en yeni koyu elbiselerini giymişti. Hücrede kaldığı onbir saat süre içinde, ot minderin üzerinde uzandığı zamanlar olduğu halde elbisenin ütüsünü dahi bozmadan sanki bir ziyarete gidercesine infaz savcılarının önüne gelmişti..

Mektubunu yazmak üzere tabureye oturan Zorlu, kimseye kelepçeli elleriyle mektubunu nasıl yazacağını hissettirememiş ve nihayet kalabalığa başını çevirerek:

“Kelepçelerimi açın da, mektubumu yazayım” diyebilmişti.

Başsavcı gardiyanlara hemen emir vererek Fatin Rüştü’nün kelepçelerini açtırdı. O da hemen mektubunu yazmağa başladı.

Zorlu mektubunu yazarken Hava Yüzbaşısı Remzi ile Doktor Üsteğmen Sedat, Zorlu’nun omuzundan bakarak mektubu okuyorlardı.

Zorlu mektubunu yazarken eli titriyor', her geçen satır onu ölüme yaklaştırıyordu. Mektup Polatkan’m mektubu gibi birkaç satırla da bitmiyordu. Savcı yardımcıları gün ağaracak korkusu içinde telâş ediyorlardı. Bunlardan biri:

“Fatin Bey biraz çabuk olun” dedi.

Baş Savcı Egesel müdahale ederek :

“Bırakın zaten hali yok, mektubunu yazsın" dedi.

Mektupda şunlar yazılıydı:

“Sevgili Anneciğim, Emelciğim, Sevimciğim ve Abiciğim.

Şimdi, Cenabı Hakkın huzuruna çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sîzlerin de sakin ve huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir.

Bir ve beraber olun. Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim.

Anne siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin. Hepinizi Allaha emanet eder tekrar üzül memenizi ve hayatta berdevam, olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica 'ederim. Allah memleketi korusun.”

Zorlu’nun aptes alması için ibrik getirdiler. Yüksek gelen tabureyi rahat aptes alması için yana yatırdılar. Zorlu ceketini ve gra vatını çıkardı. Gömleğinin kollarını ve pantolonunun paçalarını sıvadı, Ayakkabı ve çoraplarını çıkararak apdes almağa başladı. Gardiyanlardan biri ibrikle su döküyor, hoca da bu sırada ne söyleyeceğini hatırlatıyordu.

Bu sırada salona Yassıada Komutanı Topçu Albay Tank Güryay girmiş ve elinde meşhur sopası ile gelip bizierden altı, yedi metre mesafede durmuştu.

Zorlu apdes almasını bitirdi, çorap ve ayakkabılarını giydi ve ilgililere dönerek:

“Gravat takabilir miyim?” dedi.

“Hayır, takamazsınız,” dediler.

“Peki öyleyse efendim,” dedi Zorlu.

Masaya bıraktığı ceketini alarak gravatsız gömleğinin üzerine giydi. Cebinden çıkardığı tarakla saçlarını taradı ve Egesel’e dönerek :

“Herşey mukadderat” dedi, içini çekti, bir aıı durakladı ve ilâve etti: “Sizi çok üzdüm, hakkımı helâl ediyorum’’ dedi.

Zorlu’nun beklenmeyen bir zamandaki bu sözü Baş Savcı EgeseJ’i fazlası ile memnun etti. O da Zorlu’ya:

“Sizin mücadelenizin hayranıyım” dedi.

“Siz iddialarınızda, ben de inandığım davada haklıyım” dedi Zorlu.

Sonra, gözlerini etrafında .kendini seyredenlerin üzerinde gezdirdi. Biraz ilerde duran ve konuşulanları dinleyen Yassıada Komutanı Albay Tarık Güryay’ı gördü.

“Size de tekrar çok teşekkür ederim, kısmette bu da varmış. Acaba Komutan bey bu konuştuklarımızı evime söyler misiniz?,” dedi.

Yassıada, Komutanı da: “Tabii, tabii söylerim,” dedi.

Herkes infaz işlerini unutmuş, sanki muhabbete dalmış gibiydi. Herkes Fatin Rüştü’yü dinliyordu. O, gene gayet soğukkanlı bir şekilde konuşmasına devam ediyordu:

"Pek güzel, gömleğimi burada mı giyeceğim?”

Baş Savcı Egesel: “Evet”, dedi.

Gardiyanlar gömleği sırtına geçiriverdiler.

Egesel gardiyanlara dönerek:

"Usuldendir, mahkûmun bütün eşyası üzerinde olacaktır. Gömleği çıkarın, masanın üzerinde kalan pardesüsünü giydirin, sonra da göm. leği giydirirsiniz” dedi.

Egesel’in konuşmasını dinleyen Zorlu; tebessüm ederek:

“Bırakın Baş Savcı Bey, pek uzağa değil, şuraya kadar gideceğim, pardesü giymeme değmez” dedi.

Ellerini gardiyanların giydirdikleri pardesünün cebine sokarak cebinden çıkardığı bir romanla, bir kâğıt parçasını masanın üzerine attı. Tekrar gardiyanlar çıkardıkları gömleği giydirdiler. Zorlu:

“Bugün kelepçe arkadan takılmışdı. Emin olun ki, çok rahatsız ediyor, ne olur beyler bu sefer de önden takın” dedi.

Baş Savcı : “Hayır, usuldendir. Arkadan takılacak” dedi. Gardiyanlar acele ile Zorlu’nun iki elini arkada birleştirdiler ve kelepçeyi taktılar. Bu sırada Zorlu:

“Ah acıdı, ” dedi. Egesel gardiyanlara kızdı:

"Biraz yavaş takın.”

Gardiyanlar mahcup oldular, üzüldüler. Etraflı bir sessizlik kapla dı. Gene her zamanki gibi bu sessizliği Zorlu bozdu:

“Haydi gidelim”, dedi etrafındakilere. Sonra geriye dönerek: “Arkadaşlar kusura bakmazsınız. Orada belki fiziki hatalar yaparım” dedi.

Zorlu önde, infaz heyeti arkada hareket edildi. Adanın geri cephesindeki tek katlı binalarının arasındaki toprak yoldan geçildi ve ikinci binanın yanına gelinmişti ki; Zorlu yavaşladı ve yanına yaklaşan Baş Savcı’ya dönerek :

“Baş Savcı Bey, size tekrar teşekkür ederim. Siz haklısınız. Hakkımda da o kadar çok dedikodu oldu ki, siz de o iddialarda bulunmakla muhakkak haklıydınız”, dedi.

Önümüzde duran tek katlı binanın köşesi dönüldüğünde yarım saat evvel Polatkan’ın görerek yanından geçtiği dar ağacının önüne gelindi. Cellatlar hazır bekliyorlardı. Zorlu, sandalyeye çıkmasına yardım eden cellâda dönerek:

“Siz bırakın beni, bırakın evladım. Ben kendi kendime çıkarım, o vakit daha çok hakkımı helâl ederim, sandalyemi kendim, vururum”, dedi.

Zorlu dediği gibi yaptı. Bir hamlede masaya ve oradan da sandalyenin üzerine çıktı. Ancak cellât boynuna geçireceği ilmiği iyi yerleştirememişdi, Zorlu:

‘‘Bir dakika, bir dakika evlâdım, ilmiği iyi takmadın.” dedi. Cellât hemen, masanın üzerine sıçradı ve ilmiği düzeltip daha aşağı atlamadan Zorlu:

“Allahaısmarladık, Allahaısmarladık arkadaşlar,” dedi ve sandalyesine tekmeği yapıştırdı.

Ne yazık ki, Fatin Rüştü Zorlu’nun kendisinin vurduğu sandalye masa ile ayaklan arasında sıkışıp kaldı. Bu durumu gören cellât ani bir hareketle uzanıp sandalyeyi Zorlu’nun ayakları altından alıver di. Zorlu’nun vücudu tekrardan düştü. Fakat gene de olmamışdı. Dar 

ağacından sarkan ve Zorlu’nun boynuna geçmiş ipin uzun tutulması ayak uçlarının bu sefer de masaya değmesine sebep olmuştu. Cellât ikinci bir defa hamle yaparak masaya ani bir tekme yapıştırdı. Bu sefer Zorlu’nun vücudu boşluğa sallanıverdi.

Kirli turuncu gök kubbesinin aydınlanan yüzeyinde siyah morumsu birçok küçük bulut, batıya doğru koşuyordu.

16 Eylül 1961 gününün sabahı olmuştu. Saat 05.10 idi.

46      / İRAN ŞAHI BİZİ NASIL HARCADI?

20 Mayıs 1961 tarihinde Iran Şahı Rıza Pehlevî ile eşi Melike Pehlevî Yeşilköy Havaalanında bir saat kalarak şehrimizden sessizce geçtiler. İhtilâlden önce, onaltı ay evvel de aynı şekilde ve bir saat kalarak geçmişlerdi. Haftalarca önceden kaz ciğerinden, tekir havyarına kadar Yeşilköy’deki bir büyük otele siparişler verilmişti. Her nasılsa İstanbul’da olmayıp da Ankara’da olan Bakanlardan bazıları, Şahı görebilmek için eşleri ile kuruldukları. Statiaon Wagonlanyle birkaç gün önceden gelerek Hilton’da çöreklenmeğe başlamışlardı. Şahın geldiği gün Yeşilköy Havameydanı karmakarışıktı. Basın kartımızı dokuz on defa göstererek alana girebildik.

O zamanın şöhretli Generallerinden bilâhare Yassıada sanıklarından Kemâl Binatlı, bütün foto muhabirlerini sıraya dizerek, “Yalnız buradan çekeceksiniz, resimler çok güzel olacak, gudebet şeyler istemem, yoksa bir daha içeriye sokturmam” diye emir vermişti. Az sonra gelen Şah, İstanbul’u fethetmiş bir Kumandan gururu ile şeref salonuna girmiş, kapılar da suratımıza kapanmıştı. Biz bir yığın Türk gazetecisi tarla şalgamı gibi ortada kalıvermiştik. İran Sarayının Protokol Müdürü gezi ile ilgili olarak lütfen iki satırlık açıklamada bulunmuştu. Kimse bize sahip çıkıp da, “Türk okuyucusuna sorumluluğu olan Türk gazetecileri ile görüşmeniz lâzımdır” dememiş, bizim bunu sağlamamız için gerekli imkânlarımızı da engellemişlerdi. O zamanki DP ricali ve şakşakçıları için böyle bir konu olamazdı ki. Oysa aynı günün akşamı Londra’da İngiliz gazetecilerini kabul eden Şah, onların her sualine cevap veriyor, Şahla ilgili haberlerin İngiliz gazetelerine konulmasını temin için lran;m Londra Büyükelçiliği ilân tarifeleri üzerinden ücret ödüyordu. Ve kasıntı Şah gururunu da silerek, kilotsuz gezmekle şöhret yapan bir İngiliz 

kadın gazetecisinin protokol kaidelerini çiğneyen çarpık sualine, “Benim hangi kadını sevdiğim değil, beni kimin isteyeceği mühimdir” diyordu. Ve şehrimizdeki bir saatlik duraklama için yapılan ellibin liralık masraf, Şah Çınar oteline gitmeyi reddettiği için terminale taşınırken eriyip gidiyor, uçağın kalkışına da yetişmiyordu.

47      / REKTÖR “ÇÜRÜMEK YAŞAMAKTAN ÎYÎDİR” DİYOR

28/29 Nisan 1960 olayları sırasında polisçe bir hayli tartaklanan İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ı yırtılmış kanlı gömleğiyle gözlükleri düşmüş, eli ayağı sinirinden titreyerek Vali Ethem Yetkiner’in yanma çıkardklarmda, Yetkiner: “Hocam, her ihtimâle karşı tatanoz iğnesi yaptırsak” diyor. Cevap : “Toprak üstünde sürünerek yaşamaktansa, altında çürümek daha iyidir!”,

48/SENATÖR MEBRURE AKSOLEY’İN PARTİZANLIĞI

Hâlen CHP Senatörlerinden olan Mebrure Aksoley hanımla ilgili bir anım. İnönü’nün Erzurum seyahatine katılmıştım. İstanbul’dan yataklı vagonla hareket etmiştik. Oktay Akbal da Vatan adına vazifeli bulunuyordu, Ekipde bulunan Mebrure Aksoley, Ankara’dan sonra dinleyici olarak sohbetlere katılan bir CHP senpetizanı tüccarı öylesine haciz altına alarak, CHP’ yi öylesine tutarak telkinlerde bulundu ki, adam iki gün sonra Erzurum’da inerken “Ayhan Bey, vallâ CHP’yi severdim, ka yıtlanmayı da düşünüyordum, fakat, bu kadar uzun ve İsrarlı konferanstan sonra CHP lâfından bıktım birader, kayıttan, kuyuttan vazgeçtim” dedi. Akbal da bu konuşmaya tanıktır.

49      / HERİFOĞLU YAĞCILIK İÇİN OĞLUNU KURBAN EDİYORDU

1959 sonlarıydı. Efradı ailelerin kedileri ile birlikte Vatan Cephesine katıldıkları günlerdeydik. Menderes’in Ceyhan’a girişinde, süslü elbiseler giydirilmiş, kurdelâlar içinde bir çocuğun babası tarafından elinde koca bir bıçakla yere yatırıldığını, kesilmek istendiğini gördük. Hiç şüphesiz mürai baba, pozla karışık blöf yapıyor, kimbilir ilçe dahilinde neyin patentini alabilmek için Başbakana yağ vermek istiyordu. Beşuş çehreli Menderes de bunu yutmadan, yutar görünerek, eli ile “Kalsın” işareti yaptı. Ancak, kafilede bulunan bütün gazetecileri bir telâş aldı mı? Evcet Güresin’den Mücahit Be şer’e, İlhan Engin’den Örsan Öymen’e kadar acı  acı düşünmeğe başladık. Haberi nasıl verecektik? Bir ara aklıma gelen pratik bir formülü arkadaşlar kabul edince durum halloldu. '“Dün Ceyhan’a girişimizde bir baba, oğlunu senbolik olarak kurban etmek istemiştir.” diye telefonlara sarıldık.

50      / TURHAN KAPANLI’NIN UNUTKANLIĞI

Rahmetli Menderes ile yaptığımız bu gezinin bir ilginç olayı da şudur: Bir ara, Adana’mn dar sokaklarında Başbakan’ m arabası dolayısıyla da kendisi kaybedildi. Herkesi bir telaş aldı. Yarım saatlik şehir içi dolaşmalarımızdan bir sonuç alamayanca o zamanki Adana Valisi Turhan Kapanlı, teşrifatçılığının zedeleneceği endişesine kapılarak renkten  renge giriyordu. “Bu civarda bir cami varsa, tamiri gerekip gerekmeyeceğini görmek için ona gidebilir” dedim .1 Bu tahminimi şüphe ile karşılayınca Vali ile bir piposuna iddiaya girdik. İkimiz de pipo içiyor ve bunun koleksiyonunu yapıyorduk. Tahminim doğru çıktı. Menderes’i “Yeni Cami”nin avlusunda bulduk. Pipoyu kazanmıştım. Fakat ne gezer!.. Koalisyon devirlerinde Bakanlık da yapan Turhan Kapanlı’ya bunu 3 defa hatırlattığım halde sözünü tutup pipoyu yollamadı.

51      / CUMHURBAŞKANIMIZ FAHRÎ KORUTÜRK’ÜN MEKTUPLARI

7 Nisan 1953 günü, Nâra Burnu önlerinde demirli Başaran Yardımcı gemisinin Kumanda Köprüsündeki Tuğamiral şehit denizaitıcılarımızın anılışı, dolayısı ile herkesi ağlatan çok duygulu, vakur konuşmasında;

“...Sana hergün Dumlupınar Kumandanlığına diye verdiğim işaretlerdeki gibi, sana yıllarca Dumlupınar Kumandanlığına diye hitap ettiğim gibi, o yazüarımda olduğu gibi, yine o kadar hakiki, yine o kadar samimi bir ifade ile fakat bu sefer son defa olarak, bu sefer filona mensup bütün arkadaşların adına sana hitap ediyor, sana veda ediyorum. Dumlupınar, nur içinde yat ve çevrende ebediyeti bekleyen sanlı ve şerefli ecdadın gibi tarihin ölmez sayfalarına geçirdiğin kaderindeki acılık için Milletinin vefalı kalbine güven. Bu memleket, bu vatan ve bu meslek, sana bir gün senin isminin altında yeniden can verecektir. Yüzlerce ve binlerce defa inip çıktığın denizlerin altında sen de etraftaki ecdadın gibi ebediyeti beklerken asil Milletinin kalbinde ilelebet yaşacaksın. Ruhun şâd olsun.” diyordu.

Başaran Gemisinin Kumanda Köprüsündeki denizci hâlen Cumhurbaşkanımız olan, o yılların Denizaltı Filosu Kumandanı Tuğamiral Fahri Korutürk’dü.

insanların yaşantılarındaki bağlantıları; zaman olur bir şarkı,, zaman olur bir hâtıra, zaman olur bir şiir sağlar. Koru türk ile benim aramdaki, benim için unutulmaz bağlantı da o günlerde, şehit denizaltıcılanmız için yazdığım ve Türk Dili Dergisinde yayınlanan “Teğmenim” adındaki şiirle başlamıştı. 15 Mayıs 1953 tarihli, Tuğamiral Fahri Korutürk imzalı bir mektup benim için en büyük kadirşinaslık oluyordu:

“Azizim Ayhan Hünalp,

Denize ve Türk Donanmasına olan meclûbiyetinizin bir ifadesi ve kalbinizdeki hassasiyetin bir delili olan Teğmenim şiirini derin bir tahassüsle okudum. Dumlupmar için, Deniz Mecmuasında bir ilâve nüsha yaptırabilirsem, bu suretle şiirinizi orada yayınlayarak denizci arkadaşlara da okutmak imkânı belirecektir.”

Çok önemli ve kritik bir kuvvetin üst rütbeli bir Kumandanı tarafından bir küçük ağıta gösterilen bu âlicenap davranış, sanat hayatımın en unutulmaz hâtıraları arasına girerken, 1956 yılında çalıştığım Tercüman Gazetesindeki “Vira Demir” adındaki 15 sayılık seri röportajımı hazırlarken Korutürk’ün başka yönlerini tanımak imkânını buldum. Gölcük’te, kendisine en son gün normal bir meslek ve muaşet kuralı olarak yaptığım vedâ ziyaretinde; “Gemilerimizin numaralarını, gizli silâhlarını yazmayacağım. Bunun dışında herhangi bir emriniz var mı, yazıları yayınlanmadan önce görmek ister miydiniz?"dediğimde şu cevabı vermişti: “Hiç bir ricam yok.' Mesleğinize herhangi bir müdahalede bulunmağa hakkımız yok. Esasen görevinizin verdiği sorumluluk içinde, sizler yazılıp yazılmayacak konuları gayet güzel ayırt edersiniz.” Böylece, daha 20 yıl önce en demokratik ölçüler içinde olan bir asker, bugün en önemli görevi yüklenmiş, omuzlamıştır. Donanma Kumandanı Tümamiral Fahri Korutürk olarak, o gün yayınlanan röportajda, daha o zamanlarda donanmamızın ve Deniz Ticaret Filomuzun ihmal edildiğine cesaretle işaret etmiş; “Biz bugünkü Türk Donanmasının mensupları muhteşem mâzi Bahriyesiyle ümit et

tiğimiz istikbâl Bahriyesi arasındaki köprüyü sağlam tutmaya çalışan bir neslin fertleriyiz .Vatanperverane duygularla bağlı olduğumuz mesleğimizin gereğini ifaya her zaman hazırız” demişti.

Ben, hâlen çalıştığı işyerlerine uzun yıllan kapsayan muka yelelerle bağlanmış, mesleğinde 5 yıl önce, 25 yıllık süreyi tamamladığı için “Basın Şeref Kartı”m kazanmış eski bir gazeteciyim. Hayatta beklediği hiçbir şeyi kalmayan kalender bir sanatçıyım. Bu hâtıralarımı, yeni nesillere örnek olması için yazıyorum. Bir Kumandan kij mesleğinin en üst kademesine ulaşmış, buna rağmen gencecik bir gazeteciyle bile münasebetlerini en zarif, en vefalı ve en kadirşinas bir şekilde sürdürebilmiş. Bir Kumandan ki, bir seri röportaj için oturup upuzun bir teşekkür mektubu yazmış, bu arada da aşağıda okuyacağınız gibi, kendisi tarafından yapılmayan, fazladan yazılmış iyi şeyleri de kabullenmemiş, tekzibini yapmıştı.

“20 Aralık 1955”

“Azizim Ayhan Hünalp,

Yazılarınızı büyük bir alâka ve memnunluk içinde okudum. Umumî efkârın da bu güzel seri yazıdan aynı zevk ve alâkayı duyduğunu kuvvetle ümit ederim. Fırtınalı ve yağmurlu bir havada, günlerce Donanmamızın içinde geçirdiğiniz zamanın hatırası sizce nasıl unutulmaz ise, bizim meçhul taraflarımızı geniş vatandaş kitlesine tanıtmak üzere sarfettiğiniz gayretlerle bütün arkadaşlar üzerinde bırakmış olduğunuz müsbet intibalar da Donanma mensuplarınca unutulmayacaktır. İnsan kendi hayatının romanını okursa, bu mutlaka anlayışlı bir kafanın ve cazip bir kalemin ifadesi ile olmalıdır. Siz yazılarınızda bize bu şansı verdiniz. Karakterli, kültürlü, azim ve hayatiyeti olan sizin gibi gençlere istikbâl; parayı bilmem, fakat mesleğine ve cemiyetine hizmet etmiş olmak, isim ve şöhret yapmak fırsatını behemehal verecektir.

Röportajınızda kabahatiniz olmadan bir noktada hakikat dışına çıktığınızı gördüm. Gölcük’ün yaratılmasında Oramiral Altıncan ile benim de bir mesai ve faaliyetim olduğu yolundaki notunuz hakikate uymamaktadır. Bulunduğum görevler', bana bu imkânı vermemişti. Bunun dışındaki bütün yazılarınız için gerek şahsım, gerek arkadaşlarım adına teşekkür eder, selâm ve muhabbetlerimi gönderirim."

, Donanma Kumandanı Tümamiral Fahri Korutiirk

Biz o zamanlar, günlük harcırahı 7 lira, aylığı 200 lira olan gencecik bir gazeteciydik. Böyle bir mektup, mesleğimizin en büyük t^Itiflerindendi hiç şüphesiz ve sorarım size, kaç idare adamımız bu kadirbilirliği gösterebilmektedir?

Amiral Korutürk herşeyi plânlı, ölçülü, gerçekçi bir askerdi. Benim röportajlarımla da ilgili olarak, “Donanma Kumandanlığı Kurmayı Harekât Şubesi Müdürlüğünün 15 Kasım

1955    tarih ve 9840/200337 numaralı” evrakı ile 2 sayfalık bir program hazırlatmıştı. Hangi saatte nerede, hangi gemide olacağımın tesbit edildiği bu plânda, “Gür” Denizaltısı ile 60 metreye dalacağımıza kadar bütün çalışmalarım kararlştı rılmıştı. İmzasını taşıyan bu günlük emri de tatlı bir hâtıra olarak saklamaktayım .

ATATÜRK İLE İLGÎLÎ ANISI

Korutürk’ün en ilginç hâtırası da, Gölcük Orduevinde, bana Emir Subayı Cemil Ayalp’m yanında anlattığı Atatürk ile ilgili hâtırasıydı, onu da kendi ağzından dinlemiştim, buraya büyük bir zevkle alıyorum:

(Karpiç lokantasında bir .aksam sivil olarak yemek yiyordum. Yalnızdım. Az sonra Atatürk de bazı arkadaşlarıyla gelerek az ötemde oturup içmeğe başladı. Bir ara garson küçük bir pusula getirdi. Gazinin elyazısı ile bir not vardı. “Ecnebice konuş,” diyordu. Ben de emre uyarak Almanca konuştum. Bunun üzerine Gazi Hazretleri, beni yanlarına çağırarak; “Bu beyler senin ecnebi olduğunu iddia ettiler, Garsonla Almanca konuşunca da, gördünüz mü deyip duruyorlar”, dedi. Durum anlaşılınca da çevresindekilere, “Benim yanıldığımı gördünüz mü hiç? Onun her halinden hem asker olduğu, hem de Türk olduğu belliydi” diyerek benimle sohbete başladı. Henüz soyadı almadığımı da öğrenince; “Şimdi pusulamdaki talimatımı tatbik ederek beni korudun, “Türk’ü de asker olarak koru. Soyadın da Korutürk olsun” demişti, i

Buraya kadar sizlere naklettiğim anılarımın üzerinden tam 21 yıl geçti. Şimdi çekildiğim köşemde, her hâtıra gibi bunlar da hafızamın ve gönlümün derinliklerinde demirli olarak kalacak.

Yukarıya aldığım yazımı, Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım “Şişe ve Cam” Dergisinin 1973 tarihli 66. sayısında yayınlamamdan sonra, Fahri Korutürk’den hayatımın en kıymetli meslekî hatırlarından olan aşağıdaki mektubu aldım.

18        Mayıs 1973

Azizim Ayhan Hünalp,

Benim için unutulmaz eski günlerin hâtıralarını canlandıran yazınızı okudum. Tanıdığım, duygulu kuvvetli ifadeler arasında; “5 yıl önce Basın Şeref Kartı kazandığı halde hayatta beklediği hiçbirşeyi kalmayan, çekildiği köşesinde oturan genç kalemi” yadırgadım! Halbuki “Tabiat, insan, toplum!” sizin gibi yaradılışlar için tükenir hazineler midir hiç ?Selâm ve sevgilerimle.)

Fahri Korutürk

(Cumhurbaşkanı)

Ben hayatı boyunca en küçük, en basit mektupları bile kimseye göstermemek gerektiğini, bunun en basit görgü kuralı olduğunu bilen, bundan ekmek yiyen bir meslek mensubuyum. Ketumiyet gazeteciliğin birinci prensibidir. Nitekim bazı Yassıada sanıklarının savunmalarım önceden aldığımız halde bunları kimden aldığımızı ısrarla, inatla öğrenmek isteyen Yassıada Garnizon Kumandanı Yarbay Tarık Güryay’a da söylememiştim. Ancak yalnızca bana ait olması gereken 3 mektubu gelecek nesillerin birşeyler öğrenmesi için buraya aynen alıyorum. 21 yıl önce büyük bir kadirşinaslıkla bana “Azizim Ayhan” diyebilen bir şair ruhlu denizci, bugünkü “Cumhurbaşkanı” sıfatı ile bana gene “Azizim Ayhan” diyebiliyordu. Ve böylece 21 yıl önce büyük yürekli olan bir Kumandan yıllarca soiıra tevazuu ile daha da büyüyordu... Yazımda adı geçen mektuplardan 21 Haziran 1973 tarihli Milliyet’teki “Olaylar ve İnsanlar” sütununda aziz meslekdaşım efendi gazeteci Hasan N. Pulur da bahsetmiştir.

52      / AMİRAL SAİT HALMAN ATATÜRK’TEN İMZALI ELLİ LİRA ALIYOR

Sait Halman, Yeni Türkiye’nin ilk genç deniz subayların dandı. Osmanlı Devletinin çöküş yıllarında, Bahriye Nâzın büyük Cemal Paşa’nın yaveri olarak çalıştıktan sonra, Almanya’ ya gönderilmiş; Birinci Dünya Savaşı’nda, o zamana kadar tarihin en büyük deniz savaşı olan Skajerak’ta fiilen çarpışmıştı.

Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Mücadelesi başlar başlamaz Millî Mücadeleye katılan ilk dört deniz subayından biri, Yüzbaşı Sait Talât’tı. Amiral Afif Büyüktuğrul, “Büyük Atamız ve Türk Denizciliği” adlı eserinde bu konuda “Yüzbaşı Sait Talât, Batum’da irtibat subayı olarak büyük hizmetlerde bulunmuştu. İstiklâl Savaşı’nda Monroseski’de İrtibat subaylığı görevi yapacak ve bu hizmette büyük politika başarısı gösterecektir. Rus limanlarında askerî politikayı yürüterek hem İstiklâl Savaşma fazla materiyal sağlamış, hem de altın yüklü Yunan bandıralı Enosis gemisinin yakalanma imkânlarım hazırlamıştır.”

Cumhuriyet kurulduktan sonra, hızla terfi eden Sait Hal man, önce İhtiyat Filosu Kumandanı, sonra Filotillâ Komodoru iken, 1935 şubatında, Atatürk Ege gezisine çıktığında, Filo Komutam Sait Halman’dır. Bu gezi sırasında, büyük Ata, Türk Deniz Kuvvetlerinin meseleleri ve ihtiyaçları konusunda Komodordan sık  sık ve uzun  uzun bilgi almıştı. Daha önce aynı sorulara cevap verenler, gerçekleri Ata’dan korkup gizlemişler. Bahriyenin “Üvey evlât” durumunu ve bunun yurt savunması bakımından sakıncalarını Sait Halman hiç çekinmeden anlatmış. Etraftakiler, Atatürk kızacak diye korkmuşlar. Aksine büyük önder demiş ki: “İşte bu devlete idare için böyle tok sözlü subaylar lâzım. Şimdiye kadar dalkavuklar ve korkaklar beni yanılttı.” Gezi bitip de Atatürk Ankara’ya dönünce Amiral’e imzalı bir fotoğrafım yolladı. Büyük Ata’nm imzalı, onbeş  yirmi fotoğrafından, biri olan bu değerli resim, yıllarca çalışma oda sının duvarında asılı durdu. Doğruyu söylediği için onu terfian Millî Müdafaa Vekâleti Deniz Müsteşarı tayin ettiler. Sait Halman; “Atatürk, yeni düşüncelerden, hattâ tenkitlerden irkilmeyen, doğruluğa gönül vermiş kimseleri mükâfatlandıran bir büyük insandı.” der.

1930’larda Türk Donanmasına birkaç gemi ve denizaltı kazandıran Sait Halman, İkinci Dünya Savaşı yıllarında önce Denizaltı Filosu, sonra Harb Filosu Komutanıydı. (Denizaltı Filosu komutam iken, Filonun Kurmay Başkanı şimdiki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’tü.) Amiral Büyüktuğrul, kitabında, Amiral Halman’ın bu yılları hakkında şunları yazmaktadır: "Müsteşar olarak hizmeti çok büyük olmuş. Deniz Kuvvetlerine gemi ve stok malzeme kazandırdığı gibi Ulaştırma Bakanlığı da, İkinci Dünya Savaşında O’nun Deniz Kuvvetlerine yaptığı büyük stoklardan yararlanarak büyük sıkıntıları atlatmıştır.” Son görevi İstanbul Deniz Komutanlığıdır. Emekliye ayrıldığından birkaç ay sonra, 55 yaşında vefat etti.

Amiral Halman, bambaşka bir çağın değişik, kişiliği kendine özgü bir denizcisiydi. Otoriteye ve disipline mutlak olarak inanırdı ama, genç bir subayken bile hiçbir vakit sözünü sakınmamış, doğru bildiğini üstlerine dürüstçe, açıkça söyleyip savunmuştu. Yaman bir sesi vardı: Derler ki Mecidiye’nin güvertesinde bağırdığı vakit, Hamidiye’nin güvertesindekiler bile selâma dururmuş. Aynı sert Komutan, meşru beşerî sıkıntıları olan astlarının derdine çâre bulmak için çırpınırdı. Baba dan kalma bir evini ailenin bir emektarına armağan etmişti. Ama, Devletin bir kuruşunu israf eden herkesin amansız düşmanıydı. Atatürk Türkiye’sinin lâik yönetimini her zaman inaçla, heyecala destekledi; yine de kendi din yaşantısını ve karla devam ettirdi: bu konuda oğlu aziz arkadaşım, dostluğu ile iftihar ettiğim vatanperver sanatçı Talât Sait Halman şunları söylüyor: “Hiç unutmam, Gölcük’te sabahları evden “Erkin”ç ya da "Yavuz”a kadar birlikte yürürdük, yol boyunca fısıltı halinde dualar okurdu. Bütün ömrünü savaş ve savunma çabaları içinde geçirmişti, ama asıl ilgisi, bilim ve tarihti. Kendi neslinde. Denizcilik konusunda telif ve çeviri en fazla kitap yayınlamış subaydı. Gelgelelim, en parlak fikrî faaliyeti askerlik dışındaki konulardaydı, istese başarılı bir yazar olabilirdi, Tarih, siyaset, iktisat konularında geniş bilgisi vardı. Üslûbunun gücünü Dünya ve Türk Denizcilik Tarihi konusunda yazdığı eserlerde, Almancadan ve İngilizce’den yaptığı çevirilerde görüyorum. Ama daha önemlisi, siyasal gelişmeleri değerlendirmekte şaşmaz bir isabeti vardı. Babama göre, toplumun her üyesi, yeni düşüncelere ve oluşumlara kafasını ve kalbini daima açık tutmalıydı. Ama, hiçbir etkiye körükörüne kapılmamalı, herşeyi denektaşına koymalıydı.”

Gerçekleri aramak, ülkülere hizmet etmek, Türk ulusuna güvenmek bağımsız düşünceye saygı göstermek, entellektüel dürüstlükten vazgeçmemek, her olayı engeniş acılardan yorumlamak, doğru bildiğini düpedüz ve dobra  dobra dile getirmek, yararlı yönetimcilere inanıp güvenmek ve yarım  yamalak ya da yalan  yanlış adamlara göz açtırmamak, Türk ulusunun kendi siyasal, kültürel ve manevi değerini bir yaratıcı ideoloji olarak geliştirmek... Sait Halman, bu anlayışla düşünen ve çalışan Atatürkçülerden biriydi.

Atatürk’le Halman’m bir poker oyunu vardır. Oyunu izleyenler anlatırlar. Amiral Afif Büyüktuğrul da “Büyük Atamız ve Türk Denizciliği” adlı eserinde bu hâtıraları yazmıştır. Ata, Halman’ı pokere çağırıyor ve oyunun sonunda elli lira kaybediyor. Yaveri Nuri Conker, cebinden elli lira çıkarıp Sait Hal man’a veriyor. O zaman Albay olan Halman, Ata’ya bakarak diyor ki: “Kim kaybederse parayı kendisi verir.” bu talep, Ata’ mn çok hoşuna gidiyor. Gülümsüyor. Elli lirayı yâverinden alıp imzalayarak Sait Halman’a veriyor.

58 / SEPETTEKİ YILDIRIM TELGRAF

Kasım Gülek’in hâdiseli geçen Karadeniz gezilerinden birisindeydik. Rize Savcısı Gülek’in basit bir konuşması için soruşturma açmıştı. Önüne gelene, “Gülek ayakta mı konuştu, oturarak mı?” diyordu. Ayakta konuşmuşsa, Toplantı, Yürüyüş Kanununa mugayirmiş. Oturarak konuşmuşsa suç değilmiş. Ben “Hem oturarak, hem de kalkarak konuştu” demiştim. Ge ceyarısı saat iki olmuştu. Akşam nöbetçimiz Rüstem Ağabey in henüz uyumuş olacağını düşünerek telefon yerine yıldırım telgrafı çekmeği tercih etmiştim. Üç gün sonra İstanbul’a döndüğümde, baktım haberim kullanılmamış. Cihad Baban da “Atladın” diye bir karış surat asıyor. Telgrafın makbuzu da o curcuna arasında kaybolmuş. İstihbarat odasında sağa  sola bakınırken, mavi kâğıtlı yıldırım telgrafımı kâğıt sepetinde görmiyeyim mi? “Paris Soir”u “Kapattım’ ’diyen General Nurettin Aknoz’un devrinde gazetelerimizin hali de üç aşağı  beş yukarı böyleydi.

54 / MARMARA ADASININ ZAMPİK İMAMI

1956    yılında üç balık adamla Marmara’da bir gezi yaptık. Tercüman Gazetesinde yayınladığım bir röportajdaki anılarım arasında bir tanesi çok ilginçtir. Bir ara aramıza en küçük adam olarak, bugünün büyük sanatçısı Genco Erkal da katılmıştı. Marmara Adasının bir köyünde, ayaklarımızda şortlarımızla sahile çıkmıştık. Yerli halktan iki üç kişi ile, temmuz sıcağında kafasındaki lacivert yünlü bereyi çıkartmayan İmam, “Burada böyle gezemezsiniz, bizim ailelerimiz var ayıptır!” demişti. Biz de hırsla motorumuza dönüp güvertemizde konaklamıştık. Aynı imamı akşam gürültü, patırdı bir kümes içinde komşusunun hanımıyla “Zina” halinde yakaladılar!

55      / KÖYLERDE'SEVİLMEYEN ÖĞRETMENLER DE SUÇLUDUR

Konya’nın Ilgın ilçesinin “Balkı” köyünde bir ilkokul öğretmeni vardı. İnönü’ye refakat ettiğim gezilerin birisinde tesadüfen yolumun düştüğü köyden bu öğretmenin çok ilginç hikâyesini dinlemiştim.

îlk günlerde köylü öğretmene karşı çıkıyor, bebelerini okula yollamıyor. Geceleri de öğretmenin evi taşlanıyor. Birgün öğretmen bütün köyün erkeklerini üzerinde hayvanların otladığı köy mezarlığının önünde topluyor, “Hepimiz, topraktan çamur, çamurdan kerpiç, kerpiçten de mezarlığınıza duvar yapacağız.” diyor. Bütün köylüler öğretmenin bu teklifine şaşırarak, “Peki ama neden?..” diyorlar. Öğretmen de “Çünkü ölünce ben de buraya gömüleceğim. Ben gidici değilim, kalıcıyım. Üstümde hayvanlar gezinsin istemem” diyor. Bunun üzerine bütün köy duvar yapımına geçiyor. O günden sonra da bütün bebelerini okula yolluyorlar. Öğretmenin adı: Hüseyin ‘Cavit Aydın. Bu öğretmen “Balkı” köyünde caminin imamından da çok seviliyordu. İnsanları sevmek de, insanlara kendisini sevdirmek de bir sanattır.

56      / ROMATİZMAYI NASIL ALDIM

Zaten bizim meslekte, koşmaktan enfarktüs, ayakta durmaktan romatizma zihnî yorgunluktan da sürmenaj olunu". Çoğumuzda bu dört hastalık birden bazılarımızda da nöbetleşe bulunur. Ben olaylara çabuk yetişememek endişesi ile otobüste, vapurda oturamamaktan varis olmuştum. Romatizmayı da 1968 yılında Tercüman’dayken Nejat Tözge adında sporcu bir gencin tek kürek kullanarak İstanbul’dan Çanakkale’ye kadar akıntılardan istifade ederek 11 günde gidişini takip ederken yakalanmıştım. Kumanyacımız Rüstem Işın ile, Fotomuhabirimiz Hilmi Gümüşdere de o günleri gayet iyi hatırlarlar. Hareketten önce, İdare Müdürümüz Nabi Dinçer, her üçümüzü çağırarak “Evlerinizden birer battaniye alın” demiş, fakat hiçbirimiz bunu maddî imkânsızlıklardan ötürü yerine getirememiş, meslek aşkıyla da üzerimize örtünecek birşey almadan denize süper enayiler gibi açılmıştık. Bindiğimiz gırgır motorunun personeli halimize acıyarak gece örtmemiz için branda bezleri vermişlerdi. Fakat, sabahları bezi sıktığımız zaman denizin rutubeti avuçlarımıza akıyordu. İşte o sular, yıllarca sonra romatizma olarak karşımıza çıktı.

57      / O GÜNLERDE BİR ÂLEMDİK

Şimdiki gibi toplu sözleşme düzeninin olmadığı o günlerde zaten bir âlemdik. 300 lira aylık alır, geceleri ücretsiz nöbet tutar, yazılarımızı ücretsiz yazar, seyahate çıkınca da üç öğün yemek ve otel ücreti olarak 7 lira 30 kuruş yövmiye alırdık. İstihbarat odasında 9 kişi *7 sandalye ile 2 daktiloyu ve 1 telefonu paylaşırdık. Tiyatrolardan gelen davetiyelerden de bir tanesini bize veren çıkmazdı. Hep üstüne otururlardı. Nitekim, İstihbarat Servisi Deniz Muhabiri için Denizcilik Bankası tarafından, vapurlarda kullanılmak üzere verilen “Hamiline mahsus” paso da elimize geçmez. İdare Müdürünün metresleri tarafından kullanılırdı. Her yıl bu konuda atlatılmak gücüme gidiyordu. Bir gün pasoların dağıtım zamanını takip edip Denizcilik Bankasındaki ilgili zata giderek, “Gazeteninkini bana teslim edeceksiniz, yoksa bunun kimin tarafından kullanıldığım teşhir edeceğim” diyerek işi suyun başından halletmiştim.

58      / BOĞAZLAR KUMANDANLIĞININ “ASKERÎ SIRRI”

Önüne gelen bize çatardı. Aklı eren de, ermeyen de bize çatardı. Biz hep küçük gazetecilerdik, biz hep çoluk  çocuktuk. Fakat nasıl çalışırdık, haberlerimizi nasıl alırdık, bunu bilen kaç kişidir?

Küba ablukası günlerindeydik. Hürriyet İstihbarat servisinde çalışıyordum. “Harkov” adında 20.000 tonluk bir Rus şilebi Karadenizden gelerek Marmara’ya açılmıştı. Gazetenin te rasasındaki yangın merdiveni ve babamın Çanakkale savaşlarından kalma sahra dürbünü bu bakımdan çok işime yarardı. Limana indiğimde gemi acentası yükün buğday olduğunu söyledi. Aradan bir süre geçti, Amerikan ajansları abluka hattına yaklaşan 3 Rus şilebinden birisinin “Harkov” olduğunu yayınca, hemen kendimi tanıtarak Deniz Kuvvetlerimize bağlı Boğazlar Kumandanlığı Nöbetçi Subaylığını aradım ve geminin geçen süre içinde bu mesafeyi alıp alamıyacağmı sorarak, adı geçen geminin bende bulunan resmini yayınlayacağımı, o zamanlar yalan ve yanlış haberlere karşı cidden hassa olan gazetemizde karavana (yalan) haber vermiş olmak istemediğini belirttim. “Bu askeri sırdır” diyerek telefonu suratıma kapattılar. Derhal yeniden açarak, bir gazetecinin ve Yedek Teğmenin nelerin sır olacağını bileceğini, Rusların bizim muhriplerimizi Karadenize çıkmadan haber almalarına karşılık bize boğazdan geçen Rus gemilerinin adlarının açıklanmasının sır olamıyacağmı anlattım. Fakat, telefonun ne vakit kapandığını kestiremediğim için savunmanın ne kadarının duyula bildiğini hatırlayamıyorum. Ben her türlü övünmenin dışında şunu belirteyim ki, habere saldıran ve sonunu bırakmıyan acar bir gazeteciydim. Deniz Kuvvetleri .Kumandanlığına ayrıca resmî bir yazı yazarak durumu özetleyip gereken şikâyetimi de yapmıştım.

59      / “KAYDA DEĞER HİÇ BÎR ŞEY YOKTUR”

9 Nisan 1962 tarihinde İstanbul limanında Şehir Hatlarının 53 numaralı yolcu gemisi ile Silivri Limanına kayıtlı olan “Güzelşener” motoru çarpıştılar, müsademe neticesinde motor battı, 4 kişilik personeli kurtarıldı. Havadis Gazetesinde Deniz muhabiriydim o sırada. Paralel telefonun bir ucunu Yazı İşleri Müdürümüz Semih Tuğrul’a vererek, “Bakın şimdi Liman Başkanlığı önemli olay var mı dediğimde, kayda değer bir şey yoktur” diyecek dedim ve Liman Başkanlığı Nöbetçi Memurunu aradım. “Kayda değer hiç bir şey yoktur” dendi. Basın teknisyenleri tarafından en iyi sekreter ödülüne lâyık görülen efendiler efendisi Semih Bey bile, “Zor haber aldığınızı bilirdim ama bu kadarını tahmin etmemiştim” diyerek yandan çarklı bir kahve ısmarladı bana.

60      / ABES ÎLE İŞTİGAL...

Hikâyeci Fahrettin Celâl Göktulga’nm Başhekimliği sırasında “Bakırköy Ruh ve Sinir Histalıkları HastanesF’nde röportaj hazırlıyordum. Hikâyeci Göktulga, sırtıma beyaz bir gömlek vermişti, beni doktor sanan hastaların arasında istediğim gibi dolaşıp çalışıyordum. Yıl 1955 hiç unutmam, yazılarımı beğenen patronumuz Cihad Baban açıktan 50 lira ikramiye vermişti. Aylığım 200 lira olduğu için zevkten dörtköşe olup amuda kalkmıştım. İşte bu dolaşmalarım esnasında “Degol” 

diye anılan şöhretli bir hastaya, “Buraya neden düştün”? dediğimde, iki saniyelik bir duraklama ile şahane bir cevap yapıştırarak, “Abes ile iştigalden” deyivermişti. Deli dediğimiz., adamın iki saniyede bulduğu cevabı, normal dediğimiz bugünün maddeci aclamı acaba iki dakikada anlayabilir mi?

61      / “DİLNİŞİN” GEMİSİNİN KAPTANI BENİ MAHKEMEYE VERİYOR

Odaya giren polis, bıyık altından gülerek, “Geç bile kaldılar senin gibi delifişeklerin mahkemeye verilmeyişi acayip olurdu zaten” dedi. Adamcağızı her gün balık tutarken posta ediyorum diye beni sevmeyen bir karakol polisi sadistçe bir zevkle mahkemenin davetiyesini bana uzatırken, meraktan, ve ilk toyluğun verdiği çekingenlikle kuyruk sokumumdan ter boşanmıştı. Şehir hatlarının “Dilnişin” Gemisi Kaptanı beni kendisine hakaretten, memura vazife başında sağ yumruğumu müstehcen bir şekilde yüzlerce yolcunun önünde sallamaktan dolayı mahkemeye veriyor, Yargıç da ilk tahkikatım yaparak,' “Bir söyleyeceğin var mı?” diyordu.

Olay şuydu: Bir süre önce, devamlı Beşiktaş  Üsküdar seferini yapan tek uskurlu eski ve harap “Dilnişin” gemisi “Skoda” adında 5 bin tonluk bir Yugoslav tankerinin önüne çıkmış,, geminin devamlı ikazlarına rağmen hatalı rotasında ısrar et: miş, müsademe kılpayı ile önlenmişti. Bu arada bütün kadın, çocuk ve yolcular çığlık  çığlık yerinden kımıldatılması imkânsız tahlisiye simitlerine saldırmıştı. İşte benim suçum buydu, bunu yazmıştım. Meğer Kaptancığın terfi senesiymiş, 20 liralık zammı altı ay sonraya kaldığı için bana muğber olarak 1954 yılında o zamanki Üsküdar iskelesinin Başmemuru ile polisini de yalancı şahit olarak ayarlayıp, aleyhime dava açıyor ve “Kuzguncuk’tan gelen gazeteci Ayhan, Beşiktaş aktarmasına yetişemediği için bu haberi uydurdu, bana da iskelenin üzerinden müstehcen işaretler yaparak yumruğunu salladı. İskele polisi ile başmemuru da şahittir” diyor. Evet, gerçekten, Boğaziçinden gelen vapurlar tam yanaşırken, bu gemi ve diğer aktarma gemileri yolcuyu çileden çıkarmak için iskeleden ayrılır ve Kaptan Köprüsünden küstahça bize bakarlardı. Bu bakımdan benim değil, bütün yolcuların bu Kaptan bozuntularından sorulacak hesaplarımız vardır. Hepimiz bu yüzden 30 dakika kaybederdik. En az yüz kişi böyîece 50 saat kaybet

miş olurduk, bunu kim anlar, kim dinlerdi? Aldı Ayhan mahkeme davetiyesini bakalım ne dedi: “Efendim bir Türk vatandaşı olarak bana inanmazsanız, lütfen Yugoslav Gemisinin seyir jurnalini talebederek tetkik edin, haberimin doğruluğunu ora dan gayet iyi tahkik edersiniz. Gerekirse bu anı yaşayan yolculardan da yeteri kadar şahit bulabilirim” dedim ve gazetede bir küçük haberle beni savunacak şahitleri davet ettim. Bir tek yolcudan cevap aldım, bu da ayrı bir konudur. Bu arada ağabeyliği ile iftihar ettiğim emektar gazetecilerden “Baba Rahmi” dediğimiz Rahmi Karaca, araya girerek Kaptandan kötü bir kastimiz olmadığmı, benimle uğraşmamasın;, rica etti, o da davasından vazgeçti.

62      / GAZETECİLİK OYNAYANLAR

Gazeteci vardır, gazetecilik oynayanlar vardır. Bundan ötesi hikâyedir.

Bir avukat, bir doktor, bütün müşterilerinin sırlarını, hücrede günah çıkartan papaz gibi, enineboyuna bilir. Bütün müşterilerinin çeşitli gizliliğine el atar. Bunlar, gönlü ile musallaya giden yol arasında kalır. Zamanzaman herhangi bir avukat, herhangi bir doktor, kendisine tevdi edilen sırları, orada burada cömertçe piyasaya sürer. Bu takdirde, doktor veya avukat müşterisini kaybeder. Sırrını açıkladığı müşterisi de en çok ikiyüz  üçyüz kişilik gurupların nazarında teşhir edilmiş olur. Durumun çoğunlukla bütün sınırı, bütün sorumluluğu bundan ibarettir. Şifahi isnatların ötesine de geçemez. Zamanla unutulup bir daha hatırlanmaması da mümkündür.

Gazetecilikte ise, sır saklamak, haber kaynağının açıklanmaması, yukarda açıkladığımız misallerle mukayese edilemiye cek kadar geniş, şümullü ve vahimdir. Zaman  zaman en yetkili şahısların ağzından öyle şeyler duymuşumdur ki, bunlar yazıldığı zaman memleket çapında akisler bırakarak, derhal büyük toplulukların arasına mıknatıslı mayınlar döşeyebilirdi. Bunları ölünceye kadar saklamayı meslek ve insanlık borcu sayarım.

Şimdi yukardaki sözlerimizin boşlukta sallanmaması için bir örnek veriyorum. Ve okuyucularımı bilirkişi tayin ediyorum. Yargınızı siz verin.

1956 yılında Karadeniz Boğazından 2 Rus açıkdeniz Kruvazörü geçmiş, bunların fotoğrafları da 10 bin fit yükseklikten

Eskişehir Hava Üssümüze ait 112. Filoya mensup uçaklarımız tarafından çekilmişti. Rusların o zaman farkına bile varmadıkları bu durum, Eskişehir Hava Üssümüze mensup bir Kurmay Albay tarafından yazılmamak şartıyla Eskişehir’deki özel bir toplantıda, benim de içinde bulunduğum 7 gazeteciye açıklanmıştı. Kurmay Albay, bize itimat ederek, Hava Kuvvetlerimizin o zamanki imkânları içinde büyük bir başarısını bize ulaştırmakla meslekî bir zevk duymuş, bizi de aydınlatmıştı. Orada bulunan 7 gazeteciden ancak 5 tanesi meslek ananelerine sadık kalarak bu haberi kullanmadık. Fakat 2 tanesi işin vehametini Yazı işleri Müdürlerine de söylemeden, “Atlatma haber” diye verdiler. Bunlardan birisi Kayhan Sağlamer’dir. Bunun üzerine haberi bize veren Kurmay Albay hakkında Askerî Mahkemeye sevk muamelesi yapıldı. Bu bir. Görevinden çok pasif bir vazifeye alınd:,, istikbali körlendi. Bu iki. Havaordusu aktif ö devlerde de ondan daha büyük hizmet beklerken bunu kaybetti. Üç. Durumu öğrenen Ruslar Dışişlerimiz kanalıyla resmî protes toda bulundular. Bu dört. Hava Kuvvetlerimizin basma itimadı kalmadı. Bu beş.

Gazeteciliği herhangi bir maceranın dışında ideal olarak alanlar, gazetecilik oynamak istemeyenler, yazılmıyacak haberlerle, haber kaynaklarına karşı olan sorumluluklarını unuttukları anda, gazeteciliği bırakıp işportacılık yapmalıdır. Gazeteci vardır, gazetecilik oynayanlar vardır, bundan Ötesi hikâyedir.

63      / ASPARAGAS VE DE KOFTÎ HABERLERİN KRALLARI

Şimdi yazacağım 5 haberi yazan 5 arkadaşım beni bağışlasın. isimlerini yazmadığım için kötüniyet arayıp arkamdan beddu etmesinler.

Bir arkadaşımız, rahmetli Menderes’in heryeri istimlâk ettiği günlerde, istiklâl Caddesinin bir tarafındaki ve Taksim Tünel arasındaki bütün binaları 10 ar metre geriye altlarına tekerlekler koydurarak çektirileceğini yazmış haber 1959 yılında Tercüman’da 1. sayfada 4 sütun başlıkla çıkmıştı.

Bir arkadaşım Çanakkale DP. Î1 kongresine gittiğinde, “Dumlupınar” Denizaltımızm yıllarca önce battığı Naraburnu nun derinliklerinden bazı geceler tekbir sesleri duyulduğunu, bunların şehit 81 denizaltımızdan mesajlar olduğunu yazmış ti. Haber 1959 da gene Tercüman’da 5 sütunluk bir yazı olarak verilmişti.

1954    yılında, Hürriyet’in manşeti, “Marmara denizinde bir Bulgar Denizaltısı yakalandı” şeklindeydi. O zamanlar boğazlarda çelik denizaltı ağları da bulunduğundan, haber tamamen hayal mahsulüydü ve denizin üstündeki boş bir gaz bidonundan ibaretti.

Şilepçilik işletmesine ait 4 şilebimizden Atlantikte üç gündenberi haber alınamadığı yazılıyordu. Haber Yeni Sabah Gazetesinde 1957 yılında manşet olmuştu ve 4 şilepte cem’an 180 denizci bulunuyor, ortalama her birinin 5 kişilik ailesi olsa 900 kişiyi çok yakından ilgilendiriyordu ve bunların içinde bir tane de kalp hastası yok muydu? Bu haberi okuyunca kimbilir ne hale gelmişti. Biz iyi kötü bu kabil haberlerin yazılmasına karşı çıkar, o zamanlar üyesi bulunduğumuz “Türkiye Gazeteciler Sendikası Haysiyet Divam”nda bile konu eder fakat önleyemezdik. Sonradan kurulan “Basın Şeref Divan”ı ise daha da yetersiz çıktı.

Bir arkadaşım da Milliyet’te Türk Rus hududunda bir nöbetçimizin 80 metre ötedeki Rus nöbetçilerini bakmak suretiyle bayılttığını, Rusların bu nöbetçimize vazife verilmemesini istediklerini yazmış ve adı geçen haber de Genel Yayın Müdürü Abdi îpekçi’nin izinde olduğu bir gün, Milliyet’te şakır  şakır çıkmıştı.

64      / KALLEŞLİĞİN DANİSKASI

Bir ara aylıklarımızın rekaketli olarak, kademeli olarak, ödenmesi ben Tercüman Gazetesi İstihbarat Şefi iken bütün servisin moralini bozmuş ve bütün arkadaşlar istifaya karar vermiştik. Gerekli mektuplar hazırlanınca cebimde 7 mektupla, o zamanki patronumuz Semih Tunca’yı görmek üzere Beyoğ luna “Tanca” Mağazasına geldim. Olaylardan haberdar olan Semih Tanca bir hayli sinirlenmiş olarak beni karşıladı ve “Hünalp hiç bozulma ve o mektupları alıp sahiplerine götür, hepsi şu anda gazetede vazifelerinin başında, istifalarından vazgeçtiler, sana da bu ders olsun” dedi. Bunun üzerine:

“Yürü dediler yürüdüm — Döndüm ardıma baktım — kimseler yok” şiirimi yazmıştım.

65      / SAHİP DEĞİŞTİRİYORUZ

Bir akşam eve gittiğimizde gazetemizin sahibi “Cemal Hünal”dı. Ertesi sabah geldiğimizde bir de baktım, “Nihat Karaveli” olmuş. Hepimizde bir telâş. Orhan Veli’nin lapinala "ina döndük. Kuruluşundan 15 gün önce çalışmağa başladığım, 5. yılımı tamamladığım Tercüman Gazetesi çalışanların gıyabında satılmıştı. O sırada gazetede tefrika 'edilen “Vapur Düdükleri” romanım için 1200 lira alacaktım. Bunun 600 lirasını avans olarak almıştm, kalanını da tefrika bitince alacaktım. Arkadaşlar “Artık sen bunun üstüne su iç” demeğe başlamışlardı. 1950 yılında “Yeni İstanbul” Gazetesine “Küçük İstasyonlar” adlı romanımı da 150 likaya sattığım için bu konuda mağdur olmaya karşı bağışıklık kazanmıştım. Ancak, geçim sıkıntıları içinde bunalırken, paramın kaybına da razı olamazdım. Sonuç bu parayı tahsil edebilmek için tam 4 ay uğraştım. Cemal Hünal, Nihat Karaveli’ye; o da Cemal Hünal’a yolluyordu. En sonunda iş dava konusu olmak üzereyken Karaveli’den aldım ama, akşam eve dönüp müjdeyi verdiğim zaman eşim, Berna sevinçten ağlamış, inanmayarak, “Sahi mi?” diye boynuma sarılmıştı.

66      / GAZETECİNİN TARAFSIZLIĞI

1940 küsur yıllarında gazeteciliğe başlayıp, 1950—1960 yıllarında kişiliğini bulan bir gazeteci nesli, gerçekten bugünümüzün magazin ve seks gazeteciliği ile mukayese edilemeyecek kadar kaliteli ve iddialı olarak gelip geçmiştir. Biz herşeyden önce objektifliği ve samimiyeti esas alırdık. Bir gün, CHP İstanbul İl Kongresinde Basın masasında oturan devrin şöhretli ve aktif gazetecilerinden Orhan Birgit, gazeteci olarak bulunduğu yerden, kongreye gelen İnönü’yü partili olarak alkışlamaya kalkmıştı. O zaman kendisine delegelerin arasını göstermiş “Yerin orası” demiştim. Çanakkale, Bandırma CHP II kongrelerine giderken de, DP’liler tarafından yollarda çıkartılan flâ maları bileğinin kuvvetiyle herşeyi göze alarak yırtardı. Çok fedakâr ve feragatli bir partiliydi. O da zaten zamanla politikacılığı mesleğine tercih etmişti. O günlerde İnönü'ye olan aşırı sevgisinden ötürü de objektif sistemimizi yadırgamıştı. Orhan Birgit bugün ortanın soîu hareketinde yerini alarak “Ak günlere” yolculuğunda çok önemli ve başarılı hizmetler görmektedir.

67/ MÜKÂFAT PRİMİ VE İŞTEN ÇIKARTMA

1962 yılında Hürriyet’te “Haydarpaşa Hastanesinde Dok torsuzluktan kapanan Nüroloji Kliniği” diye özel bir haberim için 100 lira prim aldığımdan 17 gün sonra, yılbaşına iki gün kala; “Yılbaşından sonra bağlıyacağımız yeni sistemimizde beraber çalışamıyacağımızı bildiririz” diye ve işveren adına “Cemal Altop” imzalı hiç tanımadığım birinden bir mektup almıştım. Aynı şekilde 4 mektup hazırlanmış. Benden başka, Rüçhan Arıkan, Ulvi Okar ve Sacit Dinç için. Haldun Simavi bey, Rüçhan ile Ulvi’yi tanıdığım söyleyerek “olmaz” demiş, Sacit ile benim için “Ben yokken işe almışsınız, ne isterseniz yapın” demiş. Ben bir yıldır, Sacit’de beş yıldır Hürriyet’te çalışıyorduk. Netice ikimizi de çıkardılar. Ben girerken, “Gazetecinin kıdemi, gazetemizde işe başladığı tarihtir” yazılı bir kâğıdı, işsiz olduğumdan, başka yere de giremediğimden mecburen imzalamış, “İşim olsun da, tazminatım olmasın” demiştim. Bir maaş brüt aylığımı, 1010 lirayı alarak kendimi kaldırımda buldum ve de dört ay işsiz gezerken, birçok arkadaşım, hiç huyum olmadığı halde, belki borç para isterim diye kaldırım değiştirdi. Aradan bir  iki yıl geçince, Sacit gene aynı müessesede iş almış, ben daha avantajlı yerlerde “Yazı İşleri Müdürü” ünvanı ile mesleğime devam etmiştim. Ancak bu olay bende büyük bir kırılma yapmış, önüme gelene, “Yüz d,efa doğsam yeni baştan, yüz defasında da gazeteci olurum, ancak, düşmanıma gazeteci ol demem” diyordum.

Bana göre olayın iki yönü vardır. Birisi: Bâki Süha Edip oğlu ile Tarık Gürcan benim “Vapur Düdükleri” romanından bir pazar sabahı radyoda bölümler okumuş, bu işlere hiç sebep yokken pek bozulan Yazı İşleri Müdürüm “Çatık kaşlı Necati Zincir kır an”, “Senin şiirini okudular” demişti. Ben de “Ağabey, onlar şiir değil, romanımdan parçalardı” demiştim. Buna bozulmuştu, bir. İkincisi de bir adliye haberimde, “İki eski arkadaş birarada efkâr teatisinde bulunmak için bir kadeh rakı, iki kadeh bira, üç kadeh votka derken, birisi öbürünün apandistim alıvermişti” diyorum. “Birarada”yı birahane okuyan ve kenarına, “Birahanede bu içkiler bulunur mu?” diye yazan Necati’ye gidip, “Ağabey, yanlış okumuşsun ben birahane yazmadım, birarada yazdım işte bak” dedim ve “üstelik Türkiye’deki birahanelerde de her çeşit içki bulunur, o senin dediğin belki Almanya’dadır” diye çok efendice ve centilmence söyledim.

Benim yönümden bütün hikâye bundan ibaretti. Biraz da o sırada yayınlanan “Vapur Düdükleri” romanımın Bâbıall patronlarının aleyhinde olması ile birlikte beni sendikal çalışmaları destekleyen fikir işçisi olarak, yâni olduğum gibi görme siydi. Fakat herşeyde bir hayır vardır. Benim gazeteden çıkmamdan 17 gün sonra, Çatalca’da yolda kalan trene giden aziz arkadaşım Yüksel Kasapbaşı, Abidin Behpur ve Şöför Yüksel Öztürk donarak şehit oldular. Genellikle deniz ve hava durumu ile ilgili haberleri ben yazdığım için normal şartlar altında Yüksel’in yerine ben gidecektim. Ben evliydim ve babaydım. Yüksel bekârdı. Bu bakımdan kader belki de bana bir rüçhan hakkı tanımıştı. Ancak vicdan sahibi bir vatandaş çıkıp da kalorifersiz araba ile yola çıkan ekibin durumu ile ilgilenmedi, olayda bal gibi ölüme hiç şüphesiz istemeyerek sebebiyet veren ihmal vardı, tedbirsizliğin daniskası vardı. Nur içinde yatsınlar. Mekânları ceiınet olsun i..

68      / YABALI KURTLARI ÖNCE ARKADAŞLARI YER

Şairliğini çok sevdiğim gazeteciliğini de saydığım bir arkadaşım “Günün Panaroması” adındaki sütununa o günlerde çeşitli işyerlerine haftanın muayyen günlerinde gittiğimi bildiren ve arandığım zaman kolay bulunmamı sağlayan kartviziti mip klişesini 7 Nisan 1966 tarihinde koyarak gazetecilik kamışını atmıştı. Ki o sütunlarda zaman  zaman “Çocuğumuzun pipisini kedilere yedirme törenimize bekleriz” diye bazı zengin çocuklarının sünnet ilânları çıkardı. Bu arada Anadolu Ajansında hâlen çalışmakta olan bir muhabir de, çalıştığım yerlerden biri olan, Kimya Sanayii İşverenleri Sendikası Yönetim Kurulu Başkam Mükerrem Berksoy’a telefon ederek, “Adamınız gazetenize bayat haberler koyuyor, uyumayın” demiş. Basın Sendikamızın yöneticilerinden eski bir gazeteci ise, Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası Genel Sekreteri Ağabeyimiz Men nan Özgü’ye telefonla, “Gazetenizin mizanpajı iyi olmuyor, ben daha ucuza yapayım” demişti.

Bir ara İstanbul Radyosunda “Türk Yazarlarından Örnekler” saatini, onbeş günde bir hazırlıyor, aynı programlarımın Kıbrıs Radyosunda da tekrarlanması ile elime program başına 77 lira geçiyordu. 600 lira civarında aylık aldığımız ilk evlilik yıllarımızda, yazarlığımızdan gelen üç beş kuruşun da yardımıyla geçinip gidiyorduk. Şair gazeteci bir arkadaş da, Radyoevi Müdürlüğüne mektup yazarak, “Ayhan’ı konuşturuyorsunuz, ben de onun gibiyim, beni de konuşturun yoksa onu da susturun” gibilerden müracaatlar yapmış. O günlerde Radyo Müdürlüğü yapan Kurmay Albay Turan Çağlar söylemişti.

Bu beş olay bana kurtlan, hatırlatmıştı. Evet, kurtlar hep birlikte ava çıkarlardı ve bir serseri kurşunla yaralanıp yere düşen kurtu avcılardan önce arkadaşları parçalardı.

69      / 18 YILI KARAKOLDA GEÇEN 22 YIL

1962 yılında “Hürriyet” Gazetesinde serbest muhabirken, Polis Emeklilerinin kongresine gitmiştim. Tercüman Gazetesinin seks ressamlarından Şahap Ayhan’ın babası Emekli Polis Emin Ayhan ile tanıştık. Kendisi ile ayaküstü yaptığım hesapta, gazetede yayınladığım şu sonucu aldım:

Emekli polis, vazifede geçen 8030 günün 6930 unu Karakollarda, 1100 gününü evinde geçirmiş, 3 çocuğunun da doğumunda bulunamamış, 22 yıllık polislikten sonra eline hatıra olarak bir düdük ile ayda 182 lira 67 kuruş kalmış. Ortalama olarak günde 3 daktilo sayfalık zabıt tutarak 20 bin 790 sayfalık yazı yazmış, 6930 işgününde günde 5 kişiden 34.650 kişinin en azından 10 dakika olmak üzere 346 bin 500 dakika derdini dinlemişti.

70/“SİZ BASIN”

Bakırköy’de bir cephanelik havaya uçmuştu. Fotomuhabi rimizle olay yerinde jandarma birliklerinin sıkı bir kordon yaparak kuş uçurmadıklarını gördük. Fotomuhabirimiz fotoğraf çekecek, ben de nöbetçilerle röportaj yapacaktım. Patlamaların devamı ihtimalini düşünen ilgililer kimseyi bırakmıyordu. Bir kavşağın kenarından içeri sızmayı uygun bulduk. Tam giderken bir onbaşı “Yasak” diye önümüze dikiliverdi. “Basın” dedik "geçmek için. “Benim vazifem burayı beklemek, siz basın gidin” dedi.

71      / KARADENİZ GEMİSİNİ KORSANLAR MI SOYDU?

Denizcilik Bankasının Almanya’dan aldığı 5 yolcu gemisinin en lükslerinden “Karadeniz” yolcu gemisinin ilk Karadeniz seferinden limana dönüşünde tanıyamamıştık. O güzelim maroken koltuklarından, naylon perdelerine kadar çoğu talan edilmişti. Gümüş takımlardan bazılarının da eter gibi tebahur ettiğini belirterek “Karadeniz Gemisini korsanlar mı soydu?” diye bir haberle geminin korunmasının yalnızca personele ait olmadığım, kadroların buna yetersiz olduğunu belirterek, yolculara da bu konuda sorumluluk düştüğünü hatırlatan çok olumlu bir yazı yazdım.

Mesleğimizde ve deniz muhabirlerinin en kıdemlisi olan, bu yüzden de “Baba Rahmi!” dediğimiz ve daima manevi yeğeni olmakla iftihar ettiğim Hürriyet’ten Rahmi Karaca’dan afilli bir “aferin” aldığım bu haber için, Denizcilik Bankasını zarardan başka bir şekilde idare edememekle ün yapmış idarecilerinden cafcaflı bir tekzip aldık. 16.2.1956 tarih ve 6/360 1880 sayı ile gelen yazıda hiç utanıp sıkılmadan haberimi tekzip ediyorlardı. “Rüzgâr bir perdeyi yırttı” diyorlardı. Beni susturmak için de o zamanların sayılı sekreterlerinden olan ve şimdi Amerika’da evli bulunan kırmızı manto giymekle ün yapmış bir hanım memurlarını vazifelendirmişler di.

72      / MİLLETVEKİLİ NAÎM TİR ALÎ’NİN VERDİĞİ SÖZ

“Yirmibeş kuruşa Amerika” ve “Park” hikâye kitaplarının çok başarıh unutulmaz sanatçısı Milletvekili Naim Tirali çok kötü bir gazete patronu olarak 30 yılımın hâtıraları arasında yaşamaktadır. İhtilâli müteakip Devlete intikal eden “Havadis” gazetesine transfer olmuştum. Ancak bir süre sonra gazete kapanacaktı, bu bakımdan hepimiz bilmem kaçıncı defa mahdut sayılı gazetelerimizde iş aramağa başlamıştık. “Seni Na im Tirali çağırıyor” dediler, gittim, konuştuk. İstihbarat Şefliği Siyasi Muhabirlik, Yurt Haberleri Şefliği yapmam ve küçük fıkralar yazmama karşılık ayda 700 liraya anlaştık. Yıl İ961 “Ayın birinde gel” dedi. Ayın birine 20 gün vardı. Bir daha hiç uğramadan, yirmi gün sonra Vatan’m İdare Meclisi Başkanı ve Hukukî bakımdan sahibi durumunda olan Naim Tirali’nin odasına dayandım, “Yarın başlıyorum” dedim. Cevabım hâlâ nefret ve isyanla hatırlarım. “O sözden vazgeçtim”, deyiverdi, ve bu vazgeçme benim için en azından iki aylık işsizliğe, o zamanki rayiçle 1500 liralık bir zarara sebebiyet vermişti. Duruma Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Oktay Akbal da çok üzülmüşlerdi. İşte böyledir,, çok iyi hikâyeci olduğu halde çok kötü bir patron olan Naim’ciğim, elin oğlu yıllar geçer, gene de hatır

lar. Nasıl hatırlamıyayım ki, o binbeşyüzlük zararımı ayda yüz lira kısıntıyla ancak 15 ayda kapatabilmiştim.

73      / MESLEĞİMİN ZEVKLERİ

27 Mayıs 1961 tarihindeki Hürriyet’te çeşitli hakaretlere dayanamıyarak iğne yutmak suretiyle intihar eden bir kızın, yazılarımdan sonra çeşitli çevrelerden yardım görmesi, Hava dis’deyken, “Türk Silorofil Derneği”nin 20 kanaryayı Akil Hastanesine hediye etmesini sağlayışım ve Dolmabahçe’de jki ayağı olmadığı halde dilenmek istemeyen bir vatandaşımıza arzusu üzerine armatör Ali Sohtorik’e sandal hediye ettirmem; mesleğimde bana “Ağabey”Iik yapanlardan Kemal Zeki Genç. osman’m “Bayrak” gazetesinde, en güçlü sanatçılarımızdan Cüneyt Gökçer, Mahir Canova, Mediha Gökçer, Hadan Uran, Yıldız Kenter; Şeref Gürsoy, Tekin Akmansoy ile oyunları Türk sahne edebiyatını zenginleştiren Turgut Özakman, Adalet Sümer Ağaoğîu, Sedat Veyis Örnek gibi oyun yazarlarımız ve caz sanatçısı Yaşar Güvenir için ilk övücü yazıları yazmış olmam, mesleğimin bana bağışlayabildiği eşsiz zevkler ve hatıralar arasındadır.

74      / Hasan PULUR’A MİSAFİRLİĞİM

18 Mayıs 1962 tarihli Milliyet’te “Olaylar ve İnsanlar” sütununda çıkan bir fıkram:

Bayram tatilini Edirne’de geçiren bir gazetecinin notları:

7          Mayıs: Motorlu trenle 14 Mayıs’da Edirne’ye gitmek için 2 bilet aldım numaralan 160—164.

8          Mayıs: Gazeteden yer için Edirne’deki Renda Palas Oteline telefon edip, Muhabirimize de talimat verdik.

14        Mayıs: Bugün Kurban Bayramı. Karımla ilk defa izin yapacağım. Ona Selimiye Camiini göstereceğim. Yakınlarımızla bayramlaşıp, Sirkeci garına gittik. Gazeteden de 100 lira avans almışım, mutluyuz. Trende yerimize başkaları oturmuştu. Rica ettik, yalvardık para etmedi. Polis çağırdık, “Biz numaralı olduğunu bilmiyorduk” diyorlar. Güçlükle bir kişilik yer temin edebildik. Gezimiz çok iyi başladı! Edirne’ye gelince doğruca otele gittik. Otel kâtibi, “Boş odamız yok” dedi. İstanbul’dan telefon ettiğimiz, mahalli muhabirimizin de durumu

hatırlattığım söyleyince, “Sizin konuştuğunuz adamı biz dün kovduk, ayırttığınız yerden haberimiz yok” dediler. Aynı durumdaki 4 aileyle birlikte iki saatlik aramadan sonra hanboz ması bir yer bularak sabahı bekledik.

15        Mayıs: Selimiye Camiine gittik. Yolda karıkoca gezen Alman turistleriyle ahbap olduk. Cami kapısındaki sakallı bir adam turistlerin kafasına terlikleri attı. Kabalığının sebebini sordum, “nolacak yani, onları buraya kim çağırdı?” dedi. Çıkarken kapıda yardım kumbarası vardı, aynı adam elini uzatarak “içine atmayın, bana verin, daha iyi” dedi. Vermedim, Alınanlara da verdirmedim.

16        Mayıs: Karaağaç’a kadar paytonla gittik. Belediye otobüsünün 35 kuruşa gittiği yere, arabacı 10 lira istedi. Şehre biraz geç dönünce lokantalarda öğle yemeği bulamadık.

17        Mayıs: Evimize döndük, “Dünya varmış” dedik. 13 a jansmda İsrail’den dönen Basın Yayın ve Turizm Bakanı Kâ muran Evliyaoğlu; “Türkiye dünyanın en çok aranan turistik bölgelerinden birisi haline gelecektir” diyordu. Karımla bakıştık. Sustuk.

75      / GÖLCÜK ÜSSÜNDEN ÇIKARTILIŞIM

1956 yılında Tercüman gazetesinde Röportaj Muharriri ve serbest muhabir olarak çalışırken, Deniz Kuvvetlerinin Kumandanlığının özel izni ile “Gaziantep” Muhribinde, “Gür” Denizal tısmda, “Ereğli” Mayın gemisinde, “Çardaklı” Karakol gemisinde ve “LS 10” avcıbotunda 10 gün dolaşarak, tatbikatlarda hazır bulunup ve Tuzla açıklarında 50 metreye dalarak 30 sayılık bir röportaj hazırlamıştım. Donanma ile dostluğumuz eskiydi. Amatör bir bahriyeli oluşumun yanısıra, 1953 yılında Nobalant şilebiyle çarpışarak batan “Dumlupmar” denizaltımız için yazdığım “Teğmenim” adındaki ağıt, çeşitli dergilerde ve Donanmanın şehitlerimizin hatırası için yayınlanan kitabına alınmıştı. Bu bakımdan heryere rahatça girip çıkabiliyordum. Buna rağmen bir Cumartesi günü, Pazartesi sabahı dönmek üzere Gölcük dahilinden askerî bir ciple Nöbetçi Subayı bir Binbaşının anlayışsızlığı yüzünden üsten dışarı çıkartıldım. Durumu bilâhare Donanma Kumandanı Tuğamiral Fahri Koru türk’e anlattığımda, büyük bir asker olan Amiral bu çiğ davranıştan ötürü ne kadar üzülmüştü.

76      / ENTELLEKTÜEL YERİNE, AKTÜEL BİR HUKUKÇU

Kulakları çınlasın, bir Î.E.T.T. Umum Müdürü vardı. Ün vam da Profesördü. Mübarek adam, “Tünelin kayışı eskimeye başladı, yeniden kopup vatandaşların ölümüne sebep olmasın, acaba ne zaman değişecek” desek, “Bir tünel kayışı nasıl yapı lır, bilir misiniz? Bunu öğrenin de ondan sonra sual sorun” diyerek, çat diye telefonu kapatırdı. O zamanlar ve şimdi gazetecileri kültürsüz, diplomasız olarak suçlamak adetti. Çok şükür ben rahmetli babamın sözüne uyarak, Dil Tarih Fakültesi Türkoloji bölümünü bitirmiş, bir çok Profesöre Türkçe öğretmek olanağına sahip bir gazeteciydim. Bu bakımdan yüksün müyordum, fakat, benim bütün meslek arkadaşlarımın kültür seviyesini, dil bilme oranım herhangi bir meslekle mukayese etsek hiç birisinden geri kalmazdı. Ben ki bir avukatımızın “en tellektüel bir insanım” yerine, rahatlıkla “Ben aktüel bir insanım” dediğini duymuş ve yaşamış bir gazeteciydim.

Aynı Î.E.T.T. Genel Müdürüne, “Halk otobüs sıkıntısı çekiyor, acaba araba alınacak mı?” derdik, “Otobüslerin nasıl çalıştığını, nasıl imâl edildiğini öğrendiniz mi? Öğrenin de sorun” deyip telefonu kafamıza kapatırdı. Şimdi Ekonomi ve Politika gazetesi sekreterlerinden olan kıymetli gazeteci arkadaşım Esen Yalçın bunu çok iyi hatırlar. Devrin Başbakanı Menderes’e poposunu dayayan ve ona yaranmanın yolunu, adını gazeteci düşmanına çıkartmakta bulan bu adam da memleketimizdeki sorumluluk taşıyan aydın idare adamı kesimimizi temsil ederdi. Zaten o yıllarda her Umum Müdür kendisini bir ilâh, bir yarı Tanrı farzetmenin humması içindeydi.

77      / İZMİR GEMİSİNE BİRŞEY OLMAMIŞ

Denizcilik Bankasına ait en modem yolcu gemilerimizden “lzmir”in, bir Pazar sabahı saat 10 civarında İzmir limanı dışında bir Amerikan şilebi ile çarpışarak yarı yarıya batmasından 4 saat sonra çalıştığım Tercüman gazetesine fotoğrafları gelmişti. Derhal Denizcilik Bankası Nöbetçi memurunu arayarak, tamamlayıcı bilgi istedim. Kaptanın adından, geminin tonajına kadar çok basit, fakat yanlış yazılınca büyük pot olacak bilgiler. Adam hiç unutmam, “Size yanlış bilgi gelmiş, gemi şu anda İzmir rıhtımına yolcu boşaltıyor” dedi. Kadın tellâl lannm daha fazla hürmet gördüğü bir devirde gazetecilik yapmak, Donkişotluktan başka birşey değildi. Ve bizi her fırsatta, “yalan yazarlar” diye suçlayanların en başında hiç şüphesiz bu şekildeki şahsiyetsiz ve kılkuyruk, tavşanboku kılıklı müdürler gelirdi.

78      / BEN DE YALAN YAZDIM

Ben de yirmibir küsur yıllarımın avereliği içinde her hafta bir yalan haber yazardım. Bu değişmeyen haberimi her hafta dış hatlardan dönen Denizcilik Bankasına ait yolcu gemilerin de külliyetli miktarda kaçak eşya yakalandığına dair olurdu ve maalesef tahkik etmeden yazdığım bu haberler de hiçbir zaman tekzibe uğramaz, bilâkis miktarlarda daima az yazdığımı görerek mesleki bakımdan azap çekerdim.

79      / HİÇ DEĞİŞMEYEN KLÂSİK HABERLER

Çeşitli gazetelerin, yurt haberlerine bakıp başlık attığım yıllarda Anadolu Muhabirlerimizin hiç değişmeyen iki haberleri olurdu. Bunlar her yıl herhangi bir karlı ilçeden bir dişi ayının bir erkeği ya da bir erkek ajanın bir kadını cinsel ilişkilerle kaçırmasıydı. Bunun dışında bugüne kadar tesbit edebildiğim 933 ırza geçme veya tasallut haberinde halk daima mütecavizi linç etmek ister fakat bir tekinde olsun hernedense bu arzusuna ulaşamazdı.

80      / NAMIK GEDİĞİN GICIRDAYAN DİŞLERİ

İzmit körfezinde, “Üsküdar” yolcu gemisi fırtınadan alabora olarak battığında, gece yarısı evimize gelen bir yıldırım telgrafı ile olay yerine intikal etmiştim. O gemide kaç kişinin öldüğünü Tanrıdan başka kimse bilmez. Çünkü biletsiz binen erler ve karneli yolcular da vardı, bu bakımdan çeşitli çevrelerle konuşarak takribi yolcu adedi vermek zorunluğu doğmuştu. İşte olay sabahı karayolu ile gelen Namık Gedik, hepimizi polis vasıtasıyle karakollardan toplatmış ve de dişlerini hiç gereği yokken sıkarak “Ölü sayısını yükseltmeyin!” demişti. Bu arada gelişinin birazcık gecikmesine karşılık halkın kızmasını önlemek için bize, “Hava şartları uçakla gelmemizi önledi, otomobille gelince biraz geciktik” diye izahat vermişti.

Oysa kayıp yolcuların yakınlan dışarıda, koyunlarına soktukları kefenleri göstererek, “Bunlara ölü istiyoruz, bulun!” diye çırpmıyorlar ve Gediğin hangi vasıta ile geldiğini hiç mi  hiç düşünmüyorlardı.

81      / MERT BİR KAPTANIN GÜNAHI

Dünya gazetesi muhabiri Özer Öztep delikanlı adamdı, sansasyonele meraklıydı. O zamanlar içinde hiç bulunmadığı halde, körfeze köpek balıklarını sokup ölüleri yedirerek, gazetesinde manşet oluyordu. Ölülerin aileleri bu yüzden büyük acılar çekiyordu hiç şüphesiz. Fakat, bunları kavrıyarak sorumluluğun yaşma ulaşamamıştı, o bakımdan mazurdu, işte bu arada “Gemisinden kaçarak kurtulan kaptan sarhoş olduğu için gemi batmış, kaptan köprüsünde şarap bulundu” diye de bir kofti haber sallayınca, biz bile Yazı İşleri Müdürümüzden “uyuyor musunuz oğlum?” diye papara yemiştik. Oysa üç gün sonra kaptancık cebinde 60 kuruşu elinde düdüğüyle ve şişmiş cesediyle bulununca, hayal mahsulü haber yüzünden cenazeyi 7 kişilik cemaatle kaldırmıştık. Zavallı kaptana kızan halk gerçeği bilmediğinden gelmemişti.

82      / ÖLÜLERİN ARASINDAKİ DİRİ

İzmit Devlet Hastanesinin koridorlarına yığılan boğulmuş cesetlerin arasında, kolu oynayan bir kazazade bulununca, “öldürmeyen Allah, öldürmüyor” dedik. Fakat garibanın ölülerin arasına nasıl konulduğuna hâlâ şaşarım.

83      / “SİZİ BURAYA NEDEN GETİRDİLER”

Beyoğlu Sigorta Dispanserinde yanlış tatbik edilen bir iğne yüzünden 1966 yılında ambulans ile müşahadede kalmam ve gerekli tedavim yapılması için baygın halde, Şişli Sigorta Hastanesine naklediliyorum. Durumu vehametinden ötürü o zamanlar gazetelerinin Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım “Türkiye Kimya Sanayii İşverenleri Sendikasına” bildiriyorlar. Sendikanın Genel Sekreteri Zühal Baydur Hanım büyük bir insaniyet örneği göstererek, benim hastaneye , intikalimi sağlıyor ve ilgililere durumumu bildirdiği gibi ihtimam gösterilmesini temin için eski bir gazeteci ve sanatçı olduğumuzu da söylüyor,

Benim birşeyden haberim yok, sabahleyin kendime geldiğimde, Nöbetçi Doktor vizite yaparken, “Siz buraya dün niçin gelmiştiniz” diyor!!!

84      / UMURSAMAZLAR CENNET*

Bizim Basmköy’den her sabah saat 07,30 da Cağaloğluna, 07.35’de de Taksime otobüs kalkar. 15 Nisan 1970 günü Ca ğaloğlu otobüsü ile birlikte şoförünün yeni olması yüzünden Taksim otobüsü de kalktı. Basınköy — Taksim otobüsü iki saatte bir olduğu için ve 5 dakika erken kalkışı yüzünden birçok yolcunun bunu kaçıracağı halde,' otobüste bulunan hiç bir yolcu ağzım açıp da, “Şoför efendi beş dakikamız daha var” demedi ve ben bermudat eşim Bernâ’ya verdiğim sözü çiğneyerek erken kalktığımızı hatırlatmak suretiyle vasıtayı beklettim.

Not : Eşim benim toplumdaki düzensizliğe karşı homurdanmayı meslek haline getirmeme karşılık, “Biraz vurdumduymaz ol, böylelikle erken ölürsün, bizi düşün” diyerek topluluklardaki uygunsuzluklara kulağımı haklı olarak kapatmamı istemiştir. Çünkü “Otuzüç milyondan otuz milyonu eyyamcı, sen bunların kaçını değiştirebilirsin” der.

85      / NAPOLYON’UN FOTOĞRAFI

Yaradılışı münafık ve de havlar gibi konuşmasını seven bir foto muhabirimiz vardı. Basın toplantılarına bittikten sonra yetişmekle ün yapmasına bakmaz, ikide bir de Yazı İşleri Müdürümüze benim, İstihbarat Defterine az iş yazdığımı gam mazlarlardı. Yazı İşleri Müdürü halden anlayan, sanatçı bir adamdı. Bitlis’li olduğum için müzevirciliği sevmediğimi bilir, işinden hiç memnun olmadığım halde şikâyet etmediğm arkadaşımıza aldırmazdı. Bir gün bana, “Şu herife ufak bir oyun yap, akıllansın” dedi. Ertesi günü deftere, “Saat 17.00 civarında Dolmabahçe rıhtımına meşhur Napolyon Bonapart özel bir yatla gelecek. Haber hususidir, kimseye söyleme, mutlaka fotoğraf isterim” diye yazdım. İstihbarattaki bütün arkadaşlara da durumu sıkı sıkı tembihledim. Akşam saat 19 oldu, 20 oldu, bizim adam yok. Hepimizi aldı mı bir merak. Bütün arkadaşlar o zamanlar Beşiktaş’ta çıkan Tercüman’a çok yakın olan Dolmabahçeye gittik. Bizim akıllı rıhtıma oturmuş, bekliyor. Bizi görünce “Nerede ölü işler var, bana verirsiniz, herif gelmedi hâlâ” demez mi. Hepimiz yerlere gülmekten balıklama yatarken, “Bunun asparagaz olduğunu anlamadın mı?” dedik. “Ne asparagası yahu? Nöbetçi polise sordum, o da birazdan gelir” dedi. Arkadaşımızın işlediğini anlayan polis de bozuntuya vermemiş. Sonra hep beraber Toma’ya gidip, içerek işi tatlıya bağlamıştık.

Not : Bizim meslekte gayriciddi veya gerçek dışı haberlere asparagas veya kofti denir.

86      / ORDU LİSANI

Yüksek tirajlı bir gazetedeydim. Pakistan’ın Milli Eğitim Ba kanı ilk defa memleketimize gelmişti. İstanbul’da da bir basın toplantısı yapmış, kültür mübadelesi için, bizim ordu lisanına önem vermemizi temenni etmişti. Haberimin başına bunu koymuş, sonuna doğru da bir vesile ile bazı okuyucularda tereddüt olmaması için, ordu lisanı deyimi ile farsça karışımı, bir lisan kastedildiğini belirtmiştim. Ancak, haberin sonunu okumadan bunu askerî dil manasına alan yaşlı istihbarat şefimiz, habere “Misafir Bakan askerî dille konuşulmasını temenni etti” diye başlık atmıştı, Yazı İşleri Müdürü Semih Tuğrul, geniş kültürlü, akdemik kariyeri olan, herhangi bir İngiliz veya Fransız gazetesinde rahatlıkla Yazı İşleri Müdürlüğü yapacak klâsta bir gazeteciydi. Onun meslek hayatını ve daramım “Vapur Düdükleri” romanıma konu almıştım. Birden istihbarat odamızın kapısı güm diye arkaya çarptı, hırsla gelip, haberi istihbarat şefinin yüzüne atmıştı, “Beyim bu ne kepazeliktir, ordu lisanı nedir” diye bağırıp duruyordu. Arkadaşımız bir anda “Başüstüne, sağol, uygun adım, komutan, araç, savunma” gibi öztürkçe deyimlerin kullanıldığı lisandır” deyince, Semih Bey’ in saçları diken  diken olmuş, hırsla geri dönerken kafasını duvara vurmuştu.

87      / VEFASIZLIK ÖRNEĞİ

“27 Mayıs”ı müteakip, “İst. Gazeteciler Cemiyeti”nin yarışmasında “Tanrı’yı Dolandıran Dindarlar” adındaki fıkram, Aziz Nesin’den sonra ikincilik almıştı. O yıllarda da Tercüman’da çalışıyordum. Her gazete kendi muhabirinin aldığı dereceyi iftiharla okuyucularına ilân ederken, beni yazmamışlardı. Adımız “Asi gazeteci”ye çıkmıştı bir kez. Sevenimiz azdı. Benim bu yüzden şansım çok kıttır zaten. Tam beş yıl muhabirliğinden, fıkra yazarlığından, istihbarat şefliğine kadar her çeşit işini, en küçük ve gülünç ücretlerle yaptığım, sanat sayfasını hazırladığım, kuruluşundan önce vazife aldığım ve kendi arzumla ayrıldığım Tercüman gazetesi bile, kuruluşunu kutlarken, bir kadehini paylaşmak için beni davet etmeyi akıl etmez. îki yıl Ankara Muhabirliğini yaptığım “İstanbul Ekspres” gazetesinde de aynı durum oldu. Hem de 37 röportajımın parasını da alamadığım için, ücretsiz çalıştığım bu gazetenin sahibi Mithat Perin, 1869’da Ekspres’de çalışanları, bir yemekte bir araya getirdiğinde aynı vefasızlığı yapmıştı. Bunlar belki küçük unutkanlıklar, fakat, insanı kahreden, delip geçen unutkanlıklar. Varlık Dergisinin okuyucuları arasında düzenlediği bir yarışmada da, 1960 yıllığında çıkan, “Tutsakların İhtilâli” adındaki hikâyem de ikinci gelmiş bize oy veren okuyuculardan kura ile çekilen birinciye 1000 lira ödenmiş,, fakat bana 1 kuruş verilmemişti.

88      / SENDİKAMIZIN VE CEMİYETİMİZİN DAVRANIŞI

Onaltı yaşımızdan bu yana sürdürüp gittiğimiz, bu uğurda “Lise Edebiyat Öğretmenliği” hakkımızdan vazgeçtiğimiz gazeteciliğimizde, en sonunda bizim için en kıymetli mertebe ve nişan olan “Basın Şeref Kartı”nı 28.5.1969 tarihinde intisap edince 17 yıldan beri üyesi bulunduğum “İstanbul Gazeteciler Cemiyeti”nden ve “Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan bir tebrik kartı bile alamadım. Aynı şekilde Basın Yayın ve Turizm Bakanının da bir plâket veya tebrik kartı ile “menzili maksuda erişmiş bizleri kutlaması gerekmez miydi? İngiltere’de yirmi yıl top çeken kadanalar çürüğe çıkarken törenler yapılır da, bizim memleketimizde insanı kınamaktan kutlamağa vakit ayrılmaz.

Aynı şekilde bana 1955 yılından itibaren, üyesi bulunduğum sendikadan da bir tek bildiri gelmemiştir. Hem ben çeşitli işveren gazetelerinin Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım halde, sendikamla olan bağlantımı kesmemişimdir, aidatımı muntazaman ödemiş ve temsil ettiğim yayın organlarım daima bü

tün meslekdaşlanma göndererek açık  seçik bir çalışmaya gir mişimdir. Bu yalnız bana mı böyle olmuştur. Hangi gazeteciyi görsem aynı vefasızlıktan, aynı unutkanlıktan dert yanmaktadır.

89      / ÖLDÜRÜLÜP DİRİLTİLEN ROMAN KAHRAMANI

Vecdi Bürün bir roman yazıyor, fakat bütün ısrarıma rağmen beşer onar sayılık bölümler halinde veriyor, tamamını bir türlü getirmiyordu. Patronumuz Cihad Baban’da, Vecdi’yi sevdiği için bu konuda bütün ısrarıma rağmen bir sonuç alamıyordum. Birgün korktuğum başıma geldi. Nöbetçi Sekreter olduğum bir gece, ucuz romanların meraklısı olan bir hanım okuyucu, “Vecdi beyin romanında üç gün önce ölen kahraman dirilmiş, adam konuşup duruyor, insan okuyucusuna böyle mi hürmet eder” diye haklı olarak veriştirdi. Olay Tercüman Gazetesinde 1955 yılında geçti.

90      / “MESS  İŞVEREN” GAZETESİNİN ' UNUTKANLIĞI

Türkiye Madenî Eşya Sanayicileri, Sendikasının yayın organı olan “Mess  İşveren” Gazetesini 9 yıl önce kurup 210 sayı çıkartarak, sendikada bana ait bir iskemle bile olmadığı, aylığımın azlığı, işin çokluğu yüzünden istifa etmek suretiyle işimden ayrıldım. Her ay iki defa bir gün gecikmeden yayınlanan bir gazetenin Yazıişleri Müdürlüğünden, muharrir, musahhih ve editörlüğüne kadar herşeyini yapıyordum. Sendikanın başında bulunan Genel Sekreter İlhan Lök, İskilip’deki Bölge Çalışma Müdürlüğüne bir müstahdem tayin edilse tebrik telgrafı çekecek kadar beşerî ilişkilere meraklı bir yönetici olduğu halde, benim ayrılışıma ait sahibi bulunduğu gazetesine tek satırlık bir teşekkür koymadığı gibi, “Bundan sonraki hayatınızda başarılar dilerim” temennisi yazmadı. Dokuz yıl içinde bir tek gün mazeret izni yapmadığım bu işyeri ayrılışımla ilgili olarak en küçük bir maddi mükâfat primi vermediği gibi, yürürlükte olan 212 Numaralı Basın Kanununa göre “Kıdem Tazminatımı” da vermedi. Kıdem Tazminatına karşı olanlar, benim omuzlarıma basarak bu hakkı uyutma yoluna gideceklerine, parlementerlerle anlaşarak kanunu değiştirme yoluna gitseler daha geçerli, daha tutarlı, daha meşru bir çaba göstermiş olurlardı. Bir hizmet süresi sonunda çektiği topu, ya da çöp kamyonunu bırakırken bir hayvana bile tören yapan dünya düzeni içinde, emekli olmama 11 ay kala mecbur kalarak istifa edip ayrıldığım yer bana 30 liralık bir bakır plâket vermeği bile düşünemiyordu. Beni kahreden, üzen buydu. Bana bunu yapanlara da aynı şeyi yapacaklardı. Biz vefâdan, kadirşinaslıktan yoksun bir Milletiz. Üç yıl Basın Müşavirliğini yaptığım, halen bünyesine bağlı 6 İşveren Sendikasının organlarının Neşriyat Müdürlüğünü yaptığım halde, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu da Genel Kurullarına beni davet etmeği akıl etmez. Hatırlattığım halde bunun gereğini duymaz. Üstelik bu örgütün Basın Müşavirliğini benden sonra alan gazeteci Şemsi Kuseyri de meslekdaşımdır.

91      / ABDÜLMECtT HAN’IN SAATİ

Hürriyet Gazetesindeyken, bir gün İstihbarat Şefimiz Muammer Kaylan “Çabuk git, Kapahçarşıda bir dükkânda Abdül mecid’in cep saati varmış, resimli bir haber yap” dedi. Foto muhabirimiz Muammer Teoman ile gittik, aradık, taradık dükkânı bulduk ve de Abdülmecid’in sağlığında kullandığı rivayet edilen, üzerinde lokomotif deseni bulunan bir cep saati gördük. Ancak, adamı biraz sıkıştırınca aynı saatten 30 tane daha olduğunu öğrendim. Gazeteye dönünce, durumu anlatarak, “Şef ben bu yalanı yazamam” dedim. Şimdi Amerika’yı asparagas haberleriyle parselleyen Muammer “Ağabey” suratım asıp bizi tersledi ve aynı kofti haber, dört gün sonra gazetenin birinci sayfasında üç sütunluk bir yerde üfürülerek verildi. Buna benzer bir başka olay da, aynı gazetedeyken, Kirkor adlı bir vatandaşın kendisini roket ustası sayması ile olmuştu.

Bağlarbaşmda bir vatandaş, 80 santimlik bir roketi, ne koyduğunu söylemeden 50 metre yükseltiyor ve “Uzay çalışmaları” yaptığını iddia ediyordu. Bir hafta, on gün olayı sürdüren muhabir arkadaşımın izinli olduğu gün, adamın yeni baştan uzayı fethedeceği tutmuş. Nöbet bendeydi. Gittik. Fakat, benim domuzluğum tuttuğu bir gündü. İçine yakıt olarak ne koyduğunu tutturdum, “İlle söyleyeceksin, yoksa yazmam” diyordum. Tonton Kirkor’cuk bunu saklamakta ısrar ediyordu. A dam o hırsla roketini havalandıramadı bile. Ben de gelince durumu olduğu gibi yazdım. Bu sefer de ol rivayet, Haldun

Simavi bey, “Ayhan Gazetemizi mahçup etti” diye bana bozulmuş.

92      / ABDA ŞİLEBİNİN BATIŞI

Yeni evliydim, borçlarım vardı, izin günlerinde de çalışarak 20 lira ilâve yovmiye alıyordum. Ancak bu durum bir gün önceden istihbarat Şefimiz Kaylan’m tasvibi ile olurdu. Fırtınalı bir gündü. “Ağabey istersen yarın izin yapmayayım” dedim, dudaklarını sarkıta  sarkıta “yap” dedi, ilâve ücret alacağımız için ısrar edemedim ve evimde soba kurarak dinlendim. O günlerde genellikle deniz sahasına ben bakıyordum Armatörlerden Nezih Arda’ya ait “Arda” şilebi, Şile açıklarında kayalara çarparak batıyor, geminin fotoğrafını bulmakta güçlük çekiyorlar ve gazetenin baskıya geçişi bu yüzden 50 dakika gecikiyor. Ertesi sabah işime geldiğimde, istihbarat Şefi Muammer Kaylan “Dün izin yaptığın için Patron çok kızdı” dedi. “Bana sen izin yap, çalışma dememiş miydin?” dedim. Cevap vermedi. Olay 1962 yılında Hürriyet’de geçti.

93      / TRT’NİN ALTINLARI

Yeniköy önlerinde, “Işık” şilebi battı. 500 tonluk minyatür bir gemiydi. Personeli 9 kişiydi. TRT olayı 19 haber bülteninde “Işık motoru battı” diye verdi. Çünkü Boğaziçinin, Yeniköy’ünden Beykoz’a dolmuş motorları çalışırdı. Olayı bunlarla karıştırdı. Almanya’dan alman 2 hücumbotumuzun süratini de 40 mil yerine 40 kilometre diye verdiler. Olay 14 Mart 1969 tarihinde saat 21.00 deki haber bülteninde yayınlandı.

94      / ORHAN VELÎ KANIK IN “KİTABEİ SENGİ MEZAR”! (13 Nisan 1914 — 14 Kasım 1950)

Bilmem ki nasıl anlatsam, nasıl, nasıl size derdimi! Bir dert ki yürekler acısı, bir dert ki düşman başına. Gönül yarası desem, değil. Ekmek parası desem, değil. Bir dert ki, dayanılır şey değil.

Benim de mi düşüncelerim olacaktı, ben de mi böyle uykusuz kalacaktım? Sessiz sedasız mı olacaktım böyle? Çok sevdiğim salatayı bile aramaz mı olacaktım? Ben böyle mi olacaktım?

Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda? Dokunabilir misiniz gözy aşlar ima ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin ise kifayetsiz olduğunu bu derde düşmeden önce. Bir yer var biliyorum herşeyi söylemek mümkün, epeyce yaklaşmışım, duyuyorum, anlatamıyorum.

Deli eder insanı bu dünya, bu gece, bu yıldızlar, bu koku. Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.

İstanbul’un Böğaziçinde bir fakir Orhan Veliydim. Tarifsiz kederlerim vardı. Bazan Urumelihisarma oturup türkü tuttururdum. Bazen köprü üzerine dikilir, kürek çekenleri, midye çıkartanları, dümencileri, çımacıları, keyifle seyrederdim. 'Gün olur bir şiir söylerdim onlara dair. Elime üçbeş kuruş geçer karnım doyardı. Bazen de İstanbul’u dinlerdim gözlerim kapalı. Kuşlar geçerdi çığlık  çığlık. Doklar çekiç sesleriyle, avlular güvercinlerle doluydu. Loş kayıkhaneleriyle, yalılar, dinmiş lodosların uğultusu içindeydi. Dalyanlarda ağlar çekilir kadınların ayakları suya değerdi.

Bazı günler kargalarla konuşurdum. “Kargalar, n’olur anneme söylemeyin” derdim. Bugün toplar atılırken evden kaçıp Harbiye Nezareti’ne gideceğim. Söylemezseniz size macun alı nm, simit alırım, horoz şekeri alırım. Sizi kayık salıncağına bindiririm, bütün zıpzıplarımı size veririm. Kargalar n’olur anneme söylemeyin.

Gemiler geçerdi rüyalarımdan, allı, pullu gemiler. Damların üzerinden. Neydi o deli gibi gidişimiz bembeyaz köpüklerle açıklara. Köpükler ki fena kalpli değil, köpükler ki dudaklara benzer. Köpükler ki insanlarla zinaları ayıp değil, Ben zavallı, ben yıllardır denize hasret. Bakakalırım giden geminin ardından, atamam kendimi denize. Dünya güzel, serde erkeklik var ağlayamam.

Gökyüzünü ben boyardım her sabah, hepiniz uykudayken. Uyanır bakarsınız ki mavi. Deniz yırtılırdı kimi zaman. Bilemezdiniz kim diker. Ben dikerdim. Dalga geçerdim kimi zaman da. Bu da benim vazifemdi. Bir baş düşünürüm başımda, bir mide düşünürdüm midemde, bir ayak düşünürdüm ayağımda. Ne halt edeceğimi bilemezdim. Derken efendim bir akşam rakı şişesinde balık oldum. Uyudum uyanmayıverdim. Doktorlar alkol zehirlenmesi sandılar. İğneler, şırıngalar gırla gitti. Oysa ben ölümümden beş günönce, bir akşam Belediye tarafından kazdırtılan önüne ışık bile konmayan bir Ankara çukuruna düşmüştüm. Beynimde kanama olmuştu. Üç gün sonra

Cerrahpaşa Hastanesinde komaya girdim. Öldüğümde üzerimde at yarışı programı, diş fırçam, bir de “Aşk Resmigeçidi” adındaki uzun şiirimin müsveddesi çıktı.

Alıp götürdüler, yıkadılar elimi yüzümü.. Musallada vedâ ettim kadeh arkadaşlarıma, Kürekkürek toprak attılar üstüme kalleşler. Tüfeğimi depoya koyup esvabımı da başkasına vermişler. Artık ne torbamda ekmek kırıntısı, ne matramda dudaklarımın izi. Ölünce kirlerimizden temizlendik. Biz de iyi adam olduk. Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış hepsini unuttuk. Benim de sevdalarım geçmişti başımdan. Mantar topuklusunu da, vesikalısını da sevmiştim. Yaşarken gariptim, öldükten sonra da garip oldum. Fakat. sakm mahzunluğumu duyurmayın anama. Yürekler acısıydı derdim. Ölüm Allahın emri, ayrılık olmasaydı. Böyle yazmış yazımızı Ulu Tanrı. Neler yapmadık şu Vatan için! Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.

95      / SAİT FAİK ABASI YANIK ÖLDÜ MÜ? ISSIZ ACUN KALBI MI? İMDİ YÜREK YIRTILIR ,

Ben 1954 yılı, 11 Mayıs gecesi saat. 02.25 de dünyadan cızlamı çeken Sait Faik Abasıyanık’ını. Sağlığımda gönlümce yaşar, gönlümce hikâyeler yazardım. 18 hikâyem, 2 romanım

15        röportajım, biraz da. acemice yazılmış şiirim vardı. Öldükten sonra da “Mahkeme Kapısı” adı ile bir kitabım çıkmıştı. “Ne kadar da çok yazmış” demeyin sakın. Fransa’ya giderken pasaportuma “Muharrir” diye yazdıramamıştım bile.

Karaciğerimin eksik çalışması siroz diye mendebur bir hastalığı başıma musallat ettiğinden aranızda çok kalamadım. Zaten sizin sanat eserlerine olan umursamazlık ve ilgisizliğiniz aranızda daha çok kalmama lüzum bırakmıyordu. “Edebiyat, edebiyat!” diye kendimizi enayicesine avutup durduk. Bu böyle bindokuzyüz bilmem kaç yılma kadar sürüp gidecektir. Ve birgün yazı yazmak takatinden mahrum benim gibi nalları dikeceksiniz. Ve yine birgün sizi hiç kimse hatırlamıyacaktır. Yaşasın edebiyat. Oysa söz vermiştim kendi kendime, yazı yazmayacaktım. Namuslu insanlar arasında sakin ölümünü bekleyecektim. yapamadım, koştum tütüncüye. Güneşli bir gündü. Çok iyi hatırlıyorum. Köşebaşındaki kozhelvacıdan Bavyera'lı kızlara benzeyen bir sarı kızla bir adam helva alıyordu. Ben de kalem kâğıt aldım, önce kalemi yonttum. Yonttuktan sonra öptüm. Yazmasam deli olacaktım. Oturdum martılarımdan, çımacılarımdan, iskelelerimden, sinağritlerimden yazmağa başladım. Kurtuldum.

Önüne gelen benim için lâf etti. Dostluğumuzdan filân söz etti. Kimisi “Çok içerek kendine kıydı” dedi. Siz hiç bilmediğiniz bir İstanbul semtinde akşam kaplarken, evinin önünde sigara içen ihtiyar bir adamı hayranlıkla seyrettiniz mi? Hiç içinize taş gibi, ağır kireçli acı kuyu suyu gibi bir sevgi oturup, sonra gözleri artık hiç görmeyen bir Mercan Usta ile, bütün karaciğer hastalıklarını bir kenara itip, bir salaş meyhaneye dalarak içmek arzusu duydunuz mu? Ben, kendi yalnızlığı içinde hür olan bir insandım. Yazılarımın malzemesini sigara dumanlarının, alkol kokularının içinden bulup çıkartan bir Bohem yazarıydım. Annemden ve köpeğimden başka kimim vardı ? Arada bir alkole “Merhaba” dememle beni suçlandıracağınıza, kitaplarımdan ne kazandığımı, bana okuyucu olarak sizlerin teker  teker ne verdiğinizi düşünün. Şimdilik “Eyvallah!” hepinizin gözlerinden öperim. Beni öldüğüm günlerde anmak isterseniz, Burgaz Adasına gidin, Kalpazan Kayaya çıkıp denize bir taş atın.

96      / MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFÇISI ZİYA OSMAN SABA

öteki dünyada da içinde yaşadığımız hayatın devamı varsa, şimdi Ziya Osman, işlek bir dört yol ağzında dükkânım kurup, kapısına da tabelâsını asmıştır: “Mesut İnsanlar Fotoğrafçısı — Ziya Osman Saba”

Onun için, Türkçemizin bu gerçek ve efendi ustası için, yazılacak ağıta şöyle başîıyabiliriz. Makineye takılı üçüncü hamur kâğıdımıza, istihbarat odamızın uğultusuna ve kafamızdaki haberlere bir tekme sallarız önce, sonra Kadıköy diye başlarız, basarız parmağımızı.

Kadıköy — Köprü arasında hergün gidip — gelen vapurların devamlı yolcularından birisi daha eksildi, öyle bir yolcu ki, boş bulduğu herhangi bir pencerenin kenarına oturur, cebindeki küçük boy bir kitabı açıp okur, aradabir Haydarpaşa açıklarında kanat çırpan martılara, Sarayburnundan engine doğru dümen kıran bir şilebin pervanesine bakakalırdı. Bazan o yolcunun yanında, kendisine büyük bir anlayış ve bağlılıkla

bakan, gözlerini ondan ayırmayan eşi de bulunurdu.

Kadıköy — Köprü arasındaki çizginin devamlı yolcularından birisinin adı Ziya Osman Saba’ydı.

Ziya Osman, sanatçıya, gerçek ve büyük sanatçıya bir tarla şalgamı kadar önem verilmediği bir toplulukta kayıtsızlık ve ilgisizliğin kurbanlarından birisiydi. Muzaffer Tayyip Uslu’ mm, Rüştü Onur’un, Orhan Veli’nin Cahit Sıtkı’nın bir nefeste, bir sigara içimlik bir hayatla eriyip gittikleri zaman, cemiyetimiz bozuk ve maddeci düzeni içinde, bu ölümlere “Alkolden” damgasını yapıştırarak kendi  kendisini teskin çaresini bulu vermişti. Aynı toplum, hâlâ genç nesil denilen bu garip ve çilekeş edebiyat neslinin, en dürüst ve en belirgen hayatını yaşayan programlı bir yazarın, bir sanat şehidinin ölümü için ne diyecek? Bu ölüm üzerinde düşünmek sorumluluğunu duyabilecek mi acaba? Bir sanatçı ki, en arı ve berrak bir dille, en şiirli, en içli anlatışla Türk hayatını işlerken, onun, bir banka muhasebesinin insan beynine hayallerine haciz koyan hesapları içinde bulunmasına, tükenmesine ne diyecek acaba?

“Sebil ve Güvercinler” de, o dipdiri, o yürekleri fetheden şiirlerin yanısıra, cömert gönlünce, dünyayı bir “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”nden görmeğe çalışan, yetişen kuşaklara birbirlerini seven huzur dolu insanlar vermeğe çalışan, güneşli günler hazırlayan, hep özlediği o güzel ve aydınlık dünyaya götüren Ziya Osman da, daha dün Cahit Sıtkı’nın ardından ağıtlar döşerken göçüp gitti işte.

Bütün konuların iyimser düşüncelerle, sevişen çiftlerin nişanlılığından, evliliğine, çocuklarının oluşuna kadar, fesliyen kokan pencereleri şarkılarıyla veren, zaman  zaman insanın iç yapısına büyük bir anlatış ustalığı ile inen Ziya Osman okuyucuları için hayatını sebil yaptı. Fakat hangi okuyucular için? Oktay Akbal’m günlüğünde Galatasaray Lisesi’ndeki anış gününü 25 dinleyici ile yaptıklarını belirttiği okuyucular mı?

“Ah bütün sevdiklerim, bütün kaybettiklerim,

Neyi ariyayım, yerde kurt göklerde yıldız mı?

Babam, annem, evimiz, bahçem, çitlembiklerim,

Sîzler rüya mıydınız, sîzler yaşadınız mı?”

Hangi şair ölü ayaklarını ondan güzel dile getirmiştir?

“Yolculuk nasıl geçti? Ne oldu? Ne çabuk?

Teneşirde ayaklar, mosmor, taş gibi soğuk.”

En son hikâyesi “Kış Gezintileri”, ağaçların gölgesinde uzanan İstanbul’un belki de en güzel yolu olan Dolmabah çe ile başlayarak genç yaşında öleceğini bilen kalp hastası bir yazarın ağzından şöyle tükeniyordu:

“Daha geçen yazın gezintilerinden birisinde, Beşiktaş iskele gazinosunun taraçasından görebildiğimiz evimiz, bir kaç ay içinde satılmış, satın alanlar tarafından yıktırılmış, içinde kiler dağılmış olabilir, insanın ömründe, o insan çocuk bile olsa, ikinci kısımlar beş dakikalık bir ara bile vermeden başlayıverir.”

“Crisis” isimli eserinin senaryosunu 1956 yılındaki tarifeye göre, 47.000 dolara satan Sidney Kingsley adındaki Amerikan yazarının şahane kaderiyle, bütün şiir ve hikâyelerine karşılık herhalde 2.000 lira alamamış Ziya Osman’ın veya bir başka erken ölmüş çilekeş sanatçımızın kaderi, gerçekte bu umursamaz topluma bir küfür, bir şamardır. Türk sanatçıları ran, bu garip almyazıları, hiç şüphesiz, öbür dünyada da olsa mutlaka fotoromandan başka bir şey okumak istemeyen toplu mumuzdan hesap soracaktır. Bütün çeşitli sebeplerle erken ölmüş sanatçılarımızın elleri öbür dünyada da olsa bazı edebiyat öğretmenlerimizin de yakasında olacaktır. Çünkü okumasını hiç sevmeyen bir nesli yetiştirmenin günahı biraz da onlanndır!

37 / İYİ VE HÜZÜNLÜ GÜNLERİN ŞAİRİ CAMİT SITKI TARANCI DA GİTTİ

Topkapı’dan Rumelikavağı’na, Burgaz Adasının Kalpazan Kayası’ndan Şile’nin Değirmen’ine kadar nereye bakarsanız bakın: “Ayva sarı, nar kırmızı bir sonbahar” gözüküyordu. “Dinmiş lodosların uğultusu içinde uğuldayan yalılar” nesiller boyunca yüklendikleri hatıraların ağırlıkları altında perdelerini çekmiş, bacalarından dumanlar savurmağa başlamıştı. Gazeteye geliyordum. İskelede vapur beklerken ayaküstünde karıştırdığım gazetelerde Viyana mahreçli bir ajans haberine takılan gözlerimle içim ferahlamıştı. Tarancı ölmüştü, “Kurtuldu” demiştim. Hayatın bütün dakikalarını eme  eme, karınca kaderince yaşamasını bilen bir sanatçı uzun bir süreden beri yatak çarşaflarına esir olmuş, “Yeter ki, gün eksilmesin penceremden” diye bütün yalvarışlarına rağmen doğrulup fırlayamamıştı. Aklıma “Düşten Güzel” kitabının içine yazdığıı “Değerli şair kardeşim Ayhan Hünalp’a sevgilerle — 

23. 3. 1953” satırları geliyor. Kavaklıdere yollarının iğde kokuları, Şükran meyhanesinin peykeleri, şarap kadehleri muhakkak hep birlikte Cahit’in mısralarını haykırmaktadır. “Meyhaneler, sabahçı kahveleri, / Cümle eş dost, şair, ressam, serseri / artık cümbüşte yoksam sanmayın tarafımdan ihanet var”.

Ankara’da sabahları Kızılay’a çıkanlar, trençkotlu, kısa boylu ve tin  tin yürüyen genç bir adamın, Yenişehir Eczanesinin bitişiğindeki meyhaneye girip, aç karnına iki kadeh votka at tığım, sonradan Çalışma Bakanlığındaki mütercimlik işine gittiğini görürlerdi. O zamanlar çiçeği burnunda bir Fakülte ta lebesiydim. Çantam elimde ona her rastlayışımda, “İçme A ğabey” derdim. O karayüzüyle, şark insanlarına özgü sevgi taşan gözleriyle efendice yüzüme bakar, “Senin daha aklın ermez, bizim gibi kıdemli şair olmadın. îçe  içe, öle  öle yazılır” derdi. Arada bir ben de çömezlik eder, peşine takılır ve suratımı ekşite  ekşite bir kadehçik otlardım.

Cahit Sıtkı, bir zamanlar bekâr olarak kalmanın acısını, tüten bir ocaksahibi olamayışın acısını da içinde derin bir yerde tepinip duran bir hisle duymuştu. Hiç şüphe yok ki, her şair gibi, Tarancı da büyük acılar çeke çeke, herkesin acısını ve kaybını içinde duya  duya çekip gitti. Onda kaçırılmış bir geminin üzüntüsü, ya da bir araca yetişmeye çalışan yolcuların çırpınışı, telâşı vardı. Onu biraz da bu kaygı öldürdü. Ve de işin garibi, sonradan, rahmetlinin bir şiirinde “Sol” geçtiği için onu vatansız ilân eden ve cenazesinin Anavatana gömülmeme sini isteyen Peyami Sefa da öldü. “Dokuzuncu Hariciye Koğu şu”nu yazan bir yazarın bu yersiz ve haksız teklifi de çelişmeler diyarı memleketimiz için bir yüzksrasıdır.

98 / HİSAR DERGİSİNE ZORUNLU BÎR CEVAP ,

1.         Derginizin 83. sayısında Peyami Safa’ya Türk Dili Dergisinin 229. sayısında “Yüzkarası vurmak isterken” açmaza girdiğim, TDK tarafından yanıltıldığım, Peyami Safa’nm ölümünden memnun olduğum, buna üzülmediğim gibi gereksiz ve gerçek dışı ithamlarınızı adımla ilgili olduğu için burada açıklamak zorunda kaldığımdan ötürü okuyucularınızdan, onları gereksiz yere işgal ettiğim için özür dilerim. (Bu yazı maalesef cevap hakkım tanınmayarak Hisar’da yayınlanmamıştır) .

2.         Ölülere en az sizin kadar saygısı olan bir Anadolu çocuğuyum. Onları, saygıyla anmayı da en az sizin kadar bilirim. Bu yüzden de

Cahit Sıtkı öldükten sonra, “Onun nâşım memleket toprakları kabul etmez, cenazesi gelmeden çürür” şeklinde makale yazan Peyami Safa’ya büyük kırılmam olmuş, kendi kendime “Müslümanlığın patentini parselleyen bir yazar nasıl olur da böyle düşünebilir?” diye gönlümün bir tarafına not düşmüştüm. Çünkü herşeyden önce bizim dinimiz ölmüş insanlardan iyi bahsedilmesini emreder. “Bir Tereddüdün îlomam”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” gibi önemli eserleri en güzel Türkge ile vermiş, bu çizgiye ulaşabilmiş bir yazara; “sol elmiş, sağ elmiş” gibi imajlarla bir şairi aforoz etmesine hiçbir zaman anlayış gösteremem. Kaldı ki derginizin ifadesine göre, Cahit Sıtkı, Peyami Safa’ya “Büyük dostum” dermiş. Cahit Sıtkı’nın “Büyük dostum” dediği insan tarafından memleket topraklarına gömülme mesi gerekir şeklinde fetva alması herhalde kemiklerini sızlatmıştır.

3.         Şiirin aslı “Sağ el”dir, Peyami Safa onu "sol el” mi okumuştur, yoksa ona öyle mi gammazlamışlardır? Ya da bir başka yerde, bir başka motifin içinde de mi “Sol el” geçer onu bilemem. Bildiğim ve de derginin her nedense hiç temas etmediği, Peyami Safa tarafından Cahit Sıtkı’nın ölüsünün Türkiye’ye getirilmemesi, memleket' topraklarına gömülmemesi için yazı yazdığıdır. Belki de aslında benim bu konuda fazla hassasiyet göstermemem gerekirdi .Çünkü Peyami Safa rahmetli babasının mezarını bile yaptırmamış, onun baş ucuna adını yazan bir taş bile koydurtmamıştır. ölülere karşı saygısızlığı belki de bu yöndendir. Üstelik bunlar da biraz yan konulardır. Konunun özü şudur: Cahit Sıtkı da Peyami Safa da sanatçıdır. Bu yönden ikisini da ayırımsız sever sayarım. Ancak insancıl davranışlarından ötürü ayırım yapacağım zaman ikisini birbirinden ayırır,, her ikisini de kendi gönlümce değerlendirerek kıymetlendiririm.

4.         Yazının bir yerinde benden “ince” şair olarak “Dostumuz Ayhan Hünalp” diye bahsediyor, hem bu sıfatlara lâyık görüyor, hem de "Peyami Safa için oh olsun o da öldü” diyor şeklinde itham ediyorsunuz. Çok üzüldüm. Birincisi anlamadığınıza üzüldüm. "Cahit Sıtkı öldü, Peyami Safa da öldü” diyorum, insanlar ölür anlamına. “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” yazarına yakışmazdı, diyorum, eseri öylesine değerlendiriyorum ki, o mertebeye erigen bir adama yakışmazdı demek istiyorum.

5.         Ne sağa, ne sola sapıtmadan; otuz yıldanberi yazıları yayınlanan bir sanatçıyı, bir kurumun herhangi bir şahıs aleyhine yanıltmasını düşünmek bence o sanatçı ve o kurumdan çok, bu şekilde düşünen için büyük kayıp olsa gerek. Biz daima bir tarafa körü  körüne abanmış, yamanmış insanlar mı arayacağız. Bizim toplumumuzda, nasıl olmuş da kalmışsa, bir iki bağımsız sanatçıyı da böyle küçük ayak oyunları ile yıpratmamalıyız. Ne Türk Dil Kurumu ne de ben böyle birşeyi düşünebiliriz. Nitekim yazınızın bir yerinde de "Yazısını o derginin diline uysun diye ancak öyle olursa yayınlanabileceği için bazı moda kelime ve deyimleri eklemeyi unutmayan Hünalp” deniyor. Oysa ki Türk Dilinin 226. sayısının 285. sayfasındaki yazımda: “..hayatı yasamanın” diye yazarken, parantez açarak “Özür dilerim yaşamı yasamanın diyemedim” demişimdir ve bu dergi yöneticileri tarafından büyük bir anlayışla yayınlanmıştır. Şimdi bu çizgiye gelebilmiş benim gibi bir yazara ve Türk Dili Yazı Kuruluna o çamurun atılışı dürüst bir davranış mıdır?

6.         Ben Hisar Dergisinde de yıllarca yazı yazmış, hâlen Yazî İşleri Müdürlüğünü yaptığım “gişe ve Cam” Dergisinde adı geçen dergiyi, yazarlarını, kitaplarını genellikle olumlu incelemelerle değerlendirmiş, gerçekten tarafsız daha doğrusu bağımsız bir yazarım. Hisar yöneticileri benimle de açmaza düşerlerse toplumcunuzun geleceği yönünden iyimser bir "yarın” olmasa gerek. Bu yargıma dostum sair Ilhan Geçer de tanıktır.

(Not: Adı geçen imzasız yazının yasarı “Boğaziçi Köprüsü”ne; "Sanki Kutulmuşoğlu Süleyman”ca mısralarıyla “Yüz Görümlülüğü” adında şiirler yazan Basın  tlân Kurumu Genel Müdürü Emekli Yüzbaşı Gültekin Samanoğlu’dur. Bunu da yıllarca sonra öğrendim.)

99      / ORHAN KEMAL ÖGÜTÇÜ’YÜ YEŞİLÇAM ÖLDÜRDÜ          

Sofya’ya hareketinden iki gün önce, Cağaloğlu’nda karşılaşıp, Vilâyetin önündeki Basmköy otobüs durağına gelmiş, geciken arabaya, uyuklayan plântona, otobüs işletmesine, hileli ekmek yapan fırınların sahiplerine, daracık pencerelerinden hava girmeyen “Tayland” otobüslerine bildiğimiz en yandan çarklı küfürleri savurmuştuk. Onunla her karşılaşmamız, her ayaküstü söyleyişimiz, bildiğimiz küfürleri sıralayarak, arada bir, fakat mutlaka Fikret Otyam’dan söz ederek geçerdi.

Şair Mehmet Ali Ermiş’in ölümü de böylesine ansızdan olmuş, onun için de bir iki satır anı, ya da ağıt yazarak, dostluğumuzun hesabına payına düşen borcu en küçük şekli ile de olsa yerine getireyimj demiş, fakat bir türlü onun 1950 yıllarında Varlık Dergisinde çıkan o çok güzel “Lamba” şiirini bulamamıştım. Gönlüm o ağıtın içinde, o şiir de. bulunsun istemişti. A radan biraz zaman geçince de, herşeyi olduğu gibi ölümü de kanıksayan, umursamaz vurdumduymaz toplumun bir yaşantısı olarak, dirilerden ölülere en vazgeçilmez borç olan ağıtımı unutmuştum. Bizim nesil gerçekten kısmfeti ve kaderi güdük, bölük  pörçük bir kuşaktır. Biz Sabahattin Ali’nin öldürülüşünü, Orhan Veli Kanık’m, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Ziya Osman Saba’nın, Sait Faik Abasıyamk’ın, Rüştü Onur’un, Kemâl Ulu ser’in, Muzaffer Tayyip Uslu’nun, îlhan Tarus’un, Asaf Çiğite penin Faruk Çağlayan’ın, Fethi Giray’m, Behçet Kemâl Çağlar’ m, Sermet Çağan’m ve de daha birçok güçlü sanatçının çeşitli, yerli  yersiz, gereksiz etkenlerden ötürü; gencecik, erken vakitsiz göçüp gitmelerini görmüştür.

İnsanoğlu hiç şüphesiz şu parsellenmiş dünyaya kazık kakmayacak, sırası gelince “Rintler Âlemi”ne transfer olacaktır. Kalanlar da, belki enayice, belki akıllıca, “Birçok giden mem nun ki, yerinden / Birçok seneler geçti dönen yok seferinden” diyecektir. Ancak unutmamak, hatırlamak gerekir ki, hayatın, çeşitli kademeleri, bölümleri var.Bu devrelerin gönül rahatlığı ile maddî olanaklarla ve berrak yaşantılarla geçirilmesi, aile sorumluluklarının bütün gereğini, yeteneklerini seferber ettiği halde yerine getiremeyişe karşılık, yeterince verebilme, karşılayabilme imkânını bulan sanatçı olarak yaşanması kaç yazara, kaç sanatçıya nasibolmuştur?

Orhan Kemal kaleminin bütün anlamıyla “Ağır İşçi” olarak, ellialtı yıllık hayatının en azından otuzaltı yılını, sabahın saat altısından geceyarılarma kadar kelime ve konulan ile didişe  didişe 33 basılı eser hazırlayarak geçirmiştir. Bu sayıya tezgâhında olup da gün ışığına çıkmak üzere olanlar hariçtir. Yenilgilerden  zaferlere, kelimelerden  Simgelere, konulardan  bonolara kadar yığın   yığın attırık şeylerle bu kadar alt  alta, üst  üste haşır  neşir olunmasaydı acaba efendiliğin, alçakgönüllülüğün, hiç bir şeye minnet etmeyişin temsilcisi Orhan Kemal bu kadar çabuk mu ve beyin kanamasından mı ölürdü? Verem olur muydu? Kalbinden hasta olur muydu? Kış kıyamet adavapurlarına koşup Heybeliada’nın yolunu tut masaydı, göğüs flimleri için saatlerce röntgen kapılarında toeklemeseydi, “Kitapçılardan alacaklıyım Ayhan Aga, Ast Tiyatrosundan alacaklıyım) Yeşilçamdan alacaklıyım, Demirperde memleketlerindeki kitaplarımın parası birikiyor, heriflerden alacaklıyım, bir kuruş da borcum yok, avansını alıp tek satır borcum olan editör yok, tamam mı arkadaş?” deyip duruyor, ancak, bunların yaraşıra eline çok az para geçiyordu.

Hiç şüphesiz Orhan Kemal bir üslûp sanatçısı, bir kelime kuyumcusu değildi. Bunu da esasen istemez, biraz da istemeyerek gelişigüzel konuşur gibi yazardı.

En azından haftada bir sabah “Basmköy  Taksim” otobüsünde buluşurduk. Evinde tahtadan, ufacık bir masası vardı öpülesi. Bir yazı makinesi, küçücük. Ve de ufacık bir odacığı. Eşi ile, yeni  yeni yazı denemelerine girişen oğlu Kemal’i ile paylaştığı henüz taksitleri başlamamış küçücük bir katta; hayatından memnun, insanlarla dostça, kardeşçe, efendice, daima dudaklarında yarım kalmış bir kahkaha ile yaşantısını sürdürüyordu. Daima yana yatık şapkası ile, bazen sözleşerek; bazen tesadüfen buluştuğumuz yedi otobüsünde ben Tepebaşın daki işime giderken, o da Yeşilçam’ın yolunu tutar, bu arada bazı sabahlar, “Var mısın Kanuni Esasi Kraathanesi’nde bir tavlaya” der, fakat sonra ikimiz de işlerimizin çokluğundan bundan vaz geçerdik. Bazı sabahlar Tepebaşı’nm meşhur büfecisi Tanaş efendiye, “Tanaş” diye avaz  avaz bağırarak bütün Meşrutiyet Caddesini inletir, bazı otel müşterilerini uyandırırdım, Bundan pek hoşlanır, her seferinde, “Haydi şu senin Tanaş efendiye bir bağırıver bakayım” derdi.

Ondakî barsak vesaire hastalıklarının yanında, en önemli ve de en büyük hastalık da insan sevgisiydi. Sanatını küçümseme gayesi ile bir dergi tarafından açılan güdümlü ankete, yada kampanyaya, “Bırak boşver, onlar da yaşlanacak” deyip geçişi, üstünde bile durmayışı, klikler halinde birleşerek büyük yürekli sanatçıları afaroz etme çabalarına düşen, ayakoyunları yapan güdümlü sanatın özentisinden: öteye geçmeyen görüntülük sanatçılara, “Zaman onları silecek Ayhan, boşver” deyişi her zaman kulağımda kalacaktır.

Bütün insanları ayrımsız ve karşılıksız sever, kimseye düşmanlık duymazdı. Benimle Fikret Otyam arasında gazeteciliğimizden ötürü büyük yakınlık ve benzerlikler bulur, ikimize de “Hergelenin tekisiniz” diye takılırdı. Keşke sağ olsaydı da bize gene, “Hergelenin tekisiniz!” deseydi.

100   / ORHAN KEMAL İÇİN ÜMİT Y, OĞUZCAN’A ZORUNLU BÎR CEVAP

Güney Dergisinin Orhan Kemal’in anısına ayrılan 34. sayısındaki arkadaşım Ümit Yaşar Oğuzcan’m sorumluluk dışı çalakalem, düşünmeden yazılmış üç beş satırını ve bunları yayınlamaması gerektiği halde yayınlayan Atıf Özbilen kardeşimi; sanatını, efendiliğini, alçakgönüllülüğünü daima bir “Ağabey” olarak saydığım merhum Orhan Kemal’e karşı saygısızlık yapmış sayıyor ve burada onun çocukları ile eşi Nuriye Hanım adına cevap vermeği kaçınılmaz bir vicdan borcu sayıyorum. Güney’in o sayısını görüp okumayanların bulunacağını, düşünerek burada Ümit’in yazısı ile ilgili küçük bir özet yapıyorum:

“Orhan Kemal İstanbul lokantasında İstakoz ile rakı içerken, masasına buyur ettiği Ümit’in ve arkadaşlarının hesabını da ödüyor. Bunun için 500 liralık bozduruyor. Evli bir kadını sevdiğinden bahsediyor. Ümit de diyor ki, Orhan Kemal sefalet çekmedi, sefalet içinde ölmedi, böyle yazanlar yalan ve yanlış söyler.”

İlâhi Ümitçiğim, yirmi küsur yıllık arkadaşım. En küçük bir art düşüncem ve bugüne dek en küçük bir kırgınlığımız olmadan sana şunu sormak isterim: “Yaptığın hatayı, kırdığın potu ve de ailenin “Reis”lerine kargı büyük kırılmalarına sebep olacak o yazını şimdi nasıl tevil edeceksin?”

Ben emoroitten dolayı rahatsız olduğu halde Orhan Kemal’ in birgün taksiye bindiğini görmedim. Cağaloğlu’nda çoğu geciken Basınköy otobüsünü ayakta beklemekten imanı gevrer di. Ömrünce hakedilmeden kazanılanlara, İstakoz yiyerek içenlere savaş açmış bir sanatçının, belki de bir defa ve son defa anasının aksütü gibi heîâlinden kazandığı ile İstakoz yemesini onun bütün hayatına yaydın. Belki size karşı “Hesabı masaya ilk oturan öder” ananesine uyarak bir jest yapmak istedi. Belki yıllarca yazı paralarının üzerine oturan mıhsıçtı bir editörden kazara aldığı üç beş kuruşu 20 liralık bir İstakozla küçümsemek istedi. Bunları da geçelim bir kalemde. Onun ömrünce ne çektiğini, çoluğundan çocuğundan ayrı herhangi bir İstakozun boğazından geçip geçmeyeceğini yakından tanıyanlar bilir. Ancak evli bir kadını sevdiğini açıklaman çok gereksizdi. Seni o anda kendisine çok yakın bularak böyle birşeyden bahsede bilir. Fakat bunu okuyan çocukları ile torunlarının şimdi Orhan Kemal’e saygıları mı artacak? Hele perişan olan eşi, senin de benim de Yengesi sayılan, bütün mutluluğunu onun yanın da bulduğunu, artık dünyasının yıkıldığını söyleyen kadın acaba ne hale girer? Ölüler adına konuşurken ben de dahil, bilhassa yazılı vesaiklerde hepimiz çok düşünceli, çok saygılı olmalıyız. Ve ağıtlarımızı daima ayıkken yazmalıyız. Sarhoşluk hiç şüphesiz bir büyük düştür, ne var ki ölenler üzengileri kaybolmuş yalınkılıç atlarından düşmüştür!

101   / BÎR MUZAFFER TAYYÎP USLU İLE BÎR RÜŞTÜ ONUR VARDI

1955    yıllarında çalıştığım Tercüman Gazetesindeki bir fıkramda, bizim memleketin değişmeğen gerçeklerinden birisi de, “Sanatçıların erken öldüğü, şarkıcıların çok yaşadığıdır.” demiştim de bazı alaturkacılarımız buna gücenmişti. Durum bir akşam gazetesinde de anket konusu olmuştu. Orhan Veli’nin, Cahit Sıtkı’nın, Ziya Osman’ın o erkencecik ölümlerinin bile yarı yaşındayken tükenen Muzaffer Tayyip Uslu yirmidört, Rüştü Onur yirmiiki yaşlarında ölerek bu yargımızı fazlasıyle doğrulamıyor mu? Neylesek vakit dar, akşam bacamız tütmez. Dallarda kuşumuz ötmez, bir şarkı söyle yavrum. Ve ne kucak açar hatıralar tekrar, ne de dönerler gemiler bir daha. Selâm Allaha, Elveda ey hayat, elvedâ dünya, elvedâ bahçesinden geçtiklerim, elvedâ kahvesini içtiklerim, elvedâ yarım bıraktığım rüya. Elvedâ uzak dağlar arkasında ey benim şarkımı söyleyen çocuk, elvedâ bir ömür süren yolculuk, elveda ey kuş ki, dallar arasında şarkımı bitirmeden sabah olmuş. Kuşları çağıramadım Tanrım, elimden gelse bütün bulutları yere indireceğim. Hangi dala el atsak nedamet. Baş ucumuzda cehennem, ayak ucumuzda cennet, gayret Tanrım, gayret. Bir avuç toprak sana, bir avuç toprak bana. Dünyada değilse de, karanlıkta yan  yana. Bütün bu kötümserliğin en güzelini, ölümün ölümsüzlüğünü veren mısralardan ne kaldı? Beşiktaş pazarında, bir tablanın içinde karısı ile beraber sebze satarak yaşama savaşı veren bu büyük, efendi şair için ve Muzaffer Tayyip için, dörtbaşı mâmur, derli toplu bir inceleme de bulamazsınız.

Muzaffer Tayyip Uslu için arkadaşı Necati Cumalı tarafından hazırlanan anış kitabı, Yeditepe Yayınlarının 58. eseri. Kitapta düzgün bir biografi eksikliği göze çarpıyor. O kadar ki, şairin doğum, ölüm yılı bile unutulmuş.

Hayattan en zor ayrılık, her halde öleceğini bilerek yaşamaktır. Şair “Kan” şiirinde bunu o kadar gerçek olarak işliyor ve öylesine rahatlıkla okuyucusuna duyurabiliyor ki...

Önce öksürüverdim, öksürüverdim hafiften, derken ağzımdan kan geldi bir ikindi üstü durup dururken. Meseleyi o saat anladım. Anladım ama iş işten geçmiş ola. Şöyle bir etrafıma bakındım, baktım ki, yaşamak güzel hâlâ. Meselâ gökyüzü maviydi alabildiğine. İnsanlar dalıp gitmişti kendi âlemine.

Hiç de pişman değilim öldüğüme, her şey bitmişti zira. Usanmıştım artık, gökyüzünü seyretmekten. O kadar çok hatıram vardı ki, karıştırıyordum, birbirine. Diyecekler ki arkamdan ben öldükten sonra, o yalnız şiir yazardı ve yağmurlu gecelerde elleri cebinde gezerdi. Yazık diyecek hatıra defterimi okuyan, ne talihsiz adammış, anası gevremiş parasızlıktan. Seni bir daha göreceğim ne malûm ben, bir hasta adamım, benim güzel İstanbul’um. Peki nedir beni mahzun eden, neden ağlayacak gibiyim bir dokunsanız, bu güzel bahar sabahında, mümkün mü ağlasın da annem mezarımın başucunda, ben sesimi çıkartmayayım. Yağmur dindikten sonra gezmeyeyim caddelerde, önce bütün şairlere selâm, sonra şunu söylemek isterim, ölüm hiç de güzel değil, ne sabah var ne akşam; sokakların ellerinden öperim. Bana yaşamasını öğretmişlerdi. Dost olsun, düşman olgun insanlara iyi günler dilerim.

Sevmek bir kelimedir, sar; saçlı dersem bir kız için sıfat söylemiş olurum. Ben sarı saçlj, bir kız sevdim bir cümledir Sevda dolu bir cümle. Nokta koymalı durmalı zira. Zira açlık da bir kelimedir. Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi. Fakat heyhat dolaşırsa ölüm sık sık dilime, “Açlık” . cümleye gelse de, gelmese de; “Öleceğim, ölüyorum” derken, bugün  yarın da “öldüm” derim.

Muzaffer Tayyip Uslu, Rüştü Onur; Orhan Veli kuşağı ile yola çıkıp şiirimizi bugünkü çizgisine ulaştıranlardandır. Bugün onların soyadını hatırlayan kaç kişi vardır.

102   / NURULLAH ATAÇ İÇİN BİR SÖYLEŞİ

Aradan kaçyıl geçti bilmiyorum, şimdi oturup parmak hesabı yapmak da geçmiyor içimden. Ankara, akasyalarının gölgeleri altında geçen yıllardı. Atatürk Lisesinde Öğrenciydik. Teneffüslerde, ders sonlarında duvara oturur şiir üzerinde, hikâye üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarımıza dalardık. Birgün “şiir nedir?” sorusunun karşılığım bulmağa çalışırken omuzuma bir el abanmış, “Şiir matematiğin şemasıdır!” demişti. Kafalarımızı ardımıza döndüğümüzde, kalın çerçeveli gözlüğünün içinden gülen gözleriyle Edebiyat Hocalarımızdan Nurullah Ataç’ı görmüştük.

O yıllarda bu sözün anlamım anlayacak yaşta değildik.

Matematiğin adından tiksinen bir romantik görüşün ve çağın içinde çırpınıp duran liseli talebelerdik. Hergün bahçede, koridorlarda daima koltuğunun altında bir yığın kitapla, ceplerinden taşan bir yığın dergi ile ve daima bir şeyler düşünen bir Hoca olarak gördüğümüz Ataç’m Türk sanatındaki önemini, sanat ölçüleri üzerinde kurduğu o büyük otoriteyi anlayacak ve kabullenecek görüşten öylesine uzaktık kî..

Bulvardaki Özen Pastanesi. Kavaklıdereye doğru uzayan Ankara caddeleri herhalde şimdi, dilimizin o büyük ustasının, yeni kelimeler, yeni deyimler peşinde bir mesih inancı ile yorulup bıkmadan, tükenmeden didinen o huysuz fakat sevimli ihtiyarın kulaklarını çınlatıp dururlar. O pastahane ki, millet Ataç’tan saatlerce önce gelerek onun yolunu beklerdi. Bekleyişlere Necati Cumalı’dan, Ilhan Berk’e kadar herkes katılırdı. Ancak ve mutlaka İlhan Berk, Ataç’m o Pazartesi günü Ulus’ da çıkan “Söyleşi”sini başından sonuna kadar ezberler, fırsat bulursa Ataç’a bir  iki paragraf okumaya gayret ederdi. Kemal Özgür ile Turhan Dökmeci tanıktır buna.

Cumhuriyetten bu yana her yeni gün bir başka maceraya sürüklenen dil devrimlerimiz içinde, daima kelimelerin ilk kuruluş ve yapılarını arayarak onlar üstünde bir tezyinatçı sabrı ile çalışan Nurullah Ataç, aynı zamanda batı dünyasının sanat eserlerini Türkçeye katarak, kendi ölçüleri içinde iyi ve büyük sanat eserlerinin savunmasını zaman zaman tek başına yaparak, inandığı fikirler için yırtınırcasma ve kendisini kah rede  kahrede yazılar yazarak, sözlü toplantılarda bar  bar bağırarak uğraşıp dururdu .Gerçeği en yalın, katıksız kelimelerle söyleyebilirdi. Ahmet Haşim’in cenaze merasiminde, “Şair şöyle yakışıklı böyle güzeldi” diyenlere çıkıp, “Şimdi gömdüğümüz adam sizin söylediğiniz gibi güzel değildi, çirkindi. Onun güzel olan şiirleriydi” diyebilmişti.

Eski sanat anlayışlarına, klâsik şiir görüşlerine karşı isyan eden yeni Türk sanatının temsilcilerini yazılarıyla destekleyerek, onlara yol göstererekj anahtarlar vererek; Orhan Ve li’nin, Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in,. Cahit Sıtkı’nın, Ziya Osman’ın, Sait Fâik’in, Attilâ Ilhan’ın, Turgut Uyar’m daha nice sanatçıların kendilerini kabullendirmelerinde, anlaşılmalarında en büyük yardımı yapan Ataç, batılı anlamda ilk eleştir mecimizdi.

Katıksız Türkçe ile, yapmacıksız bir anlatışla konuşur gibi yazan Ataç, bir sanat istatistikçisi çıkar da kelimelerini hesaplarsa, muhakkak ve mutlaka Türk edebiyatında en çeşitli kelime kullanan, aynı zamanda da onları bilerek, haklarını vererek kullanan bir sanatçı olarak ilân edecektir.

Onunla iki satır söz edebilmek için, onun yazılarında adı geçmesi, eserleri onun tarafından incelenmesi için, yeni edebiyat neslimiz büyük bir özleyişle beklerdi. “Bulutlar” şiirimi beğenip Ulus’daki fıkrasına aldığı zaman günlerce sevincimden uyuyamamıştım. Bir şiirimde de “Kaygı”yı, “Kaygu” diye kullandığım için kulaklarımı çekmişti.

Her ölünün ardından “Yeri boş kaldı, dolmayacak” denilir. Ataç’ın yeri, Fransızcayı da Türkçe kadar en iyi bilenimizin yeri gerçekten hiçbir zaman dolmayacaktır. Yalnızca kendisine benzeyen çok huysuz, çok tatlı, çok akıllı, cin gibi bir ihtiyardı. Hastaneye yattığı günlerde şöyle demişti:

“Sayrılar evine düştüm. Bu kez önemliye benziyor. Öldürür mü, öldürmez mi? Orasını bilemem ya. Ola ki son yazdığım çiziklerdir bunlar. Öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana”.

Nurullah Ataç yazı yazmadığı, zaman yaşayamazdı. Yaşadıkça yazardı. Doktorlar yazmasına yerinde bir kararla engel oldular. O da yazamadığı için öldü.

103   / REŞAT NURİ GÜNTEKİN’İN “AKŞAM GÜNEŞİ”Nİ “ÇALIKUŞU” GÖREMEDİ

Okul çağımızdaki edebiyat derslerimiz, Feride’nin başarıları, ağaç tepelerinden yıldızları saymaları, sonra sırtındaki soluk pardesü ve elindeki tahta bavuluyla Anadolu yollarına düşmesiyle doluydu. İlk, “Yaprak Dökümleri”ni, yüreğimizin gençlik çırpıntılarıyla dolu ilk, “Akşam Güneşleri”ni, onun berrak Türkçesinden okuyarak öğrenmiş ve yıllarca neslimizin erkekleri Feride’yi, Jülide’yi arayıp durmuş, gene Cumhuriyet neslinin kızlan da bu iki kahramana benzemeye çalışmışlardı. Bir çok Türk ailesi kızlarına Feride adını verirken, onu yıllarca sonra istim kokan bir gardan veya yosun tutmuş bir iskeleden Anadolu’ya yollamak arzusuyla yaşamışlardı.

7 Aralık 1956 akşamı gazetedeki istihbarat odamızın uğultusu içinde, Londra mahreçli bir telgraf haberinden onun sisler diyarında göğüs kanserinden öldüğünü duyduğüm zaman, ilk defa “Birinci sayfaya beş satırlık bir haber daha” diyen sermürettibe bağırasım geldi.

Reşat Nuri Güntekin, sağlam kültürü ile Anadolu’yu karış karış dolaşarak ilk kemâlistlerle ideal ve kader birliği yapmış, onların ümitsiz gecelerinde irtica ve gerilik ile, hurafelerle olan savaşmalarında, fikir ve telkinleriyle, mücadeleci tipleriyle kuvvet kaynağı olmuştur. Merhum Jandarma Albayı babam Nurettin Hünalp hangi ilçede Kumandanlık yapsa, üç kuruşluk aylığı ile aldığı şeker kutuları elinde her bayram köylerdeki öğretmenleri ziyaret ederken; 1925 yıllarında Bitlis’de “Bir Gece Faciası” gibi oyunları, Türkocağı sahnesinde Mülazımi evvel Nuri Efendi ile birlikte halka oynarken, hiç şüphesiz Feride’nin ruhundan ışık almış bir gençti. “İstiklâl” piyesinin oynanmadığı bir hapishanemiz yoktur. Halkevlerinin kuruluşundaki yıllarda ilk temsillerini onun kaleminden alıp, salaştan bozma sahnelerde oynayarak halka ileten bir avuç gerçek sanatçı, edebiyat sevgisinin en küçük köye kadar bütün cömertlikleriyle götürmüşlerdir. Güntekin’in hayatında da şüphesiz her sanatçının olduğu gibi, “Bir Gece Faciası” bulunmakta ve garip bir tesadüf eseri olarak da yazarın son eseri 1956 yılında öldüğü günlerde Ankara’da  Küçük Tiyatroda “Bu Gece Başka Gece” adıyla oynayıp durmaktaydı. Belki de bütün sanatçılar yaşadıkları gecelerin bir öncekinden başka olduğunu sanarak avunup durdular. Ve herhangi bir gecenin bitiminde de aynı geceleri yaşamaktan usanarak çekip gittiler.

104   / ÖLECEĞİNİ BİLEREK ÖLÜME MEYDAN OKUYAN FARUK ÇAĞLAYAN

Merzifon’dan öte bir küçük istasyon, yanılmıyorsam “Yıldızeli” bu küçük istasyonda da bir Faruk Çağlayan vardı. Küçücüktü dünyası. Bir demiryolcu babanın küçük imkânlarıyla dar kadrolu koşullarla, kendi kendini yetiştiren pırıl  pırıl bir delikanlılık. Sonra Kuleli Askeri Lisesi. Harp Okulu. Başarılı bir öğrencilik hayatı. Ardından, Ankara, “Dil  Tarih Fakültesinin Türkoloji Enstitüsü. Şiir matineleri. Münazaralar. Edebiyat öğretmeni, Teğmen Faruk. Bursa ışıklar da, Kuleli Askeri Lisesi’nde öğretmenlik. Faziletkâr Nihal Hanımla evliliği, alabildiğine mutluluğu, iki kız babası Faruk. Sonra Cebeci’de bir mezar taşı. “Burada Yarbay Faruk Çağlayan Yatar”.

Bütün bunlar bir sanatçının özel hayatı ile ilgili küçük notlardır. Ve hiç şüphesiz kimseyi ilgilendirmez. Ancak, bu çizgilerle kısaca vermek istediğim Faruk, toplumumuzda ender

rastlanan, efendilik numunesi, alçak gönüllü bir insandı.

VÎTA AENÎGNA EST

Fincan oynuna benzer / Geçirdiğimiz hayat; / Ya şundadır ya bunda / Kaymakamın kızında... /

Evet 23 yıl önce Faruk, bütün gençliğimizi yitirip, koridorlarına gömdüğümüz Fakültenin dersleri arasındaki teneffüslerde, durmadan şiir okurken, arada bir de kendi yazdıklarında hayatı fincan oynuna benzetirdi.

Daima yenilik peşinde olan güçlü bir sanatçıydı. Klâsik çerçevesi içindeki “Kitap Saati ”ne ilk defa müziği getiren, kitapları müzikleyerek tanıtan ilk konuşmacıydı. Bunu aralıksız, olarak İstanbul Radyosunda dört yıl yapmış, Ankara ve Erzurum Radyolarında tekrarlatmıştı. Rahmetli Baki Sûlıa ile birlikte “Atatürk Şiirleri Antoloji”si, “Pazar Dergisi”nde, “Sorun Söyleyelim” sütunu. Gramerimizle ilgili bir yığın makale. Remzi Kitapevi tarafından yayınlanan, “Türk Grameri” ve de bunların hepsinin üstünde şimdi ordumuzda görevli bulunan binlerin üstünde subayımıza türkçe ve edebiyat öğretmesi.

Onunla, “Türk Dil Kurultayı”nın son çalışmalarında hep beraberdim. İkimiz de ölümünün yakın olduğunu biliyor, fakat bunu konuşmadan anılarımızdan söz ediyorduk. “Ayhan” demişti, “Öldükten sonra ruhumun eşim ve çocuklarımla buluşacağını bilsem, ölümü hiç umursamıyacağım!”

Sonra bir süre de İstanbul’da hastanede Fatih Camisinin minarelerine bakarak yattığı 301 numaralı oda. Buradan ötesi nedir ki? Ankara’ya dönüş, yeniden hastane. Yeniden ölüş. Bir bakıma Faruk kurtuldu da. İnsanların anlayışsızlığı, harisliği, umursamazlığı onu her gün kahrediyordu. “Allahtan ki ailem çok iyi, yoksa çoktan ölürdüm” deyip duruyordu. En son kitabı, “Türk Grameri”nin kapağının rengi, Türk Dil Kurumunun kitabına benzemiş. Bunun için Kurum Faruğu mahkemeye vermiş. Duruşmalar, bilirkişiler. Bu arada Dil Tarih Fakültesi’nin profesörlerinden Zeynep Korkmaz da kapakların birbirine benzediğine dair rapor vermiş mi? Zavallı Faruk, polis cibinin insan ezdiği ve ezdiği insanı hastaneye götürmediği bir devirde eserinin kapağı bir başka yayma uzaktan benzediği için, bir ilim üyesinin de aracılığı ile canından bezdiriliyor. Şimdi

Kurumun da, bizim Zeynep’in de başı göğe ermiştir. Bu yazıyı, “Nur içinde yat Faruk!” demek için yazmıştım. Bu arada onu anlayışsızlıklarından ötürü yaşamaktan bezdi renler e de, “Rahatladınız mı?” demiş oldum.

105   / BÜLENT ERUTKU ÖLDÜ

Çoğunuz tanımazsınız Bülent’i. “Yaşasaydı gelin olacaktı Hürriyette” misali, savaşını biraz daha sürdürebilseydi güçlü bir ozan olacaktı. Geyve’den Tunceli’nin Kalan ilçesine kadar beyaz gömleği ile idealist ve efendi, gıllıgışsız ve mertcesine örnek bir “Hükümet Tabibi” olarak koşup durdu. En sonunda mevzuat yetersizliklerine, anlayışsızlıklara kayırma ve iltimaslara dayanamıyarak alıp başım Kanada’ya gitti.. Mesleğine orada Psikiatri olarak devam etti. 16 Ağustos 1968 tarihinde de beyin kanamasından Kanada’mn Montreal şehrinde “Opi tal des L’avretideş” hastanesinde vazifeliyken vefat etti. Ardından 16 aylık bir çocuk ve eşi kaldı. îşte onun kişisel çizgileri.

Bülent Erutku’nun aşağıya aldığım bir şiirinde ek olarak bu satırları neden yazdığımı açıklamak isterim. Öylesine bir dünya düzenine ve toplumsal hayata girdik ki, sağcısı camide adam öldürüyor, solcusu keyf için bir pazarcının tahta sandıklarını yakıp, sahibi bir ırgat olduğu halde bedelini vermiyor. Kimin eli kimin kıçında belli değil. Kırk yaşını yaşayan ve memleketini aşırı derecede seven, bir büyük yürekli sanatçının sessiz sedasız gitmesine, üç  beş tanıyanı öldükten sonra da tamamen unutulmasına insanın yüreği razı olmuyor.

Bana 1966 yılında Geyve’den yazdığı bir mektupta; “Memleketimizde manevi değerler kazandırılma yolları  Zihniyet seviyesi ve yükseltme çareleri / Kafa işçilerine ait normal yaşama seyiyesi / Sosyal dayanışmanın gereği ve genelleştirilmesi” konularını ortaya atan, bunları o zamanlar çalıştığım “Tercüman” gazetesinde köşemdeki fıkralarımda işlememi isteyen Bülent’cik, bir başka mektubunda; “Memleketimin dertlerine ağlayacağım, insan kardeşlerimin dertlerine ağlayacağım, boğuşmalarına, açlıklarına, eşitsizliğine ve buna rağmen yüce kalabilmelerine ağlayacağım ve kar yağan sokağa çıkacağım soğuğa inat umut dolan kalbimle sıcak bir geleceği tasarlayacağım, îşte küçük kasabamızdaki her geceki hayatım”.

Ve de Tunceli’den bakın ne yazıyor : “Köylü nasıl efendi olmuştur? Ben bu problemin varlığına gezdiğim köylerde rastlamadım. Herkesin öfkesi ve hışmı gene onlar üzerindeydi. Hakim onlara kızıyor, Kaymakam küfrediyor, doktor lânet ediyordu. Oysa zavallı olan bizleriz. Küçük ve korkak adamlarız. Büyük gayelerden uzak, küçücük günlerimizi yaşıyoruz.”

Piyade Yedek Subay Okulunun 39. dönem öğrencileri, hiç olmazsa siz, o günlerinizde size en insancıl duygularla bakan beyaz gömlekli esmer adamı, unutmayın. İşte 1956 yılında çoğumuzun adını bile duymadığı “Kalan” İlçesinden yazdığı bir şiiri: İnsanlığa Çağrı:

“Bir ağrısı çökmüştü omuzlarıma yalnızlığımın / Atmosferlere ağır ve kocaman / Bir karanlığı büyümüştü gözbebek lerimde / Acılı boşluğunca yalnızların 1 Dağların, okyanusların iklimleri genişlemişti içimde J Donuyordu kemiklerim ıssızlığımdan / Kafamda yaşamanın sarhoşluğu / Ne bahar, ne aşk ne kin, ne kavga / Fenerlerim kopmuştu, gemilerim kaybolmuştu / Dört iklimde milyonlarca kardeşlerim birbirlerini yiyordu / Kinleri düşmanlığı, hayvanca kudurmuş luğu / Şimdi antenlerim dostluğa huzura, kardeşliğe açık / Şimdi antenlerim aşka, umuda, insanlığa gerili / Bekliyorum mevsimlerin değişmesini / Yeniden yeşermesini kardeşliğin aşkın ve insanlığın / Bekliyorum irkilerek yalnızlığımdan”.

106   / MESUT ÖZDEMÎR İLE ÖBÜRLERİNİN ÖLÜMÜ EŞİT AYDIN KATLİAMI YA DA ENTELLEKTÜEL KIYIMI

Evet arkadaşım, benim karagözlü, bir deri bir kemik arkadaşım. Sigarasını dudağından düşürmeyen, onu içmeyip yiyen akşamları bir kadehçik rakısını yudumlamadan, elli sayfa okumadan Uyuyamayan arkadaşım, merhaba! Sen Babıâliyi bir nikotin gibi içine çeke  çeke ve bizim yokuştan bıkarak, kendi  kendini yiyerek gittin. Bu gidişinde, boşlukta sallanıp  sallanıp duran, çakılacak bir köşe bulamayan bir çilekeş neslin almyazısı, kaderi vardır.

1955, 1956, 1957 yıllarının sonbaharlarında; Bandırma’da havaüssündeki napal atışlarından, 1959 da Menderes’in Kirşe hir ve Adana gezilerinde konuşarak sabahladığımız gecelere kadar, beygirler gibi sırtlarındaki yüklerin altında ezilen hamalların röportajını vermek için, onlar gibi sırtına arkalık takarak çalışmana kadar, bütün isyanından, bütün tevekkül ve mert liğinden şimdi ne kaldı? Sen ki yazılarını en diri, en berrak türkgeyle veren, bu yüzden zaman  zaman Ahmet Emin Yal man’dan “Gazete lisanı bu değildir!” diye papara yiyen, buna rağmen direnen, yolundan dönmeyen, “Gazetelerin ayrı, dergilerin ayrı, halkın ayrı dili olamaz. Bir tek dil vardır, o da türkçedir!” diyebilen mert bir gazeteciydin. Modern anlamdaki sendikacılığımızın temellerini eşeliyenler, senin emeğini daima orada göreceklerdir. Eski gazete kolleksiyonlanna kazara dalacak bir iki “Basın Tarihçisi”, oradan kendilerine el sallayan, göz kırpan yazılarını görerek ayağa kalkacaklardır. Büyük bir gerçeği çizen “55 1er ve Ötesi” seri röportajında hep memleket dertlerini dile getirirken, üzülüp kahrolmaktan, yitirilmekten başka sana ne kalırdı.

“Sen Bitlis’lisin, ben Bitlis’liyim. İkimiz de kürdüz.”

Her karşılaşmamızda ağzımızdan dökülen bu üç  beş kelimelik gırgırdan başka bizi güldüren neyimiz vardı? Muhabirliğinden Yazı İşleri Müdürlüğüne kadar yaptığın gazeteler şimdi sana ölüm yıldönümlerinde mezarına bir buket çiçek hile yollamazken, iki satırla olsun seni anmazken ve de meslek daşîarm mezarının hangi mezarlıkta olduğunu bile hatırlıya mazken, insanoğlu nasıl da “Gazi” yerine “Niyazi” oluyor değil mi?

Giden gidiyor, kalan kalıyor. Bundan ötesi nedir ki? İşte bak senin deyiminle, “Yerebatan Sarayından bu yana, istihbarat odalarına ,Yazı İşleri Müdürlerinin odalarına yığın  yığın kargalar geliyor.” Seni gagalayan, Yüksel Kasapbaşı’nı, Abi din Behpur’u, Nadir Dayı’yı, Fethi Giray’ı, Mehmet Ali Ermiş’i, Gavsi Ozansoy’u, Tevfik Erol’u, Ali Karakurt’u gagalayan kargalar, ardınızda kalanları da gagalamak için sırada bekliyor. Bütün ömrünü Bâbıali’de harcayan Tarık Carım'ı kim gagaladı? Bugün onu Oğuz Toktamış’ dan başka hatırlayan kim kaldı? Bu bir “Münevver Katliamı”, “Entellektüel Kıyımı”dır. Sen Kırşehir’de, üç  beş vâad ile partisini değiştirenlere kızıp  kızıp içmeseydin, sabahlamasay dm, maaşlarım her ay muntazam ve noksansız alabilseydin bu kadar çabuk mu ölürdün? Bizde her sanatçı, her gazeteci için, “Çok içerdi ondan öldü!” derler. Boşver sen bu sözlere arkadaşım. Tarık Carım’a da bir baksana, “İçki yerine yanlışlıkla DTT içti” dediler. Ben kalıbımı basarım, Bahriye delisi TRT’li Oğuz Toktamış da kalıbını basar ki, herhangi bir kelimenin eş manasını bir çırpıda yedi lisanda söyleyiveren Tarık Carım, DTT’yi bilerek, isteyerek içti. Buradan ötesi masaldır, yetmiş kuruşluk birinci sigarasıdır, altmış kuruşluk bir tosttur. Ve de Karacaahmette parsellenmemiş iki metrekarelik bir çukurdur.

107 / REFİK HALİT KARAY’IN 1956        YILINDAKİ KAŞIKLARI

Çocuk kalabalığı omuzlayarak yardı. Gişedeki matmazele, “İki sucuklu tost, iki de hamburger” dedi. Avucuna dört tane kırmızılı yeşilli marka verdiler. Dört dakika sonra yanındaki kızla yemekleri bitmişti. Çocuk kızın koluna girdi, bitişik sokaktaki sinemaya gittiler.

“Nilgün” romanıyla 1950 civarı yıllarının nesillerine isim babalığı yapan, Türkçemizin kuyumcularından, Memleket Hikâyeleri ile dilde sadeleşme akımının öncülerinden Refik Halid Karay’ın odasındaki camlı dolapta sıralanan 312 kaşığa bakmca, elimde olmadan aklımdan, “Eski insanlar yemek için mi yaşarlarmış?” diye bir soru geçti.

Sapları mercan, Hindistan cevizi kabuğu veya abanoz yahut da “Mührü” denilen deniz kabuğundan şimşirden kaşıklar, Camın arkasında ayaklanıp, odada yürüyeceklermiş, neredeyse, “Bizi yapan ustalar hayatlarını bu uğurda harcamıştır” diyeceklermiş gibi. Her biri tamamen bir sanat eseri olan kaşıklar da, bir sanatçının evinde toplanmayı uygun bulmuşlar.

Türk çorapları, kilimleri, seccadeleri gibi kaşıkları da, çeşit  çeşit renkleri ve biçimleriyle ilim adamlarının, folklorcularının ilgisini toplayacak bir zenginlikte ve unutulmuş olarak yaşamaktadır.

Kelimenin bütün anlamıyla bir İstanbul efendisinin zera feti içindeki romancı Refik Halid Karay’ın Şişü’de Bulgar Çarşısındaki evinde kahvelerimizi içerken konuşuyoruz:

“Kaşık kelimesi nereden geliyor acaba?”

Refik Halit bakmaya bile kıyamadığı kaşıklarını,, elleriyle çocuklarını seven bir baba gibi okşayarak;

“Fikrimce kaşık, kasık kelimesinden gelmektedir. Fakat şimdi kullandığımız manadaki kaşık değil eskiden Türkçede kaşık, bugün avurt dediğimiz manada kullanılırdı. Tahmin ediyorum ki, kaşık, kasığın değişmiş şekli olarak dilimize geçmiştir. Benim kaşıklarımın kolleksiyon olabilmesi için ait olduğu asırlara göre tasnif edilmesi, sıraya konulması, derlenmesi lâzımdır. Halbuki ben kaşık envamdan hoşuma gidenlere rastladıkça aldım. Karmakarışık dizdim.”

“Kaşıklar nerede taşınırdı?”

“Türkler bir zamanlar kaşıklarını da silâhları gibi yanlarında taşırlardı. Ben Anadolu’da böylelerini gördüm. Kaşıklarım bellerine sardıkları kuşağa veya meşin kemere saklarlardı. Bir yerde rastgele yemek ikram olununca, kaşık hazırdı. Kaşık taşımanın pratik olduğu gibi, sıhhi bir tarafı da olabilirdi. O da herkesin kendi kaşığım kullanma arzusu.”

“Neden bu kadar çok şekilli kaşık vardı? Ninelerimiz, dedelerimiz midelerine çok mu düşkündü?”

“Biz babaevinde vaktiyle, açık renkli hoşafları, meselâ çekirdeksiz üzüm, kaysı, taze erik hoşafları ile, kaysı pestili gibi şeyleri sarı boğa kaşıklarla içerdik. Sonra meselâ mahal lebi gibi tatlıları, uçları mercandan fildişi kaşıklarla, lohuk dediğimiz ezilmiş beyaz şeker tatlısını, pilavı sapları sedef kakmalı, ve boynuzlu kaşıklarla yerdik.”

“Bütün bu teferruatı hangi sonuca bağlıyorsunuz?”

“Sanat zevkini tatmin ihtiyacından ve yemeğe bizim anh yamıyacağımız kadar ehemmiyet verilişinden ileri gelir. Bunda büyük bir imparatorluk olmamızın .da tesiri büyüktür. Resim ve heykelin de yasak olması, sanatkârlık istidatlarının bu yollarda geliştirilmesine sebep olmuştur.”

“En pahalı kaşığınız?”

“Antikanın rayici olmaz ki, kaşıkların olsun. Antikacılık düşünmek ve biraz da düşürmek sanatıdır. Şu sapı mercan ve maden kakmalı, uçları dalmercan kocaman Hindistan cevizi kabuğundan oyulmuş fevkalâde güzel kaşığın kullanıldığı zamana ben yetişemedim.”

İnsanoğlu bu kaşıkların değdiği ve üzerinde hiçbir karaltı, hiçbir namussuzluk izi olmayan dedelerimizin ellerini düşünüyor. O öpülesi eller kimbilir bu kaşıkları yontmak, bu kaşıkların incilerini döşemek için kaç iş gününü seve  seve feda ettiler. Her kaşıkta bir Türk dünyası vardır. Kaşıklarımız bir heykel yapar gibi, kaneviçe işler gibi yapılmıştı. Günümüzün robotlaşmış anlamsız insanlarından Türk kaşıklarına selâm olsun.

108   / YAŞAR KEMAL’İN 1955 YILINDAKİ HEYBE VE KİLİMLERİ

“Her kilimde bir yurt parçası, her kilimde bir dünya vardır” sözünü bitirdi mi? Yoksa tamamlamadan mı bıraktı anlayamadım. Bir süre düşünen Yaşar Kemal, ayaklarının altında uzanan Maraş kilimine baktı, rengârenk motifler, bir rotatif makinesinin baskısından çıkmış bir kâğıt gibi odaya serilmişti. Bir rüzgâr olsa, kilim hışırdayacaktı sanki. İnsanoğlu garip mahlûk, herbirinin ayrı bir merakı var. Kiminin parası olmaz, dileği içinde kalır. Kiminin evinde yeri yoktur biriktirmek istediği şeyleri koyacak yer bulamaz.

Yaşar Kemal’in kilimleri, karı  koca arasında kavga konusu olan meraklardan değildi. Kilimler yeri, heybeler de duvarları süslüyordu. Romanlarında Anadolu’nun insanını vermeğe çalışan bu sanatçı, evine de Anadolu insanının el emeğini, almterini doldurmuştu. “Şu duvara asılı olan küçük keçe” dedi Yaşar, “İçine bütün Van dolaylarının renklerini alan bir kilimdir. Bu içiçe giren şekiller kan kavgasına düşmüş insanları, ilerdeki düz çizgiler de kavga sonunda ölen insanları anlatır”.

Yaşar’ın odasını ve evinin duvarlarını dolduran kilimlerinin yanında, kitaplığından, küçük iskemlelerden sarkan heybelerle, hasır üzerine işlenmiş ve insana yürüyecekmiş, konu şuverecekmiş duygusunu veren duvar kilimleri bir Anadolu dünyasını andırıyor. Yaşar Kemal, “Kilimlerle heybeler atbaşı gitmiş şeylerdir.” diyor. Gerçekten insan dikkatli bakınca, kilimlerde de heybelerde de eş renkleri ve motifleri görüyor. Bunları eskiden göçebe yörükler kullanırmış. Hepsi yeşil zemin üstüne. Dağların aralarında kalmış, sıkışmış vadileri anlatan bir yeşil, Yörüğün aklı, gönlü hep yeşille, hep dağlarla dolu, olurmuş. Bu yeşil üstüne kondurulmuş sıra  sıra dağlar da onun hasretidir. Anadolunun herhangi bir köyüne, herhangi bir ilçesine yolu düşenler bilir, dağlar içinde kaybolan yollara kar 

§ı, pencerenin kenarına oturan, arada bir şarpasım düzelte  dü zelte küçük bir el tezgâhında, bu ufak kilimleri dokuyan kızlar çoğunlukla bunlara gençliklerinin o ışıklı günlerinin çilesini de gömüverirler. İç  içe girip ayaklarının altına serilen küçük yuvarlaklar, insan oğlunun hayata, yaşamaya bağlılığım anlatır. O en aşağıda ince siyah çizgilere dolanan büyük siyah halkalar kıskançlığı belirtir. Küçük yürekli insanların kin ve hasetlikten, kelepçelenmiş eller gibi hareket edemeyeceğini anlatır.

Yaşar Kemal her gittiği yerden o havalinin özelliklerini taşıyan bir kilimi veya heybeyi getirmeği adet etmiş. Bu huyundan karısı da, anası da çok memnun. Her ikisi de “Evimiz güzelleşiyor, odalarımız ışıklanıyor’’ diyor. Eski Türk kilimleri kendilerine gösterilen ilgi, her geçen gün biraz daha azaldığı içinı artık renklerindeki ve motiflerindeki ölmezliği kaybediyor. Kilim yapan, ona ahnteri dökenler, bundan sonra siyah zemin üstüne motifsiz kilimler yapacaklarmış. Yaşar Kemal, “Ben kilim tüccarlığı yapamam ama”, diyor, “Anadolu’ da müşteri bekleyen kilimler büyük şehirlerimizin piyasalarına getîrilebilse, bu işle uğraşanlar zengin olur”. Yaşar’m o yıllardaki dileği şimdilerde gerçekleşiverdi.

109   / BOYALI SOSYALİSTLER

Celâlettin Çetin Bulgaristan’a gittiğinde, “Yaşar Kemal için boyalı sosyalist diyorlar” demişti. Sosyalist geçinenler anlamına. Burada basın hayatımızda isim yapmış ,sosyalistliği parsellemiş, bu ünvanı kimseye vermek istemeyen, fakat, gerçekte kapitalistin ta kendisi olan üç beş kişiden söz açacağım.

110   / VEDAT NEDİM TÖR

Vedat Nedim Tör, “Aile” Dergisini yayma hazırlarken ben de bir lise öğrencisi olarak her hafta kendisine yazılar yollardım, o da bana cevaplar vererek yol gösterirdi. “Üç Kişi Arasında” piyesi ile bizim nesil arasında hatırı sayılır haklı bir şöhreti vardı, o da bizimle ilgilenerek bunu gölgelemezdi. Yıllarca sonra çalıştığım İkdam Gazetesi kısa bir yayın hayatı ile kapanınca iş için kapısını çaldım. Telefon edip haber verdiğimde çok müsait karşılamıştı. Kapısına vardığımda, ayaküstü konuşmamız pek tatsız oldu. Bana bağırarak, “Napa lım yani, buradakileri çıkarıp seni mi alayım?” dedi. Bir başka vesile ile Vedat Nedim’i aramıştım. Tercüman’daydım, işsizlik konusunda küçük bir anket yaparak “Türkiye’de böyle bir durum var mı” diyordum. Yapı Kredinin adı büyük bir servisini yönetiyordu. “Böyle ciddi konular anketlerle ele alınmaz” diye gene bağırıverdi. Yaşım ilerleyince anladım, “işsizlik var” dese, çalıştığe yer alınırdı belki, “Yok” dese, “Üç Kişi Arasında” mn sosyalist yazarına yakışmazdı. En iyisi beni paylamakta bulmuştu işi. îşte şimdi yıllarca sonra bu anılarımı yazarak kendisi ile ödeşiyorum.

111   / HÜSAMETTİN BOZOK VE YEDİTEPE DERGİSİ

Biz 1950 yıllarında devamlı yazılar yazdığımız “Yeditepe” yüzünden, 1953 yılında, Piyade Yedek Subay Okulunda çavuş çıkarsak korkusuyla bir çok gecemizi uykusuz geçirmiştik. Gerçekten o yılların pırıl  pırıl bir “Yeditepe”si vardı. Kuşe kâğıda basılır, çok güzel bir mizanpajla okuyucu zamanında ulaştırılırdı. Orada yayınlanan 30 hikâyemle, 20 yi aşkın şiirimden başka, “Anadolu Bakışlı Öğretmen’e Mektuplar” diye sürekli yazılar da yazardım. Hiç şüphesiz bunlar için bir kuruş bile almayı da düşünmezdik. O yıllarda Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Yeditepe gibi Dergilerde devamlı yazabilmek bize yetişiyordu. Yıllar geçtikçe “Ağabey” dediğimiz Hüsamettin’e daha çok yardımcı olduk. Çoğunlukla sanat değeri çok düşük olan kitaplarından sattık( gittikçe bozulan dergisinden aboneler yaptık, bu arada da resmî ilân alabilmesi için bol  bol hiç almadığımız halde telif hakkı kâğıdı imzaladık. O zamanlar böyle bir mev vuat vardı, yazarlarına ücret ödemeyen dergilere ilân verilmezdi. Bazı dergi sahipleri de bunu muvazaa yolu ile hallediyorlardı. Kâğıt parasını zor karşılayan dergiler, bir de telif ücretini nereden verecekti? Bu arada malî"sorumluluğu bana ait olmak üzere, benim “Bir Martı Öttü” şiir kitabımı da Yeditepe yayınlarından yapmıştım. Buna karşılık 1000 kitabım Yedi tepe’nin olacak, bu arada bütün kitaplar da Anadolu’ya dağıtılacaktı. Oysa bizim kitabı Hüsamettin Kadıköy’e bile yollamadı. Böylece depoya koyduğu kitapları da bana gerektiği zamanlarda beheri 120 kuruş karşılığı vermeğe kalktı. Biz de kuzu  kuzu bu parayı ödeyerek kendi kitabımızı almaya başladık mı? Ben deki 1000 tane bitmişti. Ufak gayretlerle kendim elden satıyordum. Halbuki ben satışı Yeditepe’nin yapması için 2000 lira tutarındaki 1000 kitabı hibe etmiştim. En sonunda 120 kitaplık bir partiyi 100 liraya toparlak hesap almak istedim. Hüsamettin meşhur cömertliği ile 20 lirayı ikram etmeyince, “Al arkadaş, fakat unutma ki, 20 lira için beni kaybediyorsun” dedim. Çıkış o çıkış, bir daha Yeditepe’nin kapısına uğramadım. Aramızda bütün yayınlarından bir adet de bana yollayacağına dair sözleşme olduğu halde kitaplarından göndermediği gibi ayda bir yayınladığı dergiyi de kesti. Fuzuli işgalden utanmasam, Hüsamettin’i Mahkemeye vereceğim ve Adliye kanalıyla da olsa ona sözünü tutma zevkini tattıracağım. Türkân Akbaş ile Erdoğan Kral’ın kulakları çınlasın.

112   / MUHARRİR AHMET KABAKLI’NIN MİNNETİ

Hâlen Tercüman’da fıkra yazarlığı yapmakta olan Ahmet Kabaklı ile uzun süre Tercüman’da ve “Hür Vata*ı”da fıkralar yazan Emil Galip Sandalcı, yıllarca önce yaptığım çok dikkatli ve dürüst çalışmamın sonunda meydana çıkmışlardır, önce arada  sırada kendimden bahsettiğim için özür dilerim. XX. Asır eylemi insana bunu mecbur ediyor. Birgün beni yanına çağıran Cihad Baban, “Ayhan şu iki çuvaldan bini aşkın fıkranın içinden 15 tanesini seç, büyük jüriye onların içinden birinci, ikinci, üçüncü seçtireceğim” dedi. O yıl gazetemiz için okuyucularımız arasında fıkra yarışması açmıştık. Kazananlar da kendilerine ayıracağımız sütunda sıra ile yazacaklardı.

Çeşitli işlerin arasında geceyarılarma kadar devam eden ücretsiz mesailerle onbeş fıkrayı ayırdım, iki tanesine de işaret ederek, “Bunlar mutlaka birinci, ikinci olur” dedim. Ve sonucunda, işaretlediğim fıkralarıyla Emil Galip Sandalcı ile Ahmet Kabaklı birinciliği paylaştılar. O sıralarda, “Bu Gelen Kadın Sesidir” şiiriyle rahmetli Nurullah Ataç ’m bile dikkatini çeken Ahmet Kabaklı gelişigüzel bir tasnifle ödevimi yapsaydım, belki de bugünkü yoluna girmez, ya da çok geç girerdi. Aradan yıllar geçti. Tercüman’da tefrika edilen “Vapur Düdükleri” adındaki romanım, memleketimizin ilk sine  romanı olarak “Dost” 'Yayınları arasında çıktı. Ka baklı’dan usulen bir yazı rica ettik. Büyük bir vefakârlık ve minnet örneği vererek tek satır bahsetmedi. Üç  dört ay sonra karşılaştığımızda sebebini sorunca “mevsimi geçti, geç kaldım” dedi. Kitap sebze miydi? Hazırladığı Edebiyat Tarihinin ikinci baskısında ise, adı geçen romanımdan daha önce aldığı bölümü de çıkardı. Edebiyat Tarihi de emanetçi sultanın dükkânı gibiydi. İçinde kimler yoktu? Şiir severlerle hikâye severlerle doluydu.

113   /İYİ YÜREKLİ İŞVERENLER BE VARDIR

Bizim nesil de “Geldi  gidiyor” işte. Yıllar yılı tümümüz de hiç şüphesiz hayat mücadelesinin, ekmek kavgasının içinde çeşitli kırılmalarla yenik ya da yorgun düştük. Ancak bunun yamsıra, işçi olalım, işveren olalım, günümüz eylemcilerinin nazarında milyonlarca Türk lirası ile ödenemeyecek ölçüde kıymetli ve vazgeçilemeyecek tecrübelerin sahibi olduk. Yirmi küsur yıllarımızda işçiyi baştacı yapan, işvereni yerin dibine sokan düşüncelerin esiri olduk. Otuz  Kırk yaşlarının arasında iki kesimde de çok iyi insanlarla çok kötülerinin bulunabileceğini idrak ederek uyandık. İşçiyi sömüren işveren edebiyatının yamsıra artık, işçi temsilcilikleri odalarında yan gelip oturarak, işçinin sırtından geçinen, altlarındaki arabanın, pazar gezintilerinde bile kullandığı benzinin karşılığını işçi aidatlarıyla karşılayan işçi temsilcilerinin bulunduğunu, bir kısım. “Sarısendikacı”larm da olduğunu üzüntü ile görmüyor muyuz?

Biz ne yazık ki, her anlamda tarafsızı az olan bir toplumuz. Particiliği kulüpçülük gibi, “solsağ” mücadelesini mezhep gibi almış, bu çizgi ve sınırı da aşmak istememişiktir.

Bu anımı hayatım boyunca tanıdığım, ideal ölçülere uyan, hayalimizi kapsayan tam anlamı ile “Babacan” ya da “Ton Ton” bir iki işvereni tanıtmak için yazıyorum.

Ben hiç şüphesiz “Bütün işverenler iyidir.” demiyorum. “Bütün işçiler de iyidir.” demiyorum. Ancak karma ekonomi eh güzel bir sistemdir, murakabe sistemlerini düzeltmek, sosyal adaleti sağlamak suretiyle bugünkü düzenimizi huzursuzluğundan kurtarmak elimizdedir demek istiyorum. İşte size ömürlerince işçilik yaparak, hâlâ da çalıştıkları yerlerde bir işçi gibi davranarak vatandaşlarına iş imkânları yaratan bir yığın işveren...

Bursa’da “Türk  İş”in Genel Kurulunu izlerken, delege işçilerden bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine (1963 yıllarında) mil yoner düzeyine ulaşmış bir Tekstil Fabrikatörünün işyerine gittim. Ayağındaki tulumuyla, makinesinin başında çalışırken bulduğum Abdurrahman Şenipek bana özetle şunları söylemişti :

“Şehrimizin yetimleri, anasız  babasız kalmış yetimleri, bayram .sabahlarının o insanı kahreden hüznüne düşmesin, yüzleri gülsün, bayram günlerinde yamalı pantolon, yırtık pabuçla dolaşmasın diye, onları gücümün yettiğinin de üstünde bir çaba ile bayramdan önce arar bulurum, isterim ki onlar da benim gibi, yetimliğin imkânsızlıkları içinde, refah sahibi aile çocuklarının giyimli hallerini görerek içlenip dertlenmesinler, benim çocuklarımla birlikte onların da gözlerinin içi gülsün. Ben hiçbir bayram sabahında başucumda yeni elbiseler bulamadım. İlkokulu bitirince de okumak imkânı bulamadım, o günlerde de hem okula gider, hem bir fabrikada çalışırdım. Bu yüzden de çok geç yatıp, çok erken kalkardım. Annem her sabah oğlum daha yatağın bile ısınmadı, kalkıp da nereye gidiyorsun diye arkamdan seslenirdi. îşte böyle çalışarak bir tezgâh aldım. Sonra iki, üç oldu. Bugün 200 işçi ile birlikte buradan ekmek yiyoruz, ilk tezgâhımı da çalışamaz hâle gelince atmadım. Burada bir hatıra olarak muhafaza ediyorum, o günleri unutmamak için”

Hürriyet’te çalışırken Yazı İşleri Müdürü ile anlaşamamış ve 7 ay £üre işsiz kalmıştım. İşte bu buhranlı devremde T. Şişe ve Cam Fabrikaları Genel Müdürü Dr. Şahap Kocatop çu’ya giderek, ayağımdaki yamalı pantolonu ve mesleğimdeki bir yarışmadan kazandığım altın kalemi göstererek bana işver mesini söylemiştim; hiç unutmam, gözleri yaşararak; “Üzülme arkadaşım ben de sıkıntı çektim, sana mesleğinle ilgili bir iş bulacağım” diyerek bünyesi dahilinde çıkartacağı personel Dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü vererek hiç yoktan fakat camiası için de çok yararlı bir iş imkânı yaratmıştı. Vazife aşkını, vatanseverlik sorumluluğunu bıkıp  usanmadan taşıyabilen Kocatopçu, “Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.” deki görevine 14 Mayıs 1954 de başlamış, 14 Mayıs 1974 de de aynı işinde 20 yıl aralıksız kalabilen ilk ve belki de son Genel Müdürdü. Her sabah işine 08.50 de başlayan başka bir Genel Müdür tanıyabiliyorsanız bana bildirin kendisi ile bir röportaj yapayım.

Üçüncü örnek de Atatürk’e bağlılığı aşk derecesinde olan O’nu ibadet eder gibi seven Mümtaz Altmelli ile ilgili. İmalâtında buhranlı devre olup da mallar satılamaymca kendisini çok seven işçileri. “Beğim bizi çıkar, nasıl olsa başka yerlerde iş bulabiliriz. Görüyoruz ücretlerimizi zorlukla ödüyorsun” diyorlar. İşçilerinin anlattıklarına göre verdiği cevap hâlâ gözlerimi yaşartmaktadır: “Bu tezgâhları, makineleri, siz buradayken almıştık. Şimdi bunların hepsini icabederse teker  teker satar, sizin ücretinizi verir, gene işinizden çıkartmam. O zamana kadar da nasıl olsa bu buhran düzelir. Aksi halde son meteliğimiz kalmayınca, hep birlikte anahtarı kapıya vurup, he lâllaşırız” diyor.

Hiç şüphesiz her hikâyeden, eski zaman usulü bir sonuç çıkartmak mümkündür. Biz hiçbir zaman bütün işverenler bu kadar iyi ve büyük yüreklidir demiyoruz? Ancak bütün işve renler de sömürücü ve gaddar olur denilmemelidir. Bu örnekleri görmemezlikten gelir, günün modasına uyarsak, gerçekte birbirini tamamlayan “Emek  sermaye” ilişkilerinin hakkını yemiş oluruz. Her ne kadar sürçü lisan eyledikse “affola!”

114   / DÜZYAZI SANATÇISININ ÇİLESİ

Orhan Veli Kanık’tan, Sait Faik Abasıyanık’ın ölümüne dek bütün sanatçılarımızın kişisel ve toplumsal hayatlarına on beş derecelik bir açı yaparak küçük bir eğilme yapın. Yapıtlarını baştan sona bir gözden geçirin. Haklarında yazılan bir yığın yergi ve öğmeğe bakın. Varacağınız sonuç, bu bir avuç sanatçıya toplum olarak hiç bir yardım yapmadığımız, hiç bir anlayış göstermediğimizdir. Onların erkencecik ölümlerinde, aramızdan küskün ve yitirilmiş olarak alıp başlarını gitmelerinde hepimizin umursamazlık veya vurdumduymazlığımızın payı olduğunu göreceksiniz.

Kalkık yakalı, eskimiş trençkotu ile martıların balıkçıların şiirli ve aylak hayatını veren Abasıyanık mı, yoksa “Yaprak” adındaki dergisinin bayiliğini de yapmak zorunda kalan mert yürekli ölümsüz şair Orhan Veli Kanık mı, yoksa yarım kalan kalbine rağmen merdiven bile çıkmaması gerektiği halde Bâbıali yokuşunun gırtlak kavgasındaki abonesi, ışıklı İstanbul günlerinin şairi Ziya Osman Saba mı bu kadar erken ölüp giderdi? Veremin açlıkla birleşerek kan kusturduğu Muzaffer Tayyip Uslu’daıı, Rüştü Onur’dan, kanserin haciz altına alarak inlettiği İskender Ilhan’dan bugün bize ne kaldı?

Biz toplum olarak, iki satır notayı okumasını bilmeden ezbere ve uyduruk şarkıları Türkçenin de içine sıçarak okuyan sanatkârlara şatolardan cadillak’lara, ahçısmdan şoförüne kadar her türlü, fanteziyi ve haramı esirgememiş, fakat bir yığın gerçek sanatçıya bütün umursamazlığımızla neticemizi dönü vermışiktir.

27 Mayıs 1960 dan bu yana, büyük bir tortudan kurtulma, gerçek bir yoğunlaşma, mertçesine yaşama çabası içindeyiz. Bu toplumumuz için, aydınlarımızın son meydan savaşıdır. Bundan sonra, telefon sinyallerine bile müzik koyabilen bir hayat düzeni içinde, XX. asrın insanca yaşama hakkını kazanmış insanlar karmasıyız. Bu arada bir çırpıda Milli Eğitimimizde çok geciken ve hiç ümidim olmayan bir reformla, sanatçılarımızı da meyhane köşelerindeki yalnızlıkları ve yoklukları şerefine içerek kahrolmaktan kurtarıverelim. Türk sanatçısı niçin garip ve zavallıdır? Bunun tek. cevabı vardır. Ortaokul ve Lise kitapları, şiirde Abdülhak Hamit’ten, hikâyede Halit Ziya’dan öteye atlayamamıştır. Edebiyat öğretmenlerimizin çoğu, sağır ve insafsız bir anlayışsızlığın içinde, modern Türk sanatçısına sırtlarını dönmüşler, onları küçümsemekten anlamak imkânını bile bulamamışlardır. Türk sanatçısı okul kitaplarına girdiği anda, okuyucu bulma çabasından ve istirmarcı “Editör” saltanatından kurtulmanın huzurunu bulacaktır. Bu huzurla karnı doyan sanatçılarımız da erken ölmekten kurtulacaktır. Özel tiyatroların verdiği üç kuruşa aldanmamak gerekir. Çünkü her sanatçı tiyatro eseri yazamaz. Hikâyecilerimizin, şairlerimizin de eserleri ile geçinebildiği gün, toplumumuz kurtulacaktır.

115   / MEBRURE ALEVOK’UN ZEYTİNLERİ

Bazen unutulmayan “mektep” arkadaşları vardır. Bazen de “mektup” arkadaşlıkları olur. Biz de romancı Yaman Ko ray ile mektuplaşarak sanatımızla ilgili bir arkadaşlık kurmuştuk. îşte bu yıllarda Yaman Koray’m annesi Mebrure Alevok Hanımefendi ile de bir “ana  oğul” bağlantısı kurduk. Mebrure Hanım hayatın çok çilesini çekmiş bir fikir işçisi. Hayatın bütün darbeleriyle savaşa  savaşa bugün iyi bir yaşantı sağlamış durumda. Erdek’de “Alevok” diye büyük bir moteli var. Orada davetli olarak kaldığım günlerden birisinde Mebrure Hanım bana hiçbir zaman unutamayacağım bir söz söyledi. Bu sözü kolay zengin olmak isteyen saçları permenantlı, mizanpi lili delikanlılara adıyorum: “Ben bir zeytini ikiye katık ederek yediğim günleri bilirim ve onları hiç unutmam!”

116   / GAZETECİLİK BÜYÜK BÎR FERAGAT BÜYÜK BİR FEDAKÂRLIK MESLEĞİDİR!

Ben hayata bin defa doğsam bininde de gazeteci olurum. Ancak düşmanımın bile gazeteci olmasını istemem. Bu meslek büyük bir fedakârlık ve feragat işi olmasının yanısıra insanı, genellikle perişan eder, bir yarım kalmış şarkı gibi herhangi bir yere savuruverir. İnsanoğluna ömürboyunca gülmez. Özet: Hiçbir mesleğe benzemez o.

Bir Firuzan Hüsrev Tökin vardı. Cumhuriyetin Ankara Muhabiriydi. “Kızılay” derdik. Nerededir şimdi? Bir Şahap Balcıoğlu vardı, jetle ilk uçan gazeteciydi. Bugün bir reklâm şirketinin sahibidir. Bir Nedret Selçuker vardı, en iyi analiz yapan siyasi muhabirlerden birisiydi. Bugün radyolarımızda reklâm spotları okuyan ünlü bir spikerdir. Bir İlhan Engin vardı, mesleğinin her gününü aynı heyecan ve şevkle yaşardı. Bugün yerli flimlerin senaryolarını hazırlamakta, onları perdeye uygulamakta. Daima doğrudan yana olan bir Ayhan Yetkiner vardı, bugün yalnızca İl Genel Meclisi üyesidir. İktisat Muhabirlerinin en kralı Ulvi Okar editördür. Bir zerafet heykeli gibi giyinen Atatürkçü Cenap Ozankan, çok iyi fran sızca bilen Nihat Subaşı, Ümit Atay, Selâmi Genç vardı. Şimdi ne yaparlar? Hiç şüphesiz aç değiller, fakat heyhat gazeteci de değiller artık!... Katillerin teslim olduğu Polis Muhabiri Ali Karakurt büyük maddi sıkıntılar içinde. Bu böyle uzar gider tren yollan gibi... “Vagon Penceresinden”in yurtsever yazarı şair  gazeteci İbrahim Minnetoğlu da kitapçılık yapmaktadır.

Ya kiminin “Rus parası alıyor” diye uydurup durduğu, “viski ile yüzünü yıkıyor” dediği Çetin Altan? Daha Ankara Hukuk Fakültesinde okurken bile baba parasına eyvallah demeyen, bu yüzden de “Ankara Akşam Haberleri”nde Muhabirlik yaparak ekmeğini kazanan, Lise öğrenciliğinden bu yana hayatını hep kalemiyle kazanan Çetin Altan. Cevdet Sunay’m “Susturun bu adamı” dediği için çalıştığı Akşam’dan çıkartılan, sonra da yıllarca önce yazdığı yazılar yüzünden arka arkaya mahkûm olan, Basınköy’deki sigortalı işçi apartmanlarındaki katından ve eski arabasından başka birşeyi olmayan Çetin Altan! En son Çetin’i Sağmalcılar Cezaevinde Lise arkadaşım Savcı Sahir Giray’m yanında gördüğümde süet ceketinin kolları akmış,* sıkıntıdan kahrolan dramının içinde, gene herkese dostça selâmlar yollarken, “İşte bir gazetecinin yaşantısı! Vergi adaleti, fırsat eşitliği, sosyal adalet diye yaza  yaza kafadan üşütmek üzere olan namuslu fikir işçisinin yaşantısı” demiştim. Çetin Altan şair adamdı, zarif adamdı. 30 yıl önce Fransa’ya gittiğinde bana o zaman buralarda az bulunan bir papyon gravat getirmişti. Hürriyet’ten çıkartıldığımda da buna sebep olan o zamanki Yazıişleri Müdürü Necati Zincirkı ran’a bir güzel çatmıştı. îyi gün dostu değildi, karagünlerin arkadaşıydı, Bugün akgünlere doğru gitmek çabasındaki toplu mumüza da yazılarıyla çok etkili olmuştu. Binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce yazı yazmıştı. Bunların içinde üç  beş yazısı da aşırı bir uca kaymış olabilir. Kaldı ki bir gün artık eyleme girmeyen fikir; yurdumuzda da suç sayılmayacak. Sonuç: Çetin o yazıları bugün yazsaydı: “içeri”ye hiç girmeyecekti. Gözlerinden olmayacaktı.

Ya Doğan Koloğlu?.. O hiçbir şey yazmamıştı. Başkasının yazısını yayınladığı için yıllarını evinden uzaklarda hapiste geçirdi. Bir gazeteci hayatının yansını ya hapiste yahut da işsiz olarak geçirir. Sonra da yaşamaktan bıkar elli yaşını bulmadan da ölür gider...

117   / GAZETECİLER DE ESKİ ASKERLER GİBİDİR

Bâbıali yokuşundan kıvrılan farları sönmüş gazete yüklü kamyonlar ağır  ağır aşağıya iniyordu. Kimisi arabalı vapurla Anadolu’ya geçer, İstanbul civarındaki şehirlerin gazetelerini dağıtırdı. Kimisi şehri semt  semt dolaşır, bâyilerin gazetelerini sergilerine bırakırdı. Salepçiler güğümlerinden çıkan buharlara bakarak ilk sabah simitlerinin gelmesini bekliyordu. Yüzü sapsarı olmuş bir Yazı İşleri Müdürü, gazetedeki odasından aralığa açılan penceresinden dışarıya baktı. Ortalık ağarmaya başlamıştı. Sonra gözleri önündeki mürekkebi kurumamış gazeteye kaydı. Derin bir “Ooooh!” çekti. Yerinden kalkıp vestiyerden şapkası ile paltosunu alarak dışarı çıktı. Olay 1955 — 1960 yılları arasında İstanbul’un en büyük gazetelerinden “Tercüman” da geçmekteydi. Dışarıya çıkan adam Semih Tuğrul’du.

118   / YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜNÜN ALINYAZISI

Bu adama sarhoş diyebilirdiniz. Çünkü, kafası zonklayıp duruyor, yanakları kıpkırmızıydı. Bu adama “Âşık” diyebilirdiniz, çünkü: sokaklardan bir perdenin arkasındaki sevgiliyi arar gibi yavaşça geçiyordu. Uyurgezer bir hali vardı. Bu adamın kafasında sanki tek bir düşünce vardı. Hep içinde kendi  kendine devam eden veya yeni çıkan olaylara verdiği kıymetin tartışması ve binlerce okuyucunun huzuruna bir kaç saat sonra çıkmanın endişesi vardı. Ya herhangi bir önemli haber değeri kadar gösterilmemiş veya atlanmış ise, yahut şehir cereyanı kesildi de gazete sevkiyata yetişemediyse veya matris çekimi aksadıysa. Bütün bu dertleri karmakarışık bir şekilde içinde yaşıyordu.

Evine gidecekti, hanımı uykudan uyanacaktı. Çocukları belki bir rüyanın mırıltılarını tekrarlıyordu. Onlara bakacak, yavaşça eğilip yüzlerini öpecek, yorganlarını örtecekti. Çünkü, onlar sabah o uyurken okullarına gideceklerdi.

119   / BÎR GECENİN HİKÂYESİ

Saat geceyarısına yaklaşıyor. İkinci sınıf bir gazetede sıvaları dökülmüş bir odada, elleri cebinde bir adam dolaşıp duruyordu. Soba sönmek üzereydi. Hademeye bir kürek kömür attırmak geçti içinden, iskemlede uyukluyordu. Dış haberler bültenlerine dalmış, onların içinde boğulmuş sekreteri Şemsi Cemil’e baktı, “O atsın” dedi kendi kendine. Dolaşmasına devam etti. Civardaki lokantadan akşam yemeğini getiren garson tepsiyi aldı, “Hesaba yazayım değil mi ağabey” dedi, “evet yaz” dedi.

Sonra karısı ile çocukları aklına geldi. Onlarla ancak haftada bir defa yemek yiyebiliyordu. Evine yarım saatlik mesafeden, çocuklarına hasretti. Yalnız o mu hasretti sanki? Gazetenin gece bekçisinden  motorcusuna sekreterinden, numaratö rüne, mürettibinden  musahhihine kadar'hepsi evlerine hasretti. Çinko kokulu, asit kokulu, sobaları gaz kaçıran odalarda ö mürlerini tüketen bütün Bâbıali çocukları ailelerine hasretti. Lokmasını aslanın ağzından alan garip, çilekeş bir mesleğin mü cahitleri olarak ömürlerini tamamlıyorlardı. Hepsi de huzursuz hepsi de huysuz, hepsi de insan tahammülü üstündeki bir mesainin kurbanlarıydı. Neşriyat Müdürü gazetenin içinde dolaşıp durmaktan 3  4 kilometrelik yol yapar, can sıkıntısından her gün 9 bardak çay, üç paket sigara içerdi. Sekreter de aynı yolun yolcusuydu .Bir büyük haberle, bir sansasyonel tefsirle bütün birinci sayfanın plânı yeniden bozulur, müsahhihinden mürettibine kadar saatlerle sarfedilen çaba yok olurdu,

120   / MÜREKKEBİ KURUMAMIŞ SAYFALAR

Sizler sabah kahvaltımızı edip, karınızı çocuğunuzu öpüp, evden çıktığınız vakit, ya kapının altından atılan bir gazete cebinizdedîr ya da köşeyi dönerken satıcı elinize sıkıştırıverir. Parmaklarınızı katlanmış gazetenin üstüne şöyle bir bastırın, hafif siyahlık yayılır avuçlarınıza. İşte bu kurumaya başlayan mürekkepte yüzlerce insanın, yüzlerce karanlıklarda göz kırpan insanın alın teri, hem de en yalın, en gerçek ve en garip alm terj vardır. Bir gazetenin ömrü yalnızca yirmidört saattir. Bir yeni yirmidört saatin başlaması ile bir evvelkiler tamamen silinir. Öyîe bir yirmidört saat ki, Neşriyat Müdürü bir yığın haber içinde, “Hangisini başlığa çıkartayım?” “Hangisine kaç puntoluk, kaç harflik manşet vereyim?” diye dakikalarca kafasını yormuş, aklında karmakarışık mukayeseler yapmıştır. Siz ona şöyle bir bakıp, geçersiniz. Kasap etini sarar, manav pırasalarını sarar. O etleri, o pırasaları kucaklayan satırlarda günden  güne tükenen bir insan emeği, bir insan mesaisi, sessiz bir isyanın içinde uzun uzun haykırır. Bu haykırmayı, ancak gazeteciler, ancak gazete işlerinde çalışanlar duyar.

121   / HEP SENDEN ALIRLAR

Hep senden alırlar. Hep gelsin derler. Gönlünün bütün cömertliği, bütün idealistliğinle verirsin. Sabahtan akşama kadar koşarsın. Sakatçılar bozuk işkembe alır, sana dert yanar. Bekçilerin aylığı azalır, Kaptanlar ödenek almaz, Öğretmenlerin kıdem zamları yok olur sana koşarlar. Tipometre elinde bir harf yüzünden sütûnlarla cenkleşmekten sürmenaj olursun. Kitapçılar kâğıt bulamaz, sen yazar, sen: fotoğrafını çekersin. “Radyoyu dinlemek istemeyenler Demeği”nden tut da, Do lapdere Ocak Başkamnm Basın Toplantısına kadar sen taban tepersin. Varis de şendedir, romatizma da sende, enfarktüs de şendedir. Hepsinin dertlerini yaşayarak benimsersin. Kimse kalkıp da sana birşey vermeği düşünmez. Hep gelsin derler, sütun  sütun yazı beklerler. Senin bir derdin, bir sıkıntın var mı? Soran olmaz. O gün yemek yemiş misin:? Evinde soban kurulmuş mudur? Kömürlüğünde odun var mı nır? Çocuğunun maması için para buldun mu? Ayakkabıların mı delinmiş? Palton .yok mudur? Kimin umurunda? Yüreğini daima bir Hollanda ineğinin cömertliği ile verirsin. Daima tükenen, daima veren sen olursun.

İki avuç mürekkep, bir ton kâğıt için gazetelerini satanlar, onbin kişi alabilen Fatih Camiinin avlusunda Menderes’i beş yüzbin kişi dinledi diye manşet attıranlar, “Menderes İstanbul’un ekmek sıkıntısına çare buldu” diye Yazı İşleri Müdürlerinin başlarına dikilip, işten çıkarmakla tehdit ederek yazdıranlar, gazetelerinde yüznumaralarımn duvarlarını ziyaretçiler görür diye boyatıp da, delik deşik olarak köstebek yuvalarına dönen istihbarat odalarının duvarlarını boyatmayanlar; ceplerine giren her metelikte ya tüberküloz olmuş, ya çıldırmış,' ya da evindeki yokluk cenazesi ile birlikte başlamış bir gazetecinin hakkını taşır.

Toplu sözleşme düzeni ile bu yıllarda yüzü gülen, olumlu bir havaya giren Bâbıali, yıllarca önce bir batakhaneydi. Ağabeylerimiz 23 gazetede birden çalışmadan, biz ise, aynı gazetede iki  üç iş yapmadan geçinemezdik. Bâbıali kendi başına kopup  giden, yuvarlanan bir istismar dünya sıydı. Savaşlarla kaybolmuş bir neslin merdivenlerini boşluğa dayamış bir neslin, İktisadî düzensizlikler içinde tükenen çocuklarını sömüren bir parazit. Kimvurduya giderdi, insan. Kalan kalırdı, ne kadar dayanabilirse o kadar kalırdı. Ya kaybedi İmiş bir hatırlayış, yahut da ağlamaklı bir tüneyişle kalırdı. İstihbarat odaları vardı, kışın uygunsuz sobalarda yakılan linyit yüzünden zehirlenen: gazetecilerin burnundan kan gelirdi? İstihbarat odaları vardı, köşelerine tüneyen güvercinler haber yazan muhabirlerin omuzlarına işerdi. Hangi meslek böylesine çilekeş, böylesine kahrediciydi? Bütün istiskaller, küçük görmeler, hor görmeler; karakollarda, nezarethaneler, hapishanelerde “Hiltonlar”, polislerin copları, yüze kapanan kapılar bu meslek içindi. Şamaroğlanı, kaldırımoğlanı gazeteciydi. Teşrii masumiyetine sığmanın eli, gazetecinin suratında şaklardı. En küçük ücretlerle ömür törpülenmesine mukabil, birgün elimize, “Bundan sonra birlikte çalışamayacağız” diye bir kâğıt tutuşturuverirlerdi. Kırmızı bir 

turp gibi gazeteci ortada kalıverirdi. Gazeteciliği entertipin başına oturan veya hurufatı eline alarak başlıkları dizen raüret tipten, sayfaları bir ressam gibi trigonometri yolu ile parselle ye  parselleye ruhlandıran Yazı İşleri Müdürüne kadar ancak bu işe gönüllerini parçalaya  parçalaya hayatlarını koyanlar bilir.

Biz uzun yıllardan beri ancak birkaç defa mesleğimizden, kendimizden bahsettik. Üç aşağı  beş yukarı “Bâbıali” dediğimiz basın hayatımız budur işte. Mesleğimde 30 yılımı tamamladığım bu günlerde, çalıştığım dergi, ajans ve gazetelerle, bunların kaç tanesinin kapandığını, herşeyi not ederek çalışmama rağmen bilemiyorum. Onun için hayatları boyunca okuyucu sayfalarında mahallelerindeki lâmbası yanmayan elektrik direğini yazmaktan öte birşey yapmadıkları halde, orada  burada “Ben de gazetecilik yapmıştım” diyenlere burada müsaadenizle hayattan ayrılmış bütün meslekdaşlarım adına; “Dağlara Giden Yollar”m yorgun, ezik, yitik bir savaşçısı olarak, “Gazeteciler de eski askerler gibidir, ölmez!” diyorum...

128   / UFUKLAR BENİMDİR

“Sarmaş dolaş olmuşum karanlıklarla / Dünyaya sığmaz kalbim parçalasalar / Kaldırımlar ayak sesimi tanır / Bir sağanak boşanacak ansızın / Çırıl çıplak taşlara uzanacağım / Kurtulmalıyım günahlarımdan teker teker / Ellerimi başımın altında kenetleyip / Meydan okumalıyım Tanrılara / Ufuklar benimdir Tahtlar sizin olsun”

129   / YİTİK ŞARKILAR

“Bu kaçıncı bobin kopardığımız / Bu kaçıncı yanlızlığımız / Bütün elleri kırdık /

Biz elsiz kaldık”

130/MİLÂTTAN ÖNCE’den

“iskorpitler fırlarken gökyüzüne / Çiçeklerin çatırdısım duyuyor musun t Adını okundukça burdayım diyorum / Oysa çoktan nâmeveudum / Biz duraklarda rıhtımlarda biz direklerde / Biz nikotinlerle kavruluyoruz istihbarat odalarında / iskorpitler fırlarken gökyüzüne”

İSİ / BİR TANKERİN SEYİR JURNALl’nden

“Her yirmidört saat / Bir gazeteciyi kahrediyor / Martılar karabataklar / Midyeler gibi iskelelere yapışmış çımacılar /, Yalnızlığa meydan okuyor”

132   / AĞIT’dan

“Gözlerimi mıhlamaktan bıkıyordum / Sonra perişan ve ezilmiş bir bulut gibi / Tütüncü dükkânlarına düşüyordum / Yırtılmış yıkılmış gazetelere dönüyordum / Herkesin yaşadığı saatlerde ben ölüyordum”

133   / BİR MARTI ÖTTÜ

“Üç orkinos serilmişti rıhtıma / Güneşe yıldızlara buluta inat / Çiçek açmış bütün çimenler / Çingen kızları şarkılarını unutmuş / Kaptan iskeleyi / istihbarat odasında dokuz kişiydik / Altı sandalyamız vardı / Bir tek isteyen olsa vermezdik / Birgün sen istemiştin / Olmaz demişlerdi / Ellerim kan içindeydi / Unutmuştu şarkılarını bütün çingen kızları / Sevmesini unutmuştu orkinoslar / Kaleşlik insanlardan geçmişti bulutlara / Bir martı öttü / Ötmese de olurdu”

 (1970 Basınköy — 1973 Suadiye)

 

 

AYHAN HÜNALP’İN YAYINLANMAK İÇİN OLANAK BEKLEYEN “ŞARKISIZ DÜNYALARIN ORKİNOSLARI”

romanının girişi, açıklaması ya da bildirisi:

“Verin iki fotoğraf, verin ikibin lira. Ehliyetinizi iki gün sonra evinize getirsinler. Sen amatör bir vatanperversin. Memleketleri profesyonel vatanseverler kurtarır. Yönetimde vatanseverlik gerek. Eski insanlar savaşlarını bile efendice, mertçe yaparlarmış. Bir ülkede sürüngenler, etoburlar çoksa; o ülkede sabah çok geç olur, belki de hiç olmaz.

“Sana dar gelmeyecek mâkberi kimler kazsın?” demişik “Meçhul Asker”e, sonra da şehrin en pis, en uyuz sokağına “Meçhul Asker Sokağı” adını vermişik.

Çocuklarımız birbirinin kafasına vurarak oynar. Analar, babalar, öğretmenler hep çocukların kafasına vurur. Onun için bizim et kafalımız çoktur.

Biz yamyamlan bağışlamazsak, onların zalimliğini unutmazsak, zulüm ancak o zaman yeryüzünden kalkar. Biz affetmekle kalleşlere prim veriyoruz. Sen bilir misin ki, geceleri yirmibirden sonra bütün yatılı okulların yatakhanelerindeki yastıklar ıslaktır.

Bitlis’deki Satıkadm Atatürk’ü bilmiyorsa, bu hepimizin yüzkarasıdır.

Antigonüs ne demiş? “Benim her sabah oturağımı döken adam, güneşin oğlu olmadığımı çok iyi bilir.” demiş.

Kurtlar da böyledir. Avlanırken vurulan arkadaşlarını, önce sürüdeki kurtlar parçalardı.

Benim babam Fransa’nın en iyi kılıç kullanan adamıydı. Şarap dökmek meyhanecilere mahsus bir iştir Teğmenim. Eğer erkekseniz Fransa için kan dökelim.

Yaratan dünyayı şarkılı yarattı. Onu şarkısız yapan insanlardı. Şimdi o ölü, üzerine günü geçmiş iki gazete örtülmüş delikanlı “Şarkısız Dünyaların Orkinoslarına benziyordu.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar