[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN ÜÇÜNCÜ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
OTUZ BİRİNCİ SORU
Onların, Yani Yaratılmışların Buradaki
Halleri Nedir? Cevap:
Onların
burada Hakkın kendilerine giydireceği varlık nuru
elbiselerini bekler. Her yaratılmışın kendisini kaplayan kendi ölçüşünce bir
nuru vardır. Kıyamet günü o nur içinde yürürler. Kıyamet günü kimse genel bir
nura sahip olmayacaktır. İnsanlar orada kendi nurları içinde yürüyecektir ve
kimse başkasının nuru içinde yürüyemez. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Karardıklarda mescitlere yürüyenleri kıyamet günü tam
nur sahibi olmakla müjdele!’ Tam nur, iki nuru biraraya getirmektir. Bunlar,
zâdarında gizli olup burada ortaya çıkan nur ile gecenin karanlığında gizlenmiş
nurdur. Karanlığı gidermek üzere yürüyenin yolunda bulunan kandil, o nurun
veküidir.
Mescit kendisiyle konuşmak üzere
gidilen Allah Teâlâ’nın evidir. Bu nur da, kendisiyle burada konuştukları
Rablerini görmeye çağrddıl iarı bir vakitte onlar adına meydana gelir.
Böylelikle onlar, sabah ve yatsı namazlarına mescide gittikleri karanlıkta
gizli olan bu nur içinde yürürler. Onların beklemeleri ise, bir hal
bekleyişidir. Çünkü onlar, bu karanlıkta bilgiyle nitelenmemişlerdir. Bilgiyle
nitelenmek, varlığa tabidir, halbuki onlar mevcut değildir. Onlar, yaratma
sözünü kabul edici şeylikleri içindedirler.
Allah Teâlâ, karardığı yarattıkları
(veya yaratması için) için bir zarf olarak yarattı. Bu nedenle Tirmizî
‘burada’ demiş ve mekânı gösteren bir kelime kullanmıştır. Orada yaratılmışlar,
takdiri kabul edicidirler. Gerçi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
‘karanlıkta’ sözü Yaratan’a göre hal konumunda olabilir. Bu durumda kastedilen
şey, ‘Altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem bu niteliği Hakk için kullanmıştır. Kendisine ‘Halkı
(yaratılmışları) yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?’ diye sorulduğunda Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Altında ve üstünde hava
bulunmayan Amâ’da idi.’ Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Hakkı, eşyayı arzulara (ehva; hava ile arzu anlamındaki heva arasında ilişki kurulmuştur)
göre yönlendirmekten tenzih etmiştir. Çünkü Peygamber bu varlığa bulut demek
olan bir ismi kinaye yaptığında -ki o arzuların eylem alanıdırAmâ’nın üzerinde
ya da altında hava bulunabileceğini dışlamıştır. Öyleyse Amâ, ne hava üzerinde
ne de havada olmaksızın, sürekli sabit şeydir. Soru, er-Rab ismiyle
gerçekleşmiştir Ki (Rabbimiz nerede idi), sabit olan demektir. Bir insan bir
mekâna yerleştiğinde veya sabit olduğunda, ‘rabbe bi’l-mekân (mekâna
yerleşti)’ denilir. Böylelikle (altında ve üstünde hava yoktu şeldindeki)
cevap, (Rab ismiyle sorulan) soruya uygun düşmüştür.
Hakk yarattıkları içinde kendisini
‘işi yönetir ve ayetleri tafsil eder’377
diye nitelemiştir. Başka bir ayette ise ‘İşte
biz, ayetleri böyle tafsil ederiz’378 buyurdu. Meseleyi anlamayan kimse, Allah
Teâlâ’ta hallerin başkalaştığını zanneder. Halbuki Allah Teâlâ başkalaşmaktan
münezzeh ve mukaddestir. Bilakis haller başkalaşır, yoksa Allah Teâlâ haller
vasıtasıyla başkalaşmaz. Çünkü O, hâkim olandır, hükme konu değildir. Şâri’
başkalaşma kabul etmeyen sabitlik niteliğini (rablık) zikretti. Dolayısıyla
O’nun ayetlerini ‘arzuların (havalar ve hevalar)’ eli başkalaştırmaz. Çünkü
O’nun Amâ’sı, (altında) hava (bulunmasını) kabul etmez. Bu Amâ, kadimde kadim,
yaratılmışta yaratılmış olduğunu söylediğimiz şeydir (hakikatü’l-hakaik). Bu
senin varlık hakkındaki şu yargının benzeri veya ta kendisidir: Varlık Hakka
nispet edildiğinde kadim, yaratılmışa nispet edildiğinde yaratılmıştır. Öyleyse
Hakkın bir niteliği olması bakımından Amâ ilahi bir nitelik iken âlemin
niteliği olması bakımından ise kevnî bir niteliktir. Böylelikle nitelenenlerin
zâtlarının değişmesi nedeniyle Amâ’ya verilen nitelikler de değişir.
Allah Teâlâ ezeli ve kadim kelamı
hakkmda şöyle der: ‘Onlara Rablerinden ‘hadis’ bir söz
gelse...’379 Burada Allah
Teâlâ kelamını hadislik (sonradanlık) özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü o,
yaratılmış bir yere inmiştir. Başka bir ifadeyle ilahi söz, kendisini daha önce
bilmeyen bir kimseye inmiştir. Öyleyse ilahi kelam, hiç kuşkusuz ve tereddütsüz
olarak, kendisine indiği kimsenin nezdinde ‘sonradan olmuştur (hadis).’ Bu
hadis (sonradan olan), kendiliğinde hadis midir, değil midir? Bu sözün Hakkın
celalinin Hakk ettiği bir nitelik olduğu yargısını verdiğimizde, ‘kadim’
olduğunu söyleriz. Çünkü Allah Teâlâ sonradan olan niteliklerin kendisinde
bulunmasından münezzehtir! Dolayısıyla Hakkın sözü, kendiliğinde ve Allah
Teâlâ’ya nispetle kadimdir. Fakat Hakkın sözü, indirildiği kimse nezdinde
hadistir (sonradan olan). Öte yandan kelamın indirildiği kimseye göre
hadislikle nitelenmesi de, onun kadimliğinin bir yönüdür. Çünkü bu da kelam
adına kadimliği zorunlu kılmıştır. Çünkü yaratılmıştan hadislik ortadan
kalksaydı, kadimlik nispeti geçerli olamayacağı gibi bu nitelik bilinemezdi
de. Dolayısıyla zıtları olan nispetler, zıtlarıyla bilinebilir. O halde
yaratıkların karanlıktaki hikâyesi, Hakkın onların varlık suretlerinde zuhur
etmesi için, a’yân’m (-1 sâbite) hazırlığı ve (zuhuru) kabul etmeleridir.
OTUZ İKİNCİ SORU
Kaderlerin Niteliği
Nasıldır? Cevap:
Takdir edilen şeyler, eşya için zâtî
niteliklerdir, halbuki onlarm hiçbir niteliği yoktur. Öyleyse bunlar,
kendileriyle nitelenen kimsenin başkasına ait bir nitelikte olmasını engelleyen
sınırlardır. Bana göre burada sınırın tanımına bakmak gerekir!
Hakim
Tirmizî ‘takdir edilenin niteliği’ derken (bir şey ile diğeri arasındaki)
engellemeyi kast etmiş olabilir. Bunu öğrendikten sonra onu bizzat kendisi olan
bir şeyle ifade etmen yönündennitelik yapabilir ve şöyle diyebilirsin: Bu,
takdir edilen şeyin niteliğidir. Gerçeği öğrenmek istersen, takdir edilenlerin
herhangi bir niteliği yoktur. Çünkü bir şey, kendi kendisinin niteliği olamaz.
‘Nefsî nitelikler zâta ilave bir durum değildir’ dersen, ‘Haklısın’ deriz. Bu
durumda şöyle denilir. ‘Öyleyse bir şeyi kendisiyle niteledin?’ Biz de şöyle
deriz: ‘Bir şey bileşik değilse, ondaki nitelik, sadece bir lafzın verilişidir.
Bu ise, anlamayı sağlayan bir şeyle duyan nezdinde başka bir sözü açıklayıcı
bir ifadededir. Bir şey bileşik ise, bu nitelik toplama aittir. Bir şeyin
toplam olmak bakımından hükmü ile toplam olmayış bakımından hükmü birbirinden
farklıdır. Öyleyse sen bu toplamın birlerini zikredersin. Bu toplam ise,
toplamın bireylerinden her birisinden anlaşılandan farklı bir anlam taşır.
Kendine özgü niteliklerle nitelenen söz konusu şeyin bu isimleri onun
birleridir. Dikkat ediniz! Zât kendiliğiyle nitelenmez, çünkü o kendisi
bakımından bir zâttır ve zâtı gereği niteliği kabul etmez. Sonra mertebe
bakımından ‘Allah Teâlâ’ dediğinde, bu isim yönünden ve bu ismin gerektirdiği hakikatlerle
nitelenmeyi Hakk eder. Söz konusu hakikatlerin taayyünleri, sonradan olanlardır
ve bu hakikatler ‘isimler’ diye ifade edilir. O halde, başka bir sözle bir sözü
açıklayıcı olmanın dışında, hiçbir şey kendisiyle nitelenmez. Bu nedenle
tanımları üç mertebeye ayırdık; zâtî, resim (betim) ve lafzî tanımlar. Öyleyse
(takdir edilen şeyler anlamındaki) ‘mekadir5 mikdar kelimesinin,
‘akdar’ ise kader kelimesinin çoğuludur. Dolayısıyla mekadir’i akdar ile
karıştırmamaksın. Bazı mekadir, kaderlerin etki mahallidir. Öyleyse zâtî
durumların tanımları, onların mekadirinin ta kendisidir. Vezin, ölçü (kadr)
demektir. Vezinler ise ölçme araçlarıdır ve eşya onlarla ölçülür. Bu durumda
işler, tanımlarıyla bilinebilir. Tanımı olmayanın tanımı ise şudur: Kuşkusuz
bilinmiştir!
OTUZ ÜÇÜNCÜ SORU
Peygamberlerden ve Onların
Aşağısında Bulunan Kimselerden
Gizlenen Kader Bilgisinin Nedeni Nedir? Cevap:
Soruda bir düşme vardır ve soruyu şöyle düzeltebiliriz: Peygamberlerden ve onlarm aşağısındaki
insanlardan kader bilgisi niçin gizlenmiştir?
Soruyu
soran, en üstün insanın en üstün melekten üstünlüğünü kabul ediyorsa, adeta
şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın dışındaki herkesten gizlenmiş kader bilgisi!’
Meleklerin en üstününün insanların en üstününden daha üstün olduğunu
düşünüyorsa ‘onların aşağısında bulunan kimseler’ sözüyle peygamberlerden daha
üstün olanlardan kader ilminin gizlendiği sonucu çıkmaz. Bu durumda ona göre
peygamberlerden daha üstün kimseler kader meselesini bilebilir. Bu durumda
gerçekte sorunun cevabı şöyle kalır: Acaba kader bilgisini bilen var mıdır, yok
mudur? Cevabımız ‘hayırdır.’ Fakat kaderin yaratıklardaki hükmü ve sırrı,
bilinebilir. Bize de bu bildirilmiş ve biz de -Allah Teâlâ’ya hamd olsunonu
öğrendik. Hakkın dış varlıklardaki mazharları -ki âlem diye isimlendirilirkaderin
isimleridir. Bunlar, Hakkın varlığına kanıt olan şeylerdir. Hiç bir şeye
kendisinden daha açık bir delil yoktur. Öyleyse Hakk başkasıyla bilinemez,
sadece kendisiyle bilinebilir. Dış varlıklara varlığın nispeti hakkında şöyle
demiştik: Varlığın onlara nispet edilmesi, kaderin eseridir. Bu durumda kader
etkisiyle bilinirken Hakk varlığıyla bilinir. Çünkü kader, özel-bilinmeyen bir
nispettir. Hakk ise, varlıktır. Bu durumda bilginin Hakka ilişmesi geçerli
olduğu gibi bilginin kadere ilişmesi geçerli değildir. Çünkü mazharın dışta
zuhurunu bilmemiz, Hakkı bilmemizin ta kendisidir. Kader ise, zât ile zuhuru
bakımından Hakk arasmda bulunan ve kesinlikle bilinmeyen bir mertebedir. Onun
mazharlardaki hükmü ise cisimler âleminde zamanın hükmü gibidir. Bu nedenle
muhakkiklerin büyük kısmı, ‘kader’i (miktar anlamıyla) akledilir vakitler için
kullanmışlardır.
Zamanın
mevcut ve ma’dum (yok) olmaksızın, var olanlarda bulunan akledilir bir bağ ve
nispet olduğunu belirtmiştik. Vakit (kader) ise, daha zor bilinebilecek ve
tasavvur edilebilecek bir konumdadır. Dolayısıyla ona hiçbir şekilde
ulaşılamaz. Allah Teâlâ’nın peygamberi Üzeyr, kader hakkında çok soru sormuş ve
en sonunda Hakk kendisine şöyle demişti: ‘Üzeyr! Kaderden soru sorarsan, adını
nebîlik divanından silerim.’ Kaderi sormak, eşyanın yaratılış illederini
sormaya benzer. Hakkın fiillerinin (kendinden başka zorlayıcı) bir illetinin
olması uygun değildir. Çünkü zâtın varlığı ve mümkün ayn’ın (sabit hakikat)
varlığın zuhurunu kabul etmesinin dışında, bir şeyin yaratılışını zorlayacak
illet ve neden yoktur. Öyleyse ezel, illederden soru sormaya el vermez. Böyle
bir soru, Allah Teâlâ’yı bilmeyenden meydana gelebilecek bir sorudur.
Kader
bilgisinin gizlenmesinin nedeni, onun bir yandan Hakkın zâtına bir yandan ise
takdir edilen şeylere (mekadîr) dönük bir bağ ve nispetinin olmasıdır. Zâtın
izzeti bilinmekten uzak olduğu gibi takdir edilen şeylerin (zât ile) nispederi
de bilinmemekten uzaktır. Öyleyse kader, bilinen-bilinmeyendir. Bu durumda
âlemde yükümlülüğü ortaya çıkartmış, âlem de yükümlü oldukları şeyle ilgilenmiş,
kaderi bilmek talebi onlara yasaklanmıştır. Kader, ancak ‘kader5
diye isimlendirilen bu bilgi nedeniyle, Hakkın özel bir müşahede ve
yaklaştırmasıyla bilinebilir. Allah Teâlâ’nın velî ve kulları, kaderi sormanın
yasaklanması nedeniyle, onun bilgisini aramamıştır. Kim Allah Teâlâ’ya asi olur
ve bu bilgiyi Allah Teâlâ’dan talep ederse -ki o teorik düşünmeyle bilinemez,
geride Hakkın keşf yoluyla bildirmesi kalmıştır(bilmelidir ki), kendisine
herhangi bir günahla asi olanı Hakk kendisine yaklaştırmaz. Halbuki bu bilgiyi
öğrenmek isteyen kişi, bu talebiyle günahkardır. Dolayısıyla keşf yolundan
onun kader bilgisine ulaşması mümkün değildir. Kader bilgisinin öğrenilmesini
sağlayacak başka bir yol da yoktur. Bu nedenle kader bilgisi, peygamberlerden
olduğu gibi, başkalarından da gizlenmiştir.
Bu
soruyla risaletin (resullük) anlamı kast edilmiştir diye bir itiraz
yapılabilir. Bu yönüyle peygamber olmaları yönünden bu mertebede kendilerinden
bu bilgi gizlenmiştir. Peygamber olarak teklif emriyle gönderildikleri
kimselerden de bu bilgi gizlenmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, risalet esnasında
kader bilgisinin kapısını kapamıştır. Onlar bunu bilselerdi, peygamber
olmaları yönünden bilmiş olmazlar, ‘bilgide derinleşenler’ olmaları bakımından
bilmiş olurlardı. Kader bilgisine belki bu şekilde ulaşılabilirdi. Fakat bu
durum, onun mertebesinin zât ile mazharlar arasında bulunduğunu açıklamasaydık
söz konusu olabilirdi.
Kim
Allah Teâlâ’yı bilirse kaderi de bilir. Kim Allah Teâlâ’yı bilmezse, kaderi de
bilmez. Allah Teâlâ, bilinmeyendir. Öyleyse kader de bilinmez. Me’lûhun Allah Teâlâ’yı
bilmesi imkânsızdır, çünkü onun ilahlıktan bir payı yoktur, çünkü o bir
me’lûhtur. Allah Teâlâ’nın ise kendisini talep ettiği için me’lûh hakkında bir
zevki vardır. Nitekim me’lûh da onu talep eder. Buradan Hakk kendisini
mazharlarını nitelediği şaşırma, gülme ve unutulma ve ancak mümkünlere yaraşır
bütün niteliklerle nitelemiştir.
Öyleyse
kader sırrı, kaderin takdir edilen şeylerde hükümran olmasının ta kendisidir.
Nitekim ölçü de ölçülülerde hükümrandır. Mizan (terazi) ölçülen ile ölçüyü
birbirine bağlayan bir bağ ve nispettir. Bu sayede, ölçülen ve farklı türlerine
göre ölçülenlerin miktarı ortaya çıkar. Hakk mizanı ortaya koymuş ve şöyle
demiştir: ‘Biz onu bilinen bir
ölçüyle indiririz-,ım
Onu kendisine indirilen kimse Hakk eder. Öyleyse her şey, ‘O'nun kazasına’,
yani hükmüne ‘ve kaderine’, yani terazine bağlıdır. Kader, vakti bir hal ise
hal olarak veya zamanın ya da niteliğin ya da herhangi bir şeyin belirlenmesi
demektir. Şu halde kader bilgisinin gizlenmesinin nedeninin zâtî bir neden
olduğu ortaya çıktı. Eşya bir takım durumları kendileri nedeniyle gerektirirse
-ayrılmaz özellikleri veya arazlarının gereğiyle değilzâtları devam ettiği
sürece bu durumların değişmesi mümkün değildir. Zâtlar ise kendileri nedeniyle
süreklidir. Öyleyse onları bilmek, imkânsızdır.
OTUZ DÖRDÜNCÜ SORU
Niçin Gizlenmiştir? Cevap:
Soruyu soran kişi bilgiliyse, bu soru
bir sınama sorusudur. Çünkü bilinenlerin bir kısmının nedeni
gösterilebilirken bir kısmının nedeni gösterilemez. Bu durum bilinenlerle
ilgilidir. Bilinmeyenlerin durumu nasıl olabilir? Bir şeyi bilmemek, nasıl
illetlendirilebilir ki?
Kaderin
peygamberlerin mertebesinin üzerinde bulunan melekler tarafından ya da
türlerinin cinsleri hakkında bilgimizin olmadığı Allah Teâlâ’nın dilediği
yaratıkları tarafından bilindiğini kabul edenlere gelirsek, bu durumda kader
bilgisinin gizlenmesinin amacı, kendilerini ihata yönünden eşyanın hakikatlerini
bilmede kimsenin Hakka ortak olmamasıdır. Bir bilinen Hakkın o şeyi bildiği
gibi tüm yönlerinden bilinmiş olsaydı, Hakkın o şeye dair bilgisi kulun
bilgisinden ayrışamazdı. Burada o şeyin bilgisinde denklik bizi bağlamaz, çünkü
biz ondan bilinen şeyden söz ediyoruz. Kul bilginin genel anlamda bilinenine
nasıl iliştiğinden habersizdir. Öyleyse bir bilineni bilmede Hakk ile
ortaklığın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu bağlamda bilinenlerden birisi de
‘bilgiyi bilmek’tir. Bilinenlerin her bir yönünde sadece Allah Teâlâ’nın
bilebildiği kaderin bir hükmü vardır. Kader bilinseydi, hükümleri de bilinir,
hükümleri bilinseydi, kul herhangi bir şeyi bilmede bağımsız kalır ve herhangi
bir şekilde Hakka muhtaç olmaz, genel anlamda müstağni kalırdı. Öyleyse kaderi
bilmek böyle bir duruma yol açacağı için, Allah Teâlâ onu kullarından
gizlemiştir. Dolayısıyla, kader bilinmez. (Kader bilinmediğine göre) Alemdeki
her şahıs, kendisi hakkmda bir bilgi ve cehalete sahiptir. Bilgisizliği
yönünden kul muhtaçtır, (Haktan) ister, boyun eğer ve yakarır. Bilgisizliğini bilmesiyle
de, bu nitelik ondan meydana gelir.
Bu
durum, kaderin bilinebilir olması durumunda geçerlidir. Halbuki onun özü
gereği bilinemeyeceğini ortaya koymuştuk. Nitekim Hakkın bir tane nefsî
niteliğinin bulunduğunu biliyorsun. Bu nitelik ise, O’nun zâtının aynıdır.
Hakkın sayesinde başkasıyla ortak olabileceği şeylerden ayrışmasını sağlayan
‘kurucu bir faslı’ yoktur. Bilakis Allah Teâlâ, illeti olmayan ve illet olmayan
mutlak birlik ile Bir’dir. Öyleyse bu zâtî nitelik, Varlıktır, o kadar!
Kader
bilgisinin insandan gizlenmesinin sebeplerinden birisi, bu bilginin insanı
böbürlendirmesidir. Çünkü kaderi bilmek, insanın özellikle de peygamberlerin
övünebileceği en yüksek bilgidir. Onlarm bu bilgiye ihtiyaçları, bütün
insanlardan daha fazladır, çünkü resullük makamı, bunu gerektirir. Onların
doğruluklarına bu bilgiden daha çok delil veya ayet olacak başka bir bilgi
yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kendisine
vahyettiği şeylerle Allah Teâlâ’yı nitelerken şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya
övülmekten daha sevimli gelen bir şey yoktur.’ Kaderi bilmek gibi bir övgüden
daha üstün bir övgü de yoktur. Allah Teâlâ Âdem’i suretine göre yarattı.
Öyleyse bir kulun övülmek ve methedilmekten daha çok seveceği bir şey yoktur.
Kulun övülmeyi en çok sevdiği konu ise, Allah Teâlâ’yı bilmektir ve kaderi
bilmek Allah Teâlâ’yı bilmektir. İnsan olan bir kula kader bilgisi açılırsa,
hiç kuşkusuz, bu konuda kıskançlık göstermesi ve kendisine göstermesi uygun
olmayan kimseden bilgiyi gizlemesi emredilir. Halbuki insan övülmeyi sevme
özelliğinde yaratılmıştır. Peygamberlik bütün yaratıkları doğru yola ulaştırma
arzusunu taşımayı gerektirir, insanları doğru yola ulaştırmada bu fenden
(kaderi bilmek) daha açık bir yol da yoktur. Peygamberlerin içlerinde gizlemekten
dolayı duydukları acı ve elemin kadri bilinemez. Bu nedenle Allah Teâlâ
peygamberlerden böyle bir acıyı hafifletmiş ve kader bilgisini onlardan
gizlemiştir.
İçindeki
halleri yaratılmışlarına ulaştırma gücüne sahip bütün âlem, böyle bir bilgiye sahip
olduklarında kader bilgisini veya benzeri bir bilgiyi gizler. Bunun tek
istisnası, cinler ve insanlardır. Çünkü bu unsurların güçlerinden meydana gelen
yaratılış, onlarda bu davranışı (ifşa) gerektirir. Böyle bir bilgiyi gizleyen
ise, istemeden onu gizler, yaydığında ise övgü kazanır. Hayvanlara ifade etme
gücü verilmemiş olmasaydı, hiç kuşkusuz, onlar da gördükleri ve Allah Teâlâ’nın
bilenine gizlemeyi emrettiği bilinmeyen durumları bildirirlerdi. Örnek olarak
ölünün tabutta ses çıkarmasını, kabir azabım, şehitlerin canlı olmasını verebiliriz.
Her hayvan bunu duyar ve Cuma günü belli bir saatte ona kulak verir. Fakat
böyle bir hayvana bu bilgi gösterildiğinde (keşf), bunu ifade etmeyecek şekilde
susturulur (hares). O halde onların bir takım şeyleri gizlemeleri, kendi
iradelerinden değil, zorunluluktur. Böylelikle Allah Teâlâ kader bilgisini
insanlardan ve cinlerden gizlemiştir, çünkü o gizli sırlardandır. İşte kader
ilminin gizlenmesinin nedenlerinden biri budur.
OTUZ BEŞİNCİ SORU
Kader Sırrı Onlara Ne
Zaman Açılır? Cevap:
Kader sırrı, kaderden başkadır. Onun sırrı, yaratılmışlarda
hükümran olmasıdır. Bu sır ise Hakk onların gözü haline gelmeden kendilerine
açılmaz. Hakkın gözü onların gözü olup eşyaya Hakkın gözüyle baktıklarında
ise, bilmedikleri şeyler kendilerine görünür. Çünkü Hakkın gözüne hiçbir şey
gizli değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya yerde ve gökte
hiçbir şey gizli kalmaz. O sizi rahimlerde şekilden şekle sokandır.’381 Rahimler karanlık
yerlerdir. Allah Teâlâ orada eşyayı idrak etmekle övülür. ‘Dilediği gibi şekillendir endir. ’382 Kastedilen, suret ve tasvir türleridir.
‘O’ndan başka ilah yoktur.
O Azizdir.’383 Yani bir
tasvir ve tasavvur olmaksızın, sureti kendisine nispet eden münezzehtir. ‘Hakimdir,’384 Suretleri kabul etmek için
düzenlenmiş istidatların verisine göre işini yapandır. Böylelikle kendilerine
uygun olduğunu bildiği dilediği suretleri, onlar için beürler.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir kutsi hadiste Rabbinin şöyle dediğini bildirir:
‘Kimse bana kendisine farz kıldığım şeyleri yapmaktan daha sevimli bir şeyle
yaldaşamaz.’ Farzlar, zorunlu kulluktur. ‘Kul bana nafile ibadetlerle
yaklaşmayı sürdürür.’ Bunlar gönüllü kulluktur. ‘En sonunda onu severim.’ Çünkü
bu ibadederi nafile yaptığında, bunlar Allah Teâlâ’dan uzaklaşmaya yol açar.
Kul gönüllü kulluğu kendisine zorunlu kulluk gibi mecbur Hakk getirdiğinde ise Hakk
kendisini sever. İşte bu ‘onu severim’ demenin anlamıdır. Sonra şöyle der: ‘Onu
sevdiğimde, kendisiyle duyduğu kulağı, gördüğü gözü olurum.’ Bu hal nedeniyle Hakk
kulun gözü olduğunda, gizli olmayan bir şey ona nasıl gizli kalabilir Ki?
Böylelikle nafile ibadetler ve onlara devam, kula Hakkın niteliklerinin
hükümlerini kazandırır. Farzlar ise, onun bütününün nur olmasını sağlar. Böylelikle
o, sıfatıyla değil, zâtıyla bakar. O halde onun zâtı duymasının ve görmesinin
ta kendisidir. İşte bu, kendi varhğı değil, Hakkın varlığıdır. Allah Teâlâ,
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.
OTUZ ALTINCI ve
OTUZ YEDİNCİ SORULAR
Bu Bilgi Onlara Nerede Açılır!1 Kimlere Açılır? Cevap:
Bu bilgi, edilgenlikleri ve birlikleri halinde açılır. Şöyle ki: Mazharlardan bir kısmı mazhar
olduğunu bilirken bir kısmı mazhar olduğunu bilmez ve Hakka yabancı olduğunu
zanneder. Bir kimsenin mazhar olduğunu bildiğinin belirtisi, dilediği herhangi
bir yerde mazharların onun adına meydana gelmesidir. Örnek olarak
Kadibü’l-Bân’ı verebiliriz. Onun âlemden dilediği yerde -dilemediği
değilmazharları vardı. Çünkü o, dilediği yerde değil, âlemde dilediği şey
içinde gözükebilen birisiydi. Âlemde dilediği yerde zuhur eden biri, âlemden
dilediği şeyde de zuhur imkânına sahiptir. Bu durumda tek bir suretin, farklı
yerlerde ortaya çıktığı gibi pek çok suret de -birbirini müteakiben onları
algılayan bir hakikatte tek bir zâtı giydirir.
Bir
ya da pek çok şahıs adına gerçekleşen farklı suretlerde Hakkın tecellisini
tanıyacağı bir mekânda bulunan bir insanın bu durumu bilmesi, zevk yoluyla
gerçekleşebilir. Bu durumu zevk yoluyla bilen kimse ise, böyle bir nitelikle
nitelenme imkânı kazanır. İşte bu, bu mertebede ve bu güçte bulunduklarında
onlara açılan kader sırrının bilgisidir.
OTUZ SEKİZİNCİ SORU
Rabbimizin İtaat ve
Günahtaki İzni Nedir? Cevap:
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ kötülüğü emretmez:385 Öyleyse günah ve itaatin her ikisinde ortak olan
izin, -hüküm yoluyla değilfiilen verilmiş ilahi bir izindir. Allah Teâlâ’nın
eşyada günah ve itaat hakkındaki hükmü, onları bu haliyle bilmesinin ta
kendisidir. Dolayısıyla izin verilen şey, irade edilen değildir. Bu durumda
hüküm, emredilmiş olamaz. Hükme konu olan şey, irade edilen ve emredilen
şeydir. Öyleyse itaat ya da günah olmak yönünden, itaat ve günaha izin
verilemez.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara
bir iyilik isabet ederse, bu Allah Teâlâ katındandır derler. Kötülük isabet
ederse bu senin katındandır derler. De ki hepsi Allah Teâlâ katındandır:386 Bunların Allah Teâlâ katından olmaları, fiil olmak
yönündendir. 'Bu
kavme ne oluyor ki, sözü anlayamıyorlar?’387 Allah Teâlâ kötülüğün Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in nezdinden olabileceği iddialarını reddetmiştir. Nitekim Allah
Teâlâ Musa hakkında da şöyle der: ‘Musa ile ve onunla beraber olanlarla uğursuz
olmuşlardır.’ Buna karşı Allah Teâlâ onlara şöyle der: ‘Sana isabet eden her kötülük, kendin
dendir.,iSf>
Yoksa o, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den değildir. Bu konudaki
kanıtımız ‘De ki hepsi Allah
Teâlâ kalındandır5389 ayetiyle dile getirilir. Burada Allah Teâlâ, her şeyi
kendine izafe etmiştir. Her şey, iyidir ve O’nun elindedir. Kötülük ise O’na
ulaşamaz. Soruyu itaat ve günah lafzıyla soran kişi, sorulana sahip olduğu
bilgiyi görmek istediği zarınım verir. Çünkü bu soru, keşf yoluyla hakikatleri
bildiğini iddia eden kimse adına bir sınanma sorusudur. Bu bölümü elMârifet adlı kitabımızda açıklamıştık.
OTUZ DOKUZUNCU SORU
Bütün Yaratılmışlara Akılların
Kendisinden Bölündüğü En Büyük Akıl Nedir? Cevap:
Gerçekte
mümkünlerden bilinir olanların mertebeleri,
üçtür: Birincisi maddelerden soyut anlamlar mertebesidir. Bunların özelliği,
kanıt ve açıklık yoluyla akıllar vasıtasıyla algılanmaktır. İkinci mertebe ise
özellikleri duyularla algılanmak olan şeylerdir ki, bunlar duyulurlardır.
Üçüncüsü ise, özellikleri akıl ve duyularla algılanmak olan şeylerdir. Bunlar,
tahayyül edilen şeylerdir ve anlamların duyulur şeylerde şekillenmesidir.
Onları, aklın hâdimi musavvire gücü şekillendirir. Bunun kaynağı ise, insan ve
cin cisimlerinin kendinden oluştuğu doğa denilen bir şeydir.
Allah Teâlâ yükümlü kulları için
mutluluklarının sebeplerini kendilerine gönderdiği peygamberlerin dilleriyle
açıklamak istemiş, bunu ise resul ve nebî diye isimlendirilen bazı insanların
kalplerine indirdiği yüce ruh (Cebrail) vasıtasıyla yapmıştır. Cebrail,
anlamları muhataplarında duyulur suretler şeklinde aktarmıştır. Bu suretler,
bölünme, parçalanma, azlık ve çokluk kabul eder. Bunun yerini ise, hayal
mertebesi yapmıştır. Böylelikle manalar dinleyende somutlaşır (tecessüd) ve
akıllar onları kendilerine benzetilmiş oldukları duyulurları algıladığı gibi
benzetmeyle algılar. Söz konusu anlamlar gerçekte mekânlı olmadığı gibi
bolünebilir, az, çok, nitelik, nicelik, sınır, miktar sahibi de değillerdir.
Şâri’ bu kabilden getirdiği şeyleri kabul etmemiz için uyuyan insanın uykusunda
bilgiyi süt şeklinde görmüş olmasını bize kanıt olarak getirdi. İnsan o sütü
içer ve tırnaklarından taşıncaya kadar doygunluk hisseder. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Bunu nasıl tevil
edersin?’ diye sorulmuştur. Burada, gördüğün suretin neye tevil edildiği kast edilmiştir.
Peygamber ‘bilgi’ diye cevap vermiştir. Bilgi süt diye isimlendirilen bir cisim
olmadığı gibi süt de değildir. Bilgi, duyuların kendisini algılayabilme
özelliğinde olduğu suretlerden soyut bir anlamdır.
Şâri’nin akılların insanlara
buğdayların taksim edildiği gibi taksim edildiğini söylediği ifade de,
soyutların somudara benzetilmesi kapsamına girer. Bazı insanlara akıldan
ölçülebilir özellikteki suretlerde ortaya çıkan şeyden bir, iki ya da daha çok
veya daha az ölçüler verilmiştir. Böylelikle, insanların akıllarda derecelenişi
açıklanmıştır, bu durum, tanık olduğumuz bir şeydir. Bütün şahısların hilim
sahibi olan akıllılar olmakla nitelendiklerini görürüz. Bu bağlamda bir
kısmının akü sırların ve anlamların kapalılıklarını algılar. Hikmet sahibi
birisinin söylediği sözün lafzı, kapalı anlamlardan ve yüksek bilgilerden elli
veya yüzden fazla yorum taşıyabilir. Bunlar, ilahi mertebeyle veya ruhanî
şeylerle veya doğal varlıklarla veya matematikle veya mantıkla ilgilidir. Bir
şahsın aklı ise, buradan daha aşağı derecededir. Başka birininki ise bundan
daha aşağıda olabilir. Başka bir akıl en büyüğünden daha üstün olabilir.
Akılların farklılığını gördüğümüzde, onların şahıslarda çokluk ve azlık kabul
eden zâdarın bölünmesi gibi bölündüğüne kanıt getirdik. Bu mânevî bölünmeyi
kabul eden anlamı ise, ‘en büyük akıl’, başka bir ifadeyle akıllı varlıklarda
dereceli bir şekilde bulunan bu akılların kendisinden çıktığı akıl diye
isimlendirdik.
Bu ‘en büyük akıl’dan akılların
oluşumunu, en uygun benzetme ve temsille kendisinden bütün kandillerin
tutuştuğu ilk kandile benzetebiliriz. Bu durumda fitiller sayısınca
kandillerin sayısı da artar. Fitiller ise, o kandilin ışığından istidadarınca
kabul eder. Doğal bir fitil, olabildiğince temiz, yağı duru ve cismi büyük
ise, ışığı daha geniş, nurunun cisminin niceliği de daha büyüktür. Böyle bir
fitil, kendisinden duruluk ve temizlikte daha aşağıda bulunan fitilden daha
büyüktür. Öyleyse ışıklar arasındaki farklılık, fitillerin farklılıklarına göre
gerçekleşir. Bununla beraber, ilk kandilden bir şey eksilmez, bilakis o bulunduğu
kemâl halinde kalır. Bu kandillerden her biri, ona benzer ve şöyle der: ‘Ben
onun benzeriyim. O benden hangi yönden üstün olabilir Ki? Ondan alındığı gibi
benden de ışık alınır.’ Böyle söyler durur. Halbuki ilk kandilin asıl ve
öncelik sahibi olması yönünden kendisinden üstün olduğunu görmez. İkinci
üstünlük yönü ise ilk kandilin bir maddede bulunmayışıdır. İlk kandil ile Rabbi
arasında vasıta yoktur. Onun dışındakiler ise varlığını ancak ilk kandil
vasıtasıyla ve kendisinden tutuşmayı kabul ettiği maddeler vasıtasıyla alır.
Böylelikle akılların dış varlıkları ortaya çıkar. Fer’î kandiller bütün
bunlardan habersiz kalır ve bu konuda bir zevkleri yoktur. Varhğı bir baba ve
anne arasında ortaya çıkan kimse, varhğı vasıtasız olan kimsenin hakikatini
nasıl algılayabilir ki?
Akıllar kendisinden ortaya çıktıkları
ilk aklı algılamaktan aciz ise, ilk aklı yaratanı -Allah Teâlâalgılamaktan daha
da acizdirler. Çünkü Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey, akıldır. Söz konusu
akıl, bu doğal nefisler vasıtasıyla bu akılların kendisinden ortaya çıktıkları
şeydir. Öyleyse ilk akıl, babaların ilkidir. Allah Teâlâ yüce kitabında onu
‘ruh’ diye isimlendirmiş ve kendisine tamlama yapmıştır. Bu bağlamda doğal
nefisler, bu ruh ve her doğal nefse ait tikel ruh hakkında şöyle demiştir: ‘Onu
düzenleyip kendisine ruhumdan üflediğimde.’390 Bu, en büyük akıldır. Bu nedenle
onun için ‘garîzî akıl’ denilir. Bunun anlamı, doğal yaratılışın istidadıyla
onu gerektirmiş olmaktır. Bu yaratılış ise onun düzenlenmesi ve bu şeyi kabul
etmek için itidale kavuşturulmasıdır.
Bilmelisin ki, çok olan her şeyin ash
birdir. Cisimler tek bir cisme, nefisler bir nefse, akıllar bir akla döner.
Fakat salt birliği yönünden birden çokluk meydana gelmez. Aksine nispeder
vasıtasıyla çokluk birden meydana gelebilir. Zikrettiğimiz durumu
düşündüğünde, işin böyle olduğunu görürsün. Bu durumda bu bir, kendiliğinde
bölünmemiş iken, adeta çokluğa bölünmüş gibidir. Bölünmemiş olması, onun nefisler
ve akıllar gibi bölünmeyi kabul etmeyen başvurulan bir asıl olmasından
kaynaklanabilir. Ya da onda bu çokluğun kendisinden meydana gelecek bir gücün
bulunmasıdır. Bununla beraber, su ya da rüzgâr ile canlının kendisinden
oluştuğu cisimler gibi, cisimliği yönünden bir eksilme olmaz. Söz konusu su
veya rüzgâr, kendisinden oluşan cismin tanımından değildir.
KIRKINCI SORU
Âdem’in Niteliği Nedir? Cevap:
Ona ister ‘ilahi
mertebenin niteliği’ ister ‘ilahi isimlerin toplamı’
ister Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği gibi ‘Allah Teâlâ
Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ de ve bunu onun niteliği say! Çünkü Allah
Teâlâ Âdem’in yaratılışında iki elini biraraya getirdiğinde, Âdem’e kemâl
özelliğini verdiğini anladık. Allah Teâlâ Âdem’i toplayıcı ve kâmil yarattı.
Bu sayede Âdem, bütün isimleri kabul edebilmiştir, çünkü o, hakikatleri
yönünden âlemin bir toplamıdır. Öyleyse Âdem müstakil bir âlem demektir. Onun
dışındakiler ise, âlemin parçasıdır.
İnsanın bâtını yönünden Hakk ile
ilişkisi, dünya hayatındaki en kâmil şeydir. Âhiret yaratılışında ise, zâhir ve
bâtın yönünden Hakk ile ilişkisi vardır. Bâtını olmayan meleğin ise zâhiri
yönünden Hakk ile ilişkisi daha tamdır. Fakat melek Hakka zâtı yönünden değil,
‘Allah Teâlâ’nın isimlendirileni olması yönünden nispet edilir. Çünkü Allah
Teâlâ zâtı yönünden zâtına aittir. Allah Teâlâ diye isimlendirilmesi yönünden
ise, âlemi talep eder. Böylelikle âlem, Haktan mertebeden başkasını bilemez. Bu
ise O’nun ilah ve rab olmasıdır. Bu nedenle O’nun hakkında ancak bu nispet ve
izâfeder bakımından konuşulabilir.
Âdem zâhirinin ve dış yönünün
üzerindeki hükmü nedeniyle Âdem diye isimlendirildi, çünkü ondan zâhirinden
başka bir şey bilinmemiştir. Aynı şekilde, Haktan ez-Zâhir isminden başka bir
şey de bilinmedi. Bu ise, ilahi mertebedir. Öyleyse zât bilinemez! Aynı
şekilde, âlemde melekler ve diğerlerinin karşısmda Âdem de bâtını bilir
meyendir. Melekler, farklı, birbirine zıt ve birbirini iten doğalardan meydana
geldiğini gördüklerinde dış yaratılışına bakarak onun bozguncoluk yapacağı
hükmünü vermişlerdir. Melekler bu unsurların bu yaratılıştaki birisi üzerinde
etki ortaya çıkartacaklarını anlamıştı. Halbuki onun iç yüzünü bilselerdi -ki o
Allah Teâlâ’nın Âdem’i üzerinde yarattığı suretin hakikatiydimelekliği de onun
yaratılışının bir yönü sayarlardı. Halbuki onlar, ilahi isimleri
bilememişlerdi. Âdem ise, bu toplayıcılık sayesinde kendisine gösterilen bu
isimleri bilmiş ve zâtını görmüştür. Böylelikle her şeyde ve her şeyden olan
dayanağını öğrenmiştir.
Bütün âlem, Adem’in tafsilidir. Âdem
ise, toplayıcı kitaptır. Öyleyse âlem karşısında Âdem, beden karşısında bir
ruh gibidir. İnsan âlemin ruhu, âlem onun bedenidir. Her ikisiyle ise, âlemin
tümü ‘büyük insan’ olur. İnsan ise ondadır. İnsan olmaksızın âleme baktığında,
onu ruhsuz-düzenlenmiş bir cisim gibi görürsün. Öyleyse insan vasıtasıyla
âlemin kemâle ulaşması, bedenin ruh vasıtasıyla kemâle ulaşmasına benzer,
insan âlem cismine üflenmiştir ve insan âlemdeki maksattır. Allah Teâlâ, melekleri
ona elçiler edinmiş, bu nedenle de melekleri ‘resuller’ diye isimlendirmiştir.
Melek, risalet anlamındaki ‘me'luke’ kelimesinden gelir. Üstünlüğü suretin
kemâline bağlarsan, ‘insan daha üstündür’ dersin. Üstünlüğü Allah Teâlâ’yı
bilmeye bağlarsan -teorik düşünce yönünden değil, Hakk yönünden gelen bilgi
yönündenüstün ve faziletli olan kimse, ‘bu benden daha faziletlidir’ diye Allah
Teâlâ’nın şereflendirdiği kimse olur. Çünkü Allah Teâlâ dilediği kullarını
üstün yapmaktan engellenemez. Allah Teâlâ’yı bilmenin -ki şeref ona
bağlıdırvarabileceği bir sınır yoktur.
KIRK BİRİNCİ SORU
Onun Dost Edinilmesi Ne Demektir? Cevap:
Allah Teâlâ
Âdem’i üç şey ile dost edindi. Birincisi
iki eliyle yaratılışını gerçekleştirmesidir. İkincisi, meleklerine
öğretmediği isimlerini öğretmekle onu dost edinmesidir. Üçüncüsü ise,
halifeliktir. Bu ise ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’39' ayetinden
kasdedilen şeydir. Halife sözü ‘yeryüzünde bir ilah vardır’392 sözünden kaynaklanmış ise, Âdem
yeryüzünde Hakkın vekilidir ve söz onun üzerinde gerçekleşir. Halifelik yok
olduğunda yeryüzünde bulunanın yerini alacak kimse anlamındaysa, konumuz bu
değildir. Halife derken kastedilen, Hakka vekilliktir, çünkü melekler ‘yeryüzünde
bozgunculuk yapacak ve kan akıtacak’393 demiştir. Böyle bir özellik ise,
hüküm sahibi bir kimseden meydana gelebilir.
Hüküm ise, öncelik mertebesine ve
emirleri uygulayan kimseye ait olabilir.
Soru soran, yaratılmışlarda Allah Teâlâ’nın
vekili olan halifeyi kast edebilir. Allah Teâlâ onu ez-Zâhir ismiyle
yerleştirmiş ve ona içerdikleri özellikler bakımından isimlerin bilgisini
vermiştir. Sonuçlar (infialler) bu isimlerden ortaya çıkar. Âdem, bu isimlerin
tasarruflarını âlemde gerçekleştirir. Çünkü her ismin âlemde kendine özgü özel
bir etkisi vardır. Bunu, harfler ilmini ve harflerin yazılı olmaları,
söylenişleri ve hayalde tahayyül edilişleri yönüyle sıralanışlarını bilenler
bilir.
Bu bağlamda harflerin bir kısmının
üst âlemde etkisi vardır. Bunlar söylendiğinde veya duyu âleminde
yazıldığında, ruhanîler onlar vasıtasıyla iner. Bir kısmının cin ve ruhanîler
gibi ceberut âleminde etkisi vardır. Bir kısmının zikredilmesi, her hayalde ve
duyuda bir etkiye sahiptir. Bir kısmının ise, nispederin mevzii olan en yüce
ve korunmuş mertebede etkisi vardır. Bu tek etkiyi ve onun isimlerini -ki teşrî
isimleridirsadece nebîler ve peygamberler bilebilir. Söz konusu şeriadarla
amel etmek ise, bu nispet mertebelerinde etkin olmayı sağlar. O, farkına
varılmayan yüce mertebedir. Hakk onu eserlerinin yeri ve tecellilerin yansıdığı
bir yer yaptı. O, iniş, istiva, beraberlik, sevinme, gülme, miktar ve ancak
ölçülen nicelik ve nitelik sahibi zâdar için düşünülebilecek özellikleri (Allah
Teâlâ’ya) verir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: cGökte
ilah odur.”94 Burada
göklerde ilah olarak ortaya çıkmayı sağlayacak kendine özgü isimle hüviyet (O)
zikredildi. ‘Yerde de ilahtır.’395 Burada ise ilah olması yönünden
yeryüzünde ortaya çıkmaya uygun isim getirildi. Böylelikle Âdem bu ismin vekili
oldu ve söz konusu isim onun bâtınıdır. Bu isim, halifeliğinin bulunduğu
yeryüzüne özgü ilahi isimlerden meydana gelen etkileri Âdem’e öğretendir. Yerde
halife olan herkes için aynı durum geçerlidir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Sizi
yeryüzünde halifeler yaptı’396 buyurdu. Başka bir ifadeyle, bu
mertebede bir kısmımız diğerlerinin ardından gelir. Bununla beraber, zaman ve
hallerin değişmesi nedeniyle yeryüzündeki halifeler arasında bir derecelenme
vardır. Hal ve zaman, bir önce ya da sonraki hal ve zamanın verisinden başka
bir durumu verir. Bu nedenle, asırların değişmesiyle peygamberlerin mucizeleri
de değişir. Her peygamber ve halifenin mucizesi, o zamana ve bilginlerin
hallerine egemen duruma göre ortaya çıkar. Söz konusu özellik, tıp, sihir,
fasihlik ve benzeri bir şey olabilir. Bu durum, ‘Bir
kısmınızı derece bakımından diğerlerinden üstün yaptı’397
ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ halifelere şöyle der: ‘Size
verdiği hususlarda sizi sınar. Rabbin hızla cezalandırır. O bağışlayıcı ve merhamet
edicidir.,39S Bu iki
nitelik ise, hüküm, emir ve yasaklamanın elinde bulunduğu kimse adına
gerçekleşebilir.
Böyle bir üslup, onun saltanat
halifeliğini ve mülkünü kastettiği ihtimalini güçlendirir. Bu durumda soruda
kast edilen şey, ilahi görevlendirmedir. En büyük etkisi ise nefsin düşünen
(natılc) olması yönünden himmet gücüyle fiildir. Yoksa bu, lafızda
alışılagelmiş harf ve ses yönünden bir etki değildir. Çünkü arkadaşlarımızdan
bir guruba göre, nefsin dilinkine benzemeyen kendisine yaraşır tarzdaki nutk
özelliği olmaksızın himmetten bir sonuç gerçekleşmez. Onları bu düşünceye sevk
eden şey, Allah Teâlâ’ya vekil olmanın anlamıdır. Allah Teâlâ bir şeyi dilediğinde
-ki dilemek bizde ‘himmet’ diye isimlendirilirona ol der ve o da olur. İşte bu,
bizde nutk veya -kendisine layık bir tarzda‘söz’ diye isimlendirilir. Allah
Teâlâ kendisi hakkında iradeyle yetinmemiştir ki, ona sözü bitiştirdi. Yaratma
(tekvin), bu durumda gerçekleşti. Onun vekilinin de -ki o halifediryaratırken
kendisini halife edinenden yetkin olması mümkün değildir. Bu nedenle nefsin
nutk gücü olmaksızın himmet ile yetinmemişlerdir.
Biz ise bunu kendi yerinde söyleriz
ve o doğrudur. Şu var ki, zâtın Hakk ettiği şey onlardan gizlenmiştir. Çünkü
mertebe o olmaksızın bilinemez. Böylece mertebe, hiç kuşkusuz, zâttan meydana
gelir. Çünkü zât özü gereği onu ister. Yoksa himmet ya da söze dayanan bir
sözle onu talep etmez. Bilakis onun himmet veya sözü, zâtının ta kendisidir.
Binaenaleyh ulûhiyetin zâta ait olması, halifenin zâtı olması yönünden,
halifenin zâtından meydana gelen şeydir. Söz konusu olan, cisminin ve ruhunun
yaratılışı demek olan zâtı değil, halifelik zâtıdır. Bununla beraber, akla
göre -bilgilerin ölçülerindeve dine göre bir sonuç meydana getirmenin varhğı
için üç nispet zorunludur. Akla gelirsek, ölçü bilenler, bunu bilir. Şeriata
gelirsek Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim
sözümüz”99 Burada
çoğul ifade eden ‘biz’ zamiri, zâtının varlığıdır ve ona gönderme yapar. Bu,
bir şeydir. Ardından ‘onu istediğimizde’400 der ve İkinciyi zikreder. ‘Ona ol
deriz5401 ifadesi ise üçüncü unsurdur. Burada
zât, irade eden ve söyleyen vardır. Bundan ise, hiç kuşkusuz, yaratma (tekvin)
gerçekleşir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın yaratmaya güç yetirmesi, dince üç durumun
dikkate alınmasıyla gerçekleşmiştir.
Aynı şekilde, bilgilerde de sonuç
öncüllerin sıralanışıyla gerçekleşir. Her öncül bir yüklem ve konudan
bileşiktir. Dörtten birinin yinelenmesi ise zorunludur. Bu durumda anlam
bakımından öncüller üç, terkipte ise dörttür. Böylelikle yaratma ferdiyetten
(teklik) meydana gelir ki, o da üçtür. Bunun nedeni, ferdiyetin mutlak birliğe
(ahadiyet) nispetinin gücüdür. Böylece bir’in gücüyle var olanlar ortaya
çıkmıştır. Oluş onun aynı olmasaydı, zuhur ortaya çıkmazdı. O halde her yaratılmışa
nispet edilen varlık, Hakkın varlığıdır. Mümkünün varlığı yoktur. Mümkünlerin
a’yân’ı (sabit hakikatleri) bu varlığın zuhur ettiği yerdir. Adaşımız ve
babamızın adaşının oğlunun sorduğu soruya verdiğimiz cevabı iyice düşün!
Hatmü’l-Evliya isimli kitabında bu soruları soran Muhammed b. Ali Tirmizî’den
söz ediyoruz.
KIRK İKİNCİ SORU
Onun Fıtratı Nedir? Yani, Adem’in veya
İnsanın Fıtratı Nedir? Cevap:
Tirmizi,
insan olmak bakımından onun fıtratını kast
ediyorsa, bunun bir cevabı vardır, eğer halife olmak bakımından fıtratını kast
ediyorsa, bunun da bir cevabı vardır. ‘Halife insan’ olmak yönünden fıtratını
kast etmişse, bunun da cevabı vardır. Ya da, ne insan ne halife olmak yönünden
fıtratını kast etmişse, onun da bir cevabı vardır ki, bu en üstün nispettir.
İnsan salt Hakk olduğunda, ne
insandır ne halife! Nitekim kutsi bir rivayette ‘Ben kulumun duyması ve görmesi
oldum’ denilir. Burada bir yabancılık yok iken, insanlık nerede kaldı? Burada,
doğrudan amir iken halifelik nerede kaldı? Allah Teâlâ bu rivayette seni var
saymış ve ardından silmiştir. Seni saptırmış ve sana hidayet etmiştir. Başka
bir ifadeyle, sana açıkladığı hususta seni şaşırtmıştır. Öyleyse sen hayreti
açık seçik öğrenmiş ve işin sonuçta bir hayret olduğunu anlamışsındır. Bu noktada
hidayetin konusu, dalalettir. Sonra şöyle der: ‘Sen varsın ve yoksun.’
‘Attığında atmadın sen, fakat Allah Teâlâ attı.’ ‘Atan’ Muhammed idi, fakat Allah
Teâlâ attı. Öyleyse Muhammed nerededir? Böylelikle onu silmiş ve ispat etmiş,
sonra tekrar silmiştir. O halde Muhammed iki silme arasında olumlanandır. Söz
konusu olan ezeli bir silmedir ve ‘atmadın’ ifadesinde dile getirilmiştir.
Diğeri ise, ebedi bir silmedir ve ‘fakat Allah Teâlâ attı’ ifadesidir. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in olumlandığı yer ise, ‘attığında’
sözüdür.
Öyleyse bu ayette Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ispatı, iki zaman arasında sürekli varlık
anlamına gelen ‘şimdi’ye benzer. Bu iki zamandan biri geçmiş zaman -ki
olumsuzlama, silme ve yoklukturdiğeri ise gelecek zamandır, o da sırf
yokluktur. Aynı şekilde, duyu ve göz Muhammed’in attığmı gördü. Hakk onu iki
yokluk arasmda olumlanan yaptı ve böylelikle varlığın ta kendisi olan şimdiye
benzedi. Varlık, Hakkın varlığıdır, başka varlık yoktur. O, geçmişte şimdi ve
gelecekte sabit olandır ve böylelikle mevhum bir sınırlanmadan uzaklaşır.
‘Latif ve Habir’ olan Allah Teâlâ’yı tenzih ederim!’ Bu nedenle şöyle demiştir:
‘Müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)*01 Burada ‘hıbra’ kelimesi zikredildi.
Başka bir ifadeyle, biz bunu imanlarında müminleri denemek için söyledik.
Çünkü bunda imanında eksiklik bulunanın sarsıntıya uğrayacağı bir çelişki
vardır. Bu eksiklik, imanın ‘Her şeye yaratılışını verdi’ ifadesindeki kemâl
mertebesinde Hakk ettiği husustaki eksikliktir.
İşte bu cevap, dördüncü ve en zor
yöndeki cevaptır.
İnsan olmak yönünden Adem’in
fıtratına gelirsek, onun fıtratı büyük âlemdir. Halife olmak yönünden fıtratı
ise, ilahi isimlerdir. ‘İnsanhalife’ olmak yönünden fıtratı ise, bir mertebenin
mensup olduğu zâttır. Bu mertebe onsuz düşünülemeyeceği gibi o da bu mertebesiz
düşünülemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gökleri
ve yeri yaratandır.’403 Bu ifade, ‘Gök ve
yer bitişik bir haldeyken, onları ayırdık’404 ifadesine benzer. Fıtratın
türetildiği ‘fatr’ kelimesi, parçalanma demektir. ‘Allah
Teâlâ’nın insanları kendisi üzerinde yaratmış olduğu yaratışında değişme
yoktur.’405 İşte bu
fıtrattır. Allah Teâlâ’nın kelimeleri de değişmez. Bu ise ‘Benim
nezdimde söz değişmez’406 ayetinde dile getirilir. Başka bir
ifadeyle, bizim sözümüz değişme kabul etmeyen tek bir sözdür. Peygamber şöyle
der: ‘Her doğan fıtrat üzerinde doğar.’ Burada belirlilik takısı (lâm-ı
ta’rif), bilinen bir şeyi anlatır. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’nın
insanları yarattığı fıtrat demektir. Bazen belirlilik takısı, bütün yaratılış
türlerini içerir. Çünkü insanlar, yani bu insan âlemin toplamı olduğunda, onun
fıtratı da âlemdeki bütün fıtradarı toplar.
Âdem’in fıtratı, bütün âlemin
fıtratlarıdır. Bu yönüyle Âdem, âlemdeki her bir türün rabbini biliyor olduğu
yönden Rabbini bilir. Onun fıtratı, sayesinde varlığında ortaya çıkan ilahi
tecellidir. Var edildiğinde, bu tecelli onun adma gerçekleşir. Âlemdeki her
varlığın istidadı da ondadır. Öyleyse Âdem, her bir şeriat ile ibadet eden,
her dille tespih eden -insanlığının hakikatinin gereğini yerine getirdiğinde ve
nefsini bildiğindeher tecelliyi kabul edendir. Çünkü ancak kendini bilen
Rabbini bilebilir. Bir şey onu bütünden perdelerse, kendisine zulmeden haline
gelir ve böyle bir insan kâmil insan değildir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Erkeklerden pek çok kimse kemâle ermiş iken
kadınlardan Meryem ve Asiye kemâle ermiştir.’ Burada onların kendilerini
bilmedeki kemâllerini kast etmiştir. Kendilerini bilmeleri ise, Rablerini
bilmeleri demektir.
Öyleyse Âdem’in fıtratı, Allah Teâlâ’yı
bilmektir. Böylelikle Âdem, bütün fıtradarı da bilmiş olur. Bu nedenle Allah
Teâlâ, ‘Adem’e bütün isimleri öğretti’407
demiştir. Bütün, bu sınıf içinde amaçlanan ihata ve genelliği anlatır.
Yaratılışın dışında kalan isim ve nispetieri ise, ancak O bilebilir, çünkü
onların yaratılmışlarla ilişkisi yoktur. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin bir duasında söylediği ‘Gaybının bilgisinde kendine ayırdığın
isimler’ şeklinde dile getirilir. Kast edilen, ilahi isimlerdir. İsimlerin anlamı,
oluşun talep ettiği şeyler de olabilir. Fakat oluşun bir sonu yoktur.
Dolayısıyla Hakkın isimlerinin de sonu yoktur. Böylelikle sonsuz şeylerin
yaratılışını sınırlamak imkânsız olduğu için varlığı geçerli olmayacak bir
yerde kendine ayırma gerçekleşti. Mahiyeti bakımından zâta gelirsek, onun bir
adı yoktur. Çünkü o, bir etkinin mahalli olmadığı gibi kimseye de bilinmez.
Bir nispetten soyut olarak ona delil olacak isim olmadığı gibi böyle bir şey
mümkün de değildir. İsimler tarif ve temyiz içindir. Bu, Allah Teâlâ’nın
dışındaki herkese kapalı bir kapıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ
bilir!
Binaenaleyh isimler bizimledir, bize
aittir, bize dayanır, bizde zuhur eder, hükümleri sizdedir, bizde sona
ererler, bizden ifade edilirler, başlangıçları da bizdendir.
O isimler olmasaydı, biz de
olmazdık * Biz olmasaydık, onlar da olmazdı
Onlarla
göründük, (kendimizle) görünmedik.
Onlar da
bizle göründü, (kendileriyle) değil
Gizlemelerdi,
(başka yönden) tecelli ederlerdi
Zuhur
etselerdi, gizlenirlerdi.
Seksen üçüncü kısım sona erdi, onu
kırk üçüncü soruyla seksen dördüncü kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar