FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN OTUZUNCU KISMI
Rahman
ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
ALTMIŞ
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Temizliğin Sırları
Basiretle bak, temizliğin sırrını
görürsün açıkça,
Uyanık vc arınmış kimselerin üzerinde, kolayca.
Nice temizler var ki,
temizlikle vasıflanmadı.
Ledün deryasına dalıp
battığında
Tuzlu deryaya hayatı batsa
bile Hakîkat deryasından bir geçit bulamaz.
İnsan temizlik için tek taş kullansa yürümüş olur
Önce yaşamış olan kimsenin örnek alman sünnetine göre.
Çift yaparsa, hüsrana
uğramış olarak döner Onu isteyen örtünün bâtınından ayrılır
İki avucu tek olarak yıkamışsa,
İlk yaratılış üzere, arzusuna karşı cimriliği devam ediyordur.
Bereketli ve korunmuş avuç
ortaya çıkmamıştır Tevekkül kılıcı çekilip parlamadıkça
Yüzünü doğru yıkayanın
hayası da sağlıklıdır Artık ne zaman istese, perdeleri kaldırabilir
Su başın saçlarına değmez
ise Avuçları da ense kökünde durmazsa
Kölelik boyunduruğundan
kurtulmamış demektir.
‘Başkalar’ ona helak
menzilinde boyun eğdirmiştir
Yolculuğunu
(ayaklarını) yıkarken Kürsü’yü görmemişse .
Sakalının temizliği eksik
kalmış ve arınmamış demektir
İnsan ağzına su verir, ama
İddiadan uzak durmaz ve
iddiasını yerine getirmezse
Ya da vuslat kokusunu
duymadan burnuna su çekerse
Sümkürür, ama kibir
kendisini helaka götürürse (abdest almış değildir)
Sözlerin en güzeline kulak
verirse, .
Kulağını temizlemiş sayılır.
Abdestliyken mest giyen yolcu
Mesh yapar üç gün boyunca,
sırr’ında ise gizlilik vardır
Yolcu değil de, evinde
duruyorsa,
Mesh süresi bir gündür,
kazasız!
Meshte bir sır var ki,
açıklayamam Eklemlerim ve hatta her yanım kesilse.
Onu, sargılar üzerine mesh
takip eder ki, açıktır (bunun sırrı) Dünyanın görünen yanını istemeyen her
mürit için.
Temiz su bulamazsa bir insan
Tertemiz topraktan teyemmüm almak yeter.
Bir yüzüne, bir de ellerine
mesh yapar.
Ama isterse, iki kez yapar,
daha da iyisi!
Cünüb oldu mu bir insan
tamamen yıkanır Tıpkı hazlar onun üst parçalarına yayıldığı gibi.
Baksana, Allah Teâlâ
yaratıkların dikkatini çeker
Kaburgalar
ile eklemler arasından kendilerini çıkartmasına.
İşte bu,
temizliğinin kendisini kapladığı kimsedir
Nezih
kazlarda kaybolsa bile, kendinden geçmez.
Herhangi
bir farzı unutan insan
Yineler,
onun gereğini kaza ve telafi eder.
Bir farzı
değil de sünneti ihmal eden ise
(Hakka)
Yakınlığı Hakk etmemiş ve arzulara ulaşmamış demektir.
Her
ibadette durum böyledir.
İşleri bilmeyen, bilen gibi olur mu?
Ariflerin
temizliğidir bu, bak! _
Onlarm
grubundan olursan, kazanırsın seçilmiş yakınlığı!
İşin
görünen yüzü bu ise, bir de gözlerden gizlenen var ya
Kat be
kat daha yücedir!
Allah Teâlâ bizi ve sizi kendisinden
bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki, temizlik nezafet demek olduğu için,
onun bir tenzih niteliği olduğunu anladık. Temizlik, maddi ve manevi temizlik,
başka bir ifadeyle kalp temizliği ve belirli organların temizlenmesi olmak
üzere ikiye ayrılır. Manevi temizlik, nefsi kötü ve yerilmiş huylardan, aklı ise
kötü düşünce ve kuşku kirlerinden temizlemektir. Sırrın temizliği ise,
başkalarına bakmaktan temizlemektir. Organların temizliğine gelince, bilmelisin
ki, her organın manevi bir temizliği vardır. Bunları
et-Tenezzülâtu’lmûsuliyye’nin temizlik bölümünde zikretmiştik. Maddi temizlik
ise, nefsin doğal ve alışkanlık olarak tiksindiği pis şeylerden temizlenmektir.
Bu iki temizlik farz kılınmıştır.
Dış-maddi temizlik iki türdür:
Birincisi daha önce zikrettiğimiz nezafettir. Diğeri ise, zorunlu-özel
hallerden kaynaklanan belirli özel yerlerdeki belirli özel uygulamalardır.
Dince bunlara ilave yapılamadığı gibi onlardan bir şey de eksiltilmez.
Zikredilen bu temizliğin dinen üç ismi vardır: Abdest, [bütün bedeni yıkamak]
gusül ve teyemmüm. Bu tür temizlik üç şeyle yapılır. Bunlardan ikisi hakkında
görüş birliğine varılmışken birinde görüş ayrılığı vardır. Görüş birliğine
varılmış iki araç, genel anlamda su ve topraktır. Burada toprağın yerden
ayrılıp ayrılmaması önemli değildir [toprak ya da tuğla gibi toprak ürünleri].
Bilhassa abdestte olmak üzere, görüş ayrılığına düşülmüş temizlik aracı ise,
ekşi hurma suyudur (nebîz). Ayrıca, yerden ayrıştırılmış topraktır [abdestte].
Çünkü zikrettiğimiz tarzdaki toprağın dışında, onun hakkında da görüş ayrıhğı
vardır.
Bu temizlik, müstakil bir ibadet
olabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun hakkında şöyle
buyurur: ‘Nur üstüne nurdur.’ Bazen ise, ancak temizliğin varlığıyla geçerli ya
da daha faziletli olabilecek belirli-özel bir ibadetin geçerlilik koşulu
olabilir. Temizliğin müstakil ibadet olduğu birinci şık, abdest üzerine abdest
almak örneğindeki gibi, ‘Nur üstüne nurdur.’ İkincisi ise, bu temizlenme
sayesinde geçerli olabilecek bu ibadetin yapılmasının önündeki engeli
kaldırmak ve onu yapılabilir Hakk getirmekle ilgilidir. Burada temizlik, o
ibadetin emredilişinde asıl olarak bulunur.
Bu temizliğin yapıldığı şeylerden
biri, engeli kaldıran ve yapılmasını mübah kılan bir temizlenme aracı
olabilir. Bu araç, hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, abdestte su ve ekşi hurma
suyudur. Başka bir temizlenme aracı ise, yapılması farz kılınmış vakitte
belirli bir fiilin işlenmesini mübah kılar, [fakat] aradaki görüş
ayrılıklarına göre engeli büsbütün ortadan kaldırmaz. Bu ise topraktır. Bana
göre, [toprakla teyemmüm] fiilin işlenme vaktinde engeli ortadan kaldırır ki,
bu durum kaçınılmazdır. [Buna karşı bir görüş olarak ileri sürülen] Şari’nin
su bulunduğunda tekrar abdest almayı emretmesi ise, [bana göre] başka bir hükümdür.
Nitekim daha önce ortadan kalkmış iken, engel tekrar geri döner. Toprağın
dışında yerden ayrılmış şeylerde ise görüş ayrıhğı vardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! Namaz kılmak için kalktığınızda,
ellerinizi dirseklere kadar yıkayınız. Başınızı mesh ediniz. Ayaklarınızı da.’29 ‘Ayaklar’ kelimesi [yıkamak fiilinin
nesnesi olarak] fetha ve [mesh etmek fiilinin nesnesi olarak da] kesra
okunabilir. ‘Topuklara kadar..
Cünüb iseniz temizleniniz. Hasta veya yolculukta iseniz veya biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara yaklaştıysanız ve su bulamadıysanız, temiz toprak ile teyemmüm ediniz.
Yüzünüzü ve ellerinizi onunla mesh ediniz. Allah Teâlâ size güçlük çıkarmak
istemez, fakat sizi temizlemek ister.’30
Başka bir âyette Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ size gökten bir su indirir ki, onunla
temizlenesiniz ve sizden şeytanın pisliğini [ricz] gidermek ister™ Ricz
[pislik] kelimesindeki z, s harfinin yerini almıştır. Bu okuma, [sırat yerine]
‘zırat5 diye okuyan kimsenin okuyuşudur. Bu, yani s ile okuma, İbn
Kesir’in okuduğu dildir. [Başka bir kıraat bilgini] Hamza ise, z [zırat diye]
harfiyle okur. Diğer kıraat imamları ise Sad harfiyle okur.
578 yılında, (Endülüs’ün
beldelerinden) İşbiliyye’nin bir beldesi olan Kavsu’l-haniyye’deki kendisiyle
şöhret kazanmış mescidinde Muhammed b. Half b. Sâf el-Lahmî adındaki
şeyhimizden -ki huzurunda Kur’an okuyordumduymuştum: Kur’an okurken İbn Kesir’
in okuyuşuna göre [sırat5!] Sin harfiyle okudum. Bunun üzerine bana
şöyle dedi: ‘Bir dilci, bedeviye sordu: ‘Sakar’ mı yoksa ‘sekar’ mi okuyorsunuz?’
Bedevi şöyle cevap verdi: ‘Ne dediğini anlamadım? Fakat sanırım ‘zakar’ı
soruyorsun.5 Dilci şöyle demiş: ‘Böylece bedevi bana bilmediğim
üçüncü bir okuyuş söylemiş oldu.5
el-Ferrâ şöyle der: ‘Rics, pislik
demektir.5 Suyun pisliği giderdiği ise kesindir. Dinî temizlik ise
‘şeytanın pisliği’ni giderir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Elbiseni
temiz tut.’32
İmru’l-Kays şöyle demiştir:
Bir huyum seni üzmüş ise
Elbisemi elbisenden sök
çıkart
Şair ‘elbise’ derken sevgi ve
kavuşmayı kast etmiştir. Hz. Peygam ber ise, kutsi bir hadiste Rabbinin şöyle
buyurduğunu bildirir: ‘Beni yerim ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi
sığdırdı.’ Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri el-Mümin’dir. Bu isimle ahlâklanan
kimse, hiç kuşkusuz ki kalbini temizlemiş demektir. Çünkü kalp iman
mahallidir. Böylece, Hakkı sığdırma ve rabbani tecelli [kalpte] gerçekleşir.
Genel temizlik -ki yıkanmak
demektir-, cinsel ilişki nedeniyle alınan hazla benliği kuşatan bilinçsizlik
halinden temizlenmektir. [Cinsel ilişkinin bu durumu şiirde şöyle anlatılır]:
Bana süha (yıldız) gibi
göründü, o da beni ay gibi gördü.
Özel anlamda temizlik ise, bazı
organları yıkamak ve meshetmekle sınırlı olan abdest demektir. Bu temizlik
bilinen makamlara ve değerli tecellilere dikkat çekmektir. Bunların arasında
kuvvet, söz, nefesler, doğruluk, tevazu, hayâ, sema ve sebat bulunur. Bunlar,
abdest organlarıdır ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmada sonuçları olan değerli
duraklardır.
Bü ruhsal temizlik iki şeyle yapılır:
Ya, hayat sırrının temizlenmesi veya unsurdan oluşmuş kozalağımsı yapının
temizlenmesidir. Hayat sırrıyla abdest, el-Hay ve el-Kayyum’u müşâhede etmek
demektir. Yaratılışın aslıyla abdest almak ise, oğulların aslı olan baba’da gerçekleşir
ki o da, yeryüzü ve topraktır. Bu ise, seni kimin yarattığını öğrenmen için,
zatın hakkında düşünmek ve onu araştırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Allah
Teâlâ ‘ve nefislerinizde âyet vardır. Görmüyor musunuz?’3İ
âyetiyle seni kendine çevirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in hadisinde ise şöyle denilir: ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’
Allah Teâlâ, ayrıntıyı [öğrenmen
için] seni kendine yöneltmiş, incelemen ve akıl yürütmen için de [bu ayrıntıya
ait] özeti senden gizlemiştir. Allah Teâlâ ayrıntı hakkında şöyle der: ‘İnsanı
süzülmüş topraktan yarattık.’34 Söz
A t
konusu olan Adem’dir. ‘Sonra
onu yerleşik bir mekânda nutfe yaptık.’31 Kastedilen, nutfelerin düştüğü ve
yıldızların mevkileri olan (mevâkiu’nnücûm) rahimlerde çocukların
yaratılmasıdır. Bu da ‘yerleşik bir yer’ diye ifade edildi. ‘Sonra
nutfeyi alaka yaptık. Alakayı mudğa yaptık. Mudğayı ise kemikler yaptık ve
kemiklere et giydirdik.’36 Böylece beden ayrıntılı olarak
tamamlandı. Çünkü et, damarları ve sinirleri de içerir.
Her tavırda ona ait bir âyet
var Benim muhtaç olduğumu gösteren.
Ardından, insanın ‘insan’ olmasını
sağlayan ‘düşünen nefs’in yaratılışını âyette özetleyip şöyle buyurdu: ‘Sonra
onu başka bir yaratılışla yarattık.’ Allah Teâlâ, bu açıklamayla sana mizacın
hakikatinin [oluşumunda] bir etkisinin olmadığını bildirdi. Bu bildirim, kesin
bir ifadeyle olmasa bile, yine de açıktır. Buradan sadece ‘seni düzenledi
ve sana denge verdi’37 âyetini açıklayalım. Bu ifade,
ayrıntılı açıklamayı ifade ederken tavırdan tavra girmekle ilgili söylediğidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dilediği herhangi bir surette seni
terkip etti.’38 Burada terkip etmeyi meşiyete [ma-şâe]
bitiştirdi. [Daha önce oluşan] Mizaç özel ve belirli bir ruhu gerektirseydi,
âyet ‘dilediği herhangi bir surette’ demezdi. ‘Herhangi’, tıpkı ‘ne’ edatı gibi
belirsizlik bildirir. Çünkü o, her şey için kullanılan bir edattır.
Böylece Kur’an, mizacın özü gereği
bir sureti gerektirmediğini açıkladı. Fakat meydana geldikten sonra suret
[nefs], bu mizaca muhtaç olur ve [fiilleri için] ona döner. Çünkü o, içerdiği
kuvvetlerle birlikte mizaçtır. Nefs ise, bedeni ancak o güçler sayesinde
yönetebilir. Çünkü güçleriyle birlikte mizaç, suret için [nefs] marangozluk
veya söz gelimi bina yapan sanatkâr için araçlar gibidir. Aleder hazırlanıp
sağlam bir şekilde yapıldığında, özleri gereği ve halleriyle, bir sanatçıyı
talep eder. Bu sanadcâr, onlar ile yapacağı şeyi yapar. Fakat araçlar,
sanatkârın Ali, Veli, Halit, Ömer yeya belirli bir kişi olmasını belirleyemez.
Bir
sanatkâra araç kendiliğinden [yapacağı şeyi] yapma imkânı verir. Bu noktada alet,
bu imkânı sunmada seçim hakkına sahip değildir. Sanatçı da, [kendisine verilen
bu imkânla], her aracı yatkın olduğu işe yönlendirerek araçlarla yapacağı şeyi
yapmaya koyulur. Araçların bir kısmı mükemmeldir. Bunlar, yaratılışları tam
olan şeylerdir. Bir kısmı ise mükemmel değildir. Bunlar yaratılışı tam olmayan
şeylerdir. Aracı kullanan kişi, aracın yetkinlikten eksikliği ölçüsünde, işini
eksik yapar. Bu durum, zattan kaynaklanan kemalin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu
öğrenmeyi sağlar. \
Böylece Hakk, bakıp düşünesin ve
böylece süre uzasa bile Allah Teâlâ’nın ‘seni anlamsız yaratmadığını’ öğrenesin
diye, sana bedeninin ve ruhunun mertebesini açıkladı.
Acaba niyet -ki kasıt
demektir[yukarıda belirttiğimiz] bu bakmanın geçerlilik şartı mıdır değil
midir? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Temiz
toprağa teyemmüm ediniz.’39 Yani, bu ibadette kullanımı için
pislik gibi bir engel içermeyen toprağa yöneliniz. Suyla temizlenirken ise
kasıttan söz etmedi. Çünkü âyet, genel anlamda suya yönlendirdi, yoksa göreli
suya yönlendirmedi. Göreli su, Araplarda izafe edildiği şeyle belirlenmiştir.
Bir Arab’a ‘bana su ver’ dediğinde, sana göreli olmayan genel bir su getirir ve
bundan başka bir şey de anlamaz. Her peygamber kavminin diliyle gönderildiği
gibi her kitap da gönderildiği topluluğun diliyle indirilmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kur’an benim dilimde indirilmiştir.’
Kastedilen, açık bir Arapçadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
onu Arapça bir Kur’an yaptık, umulur ki anlayasanız.’40
Bu nedenle Kur’an suya yönelmekten
söz etmedi. Çünkü su, hayatın sırrıdır. Toprağın aksine su, kişi niyetli olsa
da olmasa da, özü gereği hayatı verir. Teyemmüm eden kişi ise, ‘temiz toprağa’
niyetlenmese bir yarar sağlayamaz. Çünkü toprak, katı bir cisimdir, yayılmaz.
Onun ruhu niyettir. Çünkü kasıt [niyet], ruhsal bir anlamdır. Bu nedenle teyemmüm
eden kişi, toprak ve aradaki görüş ayrılığına göre yere [yerden ayrılmamış
toprağa] yönelirken özel bir niyete muhtaçtır. Su ile abdest alan ise, hiçbir
görüş ayrılığı olmaksızın niyete muhtaç değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘yıkayınız’ demiş, ‘temiz suyla teyemmüm ediniz’ dememiştir.
Şöyle denilebilir: ‘Ameller niyedere
göredir ve niyet de kasıt demektir. Abdest de bir ameldir.’ Buna karşı deriz
ki: Söylediğinizi kabul ederiz. Biz de o kanaatteyiz. Fakat niyet burada suyla
değil, amelle ilgilidir. Su ise amel değildir. Kasıt, toprağa aittir. Hadise
göre abdest, suyla amel olması bakımından değil, ‘amel’ olması bakımından
niyete muhtaçtır. Dolayısıyla burada su amele uyar. Niyede yapılmak istenen şey
ameldir. Burada kasıt temiz toprağa aittir. Onunla amel etmek ise, (dinde)
fiile başlarken başka bir niyete gerek duyan doğal bir iştir. Nitekim
abdestte, yıkanmada ve meşru bütün amellerde suyla amel etmek de ihlasa
muhtaçtır. İhlas da [niyet gibi] emredilmiştir. İhlas hiçbir görüş ayrılığı
olmaksızın niyet demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
dini sadece Allah Teâlâ’ya halis kılmakla memur oldular.’41 Ayette bir sır vardır. İhlas,
inceleme ve hakikatini saptamada fakihlerin bizim takip ettiğimiz yönteme göre
incelemedikleri bir konudur. Anla!
Kur’an su için ‘suyla teyemmüm
ediniz’ dememiştir. Öyle deseydi, abdest alan kişi bir ruha ihtiyaç duyardı ki
ruh niyettir. Su ise, kendiliğinde ruhtur. Çünkü o, kendi zatından hayat
verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
şeyi sudan canlı yaptık.’42 Her şey canlıdır. Çünkü her şey, Allah
Teâlâ’nın övgüsünü teşbih eder. Su da şeylerdeki hayatın aslıdır. Bu nedenle
abdestte niyetin abdestin geçerlilik şartı olup olmadığı konusunda şeriat
bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır ki bunun nedeni belirttiğimiz
sırdır.
Şöyle iddia edilebilir: ‘Abdestte
niyeti [şart] saymayan bilgin, cünüplükten temizlenirken [geçerlilik şartı]
saymaktadır. Her iki ibadet ise suyla yapılır. Su her ikisinde de hayatın
sırrıdır.’ Bu iddiaya şöyle karşılık veririz: Cünüblük bir su olduğu için
[sudan kaynaklandığı için], içerdiği hükmî kirlenme nedeniyle şeriat ondan
temizlenmeyi dikkate almıştır. Kirlenmenin nedeni, cünüb yapan suyun
[bedendeki] ahlat[-ı erbaada] bulunan suyla katışması ve cünüblüğün kandan
dönüşmüş bir sü olmasıdır. Böylelikle cünüblük, hayat sırrında suyla ortak
olmuş, dolayısıyla birbirlerine karşı koymuşlardır. Belirttiğimiz nedenle su,
tek başına, cünüblük kirini gidermeye güç yetirememiştir. Bu nedenle cünüp,
yıkanırken suyu destekleyen bir ruha muhtaç kalmıştır. Dolayısıyla niyetin
yardımına gerek duymuştur. Niyetin etkisiyle -ki o manevi bir ruhtursuyun hükmü
birleşmiş, yıkamayla hiçbir kuşku olmaksızın cünüblük kirini ortadan
kaldırmışlardır. Ebu Hanife ve bu meselede onun görüşünü benimseyenler, böyle
düşünür.
Bir fakih, cünüblük suyunun mutlak
suyun (herhangi bir şeyin katışmadığı temiz su) gücüne karşı koyamayacağını
dikkate alabilir. Bü yoruma göre su, karışımlarla katışmasıyla kandan
başkalaşarak oluşmadığı gibi farkı da yoğunluk ve renkte ortaya çıkmaz. Böyle
bir fakih, cünüblük suyunun mutlak suya karşı koymada zayıf kaldığını, bu nedenle
cünüblükten temizlenirken niyete gerek olmadığını düşünür. Hasan b. Hayy böyle
düşünür. Bunlara karşı çıkan fakihler ise, bu iki imamın ve onların yolundan
giden fakihlerin düşüncesini derin bir şekilde incelemiş değildir. Artık sen
de aklını sana açıkladığım şeye ver ve istediğini tercih et!
VASIL
[Suların
Kısımları, Bilgilerin Kısımları]
Bunu tam
olarak öğrendikten sonra, bilmelisin ki, su iki kısma ayrılır.
Biri, son derece duru ve arılıkta seyrelmiş, damıtılmış sudur. Bu, yağmur
suyudur. Yağmur suyu, yoğun bulutlardan dönüşmüş bir sudur. Damıtma, kendisine
ilişmiş olan yoğunluğu ortadan kaldırmıştır. Bu su, [simgesel olarak]
şer’i-ledünni ilim demektir. Çünkü bu ilim riyazet, mücahede ve arınmadan
meydana gelmiştir. Sen de onunla [su ve ilim] Rabbine münacat etmek için zatını
temizle! Diğer su ise latiflikte bu dereceye ulaşmamış sudur. Bu kısım, nehir
ve pınarların suyudur. Bu su, doğduğu ve üzerinden aktığı yere göre, [başka
şeylerle] karışmış olarak ortaya çıkar ve bu nedenle tadı değişir: ‘Bir kısmı
tatlı, bir kısmı acıdır.’ Bu kısım tatsız, tuzsuz, acı ve zehirdir.
Yağmur suyu tek bir haldedir: Temiz,
duru, serin, içimi hoş bir su. Bu, [simgesel olarak] doğru akıl ve fikirlerin
bilgileridir. Çünkü düşünceden (fikir) kazanılmış akıl ilimleri başkalaşarak
kirlenir. Çünkü onlar, düşünen akıl sahiplerinin mizacına bağlıdır. Akılcı,
ancak duyulur maddeleri, [bunlardan soyudayarak da] hayalde bulunan şeyleri
inceler. Kanıtları da benzer şeylere dayanır. Böylelikle akıl sahiplerinin tek
bir şey hakkındaki yargıları farklılaştığı gibi bir kişinin farklı zamanlarda
tek bir şeydeki hükmü de değişir. Bu hüküm değişiminin nedeni ise, mizaçların
ve yaratılışta bulunan karışım ve unsurların [zaman içinde] değişmesidir.
Böylelikle akılcıların tek bir şey hakkındaki yargıları birbirinden farklı olduğu
gibi ayrıntıları dayandırdıkları esaslar hakkındaki yargıları da
farklılaşmıştır.
İlahi-ledünni ilmin tek bir tadı
vardır. Alınan tatlar değişse bile te-, mizliği değişmez: Temizdir, bir kısmı
ise, daha temizdir. Bu ilim, durudur ve ona kir karışmamıştır. Çünkü o, doğal
mizaç hükmünden olduğu gibi [doğduğu] kaynakların etkisinden arınmıştır. Bu
nedenle peygamberler, veliler ve Allah Teâlâ’dan haber verenler, Allah Teâlâ
hakkındaki bilgilerinde hemfikir olmuştur. Artmaz, eksilmez ve değişmez. Onlar
birbirini doğrular. Nitekim yağarken göğün suyu da farklılaşmaz.
İtimadın ve kalbindeki temizliğin bu
bilgi gibi olsun! Bu bilgi, yağmur suyuna benzeyen şeriat bilgisidir. Böyle
davranmazsan, kendine karşı samimi davranmamış olursun. Ayrıca, zatında ve temizliğinde
bu suyun kendisinden çıktığı yer gibi olursun. Bu suyun acısı ve tadısını ayırt
edebilirsen, bilmelisin ki sen duyuları sağlıklı birisin. Bu husus, herhangi
birinin dikkat çektiğini görmediğim bir konudur. Çünkü tatlı bir şeyi yediğinde
ondaki tadılığı duyumsayan ldşi, aynı şekilde acı-sıbır otu yediğinde de bunu
duyumsarsa, sağlıklı bir duyuya sahip değildir. Akıl kanıtı da buna imkân
vermez. Böylece dikkatini çekmiş olduk. Sen de meselenin farkına var! İncele!
Ey dost! Şeriat ilimlerini olduğu gibi
riyazeder, halvetler, mücahedeler, lüzumsuz ihtiyaç ve gereksiz düşüncelerden
uzaklaşmakla Allah Teâlâ’dan bilgi alan velilerin ve akıllıların ilimlerini
elde etmeye çalış! Bu suları ayırt edemezsen, kötü mizaç sahibi olduğunu
bilmelisin. Karışımlardan [ahlat-ı erbaa] biri sana hâkim olmuştur. Senin sorununu
giderecek bir çözümümüz yok. Fakat Allah Teâlâ sana merhamet ederse (o başka!)
Bu bilgilerin suyundan gösterdiğim
şeyi temizliğinde kullanırsan -ki kastettiğimiz meşru ilimdir-, suyla
organlarını temizlediğin ve pakladığın gibi o ilim vasıtasıyla niteliklerini
ve ruhaniliğini temizlemiş olursun. İlk temizliğin, gece uykusundan kalkıp-[su
içeceğin] kaba daldırmadan önce, ellerini yıkamandır. Bu konuda herhangi bir
görüş ayrılığı yoktur. Gündüz uykusundan sonra elleri yıkamanın gerekliliğinde
ise görüş ayrılığı vardır. El, güç ve yönetme organıdır. Bu iki elin
temizlenmesi ise, sol elin ‘güç yoktur [la-havle]’, sağ elin ise ‘kuvvet
yoktur, yüce Allah Teâlâ’dan başkasına ait [ve-lâ kuvvete illa billahi’lazîm]’
ifadesinin bilgisiyle gerçekleşir.
iki el, [aynı zamanda] cimrilik ve
eli sıkılığın bir gereği olarak tutma ve engelleme yeridir. Bu nedenle,
cömerdik, ihsan ve bağış yaparak açma ve infak eylemiyle onları temizlemelisin.
Gece uykusu, kendi gayb âlemini bilmekten gaflet halidir. Gündüz uykusu ise,
şehadet âlemini bilmekten gaflet halindir. İşte bu, [Hakka] izafe edilmiş en
güzel isimlerden gayb ve şehadet âlemiyle özdeşleşmenin ve ahlâklanmanın ta
kendisidir.
Bundan sonra suyla (istinca) ve taşla
temizlenme (isticmar) gelir. Bunların ikisini bir arada yapmak, tek yapmaktan
daha iyidir. Bunlar iki ayrı temizliktir; nur içinde nur. Sünnette ve Kuran’da
bu temizlikler teşvik edilmiştir. İstinca, kendilerinde bulunan dışkı (eza,
acı) nedeniyle suyla cinsel organları temizlemektir. Dolayısıyla iki cinsel
organ dışkının çıktığı yer olduğu gibi aynı zamanda örtülecek ve gizlenecek
iki yerdir. İnsanın içindeki acı (dışkıya benzetilerek eza) ise, gönle ilişmiş
çirkin düşünceler, saptırıcı kuşkulardır. Sahih bir hadiste şöyle bildirilir:
‘Şeytan insanın kalbine gelir ve ona der ki: Şunu kim yarattı? Bunu kim
yarattı? En sonunda sorar: Peki Allah Teâlâ’yı kim yarattı?’ Kalbin böyle bir
acıdan temizlenmesi, Hz, Peygamber’in söylediği gibi, Allah Teâlâ’ya sığınma ve
soruya son vermekten ibarettir.
Bu ikisi, [ön-arka cinsel uzuvlar],
avrettir. Başka bir ifadeyle bunlar, insanın kendisine vesvese vermesine yol
açan şeylere meyillidir. İnsanlaşıl ve ayrıntı konularında dindarlığına zarar
veren şeylerle kendisine vesvese verir. Arka, asıl dışkı (eza) yeridir. Zaten
bunun için var oldu. Kadın ve erkekteki diğer iki cinsel uzuv ise (kadın ve
erkeğin ön uzuvları) ise bu aslın feridir. Onların iyiliğe dönük bir yönü
olduğu gibi kötülüğe dönük bir yönü de vardır. İyilik ve kötülük, evlilik
ilişkisi ve zinadır.
Bakınız! Az bir suya pislik
bulaştığında onu etkiler ve artık o su kullanılmaz. Su da, pisliğin üzerine
döküldüğünde onun hükmünü ortadan kaldırır. Tıpkı bunun gibi kuşkular, zayıf
imanlı ve düşünceli kalplere geldiğinde, onlara etki eder. Pislik, bir deryaya
düştüğünde onda silinip gittiği gibi bilgiyle ve Ruhu’l-kuds ile desteldenmiş
güçlü kalplere kuşkular düştüğünde de böyledir. İnsan ve cin şeytanları, İlâhi
ilimden nasiplenmiş birine bu kuşkuları getirdiklerinde söz konusu kişi,
kuşkuların dış varlığını değiştirir. Bu insan, Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan
ettiği ilahi rahmetin inayetinden elde ettiği ledünni bilgi iksiriyle, kuşku
kurşunlarını altına, değersiz şeyleri gümüşe nasıl çevirebileceğini bilir.
Bunun yanı sıra, söz konusu şeylerin hangi yönden doğru olduğunu ve [onlardan
etkilenmek bir yana] onlara tesir yapar. İşte, ruhsal istincanın sırrı budur.
Abdest alan kişi, istinca etmeyip
taşla temizlik yaparsa (isticmar), bunun, mukallidin temizliği olduğunu
bilmelisin. Çünkü cemre [taşlar], çoğuldur [cemaa] ve ‘Allah Teâlâ’nın eli
cemaatin [topluluk] üzerindedir.’ ‘Sürüden ayrılmış kuzuyu kurt kapar.’ Hadiste
geçen kasibe, sürüden uzaklaşmış ve ayrılmış hayvandır. Sürüden ayrılmak,
icmaya muhalefet etmek demektir. İsticmar ise, en azı üçten yukarı doğru devam
eden tek sayılarla taşlan toplamak demektir. Tek olmasının nedeni Allah
Teâlâ’nın tek olmasıdır. Öyleyse sürekli olarak müşâhede ettiğin tek olmalıdır.
Tek [vitr], intikam talebi demektir. Burada söz konusu olan ise, şeytanın insanın
imanına attığı kuşkulardır. Böylece organa yerleşen bu pisliği uzaklaştırmak
için taş toplarsın.
Mukallit içinde bir kuşku bulduğunda
[cemaate, başka bir ifadeyle Ehl-i sünnete (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) kaçar.
Çünkü Allah Teâlâ’nın eli, rivayette bildirildiği gibi, ‘cemaat’ ile
beraberdir. Allah Teâlâ’nın eli, onun desteklemesi ve gücü demektir. Allah Teâlâ’nın
peygamberi (sav.), cemaatten ayrılmayı yasaklamıştır. Bu nedenle icma
[imamların görüş birliği], meşru hükmün delili olmada Kitap veya kesin bilgi
ifade eden mütevatir hadis gibi nassm yerini almıştır. Bu temizliği taşla
yapmak budur.
Çirkin zikrin ortadan kaybolması için
güzel zikirle ağzına su ver [mazmaza]! Çirkin zikir, kovuculuk, dedikodu, kötü
sözü açığa vurmak demektir. Ağzına su vermen tilavet, Allah Teâlâ’yı zikretmek,
araları düzeltmek, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak olmalıdır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kötü sözün açıktan
olmasını sevmez *43 Başka bir
âyette ise şöyle buyurur: ‘Kovuculuk yapan.’44 Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘Onların
sözlerinin büyük kısmında hayır yoktur. Bir sadaka veya iyilik emreden veya
insanların arasını düzelten kimse müstesna.’45 Bu gibi örnekler sayılabilir.
İşte ağzmm temizliği budur. Sana
kapıyı açtım. Sen de abdestinde, guslünde ve teyemmümünde böyle devam et. Bunu
senden Hakk istemektedir. Biz bu temizlik hakkında et-Tenezzülâtu’l-mûsuliyye
isimli kitabımızda nesir ve şiir tarzında geniş açıklama yapmıştık, oraya bakınız!
Böylece seni yola yönlendirmiş olduk.
Bu temizliği sorumlu bütün
organlarında eksiksiz olarak uygula! Çünkü sorumlu her uzuv, bütün ibadederle
sorumludur. Bu ibadeder temizlik, namaz, zekât, oruç, hac, cihat vb. dince
belirlenmiş amellerdir. Sen de sorumlu her uzvu kendi hakikatinin gerektirdiği
tarzda bu ibadetlere yönlendirirsin. ‘Allah
Teâlâ verdiğinden başkasıyla kimseyi sorumlu tutmaz.’46 Allah Teâlâ her şeye yaratılışını
vermiş, sonra yolu göstermiştir. Başka bir ifadeyle verdiği şeyi nasıl
kullanacağını açıklamıştır.
İnsanın sorumlu organları, sekiz
tanedir. Bunların sayısı artmasa da bazı şahıslarda azalabilir. Bunlar göz,
kulak, dil, el, mide, cinsel organ, ayak ve kalptir, insanda bunlara ilave bir
şey yoktur. Fakat insan türünün bazı ferderinde bunlar eksilebilir. Örnek
olarak kör, sağır, dilsiz ve özürlüleri Verebiliriz. Böyle bir durumda, hangi
organa sahipsen teklif ona yönelir.
Bu organların her biriyle ilgili
bütün teklifler, Şari’nin hitabından öğrenilir. Organlar, bedeni yönetmekle
sorumlu ve [şeriatın hitabıyla] muhatap olan nefsin araçları gibidir. Sen de,
kendilerinde adaleti uygulamakla sorumlusun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, ‘ayakkabının bir bağcığı koptuğunda, iki ayağı arasında adaleti
gerçekleştirmek için diğerini de çıkarır ve tek nalınla yürümezdi.’ Biz bu
konuları ve onlara ait nurları, ikramları, menzilleri, sırları, tecellileri
eksiksiz bir şekilde Mevâkiu’n-nücûm adlı
kitabımızda açıkladık. Bildiğimize göre, bizden önce böyle bir kitap yazan
yoktur. Ben onu h. 595 senesi Ramazan ayında, el-Meriyye (Almeria) şehrinde
onbir günde yazdım. Kitap hocaya gerek bırakmaz, hatta hoca o kitaba muhtaçtır.
Çünkü iki hoca içinde biri üstün, diğeri daha üstündür. Kitap ise, hocanın
bulunabileceği en üst makamdadır. O makamın ardında kendisiyle Allah Teâlâ’ya
ibadet ettiğimiz bu şeriatta bir makam yoktur. Bu kitap İtimde bulunursa, Allah
Teâlâ’nın başarıya erdirmesiyle, ona itimat etsin. Çünkü bu kitabın faydası
büyüktür. Kitabın değerini belirtmemin yegâne nedeni, şudur: İki kez rüyamda
Hakkı bana şöyle derken gördüm: ‘Kullarıma nasihat et!’ Bu kitap, sana
yapacağım en büyük tavsiyelerden biridir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
Hidayet O’nun eline bağlıdır. Biz herhangi bir güce sahip değiliz.
Yalancı İblis bir keresinde doğru
söylemiş! İblis, peygamberle karşılaşmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de ona şöyle sormuş: ‘Ne haber?’ İblis cevap vermiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın
Peygamberi! Bilmen gerekir ki Allah Teâlâ seni hidayet için yarattı. Buna
rağmen hidayette bir katkın yoktur. Allah Teâlâ beni saptırmak için yarattı.
Saptırmada da benim bir etkim yoktur.’ Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem İblis’in sözüne bir şey eklemeyip ayrılıp gitmiş. Ardından melekler
İblis ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (sav.) arasına perde olmuştur.
VASIL
Yararlanabileceğin kimi hususlara dikkatini çektikten sonra, bilmelisin ki, Allah
Teâlâ insanın bütününe hitap etmiş, onun zâhirini bâtınından ayırmadığı gibi
bâtınını da zâhirinden ayırmamıştır. Belli bir azınlığın dışında, insanların
büyük kısmının amacı, şeriatın zâhirleriyle ilgili hükümlerini bilmeye
yönelmiş, dinin bâtınlarıyla ilgili belirlediği hükümleri bilmekten habersiz
kalmışlardır. Bu azınlık, ‘Allah Teâlâ yolunun ehli’dir. Çünkü onlar, zâhir ve
bâtın düzeyinde bu meseleyi araştırmıştır. Zâhirlerinde kabul ettikleri her
dini hükmün bâtınlarına da bir uzantısının olduğunu görmüş, şeriatın bütün
hükümlerini böyle ele almış, zâhir ve bâtında Allah Teâlâ’nın sorumlu tuttuğu
şeylerle ibadet etmiş, çoğunluğun hüsrana uğradığı yerde onlar kurtuluşa
ermiştir.
Ardından, bu konularda sapan ve
saptıran üçüncü bir grup ortaya çıkmıştır. Bu grup, şeri hükümleri alıp
bâtınlarında onları kullanmış, şeriat hükümlerinin hiç birini zâhirî anlamıyla
bırakmamışlardır. Bu grup ‘bâtınîler’ diy^ isimlendirilir. Onlar bu konuda
farklı eğilimlere sahiptir. Ebu Hamid el-Gazalî, el-Müstazhirî
(Fedaihu’l-Bâtıniyye) isimli kitabında onlara karşı
çıkmış, bâtınîlerin hatalarını bu eserinde açıldamıştır. Kuşkusuz muduluk,
zâhir ehliyle beraberdir. Onlar, bâtın ehlinin bulunduğu tarafın
karşısındadır. Tam anlamıyla muduluk ise, zâhir ve bâtını birleştiren gruba
aittir. Onlar Allah Teâlâ’yı ve Allah Teâlâ’nın hükümlerini bilen kimselerdir.
Allah Teâlâ ömür verirse, büyük bir
kitap yazma niyetim vardı. Onda zâhirî bağlamlarında yer aldıkları haliyle
şeriatın bütün meselelerini ortaya koymayı istiyordum. Zâhirdeki konuları
tamamladıktan sonra, söz konusu meselelerin insanın bâtınındaki hükümlerini
ortaya koyacaktım [ya da koyacağım]. Böylece şeriatın hükmünün zâhire ve batma
yayıldığını [ortaya koyacağım]. Çünkü Allah Teâlâ yolunun ehlinin amaç ve maksatları
bu olsa bile [zâhir ve bâtını birleştirmek], her biri Allah Teâlâ’nın anlayış
verdiği kimselerden değildir. Dolayısıyla herkes, zâhir ve bâtın hakkındaki bu
hükmün ölçütünü kendi içinden öğrenemez.
Bu kitapta ise, ibadetlerin içinden
genel konuları ele almaya yöneldik. Bu ise, temizlik, namaz, zekât, oruç, hac
ve ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir’
ifadesini telaffuz etmektir [kelime-i şehadet]. Bilhassa bu beş ibadeti ele
almaya özen gösterdim. Çünkü bunlar, müslümanlığın üzerinde kurulduğu İslâm’ın
dayanaklarıdır. Bunlar, bir ev için duvarlar gibidir, iman ise, evin kendisi
ye toplamıdır. Evden içeri girilen yer ‘kapı’dır. Bu kapının iki kanadı
vardır: Bunlar, iki tanıklığı telaffuz etmektir. Evin dayanakları ise, dörttür:
Namaz, zekât, oruç ve hac.
Allah Teâlâ’nın inayetini, kendisine
yerleşip bizi cehennemin soluğunun soğukluğu ve sıcaklığından korusun diye, bu
evin ayakta tutulmasına ayırdık. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurur: ‘Ateş, Rabbine şikayette bulunur ve şöyle der: Ya Rab! Bir parçam
diğerini yiyor!’ Allah Teâlâ Cehenneme iki nefeslik izin verir. Birincisi
kışta, diğeri ise yazdadır.’ [Yaz aylarındaki] Bütün sıcaklık ve hararetler
kadar her türlü [kıştaki] soğuk ve zemherir de Cehennemin nefesinden meydana
gelir, insanlar da, kendilerini güneşin sıcaklığından ve havanın soğukluğundan
korusun diye evler edinmiştir.
Akıllı insan, kıyamet günü kendisini
bu iki nefesten koruyacak bir ev edinmelidir. Çünkü cehennem, kıyamet günü
bizzat gelir ve insanların toplandığı Vakfe’ye koşar: Bu esnada galeyana
gelir, neredeyse Allah Teâlâ düşmanlarına öfke kusar. Böyle bir evde bulunan
kimseyi ise ev, cehennemin kötülüğünden ve taşkınlığından korur.
Temizlik namazın geçerlilik şartı
olduğu için, ona bağımsız bir bölüm ayırdık ve namazın önüne aldık. Namazdan
sonra ise zekât, ardından oruç, sonra da hac gelecektir. Elinizdeki bu kitapta
ibadetlerden bu kadarı yeterlidir. Sen de bu bölümlerden her birinin ana meselelerini
araştır. Ben onları zâhirdeki adıyla genel hükmüyle ortaya koyacağım. Ardından
aynı meselenin bâtındaki hükmüne geçeceğim. Bütün bahisler bitinceye kadar
böyle devam edeceğim. Allah Teâlâ yardım eder ve destelder.
AÇIKLAMA ve İZAH
Temizliğin ille
hükmü, onun temizlik [taharet] diye isimlendirilmesidir. Biz bunu bölümün
başında zâhir ve bâtın düzeylerde belirtmiştik. Şimdi ise -Allah Teâlâ’nın
izniylehükümlerinden söz edelim. Hükümler derken şu konuları incelemekten söz
ediyoruz: Temizliğin vacip olması, kime vaciptir ve ne zaman vacip olur.
Ardından onun fiillerine, neyle yapıldığına, temizliği bozan şeylere, nelerden
dolayı temizlenmenin gerektiği gibi konulara bakacağız. Bunları, şeriat
bilginlerinin yapıp kitaplarında ortaya koyduğu tarzda inceleyeceğiz. Burada
temizliğin durumunu ele almakla yetindik. Bu meseleyi zâhir ve bâtınî
düzeylerde inceleyelim. Temizliğe zahirî bakımından da değindik ki kitabı
okuyan insan artık fakihlerin kitaplarına ihtiyaç duymasın ve zikrettiğimiz
şeyler ona yeterli gelsin. „
Temizliğin hükümlerini saptarken
bilginlerin -kendi mezheplerine göreKitap, Sünnet, icma ya da kıyastan elde
ettikleri kanıdara değinmeyeceğiz. Herkes, söylenen ve söylenmeyen (hikmet)
arasmda gördüğü genel illeti göz ardı etmek için kendi mezhebine uygun kanıtı
benimser. Bu konularda fıkıh usulüne değinmeyeceğim gibi kanıtları da ele
almayacağım. Çünkü sıradan insanlar, kanıtı inceleyecek bir konumda değildir.
Bu nedenle biz, temel feri hükümleri ve insanların bu konulardaki vacip ve
vacip olmayan gibi görüşlerini zikredeceğiz.
VASIL
Herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın bütün müslümanlar, vakti girdiğinde namaz
kılması gereken bir insana temizliğin farz olduğunda görüş birliğine varmıştır.
Ayrıca temizlik, büluğ çağma ulaşmış-akıllı yetişkine farzdır, insanlar,
müslüman olmanın temizliğin şartı olup olmadiği konusunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bu konuda, zahirin hükmü budur.
Meselenin bâtınına gelince -ki söz
konusu olan bâtını temizliktir-, şöyle deriz: Namazın bâtını ve ruhu, Hakk ile
karşılıklı konuşmadır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namazı kendim ile
kulum arasında ikiye böldüm.’ Ardından ‘Kul şöyle der, Allah Teâlâ da bunun
üzerine şöyle der’ ifadesiyle karşılıklı konuşmayı zikretti. Kul bir
davranışında Rabbiyle karşılıklı konuşmak isterse, kendisini Rabbiyle
konuşmaktan alıkoyan her türlü şeyden kalbini temizlemesi gerekir. Hakk ile
konuşma esnasmda böyle bir temizliğe sahip olmadığında ise, Hakka münacat
etmemiş ve saygısız davranmış olur. Böyle bir insan, [konuşmak yerine] kovulmayı
Hakk eder. Allah Teâlâ’nın izniyle, temizliğin fiillerinde bu temizliğin kısımlarını
zikredeceğim.
Bilginlerin temizlik yetişkin
akıllıya farzdır görüşü, [bütün bilginlerin görüş birliği anlamındaki] icmayla
sabittir. Müslümanlığın şart olup olmadığında ise, görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bize göre de sözünü ettiğimiz bu temizlik akıllıya farzdır.
Akıllı, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bizzat Allah Teâlâ’dan öğrendiği
gibi Allah Teâlâ’nın sırrına aktardığı şeyleri öğrenen [akleden] kişidir. Bunun
yanı sıra akıllı insan, kalbine gelen düşüncelerin hangisinin Allah Teâlâ’dan,
hangisinin nefsinden veya melek veya şeytan güruhundan geldiğini ayırt edebilen
kişidir. İşte, [kâmil] insan budur. İnsan, bilgi ve ayırt etmede bu dereceye
ulaşıp Allah Teâlâ’nın kendisinden istediği şeyleri bizzat Allah Teâlâ’dan
öğrenerek Allah Teâlâ’nın ‘Beni kulumun kalbi sığdırdı’ sözünü duyduğunda,
kalbinde ve onunla ilgili bütün organlarında meşru ölçüde bu temizliği
kullanması farz olur.
Gözün bâtını temizliği, söz gelişi,
eşyaya ibret gözüyle ve değerlendirmesiyle bakmaktır. Böyle bir insan, gözünü
anlamsız yere kullanmaz. Böyle bir davranışı ise, dince belirlenmiş temizliği
ilgili yerlerde tam olarak kullanabilen kimse yapabilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Bunda göz sahipleri için ibret vardır.’47 Burada ibreti gözlerin fiili
yapmıştır. [İbret alarak bundan başka bir sonuca ulaşmak anlamında] İtibar
ise, kalp gözlerinin eylemidir. Allah Teâlâ âyette baş gözünü zikretti. Çünkü
onlar, kalp gözünün fiili olan itibarı yapabileceği veriyi bâtına ulaştıran
araçlardır. Bütün organlar böyle ele alınmalıdır.
Bilginlerin temizliğin farz olma
şartı olarak müslümanlık hakkındaki görüşleri ise, onların başka bir görüşüyle
irtibatlıdır. Bu ise, kâfirlerin şeriatın ferî meseleleriyle sorumlu olup
olmadığı hakkındaki görüşleridir. Bir münafık abdest aldığında, bir farzı
yerine getirebilir mi, getiremez mi? Bu konu, bütün dinî hükümleri içeren bir
görüş ayrılığı sorunudur.
Bizim görüşümüz şudur: Mümin, kâfir,
münafık, kısaca bütün insanlar, dinin ferî meseleleriyle ve asıllarıyla
muhatap ve sorumludur. Onlar, kıyamet günü şeriatın asıl konularıyla olduğu
gibi ferî meselelerinden dolayı da hesaba çekilecektir. Bu nedenle münafık
‘Cehennemin en derin yerinde olacaktır.’ Burası ateşin içidir ve münafık
‘kalplere erişen’ ateş ile azap görecektir. Çünkü münafık, dünyada dinî hükmün
biçimsel yapısını yerine getirmişti. Bunlara örnek olarak kelime-i şehadeti
telaffuz etmek, peygamberi açıktan doğrulamak ve zahirî amelleri yapmayı
verebiliriz. Ancak onlarm kalplerinde imanın zerresi bulunmaz. Bu kadarıyla
onlar, kâfirlerden ayrılır ve kendilerine ‘onlar iki yüzlülerdir’ denilir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ bütün iki yüzlüleri ve
kâfirleri Cehennemde toplayacaktır,HS Böylece Allah
Teâlâ mekânı zikretti. Münafıklar, ‘Cehennemin en aşağısında azap görür.’
Kâfirler ise, daha yukarıda ve aşağıda azap görür.
Allah Teâlâ Cehennem ateşindeki azap
için bir takım mertebe ve tabakalar düzenlemiştir. Bunlar, belirli organlarla
yapılan amellere bir ölçüye göre -ki onu aşamazlartespit edilmiştir. Bu
bağlamda ateş müminin iman mahalline (kalp) kesinlikle ulaşamaz. Dolayısıyla,
müminin ‘kalplere nüfuz eden’ ateşte payı yoktur. Gerçi orada iman kendisinden
çıkmıştır. Fakat imanın inayeti, insandaki iman mahalline nüfuz etmiştir. İman
kendisini korumak ve azaptan Allah Teâlâ’nın dilediği kadarını uzaklaştırmak
için kendisinden çıkar. Nitekim iman, günah işlendiğinde dünyada da insandan
çıkar.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şarap içen, hırsızlık yapan ve zina eden mümin hakkında şöyle buyurur:
‘Bir mümin mümin iken böyle günah işlemez.’ Yani, söz konusu günahı işlerken
mümin değildir. Başka bir hadiste ise şöyle buyurur: ‘iman bu esnada -yani o
fiili işlerkenkendisinden çıkar.’ İnsanlar, bu hadisi gerçek anlamının dışında
yorumlamıştır. Çünkü onlar, Şari’nin maksadını anlamamış, imanı ameller ile
yorumlayarak şöyle demişlerdir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, burada
iman derken ameli kastetmiştir. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
bu ifadeyle kastettiği şeyi başka bir hadiste açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
‘Kul zina ettiğinde, iman kendisinden çıkar ve bir gölge gibi üzerinde dolaşır.
Zina fiilinden uzaklaştığında ise iman tekrar kendisine döner.’
Bu konudaki İlâhi hikmet şudur: Allah
Teâlâ bilir ki kul, günah ve itaatsizlik olduğuna inandığı bir itaatsizliği
işlemeye başladığında bizzat bu fiiliyle nefsinin Allah Teâlâ’nın azabına maruz
kalmasına ve cezalandırılmanın gerçekleşmesine yol açar. Söz konusu fiil, Allah
Teâlâ tarafından bir belanın kula ulaşmasına neden olur. Bu kez kalbindeki iman
çıkar ve adeta bir gölge gibi üzerinde kalır. Allah Teâlâ’dan inen bela kulu
aramaya başladığında ise, [kuldan çıkmış] imanı o belayı karşılar ve belayı
uzaklaştırarak Allah Teâlâ’nın bir rahmeti olarak kula ulaşmasını engeller.
Çünkü imana hiçbir şey karşı koyamaz. Peygamberin hadiste vaat ettiği şey bir
açıklamadır.
Bu nedenle şöyle dedik: Mümin,
itaatle karışmayan saf bir günahı kesinlikle işlemez. Günahtaki itaat, onun
günah olduğuna inanmasıdır. Mümin, ‘salih ameli ve kötü ameli katıştıran’
kimselerdendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Belki Allah
Teâlâ onların tövbelerini kabul eder.’49 Tövbe, dönmek demektir. Kastedilen
şey, Allah Teâlâ’nın rahmet etmek üzere kullarına dönmesidir. Çünkü Allah
Teâlâ âyeti ‘Allah Teâlâ bağışlayan ve rahmet
edendir’50 ifadesiyle
genelleştirdi. Bilginler şöyle der: Umulur ki Allah Teâlâ bakımından zorunluluk
ifade eder. Çünkü Allah Teâlâ’yı engelleyen bir şey yoktur.
iman, gönlün ve için temizliğidir. Bu
nedenle, ince bir noktanın dışında, dış temizlikte olduğu gibi bir görüş
ayrılığı imanda düşünülemez. Görüş ayrılığı bulunabilecek ince noktada,
batının hükmü de zahir temizliğin hükmü gibidir. Görüş ayrılığı bulunan bu
yönden şöyle deriz: İçin imanla temizlenmesinin şartı onu sözle ifade etmek
midir? Bu durumda dil, kalbin inandığı şeyle örtüşmüş olur. Yoksa sözle
söylemek şart değil midir? Böylelikle bâtında inandığı şeyi izhar etmediğinde,
şehadet âlemindeki zâhir münafık gibi gayb âleminde iki yüzlü olmuş olur.
Çünkü söz gelimi mümin, namazın farz
olduğuna inanır, fakat namaz kılmaz ve temizlenmez. Münafık ise, kalbiyle
bunların farz olduğuna inanmaz ve inanmadığı halde namaz lcılar, temizlenir
veya bu gibi ibadeüeri kendisine farz kılan peygamberin sözü nedeniyle yapmaz.
Derinden incelediğinde, meselenin anlamının bu olduğunu görürsün. Böylece,
görüş birliği ve ayrılığına göre hüküm, zahirde olduğu tarzda zâhire ve bâtına
yayılır. Bunu bilmelisin!
VASIL
Kitap ve Sünnet temizliğin fiillerini belirtmiş, temizliğin farzlarını, sünnetlerini
ve müstehaplarını açıklamıştır. Temizliğin kimi şardarı, esasları, nitelikleri,
sayıları ve yerli yerinde belirlenmiş ölçüleri vardır.
Temizliğin şartlarından biri
niyettir. Niyet, işin başında Allah Teâlâ’ya yaklaşmak amacıyla temizliği
yapmaya yönelmektir. Bazı insanlar, niyetin fiilin geçerlilik şartı olduğu
kanaatine varmıştır. Bunun anlamı fiilin ancak niyede geçerli olabileceğidir.
Farzı yerine getirmeyi mümkün kılan şeyin kendisi de zorunlu olarak farzdır.
Bizim görüşümüz budur ve iç ve dış temizlikte biz bunu kabul ediyoruz. Bizce
niyet, bâtını temizlikte daha önemli ve zorunludur. Çünkü niyet bâtının
niteliklerinden biridir. Bu nedenle onun bâtın temizlikteki hükmü daha
güçlüdür. Niyet, kendi etkisinin olduğu yerde hükümrandır. Zahir ise ona daha
yabancıdır. Bu nedenle, bildiğimiz kadarıyla, niyetin bâtında olması gerektiğinde
görüş ayrılığı yoktur. Halbuki niyetin zâhirde olup olmaması hakkında görüş
ayrılığı vardır. Niyet hakkında, bir ölçüde yeterli sayılabilecek açıklamalar
daha önce zikredilmişti.
Başka bir grup ise, niyetin
geçerlilik şartı olmadığı kanaatindedir. Burada su ile yapılan abdest temizliği
hakkında zikrettiğimiz şeyi kastediyorum.
VASIL
Elin Abdest Kabına Sokmadan Önce Yıkanması
Şeriat
bilginleri, abdest alınmak istenen kaba sokmadan önce elleri
yıkamanın farz olup olmadığı konusunda dört görüş ileri sürmüştür. Bazı
âlimlere göre, ellerin yıkanması her halükârda sünnettir. Bir gruba göre
temizliği hakkında kuşku duyan insanın ellerini yıkaması müstehaptır.
Bazılarına göre abdest almak istediği kaba sokmazdan önce eli yıkamak, sadece
uykudan kalkana farzdır. Bir gruba göre ise gece uykusundan uyanan kimseye eli
yıkamak farzdır.
Bildiğim kadarıyla bu meselede
bilginlerin görüşleri böyle sınıflanabilir. Herkesin kendi düşüncesini
dayandırdığı bir kanıdama tarzı vardır, fakat bu kitabımız onların kanıtlarının
ortaya konulacağı bir yer değildir.
TAMAMLAMA
Meselenin bâtındaki hükmü şudur: Eli yıkamak, Şari’nin terk edilmesini emrettiği
davranışlarla eli temizlemektir. Bu da iki kısma ayrılır: Bir kısmı vacip,
diğeri ise teşvik edilmiş kısımdır [mendup]. Bizce vacip ve farz eşittir ve bu
ikisi aynı anlama söylenmiş iki sözdür. Binaenaleyh bize göre, ‘Allah Teâlâ
farz kıldı’ demek ile ‘vacip kıldı’ demek arasında fark yoktur.
Terki vacip olan fiil, işlendiğinde
şeriatın gasp, hırsızlık veya hainlik yapılmış olacağına hükmettiği bir şeyden
elin çekilmesidir. Kısaca, şeriatın elin kullanımını uygun görmediği her şey bu
kapsama girer. Bu hallerdeki farklar açıktır. Bütün bunlardan elin
‘temizlenmesi’ vaciptir. Neyle temizleneceği ise, Allah Teâlâ izin verirse,
ilgili bölümde belirteceğiz. Öyleyse elin böyle temizlenmesi farzdır.
Teşvik edilmiş temizlik ise, elde
bulunup tutulması serbest bırakılmış dünyalığın terkidir. Şeriat, Allah Teâlâ
katindakini arzulayarak böyle bir malın elden çıkarılmasını teşvik etmiştir.
İşte zühd budur ve o bir ticarettir. Çünkü sahip olunan malı elden çıkarmanın
karşılığında Allah Teâlâ katında bir bedeli vardır. Terk etmek, elde tutmaktan
daha üstündür [kârlıdır]. Zühd, her dinde ve inançta din ve akıl bakımından
kabul edilmiş bir husustur. Çünkü bütün ahi sahipleri, dünyaya karşı zahit
davranıp dünyalık toplamayı bırakmanın ve insanın sahip olduğu malları elden
çıkarmasının üstün bir davranış olduğunda görüş birliğine varmıştır. İşte bu,
elin temizlenmesi hakkında teşvik edilmiş kısımdır. Bu kısımdaki temizlik
sünnettir.
El temizliğinde müstehap görüşe
gelince, bu görüş, elinin temiz olup olmadığında kuşku duyan insanın sahip
olduğu malı elinden çıkarmasıdır. Bunun nedeni, malın helalliğini zedeleyen
bir kuşkunun malda bulunmasıdır. Bu durumda malı elinde tutması uygun değildir.
Bu ise zühd değil, veradır [kuşkulu şeylerden uzak durmak]. Malda haram
kuşkusu bulunsa bile, onun helale dönük bir yönü de vardır. Müstehap olan,
böyle bir malın mutlaka terkedilmesidir. Çünkü haramı dikkate almak, [helali
dikkate almaktan] daha üstündür. Çünkü insan, şüpheli bir şeyi elinde
tuttuğunda sorumluyken kendisine göre maldaki kuşku nedeniyle onu elinden
çıkardığında ise sorumlu değildir. Hatta bu davranışı karşısında insan,
ödüllendirilmeye daha yakındır. Teşvik edilmiş temizlikte böyle yapmak daha
iyidir. Mübah malın terkinin ise mübah sayılması daha doğrudur.
Bilginlerin uykudan uyanıklığında
elleri yıkamanın genel anlamda farz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına
düştüğünü, bazı âlimlerin bunu özellikle gece uykusuyla sınırladığını
belirtmiştik. Bilmelisin ki, gece, gaybdır [görünmez]. Çünkü o, örtünme
mahallidir. Allah Teâlâ ‘geceyi bir örtü yaptı.’ Gündüz ise şehadettir
[görünen]. Gündüz, hareket ve ortaya çıkma zamanıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ
gündüzü Allah Teâlâ’nın ihsanını, yani rızık aramak için geçinme vakti yaptı.
Gündüz aranılan ihsan ve rızık, [başka vakittekinden] fazla ve üstündür. Bu,
erdemlerin artmasıdır. İnsan gündüz, kendisi için rızık olmayan şeyleri de
toplar. Bu kısım fazlalıktır, çünkü insan onu varisleri veya başka insanlar
için toplar. Halbuki insanın rızkı, topladıkları değil, beslendiği şeylerdir.
Bilmelisin ki uyuyan, hiç kuşkusuz
gayb âleminde bulunur. Gece uykusu söz konusu olduğunda ise, bu uyku gayb
içinde gayb saydır. Dolayısıyla onun etkisi daha güçlüdür. Gündüz uykusu ise
şehadet içindeki gaybdır. Dolayısıyla bu uykunun hükmü daha zayıftır. Bakınız! Allah
Teâlâ ‘uykuyu dinlenme’ yaptı. Dinlenme, hiç kuşkusuz bir istirahattir.
Geceleyin uyku daha şiddetlidir. Çünkü gece uykusunda insan gündüzdekinden daha
çok kendisinden geçer. Gayb asddır. Öyleyse asıl olan gecedir. Şehadet âlemi
ise bu aslın feridir. O zaman gündüz de, ferdir. ‘Onlar,
için bir delil gecedir. Gündüzü ondan çıkarırız.’5' Çünkü
gündüz, geceden çıkarılmıştır. Gece, eşyayı örter ve onların dış varlıklarının
hakikatlerini görmeyi engeller. Bu nedenle gece, bilgisizliğe benzer. Çünkü
bir şeyi bilmemek, onun hükmünü açıklamaz [açıklamayan bir şeydir]. Bir konuda
şeriatın cahdi olan insan, şeriatın o konudaki hükmünü de bilemez.
Uyuyan kişi, görülür âlemdeki
insanların herhangi bir işini bdemediği için, uyku sırf bilgisizlik
sayılmıştır. Ne var ki uyku ‘gözü uyuyup kalbi uyumayan’ için bdgisizlik değildir.
Örnek olarak Allah Teâlâ’nın peygamberini ve günümüzde de Allah Teâlâ’nın
ddediği peygamber varislerini verebiliriz. Gündüz, eşyayı ayan beyan ortaya
koyar ve onlarm zadarının dış varlıklarını gösterir. Bunun yanı sıra insana
çekindiği zararlı şeyleri gösterdiği gibi çekinmediklerini de gösterir. Bu
nedenle gündüz, bilgiye benzer. Çünkü bilgi, şeriatın eşyadaki hükmünü
açıklayan şeydir.
Gündüz uyuyan insan, uyuması
nedeniyle bilgisizlikle nitelendiği için -çünkü uyku bilginin zıddıdırbazen
farkında olmaksızın elini veya ayağmı uzatıp uyanıkken bozmaya yeltenmeyeceği
bir şeyi bozabdir. Bu nedenle şeriat, uyandığında bdgiyle bdgisizlik uykusundan
temizlenmeyi ona farz kddı. Uyuyan insan, uyanmasıyla bu konudaki şeriatın
hükmünü öğrenir. Çünkü o, bilgisizlik uykusunda uyurken, ‘elinin nerde
gecelediğini bilmiyordu: Acaba kendisine mübah bir malda mı, yoksa daha önce
zikrettiğimiz gibi, çalınmış vb. gibi mülkiyeti kendisine mübah olmayan bir
şeyde mi [geceledi]? Farklı düşünen kimse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘elinin nerede gecelediğini bilemez’ hadisini dikkate alır ve
bilgisiz ile uyuyan kişi, uykuda ortak olur.
Şari ‘geceleyeni’ zikretti. Çünkü
uyku genellikle geceleyene hâkimdir. Şari, her zaman daha yaygın olanı dikkate
alır. Böylelikle bu hükmü gece uykusuna bağlamıştır. Mutlak anlamda uykuyu dikkate
almak, gece uykusunu dikkate almaktan daha üstündür. Gece uykusunu dikkate
alan kişi, geceleyeni zikretmiş olur. Çünkü insan gündüz uyuduğunda, yanında
bir insan veya toplum bulunabilir. Onlar uyuyan kişinin elini veya ayağını
hareket ettirip bir testiyi veya başka bir şeyi kırmaya neden olduğunu
görebilir. Veya uyuyanın eli, süt emen küçük bir çocuğun ağzının üstüne gelir
ve ona eziyet verir veya onun soluk alıp vermesini engeller ve ölümüne yol
açabilir. Bu gibi hadiselere tanık olduk. Bu durumda uyuyan insanın yanında
bulunan uyanık kişi, gündüzün ışığı ve uyanıldık bu durumu kendisine
gösterdiği için, yakınındaki küçük çocuğu veya testiyi uzaklaştırmakla ortaya
çıkacak zararı engeller. Bilgisiz insan karşısında bilgin de böyledir. Bilgili,
cahilin şeriatın hükmünü bilmediği bir şeye yeltendiğini gördüğünde, onu
uyarır veya şeriat onunla bu fiil arasına girer.
Bize göre eli yıkamak, bâtınî işlerde
gafil -ki gafil gündüz uyuyan kimsedirve cahile' -o da gece uyuyan
kimsedirfarzdır ve bu zorunludur. Temizlenmeyi eli kaba sokmazdan önce dikkate
almamızın nedeni ise, hem amel ve hem de bilgiyle sorumlu ve muhatap
olmamızdır. Bilgi [zahirî anlamıyla] sudur. Amel ise, yıkanmaktır. Her
ikisiyle birlikte temizlik gerçekleşir. Abdest suyunun bulunduğu kaba
sokulmazdan önce ellerin yıkanması, insanın içinden bu fiile başlarken Hakkın
mertebesine -ki insanın muduluğu oradadıryönelme niyetinin ortaya konulmasıdır.
İşte abdest kabına sokulmazdan önce eli yıkamanın bâtınî temizlikteki anlamı
budur.
[Ağza
ve Burna Su Vermek]
Ağza ve burna su
vermek (mazmaza ve istinşak), şeriat bilginlerinin üç görüşe ayrıldığı bir
konudur. Bazı âlimler, her ikisinin de sünnet olduğunu, bir kısmı farz, bir
kısmı ise ağza su vermenin sünnet, burna çekmenin farz olduğunu kabul etmiştir.
Ağza ve burna su vermenin zahirdeki hükmü budur.
Ağza ve burna su vermenin (mazmaza ve
istinşak) bâtındaki hükümlerine gelince, bunların bir kısmı farz, bir kısmı
sünnettir. Ağza su çekmede farz olan, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’u söylemektir.
Bu kelimeyi söylemekle dil ve gönül şirkten temizlenir. Çünkü bu cümlenin
harfleri göğüs [sadr, gönül] ve dil harfleridir. Allah Teâlâ’nın sana söylemeyi
farz kılıp başkasının senin adına yerine getiremeyeceği -ki böyle olsaydı
farz-ı kifaye gibi senden düşmüş olurdubütün ibadetleri söylemek de böyledir.
Örnek olarak, çukura düşmek üzere olan bir âmâyı uzaktan gören adamı
verebiliriz. Amâ çuküra düşmekle ya acı çekecektir veya ölecektir. Bu nedenle,
kendisine yetişemeyeceği için, adamın âmâyı düşmekten engelleyecek şekilde
anlaşılır bir dille ona bağırması farzdır. Bir insan bu konuda kendisini
geçerse, üzerinde belirlenmiş farz kendisinden düşer. Buna rağmen âmâyla
konuşursa, bu davranış, yine de iyidir, fakat farz değildir.
İnsan bu ve benzeri şeylerle
bâtınında ağzına su verirse [temizlerse], hiç kuşkusuz, bir iyilik elde etmiş
ve hayır söylemiş olur. Hayır söylemek ve dilin doğruluğu, yalandan
temizlenmektir. İyi sözü söylemek, kötü sözü söylemekten arınmak demektir. ‘Zülüm
eden ise..’52 âyetine göre bir karşılık olsa bile, bu
konuda susmak daha üstündür. İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, o
ikisinin zıddı olan şeylerden temizlenmektir. Böyle bir şey, ağza su almanın
farz ve sünnetidir. Aynı şey, burna su çekmek için geçerlidir.
Bâtında burna su çekmeyi anlamak için
şunu bilmek gerekir. Arap örfünde burun, izzet ve büyüklük organıdır. Araplar
beddualarında ‘Allah Teâlâ burnunu sürtsün’ ‘burnu toprağa sürtünse bile’
derler. Burada ‘toprak’ denmiştir. Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın [beddua
edilen insanı] büyüklük ve izzetinden horluk ve küçüklüğe düşürsün demektir. Bu
küçültme
‘toprak’ kelimesiyle anlatıldı. Çünkü
Allah Teâlâ yeri mübalağa kalıbında ‘çok zelil’ diye isimlendirdi. Çünkü en
zelil şey, bir zelilin ayağıyla çiğneyebildiği şeydir. Kullar zelil yaratıklar
olduğu halde üzerinde yürüyerek yeryüzünü çiğner. Bu nedenle Kur’an, yeryüzünü
mübalağa kalıbıyla isimlendirmiştir.
İnsanın içindeki büyüklük, kulluk,
horluk, zillet ve muhtaçlık hükümlerini uygulamadan ortadan kalkmaz ve silinmez.
Bu nedenle burna su verirken sümkürmek gerekti. Kişiye şöyle denilir: Burnuna
su çek, sonra sümkür! Burada su, kul olduğunu bilinendir. Büyüklüğünün temsil
eden organında [burun] onu kullandığında ise, büyüklük o yerden çıkar.
‘Sümkürme’ budur. Bunun bir kısmı farzdır. Bu kısmın bâtında kullanılması ise,
hiç kuşkusuz ki farzdır. Sümkürmenin sünnet olmasının anlamı, onu yapmadığında
abdestinin geçerli olabilmesidir. Bu noktadaki karşılığı ise şudur: Kölene veya
emrinin altında bulunan kimselere [amir olarak] veya elinin altında bulunana
kimseye tevazuyla davranmayı terk edip Şari Teala’nın sana mübah kıldığı bir
gerekçe nedeniyle üstünlüğünü, başkanlığını göstererek davranırsın -ki burada
[kölenin efendiye söylediği] ‘Efendi! Bana falan şeyi ver’ ifadesinin içerdiği
bir sır vardır-. Bu durumda [mübah bir gerekçe nedeniyle] tevazuyu terk etmeye
rağmen, tevazu yapmadan temizlenme gerçekleşmiş olur. Bununla birlikte,
tevazünün gösterilmesi daha üstün bir davranıştır. İşte bu da, burna su
çekmenin [batında] farz olmaktan çıktığı bağlamdır.
Bu nedenle ‘burna su çekmek bazen
sünnet, bazen farzdır’ dedik. Çünkü biliyoruz ki, bir şehir halkı tek bir
sünneti terk etmede görüş birliğine varırsa, onlarla savaşmak farz olur; fakat
bir kişi sünneti terk ederse öldürülmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘gece vakti ulaştığı bir şehre sabah oluncaya kadar savaş açmazdı. Sabah
olduğunda ise ezan sesi duyarsa durur, yoksa saldırıya geçerdi.’ Ezan sesi
duymadığında ise ‘Öyle bir topluluğun bölgesine girdik ki! Korkutulanların
sabahı ne kötüdür’ âyetini okurdu.
Şeriatın farz, sünnet ve
müstehaplarından her hükmün bâtmda bir karşılığı veya kula o konuda açılan
şeylere göre birden çok hükmü vardır. Bâtındaki bu hüküm de, farz veya sünnet
veya müstehap olabilir. Bu durum zorunludur. Dince belirlenmiş bütün
ibadetlerde bunu alabilirsin. Bu sayede zahirin hükmü bâtından ayrılır. Çünkü
zâhir, bâtına nüfuz eder. Bâtında zâhire sirayet eden meşru bir emir yoktur.
Bâtında olan, kendisinde sınırlıdır. Çünkü bâtın, bütünüyle anlamlardır. Zâhir
ise, duyulur fiillerdir. İş duyulur olandan manaya geçerken anlamdan duyuya
geçmez.
BÂB
Yüzü
Yıkamanın Sınırı
Yüzü yıkamanın farz olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bunun bâtındaki
hükmü ise, murakabe (kontrol, gözetleme) ve Allah Teâlâ’dan her durumda
utanmaktır. Bu ise, Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşmamakla gerçekleşir.
Şekilci bilginler, abdestte yüzü
yıkamanın tanımlanmasında üç yerde görüş ayrılığına düşmüştür: Birincisi,
kulakla yanak arasındaki beyazlık hakkındaki görüş ayrılığıdır. İkincisi,
sakalın örttüğü kısımdaki görüş ayrılığıdır. Üçüncüsü ise, sakalın
yıkanmasıdır. Zikredilen beyazlığa gelince, bazı bilginler onun yüzden
olduğunu, bazıları ise yüzden olmadığını iddia etmiştir. Sakalın örttüğü kısım
hakkında ise, bazı âlimler suyun o kısma girdirilmesini, bazıları ise bunun
zorunlu olmadığını iddia etmiştir. Sakalın hilallenmesine gelince, bazı
bilginler bunun zorunlu, bazıları ise, zorunlu olmadığını iddia etmiştir.
VASIL
Zikredilenlerin
Bâtındaki Hükmü
Bu konuda işi
sınırlamaksızın, genel anlamda yüzün yıkanmasının bir
kısmı farz iken bir kısmı farz değildir. Farz olan kısım, yasakladığı yerde
seni görüp emrettiği yerde bulmayışında Allah Teâlâ’dan utanmaktır. Bu konuda
sünnet olan utanma, yalnız başınayken ayıp yerlerini açmaktan utanmaktır. Her
parçanı gördüğünü bildiğin halde Allah Teâlâ’dan utanmak daha yerindedir.
Fakat sorumlu olman bakımından senin fiillerindeki hükmü, zikrettiğimiz
şeydir. Rivayetler bunu getirmiştir. Sana mübah kılınsa bile, eşinin avret
yerine bakmak da böyledir. Mübah olsa bile, bu konuda hayâ etmek, daha üstün ve
yerinde bir davranıştır. Böylelikle utanma duygusunda ‘Allah
Teâlâ hakkı söylemekten utanmaz553 gibi ifadelerde
farzlık düşer. Bundan ortaya çıkan şey ise üzerine farzdır. Senin üzerine
belirlenmeyen ise, sünnet ve müstehaptır. Dilersen yaparsın -ki üstün olan
budurdilersen de yapmazsın.
İnsan zâhir ve bâtın olarak
fiillerini ve fiillerini terki gözettiği gibi Rabbinin, kalbindeki eserlerini
de gözetir. Çünkü kalbinin ‘yüzü’ muteberdir. insanın ve her bir şeyin yüzü,
onun hakikati, zatı ve kendisidir. ‘Bir şeyin vechi,’ ‘meselenin vechi’,
‘hükmün vechi’ denilir ve onunla sözü edilen şeyin hakikati, kendi ve zatı
kastedilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün
yüzler vardır parıldar, Rablerine bakarlar. O gün yüzler vardır, kararmıştır.
Kendilerinin, bel kemiklerini kıran bir felâkete uğratılacağını sezeceklerdir,’54
Öyleyse insanların önündeki yüzler, zanlarla nitelenmez. Zan insanın hakikatine
aittir. Binaenaleyh ‘hayâ bütünüyle hayırdır’, ‘hayâ imandandır’ ve ‘hayâ
ancak iyilik getirir.’
Kulak ve yanak arasındaki beyazlık
-ki o kulak ve yüz arasındaki sınırdır-, insanın yüzünde sorumlu olduğu amelle
kulağında sorumlu olduğu amel arasındaki sınırdır. Bu konuda yapılması gereken
şey, sınırı sınırlanana sokmaktır. Başka bir ifadeyle insana yaraşan şey, hayâ
duygusunu gözüne olduğu gibi kulağına da yönlendirmektir.
Allah Teâlâ’nın yasakladıklarına
bakmamak, hayânın bir parçasıdır. Allah Teâlâ peygamberine şöyle hitap eder: ‘Müminlere
söyle, gözlerini haramdan uzak tutsunlar.’55 ‘Mümin kadınlara da gözlerini
sakınmalarını söyle™' Bu iki âyetin bâtını anlamında kast
edilenler, nefs ve akıldır. İnsanın işitilmesi helal olmayan şeyi duymaktan da
utanması gerekir. Örnek olarak dedikoduyu ve bir insanın söylemesi veya duyması
uygun olmayan kötü sözü dinlemeyi verebiliriz. Çünkü bu beyaz, kulak ve yanak
arasındadır. Orası, kuşku mahallidir. Kuşkunun nedeni, bu konuda şöyle
demektir: ‘Ben karşı çıkmak ve gıybeti yapılan kişiyi savunmak için ona kulak
vermiştim.’ Bu ise, İçişinin anlayışından kaynaklanır. Onun bu sözü, [yanak
anlamındaki izar’ın aynı zamanda mazeret anlamına gelmesiyle ilgili olarak]
izar’dan kaynaklanır. İzar ise, mazeret demektir. İnsan bu konuda
azarlandığında, zikrettiğimiz tarzda mazeret beyan eder ve der ki: Sözünü tam
olarak kulağıma yerleştirmek için ona kulak verdim ki bilgiye dayanarak onu
öyle konuşmaktan engelleyeyim. Bu durum ‘izar’ kelimesiyle ifade edilir. Bu
ifade, izarı (ya da mazereti) olmayan kimsede izarm yerini alır.
Bu gibi ifadeleri dinlememeyi vacip
sayan kimsenin temizliği, Allah Teâlâ’nın şu âyetiyle gerçekleşir: ‘Onlar,
sözü dinler ve en güzeline uyar, işte onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine
hidayet verdiği kimselerdir:57 Allah Teâlâ onlara iyilik ve
kötülüğü gösterir. ‘Onlar üstün akıl (lüb) sahipleridir,’58
Başka bir ifadeyle, söylediğimiz şeyi bilen kimselerdir. Lüb, bir şeyin
kabukla korunan özü demektir. Bunun kendisine farz olmadığını düşünen ise,
dilerse yıkanır, dilerse yıkanmaz. Örnek olarak, cezalandırmasından korktuğu
yetkili birinden yüzüne karşı reddemeyeceği şeyleri dinlemek zorunda kalan
insanı verebiliriz. Meclisten kalkmaya güç yetirebilirse, ayrılır. Bu insanın
yıkanması ve temizlenmesi oradan ayrılmaktır. Kendince kuşkulu bir durum
nedeniyle kalmayı yeğlerse oturur ve ayrılmaz. Bu da, ayrılmanın farz
olmadığını düşünen kimsenin davranışıdır.
Sakalın örttüğü yerin yıkanması ve
sakalın hilallenmesi ise, [bâtınî olarak] geçici şeylere işaret eder. Sakal
yüze ilişen bir şeydir. Yüzün bir parçası değildir ve yüzün tanımında bulunmaz.
Bu durum, zatının dışında bulunup zatına ilişen şeylerin [tanımında
bulunmayışına] benzer. Bu arızî şeylerde, sana ilişen şeyin hükmüne bağlısın.
Bu arızî şeyden nefsini temizlemeyi gerekli görmüşsen, sakalın yıkanmasının
farz olduğunu benimseyen kimsenin görüşünü dikkate almışsmdır. Temizlemeyi
gerekli görmezsen, ya müstehap olarak temizlersin veya hükmü kesin olmadığı
için biralarsın. Falca t böyle yapmak, diğerlerinin içinde bir eksikliktir.
İşte bu, ‘zorunlu değildir’ diyen bilginin görüşüdür ve o, diğerlerinin
mezhebidir.
Böyle bir bölümde önce şunu
açıklamıştık: Böyle meselelerde bâtının hükmü, farz olmaya ya da sünnet veya
müstehap olmaya dönük bir yönü bulunan zahirin hükmünden farklıdır. Bir işin
yapılması veya terk edilmesi anlamıyla [vacip veya haram] farz, mutlaka yerine
getirilmesi gereken bir şeydir. Bâtınî meselelerde farz olmayan şeyi, emre
bağlanmada farza katmak daha uygundur. Burada söz konusu olan şeyin yapılması
veya terk edilmesi gereken bir iş olması durumu değiştirmez. Bu durum, bütün
ibadetlerde böyledir.
BÂB
Abdestte Elleri ve
Kolları Dirseldere Kadar Yıkamak
Şeriat
bilginleri, abdestte elleri ve kolları yıkamanın zorunluluğunda
görüş birliğine varmış, dirseklerin yıkamaya dahil edilmesinde ise görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Bizim mezhebimiz, fiilde icma’ derecesine çıkmaktır.
Çünkü hükümde icma('mn gerçekleşmesi) düşünülemez. Bazı bilginler, dirseklerin
yıkanmaya dahil edilmesi, bir kısmı ise bunu farz saymamak görüşündedir. Farz
olmadığını söyleyenler arasında ise dirsekleri yıkamaya katmanın müstehap
olduğunda görüş ayrılığı yoktur.
VASIL
[Bu Konuda Bâtının Hükmü]
Allah Teâlâ’nın
bizi sorumlu tuttuğu zâhir hükmünü ortaya koyduktan sonra, şöyle deriz: İki
eli ve iki kolu -ki o ikisi bilektirkerem, cömertlik, ihsan, başkasını tercih,
bağışlar, emanederi sahiplerine vermek fiiliyle yıkamak gerekir. Bu, başkasını
tercihin geçerli olmadığı husustur. Aynı zamanda, dirseklere dayanmakla onları
dirseklerle beraber tevekkül ve sığınma duygusuyla yıkamak gerekir. Çünkü
mümin ‘kardeşiyle çoktur.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem abdestte
dirseklerini yıkadığında, pazularına kadar yıkardı. Bu ve benzeri şeyler,
ellere ait özelliklerdendir. Ellerin sınırı konusunda görüş ayrılığı vardır.
En çoğu, koltuk aklarına kadar olan kısımdır. En azı ise ‘dirsek’ diye
isimlendirilen ayrıma kadardır. Geride dirsekleri katıp katmamak kalır.
Bâtında dirsekler, kulun yararlandığı
[dirsek kelimesiyle aynı kökten irtifak] ve nefsini alıştırdığı sebepler
demektir. Çünkü insan, özünde ‘aceleci yaratılmıştır.’ Mümkün bir varlık
olması bakımından, hakikatinin verdiği yoksunluktan korkar. Bu nedenle,
dayanacağı ve meyledeceği şeye yönelir. Abdestte dirsekleri yıkamaya katmanın
farz olduğunu düşünen kimse, kendisinden bir hikmet olarak Allah Teâlâ’nın
yarattığı şeylere sebepleri yerleştirdiğini gören kişidir. Çünkü Allah Teâlâ,
yaratıklarının inançlarındald zayıflığı bilir. [Dirsekleri yıkamanın bir
parçası yapmakla] Böylelikle, sebeplere güvenerek Allah Teâlâ’nın hikmetinin
işlevsiz kalmamasını ister. Çünkü böyle bir şey, insanın Allah Teâlâ’ya
itimadına zarar verir.
Dirsekleri yıkamanın farz olmadığını
düşünüp nefsin sebeplere yöneldiğini gören kimse, nefsin sebeplere itimat edip
sebepleri görmelde hal olarak Allah Teâlâ’ya güvenmenin tam anlamıyla
gerçekleşmediğini görmüş demektir. Dirsekleri yıkamanın farz olmadığını kabul
eden herkes, onları yıkamaya katmanın müstehap olduğunu düşünür. Haklarındaki
hükümleri değişse bile, sebepleri görmek herkese göre müstehaptır. Çünkü Allah
Teâlâ, hikmeti sebeplerin varlığına bağlamıştır.
BÂB
Başı
Meshetmek
Şeriat bilginleri, başın mesh edilmesinin abdestin farzlarından olduğunda
görüş birliğine varmış, başın ne kadarının zorunlu olduğunda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bazı âlimlere göre başın tamamını mesh etmek farzdır. Bazıları da
başın bir kısmını mesh etmenin farz olduğunu iddia etmiş, ‘bir kısmı’nı
tanımlamada görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı ise, başın üçte birini
meshin farz olduğunu ileri sürmüş, bir kısmı üçte ikisini, bir kısmı çeyreğini
mesh etmenin farz olduğunu iddia etmiş, bir kısmı ise sınırın
belirlenemeyecğini söylemiştir. Bazı bilginler ise, meshin elin ne kadarıyla
yapılması gerektiğinden söz etmiştir. Bazıları meshin en az üç parmakla
yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise ‘bir kısmı’ deyiminin
ne mesh edilen yer ne de parmaklar için belli bir tanıma sahip olduğunu ileri
sürmüştür. Görüş ayrılığının kaynağı, abdestle ilgili ‘başlarınızı’59
âyetinde ‘b’ [ile] harfinin geçmiş olmasıdır.
Başı Mesh Etmenin Bâtındaki Hükmü
Meshin
[zahirdeki hükmünden] bâtındaki hükmüne geçersek, öncelikle
baş [re’s], başkanlıktan gelir. Başkanlık yükseklik ve üstünlük demektir.
Kavmin başkanı, yani kavmin yetki sahibi olan efendisi ifadesi buradan gelir.
Gözle bakıldığında baş, bedendeki en üst taraf olduğu ve bütün beden onun
altında bulunduğu için ‘baş’ diye isimlendirildi. Başkan yönetilenden mertebe
bakımdan üstündür ve üst yön ona aittir. Allah Teâlâ, şeref sahibi olması
nedeniyle, kendisini üstte olmakla nitelemiştir: ‘Üstlerindeki
Rablerinden korkarlar.™ Başka bir âyette ise şöyle buyurur:
‘O kullarının üzerinde hâkimdir.wı
Böylelikle baş, üst yön ilişkisi nedeniyle bedende Hakka en yakın organdır.
Başın bedenin bütün parçalarını
yönetmesini sağlayan başka bir üstünlüğü daha vardır. O da başın
duyulur-akledilir ve manevi bütün güçleri taşıyan ve toplayan bir yer
olmasıdır. Baş bu yönden de bu üstünlüğe sahip olduğu için baş diye
isimlendirildi. Allah Teâlâ insandaki en şerefli şey yaptığı aklın bulunduğu
yeri de başın en üst tarafı yapmıştır. Burası başın üst tarafıdır [yafuh]. Allah
Teâlâ onu üst yöne bakan yer yapmıştır.
Baş, zâhirı ve bâtınî tüm güçler için
bir yerdir. Her gücün bir otoritesi, hükmü ve övüncü vardır ki bunlar bir güç
için diğer güçlere karşı üstünlük sağlar. Bu durum, hükümdarın sarayının
çarşıdaki diğer evlerden yüksek olmasına benzer. Allah Teâlâ, o güçlerin
baştaki yerlerini farklı farklı yapmış, Böylelikle üstü, önü, ortası ve sonuyla
başın tümünü kaplamışlardır' Daha önce belirttiğimiz gibi, her gücün
kendiliğinde bir izzeti, otoritesi, büyüklüğü ve başkanlığı vardır. Bu nedenle
başın tümünün tevazu ve Allah Teâlâ’ya boyun eğme duygusuyla mesh edilmesi
gerekir. Bu yorum, farklı mekânlara yerleşmiş bu güçleri taşıması bakımından
bütününe yayılan bu başkanlık nedeniyle başın bütününün meshinin farz olduğunu
düşünen insanın görüşüdür. Mesh bütüne yayıldığında, her gücün kendi iddiasıyla
ilişkili özel bir mesh gerçekleşir. Böylece insan, başın her parçasına özgü
mesh ile o parçayı kendisine ait taşkınlıktan alıkoyar. Böylelikle insan,
meshi bütün başa yayar [bütün parçaları taşkınlıktan alıkoyar].
Valilerin işleri hükümdara döndüğü
gibi, başın da üstünde bir baş olduğu düşünülebilir. Hükümdar valileri yöneten
kişidir. Böylece her vah, üzerinde kendisinden daha üstün ve kendi otoritesi
üzerinde otoritesi olan bir yönetici bulunduğunu görür. Söz gelimi musavvire
gücünün hayal gücü üzerinde bir otoritesi vardır. Dolayısıyla o, hayal gücünün
başkamdir. Bununla birlikte hayal gücünün de bir başkanı vardır. Bilginlerden
böyle düşünen kimseler, başın bir kısmının mesh edilmesi gerektiği görüşüne
varmıştır. Bu da başın en üst tarafını meshetmektir.
Arkadaşlarımız, [başın bir kısmını
meshi kabul ederken] bu kısmın sınırı üzerinde görüş ayrılığına düşmüştür. Her
arif, Allah Teâlâ’nın bu güçlerin mertebesi hakkında kendisine verdiği algıya
göre konuşur. Dolayısıyla, gördüğü ve dikkate aldığı şeye göre hareket ederek
bu ibadetle meshi kabul etmiştir. Mesh zelil olmak, büyüklüğü ve haşmeti,
kulluk ve tevazuyla gidermek demektir. Arif, ibadet temizliğinde, Rabbine kavuşmak
ister. Çünkü namaz kılan kişi, Rabbiyle karşılıklı konuşma makamında bulunur.
Bu konuşma ise, temizlenmeyle amaçlanan kavuşmadır [vuslat].
İzzedi başkan, bu izzeti ve
başkanlığı kendisine veren [büyük] başkanın huzuruna girdiğinde, başkanlık
konumundan aşağı iner, huzuruna girdiği kimsenin -ki o kendisini yaratan
efendisidirizzeti karşısında hor ve zelil olur. Onun önünde, [ibadederi
karşısında] ücret talebiyle kendilerini yabancı konumuna yerleştiren diğer
kullar gibi durur. Bu kul, orada gevşek [şımarma, naz] bir şekilde değil,
horluk makamında durur. Güçlerinden birinin diğerine üstün olduğu fikri
kendisine hâkim olan insan, bu ibadetle talep ettiği vuslat nedeniyle o tarafı
mesh etmesi gerekir.
Bu nedenle teyemmümde başın mesh
edilmesi farz olmadı. Çünkü başa toprak sürmek, ayrılık belirtisidir ve büyük
musibet [ölüm] demektir. Çünkü ölümle sevdiğini kaybeden insan, başına toprak
saçar. Bu ibadede ayrılık değil kavuşmak istenildiği için, teyemmümde başa mesh
farz olmamıştır. Artık zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz tarzda başını mesh
et! Kuvvederin başkanlığının ayrıntıları sufilerce bilinir, bu nedenle onları
zikretmeye gerek duymuyoruz.
Elin hangi kısmıyla meshin yapılacağı
hakkında bilginlerin görüş ayrılıklarını değerlendirmede, [başın] mesh edilen
kısmıyla ilgili hareket
ettiğin gibi hareket edebilirsin.
Çünkü bu başkanlığı, farklı güçlere sahip olan sebepler giderir. Bunun yeri
ise, eldir. Başkanlığın bir kısmı, kahır [ezme] özelliğiyle kaybolur ve bir
kısmı da yönetim ve teşvik özelliğiyle silinir. Söz gelişi insan, kırgınlığını
gidermek için sevgi ve şefkatle öksüzün başını eliyle okşar. Bu nedenle mesh
yaparken elin bütünü veya bir kısmının kullanılması tercih edilebilir.
Bilginler arasında bu görüş
ayrılığının kaynağı, [abdestle ilgili âyette geçen] ‘başlarınızı’61 kelimesindeki ‘b’ harfidir. Harfin
ayrıştırma bildirdiğini kabul edenler, meshi [bütüne değil] bir kısma yapmış;
harfi pekiştirme için ilave harf sayanlar ise meshi başın bütününe yaymıştır. B
harfi bu noktada yaratılmış şeyin kudretinin simgesidir. Söz konusu kudret, ya
güç yetirilen şeyde bir etkiye sahiptir ya da herhangi bir şekilde bir etkisi
yoktur. Birinci görüş doğru ise -ki o Mutezile ve başka' bazı kimselerin
görüşüdürbaşın [ve elin] bir kısmı meshe girer, ikinci görüşe göre ise
yaratılmışın kudreti zaittir. Bu da Eşarilerin görüşüdür. Bu nedenle de hükmü
düşer. Yaratılmış kudret ortadan kalkınca, kadim kudret başın bütününü meshi
kapsar, yaratılmış kudret ise, başın meshini kısmileştirmez. Kelimenin
başındaki b harfini, pekiştirme bildiren zait harf sayan görüş bakımından
pekiştirmenin sınırı, Eşari’nin ileri sürdüğü iktisap [kulun kazanımı] olur. Bu
da Allah Teâlâ’nın kitabının pek çok yerinde çaba ve ameli yaratılmışa izafe
eden ifadelerine işaret eder. Bu nedenle b harfinin zâit harf olarak gelmesini,
vurgulama (tekit) diye isimlendirilen bir anlamdan kaynaklandığını kabul
etmişlerdir.
Bakınız! Araplar konuşmalarında zait
ifadeyi zait (ilave kelime veya söz) ile karşılar. Bununla da pekiytirmeyi
kastederler ve sözünü pekiştirdiğinde konuşan insan öyle yanıt verir. Konuşan
şöyle der: ‘Zeyd ayaktadır.’ Veya şöyle der: ‘Zeyd ayakta değildir.’ Bu sözü
duyan kimse, ‘Zeyd ayaktadır’ ifadesinin cevabında ‘Zeyd ayakta değildir’ der
veya ‘Zeyd ayakta değildir’ ifadesinin cevabında ise ‘Zeyd ayaktadır’ der.
Böylece söyleyenin dediğini olumsuzlaştırır veya söyleyenin olumladığı şeyi
olumsuzlaştırır. Konuşan kimse olumlamayı pekiştirir ve ‘Kuşkusuz ki Zeyd
ayaktadır (Le-kâim)’ der ye böylece ayakta olmayı pekiştirmek için pekiştirme
edatını sözüne katarsa, yanıt veren de cevabına ‘Kesinlikle ayakta değildir’
anlamında B edatını ekler (bi-kaim). Böyle bir ifade ise zait diye
isimlendirilir. Çünkü söz, onsuz da olabilir.
Fakat konuşan kişi, kısmîliğin
zıddını [bütün] kasteder ve böyle bir harfi pekiştirme için getirebilir.
Kısmîliği ifade etmek istemişse, bu harf herhangi bir şekilde zait sayılamaz.
Suret görünüşte tektir, fakat anlamda değişir. Dikkate alınan ise, bu sureti
ortaya koyan konuşanın kastıdır.
Allah Teâlâ’nın bazı fiilleri yapma
imkânı vermesinin nedenini bilemezsek, bunun bizde neye dayandığını da
bilemeyiz. Söz konusu güç yetirmeyi, kendimizden biliriz ve onu inkâr
edemeyiz. Bu, seçimli harekettir. Allah Teâlâ bizde ortaya çıkan bazı fiillere
karşı koyma gücü de yaratmıştır ki, bunu da kendimizden biliriz. Örnek olarak,
titreyen insandan istemsiz bir şekilde gerçekleşen titreme hareketini
verebiliriz. İşte bunu bilmezsek, kendimizden bildiğimiz bu güç yetirmenin
bizde neye dayandığını da bilemeyiz. Acaba, bizde yaratılmış kudretin bizim güç
yetirebilmemizden meydana gelen varlıkta bir etkisinin olmasına mı dayanır?
Böyle ise, güç yetirebilmek, yaratılmış kudretin değil [ilahi] iradenin sonucu
olur. Kelamcılar arasında bu konudaki görüş ayrılığı buradan kaynaklanır.
İnsanın sorumlu bir varlık olması da,
güç yetirebilen [bir varlık] olduğunu bilmesinden kaynaklanarak bu meseleye
dayanır. İnsan bu güç yetirmenin nereye dayandığını aklıyla tam olarak
öğrenemez: Acaba güç yetiren olması mı, yoksa -seçiminde mecbur olsa bileirade
sahibi olmasına mı dayanır? [Bunu bilemese bile] Yine de, kendisinden bildiği
bu ölçüdeki güç yetirme sayesinde insanın sorumlu tutulması geçerli olur. Bu
nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ insanı kendisine verdiği şeyle sorumlu tutar.™ Allah
Teâlâ insana var olan bir şey vermiştir, ona hiçbir şey vermemiştir denilemez.
Herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, Allah Teâlâ’nın insana kapasite
anlamındaki güç yetisini verdiğini gördük. ‘Allah
Teâlâ kişiyi ancak güç yetirmesi ölçüsünde sorumlu tutar.’64
Bu güç yetirme ve kapasite (vüsat),
neye döner bilemiyoruz: Acaba irade ve kudrete mi, yoksa onlara ilave bir şeye
mi, yoksa o ikisinden kaynaklanan bir şeye mi? Bu durum, ancak keşif
vasıtasıyla öğrenilebilir. Bu meselede doğruyu gösterme imkânımız da yoktur;
Çünkü işin doğrusunu ortaya koymamız, âlemde bu konudaki görüş ayrılığını ortadan
kaldırmaz. Halbuki keşif vasıtasıyla bizim aramızda bu konudaki görüş ayrılığı
ortadan kalkmıştır. Bir sorun akledilir olduğu halde, onun hakkındaki görüş
ayrılığı nasıl kalkabilir ki? Düşüncedeki yaratılış farklılığı nedeniyle,
akledilir her meselede görüş ayrılığı kaçınılmazdır.
Bu yolda başı mesh etmenin ne anlama
geldiğini öğrenmiş oldun. Geride ise, sarık üzerine mesh etmek ve bu konudaki
hüküm kalmıştır.
VASIL
Sarık
Üzerine Mesh
Şeriat bilginlerinin bir kısmı sarık üzerine meshi caiz görmüşken bir
grup buna cevaz vermemiştir. Sarığa meshi caiz görmeyene göre, sarığa mesh
âyetin bağlamına aykırıdır. Çünkü [ayette geçen] ‘baş’ kelimesinden sarık
anlaşılmaz. Başı örtmek, geçici bir durumdur. Sarığa meshi caiz görenler ise
Sahih-i Müslim’de yer alan bir hadiste Peygamberin bunu bildirmesi nedeniyle
caiz görmüştür. Söz konusu hadis, hakkında konuşulmuş [zayıf] bir hadistir. Ebu
Amr b. Abdi’l-ber, hadis hakkında ‘sakat hadis’ demiştir.
VASIL
Bâtınî
Anlamıyla Sarığa Mesh
Sarığa meshin bâtındaki hükmüne gelince bilmelisin ki, geçici
şeyler ile asıllara karşı çıkılamadığı gibi onlara zarar da verilemez. Bakman
gereken şey, bu ilişen şeyin ortaya çıkmasının nedenidir. Söz konusu şey, ya
duyulmayan ya da yoksunluğunun zarara yol açacağı bir şeydir. Bu durumda ondan
müstağni kalınamaz. Gerek duyulmuyorsa aslın hükmünü ortadan kaldırmada onun
bir eddsi yoktur; kendisinden müstağni kalınamaz ve yoksunluğu bir zarara yol
açarsa, asılla aynı hükme sahiptir ve aslın yerini alır. Asıldan bir parça
kalırsa, kalan parçanın dikkate alınması gerekli ve zorunludur. Asıldan kalan
şeyin yerini ise, yoksunluğu zarara yol açan bu geçici şey alır. Bu konudaki
görüşümüz budur.
Bu nedenle zikrettiğimiz ve konu
uzmanı bazı âlimlere göre illetli olan hadiste, meshin alın ve sarığa birlikte
yapılması gerektiği yer aldı. Bu durumda su saça temas eder [geçici olan şey
aslın yerini almış olur]. Başın bir kısmını mesh etmeyi benimseyen kimseye
göre, saçın ıslanma^ sıyla asim hükmü gerçekleşmiş olur. Sarık süs için
takılmışsa, ona mesh caiz olmaz. Hastalık nedeniyle başına sarık takan hasta
böyle değildir. Bu meselede âyede çelişen bir ifade gelmemiştir.
İZAH
Tasavvuf yolundan gidenler, ilkeyi zedeleyen bir sorunla karşılaşabilir. Örnek
olarak, sebeplerden soyudanan bir insana sebebin fiilinin ilişmesini ya da
savaşta kahramanlık ve yöneticilik gibi işleri verebiliriz. Biz, başa mesh
etmekten söz etmekteyiz. Baş ise, bir yandan tavazu eder bir yandan büyüklenir.
Bu ibadette anlatmak istediğimiz konuyu anlaşılır Hakk getirmek için bir
benzetme yapmak yerinde olur: Büyüklenme ve kibirlenmek, insanın ibadetine
etki edip Rabbinin onun üzerindeki büyüklüğünü ve azizliğini unutmasına yol
açarak insanı onu hatırlamaktan perdelerse, [o asla zarar veren geçici işi]
yapmaz ve kendisinden büyüklüğü uzaklaştırır. Bu zorunlu bir davranıştır.
İlkeyi zedeleyeceği için, insanm bu yerde büyüklenmesi caiz değildir.
Büyüklenme ve kibir, insanm benliğini
etkilemek yerine -kişi kendiliğinde hor ve muhtaç ikendüşmanın gözünde görünen
bir durum ise, bulunduğu yerin özelliği nedeniyle görünüşte büyüklük gösterebilir.
Çünkü bu geçici davranış, ilkeyi etkilemez. Bize göre sarığa meshin hükmü de
böyledir. Bunu biliniz!
Bâtında sarık üzerine meshin hükmünü
öğrendin. Aynı yorum, elin bir kısmıyla sarığa mesh etmede de geçerlidir. Bunun
anlamı şudur: Sebebe sarılmak Allah Teâlâ’ya kalbinle olan itimad ve güvencini
zedeliyorsa, Allah Teâlâ’dan uzaklaşmada daha kötü bir sonuca yol açmadığı
sürece, sebebe sarılma ve onu kullanma. Sebebe sarılmak Allah Teâlâ’ya kalbinle
olan itimadını etkilemezse, ‘elinin bir kısmıyla mesh edebilirsin’ ve bu konuda
bir sorumluluk söz konusu değildir. Çünkü sebebi elden çıkarmak [sebebe
sarılmamak da], kulun fiillerinin bir kısmıdır. Elin toplamı, anlam bakımından
pek çok şeydir [şeyi içerir]. Çünkü eller, dince geçerli iş ve hükümlerde
anlamları farklı pek çok tasarrufa sahiptir. Bu bağlamda almak, vermek ve [bu
konuda denge anlamında] itidal ellerin fiilleridir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Elini
boynuna asma.’65 Bu ifade,
kinayf yoluyla cimriliği anlatır. cOnu
büsbütün de açma.’66 Bu ise,
kinaye yoluyla israfı anlatır. Kur’an böyle bir grubu övmüş ve şöyle
buyurmuştur: ‘İnfak ederken israf etmez ve cimri
davranmazlar. Bu ikisinin arasında bir denge tutarlar.’67 Kastedilen şey, infakta itidaldir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kendinizi elinizle tehlikeye
atmayın.™ Burada tehlike, cimrilik demektir. Kur’an bütün bu fiilleri
ellere nispet etmiştir. Bu nedenle dedik ki ellerin pek çok fiili vardır.
Çokluğun varlığı olmasaydı, kısmilik olmazdı. Çünkü bir, parçalanmaz.
VASIL
Başa Meshin Süresi
Bu meselede öğrenilmesi gereken başka bir konu ise, başa meshin
süresinin tespitidir: Meshin tekrarlanması sevap mıdır, değil midir? Bazı
insanlar, tekrarlamanın faziledi olmadığı görüşündedir. Bir kısmı ise, tekrarda
sevap vardır demiştir. Tekrar, bütün abdest fiillerinde ve bütün organlarda
eşit derecede müstehap sayılmıştır. Şu var ki tekrar[’ın müstehap olması], bazı
uzuvlarda güçlü, bazı uzuvlarda ise daha zayıftır. Organın bütününe yayılması
koşuluyla bir kez yapılmasının zorunluluğu hususunda ise görüş ayrılığı
yoktur.
[Bu fıkhı ayrıntının dayandığı
varlıktaki genel] ilke hakkındaki görüşümüz şudur: İlâhi genişlik nedeniyle,
âlemde tekrar yoktur. Dolayısıyla ‘tekrar’ lafzını [âlemdeki olaylar için]
kullanmayı reddederiz. Formel benzerlik nedeniyle ise, benzerlerin varlığını
reddedemeyiz. Buradan şu kesin yargıya ulaşırız: Gerçekte biri diğerinin aynı
olmasa bile, hareketler suret bakımından birbirine benzer. Bizim görüşümüz,
Şari’nin bu konudaki hükmüne bakmaya dayanır. Şari benzerleri sayarsa, biz de
onları sayarız. Nitekim namazın ardından otuz üç kez ‘SübhanAllah Teâlâ!’
deriz. Böyle bir şeyi reddetmeyiz. İnsanı sürade hükmü altına alan gaflederi
gidermek için, pekiştirmek maksadıyla abdest eyleminde çoğalma olmuştur. Bu
yaklaşıma göre, tekrarda fazilet vardır. [Hakk karşısında] Huzur’un
gerçekleşmesiyle, [gafletin büsbütün kalktığına] hükmedilirse, tekrar bir
fazilet olmaz. Çünkü [fazilet kelimesinin kökü olan] fazl ilave ve fazla
demektir. Abdest alan insanın bir şeyi fazla yapması, unutma ya da
bilinçsizliğin bulunmasına bağlıdır. Başka bir ifadeyle gaflet ve unutma olduğu
için, eylemi tekrarlar ve bu nedenle ilave olmuş sayılmaz.
Yine de bizce doğru görüş, tekrarın
fazilet sayılmasıdır. Çünkü o, hükümleri açıklayan Şari’nin belirttiği gibi
nurdur. Kitapta ve Sünnette ‘Allah Teâlâ’nın nurunu’ fanus içindeki lambaya
benzeten ifadeler vardır. Âyetin tamamına bakılabilir. Başka bir âyette Allah
Teâlâ, ‘nur üstüne nurdur5 buyurur. Yani, ‘nur üstüne nur’ ifadesi
zikredilmiştir. Bu durum, tek bir delilliye iki veya üç delil getirmeye benzer.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Abdestliyken abdest
almak, nur üstüne nurdur.’ Abdestliyken abdest almakla abdestte birinci suyun
üstüne ikinci suyu getirmek arasında bir fark yoktur. Bir insanın amelini
tekrarlaması, kişiye verilecek sevap ve tecellinin tekrarlanmasını sağlar.
Öyleyse abdestin bütün uzuvlarında esas olan, [yıkamanın] tekrarlanmasıdır.
Baş, iki kulak ve iki ayak ise farklıdır. Bu konuyla ilgili gerekli hususlara
değinmiş olduk.
BÂB
Yeni
Bir Suyla İki Kulağa Meshetmek
insanlar
iki kulağa mesh ve meshi yaparken suyun yenilenmesi hususunda
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı âlimler, bunun sünnet, bazıları ise farz
olduğunu kabul etmiştir. Bazı âlimler, kulaklara mesh yaparken suyun
yenilenmesi gerektiğini belirtirken bir kısmı suyun yenilenmesinin gerekmediği
fikrindedir. İki kulak müstakil olarak mı, yoksa başla beraber mi mesh edilir?
Yoksa yüz ile birlikte mi mesh edilir? Kulakların ön tarafı yüz ile, arka
tarafları ise başla beraber mi mesh edilir? Her grup bu şekillerden birini
benimsemiştir.
[Kulakları] Meshin Bâtınî Hükmü
Kulaklara
meshin bâtını hükmü şudur: Kulak, temizlenirken suyun
yenilenmesi gereken müstakil bir organdır. Bu nedenle abdest alan kişi, en
güzel sözü duyurmak suretiyle kulağını mesh eder ki, bu gereklidir. En güzel
sözde derecelenme meydana gelir. Güzel var, daha güzel var, en güzel olanı ise Allah
Teâlâ Kur’an ile zikretmektir. Böylece insan, iki güzeli birleştirir. Her âyet
sadece Allah Teâlâ’yı gösterdiği gibi Allah Teâlâ’nın zikrini Kuran’dan
dinlemekten daha üstün bir zikir de yoktur. Allah Teâlâ’yı Kuran’dan zikretmek
derken kastettiğimiz şey budur.
Kuran’ın her âyeti Allah Teâlâ’yı
zikretmeyi içermez. Çünkü onda fıkhı hükümler bulunduğu gibi Firavunların
öyküleri, onların sözleri ve inançsızlıklarını anlatan ifadeler de vardır.
Bununla birlikte salt Kur’an olması bakımından onu okuyan veya okuyanı dinleyen
kimseye büyük sevap vardır. Fakat yine de [ayeder arasındaki derecelenmeye
dönersek] Kuran’da Allah Teâlâ’nın zikredildiği âyeder, kâfir bir insanın Allah
Teâlâ hakkında uygunsuz şeyleri söylediğini anlatan âyetlerden daha güzel ve
daha yetkindir.
Kulağın önü ve arkası hakkındaki
değerlendirmeler ise, [batında] Kuran’daki bu zikrin zâhiri, bâtını, gizlisi,
açığı, bilinen ve bilinmeyen kısmıdır. Öyleyse, Allah Teâlâ hakkındaki
müteşabih kelimeleri Allah Teâlâ’ya teslim et. Bunlar, bâtını yorumda kulağın
arka kısmıdır. Bu gibi âyetlerin okunduğunu kulağınla duyduğunda, Allah
Teâlâ’nın onlarla neyi kastettiğini Allah Teâlâ’ya bırakırsın. Kuran’da anlamı
bilinen -Allah Teâlâ hakkındaki muhkem âyetler ile O’nu gösteren varlıklar
gibiâyeder ise, [bâtınî yorumda] kulağın ön tarafı sayılır. Allah Teâlâ’nın
neyi kastettiği bu âyederle bilinir. Bu sayede yargı, bilginin iliştiği duruma
göre gerçekleşir. Sen de, bu açıklamada sana işaret ettiğimiz şeye göre amel
et! En uygunu, iki kulak hakkındaki hükmün ağza-burna su vermek ve sümkürmek
hakkındaki hüküm olmasıdır.
BÂB
İki
Ayağı Yıkamak
Ayakları yıkamanın sayısı, başı mesh etmenin sayısı kadardır. Nitekim
daha önce başı meshetmenin sayısını belirtmiştik.
Bilginler iki ayağın abdest organı
olduğunda görüş birliğine varmışken nasıl temizleneceklerinde görüş ayrılığına
düşmüşlerdir: Acaba ayaklar yıkamayla mı, yoksa mesh etmekle mi temizlenir?
Yoksa, insanın bu ikisinden birini seçme hakkı var mıdır? Bu yöruma göre,
abdest alan insan hangisini yaparsa, diğeri düşer ve farzı yerine getirmiş
olur. Bu durum, ayakkabı giyilmemişse böyledir. Bizim görüşümüz, seçime
bırakılmasıdır. Buna rağmen her ikisini bir arada yapmak daha üstündür. Her
görüşün bir sahibi vardır. Öyleyse mesh kitabm zâhirine, yıkamak ise Sünnete
uygundur. Âyetin yorumu ise, âyetin zahiri anlamından [bâtınî] anlamına
geçmeyi gerektirir.
VASIL
Ayakları
Yıkamanın Bâtınî Hükmü
Ayakları
yıkamanın bâtınî hükmüne gelince bilmelisin ki, cemaadere
koşmak, mescidere çokça gitmek, zor günde direnç göstermek, ayakları
temizleyen şeylerdendir. Öyleyse sen de ayaklarını zikrettiğimiz şeylerle ve
benzerleriyle temizle* İnsanlar arasında dedikoyu yaymak için dolaşma.
‘Yeryüzünde büyüklenerek yürüme! Yürüyüşünde vakar sahibi ol.’ Bu fiillerin
ayak ve benzeri abdest organlarını bir kez yıkamak gibi bir kısmı farz, bir
kısmı sünnettir. Sünnet, farza ilavedir. Bu ise, Şeriatın teşvik ettiği ve
farz kıldığı şeye koşman demektir.
Farz olan, insanın ayaklarını
[herhangi bir] namaz kılma yerine taşımasıdır; mendup, müstehap, sünnet ise
-hangisini istersen onu söyleayakları uzaktan veya yakından mescidere
taşımaktır. Çünkü bu farz değildir. Gerçi bazı kimselere göre camiye gitmenin
farz olan kısmı, belli bir camiye veya cemaate değil, herhangi bir cami ve
cemaate gitmektir. Bâtınî anlamıyla ayaklarını yıkamak da buna göredir.
Yıkama, bir şekilde mesh etmeyi de
içerir. Yıkayan kişi, yıkamaya meshi de katmış demektir. Meshin yıkamaya dahil
olması, yıldızların ışığının güneşin ışığında içkin olmasına benzer. Mesh eden
ise yıkamış olmaz. Bunun tek istisnası, Araplardan aktarıldığı kadarıyla,
meshin sözlük anlamının yıkamak olduğunu kabul eden kimselerin görüşüdür. Bu
durumda mesh, eşanlamlı sözcüklerden biri olur. Bâtınî yorumunda anlam
yönünden doğru olan, meshin, özel bir amel türü için, yıkamanın ise genellik
gerektiren amellerde kullanımıdır. Doğru yöntem budur.
Bu nedenle biz, duruma göre
[yıkamayla mesh arasında] tercihde bulunma görüşüne vardık. Çünkü bazen insan,
bizzat bir şahsa ait olan belirli bir ihtiyaç için özel bir erdeme koşulabilir.
Özel bir amaç için olan bu koşma, meshetmek yerini alır. Bazen ise insan, bütün
toplumu kuşatan bir ihtiyaç ya da ihtiyaçlar için hükümdara gidebilir. Bu durumda
şahıs, bu genel duruma girer. Bu da meshin dahil olduğu yıkanma gibidir.
AÇIKLAMA ve TAMAMLAMA
‘Ve
Ayaklarınızı’ Ayeti Hakkında
[Abdestle
ilgili ayette geçen] ‘Ve ayaklarınızı [ve ercüîe-Iikum]’
âyetindeki L harfi, yoruma göre, li veya le şeklinde
okunabilir. Bu farklılık bağlacın yıkanan şeye mi yoksa mesh edilen şeye mi
matuf olduğuyla ilgili görüş ayrılığından kaynaklanır. Bu konudaki görüşümüz,
harfin [yıkanana atıfla] le şeklinde
okunmasının kendisini mesh edilenden çıkarmayacağıdır. Çünkü buradaki bağlaç,
beraberlik ifade eden bağlaç olabilir ve bu tür bağlaç mansuptur. Söz gelişi
şöyle dersin: ‘Kâme Zeydun ve Amran’ [Zeyd ile birlikte Amr ayağa kalktı].
‘İstevâ el-mâu ve’l-haşebete [su ve ahşap eşit oldu].’ Ya da ‘Ve ma ente ve
Kus’a min-serîd (Sen ve Kus’a Serid’den değilsiniz)’ veya Merirtü biZeyd ve
Amra (Zeyd ve Amr’a uğradım). Aynı şekilde, ‘Başlarınızı
ve ayaklarınızı mesh edin/ay aklarınızı yıkayın’69
şeklindeki ifade de böyle yorumlanabilir. .
Bağlacın meshe döndüğünü kabul eden
kişinin kanıtı daha güçlüdür. Çünkü bu yorumu kabul eden insan, dikkate aldığı
kamdamada yıkamayı benimseyenle ortaktır. Bu da, Lam’ın fetha [le şeklinde]
okunmasıdır. Halbuki Lam’ı kesre okuyan kimse ona ortak değildir. Dostlarımızn
bir kısmı, özeli genele tercih etmişken bir kısmı geneli özele tercih etmiştir.
Bunların hepsi genel anlamda böyledir.
Bizim görüşümüz farklıdır: Biz, halin
hükmüne göre Hakk ile beraber yürürüz. O’nun genelleştirdiği yerde
genelleştirir, özelleştirdiği yerde özelleştiririz. Herhangi bir hükmü
kendiliğimizden çıkartmayız. Yeni bir hüküm çıkaran insan, nefsinde rablık
ihdas etmiş demektir. Nefsinde rablık üreten ise, söz konusu mesele ölçüsünde
kullukta eksik kalmıştır. İhdas ettiği mesele kadar kulluğu eksilen bu insana Hakkın
tecellisi eksilir. Hakkın tecellisi eksildiğinde ise, insanm Rabbine dair
bilgisi eksilir. Rabbine dair bilgisi eksildiğinde, bu eksiklik ölçüsünde O’nu
bilmekten cahil kalır. Mahrum kaldığı bu tecelli nedeniyle âlemde veya insanın
kendi âleminde bir hüküm ortaya çıkarsa insan onu bilmez. Bu nedenle tavrımız,
yeni bir hüküm ihdas etmemek oldu.
BÂB
Abdestin Fiillerinin Sıralanışı
Bilginler,
âyetteki sıralanışa göre abdest fiillerinin sıralışında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler sıralamanın farz olduğu, bir kısmı
da farz olmadığı görüşündedir. Bu durum, abdestteki farz fiillerle ilgilidir.
Farz fiillerin sünnetlerle birlikte sıralanmasındaki görüş ayrılığı ise sünnet ve müstehap fiillerle
ilgilidir.
Bunun
Bâtındaki Hükmü
Sıralamanın
bâtındaki hükmüne gelince bilmelisin ki, [batında] herhangi bir sıralama,
söz konusu değildir. Bu fiiller, o esnada insanın üzerinde beliren Hakk göre
yapılır. İnsan üzerinde ortaya çıkan durum başına uygun bir şey ise, önce onu
mesh eder ve onunla başlar. Diğerleri de böyle değerlendirilir. Fiilin farz
veya sünnederle ilgili olması durumu değiştirmez. Öyleyse hüküm, vakte
[insanın içinde bulunduğu hal] aittir.
BÂB
Abdestteki
Ardışıklık
Bazı bilginlere göre, unutma ve mazeret söz konusu değilse ardışıklık
farzdır. Unutulursa veya hatırlansa bile mazeret varsa, sıralama bariz bir
şekilde ihlal edilmediği sürece farz yerine getirilmiş olur. Bazı bilginlere
göre ise ardışıklık farz değildir. Bütün bu görüş ayrılıkları, âyetin
bağlamıyla ilgili bir sebepten kaynaklanır. Ayette fiillerin sıralanışını
bildiren cve’ bağlacı, bir aralık olmaksızın öncekine eldenen
şeylerde kullanıldığı gibi bazen geciktirilen şeyler onunla birbirine bağlanır.
Bazen ise, bu bağlaç kullanılır, [fakat] iki fiil beraber gerçekleşir.
Abdestte bu son şık caiz değildir. Şu var ki insan nehre daldığında veya aynı
anda her organına temas edecek şekilde üzerine sular döküldüğünde geçerli
olabilir.
VASIL
Bâtında ardışıklık hakkındaki görüşümüz, tıpkı sıralama gibi,
onun da farz olmadığıdır. İçinde bulunulan vaktin gereğine göre fiilleri yapa-
rız. Bu meselenin bir benzerini Risâletü’l-envâr
fîmâ yumnahu sâhibe’lhalveti mine’l-esrâr [Halvet
yapana bahşedilenler hakkında nurlar risalesi] isimli risalemizde
belirtmiştik.
Bu yoldaki
amellerimiz, vaktin hükmüne ve verisine bağlıdır. İnsan bazen gaflete
düşebilir. Böyle bir durumda insan, fiillerdeki ardışıklığa güç yetiremez.
Fakat başka bir saat gelir ve ona güç yetirebilir. İnsanın her nefesinde
gizlice ve açıktan Allah Teâlâ’yı murakabe etmesi, yapılabilecek bir iş
değildir. Öyleyse ardışıklık, genel anlamda gerçekleşmez. Ancak, bütün
hallerinde bilinçli ve [Hakkı] muraikabe halinde olmak için, tüm gayretini sarf
etmelidir. *
Yüce Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
ki namazlarında daimdir.’70 Kastedilen, iki namaz arasında
başka işleri olsa bile, namaz geldiği vakit onu kılmak demektir. Bu nedenle, farklı
vakidere bağlı özel bir fiilde süreklilik gerçekleşir. Her nefes bunun
olmasına gelince, böyle bir şey ‘Gece gündüz Allah Teâlâ’yı teşbih eden ve
bıkmayan Mele-i ala’nın [Yüce Topluluk] özelliklerinden biridir. İşte
ardışıklık budur. Allah Teâlâ adamlarından bazıları için gerçekleşmiş olsa
bile bu hal, nadiren gerçekleşir.
Hz. Aişe, ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem her halinde Allah Teâlâ’yı zikrederdi’ der. Hz. Aişe bunu Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarmışsa bundan kuşku duymayız; peygamberin
görünür bütün davranışlarında mübah fiil işlemeyip sürekli vacip veya mendup
fiiller işlediğini demek istemişse, bu da mümkündür. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin mertebesinden bu husus bellidir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine uyulsun diye hareket ve duruşlarıyla
ümmeti için bir öğretmendir. Binaenaleyh Peygamber, sürekli zikir halindeydi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in gönlüne gelince, kendisi bildirmediği sürece
Hz. Aişe’nin bu konuda kesinlikle bir bilgisi olamaz. Bununla beraber, böyle
bir durumda olup da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin aynı anda -mübah
olduğunu bilerek ve farkında olarakmübah fiilleri yapması tasavvur edilebilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin bütün hareket ve duruşlarında şeriatın hükmünün
farkında olması da böyle değerlendirilebilir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, ibadette ardışıklığın [kesintisiz murakebe ve bilinç hali]
gerçekleştiği kimsedir.
Otuzuncu kısım tamamlanmıştır. Bunu
otuz birinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar