GİZLİ YÜZ
Yazan: Ömer Tecimer
Fotoğrafçı: “Şehir
şehir dolaşmış, ölü kasabalara, kayıp vadilere girmiş... ”
Tasavvuf kaynaklarından beslenen, Halk Edebiyatı
geleneğinden yararlanan Gizli Yüz, tam anlamıyla bir arayış ve yolculuk
filmidir. Bu özelliğiyle Mono-mitos kavramına, Şamanist düş gezilerine,
inisiyasyon yolculuklarına, seyr-i sülük[1] olgusuna,
kendini tanıma çabasına, tinsel değişim ve dönüşüm serüvenlerine yakın düşer. Gizli
Yüz, filmin senaryosunu yazan Orhan Pamuk’la, yönetmen Ömer Kavur’un
işbirliğinin ürünüdür. Yerel kültür değerlerinden yola çıkarak evrenselliğe
ulaşmayı başaran bu yapıt, insanlığın ortak bilinçdışını yansıtan bir düş
evreni gibidir. İzleyicisini rüyalar, zaman ve kader üzerine bütün gücüyle
düşünmeye çağıran Gizli Yüz’de öykü, yoğun bir simgesellikle
anlatılmıştır. Filmde görünen her kişi, karşılaşılan her öğe, dikkatle
izlenmesi gereken bir ipucuna dönüşerek katışıksız bir arayışı, gerçek bir
yolculuğu yansıtır.
Öykü
Fotoğrafçı (Fikret Kuşkan), yorgun, kederli bir sesle
öyküsünü anlatmaya başlar: Babasının sözünü dinlememiş, okumak için Şehirler
Şehri İstanbul’a gelmiş; geçinmek için pavyon fotoğrafçılığına başlamış. Bir
gün, sonradan uşak olduğunu öğrendiği bir adam, onu bir eve götürmüş. Orada
güzel ve gizemli bir kadın (Zuhal Olcay) ona bir iş önerisinde bulunmuş: kadın,
her gece pavyonlarda çektiği fotoğrafların birer kopyasını ertesi sabah görmek
istiyormuş. Fotoğrafçı bu Öneriyi biraz da meraktan kabul etmiş ve iki yıl
boyunca her sabah çektiği yüzlerce fotoğrafı kadına götürüp göstermiş.
Fotoğrafçı, kadını yakından gözlemleyerek belirli bir yüzü, önceden tanıdığı
belirli bir adamı aramadığını anlamış. Kadın, fotoğraflardaki yüzleri
okuyabiliyormuş; aradığıysa, yüzde okunan belirli bir anlam, harflerden
oluşmuş bir hâzineymiş. (Öykünün buraya kadar olan bölümünü doğrudan
fotoğrafçı anlatır).
Bir sabah kadın kendini etkileyen, değişik
bir yüz bulur; fotoğraftaki adamın yüzü bir hikâye anlatıyordur. Heyecanlanan
kadın, fotoğrafçıdan adamı bulmasını, adamın hayatta en çok ne istediğini,
rüyalarında neler gördüğünü öğrenmesini ister. Fotoğrafçı, çeşitli uğraşlardan
sonra fotoğraftaki ilginç yüzlü adamı bulur. Adam (Rutkay Aziz) Eyüp’te küçük
bir dükkânda saat tamirciliği yapıyordur. Saatini tamir ettirmek bahanesiyle
dükkâna giren fotoğrafçı, saatçiye hayatta en çok ne istediğini sorar ve
saatçinin en çok, insanlara saatleri, saatlerin sırrını anlatmak istediğini
öğrenir.
Fotoğrafçı, kadına saatçiden söz eder.
Kadın aradığını nihayet bulduğundan emindir, hemen saatçiyi görmek ister. İkisi
birlikte, kadının kullandığı mavi bir otomobille Eyüp’e gider, saatçi
dükkânının olduğu sokağa park ederler. Kadın sinirli, telaşlıdır. Bir süre
bekledikten sonra dükkândan çıkan saatçiyi görürler ve arabayla izlemeye
başlarlar. Saatçi, peşindeki arabayı fark eder; ardına bakınca kadınla göz göze
gelir. Karşıdan gelen kırmızı bir kamyon yüzünden saatçiyi kaybederler. Kadın
yıkılmıştır; büyük bir içtenlikle çocukluk anılarını, babasıyla olan
ilişkisini fotoğrafçıya anlatır. Fotoğrafçı, ağlayan kadın için su almaya gider
ama döndüğünde otomobil yerinde yoktur.
Fotoğrafçı ertesi sabah kadının evine
gider. Ancak ev boştur; kadın eşyalarını satmış, evi terk etmiştir. Son
eşyaları (bir ütü, bir ayna, bir lamba) bir eskici toplamaktadır. Fotoğrafçı
aceleyle saatçi dükkânına koşar. Dükkân kapalıdır; kepenklerin üzerinde
kiralık yazısı asılıdır. Fotoğrafçı, kadının ve saatçinin izini yitirmiştir,
çaresiz evine döner. Postacı bir telgraf getirir, babası ölmüştür; fotoğrafçı
Ölüler Şehri’ndeki baba evine döner.
Fotoğrafçının annesi (Sevda Ferdağ) ve
ağabeyi (Arslan Kaçar) üzgündür. Baba toprağa verilir. Fotoğrafçı, ağabeyinden
babasının evli bir kadınla gönül macerasının olduğunu öğrenir. İki kardeş
babalarından kalan eşyaları paylaşırlar, fotoğrafçı köstekli saati alır.
İstanbul’a dönmemeye karar veren fotoğrafçı, aile işlerinde ağabeyine yardım
edecektir. Birlikte bir dükkân açmayı düşünürler; fotoğrafçı annesinden aldığı
altınlarla, uzak akrabalarından çarşı içinde- ki bir arsayı satın almak için
yola çıkar. Otobüsün mola verdiği bir kahvede fotoğrafçı televizyon ekranında
kadını görür. Kadından sonra ekranda saatçi belirir ve saatleri anlatmaya
koyulur. Şaşkınlık içinde televizyonu izlemeye dalan fotoğrafçı otobüsünü
kaçırır. Görüntüler sona erince kasketli bir adam (Erdal Sümer) videodan kaseti
çıkarır ve kahveden çıkar. Adamın peşinden giden fotoğrafçı kaseti satın almak
ister. Kasketli adam kasetin kendi malı olmadığını, sahibinin kasabada olduğunu
söyler. Fotoğrafçı kasketli adamla birlikte Garipler Şehri ’ne gider. Kasetin
sahibi Garipler Şehri’ndeki bir saat tamircisidir. Fotoğrafçı, kasaba
saatçisiyle (Savaş Yurttaş) tanışır; oturup konuşurlar. Kasaba saatçisi, kadını
önce rüyasında gördüğünü, sonra kadının dükkânına gelip ona, izlemesi için bu
kaseti emanet verdiğini anlatır. Kadın tamir edilmek üzere bir de saat bırakmıştır.
Bir ay içinde gelip saati ve kaseti geri alacaktır. Fotoğrafçı annesinden
aldığı altınların bir bölümüyle kaseti satın alır.
Saatçi dükkânının tam karşısındaki otele yerleşerek,
kadının dönüşünü beklemeye başlar. Fotoğrafçı otel odasında beklerken sık sık
kaseti izler. Kasetteki görüntülerde kadın, kendi çocukluğunu, babasını,
rüyalarını anlatır; saat kulesinin altındaki kente yerleştiğini söyler.
Fotoğrafçı, masasını, saatçi dükkânını gören pencerenin önüne yerleştirir,
günlerini sürekli olarak pencereden dükkâna bakarak geçirir; gazetelerden yüz
resimlerini keser, yüzlerdeki ifadeleri inceler. Fotoğrafçı, kasaba saatçisiyle
birlikte dışarı çıkar; kasaba dışında bir depoda başka adamlarla kumar oynar.
Aynı depoda bir yandan kasaplar at keserler. Altınlar tükenir. Fotoğrafçının
kadını bekleyişi dört ay sürer.
Sonunda kadın, kasaba saatçisinden
emanetlerini almak için gelir; ancak saatçi saati tamir edememiş, kaseti de
satmıştır. Kasaba saatçisi kaseti, ısrarla isteyen bir gence sattığını, gencin
otelde aylardır kaseti izleyerek kadını beklediğini söyler. Kadın meraklanır.
Bu sırada pencereden bakan fotoğrafçı, kadını dükkânın önünde görür;
birbirlerine bir süre bakarlar, sonra kadın mavi otomobile biner. Kadının
şoförü de aceleyle direksiyona geçer, fotoğrafçı otelin önüne indiğinde araba
hızla uzaklaşır. Kadının şoförü, yediği şekerlemenin kâğıdını düşürmüştür;
şekerleme kâğıdında Kalpler Şehri’nin simgesi olan saat kulesinin resmi vardır.
Fotoğrafçı Kalpler Şehri’ne doğru yola çıkar.
Saat kulesi tüm kente hâkimdir.
Fotoğrafçı, Kalpler Şehri’ne ulaşınca hemen saatçi dükkânını arar. Bulduğu
saatçi dükkânı, sokağın uzanışı ve dükkânın konumuyla Eyüp’teki dükkânın
aynısıdır. Üstelik kadının mavi otomobili de sokaktadır. Birden kadınla saatçi
belirirler. Fotoğrafçı onları izler. Kadınla saatçi birlikte iş yapan, aynı
sorumluluğu paylaşan kişiler gibi davranırlar. Fotoğrafçı eziklik içinde onlan
izlerken önünden kırmızı bir kamyon geçer. Kamyon uzaklaşır ama kadınla
fotoğrafçı artık ortada yoktur.
Fotoğrafçı, elinde iri bir saat olan,
lacivert ceketli bir adama rastlar ve adamı izlemeye karar verir.
Uzun bir yürüyüşten sonra lacivert ceketli adam bir kapıdan içeri girer.
Fotoğrafçı onu izler. Burası Kalpler Evi’dir. Birçok kişi ellerinde saatleriyle
sıra bekler. Sırası gelen elinde saatini tutarak yüreğini açar, hayatını
kameraya anlatır. Fotoğrafçı da sıra gelince, elinde babasının köstekli saati,
Öyküsünü kameraya anlatmaya başlar. Kadın karanlık bir köşeden fotoğrafçıyı
izler. Fotoğrafçı kadını fark eder, öyküsünü yarıda keser; nihayet kadını
bulmuştur. Tam kadına yaklaşmak, konuşmak üzereyken, iri- yarı bir adam kapıda
belirir ve fotoğrafçıyı Kalpler Evi’nden dışarı çıkarır.
Fotoğrafçı saat kulesine çıkar. Mekanizmasıyla
oynayarak saati durdurur. Geceyi kulede geçirir; sabah saatin çalışma sesiyle
uyanır. Kadın gelmiş saati çalıştırmıştır. Fotoğrafçıyla kadın oturup
konuşurlar. Fotoğrafçı her şeyin eskisi gibi olmasını istediğini, kadını
sevdiğini söyler. Kadın büyük bir sevgiyle fotoğrafçının aslında arayışı
sevdiğini, gerçekten aradığının kendisi olmadığını söyler: “...Değilim ben o
aradığın yüz. Ben bütün ömrümü saatlerle, yüzlerle geçireceğim... Sen Şehirler
Şehri’ne döneceksin. Birbirimizi hiç mi hiç görmeyeceğiz... İnan bana, aradığın
o hayal değilim ben, hiç değilim...”
Fotoğrafçı tek başına kulenin altındaki toprak yolda
yürürken bir eskiciyle karşılaşır. Eskicinin yanında küçük kızı vardır. Eskici
bir öykü anlatır. Öykü insanların, rüyalarını çalıp torbasına dolduran bir
hırsız hakkındadır. Öykünün sonunda eskici torbasını boşaltmaya başlar,
çıkardıklarını fotoğrafçıya gösterir: bir ütü, bir ayna, bir lamba.1
Yüzlerdeki Anlam
Arayış ve yolculuk, Ömer Kavur’un filmlerinde sık
rastlanan temalardır; ancak Gizli Yüz kendine özgü mistik arayış
öyküsüyle Kavur’un Öbür filmlerine benzemez. Şükran Kuyucak Esen bu konuda
şöyle yazar: “Gizli Yüz'deki arayış, Anadolu’daki derviş felsefesine
benziyor. Fotoğrafçı da dervişler gibi yolu nereye götürürse, oraya gidiyor.
Yolunun üstünde uğradığı her yerde, sürüklendiği her yerde arayışını
sürdürüyor.”
Orhan Pamuk’un Gizli Yüz filminin
senaryosundan önce yazdığı Kara Kitap, içeriği, imge dokusu ve
benzeşimlerle, yoğun mistik çağrışımlara yol açmıştı. Berna Moran Kara
Kitap'ı Doğu anlatı geleneğiyle ilişkilendirir; Pamuk’un, alegorik
mesnevilerden yararlanarak kurguyu yolculuk üzerine oturttuğunu söyler. Gizli
Yüz'ün öyküsü, Kara Kitap'ın Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri adlı
bölümünden alınmıştır.4 Yıldız Ecevit, Yeni Hayat ın da dokusunda
Mistisizm olduğuna, bu romanın da bir yolculuk öyküsü anlattığına dikkat
çekiyor.5 Yeni Hay at’ın ana kişisi de Gizli Yüz' deki
fotoğrafçı gibi bir kadını aramaktadır. Zamanlama olarak Gizli Yüz’ün
senaryosu, yolculukların ve gizemci arayışların anlatıldığı iki romanın, Kara
Kitap'la Yeni Hayat’ ın arasına denk düşer ve doğal olarak bu iki
yapıta paralel temalar içerir.
Doğu edebiyat geleneğinde işlenen en
ilginç temalardan biri, surete âşık olma (hiç görmeden yalnızca resmine bakarak
bir kişiye âşık olma) temasıdır. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filminde
de işlenen bu konu Gizli Yüz'ün ana temasıdır. Orhan Pamuk bu konuda
şunu yazar: “Surete âşık olma, çeşitli varyasyonlarıyla Binbir Gece
Masalları'nâ, Tutiname'’nin Nizami’nin ünlü Hüsrev ve Şirin
hikâyesinde işlenir.”6 Halit Refiğ de bu temanın halk edebiyatındaki
kullanımına değinir: “Aynı tema, kara sevda derdiyle birleştirilerek,
geleneksel halk edebiyatının aşk öykülerine de yansımış; Elif ile Mahmut,
Güllühan ile Melikşah gibi halk öykülerine, bu öyküleri resmeden taş
basmalara işlenmiştir.”7 Surete âşık olma konusu İslam ve Ortadoğu
kültüründe son derece yaygındır. J. Christoph Burgel’in belirttiğine göre;
“Şirin’in, Hüsrev’in resmine bakarak âşık olduğu sahne, İran ve Osmanlı
kültüründe nakkaşlar tarafından birçok kez resmedilmiştir.”8 Halk
edebiyatında kara sevda öykülerinin konusu olan surete âşık olma, tasavvufta
boyut değiştirir. Resmine
âşık olunan, yüzünün anlamı çözülmeye çalışılan kişi artık yalnızca sıradan bir
sevgili, canan olmaktan çıkar; tinsel bir yücelmeyle aşkınlaşır,
Tanrılaşır.
Resme âşık olma, böylece mutlak aşka, varlık birliğine, mutasavvıfın Tanrı’ya, Canan'a
duyduğu aşka dönüşür. Filmdeki kadın, bu yüzden fotoğrafçıya “aradığın ben
değilim...” der. Çünkü Gizli Yüz'deki yüzleri okuma uğraşı, basit bir
aşk arayışı değil; Tanrı’ya kavuşmayı öngören bir aşk anlayışıdır.
Evrenin, Tanrı’nın bir yansıması olduğu
düşüncesi, mutasavvıfları bu yansımanın simgelerini aramaya yöneltmiştir. Bir
İslam tarikatı olan Hurufilik, evrenin söz ve harflerden oluştuğunu varsayarak,
maddi dünyayla tanrısal öz arasında bağıntı kurmaya çabalar. Yahudilik’in
Kabala yaklaşımlarına benzeyen ezoterik Özellikler sergileyen Hurufılik’e göre
Tanrısal öz, maddi dünyaya harfler ve sayılar olarak yansır. Hurufiler, bazı
harflerin insan yüzlerinde açıkça göründüğünü ileri sürer. “Yüzlerdeki
yazıyı okumak, Tanrı’ya yaklaşmanın bir yöntemidir.”9
“Hurufilik’e göre Tanrı, kendisini insanın
yüzünde ‘söz’ biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri
vardır: İnsan yüzündeki burun ‘elif, burnun iki yanı ‘lam’, gözler de ‘he’
harflerini verir; böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü
ortaya çıkar.”10
Reha Çamuroğlu, Sabah Rüzgarı adlı
kitabında şunları yazar: “Hurufilik’in uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl
hedefinin, inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hurufılik’te amaç, tüm o
sayı ve harfler arasından insana, insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve
bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, harfler aracılığıyla oluşturduğu dil
sayesinde bir simgesel evren kurar ve böylece Tanrı’ yı bulur, var eder.”11
Filmdeki en belirgin mistik motif, yüzleri
okuma, yüzlerdeki yazıları, haritaları çözerek bir anlam yakalama uğraşıdır.
Kadın, babasından devraldığı bu çaba uğruna yıllarını harcamış, sonunda aradığı
yüzü bularak, kendi inisiyasyonunun başka bir sürecine girmiş, başka kişileri
de aydınlatma uğraşma kalkışmıştır. Kadının fotoğrafçıdan kaçışının nedeni,
filmin sonunda belli olur: Kadın, fotoğrafçıya öylesine büyük bir sevgi
duymuştur ki bu sevginin, misyonuna engel olacağını düşünmüştür: “Bir
başkası, bambaşka biri olabilir miydim acaba, diye düşünürdüm. Ben bütün ömrümü
saatlerle, yüzlerle geçireceğim.”
Olağan, sıradan aşkın peşindeki fotoğrafçı
da kendi inisiyasyon süreci içinde yüzlerdeki anlamları arama, okuma çabasına
girmiş, öykünün sonunda ulaştığı Kalpler Şehri’nde bedensel aşkın boyutlarını
aşmıştır. Film boyunca kadın için beslediği aşk, fotoğrafçı için dönüştürücü,
başkalaştırıcı bir yolculuk biçimini almış, kendisini tanımasını, kendisinin
bilincine varmasını sağlayan bir “aşkın aşk” haline gelmiştir. Bu bakımdan,
kadınla fotoğrafçının saat kulesindeki son konuşmaları, istek değil mana içeren
bir aşkı yansıtır. Fotoğrafçı artık “Tanrısal aşk” yoluna düşmüştür.
Filmin en başında izleyicilere kendi öyküsünü
anlatmaya başladığında, fotoğrafçı aslında, Kalpler Evi’nde, ellerinde
saatleri, yüreklerini açan diğer insanlar gibi kamera karşısındadır.
İzlediğimiz film, gerçekte fotoğrafçının kasete aktarılmış video çekimidir,
böylece çember kapanmış ve öykü başladığı noktaya dönmüştür.
Zamanın Oğlu
Doğu ve Batı’nın zamanı algılama biçimleri oldukça
farklıdır. Mistik zaman kavrayışı Doğu kültürlerine daha yoğun biçimde nüfuz
etmiştir. Özellikle tasavvuftaki zaman kavrayışı, Batı’daki gündelik yaşamın
doğrusal-tarihsel zamanına hiç benzemez.
Çamuroğlu’na göre; “Tüm mistik
yaklaşımlarda zamanın ortak bir özelliği vardır: Zaman döngüseldir. Mutasavvıf,
iki farklı zamanın bilincindedir: tarihsel zaman ve kutsal zaman.”12
Kutsal zaman çevrimsel, tersine dönebilir ve telafi edilebilir bir zamandır;
rituslar aracılığıyla döngüsel olarak yeniden bütünleşilen bîr efsanevi, ebedi,
ezeli zamandır. Zamanın kavranışmdaki bu tutum, gizemciyle sıradan insanı
birbirinden ayırır. Gizemci, zamandan ve mekândan arınmış olan Tanrı’nın
bilgisine (gnosis-marifet) ancak zamanın kalıplarından kurtularak
varacağını düşünür. Bu yüzden öznel zamandan sıyrılarak, kutsal ve nesnel
zamana, yaratılışın, başlangıcın zamanına dönmeyi amaçlar.
Tüm gizemci yaklaşımlarda olduğu gibi
Hurufilik’te de kişi, Zamanın Çocuğundur (ibn-ül Vakit). “Onu
sınırlı belgeler ve metinlerle kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde
hapsetmek mümkün değildir. Hurufilik’in kullandığı harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı
aşma yollarından biri olarak görülebilir.” Görülüyor ki tasavvufta, aşk
konusunda olduğu gibi, zaman konusunda da amaç aşkınlıktır.
Gizli Yüz, Ferideddin-i Attar’m Mantıku’t-Tayr
adlı yapıtından alınmış sözlerle açılır: “Binlerce sır bilinecek/O gizli yüz gösterince kendini.”
Bu sözlerle birlikte perdeyi iri bir duvar saati kaplar.
Çok zengin bir simgesel dil kullanılmış
olan Attar’ın yapıtında kuşlar, efsanevi bir kuş olan Simurg’u ararlar;
aslında aradıkları Simurg, Tanrı’nın zuhurudur. Tamer Ayan, Simurg’u şöyle
açıklar: “Tasavvuftaki Varlık Birliği ilkesine göre, Tanrı’nın zuhuru gerçekte
kuşların kendilerinden ibarettir. Yalnızca Varlık Birliği’ne ulaşanlar, ‘halkın
Hakk’ın zuhuru; Hakk’m halkın bütünü olduğunu5 idrak edebilirler.”14
Daha en başında, jenerik bile başlamadan
görüntülenen Attar’ın sözleri ve duvar saati, filmin zengin tasavvuf öğeleriyle
dolu olacağını ortaya koyar. Zaten Attar’ın sözünü ettiği gizli yüz, ekranda
görünen iri duvar saatinin yüzüymüş, bilinecek olan sırlar zamanın sırlarıymış
gibi gelir insana. Bu izlenim bir yanılgı değildir; çünkü Gizli Yüz’ün kendini
göstermesi, ancak tarihsel zamanın dışında, döngüsel kutsal zamanda mümkündür.
Ulaşılması gereken kutsal zaman, kuramsal
olarak, bireylerden ve mekânlardan bağımsız nesnel bir zamandır. Öyleyse
nesnel-kutsal zaman, herkesin öznel zaman yaklaşımının üzerinde, belki de tüm
öznel zamanların bir sentezi olarak düşünülmelidir. Bu nedenle Kalpler Evi’nde
insanlar ellerinde kendi saatleriyle, yüreklerini açarak kendi öykülerini,
rüyalarını, umutlarını anlatırlar; video kasetlere çekilen bu görüntüler elden
ele dolaşarak izlenir, böylece bir üst-zaman, bir yüce zaman kavrayışına
erişmek, sonunda Simurg7un kendileri olduğunu anlayan kuşlar gibi
Varlık Birliği’ne ulaşmak amaçlanır.
Şükran Kuyucak Esen’in bu bağlamdaki
açıklamaları ilginçtir: “Gizli Yüz’ün zaman kullanımı, zaman ve mekân
arasında kurulan bağlantılar kimi zaman çok şaşırtıcıdır. Fotoğrafçı
yaşadıklarını daha önce de yaşamış, o mekânda daha öncede bulunmuş, aynı
olaylar daha önce de aynı biçimde olmuştu duygusuna kapılır. (...) Şehirler
Şehri’ndeki saatçi dükkânının sokağı, Kalpler Şehri’ndeki saatçi dükkânının
sokağıyla aynıdır. Aynı afiş asılıdır duvarda, yandaki bakkalın kapısında
aynı toplar sallanır filede. Yine bir kız seksek oynar. Yine eskici bağırarak
geçer. Yine yol işareti yere düşmüştür. Oysa arada en azından dört aylık fark
vardır ve şehirler birbirinden farklıdır. Farklı zaman ve mekânlar, aynı zaman
ve mekâna dönüşmüştür. Aynı biçimde İstanbul’daki kadının evinde eskicinin
torbasına doldurduğu rüya nesneleri olan ütü, lamba, ayna; filmin sonunda,
başka eskicinin torbasından çıkar, yine rüya nesneleri olarak.”15
Tüm bu öğeler Gizli Yüz' deki
zamanın döngüsel olduğunu, filmin zaman içinde ileri-geri gidebildiğini,
mekânla ilintisini kopararak çevrimsel bağlantılar yaptığını gösterir. Örneğin
filmin sonunda fotoğrafçının karşılaştığı eskici ve kızı, gerçekte kadın ve
babasıdır. Eskicinin anlattığı kısa öykü ve torbasından çıkardıkları bunu
doğrular.
Seyr-i Sülük
Gizli Yüz'ün öyküsü, fotoğrafçının inisiyasyon yolculuğunu
anlatır. Ömer Kavur, kahramanını İstanbul’dan, içinde yaşadığı soğuk ve yalnız
gerçeklikten koparıp, yüreğinin çorak topraklarında içsel bir geziye çıkarır.
Gizli Yüz, Kutsal Kâse’nin ardına düşen Parsifal’in
öyküsünü de andırır. Ancak Attar’ın Mantıku’t-Tayr adlı yapıtında da
sezinlenen bu inisiyasyon modeli, kuşkusuz Kutsal Kâse mitosunu öne çıkaran
Hıristiyan anlatısından çok daha eskilere, evrensel kültür değerlerine dayanır.
Pamuk ve Kavur, Gizli Yüz"de bu arketipik modeli yinelerler.
Başka bir dünyadan, başka bir zamandan
gelmişçesine yabancı görünen çıplak ağaçlar, sessiz tanıklar gibi filmin tüm
önemli dönemeçlerinde perdeye yansırlar. Simgesel olarak ağaç, bir Imago
Mundi (Dünya îmgesi) olarak düşünülür. Olumsuz bir simge gibi düşünülmemesi
gereken kuru ağaç, kendinde bulundurduğu yeniden yeşerme gücüyle, doğanın
sürekli yenilenmesini, yaşam için ölümün gerekli olduğunu, dirilişi,
çoğalmayı, hayat ilkesini temsil eder. Filmde ısrarla sergilenen kuru ağaç
görüntüleri, T.S. Eliot’m The Waste Land (Çorak Toprak) adlı ünlü
şiirine göndermedir. 1922 tarihli bu şiirde “çorak toprak” sözleri, tinsel
kökenlerinden koparılmış, yaşam ve doğayla bağlantısını giderek yitiren modern
uygarlığı ifade eder. Eliot’a göre yalnızlık, terk edilmişlik, ıssızlık,
kuraklık aslında kendini tüketen ve kendi yarattığı çoraklığın ortasında
perişan yatan insanlığın görüntüleridir.
Arkaik kültürlerin mirası olan Monomitos
kalıbı, Gizli Yüz için de geçerlidir. Fotoğrafçı, baba evinden ayrılıp
İstanbul’a yerleşerek kendi iç çelişkisini daha öykünün başında sergiler.
Sorun, babasının egemenliğinden sıyrılarak bireyleşme yoluna giriş sorunudur.
Fotoğrafçı, iş önerisi biçiminde gelen serüvene çağrıyı tereddütsüz kabul
eder. Bu, genç adamın geçireceği değişimin ilk aşamasıdır: Kadına hayranlıkla
bağlanan fotoğrafçı, bu sürecin son bulmasını istemez; yaşamı, kadınla olan
ilişkisi bir dengeye oturmuştur; ve o, bu durumdan hoşnuttur. Ancak aranan
yüzün bulunmasıyla eşik geçilir, kadın ortadan yok olur. Aynı zamana denk düşen
babanın ölümü, bireyleşme sürecinin gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Ölüler Kenti’nde ölüm somut bir gerçektir. Babasının cenaze töreninde ölümün
kaçınılmazlığını açıkça kavrayan fotoğrafçı için bir sonraki aşama, kadının
video görüntüsüyle gelir. Garipler Kenti’nde, kasapların at kesme eylemindeki
katı gerçek, fotoğrafçı için zorlu bir sınav olur. Ama başarıyla aşılması
gereken asıl sınav otel odasında dört ay boyunca sabırla beklemektir. Birçok
ezoterik örgütün, gizemci oluşumun inisiyasyon sınavları, sabrın, en fazla Önem
verilen erdemlerden olduğunu kanıtlar.
Elden ele dolaşan video kaset; kahvelerde,
otobüs terminallerinde izlenen görüntüler, Kalpler Şehri’ndeki Kalpler Evi, bu
eve ellerinde saatleriyle girip çıkan çok sayıda insan; tüm bu öğeler, gizlice
yayılan bir ezoterik örgütlenmeyi yansıtır. Kadının ve saatçinin başını
çektiği örgütlenme, mistik gerçeğe ulaşan yolu arayan, insanlara mistik
deneyimler yaşatan bir ezoterik oluşumdur. Böyle bir gizli kapaklı
örgütlenmenin varlığı, görünenlerin ardında birtakım saklı gerçeklerin
bulunduğunu düşündüren bir komplo kuramı olgusunu akla getirir. Güncel bir
konu olan komplo kuramları, “tarihsel olayları, üstü örtülü bazı amaçlara
varmak isteyen ve gizli biçimde çalışan karanlık güçlerin, işe karışmalarının
sonucu olduğunu ileri süren kuramlardır.”16 Komplo yaklaşımına göre,
görünür olanın ardında gizli bir güç vardır ve gerçek iktidar budur. Bu
yaklaşımla bağıntılı olarak, ellerinde saatleriyle Kalpler Evi’ne koşturanlar,
bir çağrı aldıklarını ve bir misyon üstlendiklerini düşünürler. Fotoğrafçı da
“beni bekliyorlar,” diyerek, bir kader bağını, Steven Spielberg’ün Close
Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar., 1977)
filmindekine benzer bir yazgının kaçınılmazlığı olgusunu sergiler.
Sonunda fotoğrafçının kendi erkek ruhunun
labirentinde sürdürdüğü yolculuk, saat kulesinde doruğa ulaşır. Göğe yükselişi
anımsatan kule, fotoğrafçının ulaştığı tinsel düzeyi ifade eder. Kule motifi,
ulaşılmaz bir alan olarak, iffeti zarar görmesin diye bir prensesin ya da genç
kızın kapatıldığı mekândır; bu niteliğiyle Hıristiyanlık’ta Bakire Meryem’i
simgeler. J.C. Cooper’a göre; “İç yapısıyla dişil bir sığınak olan kule, dış
görünümüyle eril-fallik bir simgedir. Çift cinsiyetli özellikler taşıyan
kulede fotoğrafçı kadınla karşılaşır; bu karşılaşma bir kavuşma değil, yeni bir
ayrılışın başlangıcıdır. Fotoğrafçı gerçek aradığının kadın olmadığını, kendi ruhu olduğunu
anlar.
Gizli Yüz' deki kahramanın ulaştığı bilinç düzeyini,
tasavvuf yolculuğunun biçimsel özellikleri bakımından değerlendirmek mümkündür.
Yıldız Ecevit şöyle yazar: “Kurgusal bakımdan filmdeki yolculuk bir esfâr
yorumudur. Bu bağlamda, Gizli Yüz’de tasavvuf, bir biçimsel kurgu
yöntemidir.” Tasavvufun yolculuk düzeni, seyr-i sülük ya da esfâr-ı
erbaa (dört yolculuk) olgusu dört basamaktan oluşur: seyr-i ilallah
(Tanrı’ya yolculuk), seyr-i fıllah (Tanrı’da yolculuk), seyr-i
maallah (Tanrı’yla yolculuk), seyr-i anillah (Tanrı’dan yolculuk).
* Esfâr:
Seferler, yolculuklar. Tasavvufta Tanrı’yla bütünleşmek için yapılan
yolculuklar.
Rahmi Serin’ın Halvetilik ve Halvetiler
adlı kitabında bu kavramlar şöyle açıklanır: “İlk yolculukta benliğe ait geçici
niteliklerin, yapay aşkların giderilmesiyle Tanrı’nın varlığı ortaya çıkar;
Tanrı bilgisine ulaşılır. Böylece elde edilen niteliğe fena fıllah
(Tanrı’nın varlığı içinde yok oluş) adı verilir. İkinci yolculuk, Tanrı’nm
niteliklerine kavuşmak, bilgeliğe ermek, Tanrısal erdemlere ulaşmak ve böylece
tüm insani niteliklerden arınmak içindir. Bu aşamada kişi maddi olan her şeyle
ilgisini keser, Tanrı’da süreklilik (baka) bulur. Üçüncü aşamada
Tanrı’yla ayrılık, ikilik biter; birlik sağlanır (ayn-ül cem)\ kişi
yetkinliğine varmıştır. Son aşama, Tanrı’dan tekrar halka dönmeyi ve adayları
eğitmeyi, bilgilendirmeyi ifade eder. Bu durum, Hak’ta halkı, halkta Hak’ı
görmek diye tanımlanır ”19
Belirtilen bu tasavvuf aşamaları biçimsel
olarak ele alınırsa, kadının son aşamaya ulaşmış olduğu, artık çevresindekileri
eğitme çabasında bulunduğu görülür. Oysa fotoğrafçı, filmin sonunda henüz ilk
yolculuğu tamamlamıştır ve daha epeyce yolu vardır. Fotoğrafçıyla birlikte biz
de kendi benliklerimize uzanan bir yolculuk yaparız. Yönetmenin yarattığı
atmosfer, bizi zaman ve mekân dışı bir evrene sürükler: film boyunca
görüntülenen çıplak ağaçlar, yolculuk sırasında fotoğrafçının ziyaret ettiği
terk edilmiş, unutulmuş kasabalar bizi gerçeklikten kopartıp bir gizem ve yabancılaşma
duygusuna sürükler. Öykünün başladığı Şehirler Şehri İstanbul bile, olduğundan
çok başka, daha soğuk ve daha zavallı görünür. Kavur, kamerasıyla değişik bir
dünya yaratır; bir yandan şaşırtıcı ölçüde aşina gelen bu dünya, öte yandan
düşe benzer bir farklı gerçeklik, bir zaman dişilik içindedir.
Gizli Yüz kolay teslim olmayan, zor anlaşılır,
gizemci öğelerle dolu, kimi zaman fantastik nitelikler sergileyen bir filmdir;
ancak senarist ve yönetmen tarafından zaten böyle olması istenmiş, amaçlanmıştır.
Hazır yanıtlar sunmayan, izleyicilerin kendi yanıtlarını bulmalarını arzulayan
Gizli Yüz, izleyiciden hayalgücünü zorlamasını, bilinçdışını
kurcalamasını, kendi benliğine yolculuk yapmasını bekler. Fotoğrafçının yolculuğu
aslında bizim de yolculuğumuzdur.
Notlar:
1. Orhan Pamuk, Gizli Yüz (Senaryo), Can Yayınları, İstanbul 1992.
2.
Şükran Kuyucak Esen, Sinemamızda Bir *Auteur *Ömer
Kavur, Alfa Yayınlan, İstanbul 2002, s. 309.
3.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış,
İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s. 94.
4.
Orhan Pamuk, Kara Kitap, İletişim Yayınları,
Özel Baskı, İstanbul 2000, s. 202.
5.
Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk ’u Okumak, Gerçek
Yayınevi, İstanbul 1996, s. 136.
6.
Orhan Pamuk, Öteki Renkler, İletişim Yayınları,
İstanbul 1999, s. 119.
7.
Halit Refığ, Ulusal Sinema Kavgası, Hareket
Yayınları, İstanbul 1971, s. 118.
8.
J. Christoph Burgel, The Feather of Simurgh: The
“Licit Magic” of the Arts in Medieval İslam, NYU Press, New York 1988.
9.
Yıldız Ecevit, a.g.e., s. 178.
10. Thamos, “Hurufilik”, [http://www.hermetics.org/Hurufilik.html].
11. Reha Çamuroğlu, Sabah Rüzgarı, Metis Yayınları, İstanbul 1992, s.
26.
12. Reha Çamuroğlu, Dönüyordu, Metis Yayınları, İstanbul 1993, s. 56.
13. Reha Çamuroğlu, Sabah Rüzgarı, a.g.e., s. 32.
14. Tamer Ayan, “Simurg”, Mimar Sinan Dergisi, No. 129, 2003.
15. Şükran Kuyucak Esen, a.g. e., s. 313.
16. “Le Complot”, Politica Hermetica, No. 6, 1992, s. 13.
17. J.C. Cooper, An IUustrated Encyclopedia of Traditional Symbols,
Thames And Hudson, Londra 1993, Tree (Ağaç) maddesi, s. 178.
18. Yıldız Ecevit, a.g.e., s. 176.
19. Rahmi Serin, Halvetilikve Halvet iler, Petek Yayınları, İstanbul
1984.
Kaynak: Ömer Tecimer, Sinema /Modem Mitoloji, 200, İstanbul
Gizli Yüz (1991)
118 dk
Yönetmen:Ömer Kavur
Senaryo:Orhan Pamuk
Ülke:Türkiye
Tür:Dram, Romantik
Dil:Türkçe
Müzik:Cahit Berkay
Oyuncular:
Rutkay Aziz
Sevda Ferdağ
Aziz Kaçar
Fikret Kuşkan
Zuhal Olcay
Özet
Orhan Pamuk' un ''Kara Kitap'' ve
''Yeni Hayat'' adlı iki romanından izler bulunabilecek olan bu film Türk
sinemasının kült filmlerinden biri olarak gösterilir. İsimlerini hiç
duymadığınız kahramanlar, özellikle Zuhal Olcay, bir yüzün peşindedir. Bu yüzün
anlamı, bulan kişide saklıdır. Filmde ''zaman'' kavramı önemli bir yer tutuyor,
insanların zamana değer vermeleri, hatırlamaları, hatırladıkça hazineyi
bulacakları ve bunun yüzlerine yansıyacağı belirtiliyor. İnsanlar ararken
aslında hep aynı yollardan geçiyor. Bulmak, zamanı nasıl kullandığınıza bağlı.
Gizli Yüz, ''arayış'' ve ''bekleyiş'' in hikayesidir. Bulmaktan çok aramanın
önemini vurgular, insanların arayışa olan tutkusunu yansıtır.
Ayrıca filmde hasidizm önemli bir
yer tutar, yüze bakarak insanı okuma sanatı...
[1] Seyr-i sülük:
Tanrı’ya ulaşmak için yapılan tinsel yolculuk. Arapça’da seyr yolculuk, sülük da bir tarikata girme anlamındadır. Seyr-i sülük, inisiyasyonun tam karşılığıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar