İsteyerek veya İstemeyerek İtaat Edeceğiz
Allah Teâlâ, dünyayı ilk
yarattığında cinlere uygun şekilde olmasını murat etti, yani ateşler, lavlar,
gazlar ve patlamalar içinde bıraktı. Onlar ise bahşedilen bu hayatın düzenini
bozduklarından, meleklerini onlara rasül gönderdi düzelmelerini istedi. Ancak
melekler onların kendi cinslerinden olmadığı için bir türlü onları yola
getiremediler. Hikmetine binaen onları düzeltmek için içlerinden cinsiyeti
olmayan İblisi cinni olarak gönderdi. İblis yaratılışta meleklerden daha güzel
ve aşkın son merhalesinde Allah Teâlâ itaatkar ve bağlı idi. Bu vasfıyla ilahi
kata yakın oldu. Ve bizzat huzuru ilahiye çıkıyor ve 1000 yıl sürecek bir
hükümranlığında başında bulundu…Öylece zamanlar geçti.
İlahi irade insanı zuhura getirmeyi
murat etti. Her zaman olanlar düz mantık ile olduğu için sorunlar yoktu. Allah
Teâlâ kaderini bulanık mantık üzerine değiştirince bir şeyler değişmeye başladı.
Öylesine ki, insanın yaratılışına ilk olarak melekler itiraz etti. İbliste kafa
karışıklığı oldu o da razı olmadı. İnsan ise bulanık mantık kaderine uygun
yaratılacaktı. Asıl istenilmesi gereken hayat tarzı gerçekliğe yüz tuttu ve başladı.
O kadar karışık başladı ki alt üst oldu bütün düzen. Uyum da.
Kendi
amaçlarını inkâr etmek ve kendi eserini bozmak pahasına kabul etmekten
kaçınabilir miydi?
Kendi öz
varlığını inkâr edip Tanrı olmaktan vaz geçmek pahasına yadsıyabilir miydi?
Bütün olarak
şeytanın isyanı imkânsız bir şey ya da tamamen bir hikâye miydi?
Tanrı Şeytan’ın
meydan okumasını kabul etmek zorunda kaldıysa, bunu izleyecek savaşı kazanması
da o derecede zorunlu muydu?
Şeytan
gerçekten kandırıldı mı?
Tanrı,
kaybedeceğini başından beri bildiği halde şeytana neden izin verdi?[1]
Bu tür garip soruları soran
TOYNBEE bile, ne oluyor demekten kendini alamadı.
Evet sonra öyle bir hayat başladı
ki olaylar kendi içinde olması gereken mi değil mi arasında kaybolup gidiyordu.
Biliyoruz ki dünyada milyonlarca iyi
ve kötü şeyler yaşanıyor. İyilik her varlık için olağan bir durum. Fakat biribirinden
daha kötü şeylerin yaşanması anlamsızlığı çağrıştırıyor. İnsan ve cinler bunları
görünce kahrolabiliyor. Melekler
yaratılışları gereği sakinliklerini koruyabiliyorlar ve görevlerine devam
ediyorlar.
İnsanın bu çaresizlik içinde ne yapabileceği
o kadar düşük kalıyor ki? Bazen oyuncak kadar acziyete düşüyor.
Tanrı, zaman, insan ve dünya.
Zaman ve dünya bütünüyle olacak
ve olmayanı yutuyor. Ne var ki hayat, iyilik ve bir çok üzücü işler beraber bir
şekilde yürüyor. Allah Teâlâ bunun aşırı bir acıya dönüşmesini istemediğinden
insan için kısa vadeli bir hayat taktir ederek, ölüm ile dünya kaderini kudretinde
tutuyor. Bildirdiği diğer sonsuz hayat için.
Zaman ve ölüm sonunda dünyada izi
kalan kaç şey var ki?
Yok denilmeli veya varsa kim
bilir?
Bu şekilde de olsa insan iyi bir
şeyler yapmaya çalışıyor. Başkalarına meleklere cinlere ters gelecek bir halde
bile olsa, fıtratı veya inancı gereği…güzel işler yaptığını düşünerek düşünerek
yaşıyor. Çünkü insan kötülüğü sürekli kendi dışındakine vermeyi sevecek şekilde
dizayn edilmiştir.
Aslında insanın unuttuğu bir şey
var. Dünya değil bütün yaratılmış varlıklar manzumesi bir tek vücut gibi iken,
onu parçalara ayırmaya çalışması ile ahenk ve düzen bozması.
Bilmemiz gereken aslında varlık
aleminin bir parçalanması imkansız tek bir gurup olduğu. Tıpkı kulağa hoş gelen
bir melodiyi çalan müzik grubu gibi.
Bunu bir hayal edin?
Bireysel olarak hepimizin bu
orkestrada bir görevi/leri var. Ve gruptan bir kişi şarkı sözlerini yazarken, diğerleri
sevsin ya da sevmesin o şarkıyı çalar ve buna dahil olmak
zorundadır.
Ezeli ebedi şarkı çalınmaya
başlar.
Bazen mantığa uymayan bir şekilde
saçma sapan bir şarkı da olsa, razı olup olmadığımıza bakılmadan o şarkı çalınır.
İnsan ben bu hayatta yokum
diyemeden, razı olmasa bile katılıma mecburdur.
Dünyaya geldiysek eğer.
Çok vakit sevdiğimiz olsun
isteriz. Ancak bazen kınadığımız beğenemeyeceğimiz şeyler karşımıza çıkar,
sanki değiştirmeye gücümüz varmış gibi, yahut ileride aynısını bizimde yaşama
ihtimali varken kızar. Sonra da aynı şeye, beğenmediği davranışı sergiler. Dahası
daha kötüsünü yazacağı bu hayati şarkısını kendi çalmaya başlar.
Neden değil mi?
İşte o zaman fıtratın muhakeme, muhasebesi
ile doğruluk üzerine oluşumuzu iddia etmeye çalışırız. İblisin ısrarla haklı
olduğunu iddia etmesi gibi. Daha önce dediğimiz gibi bulanık mantık yani kader
olaya dahil olmuştur.
Savunmalar, ve acizyet içinde işlenen
suça verilecek cezayı veya kurtuluşu itiraz koşulu aramadan saklamak içine düşer.
Herşeyden haberi olan Allah Teâlâ karşısında. Bu saklamak bizi ise yalnızlığa
mahkum eder. Deniz ortasındaki bir adaya mahkum olan İblis ve deccal gibi. İçinde
isyanlar ile itiraz ederek isyan bayrağını çekmeye çalışır. Yalnız kalmak
bahasına razı olduğu hususlar dahi sonra insanı kendi içinde boğacaktır. Çıkış
yok çünkü.
Yaratılışın ilk ilk zamanlarına
dönecek olursak, Allah Teâlâ neyi murat etti demeye ihtiyaç hissederiz.
Çözüm yolu nedir?
Günahları Rabbe itiraf etmeli.
İnsan acizliğini referans alıp tövbe etmeli. Çünkü döngü yaratılışı içine
aldığında o çarkın içinden çıkmak imkânı bırakmamıştır. Eğer bu hayata
gelmemize izin verildiyse kendimizi sonsuz hiçliğe değil yüce yaratıcının
karşısında yoluğa çekmeliyiz. Hiçlik dedikleri bu şekilde olmalı. Olmamamız
gereken yerde olmuşuz gibi.
Yaşanan hayatta ihtimali birçok
şey varken, birine mahkum olduğunu ve suçlu konumda değilken suçlu oluşu. Öyle ki
insan karşılaştığı durumlarda sürekli bir girdap içinde daha perişan olurken,
ona uzatılan bir yardım eli bile, kurtaramaz olmakta..
Bir doğru var ki fesadın
yayılmasını ziyadeleştirirken, fesadı kapatan yalanlar, hakikatin yardımcısı
olmaya başladığı kader kanunları çözümsüzlüğe doğru akmaya başlamış. Ahlaka ve
etik kurallara uymayan durumlar karşısında tek çıkış yolu, emirler ve muratlar
arasındaki tecihini bulamaz olur.
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
selleme sorulmuş.. “amellerimiz bizi kurtarıcı olacak mı… yoksa Allah Teâlâ’nın
rahmeti mi” dediklerinde, “Allah Teâlânın rahmeti” demiştir. “Bu hüküm senin
içinde geçerli mi” dediklerinde “evet benim içinde.”
Nihayetin nihayetinde zaman
kendini kapattığında kainat son nefesini verdiğinde tek ses Kahhar olan Allah
Teâlânındır. “Bugün mülk kimin”…sorusuna yine kendi cevap verecektir. “Benim, Kahhar
olan Allahım”
Düşünüce o sessizliğin devamını. Olamaz
mı, “Ben kudretim ve irade-i külliyem ile” “varlığa dönüşünüze izin vermiyorum”
dediğini.
İlahi irade, geri gelişin önünü
açmasa kim ne diyecektir ki?
İşte bu vakit susmanın başladığı yer
o an değil varlıkta iken yani anda olmalı.
“Neden insanı yaratıyorsun” diyen
meleklere bu fikri veren İblis idi. Onların başında idi. Onlar fıtratları
gereği geri adım attılar ve bile bu yargılama işinden istemeyerek uzaklaşıp Hakk’ın
emrine razı oldular.
Hallac Tavasında İblisi anlatıyor.
“Birinci dâire
Onun meşîeti, ikincisi Onun hikmeti, üçüncüsü Onun kudreti ve dördüncüsü Onun
malûmatı ve ezeliyyeti. İblis dedi:
“Birinci
dâireye girsem ikincisiyle, ikinci’ye girsem üçüncüyle, üçüncüyle yetinsem
dördüncüyle imtihan edilecektim.
Hayır, hayır,
hayır, hayır diye tutturdum ve birincide kaldım. Sonra ikinciye kovuldum; daha
sonra üçüncüye atıldım. Dördüncüyle işim bakalım ne olur!
Secdenin beni
kurtaracağını bilseydim secde edecektim, elbette. Fakat baktım ki bu dâirenin
arkası, dâirelerle dolu. Kendi kendime “Bırak” dedim, “bu dâireden kurtuldum
diyelim, ötekilerden nasıl kurtulacağım: İkinciden, üçüncüden, dördüncüden.”
Devamı : https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2020/03/seytanin-cilesi.html
Aynülküdat Hemedani, Temhidat /
Aşk ve Hakikat Üzerine Konuşmalar isimli eserinde der ki:
Ey aziz!
Gayret alemini
terk et!
Dünyada İblis
adını verdiğin o divane âşıkı ilahi alemde hangi adla çağıracaklarını
bilemezsin.
Onun adını
bilsen, onu bu adla adlandırdığın için kendini kafir sayarsın.
Heyhat!
Nereden
bileceksin ki?
Bu divane,
Allah'ı sevdi. Muhabbetinin mihengi ne oldu, bilir misin?
Biri bela ve
kahır, diğeri kınanma ve sefillik.
Ona "Eğer
bizim aşk davamıza giriştiysen bunun için bir delil gerekir" dediler;
sonra da bela, kahır, kınanma ve sefillik mihengini sundular. O da kabul etti.
İşte o an, bu iki mihenk, aşkın delilinin sadakat olduğuna şahitlik ettiler.
Benim ne dediğimi asla anlayamazsın!
Aşıkın, maşukun
lütuf ve kahrında pişmesi için, aşkta cefa ve vefa gerekir. Aksi halde, ham
kalır ve ondan bir şey ortaya çıkmaz.
Devamı: https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2020/04/temhidat.html
Binaenaleyh.. şu olmalı yaşadığımız dünyanın hallerinde, tek sonuç, tek doğru, ve tek yanlış yok.
Çözüm içtenlik ve samimiyetle
Allah Teâlâya bağlanmalı ve ona sığınmalı, kendi içimize huzur verecek aşkına
ve emirlerine bağlanmalı. Bünyemizin zamanla kazandığı kabiliyetler ve inanca
muhalif düşecek hiçbir harekete taviz vermemeliyiz. Cevabı olmayan binlerce
soru var.
İlk yalanı kendimize söylememeliyiz.
Çünkü yalanı kapatmak için binlerce yalana muhtaç olacağımıza göre ve
kendimizden kaçamayacağımıza göre daha varlığımız dünyaya gelmeden öncede belli
olmuş ve bildirildiği kesin olan haberlere sadık kalmalı, içimizi acıtacak olsa
tabii olmakta ısrar etmeliyiz.
Doğru söyleyeni dokuz köyden
kovarlar. Bu doğru bir gerçektir. Öyle ise bir doğrular var. Bahsettiğimiz üzere
bulanık mantık içinde kaderin tek durultucusu doğru olana tabi olmaktır.
Hangi doğru der inançsızlığı
iddia eden. Ona denilen şu olmalı seninle başlamayan bir hayat ve sonden sonra
devam eden bir hayat varsa, bunun tesadüfiliği iddia edilemez. Zincirlere bağlı
olan kader peşi peşine gelecek olaylarda hak olanı inançlı ikende inançsız
ikende bilmeyi öğrenmelisin, demeliyiz.
Vahşi’nin Müslüman olduğunda
Efendimiz salla'llâhü aleyhi ve sellem ile olan ilk ve son konuşmasında “seni
görmek istemiyorum, bana Amcam Hamzayı hatırlatıyorsun” çok şeyi bize dile
getiriyor.
Hata yapmak cahillikte bile olsa
geleceği etkiliyor.
Yapmayacaksın…
İnsana kader bazı şeyleri üzerine
yükler. Dolaylı dahi kurtuluşu olmaz. Battığı yerden tek çıkış yolu kul ve
başıboş olmadığını bilmesi ve Allah Teâlâ ya karşı aczini itiraf etmesidir.
İnsan acizdir. İnansa da inanmasa
da.
Adem aleyhisselâmın duası insana hayatı
bize başlatan ilk çıkış kapısı oldu.
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن
لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
"...Rabbenâ zalemnâ enfusenâ
ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne).
“Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz
ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A'raf 23)
İnsan kaderinde iyide olsa kötüde
olsa haklı değildir. Her zaman haklı Allah Teâlâ dır.
Razı olalım ve bize gönderdiği
emirlere gücümüz miktarınca sadık kalalım.
O bizden çok bir şey beklemiyor
zaten. Basit bir yaratılıştan geldiğimizi biliyor.
İnançlı birçok kişinin yanlış
tevil ettiği bir husus var. Allah Teâlâ bizi imtihan için bu dünyayı gönderdi
veya yarattı.
Eğer Allah Teâlâ bizi imtihan
etmeyi murat etse kazanma ihtimalimiz sıfırdır. Baştan kaybettik demektir.
Demeliyiz ki, Allah Teâlâ bizi diledi.
Biz varlığa çıktık, ve itaat ettik, ne
emri varsa ona isteyerek ve istemeyerek tabi olacağız.
Öyle değil mi.
Allah Teâlâ yı en iyi bilen onun
peygamberi Hz. Muhammed Mustafa salla'llâhü aleyhi ve sellemdir. Onun getirdiğini
hak bilmeli onu taklit etmelidir. Kudretimiz miktarınca.
Öyle iyilikler vardır ki, Hakk’a yaklaştıkça
hata olduğunu anlarız. Bunlar bizim için iyilik olmaktan çıkıp mahcubiyete doğru
çeker. Kur'ân-ı Kerim ile bize bildirdiği en küçük bir hususta fıtrata muhalif
bir şey bulunmazken isyanları oynamak ve bulanık mantığın zirvede işlediği
kaderi anlamaya çalışmaktan uzak durmalı, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemi
taklit etmeliyiz.
Umulur ki, Allah Teâlâ bizden
razı olur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] Kaynak:
Arnold TOYNBEE, Tarih Bilinci, (A STUDY OF HISTORY), hzl: Jane Caplan, 1978,
Bateş Yayınları, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar