Print Friendly and PDF

ON DOKUZUNCU SİFİR 3.Bölüm

 


İKİ YÜZ SEKSEN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Muhammedi Mertebeden Değerli Komşuluk Menzili­nin ve Sırlarının Bilinmesi

Anlayış meydanında fikrin orduları karşılaştı Bu karşılaşmadan bilgi doğdu

Rahatlıkla ulaşılamayacak zevk sırlarının bilgisi Nitelenme ve nicelik halinden münezzeh

Sabahı karanlıkların orduları üstüne kışkırtan Benim güneşimi açığa çıkartan ve gizlimi izhar eden

Fikrin çakmasından bir ateş meydana getiren Cisimden doğan ruh ile vurmaktan!

Övmek üzere sena topukları üzerinde kalktım Marifet müjdeleri mühürle geldi-: -

Nuruyla fuada hayat veren münezzehtir

Bilgiyi kendisinden almaya ve anlamaya tahsis eden münezzehtir

Bu konuyla ilgili bir ayet, ‘Onlar iyiliklere koşanlardır, onlar iyilikler için yarışırlar206 ayetidir. Zikredenlerin -herhangi bir kesinti araya gir­meksizin* üzerinde bulundukları zikir halinde kalplerinde konuşan var­dır. Böylelikle onlar, kendileri susarken kalplerinde veya iç konuşmala­rın birisinde Allah Teâlâ’yı zikreden bir konuşan görürler. Fakat içlerinde ki­min konuştuğunu bilmezler. İşte bu konuşan kişi, Musa’ya, ‘ben Allah Teâlâ’m! Benden başka ilah yoktur’ diyendir. Böyle bir konuşma, kalp konuşması diye isimlendirilirken onlarda konuşan da kalptir. Bir grup şöyle der: Burada konuşan, Allah Teâlâ’nın zikredenin zikrinden yarattığı bir melektir. Bu melek kalbin üzerinde bulunur ve Allah Teâlâ onu kalbe yerleş­tirmiştir. Zikrin arasına giren gaflet vakitlerinde zikredenin yerine zik­reder. Gaflet halleri devam eder ve kişi zikri bırakırsa, konuşan da kay­bolur. insanların bir kısmı, Hakkın sebepleri aşıp a kuluna dönük bir keramet olarak, kişiye göğsünde bulunan kalbinin konuşmasını duyur­duğunu düşünmektedir. Allah Teâlâ’nın kuluna kalbinin konuşmasını duyur­ması, organlarının zikri nedeniyle imanı artsın diye, kuluna dönük bir ihsanıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘îmanlarını bir kat daha arttır­sınlar diye...’207 Ahir zamanda ve ahiret hayatında organlarının konuş­masını duymalarına göre imanları artar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur: ‘Kişiye ailesinin yaptığını ayakkabısının bağı bildirmedikçe ve kırbacının ipiyle konuşmadıkça kıyamet kopmayacaktır.’ Allah Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Elleri yaptıklarım bize anlatır ve ayakları da şahitlik eder.’208 Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: ‘Siz kulaklarınızın, gözlerini­zin ve derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz; yaptık­larınızdan çoğunu Allah Teâlâ’nın bilmeyeceğini sanıyordunuz.’209 Kıyamet günü bu insanlar derilerine şöyle diyecektir: ‘Derilerine, ‘niçin bizim aleyhimize tanıklık ettiniz’ derler. Onlar da şöyle der: Bizi her şeyi konuşturan Allah Teâlâ konuşturmuştur.’210 Kulağıyla kalbinin zikrini duyan bu insanın mertebe­sinin üzerine çıkan kimseye Allah Teâlâ bütün bedeninin konuşmasını, hatta bütün donukların, bitkilerin ve hayvanların konuşmasını duyurur.

Hayvanlara gelirsek, böyle birisi, onların konuşmalarını duyar, zi­kir ve hatırlama yolundan olmaksızın, sözlerini anlar. Söz konusu kişi, hayvanın söylediklerini etini yiyerek veya etinin suyunu (içerek) anlar. Hayvanın etini yiyen veya (etin piştiği) suyunu içen insan, Allah Teâlâ’nın âlemde meydana getireceği tikel ve genel hadiseleri öğrenir, bütün hay­vanların konuştuğu ve söylediği özleri anlar ve duyar. Bir hayvanın eti­ni yiyen ve et suyunu içen birisini görmüş bir adam görmüştüm. Söz konusu kadın, bu Hakk sahipti. Onu gören kişi ise buna şaşırmıştı. Bu hayvan, Mekke ile Irak arasındaki bir yerde, fakat bineklinin yolunun dışında bir yerde olurdu. Hayvan, bir kadına benzerdi ve Arapça konu­şurdu. Bölgenin Arapları kadına çıkardı. Onlar, tanınan bir kabiledir ve her yıl belli bir günde o bölgeye gelirler. Ellerinde oklar bulunduğu halde, o mağaranın önünde dururlar. İçlerinden bir grup mağaraya gi­rer, çığlıklar atarak oraya dağılırlar. Kendisini kaçırtmak için hayvanı ararken bağrışırlar. Hayvan korkmuş ve ürkmüş bir halde mağaranın çıkışlarından birisine doğru kaçar, mağaranın çıkışındaki kişi yapabilirsemızrakla kendisine vurur ve onu öldürür. Kaçırırsa, hayvan ormana kaçar. Bu kez kabile, ertesi yıl aynı gün tekrar oraya gelirler. Her sene böyle yaparlar. Hayvanı yakalarlarsa, onu keserler ve etini bü­tün mahalleye dağıtırlar. Herkes kendi parçasını pişirir yer, suyunu içer, ailesinden ve evinden dilediklerine yedirir. Yanlarında binekten kesilmiş ve yolunu şaşırarak onların yanında bulunmuş bir misafir olduğunda, o güne denk geldiğinde kendisini etten yemekten veya suyunu içmekten men ederler. Şu var ki kendilerinin bilgisi olmaksızın hırsızlık yaparak ondan alabilir. Hırsızlık yaptığını öğrenirlerse, ona zorla yediğini fazla­sıyla kustururlar. Böylelikle etin kendisindeki etkisi eksilir, fakat bütü­nüyle ortadan kalkmaz. Bu nedenle gayblerin bilgisinden üzerinde bir takım şeyler kalır. Yaratıklarına tevdi ettiği sırlarının bir kısmını yaratık­larından gizleyen Allah Teâlâ münezzehtir. ‘O’ndan başka ilah yoktur.’211 ‘Alîm ve Hakîm’dir.’212

Kalpteki bu konuşanın anlamı ve hakikati hakkındaki bütün görüş­ler, doğrudur. Çünkü bu konuşan, kalbinin kendisi olabileceği gibi zik­rinden yaratılmış melek veya onun istilzam ettiği bir ruh veya ima etti­ğimiz bir şey olabilir. Bizim ima ettiğimiz ile başkalarının tam adını verdiği arasında fark vardır. Başkaları, söz konusu şeyin kendisiyle ko­nuştuğu, sohbet ettiğini ve ilahi ve kevnî bildirimlerden dilediği şeyleri bildirdiğini söyler. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’yı bilmeyle ve yaratıkları bil­meyle ilgili hususlar olmasıdır. Onu zikre devam ettiğinde ve Rabbine itaat etmeye devam ettiğinde böyledir. Bu durum, Mevakıf sahibine so­rulan bir soru nedeniyle kendisinin söylediği sözdür. Mevakıf yazarı, ‘bana dedi, ben de ona dedim ki’ (şeklinde dile getirilen) bilgilerin mer­tebelerine dikkat çekmiştir. Bazı arifler, bunu yapar, çünkü onlar, var­lıkta hal (diliyle konuşan) veya söz söyleyen olarak Allah Teâlâ’dan başkasını görmezler. Bunların hepsi kesin bilgidir. Şu var ki ilimlerin mertebele­rini ifade etmiş olabilir. Böyle bir durumda dinleyen, bu makam sahibi ‘bana dedi ki, ben de dedim ki’ ifadesini duyduğunda, şunu anlar: Kuş­kusuz Hakk, onunla konuşmuştur. Dinleyen kendisine sorarsa, gerçeği kendisine söyler. Çünkü ârifler, soru soran Allah Teâlâ yolunun ehlinin söyle­diklerine inanan birisiyse, doğru sözlüdürler. İnanıp inanmada tereddüt içinde olan birisi arife soru sorduğunda iki ihtimal vardır: Böyle biri arifin dince kendisine itaat etmesi gereken kimselerden değil ise, susar ve kendisine bir şey söylemez. Kendisine dince itaat etmesi gereken kimselerden olup da bu hususları anlama ehliyetine sahip değil ise, ârif şöyle der: Bunlar, sadece soyudamalar, ibareler ve hallerdir. Bu sözler, söz konuşması değil halin ifadesidir. Yeryüzü kendisine çakılan kazığa şöyle der: “Niçin bana eziyet etmektesin.’ Kazık cevap verir: ‘Çakana sor.’ Yani beni buraya koyana sor demektir. Bu bilinen bir hal konuş­masıdır ve insanlar arasında örnek olarak verilir.

Bunu açıkladıktan sonra, bilmelisin ki: İyiliklere koşan ve onlar için yanşan kimse ilahi müşahedeler ve rabbani ilimleri istiyor ise, geceleyin uykusuz geçirmeli ve geceleri cemiyet (cem-i himmet) halinde olmalı­dır. Çünkü böyle birisine her iki nur araşma giren karanlığın kesintiye uğrattığı nurlar parıldar ve bu nurların kalıcılığı olmaz, süratle kaybo­lurlar. Bu durum, kabul ve fethin ilk alametidir. Böylece kendileri için ve onlara doğru mücahede ederek ve sürekli koşarak, bu değerli nurlar ona görünmeyi sürdürür. En sonunda kendisine en büyüle nur görünür. Bu nur sayesinde insanların bu ilimlere ulaşmasını engelleyen manileri ortadan kaldıran nurdur. Bu nur, kendi makamlarında bir takım sırları açar ki söz konusu sırlardan o kişide bir şey bulunmadığı gibi aynı za­manda onlarla nitelenmiş de değildir. Aynı zamanda bu nur ona amel­lerini gösterir. Bunlar, onun yerine getirdiği zikirler, riyazet ve mücahedelerdir. Allah Teâlâ onları ruhani bir yaratılışla inşa etmiştir. Böyle­likle söz konusu kişi kendisi için yarıştığı gibi ameller de bu nuru almak için yarışırlar. Böylelikle onları alır ve kendilerini yapana ‘uygun bir karşılık’ giydirirler. Bunun nedeni, bu yaratılan şeylerin varlığının sebe­bi olmasıdır. Söz konusu varlıklar, onun konuşma ve hareket şeklinde bedensel fiillerinin ta kendisidir. Huzur ise, bu ameli suretlerin ruhları­dır. Amel sahibi bu esnada bu ilim ve sırların bilgisiyle nitelenir. Kendi­lerini müşahede ettiğinde ise, onları böyle müşahede eder. Bazen bu ilimler gayb perdesinin ardından bulunabilir ve fakat işin nasıl olduğu­nu bilemez. Durum, söylediğimiz gibidir. Şair şöyle der:

Sabah düşmanlar üzerine hapşırdığında Atların toz kaldırması, ‘çok yaşa’ demek olur

Böyle birisi, bu ilimlerin suretleri ile bu amellerin suretleri arasında bu konuda ilahi izni beklemek nedeniyle uygunluk görür. Amel sahibi Allah Teâlâ’nın kendisine dünya hayatında bu sırların gerçekleşmesini nasip etmeyi murat ettiği kimselerden ise, bu konuda ilahi izin gelir. Böyle­likle bu amel sahibine bâtınında çeşitli ilimler açılır. Şöyle denilir: Falan kimseye bilgiler açılmıştır (fetih olmuştur).’ Allah Teâlâ, kendisini (bu sırlara ulaşmadan) uzak tutmada gördüğü bir yarar nedeniyle, o kişi hakkında bu sırları ahiret hayatına bırakmak isteyebilir. Bu durumda amellerin suretleri bu ilimlerin hilatlerini amel sahibine giydiremez. Fa­kat onları ameller giyer. Ta ki kişi ahiret hayatına göçer. Böylelikle ken­disi için onları hazırlanmış bir halde bulur ve ilahi hilatler olarak onları giyer. Dünya hayatında böyle bir amel sahibi için şöyle denilir: ‘Amel­leri çok olsa bile kendisine fetih nasip olmamıştır. İnsanlar bu duruma şaşırırlar. Çünkü onlar, fethin (amelin) ayrılmaz parçası olduğunu zan­nederler. Evet, gerçekten de fetih ayrılmaz bir özelliktir ve amel kendi­sini talep eder. Fakat acaba fetih dünyada mı ahirette mi amel sahibinin niteliği olacaktır? Bu durum Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Dürüst bir amel sahibi görürsen veya kendinin böyle olduğunu bilir de bâtınında aynı amele sahip kimseye olduğu gibi fethin gelmediğini gördüğünde, itham etme! Çünkü fetih, senin adına saklanmıştır ve bu konuda kendinden ithamı kaldır. Öyleyse suçlama ve kendini suçlayanlardan olma! Bu konuda şa­irin dediği gibi ol:

Ben töhmet ehli değilim Suçlayanlardan da değilim

Ben ‘hayır’ desem bile Ardından eklerim, ‘evet’

Tersi vaki değil Engin bir deryayım ben

Ve Hatemoğluyum

Müsamaha ve cömertlik evinin oğlu

Nice cömertliklerimiz var Dikilmiş bir alem gibi

Işıklarıyla yol bulunur Araplar ve Acem içinde

Bilinen tanınan Bütün dillerle söylenendir

Sevilendir şükredilendir Yayılmıştır, defalarca

Söylediğimin benzeri olarak şair ne güzel demiş:

Ona vaat veririm veya tehdit ederim Vaadimi yerine getirir tehdidimden cayarım

Tehdidin önüne bir engel koyması ve onu uygulamaması, ilahi cömertliğin bir sonucudur. Bu engel, bağışlama ve günahları silmedir. Hâlbuki iyiliğe karşı vaadi için ise, ilahi bir isimden engel koymamıştır. Kulun cömertlikteki durumu böyle olunca, ilahi mertebe bu niteliğe daha Hakk sahibidir. ‘Hatemoğlu’ oluşuma, cömertlik nedeniyle dikkat çektim, çünkü ben de cömerdik özelliğine sahip olarak yaratıldım. Be­nim aslım cömerdiktedir. Şairin dediği gibi:

Atlar kökleri üzerinde yürür (At ata benzer)!

Mısrada geçen ‘a’rak’, ark kelimesinin çoğuludur ve Arapça’da kök­ler demektir.

Bilmelisin ki, ârifler mertebelere gerektiği gibi davranırlarken ârif olmayanlar böyle değildir. Öyleyse ârif, insanlara Rabbinin kendisine ihsan ettiği bilgi ve sırları gösterirse, hemcinslerine karşı övünme ama­cıyla değil, Rabbinden dolayı onları izhar eder. Böyle bir davranıştan arifi tenzih ederim. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine insanlara konumunu bil­dirmesi emredildiğinde şöyle demiştir: ‘Ben Âdemoğullarının efendisiyim.’ Bu kendisine söylemesi emredilen şeydir. Ardından ise, kendili­ğinden şunu eklemiştir: ‘Övünme yok.’ Yani şöyle demektedir: Ben bu sözü söylerken övünme amacı taşımadım. Fakat Allah Teâlâ’nın izniyle size Allah Teâlâ katındaki makamımı bildirdim. Arifin ilahi emir ve izin olmaksızın makamını insanlara bildirmesine gelirsek, böyle bir davranış, kendisine gözüken bir teville nefsinin arzunu gösterir. Bu davranış âriften ortaya çıkmış bir sürçmedir ve kötülüğünden Allah Teâlâ’ya sığınması gerekir. Çünkü dünyevi hayat, peygamber olarak gönderildiklerinde nebilerden başka kimseler için, makamı açıklamayı ve bildirmeyi gerektirmez. Velileri ise sırf kulluk etkisi altına almıştır. Öyleyse onlar, kendileri için değil, Rableri için, yani Rablerinden dolayı makam ve hallerini örtme halindedir­ler ve bu konuda sürekli olarak Rablerinin karşısında huzur sahibidirler. Arif, -insanlığı ve nefsi bakımındanhemcinslerine karşı üstünlüğünün ortaya çıkmasına yol açacak şekildeki konumuyla efendisi tarafından övülmeyi seven birisi olabilir. Böyle biri mazurdur. Allah Teâlâ ile iftihardan büyük iftihar olabilir mi? Fakat saf kul, halis dindarlığın sahibidir. Halis dindarlık ise, yaratılmışların diliyle değil, hakkın kendi kelamı ve diliyle kendisini ödüllendirmekle kulunu ödüllendirmesidir. Böyle bir arif, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle kulluk makamının gerektirdiği veya rablik makamı­nın Hakk ettiği işlerden herhangi birisini ihlal etmediğini öğrenmek için, Allah Teâlâ’nın kendisini övmesini ister. Böylece kendisi hakkında bir basirete sahip olmak ister. Kuşkusuz böyle bir durumda arif, insanlığının ve nefsinin gerektirdiği övülmeyi sevmeyi sevmiştir. Fakat Allah Teâlâ’nın övme­sini sevmiştir, yoksa kulların veya başka bir yaratılmışın yaratıklar için­de kendisini övmesini sevmemiştir. Çünkü yaratıklar içerisindeki du­rumu hakkında bir basirete sahip olmadığı gibi Allah Teâlâ’nın bu konuda bir izni yoktur. Nitekim ârif, yaratılmışlara muhtaç olmaktan insanı kurta­ran zenginliği sağladığı için malı da sevebilir. Öyleyse kim Allah Teâlâ ile zengin olursa, Allah Teâlâ onun mülküdür. Çünkü mal özü gereği sevilen bir şey değildir veya varlığıyla muhtaçlığı ortadan kaldırdığı vehmedilme­den saklanan bir şey değildir. Bunu bilmelisin! Öyleyse bütün nefisler, zahirde malı severler. Gerçekte ise sevilen zenginliktir (başkasına muh­taç olmamak). Öyleyse kulun nefsinde zenginlik hangi şeyle gerçekleşir­se, onun nezdinde, hatta bütün nefislerin nezdinde sevilen mal odur. Bu konuda şu mısraları söyledim:

M al ile bütün güçlükler boyun eğer

Yer ve gök âleminden

Onun hapsi, perde âlemi

İkramın hazzını bilmediler

Kasideden başka bir bölüm:

Zannetme ki mal gördüğün şeydir Sanma ki mal görene parıldayan bir şeydir

Evladım! Mal seni zengin yapan şeydir

Başkalarına muhtaç olmazsın artık

Sen yücelerin rabbiyle zengin ol

Hakka karşı vefayla davran

Evladım! Bu menzilden kalplerin saklamış olduğu sırları, onlara akan düşünceleri, nefislerin iç konuşmalarını, geçmişi de kuşatacak şe­kilde öğrenirsin. Öyle ki, bu menzile hakkıyla ulaşan birisi, doğum anından annesinin memesini emmek üzere hareket ettiği andan yanında bulunduğu ana kadar süregelen, bir şahsın kalbinin içermiş olduğu sır­ları ve iradesinin ilgili olduğu her şeyi öğrenir. Söz konusu şahıs ise, küçüklüğü nedeniyle kendisi hakkında bu meseleleri bilmez. Onları bilmeyişinin başka bir nedeni ise, aradaki zamanın uzunluğu nedeniyle, unutması, kalbine gelen her şeye ve nefsinin kendisine söylediği bütün sözlere dikkat etmeyişidir: Bu menzil sahibi ise, bütün bunları herhangi bir kuşku ve tereddüt olmayacak bir doğrulukla öğrenir. Bu bilgileri öğrenmesi kendisi içiri geçerli olduğu gibi yanında bulunan veya aklına gelen birisi için de geçerlidir. Bu, kula gelen bir haldir. Halleri hakkın­da duyduğumuz kadarıyla, Ebu’s-Suud b. Şibl bu menzilin sahibiydi. Arkadaşımız Ebu’l-Bedr bize aktardığına göre, Ebu’s-Suud’un önünde Şeyh Abdülkadir’den söz edilmiş ve kendisini överken söz uzamış. Ko­nuşan kişinin amacı, şeyhin konumunu Ebu’s-Suud’a ve oradakilere ta­nıtmaktı. Abartıya kaçınca, Ebu’s-Suud kendisine şöyle demiştir: ‘Nasıl olur da kendisini eleştiren birisi gibi bize Abdülkadir’in konumunu öğ­retmek istediğini söyleyebilirsin? Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben onun aile­sindeki durumunu, şimdi nasıl olduğunu ve kabrindeki durumunu bili­yorum.’ Böyle bir bilgi ise ancak bu menzilden öğrenilebilir. Fakat bu bilginin tam olarak gerçekleşmesi, kişinin Allah Teâlâ’dan yaratıkları kendi gözüyle ve gücüyle görmeye yönelmesiyle mümkündür. Yine bu men­zilden insanın kaç haşırda haşredileceği öğrenilir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan ruhunu var ettiğinde, onu doğal ve duyu­sal bir suretin yöneticisi olarak var etmiştir. Dünyada, ahirette, berzahta ve her nerede olursa olsun, durum böyledir. Bu bağlamda ruhun kendi­sini giymiş olduğu ilk suret, Hakkın üzerindeki rabliğini kabul etmek üzere kendisinden söz alınırken giymiş olduğu suret idi. Sonra bu su­retten (ayrılarak) dünyadaki cisimsel surete intikal etmiş, onun içinde annesinin karnında bedeninin yaratılmasının dördüncü ayından itibaren ölüm vaktine kadar hapsedilmiş olarak kalır. Öldüğünde ise, bu kez ölüm anından sorgu anına kadar kendisinde kalacağı başka bir surette geçer. Sorgu vakti geldiğinde ise, bu kez o suretten de (daha önce) ölümle nitelenmiş bedenine geçer. Böylelikle beden ruhun gelişiyle can­lanır. İnsanların kulakları ve gözleri, bu ruh ile bedenin canlanmasını idrakten engellenmiştir. Allah Teâlâ’nın bu hali keşfettirdiği insaiıive cinler arasından nebi ve veli gibi seçkinler bunun istisnasıdır. Diğer hayvanlar ise, onun canlılığını ve içinde bulunduğu durumu gözleriyle görürler. Sorgudan sonra ise, bu kez berzahta başka bir surette haşredilir ve o surette tutulur. Daha doğru bir ifadeyle, ruhun kendisine intikal ettiği suret, berzahın ta kendisidir. Uyku ve ölüm burada eşittir. Diriliş üflemesine kadar böyle sürer. Bu kez bu suretten diriltilir ve dünya hayatında kendisinden ayrılmış olduğu surete geçer. Bu durum, soru onun üzerinde kalmışsa böyledir, yoksa bu sınıf ehli değil ise, ken­disiyle cennete gireceği surette haşredilir. Kıyamet günü sorguya çeki­len kimsenin sorgusu tamamlandığında, kendisiyle cennete veya cehen­neme gireceği surete götürülür. Bütün cehennemlikler, sorguya çekile­ceklerdir. Cennete girdiklerinde ve oraya yerleştiklerinde ise, (Hakkın yüzünü) görmeye davet edilirler ve onlar da koşarlar. Bu kez sadece görmeye uygun olabilecek bir surette haşredilirler. Geri döndüklerinde ise, bu kez cennete uygun olacak surette haşredilirler. Ruh her surete girdiğinde, daha önceki suretini unutur ve hüküm yeni girdiği ve kendişine geçtiği surete aittir. Cennet çarşısına girdiğinde ve oradaki suret­leri gördüğünde, gördüğü ve beğendiği herhangi bir surette haşredilir. Sürekli olarak cennette sonsuza varıncaya kadar bir suretten başka bir surete geçer ve onda haşredilir. Bunun nedeni, ilahi genişliğin öğrenil­mesini sağlamaktır. Nasıl ki ruh için tecelli suretleri tekrarlanmaz, aynı şekilde tecelligah da, kendisine gerçekleşen tecelli suretine başka bir su­ret ile karşılık vermeye gerek duyar ve bununla tecelliye işaret eder. Bu nedenle sürekli (yeni bir) surette haşredilir ve bu suretleri cennet çarşı­sından alır. Cennet çarşısından aldığı ve beğendiği suretler ise, ancak gelecekte kendisi adına gerçekleşecek olan tecelli suretine uygundur. Çünkü bu suret, o tecelliye özgü istidat gibidir. Bunu bilmelisin, çünkü bu husus, ilahi bilginin özüdür. Dikkade meseleye baksaydın, şimdi de her nefes yeni bir surette haşredildiğini görürdün. Fakat mutat olanı görmek, seni bu değişimi görmekten perdeler. Bununla birlikte, kendi­lerine göre zahirinde ve bâtınında tasarruf ettiğin hallerindeki intikalle­rini hissedebilirsin. Fakat onların her an kendilerine girdiğin ve kendile­rinde haşredildiğin ruhunun suretleri olduğunu bilmezsin. Arifler ise onları sahih, sabit ve göze görünen suretler olarak görürler.

Bu menzil, hıbra (bilgi edinme) menzilidir. Bu menzile hakim isim, er-Rab ismidir. Bu suretleri ise, yükümlülük diyarında kendilerine karşı kanıt getirmek üzere, hıbra talep eder. Arif, bütün insanların ken­disine döneceği kıyametini yükümlülük diyarında takdim eder ve amel­lerini tartar, (ahiret hayatına) intikal etmezden önce nefsini burada he­saba çeker. Şeriat böyle yapmaya teşvik etmiş ve şöyle demiştir: ‘Hesa­ba çekilmezden önce kendinizi hesaba çekin.’ Bizim bu hususta büyük bir müşahedemiz vardır. Onu gördük ve bu muhasebeyle o müşahede­de yararlandık. İnsanların hesaba çekildiği yerde ise bize dönmedi. Ben bu makamı ancak şeyhimiz Ebu Abdullah b. el-Mücahid ve Ebu Abdul­lah b. Kasûm’dan İşbiliyye’de almıştım. Çünkü bu, onların haliydi. İbn Kasûm’a ise bu hususta nefsimi düşünceler hakkında da hesaba çekmeyi ekledim. Şeyh ise, nefsini sadece fiilleri ve sözleri hakkında hesaba çe­kerdi.

Bu menzilin içerdiği hususları tanıtmak için bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Bana şöyle denil­di: Her menzilden sonra şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m seni tenzili ederim! Senden başka ilah yoktur. Bağışlanma diliyorum ve sana dönüyorum.’

İKİ YÜZ SEKSEN BEŞİNCİ BÖLÜM

Donukların Münacatı Menzilinin Bilinmesi

Bunıi öğrenen kimse, Muhammedi ve Musevî mertebenin yarısını elde etmiş demektir.

Unsurlar benimle açıkça söyleşti Kendilerindeki garip bilgiyi açıklayarak

Cismimin üstünlüğünü öğrendim o anda Yakından, aklıma ve nefsime karşı

Kavmim! Keşif ilimleri yücedir Kalp ilimlerini vermesi nedeniyle

Aklın takati yok ki Müşahede ve gaybler meydanında

Fikrin nice eksikliği ve acizliği varken Gözün ise doğru bakışı var iken

Göz olmasaydı akla görünmezdi Akıllı kimse nezdinde doğru bir delil

‘Gözün ise doğru bakışı var iken’ ifadesini şiir sanatının gereğiyle kullandık. Nitekim daha önce onu şiirin girişinde de söylemiştik. Doğ­ru görüş, gözün yanılmadığıdır. Ne göz ne de diğer duyular yanılır. Çünkü duyuların eşyayı idrak etmesi, zati bir idraktir ve geçici ve arızi nedenler ise zati olanlara etki edemez. Aklın idraki ise iki kısma ayrılır: Birincisi zati idraktir. Bu kısımda akıl, tıpkı duyular gibi, yanılmaz, ikinci kısım ise zati olmayan idraktir. Bu kısım aklın bir araçla algıladığı kısımdır. Bu aleder ise, fikir ve duyudur. Buna göre hayal, verdiği şeyde duyuya bağlıdır. Fikir ise hayale bakar ve şeyleri tekil olarak bulur. Bu­nun üzerine onlardan aklın kendisini koruyacağı bir suret inşa etmek is­ter. Böylelikle bazı tekilleri diğerlerine ekler. Bu durumda ise, işin ken­diliğindeki durumuna göre, bu bağlantıları kurarken bazen yanılır ve bazen isabet kaydeder. Akıl da, bu tanıma göre hüküm verir ve bazen yanılır, bazen isabet eder. Öyleyse akıl, taklit edendir ve bu nedenle ya­nılmayla nitelenmiştir. Sûfiler akılcıların yanıldıklarını gördüklerinde, eşyayı ayne’l-yakin bir kesinlikle öğrenmek üzere, karıştırmanın bulun­madığı başka bir yöntemle yöneldiler. Böylelikle onlar, kesin bilgi sahi­bi olmakla nitelenmeyi amaçlamışlardır. Çünkü cahil insan da bilmediği bir hususta bilgiyle nitelenebilir, fakat kesinlikle nitelenemez. Bu ne­denle bilginin yakin’e (kesinlik) tamlama yapılması mümkün olmuştur. Böyle bir tamlama, ne anlam ne de söz olarak, bir şeyin kendisine tam­lama yapılması demek değildir.

Bu bağlamda lafız farklılığına gelirsek, yakîn sözü, bilgiyle bir de­ğildir ve bu nedenle tamlama caizdir. Anlam yolundan meseleye bakar­sak, yakîn, bilginin nefiste yerleşmesi demektir. Hâlbuki yerleşme yerle­şen şeyin kendisi değildir. Aksine yerleşme, yerleşen şeyin niteliğidir ve bu nitelik, manevi bir hakikattir, yoksa nefsi bir hakikat değildir. Öyley­se bu nitelik, bilginin kendisi değildir. Bu nedenle de tamlama caizdir. ‘Cahil de bilmediği konuda bilgiyle nitelenebilir’ dedik, bu durum şu ayette belirtilir: ‘Zikrimizden yüz çeviren ve sadece dünya hayatını isteyene bakma. Bu onlarm bilgiden ulaşacakları şeydir. Kuşkusuz ki senin Rabbin yolundan sapanı bilir. O doğru yolda olanı en iyi bilendir.’213 Böylelikle Allah Teâlâ, ayette her iki sınıf için de bilgiyi zikretmiştir. Biz bu ifadelerle şiir­de söylediğimiz düşünceyi açıklamış olduk. O ise, bu menzilde bulunan şeyleri açıklar ve bu nedenle kendisini zikrettik. Şimdi ise bu menzilin verdiği (bilgilere) dönelim, destekleyen Allah Teâlâ’dır, şöyle deriz:

Bilmelisin ki bu menzilin bir yönü de, taşların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in elinde tespih etmelerinin (nasıl olduğu ondan öğrenilmesidir). Bu menzilden, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in koyunun ön kollarını yemesinin (hikme­ti) öğrenilir. Uhud dağmı sevmesi de bu menzilden öğrenilir. Taşların kendisine selam vermesi bu menzildendir. Sesinin ulaştığı yerlerdeki kuru ve yaş her şeyin müezzin lehinde tanıklık etmesi, taşın Musa’nm elbisesini alarak kaçması bu menzildendir. Bu sayede İsrailoğulları avret mahallinin kendisiyle ilişkilendirdikleri kusurdan nezih olduğunu gör­müştür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ onu söyledikleri şeyden tenzih etmiştir. O Allah Teâlâ katında saygın idi.’214 İlahi emir kendilerine yöneldiğinde gökler ve yer bu menzilden şöyle demiştir: ‘İtaatkâr olarak geldik.’215 Emanetin taşınmasını istemek, bir emir değil, teklif idi. Bu nedenle gökler ve yer, bir tehlikeye düşeceklerini bildikleri için, kabule yanaş­mamışlardır. Dolayısıyla onların bu konudaki işlerinin neye varacağını bilemezsin.

Bu menzilin şeriattaki hükmü geniştir. Şimdi de, Allah Teâlâ’nın yardımı ve izniyle bu menzilin içermiş olduğu hususların bir kısmım zikredelim. Bu menzilin içermiş olduğu ilk bilgi, duyulur ve hissedilir hareketlerin bilgisidir. Bilmelisin ki, hareketler, intikallerin ve yer değiştirmelerin kendilerinden meydana geldiği anlamlar ve (sebeplerdir). Arkadaşları­mız onların hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba onlar, kendi varlıklarında mevcut zadar mıdır, yoksa nispetler midir? Bize göre hareketler nispederdir. Bu nispeder, kendisine mensup oldukları şeye göre hükümler verirler. Buna göre onların mekânlılarda bir nispeti vardır ve bu nispet mekânlı olmayanlarla nispederinden farklıdır. Cisimlerdeki nispetleri ise, cevherlerdeki nispederinden farklıdır. Her varlıkta hareketlerin -nispet olsa bileözel bir nispeti vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Rabbimiz yakın semaya gecenin son üçte birlik bölü­münde iner.’ Allah Teâlâ, kendi irade ettiği anlamla Arş üstüne istiva etmiş olmakla nitelenmiş olduğu gibi aynı zamanda her nerede olursa­nız, şanına yakışır şekilde O sizinle beraberdir. Allah Teâlâ bize ‘şah damarın­dan daha yakındır.’216 Allah Teâlâ üzerinde ve altında havanın bulunma­dığı Amâ’dadır. Bütün bunlar, intikaller derken kast edilen şeyi sana gösterir. Bazen bir niteliğin hükmü başka bir nitelik üzerinde ortaya çı­kar. Bazen ise intikal bir halden başka bir Hakk, bazen bir mekândan başka bir mekâna, bir menzilden başka bir menzile doğru gerçekleşir. Kuşkusuz ki, intikalin zadarının Hakk ettiği şekilde bütün varlıklara nü­fuz ettiğini sana açıklamış olduk. Böylelikle de keyfiyeder değişir. Hepsi de, hareketin hükmüne racidir. ‘Sizin de hesabınızı ele alacağız, ey insan ve cinler217 ayeti de bu konuyla ilgilidir. Başka bir ayette ise ‘Her gün O bir iştedir5218 buyrulur.

Bunu ortaya koyduktan sonra, bilmelisin ki, harekedilerde hareket, iki kısma ayrılır: Birincisi, söz gelişi büyüyenlerdeki büyüme hareketi gibi, doğal harekettir. Diğeri ise, arazî harekettir. Arazî hareket, ihtiyari olan ve olmayan diye iki kısma ayrılır. Buna göre ihtiyari hareket, ancak canlıda bulunabilir. İhtiyari olmayan hareket ise, canlıda bulunduğu gi­bi başkalarında da bulunabilir. Bir de zorlamalı (kasrî) hareket vardır. Bu hareket, harekedi dışında birisinden meydana gelen harekettir. Do­ğasının bunu gerektirip gerektirmemesi birdir. Buna göre donuklarda zorlamalı hareketi onun doğası gerektirmez. Donuk olmayanlarda ise ihtiyarının gerektirdiğinden farklı bir şekilde gerçekleşir. Bazen hareket ettiren hareket ettirilen ile aynı cinsten olabilirken bazen aynı cinsten değillerdir. Bazen zorlamalı hareket, başka bir zorlamalı hareketten meydana gelmiş olabilir. Bazen ise zorlamalı bir hareketten olmaksızın meydana gelir. Birinci durum, rüzgârların dalları hareket ettirmesi iken İkincisi insanm taşı yukarı doğru atmasıdır. Bu konularda söz incelir ve belirsizleşir. Çünkü hareket bahsi, aklın kolayca alamayacağı, çok değer­li ve önemli bir konudur. Konu, tevellüd bahsiyle de ilgilidir! Örnek olarak, parmağın hareketiyle yüzüğün hareket etmesini veya elin hare­ket etmesi nedeniyle kalemin hareketini verebiliriz. Hareketin büyük bir otoritesi vardır ve hükmü cisimlerde ve onların ayrılmaz özelliklerinde görülürken anlamlarda ve tanımı bilinmeyen şeylerde ise akledilir olarak bulunur. Öyleyse hareket, varlıklara tam olarak yayılır. Allah Teâlâ’nın dışında­ki her şeyde hareketin ilk hükmü, a’yân-ı(sâbite’nin ilahi ilimden) dışa çıkması ve yokluk halinden varlık haline yer değiştirmeleridir. Herhangi bir varlığın istikrarda olması mümkün değildir. Çünkü istikrar durağan­lık demektir ve durağanlık ise hareketin olmayışıdır. Bunu bilmelisin!

Bu konuyu belirttikten sonra, bilmelisin ki, bu menzilde hareketin durumu, bazı insanlar için belirsizleşmiştir. Onlar, hareketin doğal mı yoksa zorlamalı mı ya da zorlamalı-doğal mı yoksa zorlamasız-doğal mı veya doğal olmayan-zorlamalı mı olduğunu bilememişlerdir. Görüş ay­rılığı bu menzili müşahede etmeyen ve bu menzile girmemiş olanlar arasında gerçekleşebilir. Bize göre hareket, ilahi emirle bir takım sırları ortaya çıkartmak için doğal-ihtiyari harekettir. Onlar bu hareketin ne­deni üzerinde de görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Acaba sebep hayat se­bebi midir, yoksa nefesler âlemi midir? Yoksa hareketin ilahi emirden başka bir nedeni yok mudur?

Bilmelisin ki, bu konudaki emir, nefesler âleminde ilahi emrin var­lığıdır. Böylelikle emir oluş âlemine yönelir ve onu hareket ettirir. O da, doğasıyla hareketi kabul eder. Bu durum havanın esintileriyle kendi­lerini hareket ettirmek üzere ağaçlara yönelmesine benzer. Bakan kim­se, bu durumda rüzgârların esintisiyle dalların hareket ettiğini görür. Bilgi ise şu hükmü verir: Dallar kendi doğal mekânlarını boşaltmamış olsalardı, rüzgâr esecek yer bulamazdı. Öyleyse ağaçların da bir bakıma onda hükümleri var iken bir yönden de esintinin ağaçlar üzerinde hük­mü vardır. Havanın dalları hareket ettirmesindeki maksat, meydana ge­len bozuk buharları ortadan kaldırmaktır. Bunun amacı, âlemde hasta­lık ve illedere yol açacak durumların geride kalmasını engellemektir. Bu ağaçlar onlarla beslendiğinde veya bir canlı kendilerini yediğinde veya bizzat kendileri bu beslenme nedeniyle bozulduğunda, bu durum orta­ya çıkar. Öyleyse rüzgârlar, kendisinden sıkıntıyı giderdiği için, âlemin yararları için eser. Böylece havayı pisliklerden arındırır ve hava temizle­nir. Öyleyse rüzgâr, neticesinde etkin olan bir sebep değil, amaçlanan bir sebeptir. Etki, sebepleri koyan ve Allah Teâlâ’yı bilmede yaratıklar arasında üstünlük belirginleşsin ve şirk koşan birleyenden ayrışsın diye, onları kendisini (örten) perde haline getirene aittir. Öyleyse müşrik, kayıtsız anlamda cahil kimsedir. Çünkü böyle bir durumda ortaklık, hiçbir şe­kilde mümkün değildir. Çünkü fiili var etmek, ortaklıkla gerçekleşmez. Bu nedenle Mutezile müşriklere katılmamıştır. Çünkü onlar, kulların fi­illerini kullara ait sayarak birlemişlerdir. Böylelikle onları ortaklar yap­mamışlardır. Onlar, sadece fiili akla göre kullara nispet etmişler ve şeri­at da onları bu konuda doğrulamıştır. Eşariler ise, mümkünlerin bütün fiillerini -herhangi bir taksim yapmaksızınAllah Teâlâ’ya ait saymışlardır. Şe­riat onlara da bu konuda imkân vermiş, fakat bu hitabın bazı yorumla­rını dikkate alarak buna imkân vermiştir. Mutezile’nin bu konudaki ka­nıdan ise, görünüşte daha güçlüdür. Eşarilerin vardığı görüş ise, Allah Teâlâ ehli arasından keşif sahiplerinin nezdinde daha güçlüdür. Her iki grup da, tevhit ehlidir. Müşriki cahil ilan ettik. Bunun nedeni, varlığın ancak birinin yaratmasıyla meydana gelebilecek olmasıdır (halbuki müşrik or­tak koşmaktadır). Kudret varlıklarda sadece var etmeyle ilgilidir. Öyley­se bir şey iki varlıkla mevcut olamaz. Öyleyse varlığın iki kudretin iliş­mesinden meydana gelmesi mümkün değildir. Onlardan her birisi, mevcuda bir varlık verir. Onlardan birisi varlığı verdiğinde, diğerinin kendisinde bir etkisi olmayacaktır. İyice incelersen, ortaklık anlamsız olmuştur. Bu nedenle de ortaklık inançlarda etkin değildir. Öyleyse di­ne göre öldürülmesi meşru müşrik, İlah’ın Hakk ettiği şeyi Allah Teâlâ’dan baş­kasına izafe eden kimsedir. Böylelikle ilah sayarak kendisine ibadet eder. Adeta onu mertebeye ortak saymıştır. Bu ortaklık, iki hükümdarın hü­kümdarlık anlamında ortaklığına benzer. Birisi ötekinin yönetiminde söz sahibi olmasa bile, her birisi gerçek hükümdardır.

Vakit ölçüsünde hareketleri bilmenin bu konuyla ilgisini belirttik­ten sonra, şimdi de bu menzilden bu özel hareketin niçin var olduğunu açıklamalıyız: Bilmelisin ki, bu özel hareket, gaybte gizli kalan ve var­lıkları yaratıklara ağır gelecek haberleri izhar etmek üzere ortaya çıkmış­tır. Nitekim bu ağırlıkla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sa­na ağır bir söz vahyedeceğiz.’2'9 Kıyametin durumu hakkında ise şöyle buyurmuştur: ‘Göklere ve yere ağır geldi.’220 Şöyle ki: Emir gaybe ağır gelip karşısında daralıp ve genişleyemeyince, şehadet âlemine yönelerek rahatlık aramıştır. Böylelikle gayb, hamilenin rahatlaması gibi, nefes vermiş, taşıması ağır gelen şeyleri şehadet âlemine izhar etmiştir. Anlam bakımından bu durum, kardeşlerinden emanet edeceği birisini bulama­dığında, insanın sırrını gizlemesinin ve himmetini taşımasının kendisine ağır gelmesine benzer. Böyle bir kardeş bulduğunda ise, içinde bulunan ve kendisine ağır gelen niyetinden rahatlamasını sağlayacak bir kısmı kendisine açar. Böylece arkadaşının kendisinden aldığı kadarıyla bir rahadık bulur. Sanki arkadaşı onu sırrına ortak etmiş ve onun yardımıyla kendisine ağırlık veren şey azalmıştır. Bu durumda ağırlık bütünüyle kendisinden gider. Böyle bir şey, gaybteki ağırlığa benzer ve şehadete (çıkmakla) rahatlar. Bunun nedeni ise, kendisine ait olan şeyin şehadet âlemine ait bir emanet olmasıdır. Bu emirde amaçlanan şey şehadet olunca, bu kez gayb nezdinde bir emanet olur. Böylelikle gayb onu ko­rumakla ve vaktinde kendisini şehadete ulaştırmakla yükümlüdür. Böy­lelikle zorunlu olarak kendisine ağır gelir. Allah Teâlâ’nın şu ayetine ba­kınız: ‘Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik, onlar onu taşımak­tan kaçındı ve korktu. İnsan ise onu yüklendi. O zalimdir.’221 Yani kendisine karşı zalimdir. ‘Cahildir.’222 Emanetin değerini bilmez. Öyleyse emanet, taşımak için hafif olsa bile, anlamda ağırdır. Böylelikle gökler, yer ve dağlar, gerçekte daha bilgili olmasalar bile, bu meselede insandan daha bilgilidir, insan ilahi surete göre yaratılmış olduğu ve âlemin bir topla­mı olduğu için, kendisi nedeniyle ve Allah Teâlâ’nın ona vermiş olduğu zikret­tiğimiz güç nedeniyle gururlanmış, emaneti taşımak kendisine kolay gelmiştir. Sonra Hakkı makamını kendisine teklif etmeksizin halifeliğe kendisini ehil kıldığını gördüğünde ise, kendisinde ehliyetin bulundu­ğunu tam olarak öğrenmiştir. Bu nedenle tek başına gökler veya yer ve­ya dağlar, insanın toplayıcılığının gücüne sahip değildir ve bu nedenle onların emaneti taşımaktan korktuğu ve kaçındığı söylenmiştir. İnsan emaneti taşırken kendisine ilişecek şeyleri bilememiştir. Bu arıza nede­niyle ise insan emanete hainlik eden diye isimlendirilir. Çünkü insan tamahkârlık ve tembellik özelliğinde yaratılmıştır. Emaneti kabul etmesi ise acûl olmasından kaynaklanmıştır. Allah Teâlâ kendisine geniş zaman ver­seydi ve kendisi hakkında düşünse, zatına ve kendisine ilişecek engellere baksaydı, kendisine sunulan şeyin değeri ortaya çıkardı. Bu durumda ise, emanetin kendilerine sunulduğu yer ve diğer varlıklar gibi, kendisi­ni taşımaktan kaçınırdı.

Rivayet edildiğine göre, adamın biri yolculuktan gelmiş ve Hasan Basrî’nin evine doru yönelmiş. Hasan kendisini karşılayınca, ona şöyle demiş: ‘Falan şehirden geldim. Senin falan arkadaşm sana ulaştırmam için bana selam emanet etti. Sana selam ediyor.’ Hasan kendisine şöyle demiş: TSTe zaman geldin?’ Şimdi diye cevap verince, şöyle demiş: ‘Bana gelmezden önce evine gittin mi?’ Adam şöyle cevap vermiş: ‘Hayır! Sa­na emaneti ulaştırmak üzere önce buraya geldim.’ Hasan şöyle demiş: ‘İyi ki böyle yaptın. Yoksa evine gidip de emaneti bana ulaştırmadan ölmüş olsaydın, emanete hainlik etmiş olurdun. Akıllı insan emanet al­mayan ve kabul etmeyen kimsedir.’ Emanetin hükmü, kendisine ulaş­tırdığın kimseye aittir, yoksa onu sana yükleyene ait değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ size emanetleri ehline ulaştır­manızı emreder.’223 Her varlık, kendisine ağır gelen şeyden sıkıntı duyar, bu açıktır! Bu nedenle onu kendisinden çıkartmak ister, çünkü o, ken­disine ağırlık veren şey, ona ait olmayan ilave bir şeydir. Bu şey kendi­sine ait olsaydı, ağırlık ortadan kalkar ve mülkü haline geldiği ve efendi­liği üzerinde otaya çıktığı için onunla sevinirdi. Bakınız! İnsana bir mal emanet edildiğinde, üzerinde nasıl bir ağırlık hisseder? Onu korumak ve saklamak için güçlük çeker. Mal sahibi kendisine ‘bunu sana hediye ettim, kendi mülkümden çıkardım onu’ dediğinde ise, bu ağırlık nasıl bir hafifliğe dönüşür. Artık onunla sevinir ve büyük muduluk duyar, malı veren kişinin değeri gözünde artar. Aynı şekilde, Hakkın nitelikleri de kulun nezdinde bir emanettir. Bu niteliklerin kendisinde bir emanet olması nedeniyle ârife kendisini gözetmek ağır gelir. Bu nitelikleri nasıl ve nerede kullanacaktır? Sahipmiş gibi onları kullanmaktan korkar. Bu­nu taşımak kendisine ağır gelirse, onları sahibine iade eder ve kulluğuy­la hafiflemiş ve haz alır bir şekilde kalır. Çünkü kulluk onun malı, hatta hakikatidir. Artık fazlalık gitmiş ve emanetini sağ salim yerine ulaştırdı­ğı için Allah Teâlâ tarafından övülmüştür. Öyleyse kendi kadrini aşmayan kimse kurtuluşa ermiştir. Nitekim örnek verilirken şöyle denilir: ‘Kıy­metini bilen kişi yok olmaz.’

Bu menzilden sorunun neyle ilgili olduğu öğrenilir. Şöyle ki: Soru gerçekte bilgi olmadığında sorulabilir. Ya da bilginin olmadığını gös­termek üzere olabilir. Bunun amacı, soru sorulan kişiye soranın bilgisi­ni öğretmektir. Çünkü soru soran kişi o konuyu bilmektedir. Anlamak isteyen şöyle sorar: ‘Sende ne var? Falancayı niçin dövdün?’ Sormanın nedeni, bilgisizlik iken soru sormaya sevk eden neden, soru sorana göre değişir. Sorduğu şeyi biliyor ise, soru sormanın amacı başkasına öğret­mektir. Çünkü onlar, işi olduğundan farklı kabul etmiş ve zannetmiş­lerdir. Böyle soruya örnek olarak Allah Teâlâ’nın Hz. İsa’ya sorduğu ‘Sen mi insanlara, ‘beni ve annemi iki ilah edinin’ dedin224 sorusunu verebi­liriz. Bu soru, kendisine ilahlığı nispet eden ve ona ibadet eden Hıristi­yanların huzurunda sorulacaktır. Hz. İsa ise, onların huzurunda böyle bir nispetten kendisini tenzih ederek ‘Seni tenzih ederim, ben nasıl böyle bir şey derim225 demiştir. Burada sorunun amacı, ümmetinden kendisine ibadet eden ve onu ilah sayanları kınamaktır. Kuşkusuz ki bu durum soru tarzında dile getirilmiş iken gerçekte kınamadır.

Arapça’da böyle bir örneği terimsel olarak irablı yaptıklarında hemze olarak irab ederler. Bu, onaylama ve inkâr ifade eder, yoksa soru değildir. ‘Hemze’ derlerse, kast edilen inkârdır. Onların böyle bir şeyi irabta iki yöntemleri vardır. Bu nedenle kulun soru sorulmaya yol aça­cak bir nitelikle gözükmemesi gerekir. Böyle bir durumda soru, anla­mak isteyende bilginin bulunmadığını gösterir. Bu mertebe ise, böyle bir şeyden münezzeh ve mukaddestir. Bu makamdan sakın! Fakat kul­luğun üzerinde hüküm sahibi olmadıkça ve her durumda sende gö­zükmedikçe, böyle bir halden kurtulamazsın. Hakk sana bir şeyden so­rarsa, bu (bir neden olmaksızın) kendiliğinden sorulmuş sorudur ve se­nin bu konuda bir sebebin yoktur. Allah Teâlâ üzerinde herhangi bir şey hüküm veremez. Çünkü Allah Teâlâ dilerse bir şey sorar, dilerse sormaz. Bu­nunla birlikte soru sorduğu şeyi bilmesi de zorunludur.

Soru sormanın edatları vardır. Örnek olarak ‘nedir (ma)’, ‘hangi (eyyü)’, ‘mi’ edadarını verebiliriz. Bu menzile özgü soru edatı, diğer edadar değil, bilhassa ‘nedir’ edatıdır. Diğer edatların bu menzile gir­mesi söz konusu değildir. Şimdiye kadar, bu menzilin niçin bu edata tahsis edildiğini öğrenemedim. Bu edatın kullanıldığı kimse hakkındaki hükmü, ‘kimdir (men)’ ve ‘mi’ edatlarının hükmüyle birdir. Çünkü o da isimlerin, fiillerin ve harflerin önüne gelir ve sadece de bu üç mertebe vardır. Böylelikle genel olmuştur. Bu menzil genel soru mertebesidir ve bu nedenle bu menzilde ancak ‘nedir’ edatının gözükmesi mümkün olabilir. Çünkü onun anlamları kendisini talep eder. Bazen ise işaret ile soru sorulur.

Sırların yayılması ve kendilerine ait mertebeleri aramak üzere bi­linmeyenlerin gizlenmesi, bu menzildendir. İnsan bu menzilden sahip olduğu sırların kendilerinde açıklanacağı yerleri ve bu mertebeleri öğ­renir. Dünya hayatının bunu gerektirmediğini de öğrenir. Bu nedenle bu menzilden herhangi bir şey Melamiler üzerinde gözükmez. Burada ‘sırlar’ derken, mertebenin kendisini talep etmediği bütün bilinmeyenle­ri kast etmekteyim. Her mertebenin kendisini talep ettiği sırlara gelir­sek, her mertebenin sırrının kendi mertebesinde şehadete çıkması gere­kir. İşte bu Melamilerin halidir. Şu var ki bu çıkarma, ilahi bir emirle olabileceği gibi bazen kendisine herhangi bir emir bitişmemiş olabilir, fakat herhangi bir hal kendisini talep edebilir. Herhangi bir hal, kendi­sini talep etmezse, bunlar açıklanmaz. Bu nedenle insanlar, Allah Teâlâ ehli­nin Allah Teâlâ katindaki değerini bilemezler ve bu nedenle de onlar ‘eminler5 diye isimlendirilmiştir. Bulunulan mertebe herhangi bir sırrı izhar et­meyi gerektirirse, ona ilk koşan ve aceleyle davranan kişi, ariftir. Böyle yapmazsa, hain, hilekâr ve herhangi bir şeye yararı olmayan kimsedir. O sırrı açıklamada başka birisi kendisini geçerse, bu kez arifin yapması gereken şey, onu gizlemek ve yaratıklardan birisinin o konuda kendi­sinde bulunan bilgiyi öğrenmesini engellemektir. Çünkü o sırrı (açık­lamada) başkası onun yerini almıştır. Öyleyse bu durumda arifin o sırrı açıklamadaki yegâne payı, nefsinin hazzıdır, başka bir şey değil! Kendi hazzı için bir şeyi açıklamak ise, Hakkın ve ehlinin özelliklerinden birisi değildir. Söz konusu sır başkası tarafından açıklanmış olsa bile, yine de o konuda kendisine Allah Teâlâ’dan (açıklasın diye) bir ilham gelirse, Allah Teâlâ’nın emrine koşmalı, o sırrı açıklamalıdır. Bu durumda o sırrı açıklamada bi­rinci gibi desteklenir.

FARKLI TÜRLERİYLE VAHİY

Bilmelisin ki, melek, cin, insan, hayvan, bitki ve donuk gibi yara­tıklardan her bir cinse Allah Teâlâ vahyeder. Allah Teâlâ hayvanlardan arıyı, donuklardan gök ve yeri zikretmiştir. Gerçi bize göre her şey canlı olsa bile, hakim duyuda bilinen ve örf haline gelmiş olan, bunlara cansız (donuk) demektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her bir şey O’nun hamdini tespih eder.’226 Başka bir ayette ise ‘Her bir ümmete bir kor­kutucu gelmiştir227 denilir. Başka bir ayette ise ‘Onu melek yapsaydık, bir insan suretinde yapardık’22S buyrulur, Başka bir ayette ise ‘Yeryüzünde mutmain bir halde yürüyen melekler bulunsaydı, onların üzerine gökten peygamber olarak melek indirirdik229 buyrulur. Başka bir ayette ise şöyle denilir: ‘Her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik.’230 Başka bir ifadeyle onların anlayacağı dille gönderdik. Farklı türleriyle vahiy, bu menzilin içerdiği konulardandır. Buna göre vahyin bir kısmı, hayal âlemindeki doğru rüyalar gibi, hayal ile algılanır. Bu, uykudaki vahiy iken algılanan şey hayaldir. Nazil olan da böyledir. Vahiy de böyledir. Bir kısmı duyu sahibi için duyuda gerçekleşir. Bir kısmı, duyu veya ha­yal kendisine ilişmeksizin, vahyedilenin içinde bulduğu bir anlamdır. Bazen yazı olabilir. Bu kısım, çoğunlukla veliler adına gerçekleşir. Ebu Abdullah Kadîbu’l-Ban ve Ebu Zekeriya el-Becaî’ye Mu’re-Nakra’da vahiy (ilham) genellikle böyle gerçekleşirdi. Başka bir örnek ise, Müsned yazarı Ahmed b. HanbePin öğrencisi Balâ b. Muhaüed idi, fa­kat o bu konuda cemaatin en zayıfıydı. Bu nedenle ancak uykudan kalk­tıktan sonra bir yazıya yazılı halde (ilhamı) bulurdu.

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, gözün göreceği şekilde, arazların kendi başlarma var olan mekânlı suretler olarak yaratılmasıdır. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı kendisine getirdiğinde, kendisinde bir toplanmışlık bir araya getirir. Bu halde herhangi bir dağılma yoktur. Ta ki Allah Teâlâ, bilgisinde takdir edilmiş olanlardan dilediklerini kendisine ilham eder. Bu müşahede halinden ve bu halden çıktığında ise, elde etmiş ol­duğuyla birlikte çıkar. Bu durumda o, tümel ve belirsiz bir şey elde et­miştir, ayrıntılı Hakk gelmemiştir. Bu kez çıkarken, varlıklar ayrıntılı ola­rak kendisine gözükür. Her bir parçanın kendisine özgü bir sureti var­dır. Bu durumda insan, cem’ (toplanmışlık) halinden fark ve dağılma haline çıkar. Böylelikle amellerin suretleri bir bütün olarak kendisine gelir. Bu suretlerden her birisi, varlığında kendi aslı olan şeyle ilgilidir. Bu ya onun lehine veya aleyhinedir. Buna göre görmesiyle ilgili (amel­lerin) suretleri gözüne ilişirken duymasıyla ilgili (amellerin) suretleri ise kulağına ilişir. Dışındaki bütün diğer güçleri de böyledir. Bâtınının amellerinin suretleri de bâtınına ilişir. Bunlara örnek olarak, fikrinin, hayalinin ve kendisindeki diğer bâtını güçleri verebiliriz. Ameli suretler bir sevinç meydana getirirse, onunla sevinir veya zıddı gerçekkşir. Amellerin sureti hüzün veya tasayı gerektirirse, insan bu suretin gereği­ne göre hareket eder. Herhangi bir amelin sureti şunu veya bunu gerek­tirebilir. Bu durumda ferahlık veren amelin suretinin kendisine ait ol­duğu parçanın sevinci, yükümlü nefs bakımından değil, kendi cihetin­den bir sevinç olur. Böylelikle bu insan nefsi, o ölçüye göre nimedenir. Diğer parça ise, kendi amelinin parçasıyla hüzünlenir. Bu durumda neft, aynı andaki iki ayrı kabulle, bir parçası sevindiği için dolaylı olarak sevinirken bir parçası üzüldüğü için dolaylı olarak üzülür. Nitekim nefs, görürken duyar, tutarken yürür, dokunurken koklar, yerken koklayabi­lir. İdrak eden bir iken, bunlardan birisi ötekinden alı koymaz. Aynı şe­kilde nefs, bir yandan nimedenirken bir yandan hüzünlenir. Öyleyse in­san, cennete girene kadar, sevinen-üzülen, kazanan-kaybedendir. Bu menzil, müşahede edilenlerin en gariplerindendir. Bu diyarda yol eh­linden onu müşahede edenler azdır. Bunun nedeni, onların keşiflerinin ve hakka’l-yakîn (bilgilerinin) olmayışı, bilgilerinin ise azlığıdır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

IKIYUZ SEKSEN ALTINCI BOLUM

Muhammedî Mertebeden Kendisine 'Ol' Denilip de Direnen ve Olmayan Kimsenin Menzilinin Bilinmesi

Fena güneşi tekvinimin kef inde (Jeün sözü) gözüktü Bilir ki beni ışıkla fani edebilir

İşaret etti de anlamadım işaretini Meğer bu imada beni kast ediyormuş

Ben Ayn’in vav’ı idim, bilgi ise açıktır ‘Kef ve ‘nun’ arasında gizlenmiş vav (k-v-n)

1

Levha’da kıymetli sırları açıklarım Ki Rahman onları Nun’da özetlemiş idi

Bu menzilden küçük bir eser kayda geçmiş, adını da el-Fena fi’lMüşahede diye isimlendirmiştim. Şimdi bu menzilin içermiş olduğu hu­susları ana hatlarıyla zikredelim, çünkü açıklama uzun sürer.

Bilmelisin ki, bu menzilin mazharının adı nur ismidir. Fakat nurlar iki kısma ayrılır: Birinci kısım, parıltısı olmayan nurlar iken diğeri ise parıltılı nurdur. Buna göre parıltılı nurda tecelli gerçekleşirse, gözleri götürür. Bu nur, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nurânî idi nasıl görebilirdim ki?’ diye işarete ettiği şeydir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine ‘Rabbini gördün mü?’ diye sorulduğunda, böyle demişti. ‘Nurânî idi, nasıl göreyim’ ifa­desi, parıltılı nura işaret eder. Çünkü bu parıltılar görmeyi ortadan kal­dırır ve ışıkların kaynağını algılamayı imkânsızlaştırır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başka bir hadiste de buna işaret eder: ‘Allah Teâlâ’nın yetmiş küsür nurdan, yetmiş tane karanlıktan perdesi vardır. Onları açmış olsaydı, zatının te­cellileri yaratıklarının gördüğü her şeyi yakardı.’ Burada tecelliler, haki­katinin nurları demektir. Çünkü bir şeyin veçhi ve yüzü, o şeyin hakika­ti demektir.

Parıltısı olmayan nura gelirsek, kendisinde tecellinin gerçekleştiği nurdur ve onun parıltısı yoktur ve ışığı kendisini aşamaz. Bakan kimse, herhangi bir kuşku olmaksızın, onu son derece açık ve parlak bir şekilde görür. Bu ışığın kendisinden ortaya çıktığı -ki her kime tecelli etmiş isemertebe ise, son derece açık bir halde kalır ve kendisinde bir kapalılık bulunmadığı için hiçbir şey kendisinden gizli kalmaz. Bu tecelli hakkın­da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Dolunay gecesi ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.’ Görmek hakkındaki bu benzetmeyle kast edi­len şeylerden birisi, ayın ışıklarının görülmesini engelleyemeyecek kadar zayıflaması nedeniyle, ayın zatını görmektir. Bu' konuda işin doğrusu şudur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada dolunay gecesinin kesifleşmesini kast etmektedir. Çünkü bu esnada göz, eksilme ve artma kabul etmeyen, ayın zatını görür. Öyleyse bu, ayın zatının tam ve gerçek idrakidir. Sonra aynı hadiste şöyle demiştir: ‘Ya da önünde perde olmadan öğlen vakti güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.’ Bu esnada güne­şin ışığı, en güçlü halindedir ve böylelikle bütün eşya kendisiyle gözü­kür. Göz de, güneş ışığı üzerlerine vurduğunda, idrak ettiği her şeyi id­rak eder. Bu esnada göz güneşin zatını idrak etmek istese, bunu başa­ramaz. Bu nedenle benzetme, tecellinin insanların birbirini görmelerini engellemeyeceği şeklinde yapılmıştır. Yani fani olmaz. Bu nedenle (Hakkı görmek), dolunay gecesinde ayı görmeye veya güneşi görmeye benzetilmiş, onlardan birisine benzetmekle sınırlanmamıştır. Bu müşa­hede mertebesinde kalıcılık ise şöyle pekiştirilmiştir: ‘Zarara uğramayın ve birbirinizi sıkıştırmayın.’ Birisi sıkışmak, diğeri zarar demektir.

Bu menzile girdiğimde, parıltısı olmayan bir ışıkta benim adıma tecelli gerçekleşti. Onu bir alem olarak gördüm. Kendimi onunla, bü­tün eşyayı ve eşyanın zatlarında taşıdıkları nurları -ki onları eşyanın hakikatleri verirkendimle gördüm, yoksa buna eklenen bir nur ile değil! Bu esnada büyük ve -aklî değilduyusal bir müşahede ve hakkı bir suret -mana değilgördüm. Bu tecellide büyüğün girmesi için küçüğün ge­nişlemesini gördüm. Bu esnada büyük büyüklüğünü, küçük küçüklü­ğünü yitirmemişti. Bu durum devenin (veya kalın ip) iğne deliğinden geçmesine benzer ve bu girme -hayali değilduyusaldır. Küçük büyüğü sığdırmıştır. Bunun nasıl olduğu bilinmez, fakat görülen inkar edilemez ki! Akılların biçimlendirdiğinden uzak ve müteal Allah Teâlâ’yı tenzih ederim! Gözün idrak ettiği, akıllarınkinden üstün gelmişti. ‘O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim'dir.’231 Allah Teâlâ, gözlerin gücünü ve onların akıllar­dan üstünlüğünü bu tecelliyle izhar etmiş, akılların acizliğini göstermiş­tir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ parıltılı nurdaki tecellisinde gözlerin acizliğini ve akılların üstünlüğünü göstermiştir. Bunun gayesi, bütün güçlerin acizlikle nitelendiğini ve zatî kemalin Hakka ait olduğunu göstermektir. Kim bu menzili görürse, başka bir menzilin içermediği sırları ve ayederi de görür.

Bu menzile ilk girişinde kendini Hakkın mazharı olarak görürsün. Onu gördüğünde ise O olmadığını kesin olarak öğrenirsin. Bu müşa­hede ise, bu menzilin sonudur. Böylelikle menzilin (sonu), başlangıcını da içerir ki, o müşahededir. Bu menzilde O olmadığını sana bildirir.

Çünkü o, müşahedenin yok etmediği tecellilerdendir. Böylelikle görme ile hitabı bir araya getirirsin. Bu menzilin sonu ise, O’yu içerir. O ise, görülmeksizin, gayb’tedir ve aklın (bilgisinin) konusudur. Öyleyse bu menzilin başlangıcı gözle ilgiliyken onu ve ikisinin arasında bulunanlar akılla ilgilidir. Bu menzil, zikrettiğimiz bu hususları da içerir.

Bilmelisin ki, Hakkın bu yolun ehli kullarına ihsan ettiği sırlar iki kısma ayrılır: Bir kısmını Hakk, izhar etmelerinde bir yükümlülüğün bu­lunmadığı sırlar olarak kendilerine vermiştir. Bu kısım, başkasına bildi­rilmek üzere ilahi izne gerek olmayan sırlardır. Diğer kısım ise, özü ge­reği bu hükme sahip olmayan sırlardır. Bunlar ise iki kısımdır: Bir kıs­mı, izhar edilmelerinin ilahi izni gerektirdiği sırlardır. Bu sırları izinsiz izhar edersen, karşılığını görürsün ve bundan dolayı üzerinde yükümlü­lük ve sorumluluk olur. Benim adıma da böyle bir durum gerçekleşmiş­ti. Fakat -hamd olsunsadece azarlanmakla karşılığını gördüm -Allah Teâlâ’nın bana dönük bir rahmetinden ve inayetinden dolayıcezalandırılmadım. Başka bir takım sırlar vardır ki, Allah Teâlâ onları herhangi birine vasıtayla vermez. Onların bilgisine ulaşıp başkalarına bildirmek üzere izin istesen, izin verilmez. Bu sırlar, zevklerden ibarettir ve sadece ‘ifade edilme’ yoluyla başkasının onları öğrenmesi mümkün değildir. Bunları kulları­na ulaştırılmak Hakka ait bir iştir. Aynı durum hallerde geçerlidir. İn­san özlediği kimseye karşı duyduğu şevki anlatmaya kalkışsaydı, bunu başaramaz ve özlemi başkasının idrakine ulaştıramazdı. Özlem ve şevk, arkadaşında bulunduğu gibi kendisinde de bulunduğunda onu anlaya­bilir ve ancak böyle bir durumda bu lafzın ismi olduğu şeyi gerçekte an­layabilir. Aynı şey, özlemin anlamı için geçerlidir. Başka bir örnek, ikti­darsız insanın bilgisinden mahrum kaldığı cinsel ilişkinin hazzıdır. Bu hazzı yaşayan birinin iktidarsıza onu bildirmesi imkansızdır. Duyuyla algılanan bütün bilgiler de, aynı duyuyla algılamadıkça, yalnızca akıl yo­luyla başkasına anlatılamaz ve ifade edilemez.

Bu menzille ilgili hususlardan birisi de, açıklanması izne bağlı sır­lardır. Bu sırlar her kimde bulunur ve verilirse, o kişi bu sırları ancak ilahi izne bağlı olarak açıklayabilir. Suretler perdesinin ardındaki sırların bilgisi de bu menzille ilgilidir. Bu sırlar, ancak bu konuda Rabbinden açık bir kanıta sahip kimselere izhar edilebilir ve o konuda bir kanıt gö­ren kimse onları kabul eder. Böyle biri, başkalarında olduğu gibi, bir şahide ve kanıta muhtaç değildir. Kul bu makamda bulunur, Hakk da kendisine bu sırları tecelli yoluyla verir. Bunun sonucunda kul, Allah Teâlâ’yı bilme hakkmda gizli sırları öğrenir, onları -emanetin hakkı ve onu sa­hiplerine ulaştırmanın gereğiylegizler ve örter. Gizlemenin başka bir nedeni ise, sırların değerini ve menzilini bilmektir. Bazı fiilleri Allah Teâlâ’dan başkasıyla ilişkilendiren Mutezile, filozoflar ve Allah Teâlâ’ya ibadet etmenin yanında O’ndan başkasına da ibadet eden şirk ehli, bu sırların bir kıs­mına -anlam yoluylaulaşmıştır. Söz konusu müşrikler, belirli vakitler­de sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmişlerdir. Bu vakitler, ilahlarının kendilerine fayda veremeyeceğini düşündükleri tehlike anlarıdır. Böyle bir anda sı­kıntıyı ve zorluğu kaldırması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. İşte bedbaht olsalar bile sahip oldukları bu gizli hakikat yönünden -duyusal bir tehlike al­tında bulunmadıkları anlardasöz konusu sırlara ulaşırlar. Bu sırlara ulaşmaları, onlarm bedbahtlıklarını artıran unsurlardandır. Çünkü onlar iktidarın kimin elinde olduğunu öğrenmiş, fakat O’ndan yüz çevirmiş ve bizzat kendi elleriyle ve hemcinslerinin elleriyle ‘ilah’ olarak yaptıkla­rı başka varlıklar için çalışmışlardır. Halbuki o ilahların acizlikleri kendi­lerine görünmüştür. Onlar, Allah Teâlâ’nın, ‘taşkınlıklarında (onlara fır­sat verir) bir müddet başıboş dolaşırlar232 buyurduğu gibi, taşkınlıklarını sürdürmüşlerdir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kullarındaki açık kanıtları iki kısma ayrılır: Birincisi, gerçek kanıttır (beyyine). Bu kanıt, ‘Rabbinden apaçık bir kanıt üzerinde bulunan kimse...’233 ayetinde belirtilmiştir. Burada ‘kendinde’ demektir. Bazen bir insan için beyyine ve açık kanıt, onun adına başka­sına yerleştirilir. Böyle birinin söz konusu kanıtı kabul etmesi veya et­memesi mümkündür. Kabul eden taklit yoluyla kabul etmiş olabilir. Bu durumda kanıt, onun adına açık kanıt değildir ve kendisine yarar sağ­lamaz. Taklit peygamberlerin Allah Teâlâ’dan getirdikleri hükümlerde olabilir, yoksa peygamberin doğruluğunu gösteren kanıtlarda ve delillerde taklit olmaz. Kişi bu delili taklit ederek kabul etmemişse, Rabbinden bir deli­le sahip olarak onu kabul etmiştir. Rabbinden sahip olduğu delil ise, söz konusu delilin peygamberlik iddiasında bulunanın iddiasının doğ­ruluğuna açık bir delil ve mucize olmasıdır. Buradan şunu öğrenirsin: Bir şey ancak senin içinde bulunuyor ise, sana fayda verebilir! Bu ne­denle pek çok yerde şunu dedik: Azabın gerçek nedeni, sebeplerinin değil, acının varlığının sende bulunmasıdır! Burada sebeplerin sende veya başkasında gerçekleşmesi birdir. Eşya hakkında ancak senden ve sende meydana gelenleri söylüyoruz. Bunun en azı ise, Allah Teâlâ yolunun ehlinin gerçek saydığı hususları doğrulamandır. Böyle bir durumda söz konusu bilgiyi ‘tatmamış’ olsan bile, onlarla ters düşmez ve Rabbinden açık bir kanıta sahip olursun. Onlarm doğru söyledikleri kesindir. Bu açık kanıtın vasıtasıyla da, bu hususta onlara katılır ve böyle bir durum­da meşreplerinden birisinde (bütününde olmasa da) onlarla olursun. Onlar da, bulundukları hallerde kesin olarak öğrendikleri hususlarda birbirlerine katılan ve uyanlardır. Halbuki onlardan birisi (her konuda) ötekinin zevk yoluyla idrak ettiğini idrak etmemiştir. Bununla birlikte arkadaşının idrak ettiği şeyi onaylar ve onun bu bilgiye ulaştığını kabul eder, kuşku ve suçlama kalktığı için onun bilgisini inkar etmez. Kendi­lerine inanmayanların böyle insanlarla oturup kalkması, büyük bir teh­like ve açık bir hüsrandır. Büyüklerden birisi -ki Rüveym olduğunu zannediyorumşöyle der: ‘Allah Teâlâ bu insanlarla oturup da ulaştıkları sır­lardan birisinde kendileriyle ters düşenin kalbinden iman nurunu çekip alır.’ İnsan bulunduğu halde kalmayı sürdürürken o halden çıkması için bir delil ortaya konulur. Bu durumda kim gizleme halindeyse, gizler, her kim izhar etme halindeyse, izhar ve ifşa eder. ‘Herkes kendi özelliğine (şakile) göre amel eder. Rabbiniz kimin doğru yolda olduğunu en iyi bilen­dir.’’234 Kastedilen, bütün bu gruplar içinden doğru yolda olanlardır. Allah Teâlâ bizi ve sizi Rabbinden açık bir delile sahip olanlardan etsin! Açık kanıtın ardından şahit gelmesi ise, iyilik, itminanın artması ve ilgili hu­susta nefsi güçlendirmek demektir. Böyle olmazsa, Rabbinden bir kanı­ta sahip olması yeterlidir. Çünkü şahidin şahitliğinde doğru söylediği hususunda kişi kesin bir kanaate sahip değil ise, içinden onu kabul et­mez. Söz geüşi iddia sahibi karşısmda şahidi düşünelim. Böyle biri id­diasında Hakk sahibi ise, doğru sözlülüğü hakkında Rabbinden açık bir kanıta sahiptir. Fakat hakim ondan şahit getirmesini ister. Bir şahit onun lehinde tanıklık ettiğinde ise, diğer taraf iddiasında doğru söyle­diğine inanır. Hakim şahit talep ettiğinde yalancı şahit getirir ve gelen şahit onun iddiasında doğru söylediğini belirtebilir. Böyle bir durumda iddiacı, iddia ettiği hususta doğru söylemediğini içinden bilir.

Bu hususu ortaya koyduktan sonra, bilmelisin ki, Hakkın katından sana ait bir beyyine ve delil olarak bildirdiği şey, Haktan kalbine gelen bir yolcu ve elçidir. Bu elçi, gaybm gizliliğinden ve ilahi hitap mertebe­sinden sana tahsis edilmiş, Hakk onun ‘kendi katindan’ olduğunu bil­dirmiştir. Haktan gelen bu elçi neyi kabul ederse, sen de onu kabul et, neyi gösterirse sen de ona itimat et, neyi olumsuzlarsa, sen de onu olumsuzla! Akılcı delilinde nasıl hareket etmekteyse, sen de (Haktan sana gelen şahit hakkında) öyle hareket etmelisin. Akılcı, gerçekte delil olmayan bir şeyi delil saymış olabilir, bazen de gerçekte delil olanı delil almış olabilir. Fakat bu, akim gücüne kıyasla böyledir. Akıl, gücünde bulunanı vermiştir ve akıl olması yönünden akla göre o delil kesin de­lildir. Rabbinden açık kanıta sahip olan ise, Allah Teâlâ’dan gelen bir nura sa­hiptir ye doğru yoldadır. O nur sayesinde eşya bulundukları Hakk göre öğrenilir. Böyle bir bilgi, kendi suretindeki bir kuşkuyu kabul edebilir. Akılcılardan faklı olarak, eşya hakkında karışıklığa düşmesi mümkün değildir.

Elçinin verdiği bilgilerin bir kısmı sadece geldiği kişiye özgü iken bir kısmım kendisi ve başkası adına verir. Bir kısmı ise, sadece başkası adına verilmiştir. Kendisine veya başkasma ait olmayan bir bilgiyi ise vermez. Verdiği şeylerin bir kısmı, o kimse için yerleşik iken bir kısmı yerleşik değildir. Yerleşik olanlar, makamlar, yerleşik olmayan ise haller gibi şeylerdir. Bu makam sahipleri, bu hususta iki gruba ayrılır ve çeşit­lenirler. Bir kısmı, arzusunun etkisinden kurtulanlar, bir kısmı ise arzu­sunun tesirinden kurtulmayanlardır. Her grup kesin bir bilgiye dayanır. Öyleyse onların sahip oldukları kanıt (beyyine), masum oldukları ve ar­zularının onlar üzerinde hüküm sahibi olamayacağıdır. Diğer grubunki ise, masum olmadıkları ve arzularının onlara etki ettiğidir. Bunun ne­deni, Allah Teâlâın bilgisinde öyle takdir edilmiş olmasıdır. Bu bilgi Allah Teâlâ ka­tında muduluğuna bir fayda sağlar mı, sağlamaz mı? Bize göre bu bilgi, faydalı iken başkalarına göre faydasızdır] Görüş ayrılığı, (faydayı) kabul edende keşfin bulunması ve etmeyende ise keşfin bulunmayışından kaynaklanır. Keşf yok iken, ya akli veya vahiy kaynaklı aykırı bir duru­ma dayanır.

Allah Teâlâ, kullarına Allah Teâlâ’ya muhtaçlık ve O’nun karşısında horluk halinde -ki onları bu özellikte yarattıkalmayı emreder. Onlar, bâtınlarıyla genel olarak, zahirleriyle ise Şâri’nin belirlemiş olduğu özel bir yöntemle bu makamda kalmalıdır. Bunlar, görünüşte kendilerine iz­zetin veya zilletin, rabliğin veya kulluğun bitişmesine bakılmaksızın, Allah Teâlâ’ya yaklaştıran fiillerdir. Bâtındaki (kulluk) ise, böyle değildir, çünkü bâtın, üzerinde bulunduğu kesin duruma göre hareket ederken, zâhir senin veya başkasının bulunduğu anda maslahatın gereğine göre hare­ket eder. Arif kulun zahirinde ve dışında rablik veya izzetin gözükmesi, daha önce belirttiğimiz gibi, bir maslahattan kaynaklanır. Çünkü bâtında meyil zillete doğrudur ve onda kulluk vardır. Bâtın itimat edi­len şey iken bilhassa yükümlülük diyarında olmak üzere zâhir geçicidir.

Bu menzilden kul, amelleri bilfiil var olan suretler olarak inşa eder ve onlarda bilfiil yaratıcı olur. Bu durum, sayesinde Allah Teâlâ katında mut­luluğa ulaşacağı fiiller için geçerlidir. Kul bu sureti inşa etmeyi sürdü­rür, en sonunda onu duyusal olarak önünde bulur. Ona bakar ve sevi­nir. O suretten meydana gelen ve mutluluğu sağlayan bütün hususlar, bu sureti inşa edene, yani kula aittir. Söz konusu suret, kul için serma­ye, suretten meydana gelen şeyler ise, neması sermaye sahibine dönen ve sermayeden değerli olan kâr gibidir.

Bu menzilden, kulun iradesinin bulunmadığı ve uzaklaştırılması mümkün olmayan zati cömertlik ortaya çıkar. Böylelikle kul Rabbinin istediğini O’na verirdi. Öyle ki, (sözle) onu istememiş olsaydı bile, kul onu verirdi. Bu cömertlik, gerçekte Allah Teâlâ’nın cömerdiğinden kaynakla­nır, çünkü Allah Teâlâ kulun onu vermesi gerektiğini bilir. Çünkü bu verme, kulun zatının gerektirdiği bir durumdur. Bu nedenle Hakk, bu konudaki emrine bağlanman karşılığında seni ödüllendirmek üzere, (istenmeden vereceğin şey için) sana emir verir. Allah Teâlâ yapman veya ayak sürümenin mümkün olduğu hususları da senden istemiştir. Allah Teâlâ (yerine getirmen zorunlu hususlarda) sana emir vermesini, bir cömertlik olarak, ötekinin yerine koymuştur. Bunun yanı sıra, gerçekte zati olan, fakat emri nede­niyle yerine getirdiğin şeyi, Hakka vermediğin ve bu konudaki emrine karşı geldiğin zati olmayan -aksine mümkün hususlardırhususların karşılığı yapmıştır. Mümkün olanlar, meşru amellerdir. Allah Teâlâ, tıpkı kandilin aydınlatmasını engellemeyişi gibi, ayrılmanın mümkün olma­dığı hususları emretmiştir. Fakat kandile şöyle bir emir verilebilir: ‘Eş­yayı görsünler diye, insanlara ışığını ver ve bundan dolayı ödüllendirile­ceksin.’ ‘Ol’ mertebesinin bir ruh ve cisim içerdiğini bilmelisin. Bunlar bazen birbirine bağlanır bazen bağlanmaz. Bağlandıklarında, bu cicim o surette k-v-n’den (kün sözünün harfleri) canlı olarak meydana gelir. Canlı olduğunda ise, ruh kendisiyle irtibatlı olduğu için, yöneldiğimiz şeyi onun vasıtasıyla yaparız. Burada ruh, ilahi izindir ve Hz. İsa’nın ilahi izne -ki üfleme demektirbitişik olarak üflemiesine benzer. Böyle­likle (İsa’nın) üflemesi, ilahi izne girer. Kuş, İsa’daki bu cisimsel üfle­meyle hayat bulmuş ve ruhuna kavuşmuştur. Ruh ile irtibatlı olmazsa, ‘ol’ sözünün cismi var olduğunda, ondan herhangi bir şey var olmaz. Çünkü ölüye fiil kesinlikle izafe edilemez ve kendisinde akıl (akletme) bulunmaz. Diri ise, öyle değildir. Halbuki her ikisi de cisimsel suret ba­kımından birdir. Cisimliği olmaksızın ‘ol’ sözünün ruhu yalnız kaldı­ğında, eşyaya etki eder. Bu bağlamda ‘ol’ sözünün cismi -ki harfler alemindedirde ondan etkilenen eşyadan birisidir. Açıkladığımız hususu öğrendiğinde, ‘irade ettiğimiz bir şeye sözümüz ‘ol’ demektir, o da hemen oiur235 ayetinden önemli bir husus öğrenmiş olursun. Bu emrin varlığı zorunludur. Hakk ise, yüce kelamında kullarına şöyle der: Namazı doğru kılm, ‘sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin ve irtibatlı olun’236, (düşmana karşı) cihat (gayret) edin. Bunlardan herhangi birisi, (sadece söz ile) meydana gelmez. Allah Teâlâ kullarına (adeta) ‘yaratın’ diye emret­miştir, halbuki onların özelliği yaratıcılık değildir. ‘Ol’ sözünün cismi, ruhu olmaksızın, kendilerine ilişir. Bu durumda kelime ölüdür ve kulla­nılması haramdır. İlahi izin -ki ol sözüdürcihadı, irtibatı, namazı veya kulların fiillerinden herhangi birisini var etmek üzere canlıya ilişseydi, bize yönelmesi esnasmda fiiller gerçekleşirdi. Halbuki fiiller, kendi baş­larına var olma imkanına sahip değildir. Öyle olsaydı namaz, namaz kı­landan; oruç, oruç tutandan; cihat, cihat edenden ayrı olarak var olur­du. Böyle bir şey ise, doğru değildir. Binaenaleyh bu fiillerin savaşanda, namaz kılanda ve oruç utanda ortaya çıkması gerekir. Bunlar insanda ortaya çıktığında, Allah Teâlâ fiili kendisine nispet eder ve -kendinden bir ih­san ve lütuf olarakonu ödüllendirir. Çünkü namaz, namaz kılanda or­taya çıkmıştır. Fiil yükümlüye nispet edilmeseydi, ilahi hitapta ve yü­kümlülükte bir eksiklik ve duyuyu yanıltma olur, artık hiçbir konuda duyuya güvenilmezdi. Allah Teâlâ ise, kendilerinde ortaya çıkan fiilleri sahip­lerine nispet ve izafe ederek, bu durumu gidermiş, fiilleri onlara em­retmiştir. Fiillerin yaratılması ise, onlara ait değildir. Yaratma, Allah Teâlâ’ya aittir. İşin ne kadar garip olduğuna bakınız! Bununla birlikte bu du­rum, kesin bir çelişki de içermektedir. Fakat her iki çelişik yola da inanmak da zorunludur. İman ile birlikte ilahi keşif vasıtasıyla bu husu­sun bilgisi kime verilirse, böyle bir şey, büyük bir destek ve güçtür. Ke­şif ehlinden pek çok kimse burada yanılmıştır. ‘Allah Teâlâ’nın kendi katındaki bir bilgiye göre saptırdığı (kimsey237 ayetinde belirtilen husus budur. Bil­giyle birlikte dalalet olmaz ve bilgi dalaleti gerektirmemelidir. Halbuki ayette dalalet zikredilmiştir. Öyleyse dalalete düşmek, ya bilgi nedeniyle veya bilmemek nedeniyle gerçekleşmiştir ki, müphemdir.

Bu menzil, amellere verilen karşılığı içerir. Kastedilen, bu menzilde zikretmiş olduğumuz üzere, Hakkın sırlarını gizleyenlere verilen karşı­lıktır. Onlar, bu sırların emanetçileri yapılmış ve ilahi bir izin olmadıkça bu sırları açıklamazlar. Onlarla birlikte olan kimselerin ödülleri de bu menzilden öğrenilir. Onların karşılıkları, celal, büyüklük ve heybet iken dünyada korku, kabz ve vahşet (yalnızlık), hallerde ise ıstılamdır (ken­dinden çekip almak). Sevgide ise, taşkınlık, özlem, iştiyak, bitkinlik, haşyettir. Bu konunun gerçeği, her mertebede o mertebenin gerektirdi­ği şekilde, süreklilik ve süreksizliğin bulunmasıdır. Onun zuhuruna gaf­let veya kesinti girmez. Makam ortadan kalkınca, makam nedeniyle, hal de kalkar. İşte bu, emaneti koruyan ve onu Allah Teâlâ’nın emriyle açıklayanın karşılığıdır. Allah Teâlâ’nın emriyle emaneti açıklayanın ödülü, er-Rab ismin­den -başka bir isimden değilAllah Teâlâ’ya komşuluk makamına yerleşmek ve bir takım bilgileri öğrenmektir. Bu bilgiler, bu ismin kapsamı ve altında bulunanlarla ilgilidir, yoksa üzerindeki kimseyle değil! Bu hal ve bu makam onlar için dünyada ve ahirette süreklidir. Cemal ve ünsiyet hali onlarındır. Hallerden ise, rıza onlara aittir. Muhabbetten ise, kavuşma, sarılma, sevgiliye kavuşmaktan haz alma hali onlarındır.

Bu menzilin özelliklerinden birisi de, sahibinin amellerinde bütün gücünü harcamayışıdır. Onun amelleri, gücünün ve takatinin altında­dır. Allah Teâlâ onun bu durumunu kabul eder. Çünkü o, Allah Teâlâ’dan gücü öl­çüsünde korkanlardan değil, hakkıyla korkanlardandır. Bu makam sahi­binin kendisi adına gerçekleşebilecek hususlar arasından bir şey isteyip de Hakkın onu vermemiş olması düşünülemez. Fakat Allah Teâlâ’dan utanma duygusu istemekten kendisini alıkoyar, çünkü gayretini harcamamıştır ve Allah Teâlâ kendisini nafile ibadederle yükümlü tutmamıştır. Bu nedenle kul, Hakkın kendisine verdikleriyle mutmaindir ve -neyi kaçırdığını bil­se bilekaçırdığı şeylere karşı bir teşebbüs kendisinde bulunmaz. Çün­kü onun hali, içinde bulunduğu nimedere göre, o haliyle haz almaktır.

Bu menzilin esaslarını açıklamış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Muhammedi Mertebeden, Samedanî Tecelli Menzili­nin ve Sırlarının Bilinmesi

Zamanın şahsının bir nefsi var, yönetir onu Emir aleminden, hoş koku salarak

Cim, Ayn ve Fe; kendi menzillerinden Peygamberleri muhkem zikrinde getirdi onu

iki namazı var, gaybler aleminden ikindi ve öğlen yok; işte bu övgü ve fecirdir

Bu menzilin (es-Samed isminden kaynaklanan) samedanî tecellide içerdiği -ki kendisine özgüdürbilgileri, hakikatleri, aydınlık (ziya) kay­naklı sırları ve diğer sırları öğrenmek isteyen kimse, bu yolun bilinmesi hakkındaki Mevakiu’n-Nücum adlı eserimizin kalp bölümünde onları in­celemelidir. Sözü uzatmak endişesiyle o kitapta zikredilmeyen hususları açıklayacağız.

Bilmelisin ki, bu menzile ait olan şey, inabe’dir. Ona ulaşanlardan birisi ise Ebu Yezid el-Bestamî’dir. İnabe, zatın toplanmışlığı (cem-i zat) demektir. Arifin bu makama ulaşması ise, beşeri mazhar ardından gerçek bir müşahededen gerçekleşir. Bilmelisin ki, sûfiler nefislerinde yerleşik bir takım anlamlar için lafızlar geliştirmişler, bunlarla birbirle­rine hitap etmişlerdir. Nitekim her grup takip ettiği bilimde böyle dav­ranmıştır. Söz gelişi nahivciler, matematikçiler, geometriciler, doktor­lar, kelamcılar, fakihler ve diğerleri de böyle yapmıştır. Sûfilerin kullan­dıkları terimlerden biri, nefislerindeki gayeleri anlatmak üzere, hüviyet, enniyet (benlik, hüviyet) ve enaniyet terimidir. Bu menzil, enane (ben­lik) menzilidir. Benlik, salt birliği (ahadiyet) yönünden hakikat demek­tir. Enaniyet, mutlak birlik hakikati demektir ki, o da cem’in (toplanmışlık) kendisidir. Bu menzil, şehadette zuhur etmeyen gayb menzille­rinden birisidir. Fakat gaybte bulunan menziller iki kısma ayrılır. Birin­cisi, kendisinden şehadet alemine eserlerin ortaya çıktığı menzillerdir. Bu eserler ile, kendileri görünmez olsa bile, o menzile istidlal edilir.


Haktan bu konuda bir bildirim gelse de gelmese de birdir. Bazı menzil­ler ise, şehadet aleminde kendilerinden bir eserin ortaya çıkmadığı menzillerdir. Dolayısıyla bu menziller, ancak hakkın bildirmesiyle öğ­renilebilir ve eserleri ortaya çıkan menziller gibi kavranılmaz. Benlik menzili şehadet ve melekut âleminde eserleri ortaya çıkan menziller­dendir ve etkileri farklı farklı olduğu gibi eserlerinin değişmesiyle ken­disi de sınırlanır. Bununla birlikte, bunlar kendiliklerinde uyumludur­lar. Bazen mertebede kendi benzeri olan bir zamirin adıyla sınırlanırlar. Bu durumda -çokluk gibibaşka bir sınırlamaya gerek duyar. Bazen zamir adıyla sınırlanmaz. Örnek olarak ‘Ben falanın oğluyum’ ifadesini verebiliriz. Bir mısrada şöyle denilir:

Biz, DabbeoğuUarıyız, iş sarpa sardığında

Ölüm bize baldan tatlı gelir

Kuran’da benzer bir ifade örneğiyle karşılaşmadım ki, ondan örnek getireyim. Bu nedenle bu mısradan örnek getirdim. Bu .mısra ayet ol­masa bile, Kuran’ın dilleriyle indiği Arapların sözüdür. Bu menzilde ele aldığım şey, ârif kullarına yönelik tenzil değil, ilahi inzal (indirme) dir. Bu ise, ya yaratıklarında icra ettiği veya edeceği şeylerle gerçekleşir. İn­zal iki türdür. Birincisinde indirme, yaratıklarında icra edeceği şeyin ye­rini ve değerini bildiren kısımdır. Bu bilginin kalbe indirilmesi, gaybten gaybe, bir hakikatten bir hakikate indirme şeklinde gerçekleşir ve bu kı­sımda tafsil yoktur. Diğer kısım ise tenezzülü kulun kalbine gerçekleşen kısımdır. Kulun kalbi o esnada bedeni ve doğasını yönetmekle ilgilidir ve tenezzül kendisini engellemez. Bu indirme, cem’den cem’edir. Bu sayede ârif, Hakkın yaratıkları adına indirdiği ve onlarda uygulayacağı şeyleri tafsil eder. İçlerinde Ebu’l-Bedr’in de bulunduğu bir gruptan bi­ze aktarılmıştır. Ebu’l-Bedr şeyhimiz Abdülkadir’in şöyle dediğini ak­tarmıştır: ‘Kendisine bir şey katıldığında, hadis (sünnet) bana gelir ve kendisine katılanı veya ihdas edilen kısmı haber verir.’ Aynı şey, ay, Cuma ve gün için söylenir. Mağrip şehirlerindeki Şeyh Ebu Ya’za Ebu’n-nur’a Ramazan ayı gelir ve kabul edilen amelleri, kimin amelleri­nin kabul edildiğini ve edileceğini söylerdi. Burada şeyhimiz Ebu Ya’za hakkında konuyu Ramazan ile sınırladık, çünkü arkadaşımız Ebu Zeyd Rekraki el-Usûlî bu tanıklığı Ramazan hakkında aktarmıştı. Çünkü ha­beri veren kişi o esnada onun yanındaydı ve Ramazanın kendisine gele­rek söylediğimiz hususu bildirdiğini görmüştür. İlahi bildirim ve inayet yoluyla varlıkların Allah Teâlâ katındaki yerlerini, ancak Hakkın bildirmesiyle bilebilirsin. Allah Teâlâ bu menzilleri kullarının sırlarına rav’larına (sır) gön­derdiği nefes vasıtasıyla bildirir. Bu durum, meleklerin nebilere vahyi indirmesine benzer.

Bilmelisin ki, yaratıklar kendi cinslerine göre mertebe mertebedir. Bu bağlamda resullerin bir kısmı diğerlerinden üstündür. Nebilerin bir kısmı diğerlerinden üstündür. Muhakkiklerin bir kısmı diğerlerinden üstündür. Ariflerin bir kısmı diğerlerinden üstündür. Bilgi ve sanat er­babına kadar, üstünlük ilişkisi böyle sürer. Görülmesi güneşin ve ayın görülmesine benzer bu menzil, ilahi tecellilerde diğer menzillerden üs­tündür ve bu üstünlük içerdiği iki bin sekiz tecelliyle gerçekleşir. Sekiz, özel bir niteliğe sahiptir. Bu nitelik ise yüz altmış altı tecelli olan ma­kamlarda ortaya çıkar. Bu esnada sekiz tecellinin otoritesi zuhur ederek, ârife Allah Teâlâ’nın vermesini dilediği şeyleri verir. İki bine gelirsek, onlar hız­la kaybolan tecellilerdir. Az bir süre kalırlar ve genel bir bilgi vermezler. Yüz altmış altı tecelli ise, varlıklara yayılan genel ilimlerden verirler. Onlar kalıcıdır, kendileri nedeniyle genel bir bilgi meydana gelir. Bu bilgi soyuttur, saftır, sabittir. Sarsılmaz ve kuşku taşımaz. Bununla bir­likte hükmü kendisinden ve kendisinde ayrılabilir, fakat ondan (bütü­nüyle) ayrılmaz.

Arkadaşlarımız bu tecelliler içinde sureti bakımından eksiklikle ni­telenen bir tecelli bulunup bulunmadığı hakkmda görüş ayrılığına düş­müştür. Söz konusu olan, suret doğal olduğunda Hakkın tecelli ettiği suretlerdir. Doğalar dörtlüdür. Doğal suretteki eksik tecelli bazen ateş unsurunda gerçekleşir ve bu durumda tecelli kamil değildir. Fakat un­surunun verdiği şeyi verir ve ona ilave olmaz. Başka bir tecellide oldu­ğunda ise, surete ikinci unsur eklenir, ta ki unsurlar dört tecelli içinde kemale erer. Dördüncü unsurun tecellisi, mükemmel bir surette doğal suretin kemaliyle gerçekleşir ve benzeri olan diğer tecellilere katılır. Bi­ze göre iş böyle değildir. Burada artan veya eksilen bir tecellinin olması düşünülemez. Bu görüşü belirten şahsın hali kendisine (eksik) tecellide göründüğünde, eksikliğin (kendisinde değil) tecellide olduğunu zan­netmiştir. Halbuki eksiklik kendisindedir. Ardından ikinci tecelli (kamil olarak) gerçekleştiğinde ise, bulunduğu bü surette daha önce bulunma­yan bir artış gerçekleştiğini zanneder. Halbuki artış ve eksiklik, kendisindedir. Ardından tecelli hakkında böyle hüküm verir.

Bilmelisin ki, -yönetici değilamade olmuş nurani ruhlar, daha ön­ce belirttiğimiz gibi, ilahi emirler, işler ve iyiliklerle ariflerin kalplerine iner. Bu iniş, Hakkın o kul hakkındaki muradına göre gerçekleşir. Böy­lelikle indirilen şeyler kulu yükseltir, uzaklaştırıcı perdelerden en yakın mertebeye yaklaştırır. En sonunda Allah, vasıtaların ortadan kalkmasıy­la, onu dost edinir. Bu yolun mensupları üe nefislerini doğanın kirle­rinden temizlemek için çalışan hakimlerin (filozoflar) ortak olduğu ilahi tenezzüUer kalbi terk ettiği halde, Hakk vasıtaların ortadan kalkması ne­deniyle henüz işini üstlenmediğinde, her iki emirden soyutlanmış bir halde bekler. Bu bekleme, iki durak (vakfe) arasındaki beklemeye ben­zer. Başka bir örnek, duyu ile hayal arasındaki uykudur. Bu hal, o kalp için hayret makamıdır. Çünkü ünsiyet ettiği ve (bügi) aldığı hal kendi­sini bırakmıştır. Gelmiş olduğunu ise henüz görmemiştir. Bu nedenle hayret halinde kalır.

Arkadaşım Ebu İshak İbrahim b. Muhammed el-Ensari el-Kurtubî -Allah kendisini başarıya erdirsinşeyhimiz Becaye’li Ebu Zekeriya elHüseyni’den aktarmıştır. Arkadaşlarından ve ölümü esnasmda yanında bulunanlardan birden çok kişi bana şunu büdirmiştir: Şeyh, Ramazan aymda büyük cami’de itikafta iken insanların huzuruna çıkarak giydiği elbiseyi değiştirmiş, (halinde) başkalaşma görmüş ve onlara şöyle de­mişti: ‘Bana dua edin, çünkü bulduğumu yitirdim.’ Artık elde ettikle­rinden herhangi bir şey gerçekleşmedi ve hayrete düşerek insanlardan dua istemiştir. Çünkü şeyh, fıkhın kendisine halcim olması nedeniyle, zevk ehli değüdi ve bu yola tam olarak kendini vermemişti. Halvete ge­ri dönmüş. Dışarı çıkması gecikince, yanma geldiklerinde dünyadan ay­rılmış bir halde bulmuşlar. Elbisesini değiştirerek, giydiği şeyin kendi­sinden çıktığını onlara göstermişti. Kardeşlerin duasma muhtaç olmak ve hayrete düşmek, Hakkın daha önce işaret ettiğimiz üzere, onun işini deruhte etmediğini gösterir. Ölüm esnasındaki hali nedeniyle onun âdına sevindim. Belki Allah, ölümünden biraz önce, onun işini deruhte etmiş ve öylece kendisine çekip almış, şimdi de o haldedir. Bu hayrette ve duruşta arifin hali, kendi işini üsdenmeyle teceUi edinceye kadar, yoksuUuk ve korkuyla Allah’a yakarma ve yönelmedir. Hakk, kendisiyle her bir yaratık arasında bulunan ve arifin bile bildiği özel yönden onun işini üstlenir.

Bu menzilden Hakkın kullarının kalplerine melekleri indirmek su­retiyle indirmiş olduğu bilgiler öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuş­tur: ‘Ruhu (vahyi) emrinden dilediği kimseye indirir.’2311 Başka bir ayette ise, ‘ben’den başka ilah yoktur (diye bildirmesi için gönderir)’239 buyurur. Burada Allah Teâlâ ‘O(’ndan) dememiştir. Böylelikle Allah Teâlâ katından kulların kalplerine ilka eden ruh olur ve kendisine ilka eden Allah Teâlâ’nın emridir. Ruh işe, ‘benden başka ilah yoktur..., benden korkun240 ayetinin sureti olur. Bu menzilde de vasıtalar ortadan kalkmıştır, çünkü inzal edilen vahiy, ruhun kendisidir. İlka eden ise, Allah Teâlâ’dır, başkası değil! Bu ruh, meleğin değil, meleklerin aynıdır. Anla! Böyle bir ruhu melekler tanı­maz, çünkü onlarla hemcins değildir. Çünkü taşınmayan bir ruhtur ve nurani değildir. Melek ise nurdan bir ruhtur. Bize ve peygamberlere ait zevk budur. Meleklere gelirsek, onlar bazen resullere gönderilen kimse­ler olabilir. Bu durum, ‘onu ruhu’l-emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbi­ne. . .’241 ayetinde belirtilir. Öyleyse o, elçinin elçisidir.

Melekî ruhların kulların kalplerine inmesine gelirsek, onlar Rab Allah Teâlâ’nın emriyle inerler. Bunun anlamı, Allah Teâlâ hitap menzilinden onlara inmeyi emreder, demek değildir. Allah Teâlâ onlara makamlarına yaraşmayan bir şeyi indirildikleri kimsenin suretiyle indirir. Onlar da, Allah Teâlâ’nın ken­dilerine yaraşmayan bir vahyi ilgili şahsa indirmelerini irade ettiğini an­larlar. Meleklerin makamlarına uygun olmayan, insanlara özgü husus­lardır. Vahiy indirilenin suretini suretlerin içinde müşahede ederler. Söz konusu suretin meleklerin yanındaki tespihi şöyledir: ‘Ey değişen ve kalkan örtüler nedeniyle güzeli izhar eden ve çirkini örten!’ Bu suretler­den hareketle, onların yeryüzündeki sahiplerine iner ve kendisine akta­racakları şeyi aktarırlar. Aktarılan, şeriat ve vahiy diye ifade edilir. Nite­lik hükmüyle Hakka ait ise, Kuran, Furkan, Tevrat, Zebur, İncil ve Sahife diye isimlendirilir. -Nitelik değil defiil hükmüyle Hakka ait ise, hadis, haber, rey ve sünnet diye isimlendirilir.

Melekler, ilahi emri hitap menzilinden de indirirler. Her iki inme tarzını, Hakkın peygamberine söylemesi için emir verdiğinde, Cebra­il’in Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e Rabbinden aktararak söylediği hususları içerir. Bu nedenle onu Kuran’dan saymıştır. Halbuki o, Cebrail’in aktarması­dır. Vahyi indiren Cebrail’dir ve bu durum onu vahyi indiren olmaktan ve Allah Teâlâ’dan aktarımı ise Kuran olmaktan çıkarmaz. Cebrail, şehadet aleminde ‘Allah Teâlâ şöyle demiştir5 şeklinde bir şey aktarsaydı, onu bu tarz­da aktarırdı. Bu durum, ‘Rabinin emriyle ineriz, önümüzde ve ardımızda olanlar O’nundur, Rabbin unutan değildir5242 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ, Cebrail’in Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e söylediklerini unutmaz. Melekler, yokluk­ları ve hitapları halinde sabit hakikatlerdir. Bu durum, ‘unutan243 sö­zünde ifade edilir. Böylelikle anlatım, hadislikle nitelenmemiş Allah Teâlâ’nın gerçek varlığından gerçekleşmiş bir durumdur. Sonra bu hakikatler için varlık meydana gelmiş, var olmalarından önce Hakkın bildiği şeyleri kendilerinden Hakka bildirmişlerdir. Onlar ise, Hakkın bildiğini kendi­liklerinde varlıkları bulunmadığı için görmüyorlardı. Zühri’nin güveni­lir bir raviden aktardığı rivayet edilir -veya kendinden aktarılıraktaran şöyle demiştir: ‘Bu hadisi bilmiyorum ve onun hakkında kesin bir bilgi­ye sahip değilim. Fakat sen bana göre güvenilir birisin. Bunun üzerine ona kendinden rivayede şöyle demiştir: Falan kişi benden aktarmış ve şöyle demiştir: Ben ona benden falanca aktardı dedim ve isnat kesinti­sizdir. Böylelikle rivayet yolunda bu meseleye dikkat çekmiştir.

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi, örtülü bilginin görülen bilgiye üstünlüğüdür. Örtülü bilgi iki türlüdür: Bir kısmı, görünüşte kelimelerin suretlerini içermez, diğer kısmı ise kelimelerin suretlerini içerir. Kelimelerin suretlerini içeren bilgi, herhangi birinin kesin olarak bilemeyeceği hususlardır. Öyle bir bilgiye kesin olarak ancak Hakkın bildirimiyle ulaşılabilir. Kuran’dan müteşabih olan ve bilgisini sadece Allah Teâlâ’nın bilebildiği ayetlerin durumu budur. Böyle bir bilgi, örtülü bil­gilerdendir. Fakat kelimelerin suretlerinden, hangi yönden kapalı oldu­ğunun bilgisi öğrenilebilir. Kapalı bilgi, kelimelerin suretlerinden ken­disiyle kapalı kaldığı bir sureti olmayan kısımdır. Böyle bir bilginin de­ğeri ve üstünlüğü belirsizdir. Onu sadece Allah Teâlâ ve Allah Teâlâ’nın bildirdiği kimseler bilebilir. Bazen insan bu ilmin gereğini ameliyle yerine getire­bilir (ve onu doğrulayabilir). O ise, ahiret hayatına göçene kadar böyle yaptığını bilmez. Ahirette ise, amelinin ürününün o örtülü ilmin men­ziliyle irtibatlı olduğunu görerek bu durumu o esnada öğrenir.

Bölümle ilgili hususlardan birisi, üçüncü tekil şahıs zamirinin (hüve) görünen konumuna yerleştirilmesidir. Bununla birlikte üçüncü şa­hıs zamiri kendiliğinde münezzeh kalır. Bu zamir, ya hayalde veya du­yuda ancak duyuyla idrak edilen suretlerde böyle inebilir ve suretin gö­rünmesi esnasında hüve diye isimlendirilir. Böylece üçüncü tekil şahıs zamirinin o suretin ruhu olduğu öğrenilir. İnsan anlar ki, bu suretin an­lamım Allah Teâlâ bilebilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gaybın anahtarları O’nun katindadır. Onları sadece kendisi bilebilir.’244 O’nun katında bulu­nan kimse, hüve (üçüncü tekil şahıs zamiri, o) gibidir ve bilinmezdir. Dolayısıyla O’nun katındaki şey de bilinmezdir. Bir şey gaybte gayb ise, şehadet onu bilemez. Onu gayb bilebilir. Öyleyse gaybte bulunanı gayb olan bilebilir. Suretlere gelirsek, suretler nispet edilir ve gayb bir mekan gibi düşünülür. Suret kalktığında, gayb de kalkar. Çünkü perde ortadan kalkmıştır ve artık gayb veya şehadet diye nitelenemez. Çünkü şehadet, suretlerden ayrılamaz. Halbuki şehadet olmadığına göre suret de yok­tur dedik. Suret bir şeyi gayb haline getirir. Halbuki suretin ortadan kalktığını belirttik Böyle bir şeyden gayb hükmü de düşmüştür. Artık ne gayb var ne şehadet!

Bu menzilde sırlar ve garip bilgiler vardır. Onları açıklasaydık, hiç kuşkusuz, bu yolun ehli olan selim akıl sahiplerinin büyük kısmının bile kabul edemeyeceği hususları öğrenirdin. Bu menzilden, ölüm meleği insanların ömürlerini öğrenir. Bu bağlamda keşif ehli hayvanların ve in­sanın dışındaki bütün canlıların ömürleri hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Acaba onlar bu menzilden mi öğrenilir, yoksa başka bir menzilden mi? Acaba hayvan dışındaki şeylerin bir ömrü var mıdır, yok mudur?

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ alemdeki her bir suret için bir ömür ya­ratmıştır ve dünya veya ahirette her suret, o ömürde sonlanır. Suretleri kabul eden a’yan (cevherler) ise, bunun dışındadır. Çünkü cevherlerin eceli yoktur, Allah Teâlâ’nın kendilerini yarattığı ilk andan itibaren onlar sürek­lilik ve beka özelliğine sahiptir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hepsi belli bir süreye kadar akar.’245 Başka bir ayette ise, ‘sonra bir ecel belirledi, O’nun katında bilinen bir ecel...’246 Burada hepsi kelimesi gelmiştir ki, kapsam ve ihata bildirir. Halbuki biz (arazları) kabul eden cevherlerin bir ömürle­rinin olmadığını belirttik. Peki onlar nasıl olup da ‘hep’ hükmünün dı­şına kalacaklardır? Şöyle deriz: Onlar bu genelliğin dışına çıkmamışlar­dır. Cevhere ak olan ömür, kendisini kabul etmiş olduğu suretlerden birisiyle olan irtibatıdır. Öyleyse cevherlerin arazları kabulü belli bir ömürde sona erer. Bu ise, o suretin bitim zamanıdır. Bu irtibatla ilgili

Allah Teâlâ katında belirlenmiş süre geldiğinde, suret de kaybolur ve cevher başka bir suret kabul eder. Öyleyse cevherler için belirli bir süre ve ömür, bir sureti kabul etmekle ilgilidir. Nitekim suret de belli bir sürey­le bu cevhere ait olmayı sürdürür. Sonra başka bir Hakk geçer ve yine belli bir süreye kadar onda devam eder. Çünkü Allah Teâlâ her nefes sü­rekli olarak yaratandır. Bazı şeylerin beka süresi varlık süresiyle birdir ve var olmadan sonraki ikinci zamanda birlikte eceline ulaşır (araz). Bu süre, alemdeki en kısa süredir. Allah Teâlâ’nın böyle yapmasının nedeni, her nefes cevherlerin Allah Teâlâ’ya muhtaç olmasını sağlamaktır. İki veya da­ha fazla sürede kalsaydı, bir suret o süre zarfında Allah Teâlâ’dan müstağnilik özelliğiyle nitelenirdi. Arazların durumu, sadece aramızdan muhakkik keşif ehli ile, Eşari kelamcıların dile getirdiği bir düşüncedir. Hepsinin bu konuda görüş birliğine vardığı ve inkar edemeyeceği husus, hareket­tir. İki grup bunun dışındadır. Onlar, hareketi varlığı bulunmayan bir nispet saymışlardır. Bu görüş, kelamcılar arasında Bakıllani ile kûmun ve zuhuru (gizlenme ve açığa çıkma) benimseyen kimselere (Mutezile) aittir. Kûmun ve zuhuru benimseyenler, bu görüşü ileri sürse bile, on­lar da bu görüşün ihatası altındadırlar. Çünkü bir şey kûmun halinde de belli bir süreye kadar varır ki o da, söz konusu şeyin zuhur zamanıdır. Onun var olma zamanı budur. Bu zaman sona erince, zuhur vakti sona ermiştir. Belli bir süreye ulaşmış olmaları, irade edilen şeyin onların yokluğunun olmasını gerektirmez. Aksine onlar adına yokluk mümkün olduğu gibi -akış ile nitelenen cevher mevcut olmakla birlikteyer de­ğiştirme de mümkündür. Aynı zamanda kendisini yok eden bir ecelin olması da mümkündür. Bir kısmı ise intikal etmekle kendisini yok eden bir ecele sahiptir. Bizim vardığımız ve benimsediğimiz görüş budur.

Bilmelisin ki, bu menzilde Allah Teâlâ’nın meleklerden (ibaret olan) ruhla­rı vardır. Onların ellerinde miktarını sadece Allah Teâlâ’nın bildiği sürekli ve daimi nimet vardır. Allah Teâlâ onları bu işle görevlendirmiş, bu işin bekçisi yapmıştır. Bunun yanı sıra onlar, insanları da gözeterek, Hakkın kendi­leri adına belirlediği ve bu Mutlu kulun kendisine intikal etiği hal ve va­kitte emaneti kendisine teslim ederler. Allah Teâlâ’nın bunun zıddıyla görevli melekleri de vardır. Onlar başka bir insana yardım eder ve Hakkın on­lar adına hal olarak belirlediği vakitte kendisine ulaştırırlar. Söz konusu hal, o bedbaht kulun intikal ettiği haldir. Bütün bunlar, Aziz ve Alim’in takdiriyle gerçekleşir.

AÇIKLAMA

Allah Teâlâ’nın Melekleri Kelimelerden Yaratması -Söz Konusu Kelimeler, Onların İsimleridir-

Bilmelisin ki, kulun söylediği her kelimeden Allah Teâlâ bir melek yara­tır. Kelime iyi ise, yaratılan şey rahmet meleğiyken kötülük ise intikam meleği yaratılır. Allah Teâlâ’ya tövbe eder ve tövbesini söylerse, o sözden bir rahmet meleği yaratılır. Tövbe’ sözüyle gösterilen kalpteki anlamdan da bir rahmet meleği yaratır. Allah Teâlâ ondan bir hilati daha önce kötü sözden yarattığı (intikam) meleğine giydirir ve onu kötülükten yarattığı melek ile (kulun) araşma yerleştirir. Bu kulun ‘Allah Teâlâ’ya döndüm’ sözü­dür. Tövbe genel ise, Allah Teâlâ o kul adına kötü sözlerinden yaratılmış meleğe bir elbise giydirir. Allah Teâlâ ona merhamet elbisesi giydirir ve onun tövbe lafzından yaratılmış meleğe eşlik etmesini sağlar. Çünkü kul ‘seni memnun etmeyen her işten sana döndüm’ dediğinde, bu iyilikten kötü­lüğün toplamı olan bütün bir iyilik gerçekleşir. Allah Teâlâ ise, bu sözden kendisinden meydana gelmiş kötülük sözlerinin sayısınca pek çok melek yaratır. İnsana tekliğe delalet eden bir söz verildiği gibi ikiye veya çok­luğa delalet eden söz de verilmiştir. ‘Hep’ sözü, çokluğu gösterir. ‘Her şeyden (pişman olarak) Allah Teâlâ’ya tövbe ettim’ sözü, ‘şundan Allah Teâlâ’ya dön­düm, bundan Allah Teâlâ’ya döndüm, şundan döndüm, şundan döndüm vs.’ demektir. Nitekim Zeydûn (çoğul) dersin ve bundan Zeyd, Zeyd, Zeyd’i kast edersin. Uç çoğulun en azıdır ve sayısal olarak sonsuza dek gider. Aynı şey, cem-i kesir olan Zeyûd kelimesinde de geçerlidir. Bu nedenle Allah Teâlâ çokluk kelimesinden kelimenin içerdiği sayıda melekler yaratır.

‘Kötülük kelimesinden yaratılmış meleklerin üzerine iyilik elbiseleri giydirilir ve bu tövbekar hakkmda rahmet meleklerine dönerler ve ken­dileriyle bu kötülükten tövbe etme kelimesinden yaratılmış meleklerin araşma girerler’ dedik. Çünkü keşif, bu bilgiyi verir ve bu sınıf hakkmda indirilen vahiy de bilgiyi doğrular. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ on­ların kötülüklerini iyiliklere çevirir.’247 Bu, kötülüğün kendisindeki iyilik­tir ve zikrettiğimizdir.

Mekke’de ricalden (adamlar) birisi olan Mısırlı Abdülkerim elVahşi, beş yüz doksan dokuz senesinde bana şöyle demişti: ‘Mısır’a gitmek üzere Cidde’den gemiye binmiştik. Gece olmuş, denizin ortası­na gelmiştik. Gemidekiler uyumuştu. Topluluktan biri ihtiyacını gi­dermek üzere ayağa kalktı, ayağı kaydı ve denize düştü, dalgalara kapıl­dı, kaptan sustu ve konuşmadı. Sakin bir rüzgar vardı ve geminin kap­tanı henüz işin farkında değil iken adam su üstünde çıkageldi ve gemiye girdi. Büyük bir kuş kendisine eşlik ediyordu. Gemiye geldiğinde, kuş uçtu ve köyün yakınındaki bir direğin üzerine kondu. Sonra onun ga­gasını adamın kulağına doğru uzattığını gördü, konuşur gibi yaptı ve tekrar uçtu. Kaptan kendisine bir şey söylemedi. Gündüzün bir vakit kaptan adamı aldı ve ikramda bulunarak kendisinden dua istedi. Adam şöyle karşılık verdi: ‘Ben dua istenilen o topluluktan değilim.’ Bunun üzerine, ‘dün başına gelenleri gördük’ dediğinde, adam şöyle dedi: ‘Kardeşim! İş zannettiğin gibi değil. Denize düşüp dalgalara kapıldı­ğımda, öleceğimden emindim. Sizden yardım istememin de işe yara­mayacağını anladım ve Allah Teâlâ’nın takdirine teslim olarak şöyle dedim: ‘Bu Aziz ve Kadir’irı takdiridir.’248 Baktım ki, bir kuş beni tutmuş ve dalgala­rın arasından kaldırmış, gördüğünüz üzere gemiye gelinceye kadar dal­gaların üzerinde tuttu. Ben de Allah Teâlâ’nın fiili karşısında hayrete düşerek kuşa bakıyor ve şu sözleri söylüyordum: ‘Bu ne haldir! Allah Teâlâ’nın benim kurtuluşuma ve yaşamama vesile yaptığı bu kuş da nedir böyle?’ Kuş yukardan gagasıyla kulağıma uzanarak, bana şöyle dedi: ‘Ben senin, ‘bu Aziz ve Kadir’in takdiridir249 sözünüm ve bu adla isimlendirildim.’ Öy­leyse söz konusu kuşun adı, ‘bu Aziz ve Kadir’in takdiridir250 şeklindedir. İşte bu, dalıa önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah Teâlâ’nın kelimelerden melek­ler yaratmış olmasıyla ilgilidir. Bu kelimeler, onların isimleridir ve bu isimlerle ayrışır, -her ne olursa olsunonlarla .çağrılırlar. Pek çok bilgi ve haklarında konuşmanın sözü uzatacağı tecelliler bu menzille ilgilidir. Bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaş­tırır.’

İKİ YÜZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM

Musevî Mertebeden, İlk Tilavet Menzilinin Bilinmesi

Beşer için besmele neyse, İlah için öyledir ‘ol’

Rab ismindendir besmele, ruhun ve suretin rabbi

Yaratma, emir ve var etme; hepsi O’na ait, akıl ve taş arasında yok bir fark

Rabbiyle zengin olan yüce zahit gibi Mücevher ile çamuru ayırt etmez zahit

Nezihliğinde yücelmiş arif ise Göz ile basarı ayırt eder

Çünkü tahkike dönmek bir mizaçtır

Surelerde ve alemlerde menzilleri görür                                             

Allah Teâlâ’nın kuluna ilk emri, cem’dir (toplâma). Cem, edep demektir ve me’debe kelimesinden türetilmiştir. Bu ise, yemek üzere toplanmak demektir. Edep de bütün iyilikleri toplamak demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Beni Allah Teâlâ edeplendirdi.’ Yani bütün iyilikleri bende topladı. Çünkü ardından şöyle buyurmuştur: ‘Ne güzel edeplendirdi.’ Yani beni bütün iyiliklerin yeri yaptı. İnsana şöyle denilmiştir: ‘İyilikleri bir araya getir.’ Çünkü Allah Teâlâ dünyada kulunu çalışan ve derleyen olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ kendisi adına betimlediği her şeyi onun adına devşi­rir: İnsan da onu toplar. Allah Teâlâ onu ancak toplamak için yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın kendisine toplamasını ve derlemesini emrettiği şeyleri toplarsa, Mutlu olur. Allah Teâlâ kendisine derlediği her şeyi ihsan etmiştir ve kendisi­ne nimette bulunmuştur. Böylelikle onun ücreti, topladığı şeyin kendi­sidir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, onu emanet, adalet, zalim ve hain olma­mak özelliğiyle över. Kötü bir kul ise, emanete hıyanet eder ve onu ehli olmayana verir, kendisine emredilen şeyleri toplamak yerine yasaklan­mış olan şeyleri toplar. Bunlar, kendisine katması yasaklanmış şeylerdir ve toplaması emredilmiş şeyleri bırakır. Böyle bir kul efendisine döner, muhasebe divanına oturur ve divan ehli de kendisine hesaba çekmek üzere oturur. Hesaba çekilirken kendi hesabı ve başkasının hesabı esna­sında büyük bir korku hisseder. Görür ki, kendileri için belirlenmiş şey­leri toplayan (emanete hıyanet etmemiş) güvenilir kimseler, mutlu ol­muş ve güvendedirler. Bunun üzerine tasası ve hüznü artar. Bir kısmı, bir şefaatçinin şefaat etmesi nedeniyle, bağışlanır ve serbest bırakılır. Bir kısmının şefaatçisi olmaz ve kendisine azap edilir, ve sıkıntı çeker. Kim yaratılma nedenini bilir ve ona göre çalışırsa, devşirirken içinden bir tehlike ve endişe üzerinde olsa bile, sürekli rahata erer.

Hal böyleyken, insanın dünya hayatında topladığı en güzel şey, Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ve isimleriyle ahlaklanmak, kulluğunun gerektirdiği sınırda durmak, efendisinin hakkını yerine getirmektir. Efendisinin hakkı, emirlerine bağlanmaktır. Böyle bir işin ilahi isimlerden menzili, er-Rab’dır. Allah Teâlâ kitabının pek çok yerinde bu ismi azamet, cömertlik ve yükseklik özelliyle nitelemiş, hükmü ve otoritesi altındaki hususları zikretmiştir. Allah Teâlâ bu menzilde ‘be’ harfine büyüle bir otorite vermiştir. Çünkü onu Allah Teâlâ ile kulu arasında vasıta yapmıştır. Allah Teâlâ kuluna şöyle der: ‘En yüce Rabbinin ismini tespih et.’251 Burada kula bu ismin ten­zihini emretmiştir. Kul ise tespih ettiğimiz hal diliyle kendisine söyleye­ceğini söylemiştir. Allah Teâlâ, ‘Yüce Rabbinin ismini tespih et’252 buyurur. O’nu ancak kendi isimleriyle tenzih edebilirsin, yaratıklarından herhan­gi birinin adıyla değil! O’nun isimlerini ancak kendisinden öğreniriz. Bununla birlikte bu konu üzerinde şekilci bilginler arasında görüş ayrı­lığı vardır. Allah Teâlâ’nın isimleri kendisinden öğreniliyor ve ancak isimleriyle tenzih ediliyorsa, kul, adeta kendisini överken Hakkın yerini almıştır. Başka bir ifadeyle kul, kendi akimdan ortaya koyduğu anlayışla değil, Hakkın kendisini övdüğü niteliklerle O’nu övmüştür. Kendisini över­ken ve bilirken Hakkın vekili olmaktan daha üstün bir şeref olabilir mi? Kulu bu makamda kendine halife yapan Haktır, isimleriyle Hakkı öven (kul) Hakkın kendisini yerleştirmiş olduğu bu menzilin farkında olsay­dı, hiç kuşkusuz bulunduğu durumun sevinciyle kendi varlığından ge­çerdi. Sonra kul bu övgüyü yaparken Hakkı ya tenzih isimleriyle över veya fiil isimleriyle över. Keşif bilgisiyle önce gelen, tenzih isimleriyle başlamaktır. Akla göre ise, fiil isimleriyle başlanır. Böyle bir durumda, (fiillerin sonuçları anlamında) mefulleri görmek gerekir. Gördüğüm ille meful (edilgen), kendime en yalein olan nefsimdir (ben). Hakkı kendim vasıtamla ve bendeki fiiliyle överim. Kendimden başkasına geçmek is­tediğimde, başka bir var olanı öğrenirim. Allah Teâlâ onu bende meydana ge­tirmiş ve bundan dolayı kendisini övmemi istemiştir. Dünya ve ahirette, sonsuza kadar böyle sürer ve ancak böyle olabilir. Kendi dı­şımdaki yaratıkları görmekten üzerimde kalan şeye bakarım. Bu menzil ‘senin övgünü ben yerine getiremem, sen kendini övdüğün gibisin’ ifa­desini içerir. Bu tamamlama nedeniyle Ebu Bekir es-Sıddîk (ra.) şöyle demiştir: ‘İdraki idrakten acizlik bir idraktir.’

(Fiillerin sonuçları olarak) kendimi ve yaratıkları tamamladıktan sonra, bu kez tenzih isimleriyle O’nu övmeye başlarım. Gerçi kendim­den ayrılmam mümkün değildir. Başka bir ifadeyle var olanlardan ayrı­larak, var olanları müşahedeye ulaşmak imkansızdır. Dolayısıyla tenzih isimlerine ulaşmak da imkansızdır. Sıradan insanlardan veya Allah Teâlâ’yı bil­diğini iddia eden kimselerden müşahede yoluyla tenzih veya -kendinden ayrı olarak, başkalarıyla ilgileri yönündenfiil isimleriyle Hakkı öven bi­rini görürsen, onun kendini bilmediğini, müşahede etmediğini ve Hak­kın kendisindeki fiillerinin farkında olmadığını anlamalısın. Kendisine en yakın olan kendinden habersiz kalan, gerçekte başkasını görmekten daha da habersiz ve kördür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim bu dünyada kör ise...’253 Kastedilen dünyadır. Burayı (daha yakın anlamında ) ‘dün­ya’ diye isimlendirmiştir, çünkü o, bize ahiretten daha yakındır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hatırlayın ki, siz (vadinin) yakın kenarındaydınız254 Burada yakını kasteder. ‘Onlar da uzak kenarında.. ,’255 Uzak olanı kast eder, ‘...o ahirette de kördür üstelik iyice yolunu şaşırmıştır,’256

Bilmelisin ki, sen de Allah Teâlâ’nın isimleri arasında, hatta isim bakımın­dan onların en kamilisin. Bir şeyhe -ki Ebu Yezid Bestamî’dirinsanlar Allah Teâlâ’nın en büyük ismi (ism-i a’zam) hangisidir diye sormuş, o da ‘siz en küçüğünü söyleyin, ben size en büyüğünü söyleyeyim’ demiştir. Allah Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür! Öyleyse dürüst ol ve Allah Teâlâ’nın isimlerin­den dilediğin ismini al! Şeyh Ebu Ahmed Seyyid Bûn ile Mürsiye’de karşılaştım. Birisi kendisine Allah Teâlâ’nın en büyük ismini soruyordu. Bunun üzerine, kendisine bir taş atarak, ‘sen Allah Teâlâ’nın en büyük ismisin’ diye işaret etmiştir. Çünkü isimler delalet üzere konulmuştur ve bazen on­larda ortaklık gerçekleşir. Sen ise, Allah Teâlâ’ya en büyük ve en açık delilsin. Sen kendinde O’nu tespih edebilirsin. Şöyle diyebilirsin: Bütün var olanlar öyle değil mi? Şöyle deriz: Haklısın! Fakat insan bütün var olanlara göre Allah Teâlâ’ya daha açık ve daha büyük bir delildir. Allah Teâlâ insanı kendi suretine göre ve iki eliyle yaratmış, böyle bir şeyi diğer varlıklarda yapmamıştır. Şöyle diyebilirsin: Allah Teâlâ kendisini büyüklük ile nitelemiş­tir. Şöyle deriz: Allah Teâlâ seni de büyüklük (azamet) özelliğiyle nitelemiş ve büyüklüğe teşvik ederek şöyle demiştir: ‘Kim Allah Teâlâ’nın şiarlarını (hüküm­lerini) tazim ederse (yüceltirse), bu kalplerin takvasındandır.’257 Sen Allah Teâlâ’nın en büyük şiarlarından birisin. Öyleyse bu, şu ayeti de içerir: ‘Yüce Rabbinin ismini tespih et.’158 Yani varlığınla ve kendi zatına bakarak, O’nu tenzih etmelisin. Böylelikle sende gizlediği göz aydınlığı sırrı görürsün. Sen O’nun ism-i a’zamısın (en yüce isim). Hakkın suretine göre yara­tılmış olman nedeniyle, senin ile Hakk arasında ilişki gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı sever.’219 Sevgi se­ven ile sevilen arasındaki bir ilişki ve alakadır. Allah Teâlâ bu sevgiyi mümin kullarına yerleştirmiştir. Benzerin benzeri sevdiği açık! O, ‘O’nun benze­ri bir şey yoktur260 ayetinde belirtildiği üzere, benzeri bulunmayan insan-ı kamildir. Suretten (es-sure) belirlilik takısı (el) sana aittir. Çünkü bakan, hangi dirseğin ‘lam’ ve hangisinin ‘elif olduğunu karıştırabilir. Bunun nedeni ‘la’ harfindeki benzerliktir. Harflerden birisi ötekine girmiştir. Bu nedenle ‘lam-elif kendisi ‘elif ve ‘lam’dan bileşik bir harf olmasına rağmen, harflerden birisi olmuştur. Lam-elif, bilgide mevcut ve şekilde birbirinden ayrılmayan iki harften bileşiktir. Bu nedenle fiille­rimiz hakkında bir belirsizlik ortaya çıkmıştır: Bize mi, yoksa Hakka mı aittirler? Bu konuda güvenilebilecek kesin bir delil getirmek, mümkün değildir. Elif birincilik mertebesinin sahibi olduğu gibi aynı zamanda bir sayısı ona aittir. Lam ise, ikinci mertebededir ve onlu basamakların ilkidir. Üç ise, ilk tek sayıdır. Böylelikle ahad ile (üçün birliği anlamın­daki) ferd arasında birlik yönünden benzerlik gerçekleşmiştir. Hakk mut­lak birlikte birinci olan iken, insan-ı kamil ferdiyette ilktir. Bunu bilme­lisin! Bu nedenle insanın yaratılışından söz edilirken ‘alaka’dan yaratıl­mış olduğu zikredilmiştir. ‘Alaka’, insanın yaratılış aşamalarından üçiincüsüne karşılık gelir ki o da sayı mertebelerinde ‘lam’ yönünden kendi­sine uygun ferdiyette bulunur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘İnsanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.’261 Bu, ilk yaratmadır. ‘Sonra onu yerleşik bir yerde nutfe haline getirdik.’262 İkinci merhale. ‘Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık.’263 Bu ise, üçüncü mertebedir ve çokluğun ait olduğu ferdiyet mertebesidir. İnsan ise ilahi suret ve bü­yük alemin sureti nedeniyle çokluğun yeridir. Bu nedenle insanın varlı­ğı, Hakk ile büyük alemin arasında gerçekkşmiş, insanın dışındaki bütün türeyenlerin varlığı ise, ondan farklılaşmıştır. Bu farklılık, insanın dışın­daki bütün varlıkların alemden meydana gelmiş olmasından kaynakla­nır. Öyleyse hepsi, tıpkı Meryemoğlu İsa gibi, baba olmaksızın anneden var olan kimseye benzer.

Bu konuya dikkatini çektik, çünkü bütün türeyenler, Allah Teâlâ ile alem arasında var oldu. Durum böyle olmasaydı, ‘Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ ifadesinin anlamı kalmazdı. Suret -bazı arkadaşlarımızın, hatta pirlerimizin bir kısmının iddia ettiği gibizat ve yedi nitelikten ibaret bir şey değildir. Böyle bir düşünce doğru değildir. Çünkü hayvanın da bir zatı ve nitelikleri olduğu açıktır. Hayvan canlıdır, bilendir, irade edendir, güç yetirendir, konuşandır, duyandır, görendir! Böyle bir du­rumda insanın (ilahi) surete tahsisi anlamsız Hakk gelir, böyle bir ifade insanı teşrif için zikredilmiş olurdu. Öyleyse geride tek şık kalmıştır. O da, suretin zikrettiklerinden başka bir şey olmasıdır. Hayvanın bilgi sa­hibi olmasını kabul etmezsen, duyuya karşı direnmiş olursun. Hayvan bilgi üzere yaratılmıştır ve ona vahyedilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin arıya vahyetmiştir.'264 Hayvanların konuşması hakkmda tartışma­ya girersen, şöyle deriz: Hayvanın konuşması, kendi mizacma layık tarzda gerçekleşir. Keşif sahibi ise, hayvan karşısında böyle bir açıkla­maya muhtaç değildir, çünkü o da, bizim gördüğümüzü görür ve bildi­ğimizi bilir. Şöyle diyebilirsin: Bu sözümüz gerçektir. Şöyle deriz: Kendin için kabul ettiğin konuşma derken, sesleri ve bileşik harfleri kast ediyor olabilirsin. Allah Teâlâ’nın kelamı sana göre -farklı olarakses ve kelam­la gerçekleşmez. Eşari mezhebinden isen, bunu kabul edersin. Mutezile mezhebinden isen, konuşma onu yaratana aittir. Sana göre kelam nefsin konuşmasından ibaret ise, o, hayvanda da bulunur. Söz gelişi kırlangı­cın yemek için çıkardığı ses başka, cinsel ilişki için çıkardığı ses başka­dır. Kırlangıç, sesiyle içindeki konuşmasını dile getirir. Şöyle diyebilir­sin: Üstat Ebu İshak İsferayinî’ye göre, iç konuşması geçmiş zamandır ve geçmiş irade edilemez. Nefisteki bu konuşma irade değildir.’ Şöyle deriz: Bu, geçmiş hakkındaki bilgidir ve iş belirsizleşmiştir. Onlarm iç konuşması hakkmda daha açık bir delilleri yoktur. Bu delil ise, gördü­ğün gibi, tartışmaya açıktır. Buradan şu sonuç çıkar: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘suretine göre’ derken kast ettiği, arkadaşlarımızın zat ve nitelikleri der­ken kast ettiği değildir. Bütün cemaat, bu görüştedir. Bu hâzineyi araş­tır Ki, Allah Teâlâ sana onu açsın! Nitekim Allah Teâlâ aynı hâzineyi, ‘ruhu (vahyi) kendi emrinden dilediği kullarına indirir265 ayetinde belirttiği gibi başka kullarına açmıştır.

Bu menzille ilgili ilimlerden birisi de, Allah Teâlâ’nın ilk akıl’ı yaratması­dır. Allah Teâlâ onu yaratmış ve kendisine başka varlıklara karşı üstün olma­sını sağlayan bilgiler vermiştir, ilk akıl örneksiz yaratılan -nitekim nefs de (akıldan) sudur yoluyla çıkan ilk şeydirilk şey olmasına rağmen, Allah Teâlâ onun surete göre yaratıldığını belirtmemiştir. İnsan-ı kamili yarattı­ğında ise, ona ilk akıl mertebesini vermiş, ona suretle ilgili hakikatten akim bilmediklerini öğretmiştir. Bu bilgi, Hakk yönünden insana ait özel yöndür. Bu özel yön vasıtasıyla bütün yatıklara ilave (bir üstünlük) ka­zanmış, bu sayede alemdeki maksat haline gelmiştir. Herhangi bir var­lığın sureti insan vasıtasıyla ortaya çıkar ki, ilk akıl da büyüklüğüne rağmen suretin bir parçasıdır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, bu kı­sımda yer alır. Bu nedenle yaratıklardan hiçbiri, insanın varlığında taş­kınlık yapıp ve haddi aşarak rablik iddiasında bulunması gibi, taşkınlık yapmamıştır. Günahkarların en büyüğü İblis bile şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ’dan korkarım266 âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dan! Bu sözü İblis, inançsız olması için kendisine vesvese verip insan küfre düştüğünde söylemiş, hiçbir zaman rablik iddiasında bulunmamıştır. Kendisi adına böyle yüksek bir konumu gerektiren ‘ilahi suret üzerinde’ yaratılıp bu duru­mun kulluğundan çıkartmadığı kimseye ne mutlu! İşte bu, Allah Teâlâ’nın ko­rumasıdır. Allah Teâlâ, bu dönemde bize ondan bol pay ihsan etmiştir. Kalan ömrümüzde de, bu hal üzere ölünceye kadar benim, kardeşlerim ve se­venlerimiz hakkında bu hali ihsanıyla koruyacak olan yine Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.

Bu menzilden kadrini bilmeyerek haddini aşan ve suret nedeniyle Hakkın kendisinden yaratılışıyla ilgili iradesinden -ki bunu şeriatında Hakk bildirmiştirhabersiz kalanın cezası öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurmuştur: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’267 Bil­melisin ki, yakınlık ilmi de, bu menzildedir. Onu öğrenen ve müşahede eden kimse, Hakka yaklaşmasını sağlayan ibadetler hakkında kesin bir açıldık kazanır. Bu husus, dikkat çektiğimiz meseledir. Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, takdir ile var etmeyi birleştirmenin ilmi­dir. Bu bilgiyi başka bir menzilde ayrıntılı bulamazsın ve ikisinin arasmda vasıta yoktur. Çünkü takdir, gerçekte zaman aleminde yaratma­dan önce gelir. Bu nedenle şöyle denilmiştir: ‘Bazı insanlar yaratır, son­ra biçer.’ Bilmelisin ki, hüve’den başka ezelde kendisiyle ebedi olacak şeylerin takdir edildiği başka bir şey yoktur. Hüve ise, kendisini kemali üzere görmek istemiştir. Ardından O’nun hakkında hüve’nin hükmü ortadan kalkar. Bunun üzerine a’yan-ı sabite’ye bakmış, insan-ı kamil’in hakikatinden başka bu benlik mertebesini verebilecek birini bulamamış­tır. Onu kendisi için takdir etti ve karşısına yerleştirdi. İnsan-ı kamil’in hakikati, bir hakikat dışında, ilahi mertebedeki bütün hakikatlere uygun geldi. Bu hakikat, hüve’nin kendisi nedeniyle, varlığıdır. Böylelikle onu kendisi nedeniyle var etmiş, iki suret her bakımdan örtüşmüştür. Bu hakikatin değeri, insanın varlığından önce yaratılmış her şeyden üstün­dür. İnsandan önce yaratılmış olanlar, akıl, nefs, heba, cisim, felek, un­sur, türeyenler gibi şeylerdir. Bunlardan hiçbirisi kemal mertebesini ve­rememiş, bir tek insan-ı kamil bunu verebilmiştir. Allah Teâlâ onu insan diye isimlendirmiştir, çünkü insan, kemal mertebesiyle ünsiyet etmiş, gör­düğü şeyle ünsiyeti gerçekleşmiş, -ümran kalıbındaonu ‘insan’ diye isimlendirmiştir. (Üns kökünden türetilen) bu kelimede ‘-an’ eki, Arap­ça’da fazlalık bildirir. Şöyle sorabilirsin: Ümran kelimesi gayr-ı munsarif iken insan neden değildir? Şöyle deriz: Ümran kelimesinde iki illet vardır ki munsarif olmasını engeller. Bu iki illet, ilave olan ve belir­lilik bildiren takıdır, özel isim belirliliğini kast ediyorum, insan ise öyle değildir. Çünkü onda tek bir illet vardır ve o da ilavedir, insan lafzı in­san için özel isim değildir. Belirlilik kazanması, Adem diye isimlendirilmesiyle gerçekleşir. Âdem diye isimlendirildiğinde ise, belirlilik kaza­nır ve vezin nedeniyle de munsarif olmaz. O ise, ancak kendisini irab almaktan engelleyen bir nedenin nedenlisi olan isimle isimlendirilmiştir. Bunun amacı, ilahi surette bulunurken de ezilmiş, muhtaç ve zelil bir kul olduğunu bildirmektir. Çünkü ilahi suret insana mertebelerde tasar­ruf imkanı verir. Zaten bu nedenle insan diye isimlendirilmiş, mansup ve kesreli olmuştur. İsimler içinde başka bir mertebe yoktur. Öyleyse o, sureti bakımından insandır ve bu suret yönünden bütün mertebelerde tasarruf eder. Yaratıcısının ihatası altında bulunması nedeniyle de, ta­sarrufu engellenmiştir. Allah Teâlâ dilediği süre onu baki kılar, dilerse yok eder. Öyleyse insan, suret sayesinde halifeliği elde etmiş, tasarruf ve in­sanlık adını kazanmıştır, insanlığı yönünden onun ünsiyet edilen bir varlık olduğu sabittir. Halifelik yönüyle ise muhtaç bir kul olduğu ve halife atayanın gücüne sahip olmadığı açıktır. Halifelik, etekleriyle bir­likte, üzerine giydirilmiş bir elbisedir. Allah Teâlâ dilediğinde bu elbiseyi çe­kip alır ve başkasına giydirir. Nitekim bu durum vakidir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.’268 Yer­yüzü, eğilme yeridir, çünkü eğilme yüce mertebeye yaraşmaz. Bu ne­denle Allah Teâlâ insanı vekili olarak yeryüzüne yerleştirmiştir ki, kul olduğu öğrenilsin.

İnsan suret üzerinde yaratılmış olmakla birlikte, gökte halife yapıl­saydı, yüksekliği içinde kulluğunu göremezdi. Bunun nedeni, sureti, mekan ve mertebesidir. Belki de bu nedenle taşkınlık yapacak ve kendi­siyle ünsiyet edemeyecekti. Bu nedenle kim büyüklüğe karşı koyarsa, beli kırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Büyüklük örtüm, azamet izarımdır. Kim bu ikisinden birisi hakkında benimle didişirse, onu yok ederim.’ Öyleyse kul hakkın büyüklüğü içinde küçük olandır. Çünkü bu ilahi büyüklük kendisine küçüklük giydirmiştir. Kul, Hakkın azameti içinde değersiz olandır. Çünkü bu ilahi azamet kendisine hakirliği giy­dirmiştir. Öyleyse küçüklük kulun örtüsüdür ve hakirlik onun izandır. İnsanlardan bu konuda kendisiyle ‘didişen’, yani bu özellikte ortak ol­mak isteyen kimse yok edilmez, korunur ve mahrum olmaz merhamet görür. Zaten insan bunun için yaratılmıştır.

Ey insan, bir düşün! Allah Teâlâ seni niçin insan diye isimlendirdi? Bir düşün! Niçin halife dedi sana? Düşün! İlk zuhur eden surette seni niçin Adem diye isimlendirdi? Düşün! Bu isimlerin hakikatlerinin verisini aşma ve kendinden habersiz kalma ki, kurtulanlardan olabilesin! Bu ne­denle kamil halifelik munsarif isimle mühürlenmiştir. O isim, Muhammed’dir (sav). Bunun nedeni, Adem (isminin) tasarruftan men edilme­siyle ortaya çıkan durumun telafi edilmesidir. Çünkü kendisinde bulu­nan bir illet nedeniyle men edilmiştir. Âdem bu türdeki ilk kişidir. İn­san gayr-ı munsarif bir isimle masum kalır ki, onun basla altında ezil­miş olduğu öğrenilsin. İnsan ancak kendisine belirlenmiş alanda tasar­ruf edebilir. Bundan sonra bir gruba sarf özelliği verilmiştir. Bunların arasında Nuh, Şit, Şuayb, Salih, Muhammed, Hud, Lut ve başkalarını sayabiliriz. Çünkü birinciyle gerçekleşmesi mümkün bir endişeden emin olunmuştur. Sonra bu halifeler, munsarif olmayan başka isimler almış­tır. Bu isimlere örnek olarak İdris, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Sü­leyman, Davud gibi isimleri verebiliriz. Bu durum ise, insana bir uyarı­dır. İnsan Allah Teâlâ yolunu tutup sebepleri aştıktan ve Allah Teâlâ’ya itimat ettik­ten sonra, tekrar sebeplere dönebilir ve onlara bel bağlayabilir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın sebepleri ortaya koymuş ve işleri bunlara dayandırmış olmasıdır. Sebepleri kabul ederken bile onun hali, Allah Teâlâ’ya itimattır. Doğanın alışkanlığı ise, ülfettir ve sahibini -daha önce de söylediğimiz gibialışık olunan şeylere yöneltir. Çünkü insan, alışık olduğu şeyle ün­siyet eder. Belki de sebebe bağlanmak, içine işler ve Allah Teâlâ’ya itimadı za­yıflar. Bu durumda bazen sebepleri kesmekle, nefsini korkutur. Nitekim Allah Teâlâ bazen yaratıkların isimleriyle böyle yapar. Onları tasarrufu gerek­tiren bir isimle çağırırken bazen ondan alıkoyan isimle çağırır. Bunun amacı, tehlikeli şeylere düşmesinler diye, onlara öğretmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsana bilmediğini öğretti.’269 Bu nedenle tasarruftan alı­koyan bu isimler bazı halifelerde bulunmuştur.

Tasarruf (veya irabta munsarif olanlar) verilenlere gelirsek, onlar iki kısma ayrılır: Bir kısmına zâhirde ve manada verilmiştir ki kamil ta­sarruf budur. Bu kısma örnek olarak, Muhammed, Salih, Şuayb ve bu halifelerden herhangi birisine ait bütün munsarif isimleri verebiliriz. Diğer kısma ise, zâhirde değil, manada verilmiştir. Dolayısıyla onun kendisini tasarruftan (ve sarftan) alıkoyacak bir nedeni yoktur. Onun sonu ise, illet harfidir. Bu harf kendisini zâhirde tasarruftan alı koymuş ve böylelikle de maksur olmuştur. Böyle isimler, maksur (eksilmiş) isim diye isimlendirilmiştir. Örnek olarak Musa, İsa, Yahya isimlerini verebi­liriz. Böylelikle zâhirde değil, anlamda maksur olmuşlardır. Bu tarz isimler, maksur isim diye isimlendirilmiştir, yani zâhirde tasarruf etme derecesinden eksik kalmış ve engellenmiştir. ‘Çadırlar içinde (tahsis edil­miş) huriler vardır270 ayetinde geçen ‘muksirat1 kelimesi de bu anlamda­dır. Onlardan maksur olan ancak korunmak üzere maksur olmuştur. Böylelikle bu gibi kimseler isimlerden munsarif olmayanlar inayede ko­rundukları gibi korunmuşlardır.

Allah Teâlâ onları kendilerinden perdelememek irade etmiştir. Bu­nun nedeni, bu yaratılışın gerektirdiği hastalıkların varlığıdır. Çünkü kemalin hükmüne ancak ilahi inayet ile güç getirilir. Allah Teâlâ’nın onlara inayetinin bir yönü de, eksik isimlerin hükümlerini onlarda uygulamak­tır. Onlar da eksiklik mertebesinde olduklarını öğrenilirler. Bu ise, ilahi kemalden onlarm kemalidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O kimse ki, doğ­ruluk getiren ve onu doğrulayan.’271 Kast edilen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Bu­rada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem co kimse ki doğruyu getirdi’ diye belirsiz getiril­miştir. ‘O kimse ki (ellezi)’ ise, nakıs isimlerdendir. Hakka yakın kul ek­sikliğinin ortaya çıkmasıyla acı duyar ve yokluğa katılmak ve aslına dönmekten dolayı korkar. Bu nedenle Hakk lütuf ve keremiyle ona ünsi­yet vermiş, kendisini nakıs isimlerle isimlendirerek şöyle buyurmuştur: ‘O ki, sizi yaratandır.’272 Başka bir ayette şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ gökten in­dirdi.’273 Kuran’da Allah Teâlâ’nın nakıs isimlerinden çok yoktur ve bu durum, halifeler adına bir güvencedir. Çünkü onlar, Hakkın eksiklik mertebesi­nin olmadığı ve bunu kabul etmeyeceğinden emindirler. Bununla bir­likte eksik isimler O’nun adına kullanılmıştır, isimler özü gereği isim­lendirilende etki etmiş olsalardı, Allah Teâlâ’ya etki ederlerdi. Halbuki isimler, Allah Teâlâ’ta etkin değillerdir. Bu nedenle de isimlerin bizim hakkımızda yokluk etkisi meydana getirmemelerini ümit ederiz. Fakat bizim kema­limiz, acizlik ve yoksulluğumuzla birlikte, isimlerin bizde herhangi bir şekilde tesir etmeyişlerindedir.

Bu menzilde ele aldığımız bölüm geniştir. Vaktimiz, bazı hususları anlatmak için yeterli değildir ve bu kadar açıklama yeterli olsun, ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Fütûhât-ı Mekkiyye’den On dokuzuncu sifir sona erdi. Hamd alemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar