ON DOKUZUNCU SİFİR 2.Bölüm
İKİ YÜZ YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Musevî ve Muhammedi Makamdan, Ülfet
Menzilinin ve Sırlarının Bilinmesi
Ülfet menziline girmez O’nun suretinde olandan başkası
Kendisini gördüğünde görürsün O’nu Sureti
üzere onda inerken
Bildiği şeyle hüküm verici olarak Sireti
üzerinde cereyan ederken
Hakk onu kendine ayna seçti Bu nedenle de
suretinde artış oldu
Allah Teâlâ kendisine bildirerek yasakladı
ona Bu yasak onun gayretinden
Serbest.olan şeyi kendisine yasaklarken
Hayretinden tenzih etti
Yasaklananı yemekten ortaya çıktı
Yemenin mertebesi avret yerinde
Onu görünce anladı ki
Kendi davranışından gelmiş olan bir
zillettir
İki kişi ancak aralarındaki bir
ilişki nedeniyle bir araya gelir. Buna göre ülfet menzili, Hakk ile yaratıkları
bir araya getiren şeydir. Bu ilişki, insanın üzerinde yaratılmış olduğu ilahi
surettir. Bu nedenle insandan başka hiç kimse ilahlık iddiasında bulunmamıştır.
Onun dışındakiler ise, kendisi hakkında iddiada bulunmuş, fakat ilahlık iddiasında
bulunmamıştır. Firavun şöyle demiştir: ‘Ben
sizin en büyük rabbinizim.’137 Yaratıklar
içinde insandan başka mülk sahibi olan yoktur. İnsanın dışında melek ve
benzerleri, herhangi bir şeye sahip olamaz. Allah Teâlâ insanın mülk sahibi
olduğunu dile getirirken şöyle der: ‘Ya da
ellerinizin sahip oldukları.’138 İnsandan
başka kendisi adına kulluğun onaylandığı kimse yoktur. Bu bağlamda ‘bu falanın
kuludur5 denilir. Bu nedenle Allah Teâlâ insan adına azatlığa
şeriatında yer vermiş, onu buna teşvik etmiş, varisi olmadan efendi öldüğünde
azat edilen köle için veli belirlemiştir. Kullarında mirasçılık da, Allah
Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yeryüzüne
ve üzerindekilere varis olan bizizn39 insandan
başka bütün ilahi isimlerle isimlendirilebilen kimse yoktur. Kuşkusuz Allah
Teâlâ bu isimlerle ahlaklanmaya teşvik etmiştir. Bu nedenle insana halifelik ve
vekillik verilmiş, bütün ilahi isimler kendisine öğretilmiştir, insan âlemdeki
son yaratık ve âlemdeki bütün hakikatleri kendinde toplayandır. Allah Teâlâ o hakikatleri
mülküne ve suretine tahsis etmiştir. Onun yaratılışının bir yönü de, içinde
düşünme gücünün de yer aldığı dört doğadan meydana gelen doğadır. Allah Teâlâ
bu gücü doğadan yaratılmış yaratıklar içinde sadece insana tahsis etmiştir. Bu
yönüyle doğa, aklın delilinin kendilerinden başkasını vermediği, dört şeye
dayanan ilahi suret gibidir. Bunlar, hayat, bilgi, kudret ve iradedir. Bu dört
nitelikle âlemin yaratılışı geçerli olmuş ve Allah Teâlâ bu niteliklerle ilah
olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ bu niteliklerden soyudanmış olsaydı, âlemin ilahı
olamazdı. Bu, benzersiz olan Kuran’da yer almış bir örnektir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.’'40 Yani O’nun
benzerinin benzeri bir şey yoktur. Böylelikle tenzil, etmek amacıyla kendisi
adına insana benzerliği ispat etmiştir. Başka bir ifadeyle varsayımsal
benzerine bir şey benzemezse, Allah Teâlâ kendisine benzer olmasından daha uzak
ve daha nezihtir.
t a ( •
Hadiste, Adem’in ‘O’nun suretine
göre’ yaratılmış olduğu zikredilmiştir. Bu ayet ile de bu benzere benzerliği
reddetmiş ve onun için gayb ve şehadet yaratmıştır, insan bu mesabede
olduğunda, Rabbiyle arasında ülfet gerçekleşmiştir. Böylece o Rabbini sevmiş,
Rabbi de kendisini sevmiştir. Bu nedenle gök ve yerin, başka bir ifadeyle
ulviliğin ve süfliliğin Hakkı sığdıramadığı, fakat takva sahibi mümin kulun kalbinin
kendisini sığdırdığı zikredilmiştir. Bu da, meleğin değil, insanın bir
niteliğidir. Bununla birlikte bütün bu hususlarda insana ortak olunsa bile, insan
kendisine ortak olan herkesten suret ve toplam ile ayrışır. Bunu bilmelisin!
Öyleyse rabliğin hiçbir şekilde katışmadığı sırf kulluk ancak kâmil insan adına
meydana gelebilir. Herhangi bir şekilde kulluğun kendisine katışmadığı sırf
rablik ise ancak Allah Teâlâ adına gerçekleşebilir. Öyleyse insan, hakikatinde
benzerliğin bulunmasından münezzehlik ve mukaddeslik bakımından Rabbin sureti
üzerindedir. Öyleyse insan, mutlak meluh iken Hakk mutlak ilah’tır. Bütün
bunlarla da insan-ı kâmil’i kast etmekteyim. Insan-ı kâmil, kâmil olmayan
insandan sadece bir bağla ayrılır. O da, kulluğuna hiçbir şekilde rabliğin
katışmayışıdır.
İnsan-ı kâmil bu yüce makama sahip
olunca, âlemde amaçlanan varlık (maksat), sadece insan olmuştur. Bu kemal ise,
Adem’de ortaya çıkmıştır. Bu durum ‘Adem’e
bütün isimleri öğretti’141 ayetinde
belirtilir. Burada Allah Teâlâ ‘bütün’ kelimesiyle anlamı güçlendirmiştir. Bu
ise, ihata gerektiren bir sözdür. Böylelikle Hakk bu özellikle onun adına
tanıklık etmiştir. Aynı zamanda bu kemal Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’de zuhur etmiştir. Bu durum: ‘Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini
öğrendim’ hadisinde dile getirilmiştir. Bu bağlamda Adem’in bilgisi Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in bilgisine dahildir, çünkü Adem
öncekilerdendir. Burada ‘sonradan gelenlerin’ ifadesinin zikredilmesi, sadece
bu konuda işaret ettiğimiz hususu anlamadığında, duyanın zihninde meydana
gelebilecek bir ihtimali ortadan kaldırma amacı taşır. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana cevamiü’lkelim verildi’ hadisinde
belirtilen husustur. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendi adına
kendisi tanıklık etmektedir. Bizim arkadaşlarımız hangi makamın daha üstün
olduğu hususunda görüş ayrılığına düşmüştür: Hakkın kendisi adına tanıklık
ettiği kimse mi, yoksa Hakkı kendisine tanık tutan kimse mi? Örnek olarak Yahya
ve İsa peygamberleri verebiliriz.
Bu konudaki görüşümüz şudur: Kendisi
için tanıklık eden ve özünde doğru olan kimse, daha yetkin, daha tam ve daha
üstündür. Çünkü o, kendisi hakkında tanıklıkta bulunduğu hususta ancak kemali
hakkındaki kesin bir zevke dayalı olarak tanıklıkta bulunmuştur. Onun bu
tanıklığı, o esnada ihtimalden uzaktır. Öyleyse bu kişi, kesinleşmiş zevk ile
-artık ihtimal ortadan kalkmıştırhakkında tanıklık edilenden daha üstündür.
Binaenaleyh bu makam daha üstündür. Edepli, insaflı ve Allah Teâlâ yolunu bilen
kimsenin özelliği, adamların derecelenişi üzerinde konuşmak değildir. Bunu
bilse bile, edep kendisini konuşmaktan alı koyar. Bu nedenle şöyle deriz:
Edepli insan, (adamların değil), makamların derecelenişi üzerinde konuşuruz.
Böylelikle bu konuda sorumluluktan kurtulur ve bu hususta sorumlu tutulmaktan
kurtulur. Çünkü makamların bir talebi yoktur. Talep, makamlarla nitelenenlere
aittir. Öyleyse edepli insanın hali, zikrettiğimiz şekilde (makamlar hakkında
konuşmak) olmalıdır.
Bütün bu zikrettiklerimizi bu menzile
ulaşan kimse müşahede eder. Ona ait harf, lam’ın elif ile ülfetidir. Bu, ilk
bileşik harftir ve onu şekli bir yapmıştır. Öyleyse elif lam’dan (ayrı)
bilinmemiştir ve tekillere bitişmiştir. Ayrılmaları mümkün olmayınca, elif ve
lam, adeta bir harftir. Lam’ın şekli elifin şeklinden ayrılmaz ve göz kendisini
göremez.
Şöyle denilebilir: ‘Kulak ‘la’
denilirken kendisini algılar.’ (Cevap olarak deriz ki): Lam hareke taşırken
elifin hareke taşımadığı bilinmelidir. Dolayısıyla elifi söylemek mümkün
değildir. Bu nedenle, elifin ortaya çıkması için, lam harekesi işba edilerek
okunur ki, kast edilenin diğer lam değil, lam-elif olduğu anlaşılır. Böylece
kâtip de kendisine özgü tarzda onu yazabilir. Aralarında ülfet gerçekleşmiş
olduğu için, elif lam’dan ayrılmaz. Aynı şekilde, bir hadiste zikredildiği
üzere, Hakk duyması, görmesi olduğunda insan da lam’ın elife bağlanması gibi
Hakka bağlanır. Bu nedenle, ‘la-ilahe illAllah Teâlâ’ ifadesinde (kelime-i tevhit)
önce ‘la’ ifadesi zikredilmiştir. İlahlığm elifi cahil müşrikin kabul ettiği Allah
Teâlâ’nın dışındaki bütün ilahları reddetmiştir. Bunu ise kulu ve rabbi içeren
bir harf ile yapmıştır. Çünkü o, lam’ın ve elifin medlulünü içerir. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Ben, Ebu Bekir ve
Ömer buna iman ettik.’ Böylelikle o
ikisini imanda kendisine ortak yapmıştır. Hâlbuki onlar, orada değildi veya
vardılar, fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlarm adına bu sözü
söylemişti. Hakk kendisinin birliğine tanıklık edince, kendisinden ve kuluna
da (vekil olarak) bu tanıklığı yapmış ve lam-elif (hayır) getirmiştir. Bu
nedenle de lam-elif diye isimlendirilmiştir. Hâlbuki clamü’l-elif
şeklinde mârife kullanmamıştır. Böylelikle iki harf ile isimlendirmiştir.
Bunun nedeni, belirli geldiğinde duyan İçişinin Allah Teâlâ’nın, bu belirli
harfi değil de, tamlama} ı kast ettiğini zannetmesini önlemektir. Böylelikle bu
harf, Ramc-hürmüz ve balebelcke gibi (bileşik isim) yerine geçmiş, Abdullah (Allah
Teâlâ’nın kulu), Abdurrahman (Rahman’ın kulu) gibi tamlamalı isimler yerine
geçmemiştir. Bu nedenle Bale-bekke, Rame-hürmüz, Bilal-abad gibi kelimelerde
irabm yeri hakkmda görüş ayrılığı var iken Abdullah, Abdurrahman gibi tamlamalı
isimlerde böyle bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu ismi veren, hiç kuşkusuz
ki, tamlamayı kast etmiştir ve bu zorunludur. Bu isimleri tamlamalı isimler
gibi sayan kimse, irabm yerini birinci ismin sonu yapar. Bu bileşik isimleri
Zeyd ismi gibi tekil isim sayan kimse ise, irabm yerini kelimenin son harfi
sayar-. Aynı şekilde lam-elif harfinde de bir görüş ayrılığı vardır. Bu görüş
ayrılığı, yazıldığında bu harfin hangi ayağının elif ve hangi ayağınm lam olduğu
hususundadır. İnsanların bu konudaki değerlendirmeleri birbirinden farklı
olmuştur. Yazıyı söylenişle kıyaslayan kimse için lam, sıralamada ister önce
ister sonra gelen ayak olsun, hattatın önce yazdığıdır. Yazıyı söylenişe göre
dikkate almayan kimse ise, meseleyi farklı değerlendirir ve bu konuda dilediği
gibi hareket eder. Böylelikle dilediği ayaklardan birisini lam sayarken,
ötekini elif sayar. Çünkü, lam’ı kendi hakikatinden çıkartan karışma nedeniyle,
o ikisinden her birisi ötekinin suretine göredir. Aynı şekilde insan-ı kâmil
ve Allah Teâlâ da, birbirine karışma (iltifaf) konumuna inen bir surettedir.
Öyleyse fiili kulun kudretine nispet edersen, bunun ilahi bildirimde bir yönü
olur. Fiili Allah Teâlâ’ya nispet edersen, ilahi bildirimde bunun da bir yorumu
vardır.
Bu konuda akli delillere gelirsek,
gerçekte çelişik olmasalar bile, akıl sahiplerinde deliller çelişme halindedir.
Fakat akılcıların delilini kuşkudan ayırma güç ve çetindir. Aynı şey ilahi
bildirimde de güçtür. Aynı şekilde, kulun hakikatinde de bu durum güçtür, bunun
nedeni emrin onunla ilgili olmasıdır. Binaenaleyh sadece emredileni yapmaya
gücü veya yasaklanan bir şeyden uzak durmaya ve imkânı olan kimseye bir şey
emredilebilir ve yasaklanabilir. Böylelikle, bu husustaki hitabın hikmeti de
ortadan kalkacağı için fiilin kuldan -ki yükümlüdürolumsuzlanması güçtür.
Başka bir ilahi haber veya aklî değerlendirme ise, kula nispet edilen fiilin
gerçekte Allah Teâlâ’ya ait olduğu hükmünü verir. Böylelikle bu iki hüküm, hem
akıl hem nakil bakımından çelişir. İşte burası hayretin gerçekleştiği yer
olduğu kadar aynı zamanda bu konuda delillerini inceleyişlerinde akılcılar ile
kendi delillerini inceleyişlerinde nakilciler arasında görüş ayrılığının
gerçekleştiği yerdir. İşin gerçeğini sadece keşif ehli bilebilir. Onlar Allah
Teâlâ ehlinin seçkinleridir. İnsanın suret üzerinde yaratılmış olması, fiilin
kendisine ait olmasını gerektirirken yükümlü tutulma da bu durumu güçlendirir,
duyu buna tanıklık eder. Öyleyse bu, delil olmada daha güçlüdür. Bütün bunların
asıl hükme göre Allah Teâlâ’ya dönmesi durumu değiştirmez. Çünkü bu durum bu
değerlendirmeyi ortadan kaldırmaz. Bu nedenle de kesbi kabul edenlerin
(Eşariler) kanıdan zayıflamıştır. Bunun nedeni, Eşarilerin kesbi kabul etmiş
olmaları değildir. Aksine diğer grup da onu kabul eder, çünkü o, şerî bir
haberdir ve aklî bir durumdur. İnsan kendinden bu durumu bilir. Eşarilerin
delillerinin zayıflamasının nedeni, yaratılmış kudretten eseri dışlamış
olmalarıdır.
Ülfet menzili içindeki bu faslı öğrendikten
sonra, tekrar bu tarzdan farklı bir şekilde, başladığımız konuya dönüyoruz. Onu
açıklama tarzında dile getireceğiz.
Bilmelisin ki, bu menzil, yedi
bedel’in sefer (yolculuk) menzilidir. Onlar, bir araya gelen ve birbirleriyle
ülfet eden kimselerdir. Bununla birlikte birbirlerine karşı kabz halindedirler
ve birbirlerini inkâr ederler. Üstelik kendi aralarında bir dostluk da vardır.
Onların mârifet bahsinde iki seferleri vardır: Birincisi mazharlarında
kendilerinden İlah’a doğru sefer ve yolculuktur. Diğeri ise, yine kendilerinden
zat’a doğru yolculuktur. Onların İlah’a dönük seferleri kendi
rabliklerindendir. Zat’a dönük seferleri ise, kendi zatlarındandır. Bu nedenle
onlar zata sefer etmek istediklerinde, Yemen’e doğru yönelirlerken İlah’a
yolculuk etmek istediklerinde ise Şam’a ve kuzey şehirlerine yönelirler. Hangi
yöne yönelirlerse yönelsinler, onların istidatları türlü türlü olsa bile,
kendisine muhtaç oldukları ölçüde eşittir. Çünkü gıdalar yönlerin değişmesiyle
değişir. Bu nedenle onlar, her yöne dönük besinden ancak o yöne giden yolcunun
mizacına uygun besini alırlar. Bunun amacı, kendisiyle maksadı arasına bir
hastalığın girmesini engellemektir. Bu hastalık, yönlerdeki farklı arzular ve
bu arzuların mizaçtaki etkileridir. Bu durumda istidadın da değişmesi gerekir.
Şu var ki onlarm yolculuklardaki kalışları da azdır ve kendi vatanlarına geri
dönerler. Yemen’e doğru yöneldiklerinde ise, orada yirmi dört gün kalırlar ve
orada amaçlarını elde ederler, başka bir sene geri dönerler. Şimale doğru
yolculuğa çıktıklarında ise, altı gün kalırlar. Altı günde amaçlarını
gerçekleştirir ve başka bir seneye dönerler. Onlarm seferleri ve yolculukları,
bedensel değil, ruhanidir.
Yemen’e (sağ yöne) yolculuklarında
elde ettikleri ilimlere gelirsek, bunlar istilam ilmi, perde ardından
tecellilerin ilimleri ve zevk ilmidir. Kuzeye doğru yolculuklarından elde
ettikleri ilimler ise, kendilerine gerçekleşen tecelliye göre, yakinin
artışından (kaynaklanan) ilimler, kulluk ilmi ve kabz ilmi ve halvederin
meydana getirmiş olduğu zevk ilmidir. Kendisine yerleştikleri mekân Mekke’dir.
Çünkü Mekke’nin ruhaniliğine konuk olmak, konuklukların en kâmilidir. Çünkü
Mekke Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi ‘şehirlerin
anasıdır.’142 Başka bir
ayette ise ‘her şeyin meyveleri orada devşirilir’143 buyrulur.
Böylelikle genelkştirmiştir. Başka bir ayette ise ‘katınızdan
bir rızık’144 demiştir.
Hâlbuki onu başkasına izafe etmemiştir. Öyleyse bunlar, vehbi ilimlerdir.
Bunlar ile onlarm ruhları hayat bulur. Mekke’nin dışındaki bir şehir hakkmda
aynı şeyi söylememiştir. İşaret ettiğimiz bu ilimler ise, hali zillet ve
yoksulluk, makamı ise celal, kabz, heybet, havf (korku) olan kimse adına
gerçekleşebilir. Kulun nitelikleri söylediğimiz gibi olduğunda, Allah Teâlâ onun
haline izzet, zenginlik, güzellik, bast, kendisiyle ünsiyet, kendisi adma değil
başkası adına ümit ihsan eder. Çünkü kendisi adma Rabbinden güvendedir. Çünkü o
‘Dünya hayatında onlar için müjde vardır’141 denildiği
gibi müjdelenmiştir. Hakkın verdiği müjde, bir haktır ve neshedilmez. Böyle bir
müjde olduğunda, -fakat nass isetuzaktan güvende olunur. Bu menzilde garip bir
zevk vardır ki başkasında bulunması mümkün değildir. Şöyle ki: Herhangi bir
halde bulunduğunda, Allah Teâlâ o halde sana o halden bir bilgi verir. Bu halde,
bir şeyi bilmekten o şeyi görmeye intikal eden kimse gibi çıkmazsın. Söz konusu
kimse adına tek bir şeyde daha çok açıklık gerçekleşir. Aynı şekilde bu menzil
de öyledir ve ondan bir menzildir. Söz konusu kişi, iki zıddı bir araya
getirmeyi öğrenir. Bu, bir zıddın kendi zıddında bulunmasıdır. Bu bilgi en
güçlü bilgidir. Onunla vahdaniyet öğrenilir. Çünkü bu bilgi sahibi öyle bir hal
müşahede eder ki, bir şeyin kendi zıddının aynı olduğunu bilmemesi mümkün
değildir. Böylelikle mutlak birliği çoklukta idrak eder. Fakat bu idrak,
matematikçilerin yöntemine göre gerçekleşmez. Çünkü onların yöntemi, vehmi bir
yöntem iken bu yöntem müşahede edeli kesin bir yöntemdir.
Bu menzilde gözükenlerden birisi de,
öncekilerden Ebu Said elHarraz idi. Ben bu menzile girdiğimde ve benim adıma
gerçekleşen haller gerçekleştiğinde, bu durumu bizzat kendisinden duydum. Onun
gerçek olduğunu ve insanların onu inkâr ederken de bir hakikate dayandıklarını
anladım. Çünkü onlar bunu akla göre inkâr etmektedir. Akıl ise, teorik gücü
yönünden, bundan daha fazla bir güce sahip değildir. Bütün gücünü sarf eden
kimse, hiç kuşkusuz ki, görevini yerine getirmiş demektir. Bizim ayağımızın
üzerinde sabit olduğu ve yerleştiği (bilgi) budur. Herhangi birinin dile
getirdiği iddiayı da inkâr etmeyiz. Fakat bize inkâr etmemiz emredilirse, dinen
onu inkâr ederiz. Bu inkâr da bir gerçektir. Bu durumda inkâr edilmesi zorunlu
bir durum müşahede etmişizdir. Nitekim daha önce de onu aklen inkâr etmiştik.
Şeriatın bir gücü vardır. Şeriat kendi hakikati bakımından bu gücü aşamadığı
gibi aşnı şey akıl için geçerlidir. Zevkin bir gücü vardır ve bu güce göre ona
davranırız. Nitekim bütün güçleri de kendilerine nispet edilen güçlerine göre
kullanırız. Öyleyse biz vakte göre hareket ederiz. Bu bağlamda akılla birlikte
aklın inkâr ettiklerini inkâr ederiz. Çünkü o esnada vaktimiz akıldır. Aynı
şeyi keşif yoluyla veya şeriata göre inkâr etmeyiz. Şeriada birlikte
olduğumuzda (vaktimiz şeriatın hükmünü dikkate almak olunca), şeriatın inkâr
ettiğini inkâr ederiz. Çünkü bu esnada vaktimiz şeriattır. Fakat aynı şeyi akta
veya keşfe göre inkâr etmeyiz. Keşfe gelirsek, bu durumda hiçbir şeyi inkâr
etmeyiz. Aksine her şeyi yerli yerinde onaylarız. Öyleyse kimin vakti keşif
olursa, kendisi inkâr edilir, o ise hiç kimseyi inkâr etmez. Vakti akıl olan
kimse ise, kendisi inkâr edilir ve kendisi de inkâr eder. Kimin vakti şeriat
olursa, kendisi de inkâr eder, kendisi de inkâr edilir. Bunu bilmelisin!
Bilmelisin ki, bu menzilin bir hali
vardır ki, başka bir menzile ait
t
olamaz. Bu hal, ilahi isimlerin
hüviyetinin bilgisini kazandırmasıdır. Bu durum ‘hüve’ hakikatinin verisinden
farklıdır. Çünkü ‘hüve’nin hakikatinin bir yönü, ancak bu müşahede yerinde ve
menzilinde müşahede edilir ve öğrenilir. Çünkü bu menzilde zahir olan, bâtın
olanın aynıdır. Şu var ki Hakkın hüviyeti, bu menzile girmez. İlahi isimler
hakkında söylediğimiz bu hususu onların kendileri (enaniyet) bakımından değil,
hüviyetleri bakımından söyledik. Bilmelisin ki bu menzile girdiğinde,
peygamberlerden bir grup ile bir araya gelirsin ve kendilerine özgü zevklerden
sahip olmadığın bir takım bilgiler alırsın. Bu durumda söz konusu bilgiler
peygamberler adma zevk yoluyla gerçekleştiği gibi senin için de keşf yoluyla
gerçekleşir. Böylelikle senin adına onlardan delillerin ve alametlerin bilgisi
meydana gelir. Artık yeryüzünde ve gökte hiçbir şey sana gizli kalmaz. Sana
her ne gözükürse, kendisini ayırt eder ve bu menzile ulaşmamış olan bir başkası
onu bilmezken sen onu öğrenirsin. Bu bir keşif bilgisidir. Çünkü sen onu -sana
ait bir zevk olmadığı için kendinden görmedenalamet vasıtasıyla müşahede
edersin. Peygamberlerden kıdem bilgisini de öğrenirsin. Bu bilgi değerli bir
bilgidir ve onun sayesinde öğrenmiş olduğun sırları ve bilgileri mertebelerden
ayrıldıktan sonra muhafaza edebilirsin. Söz konusu mertebelerde senin adma
gerçekleşen bilgi ve sırlar gerçekleşmişti, insanların büyük kısmı, gördüğü
şeyleri (mertebeden ayrıldıktan sonra) unutur. Bu peygamberden bu bilgi onun
adma gerçekleştikten sonra, nebiler (bilgilerini) korudukları gibi o da
(bilgisini) korur. Aynı zamanda peygamberlerden âlemde şeriadar bilgisini
öğrenirsin. Bu ilmin kaynağı nedir, nereden alınır? Bazı hükümlerde şeriatlar
niçin değişir? Hangi hususlarda aynı ve ortaktırlar? Öyle ki bu kişi, keşfinde Allah
Teâlâ’nın yardımıyla desteklenmemiş olsaydı, nebilik iddiasında bulunurdu.
Fakat Allah Teâlâ velilerini desteklemiş ve kendilerine ait olmayan iddialarda
yanılmaktan onları muhafaza etmiştir. Çünkü onlar insanların nezdinde kendi
hazlarından uzaklaşmışlardır. Fakat Allah Teâlâ’nın katında kendi hazlarından
uzaklaşmış değillerdir. Hakkın Hakk için talep edilmesi mümkün değildir. Hakk
haz için talep edilir. Bu bağlamda talebin yararı, talep edilen şeyin elde
edilmesidir. Hakk ise, herhangi bir kimse tarafından elde edilemez ve (bu
yönden) bir bilen tarafından talep edilemez. Sadece haz için talep edilebilir.
Bu ilimden âşıklar tedavi edilir.
Muhabbet onlarda ifrata kaçtığında, bu mertebeden çektikleri azap halinden
kendilerini kurtaracak rahatlık ilacı onlar için çıkartılır. Söz konusu azap,
sıkılma, daralma gibi aşkın yol açtığı durumlardır. Bu nebileri müşahede
etmekten, aynı zamanda, kullan arasında hakkın vekilleri olan kimselerin
kendisine muhtaç oldukları rahmet, kahır, güç, yumuşaklık gibi şeylerin
bilgisi öğrenilir. Bunlar, vekil (naib) olduklarında insanlara karşı
davranışlarını belirlediği gibi kendi nefislerine ve Hakka karşı da onlara
göre davranırlar. Böylelikle bütün bunları elde ederler. Böyle bir insan
sıradan insanlar arasında naiblik derecesini elde etmemiş olsa bile, kendisine
özgü âlemde o Allah Teâlâ’nın vekilidir. Kendisine özgü âlem ise, kendi nefsi,
-ailesi ve çoluk çocuğu var iseailesi ve çocuklarıdır. Bu menzildeki insan peygamberlerden
bir sır öğrenir. Söz konusu sır vasıtasıyla bilgisiz, bilgisizlik ölümünden
hayat bulduğu gibi Allah Teâlâ da ölüleri onunla diriltir. Çünkü o da ülfet
menziline racidir. Çünkü bir şeyin hayatı, kendisiyle ülfet etmesinden ve
el-Hay isminden kendisine bakmasından kaynaklanır. Bu isim, bileşik değildir.
Aynı zamanda ‘muhallak (tam yaratılmış)’ ifadesinde geçtiği üzere tam yaratılış
onun adına gerçekleşir. Bu menzilde onun adına muhallak olmayan yaratılışın
bilgisi gerçekleşmez. Eksik yaratılışın bilgisi, ancak başka bir menzilden
meydana gelebilir.
Bu menzilde, nebilerden tasavvur
bilgisini öğrenir. Bu bilgi, bileşik olmayan tekillerin bilgisidir. Bu
menzilden anlamlar suret giyer. Böylelikle alim meseleleri kendi nefsinde
tasvir eder, sonra onları öğrenenlere en güzel şekilde onları gösterir. Bunlar,
‘muhallak’, yani tam yaratılış sahibidir. Hata ederse, başka bir menzilden
kaynaklanır. Bu menzilde âşıkta meydana gelen aşkın sebebinin ne olduğunu ve
başka birine değil de sadece kendisine bağlanmasını sağlayacak şekilde âşık ile
maşuku birbirine bağlayan bağın ne olduğunu öğrenir. Acaba âşık niçin bilgisine
göre daha güzel olan birisinden kendi gözünde daha güzel görmektedir. Kölesi
olsa bile, niçin maşukunun otoritesi altına girmektedir? Niçin maşuk olduğunda,
otorite efendiden köleye geçmektedir ve onun emir ve yasakları altına
girmektedir? Böyle bir durumda kölesinin kendişine verdiği emre karşı çıkmayı
akimdan bile geçiremez. Nasıl oluyor da efendilik köleye, kölelik ise efendiye
intikal etmektedir? Köle efendi de açık bir şekilde nasıl hüküm sahibi
olmaktadır? Niçin onu kendinden daha büyük gördüğünü zannetmektedir? Kendi
mutluluğunu kölelikte ve onun önünde zelil olmada görmektedir? Hâlbuki o,
doğası gereği başkanlığı sevmektedir. Niçin aşk, doğasma etki etmektedir? Bu sayede
ruhların doğa üzerindeki otoritesi onun adına belirginleşir. Aşk ruhanidir ve
ruhun hakikatinin gerektirdiği şeye kendisini çevirmiştir. Çünkü ruhun
kendisinde başkanlık (duygusu) yoktur ve böyle bir nitelik kabul etmez. Bu
insan şunu da öğrenir: Aşk doğal ve ruhani (aşk) diye bölünür mü? Yoksa o,
ruhun özelliklerinden birisi midir? Yoksa aşk, hayvanda ve bitkilerde de
bulunması nedeniyle, doğanın özelliklerinden birisi midir? Bir insan bir
cariyeye veya oğlana âşık olup da bütünüyle kendisinden niçin geçer ve
belirttiğimiz bu durumda olur? Hâlbuki insan kendisini altın, gümüş, akar, mal
gibi insan olmayan bir nesneye ise kendisini aynı şekilde bırakmaz. Bu,
kıymetli bir bilgidir. Bu nedenle insan, zikrettiğimiz dünyevi malların
dışında, kendisini sadece Hakkın sevgisine böyle bırakır, insan, Hakka olan
sevgisinin tümel mi, yoksa tikel mi olup olmadığını öğrenir. Bunun anlamı
şudur: Acaba insan Hakkı doğası ve ruhu yönünden bütünüyle mi sever, yoksa
sadece ruhu yönünden mi Hakkı sever? Çünkü doğal sevginin bu ilahi mertebeyle
ilgisi yoktur. Acaba bu mertebenin doğal sevginin kendisiyle ilgili olduğu bir
mazharı var mıdır, yok mudur? Bütün bunlar, bu menzilin bilgisinin
özelliklerindendir. Bu menzilin ilimlerinden öğrenilen hususlardan birisi de,
zamanın ve onun niçin döndüğünün bilgisidir? Acaba o, var olan bir durum
nedeniyle mi yoksa var olmayan bir durum nedeniyle mi döner? Acaba gece ve
gündüz zaman mıdır, yoksa onlar bir zamanın bulunduğuna delil midir? Gece ve
gündüz zamanda mı meydana gelir? Bu menzilden, ruhları indirtmek için konulmuş
bedenler, onların suretleri, şekilleri, yapıları, üzerlerine işlenen şeyler,
onlardan meydana gelen şeyler, bir süreleri olup olmadığını öğrendikten sonra
ise süreleri öğrenilir. Özellikleri, doğaları ve Allah Teâlâ’nın kendilerinde
yarattığı etkileri yönünden harfler ve yıldızlar öğrenilir. Bu etkinin
kimlerde olduğunu, bunların etkilerinden neyle sakınılacağı bu menzilden öğrenilir.
Bağladığında ise, bağladığını nasıl serbest bırakacağın veya serbest bıraktığında
ise, serbesdikten nasıl bağlayacağın bu menzilden öğrenilir. Bu menzilden şu
mısrada dile getirdiğimiz husus öğrenilir :
Hakk bilinmezlik vi "bilinme
arasında
İnsanlar terk edilmişlik ve ülfet edilmiş
arasında
Şe’n nitelik ile nitelenen arasında
Hal makbul ve sarf edilen arasında
İşte bunlar, bu menzilin içerdiği
bazı hususlardır. Menzilde başka pek çok şey vardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM
Muhammedi Makamdan İtibar Menzili ve
Sırlarının Bilinmesi
Fiillerdeki tecellisi mümkün değil Bizce, başkası için ise mümkündür bu
Bu imkâna delil kendi fiiliyle getirilir
Kul aciz iken fiilde nasıl görülür
Bir kısmı Hakk âlemde zâhirdir der Bir
kısmı der ki, Hakk vermemede faildir
İşin gerçeği acizlik
ve hayret
Bu ise ancak
başarıya erene aydınlanır
Bilmelisin ki, bir mazharın dışında
zati tecelli, hakikat ehli arasında imkânsız sayılmıştır ve bu konuda bir görüş
ayrılığı yoktur. Mazharlarda tecelli ise -ki bu inanç suretlerindeki
tecellidirherhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın gerçekleşir. Akledilirlerde
tecelli de, bir görüş ayrılığı olmaksızın gerçekleşir. Bu ikisi, itibar
tecellileridir. Çünkü bu mazharlar, ister akledilirlerin suretleri olsun ister
inanç suretleri olsun, bilgiyle üzerinden geçilen bir köprüdür. Başka bir
ifadeyle bu suretlerin ardında görülmesi ve bilinmesi mümkün olmayan bir varlık
olduğu bilinir. Görülmeyen ve bilinmeyen bu bilinenin ardında ise,
bilinebilecek bir hakikat kesinlikle yoktur. Fiillerdeki tecellisine gelirsek
-ki kendisinden var olanların meydana geldiği ve mazharların ortaya çıktığı zat
ile var olanların ve mazharların ilişkisini kast etmekteyimbu durum şu ayette
belirtilir: ‘Onları göklerin ve yerin yaratılışına
tanık tutmadım.’146 Hakk, bazı
kullarının inançlarında bu durumun geçekleşeceği inancını yerleştirmişken bazı
kullarının inançlarına ise böyle bir şeyin gerçekleşmesini reddetme inancını
yerleştirmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Teâlâ inanç suretlerinde
tecelli eder. Öyleyse bazı kimseler, kendisinin ve başkasının fiillerinin Allah
Teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu ve bununla birlikte onları kendi
kudretinden görür. Bilir ki, fiiller, ilahi kudretten meydana gelir. Bununla
birlikte kendi kudretinin veya başkasının kudretinin fiilin var edilme ve
yokluktan varlığa çıkartılması esnasında güç yetirilene ilişmediğini görür.
Böyle birisi, hakkın fiillerde ancak burada gerçekleşmiş olacağı şekilde
tecelli edeceğini kabul eder. Böylelikle bu tecelliyi imkânsız sayar. Kendi
fiillerinin kadim kudret tarafından değil kendisi tarafından yaratılmış
olduğunu bilip de, onları ancak varlıkları esnasında görürse, bu inanç sahibi
insaflı olursa, kudretinin fiilin yaratılmasına iliştiğini görmez. O sadece
kendisindeki hareket ile organın bu tecellinin gerçekleşmesine iliştiğini
görür. Bu hususta meseleyi bilenler arasında görüş ayrılığı vardır ve bu,
dünyada ve ahirette ortadan kalkmaz. Şu var ki dünya, kendi hali gereği, bu ve
benzeri konularda çekişmeyi gerektirir. Cennette ise bu konuda çekişme söz konusu
değildir. Çünkü her bir görüşü Hakk, sahibinin inancına göre, onaylamıştır.
Ahirette birinci kişi adma fiillerde tecelli edeceği inancını korumuş iken
diğeri hakkında ise fiillerde tecelli etmeyeceği bilgisini korumuştur. Bununla
birlikte tecellinin gerçekleşmeyeceği veya gerçekleşeceği inancı sabit olsa
bile, tecelli gerçekleşir. Fiillerde tecelliyi imkânsız sayan, onu kabul
edenin Haktan gördüğünü görür ve bu tecellide gördüğünü öğrenir. Nitekim
burada da kendisinden çıkan akledilirleri bilir. Bu diğer kişi ise,
imkânsızlığı kabul eden kimsenin Allah Teâlâ’dan öğrendiği şeyi öğrenemez.
Buradan işin sorunlu olduğu ortaya çıkar. Allah Teâlâ kitaplarında ve
peygamberlerinin diliyle bize hitap ederken tecellinin olacağını ortaya koyan
olduğu kadar aynı zamanda onu akılcıların düşüncelerinde de ortaya koyan ve
onaylayan da Allah Teâlâ’dır. Böylelikle akıllar, tecellinin gerçekleşmeyeceği
şeklindeki bilgiyi fikir güçlerinden alır. Bu perde hiçbir zaman ortadan
kalkmaz. Yükümlülük ise, her ilâ grup arasında bir görüş ayrılığı olmaksızın,
fiillerin kazanılmış olduğu yönüyle kesindir. Görüş ayrılığı, iki kudretten
hangisinden var edildiği hususundadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara
nasıl yaptığımız size göründü:147 Bu,
tecellinin fiillerde gerçekleşeceğini kabul edenlerin en güçlü delili olduğu
gibi aynı zamanda bunu reddedenlerin de en güçlü delilidir. ‘Bakmazlar
mı, Rabbin gölgeyi nasıl da uzatır.,MS Burada
görme ce’ edatına bitişmiş, görülen şey ‘nasıl’ yapılmıştır.
Fiillerde tecelliyi kabul etmeyen kimse şöyle der: ‘Burada Hakkın zatını
görmüyoruz. Hâlbuki O, gölgenin uzamasına keyfiyet vermektedir. Hâlbuki biz onu
görmüyoruz. Biz sadece yoğun şahıslardan gölgenin uzadığını görmekteyiz. Bu
gölgeler, üzerinde bulundukları cisimlerin üzerine ışıkların yayılmasını
engeller. Buradan şunu anladık: Bu hitapta görmek, zikretmiş olduğumuz ‘nasıl’
ifadesiyle ilgili olmalıdır. Bu ise, başkasından değil, Allah Teâlâ’dandır.
Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kesif şahısların dikilip bir yönlerindeki nurların
bu şahıslar nedeniyle mekânlara yayılmasının engellenmesini dileseydi, onların
bu engellemeleri gölge diye isimlendirilirdi. Ya da bu gölgeler o mekânlar
üzerine ışığın yayılmasını engellerdi ve mekânlarda başka bir ışık
yaratılmazdı. Bu perdelenmiş ışık ise, iradesi bundan eksik kalacağı için, o
mekânla üzerine yayılamazdı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra
onu kolaylıkla kendimize çekeriz.’149 Burada
çekme, mekânın görülmesini sağlayacak şekilde ışığın ortaya çıkmasıyla
gölgenin kendisinden çıktığı şahsa göre dönmesidir. Burada çekilen gölge duvara
değil, Allah Teâlâ’ya çekilmiştir. Duyuda ve gözün gördüğü kadarıyla, gölgenin
çekilmesi ve kesif şahsın yönüne doğru toplanmasının nedeni ışığın ortaya çıkmasıdır. İlahi konularda en
fazla ve büyük hayretin ortaya çıkağı mesele, fiillerdeki (tecelli) meselesi,
bilhassa da yaratıkların fiillerinin kınanmaya ve övülmeye konu olmalarıdır.
Fiillerin iyi veya kötü değerlendirmesine tabi tutulması, onları yaratıkların
fiilleri olmaktan çıkartarak kendilerinden ortaya çıkma halinde
yaratılmamışlardan başkasının fiilleri yapar. Allah Teâlâ’ya ait bütün
fiiller, fiili yaratılmıştan olumsuzlayan muhalifin mezhebine göre iyi ve
güzeldir. Hâlbuki herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, fiiller için kötülük
(hükmü) sabittir. Söz konusu kişi, Allah Teâlâ katından kınanmanın bu fiile
ilişmiş olduğunda tereddüt etmez. Bunun sebebi ise, Allah Teâlâ’nın o konudaki
övgüsüne aykırı olarak meydana geldiğinde, kesbtir. Söz konusu fiil ya
emredilmiştir fakat kişi onu yapmamıştır veya yasaklanmış bir iştir, fakat kişi
onu yapmıştır (kınanmanın nedeni budur). Bunun içindeki kendindedir. Şair böyle
bir mesele hakkında şöyle demiştir:
Hayretten hayret sadır oldu
Keşke, keşke! Hayrete düşülmeyen kim
vardır?
Ben ‘ben’ dersem, der ki hayır 0 ben derse, ödünç
olmaz
Ben mecburum ve fiilim yoktur Yaptığımı
zorunlulukla yaparım
Fiilimin dayandığı kimse Onun fiillerinde
seçim yoktur
Ben ve 0 aynı noktadayız 0 noktanın ise bir
kararı yok
Bu bölümde söylediklerimizle hakkında
hayretini artıracak hususları sana öğrettik. Zikrettiklerimizi söyledikten
sonra bilmelisin ki: Bu menzil, gerçekte hayret menzili ve gayret makamıdır. Bu
menzilin ilimleri arasında -ki o hayret bölümüne dahildiryokluğun olmakla nitelenmesi
vardır ki olmak kendisini gerektirir. Bunun yanı sıra, Hakkın var olanları
yoklukta yaratmayla nitelenmesi, yokluğun belirli bir tarzda yaratılmasının
bilgisi vardır. Bu yaratılış sonucunda şöyle denilir: Failin fiili bir şey değildir ve şey olmayan
fiil olmaz. Hakk onu kendisine nispet etmiş ve şöyle demiştir: ‘Dilerse
sizi giderir.™0 Yani sizi yokluğa katar. ‘Başka
bir yaratılış getirir.’'51 Burada
Hakkın yokluğa katmayı meşiyete nasıl izafe ettiğine bakınız! Hâlbuki onu
kendisiyle yaratmanın gerçekleştiği kudrete izafe etmemiştir. İlahi kitaplar,
böyle ifadelerle doludur ve bu menzil de onları içerir. Bu konuda işin doğrusu
şudur: Var olanlar zikredildiği üzere yoklukla nitelenme halinde -ki yokluk
mümküne aittir, Hakk ait değildirsabit hakikatlere sahiptir. Hakk onları varlık
için izhar edip de kendilerine halini giydirmiş ve yokluk halinden soyutlamıştır.
Böylelikle de kendisi var eden diye isimlendirildiği gibi bu ‘ayn’ da mevcut
diye isimlendirilmiştir. Böyle ise, Hakkın onları kendisinden çıkarttığı şeye
-ki o yokluk halidirgeri çevirmesi uzak görülemez. Bu durumda Hakk onları yok
edici olmakla nitelenirken onlar da madum olmakla nitelenir. Artık bunun hangi
nitelikle geldiğini öğrenmeye gerek yoktur. Bize sorulursa, biz her iki
durumun ve halin gerçekleşmesini de meşiyete ait sayarız ve birbiriyle
tartışan iki hasım bu görüşü kabul eder. Bu ayn-ı sabıte’nin varlığa nasıl
katıldığı sorulursa, onu kudrete ve meşiyete izafe ederiz. İki hasım bunu da
kabul eder. Anlatmak istediğimiz şeyi anladıysan, hepsini meşiyete
katabilirsin. Bu, en doğrusu ve en uygun olanıdır ve öyle yaparsan, bu konuda
tartışmaktan kurtulursun. Öyle ki bütün gruplar bu konuda tartışmadan uzak
kalır. Allah Teâlâ’nın onların nurlarını gidermesi de bu konuyla ilgilidir.
Başka bir ifadeyle nurlarını gözlerinden giderir. Fakat gözlerinden nurun
giderilmesi onun yok edilmesini gerektirmez. Bundan anlaşılan şey şu değildir:
Allah Teâlâ onların gözlerinden nuru yok edip onları görmez bir halde karanlıklarda
bırakır.
Bu menzilin ilimlerinden birisi de,
Hakkın bir topluluğu içlerinden sadece birisinin yerine getireceği bir iş için
göndermesidir. Bu menzilin ilimlerinden birisi de, görmeden, vurmadan ve
atmadan bilginin var olmasıdır. Acaba bu fiiller, öğrenci için öğretmenin sözü
konumuna nasıl geçmektedirler? Biz bu sanattan, bakıştan (bilginin meydana gelmesini)
tattık. Bilmelisin ki, güneşin nuruyla bakmak çokluklarına, uzaklıklarına
rağmen bütün görülenleri içerir. Üstelik onları uzun bir zaman diliminde
görmez. Aksine gözden çıkan ışığın görülenlerin üzerine yayılma anı, gözün
kendilerini idrak etme afuyla birdir. Burada bir zamansal sıralama veya uzama
yoktur. Bununla birlikte, söz gelişi neden ve nedenlinin varlıkta eşit
olmalarına rağmen belirli bir sıralamada gelmesi gibi, akledilir bir sıralama
olabilir. Aynı şey lahza, vurma veya atma da Allah Teâlâ’nın kendilerine
yerleştirmiş olduğu bir takım ilimleri içerir. Vurandan veya atandan veya
düşünenden bu fiiller gerçekleştiğinde, o vuruşun gücündeki bütün bilgileri
idrak eder. Bu durum, güneş ışığıyla bakışın o bakışın gücündeki bütün
görülenleri vermesine benzer. Burada vurma veya diğer fiillerde bir eksiklik
yoktur. Çünkü o, güneşin görülenlerin büyük kısmı üzerine yayılması gibi,
sonsuz bilgileri içerir. Eksiklik, idrak edenin kalbinde meydana gelir. Bu
durum, güneşin aydınlattığı bütün cisimleri görmeye imkân vermeyen gözün
eksikliğine benzer. Bütün bunlar, idrak eden -söz gelişi mekânda bulunmayan ruhlar
gibizamanla sınırlananlardan ise, tek bir anda gerçekleşir. Böylelikle onlar,
zamanda ve zamanda olmaksızın idrak edilenlerden idrak ettikleri şeyleri
zamanda olmaksızın idrak ederler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakkın
iki eliyle kürek kemiklerinin -veya sırtınaaraşma vurduğu, parmaklarının
serinliğini göğsünde hissettiği ve böylelikle öncekilerin ve sonrakilerin
ilimlerini öğrendiğini belirttiği bir ifadesi buna işaret eder. Dilediğine
dilediğini dilediği şekilde öğreten Allah Teâlâ münezzehtir. Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur. O, Alim ve Kadir’dir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Huneyn günü düşmanların yüzüne attığı toprak da bu konuyla ilgilidir.
Bu toprak onların gözlerine isabet etmiş ve bozguna uğramışlardır. Bu atmanın
ve bu vuruşun içerdiği şeylere bakınız! Bu bağlamda bakışa gelirsek, ben onu
kimseden aktarmadım ve kimseden de duymadım. Ben onu bizzat kendimden gördüm.
Bir baktım ve bu bakışın içermiş olduğu ilimleri öğrendim. Bana bir bakış verildi,
onunla baktım ve bu bakışın içerdiği tüm bilgileri öğrendim. Bu zevkler
ilmidir. Buradan, ‘duyduğuyla görür, gördüğüyle duyar, konuştuğuyla işitir5
diyenin sözü anlaşılır.
Bir kişinin topluluğun yapabileceği
şeyi yerine getirmesinin faydasına gelirsek, bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın bu
cemaate olan inayeti ve nimetidir. Çünkü Allah Teâlâ onlar için bu iyilikte
bir pay ayırmıştır. Bunun nedeni, bir kişinin topluluğun yapacağı işi
yapmadaki eksikliği değildir. Bunun nedeni nispederin hakikatleridir. Çünkü bu
konulmuş (vaz’î) değil, gerçek bir tertiptir. Bu durum (ilahi nitelikler
arasında) Hayy’ın Alim’in önüne geçmesine benzer. Ya da Mürid isminin Alim,
Kadir isminin Mürid isminin kapsamı altına girmesine benzer. Bu nedenle Mürid,
Kadir’e özgü bir işi yerine getirmez. Ya da Alim mürid ismine özgü bir şeyi
yerine getirmez. Hay, Alim ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Alim hay
ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Mürid Alim ismine özgü bir şeyi yerine
getirmez. Kadir Mürid ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Hâlbuki Alim
Hayy’ın aynıdır, Mürid Kadir’in aynıdır. Hayat bilginin, bilgi iradenin, irade
kudretin aynıdır. Ya da hayat Hayy’ın, o da Alim’in, o da Mürid’in, o da
Kadir’in aynıdır. Diğer nitelikler de böyledir. Öyleyse nispeder farklı farklı
iken hakikat birdir. Bilinen, nitelik, hal ve nitelenendir. Öyleyse toplam
birliğin kendisinde hüküm olarak -varlık olarak değiliçkindir. Çünkü orada bu
toplama ait mevcut hakikatler yoktur. O sadece tek bir hakikattir ve ne kadara
ulaşırsa ulaşsın nispederi vardır. İşte bu varlığın var olanlara yayılmasıdır.
Başka bir ifadeyle bu, mevcut ve makul arasında, bir’in topluluğun yapacağı işi
yapmasıdır. İşte bu menzil, zikrettiğimiz bu meseleyi içerir.
Bu menzilin ilimlerinden birisi de,
unsurların ve türeyenlerin birbirlerine, dönüşmesinin bilgisidir. Bu dönüşme,
dönüşen ile kendisine dönüşüleni birleştiren bir bağla gerçekleşir. Bu
bağlayıcı nispet ortadan kalksaydı, herhangi bir şey diğerine dönüşmezdi. Çünkü
(bu bağ yok ise), bir şey ötekinden her yönden farklıdır. Bu nedenle Rab ile
merbub arasında nispet bulunmuştur ve bu sayede rab kulun rabbi olabilmiştir.
Hâlbuki merbub ile rabbin zatı arasında herhangi bir nispet ve ilişki yoktur ve
bu nedenle de zattan herhangi bir şey meydana gelmez. Nitekim nedenleri ve
nedenlilerden söz edenler bunu belirtmiştir. Öyleyse zat, zat olması bakımından
eşyayı var etmeye yönelemez. Eşyayı var etmeye ancak buna güç yetiren olması ve
engelin bulunmayışı yönünden yönelir. Bu durum ise, ilahlık diye
isimlendirilen şeydir. Aynı şekilde Allah Teâlâ doğaları da başkalaşmalar
nedeniyle garip bir şekilde sıralamıştır. Böylelikle ateş unsurundan sonra
hava unsuru gelir. Hava unsurunu ise su unsuru takip eder. Su unsurunu ise
toprak unsuru takip eder. Ateş ile su arasında bütün yönlerden doğal olarak
birbirini itme özelliği vardır. Toprak ile hava arasında da doğal olarak bütün
yönlerden birbirini itme hali vardır. Allah Teâlâ, her biri iki yön olsun
diye, bu doğaların arasına vasıtalar yerleştirmiştir. Her bir yönün kendisini
takip eden uçla özel bir ilişkisi vardır. Bu bağlamda Allah Teâlâ suyu ateşe
dönüştürmek istediğinde -ki ateş suya doğası gereği zıttıronu önce havaya,
sonra ise o havayı ateşe çevirir. Allah Teâlâ’nın havaya dönüştürmeden suyu
ateşe dönüştürmeyişinin nedeni, (kudretteki eksiklik değil) sadece karşılıklı
ilişkinin varlığıdır. Doğa âlemindeki bütün dönüşmeler de böyledir.
Bu konunun ilahi mertebedeki durumuna
gelirsek, bu konuya bu kitapta yaratılmışın zatının Yaratan’ın zatının
niteliğiyle ve Yaratan’ın zatının yaratılmışın zatının niteliğiyle nitelenmesi
bahsinde işaret etmiştik. Sonra Yaratan’ın zatı yaratılmışın zatının
gerektirdiği özellikten soyutlandığı gibi yaratılmışın zatı da Yaratan’ın
zatının gerektirdiği özellikten soyutlanır. Rab ile merbub arasındaki ilişki
olmasaydı, merbub kendisine delil olamayacağı gibi ikisi de birbirlerinin
nitelikleriyle nitelenmeyi kabul etmezlerdi. Bu nispet sayesinde Hakk
kullarını yükümlü tutmuş, onlara emir vermiş ve yasaklar koymuştur. Yine aynı
nispet nedeniyle yaratıklar, emir ve yasakla muhatap olmuştur. Kalp sahibiysen
ve zikrettiğimiz hususta ‘şahit olduğun halde kulak verenlerden’ isen,
dikkatini çektiğim hususu iyice incele. Böyle olmazsan, büyük iyiliği ve değeri
ve yararı büyük kıymetli bilgiyi kaçırırsın. Fakat o, Allah Teâlâ korumadıkça,
tehlikeli bir şeydir.
Bu menzilde gizli ilahi tuzak,
el-Kahir, el-Kadir isimlerinden ortaya çıkar. Bu tuzak, gayb âleminden duyu
âlemine kahır kılıcı vasıtasıyla var olmuştur. Bu kılıç, rahmani bir isme
bağlanmış bir varlığı arar. Örnek olarak, Hz Musa’nın Firavun’u veya Nemrut ve
Firavunların peygamberleri peygamber adına aramasını verebiliriz. Bütün
bunlar, ârifte bilfiil bulunan ve onun zahirinde ve bâtınında gözüken
niteliklerdir. Arif bunları kendi nefsinden keşf eder. El-Kahir isminin
adamları kendisine musallat olduğunda, ârif el-Bâtın ismine iltica eder.
Böylelikle bu isim onun adına el-Kahir ismi nezdinde şefaat eder ve ilahi
isimlerden bir grup el-Bâtın ismi adına harekete geçer. Bunun nedeni, hüve’ye
yakınlığı nedeniyle el-Bâtın ismine saygıdır. Onunla birlikte, menzilinin
hüve’den uzaklığı nedeniyle, ez-Zahir ismi üzerine hakim olurlar. Bu isim onlar
adına gayb âleminden berzahta bir topluluk harekete geçirir. Çünkü berzah
âlemi, etki bakımından duyu âleminden daha güçlüdür. Çünkü berzah âlemi, duyu
âleminde duyunun kendilerine etki ettiği şeyle etki edebilirken duyu hayale
(berzah) etki edemez. Bakınız! Uyuyan insan rüyasında cinsel ilişkiye
girdiğini görür ve bunun etkisiyle duyu âleminde cenabet olur. Kendisini
korkutan bir kâbus görür, bunun etkisiyle uyuyanın bedeninde hareket, kendisinden
çıkan ses veya anlaşılan bir söz veya korkunun etkisiyle terleme görülür. Hayal
duyu suretinde kendiliğinde duyulur olmayan bir şeyi izhar eder ve kendisini
duyuya katar. Duyu âlemi ise, duyuluru bizzat hayal edilen haline getirme
gücüne sahip değildir. Böylelikle ârif için bu berzahî topluluğun kendisinden
bilgiler meydana gelir. Bu bilgilerle ârif, -böyle bir şey sabit
isemutluluğuna zarar veren kuşkunun bilgisine ulaşır. Bu menzilde bu kuşku ve
bu delillerin bulunması zorunludur.
Mevkıf (Durak) Nedir?
Bilmelisin ki, iki menzil veya münazele (Hakkın inişi ve kulun yükselişi), iki makam veya
iki hal arasında bir berzah vardır. Kulun kendisinde durduğu bu berzah, mevkıf
(durak) diye isimlendirilir. Mevkıf, elMevakıf adlı
eserinde Muhammed b. Abdülcabbar en-Nifferi’nin hakkında konuştuğu meseledir.
Bu eserinde NifFeri ‘falan mevkıfta Hakk beni durdurdu (evkafenî)’ diyerek söze
başlar. Kendisine izafe ettiği bu isim, kendisine intikal ettiği menzil veya
makam veya hal veya münazele’dir. Şu var ki ‘beni mevkıfta durdurdu’ dediği
mevkıf ise, mevkıfların ötesindedir. Söz konusu mevkıf, kendisine intikal
edilen mevkıfın adından başka bir adla isimlendirilmiştir. Bu mevkıf, kendisinden
sonraya ilkine uygun olmayan bir şeyin bulunduğu mevkıftır. Bize göre bu,
Hakkın kendisini aktarmak istediği şeydir. Hakk onu makamdan Hakk veya halden
makama veya makamdan menzile menzilden münazeleye münazeleden makama aktarmak
irade edebilir. Bu mevkıfların varlığının yararı şudur: Hakk, kulu bir şeyden
başka bir şeye aktarmak istediğinde, kendisinden ayrıldığı ile kendisine
geçeceği şey arasında durdurur ve kendisine intikal ettiği yerin adabını verir,
kendisini karşılayacağı emre karşı nasıl davranmasını gerektiğini ona öğretir.
Çünkü Hakk her menzil, makam, hal, münazele için bir adap belirlemiştir. Kul
bu hususlardaki ilahi adaba riayet etmezse, kovulur. Bu edep kulun söz konusu
mertebe veya hallerde Hakkın gözükmesini irade ettiği şekilde davranmasıdır.
Hakkın iradesi ise, -o emirde veya hazrette inkâr veya kabul edilme
tarzındakitecellisiyle öğrenilir. Kul da mertebenin Hakk ettiği adaba göre
davranır. Sahih bir rivayette Hakkın karıştırma mertebesinde tecellisi
zikredilmiştir. Hakk inanç suretlerinden -ki burası inançlar mertebesidirbaşka
suretlerde tecelli eder. Böylelikle hiç kimse O’nu kabul etmez ve kendisine
yaklaşmaz. Aksine Allah Teâlâ kendilerine ‘Ben sizin Rabbinizim’ dediğinde,
şöyle derler: ‘Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız.’ Arif ise böyle bir makamda Allah
Teâlâ’yı tanır. Şu var ki Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bilgiden şunu
öğrenmiştir: Allah Teâlâ, dünya hayatında, bilgisinin Allah Teâlâ’ya ibadet
ettiği belirli bir suretle sınırlanmış oldu-
ğu kimsenin bu yerde O’nu tanımasını
dikmemiştir. Ârifin edebinin bir yönü, inkâr ederken söz konusu insanlara
uymaktır. Fakat ârif onların söylemiş olduğu sığınma sözünü telaffuz etmez.
Çünkü ârif Allah Teâlâ’yı bilir. Allah Teâlâ kendilerine bu mertebedeld bu
görüş esnasında şöyle sorar: ‘Sizin ile Rabbiniz arasında kendisini tanımanızı
sağlayan bir alamet var mıdır?’ diye sorar. Onlar da ‘vardır’ diye cevap
verirler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, alamederi birbirlerinden farklı bile olsa,
onlar için söz konusu alamete (göre tecelli eder). Yeni surette (Hakkı)
gördüklerinde ise -ki o kendisinde Allah Teâlâ’ya ibadet ettikleri surettiro
zaman Allah Teâlâ’yı kabul ederler. Arif, Allah Teâlâ karşısında göstermesi
gereken edebin gereğiyle, bu kabulde de kendilerine uyar. Böylelikle Allah
Teâlâ adma topluluğun kabul ettiği şeyi kabul etmiş olur. İşte bu mevakıf m
yararıdır. Öyleyse daha önce de belirttiğimiz gibi, aralarında mevkıf
bulunmayan iki menzil veya makam yoktur. İki menzil veya iki mertebe veya iki
makam veya iki hal veya iki münazele -hangisini istersen öyle söylearasında
mutlaka mevkıf vardır. Bunun nedeni, onun tek bir şey olmasıdır. Şu var ki,
onun hali salik üzerinde başkalaşır. Böylelikle başka bir menzile veya
mertebeye intikal ettiğini zanneder ve hayrete düşer. Çünkü o Hakkın kendisini
durdurduğunu görmemiş, fakat başkalaşma onun nezdinde gerçekleşmiştir.
Kendisinde ortaya çıkan bu başkalaşmanın ise, intikal ettiği menzilden mi
yoksa, kendisine geldiği menzilden mi olduğunu da bilemez. Burada işi bilen bir
ârif varsa, ona öğretir. Bir şeyhi yok ise, işi karıştırır. Çünkü bu işin bir
özelliği de, daha önce kendisine yaptığı gibi veya gelecekte kendisine
yapacağı gibi, Hakkın onu durdurmamasıdır. Bu durumda salik, üzerinde ortaya
çıkan halde saygısızlık yapıp yapmamaktan korkar: Acaba ona önceki edebe göre
mi davranacaktır, yoksa yeni halin kendisine ait bir edebi mi vardır? Bu durum,
Allah Teâlâ’nın kendisini durdurduğu saliklere aittir. Hakk birisini bu
mevkıflardan birisinde durdurmazsa ve kendisinden ayrıldığı makam ile
kendisine gittiği makamın ayırıcı özelliğini ona bildirmezse, onun intikalleri
aynı menzilde gerçekleşir. Çünkü bu zevk sahibinde sadece tek bir emir vardır
ve intikaller bu emirde gerçekleşir. Bu hal, el-Makamat yazarı
Münziri’nin haliydi. Makamat diye
isimlendirilen kitabını da buna dayandırmıştır. Onları tek bir makam içinde yüz
makama ulaştırmıştır Ki bu tek makam muhabbet makamıdır. Böyle bir insan,
durdurulmaz ve hayrete düşmez. Fakat Allah Teâlâ’yı ve kendisine intikal
edilen menzil veya makamla ilgili niteliklerini bilmekten pek değerli şeyleri
kaçırır. Bunun yanı sıra Hakkın mertebesi ile bu menzil arasındaki ilişkileri
de bilemez. Bu durumda onun bilgisi, bu mertebelere girdiği ilk anda birinci
emrin içermiş olduğu bir icmal bilgisidir. Buna mukabil, mevakıf sahibinin
bilgisi ise, bir tafsil bilgisidir. Fakat kendisinden böyle bir şey
gerçekleşmediğinde, adap konusundaki eksiklikleri bağışlanır ve bu eksiklik
onun haline etki etmez. Aksine işleri gerektiği şekilde verir. Fakat bu kişi,
duranın menziline ulaşamaz veya yitirdiği şeyleri de öğrenemez. Duran (mevkıf
sahibi) onu bilir, fakat o, onu tanımaz. İçinde bulunduğumuz bu menzilin
bilinmeyen bir mevkıfı vardır. Bilinmeyen de değil, mevakıf sahibinin
kendisinde hayrete düşeceği bir menzili vardır. Çünkü kendisine özgü mevkıfın
vermiş olduğu şey ile bu menzil arasındaki ilişki, menzilin üzerine kurulduğu
şeyden uzaktır. Aynı şey, ondan sonra gelen menzil için geçerlidir. Şu var ki
ona konuk olan kimse, hayrete düşmüş olsa bile, menzil ile vakfe arasındaki
ilişki ortadan kalktığında, bu duruş esnasında mevkıftan şunu öğrenir: ilişki,
(mevkıf ile menzil arasmda değil), vakfe ile (menzile) yerleşen arasındadır.
Böylelikle karşılıklı ilişki oradan kalkmış olsa bile, mertebenin Hakk etmiş
olduğu adabı öğrenir ve bundan dolayı Allah Teâlâ’ya şükreder. Mevkıf sahibi,
yorulmuştur, fakat o büyük bir bilgindir. Mevkıfı (durak) olmayan kimse,
sülûkunda rahattır ve yorulmaz. Belki de bu ikisi bir araya gelse ve mevkıfı
olmayan kimse mevkıf sahibinin halini görseydi, kendisinde gördüğü meşakkat nedeniyle
onu reddeder ve mertebe bakımından kendisinden aşağı olduğunu zannederdi. Bu
nedenle onu kınar, meşakkati nedeniyle kendisini azarlar ve kendisine ‘bu yol,
senin üzerinde bulunduğun halden daha kolaydır’ diyerek şeyhlik taslardı.
Böyle yapmasının nedeni, mevkıfları bilmeyişidir. Mevkıf sahibi olan kimse ise,
diğerini bilir, kendisine karşı oylan saygısızlığına karşı ona tepki göstermez,
ona tahammül eder, kendi halini ve bu yolda kaçırdığı şeyleri kendisine
bildirmez. Çünkü mevkıf sahibi şunu öğrenmiştir: Allah Teâlâ o kişi adına bu
mertebeyi irade etmemiş ve onu buna ehil kılmamıştır. Bu nedenle onun
söylediklerini kabul eder. Ona söyleyeceği son söz şudur: Kardeşim! Ben seni
halinle baş başa bıraktığım gibi sen de beni halimle baş başa bırak.’ Sonra da
onu kendi haliyle bırakır. Dikkatini çektiğim bu husus, bu yolda olabilecek en
yararlı bilgilerdendir. Çünkü bu mesele, karıştırma ve hayrede ilgilidir. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ SEKSENİNCİ BÖLÜM
Musevî Makamdan 'Bana Ne' Menzilinin
Bilinmesi
Dedim ki bana ne var, dedi ki ‘kulum senin İçin
ne var?’
Dedim ki benim için
ne var, dedi ki senin için olan katımdadır
Dedim ki, onu bana
mülk olarak izafe ettiğinde
Sözünle onu ‘benim
katım’ diyerek niçin sınırladın
Dedi ki, benim
katımda olduğunu bilince
Senin katındaki mülk benim
katımda olur
Dedim ki, sen benim
aynım isen
Senin katındaki
benim katımdadır sözün doğru olur
Nasıl ki sen ‘senin
katındaki benim katımdadır’ diyorsun Biz
de diyelim o zaman: Senin katındaki bizim katımızdadır
Bu daha uygun, çünkü
benim zatım bir zarf
Sen münezzeh oldun,
‘kat’ benim katimdir
Bu, yüce bir menzildir. Onunla
mevkıfı arasında bir ilişki yoktur. Bu nedenle ilişki, bundan önceki menzilde
de olduğu gibi, vâkıfa (durakta durana) döner. Yakup peygamber oğullarına
şöyle demiştir: ‘Ben sizi Allah Teâlâ’ya karşı
koruyamam. Hüküm Allah Teâlâ’ya aittir.’152 Bu
menzilden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle vahyedilmiştir: ‘En
yakın akrabalarını korkut.’153 Bu nedenle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Safa’da durmuş, kendisine insanların en
sevimlisi olan kimseye şöyle hitap etmişti: Ey Muhammed kızı Fatıma! Kendine
dikkat et. Allah Teâlâ’dan gelecek bir şeyi senden engelleyemem.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bütün akrabalarına benzer bir söz söylemiştir.
Amcası Ebu Leheb de oradaydı. Ellerine üfleyerek şöyle demişti: ‘Söylediğinden
ellerimize bir şey geçmedi.’ Ebu Leheb haklı idi. Çünkü Allah Teâlâ peygamberinin
korkutmasından onu yararlandırmadı veya kendisinin bedbahdığını irade ettiğinde
kalbine söylediklerinden bir şey sokmadı. Bu nedenle Allah Teâlâ onun hakkında
şu ayeti indirdi: ‘Ebu Leheb’in elleri kurusun ve kurudu
da. Ona malı ve kazandığı fayda vermedi.’154 Çünkü Ebu
Leheb malına itimat etmekteydi. İşlerinde Allah Teâlâ’dan başaksına bel
bağlayan ise hüsrana uğrar. Sebepleri benimseyenler sebeplere bel bağlayıp da Allah
Teâlâ’ya tevekkülden uzaklaşırlarsa, amelleri boşa gidenler zümresine katılırlar.
Sebepleri kabul edip de Allah Teâlâ’ya bel bağladıklarında ve sebeplere Allah
Teâlâ’nın kendilerini yerleştirdiği sınırlarını aşırmadıklarında ise, Allah
Teâlâ adamlarının büyüklerinden
olurlar. Onlar hakkında Allah Teâlâ ‘ticaret
ve alış verişin Allah Teâlâ’yı zikretmekten
alıkoymadığı kimseler’155 demiştir.
Böylelikle Allah Teâlâ onlar adına bu menzilde adamlık mertebesini dile
getirmiştir. Allah Teâlâ birisi hakkında bir konuda tanıklık ederse, söz konusu
kişi o konuda iddiada bulunduğunda haklıdır. Hakk kendilerini ortaya koyduğu
için sebepleri kabul edip doğal olarak sebeplere yönelenler de vardır. Söz
konusu kimse, Allah Teâlâ’ya itimat etse bile, sebepler bulunmadığında içinde
bir sıkıntı yaşar. Böyle biri, orta derecedeki adamlardandır. Sebeplerin
bulunmadığını hissedip mizaç sıkıntıya düşerse, bu davranış, büyük adamların
özelliklerindendir. Mizaç zorlanmaz ve sebeplerin bulunmadığını da
hissetmezse, bu hal Allah Teâlâ’ya itimat halidir ve o hal sahibi olan orta
derecedekilerin halidir. Mekke’nin fethi esnasmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in önünde bir adam durmuş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o
adamın öldürülmesini istiyordu. Adam işini görüp ayrıldığında ise, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Önümde durduğunda, onu niçin
öldürmediniz?’ Sahabe kendisine:‘Kaş işaretiyle bize ima etseydin ya?’
dediklerinde ise, şöyle demiştir: ‘Bir peygamberin düşmanca bakması yakışık
almaz.’ Bu kendisinden uzak durulamayan bir haldir. Bu halden uzaklaşmanın en
ileri derecesi, kötülükte kendisinden uzaklaşmaktır. İyilik hakkında ise, bazen
onu iyilikte övülmüş bir yöntem edinmişlerdir. Büyük insan, emrine uyacak
birisine huzurundaki kimse için mal veya hediye getirilmesini işarede emreder
ve getirileni hediye eder. Bunu ise, açıkça söyleyerek değil, hakkında bu iyiliğin
düşünüldüğü kimse farkına varmaksızın gözle işaret ederek yapar. İyilik bile
olsa, peygamberden böyle bir davranış meydana gelmez. Bunun nedeni ise,
nefsinin böyle bir alışkanlık kazanmamış olmasıdır. Çünkü nefs, iyilikte kaşla
işareti alışkanlık haline getirdiği için, kötülükte de kullanmaya başlayabilir.
Çünkü nefsin özelliği, doğanın boyunduruğu altına girmektir. Bu işaret
‘düşmanca bakış (hain bakış)’ diye isimlendirilmiştir, çünkü nefiste bulunan
şeyi ifade etmek, gözün değil, konuşma niteliğinin bir özelliğidir. Göz de
işarede nefste bulunan şeyi ifade edebilir, fakat ona ait olan bakmaktır. Bu durumda
gözde konuşma niteliğinden bulunan şey, konuşma niteliğine ait bir emanet
olarak bulunur. Göz elindeki emanete herhangi bir konuda ve birisi hakkında ima
veya işaret yoluyla tasarrufta bulunduğunda, hiç kuşkusuz, emanete hainlik
etmiştir. Bu nedenle göz hainlik ile nitelenmiştir. Hainlik, emanette
tasarrufta bulunmak demektir. Çünkü emanet sana ait bir mal değildir, sen
sadece onu sahibine ulaştırmakla yükümlüsün. Bulunulan menzil bir şahıs
hakkında kötülük veya iyilik yapmayı gerektirebilir ve göz işaret ettiği
kimseye bu niyeti aktarma gücüne sahip olabilir. Göz ifadenin kelama ait bir
nitelik olduğunu bilip işaret etmeden emaneti sahibi olan dile ulaştırır ve dil
de onu söylerse, hiç kuşkusuz, göz emaneti sahibine ulaştırmış ve ona hainlik
etmemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gözlerin
hainliğini bilir.’156 Başka bir
ifadeyle onların hainlik olduğunu bilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘gözlerin işaret
ve ima ettiği şeyi bilir’ dememiştir. Çünkü işaret edilen, bunu bilir ve bu
bir övgü değildir. Fakat herkes, Allah Teâlâ’nın kendisine bunu bildirdiği
kimselerden başka kimse o bakışın hainlik olduğunu bilemez. Kuşkusuz Allah
Teâlâ bize de onu bildirmiş ve biz de onu öğrenmişizdir. Öyleyse böyle bakış
(gözle işaret ve ima), iyilik söz konusu olduğunda övülen bir hainlik iken
kötülükte kınanmış bir hainliktir. Her iki durumda da hainlik niteliğini
yitirmez.
Bu durumu sana açıkladıktan sonra,
tam bir bilinç ile, bundan yapabildiğini yapmaya çalışmalısın. Çünkü sen masum
değilsin. Öyleyse bilinçli ve huzur halinde olmaya çalış ki, belki bu makama
ulaşabilirsin. Şöyle diyebilirsin: ‘Kuşkusuz kemal sahibi olduğuna şahitlik
edilen kimse de, işaret diliyle konuşmuş ve dille konuşma kendisine yasaklanmıştır.
Meryem, İsa’ya durumunu sormalarım işaret etmiştir.’ Şöyle deriz: Meryem, daha
sonra kemale ulaşmıştır, yoksa o esnada değil! Bakınız! Zekeriya’ya şöyle
denilmiştir: ‘Senin işaretin insanlarla ancak remizle
konuşmaktır.’157 Remiz
işarede gerçekleşen anlatımdır. Çünkü işaret, amaçlanan konuda daha açıktır.
Hatta işaret, konuşanın hal karinesine muhtaç olduğu bazı yerlerde işaret
edilenin isminin söylenmesinden daha güçlü bir bildirime sahiptir. Öyle ki, bir
şahıs diğer bir şahsa, Zeyd’in de bulunduğu bir ortamda ‘Zeyd’e şunu şunu
söyle’ dese, dinleyen kişi onun başka bir Zeyd’i kast ettiğini zannedebilir.
Hâlbuki konuşan kişi, oradaki Zeyd’i kast etmiştir. İsmini söylemeyi bırakıp
da eliyle veya gözüyle kendisine işaret ederek ‘şuna söyle’ dese, belirsizlikten
ve müphemlikten daha uzak bir ifade ortaya çıkardı. Harf, kapalı bir sözdür ve
bir takım durumlara yorumlanması mümkündür. Nitekim şair kendisini
isimlendirmeden ateşi remizle tanıtırken bunu yapar:
Kuş vardır kanatsız uçar Akşam ve sabah yer
durur
Dallarda yürür, öter de öter Çatışmada
savaşçıları tahrik eder
Aslan kendisinden kaçar geniş çöllerde
Okları ve kargıları mağlup eder
Bakirelerin dizleri önünde oturur
Gerdanlığın altındakini açığa çıkartır
Öldüğünde ise ebeveyni yaralanır Yaralıyken
diri olarak geri döner
Ebeveyn derken çakmak taşım kast eder
ki ateş hakkındaki bir remizdir. Başka bir şair ise göz hakkmda daha güzel bir
remiz kullanmıştır:
Bir kuş kanatsız uçar ,
Kuşların ve uçanların
üstüne çıkar
Taş kendisine değse
erir
İpeğin kendisine
değmesini inkâr eder
Taşlar derken sürme taşını kast eder.
Bilmelisin ki, nefsinde bir mabud yerleştirip de -kesin inanca sahip olarak
değilzanna uyarak ona ibadet eden kimseye, bu zan hainlik eder ve Allah
Teâlâ’ya karşı kendisine bir fayda vermez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz
ki zan bir gerçek ifade etmez.’158 Onlarm
ibadederi hakkmda ise şöyle demiştir: ‘Onlar
ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyarlar.’159 Allah
Teâlâ, kendisinden başkasına yapılan ibadetin ancak -bir bilgiye göre
değilzanna göre yapılmış olduğunu belirterek bu ibadeti onlara nispet etmiştir.
Çünkü (Allah Teâlâ’dan başkasına tapılmasını sağlayan) böyle bir hal, gerçekte
bilgi değildir.
Buradan bilginin kurtuluşun nedeni
olduğu öğrenilir. Yolda bedbaht olsa bile, varış kurtuluşadır. Öyleyse bilginin
mertebesi ne kadar şereflidir! Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine bilgiden
başka herhangi bir konuda ‘daha fazlasını’ istemeyi emretmemiştir. Allah Teâlâ
peygamberine şöyle demiştir: ‘De ki, Rabbim benim bilgimi artır:160 işaret
ettiğimiz hususu anlayan kimse, bedbaht olanlarla mutlu olanların (farkını)
öğrenir ve yolda bedbahtlığı gerektiren geçici şeyler kendisine etki etmez.
Müşrik Hakkın layık olduğu celal niteliklerini bilseydi, hiç kuşkusuz ki, kendisine
şirk koşulmayı da Hakk etmediğini bilirdi. Müşrik Allah Teâlâ’ya ortak koştuğu
şeyin Allah Teâlâ ile birlikte ilahlıkta ortak koşulmayı Hakk etmediğini
bilseydi, ortak koşmazdı. Öyleyse müşrik her İki taraf (Allah Teâlâ’nın layık
olduğu nitelik ve ortak koştuğu şeyin durumu) hakkında da bilgisizliği
nedeniyle cezalandırılacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cahillerden
olma:16' Başka bir ayette ise şöyle der: ‘Cahillerden
olmamanı sana öğütlerim:162 Müşrik
ortaklığı ilahlıkta değil de fiille sınırlı tutsaydı, bu durumda işte bir
genişlik bulunurdu. Çünkü fiillerin yaratılmışlara izafe edilmesinde bir sorun
vardır ve fiil sahibi olan hakkında sahibi mazurdur. Öyleyse insanlar fiilleri
fail olmadığını bildikleri kimseye izafe ettiklerinde, bu durumda bilgisizlik
nedeniyle cezalandırılırlar ve bilgisizlik nedeniyle kınanmışlardır. Bu
bağlamda şöyle denilir: ‘Yonttuğunuz şeye mi taparsınız?’163 Fiil
sahibi olan hakkında ise Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Firavun
kavmini saptırdı ve hidayet etmedi.’164 Böylelikle
saptırmayı Firavun’a nispet etmişken kavmine nispet etmemiştir. Çünkü Firavun
onlarda etkin olduğu gibi gerçekte de öyleydi. ‘Flidayet
etmedi’165, yani onlara Hakkın yolunu açıklamadı
demektir. Çünkü o, etkin olması yönüyle, (doğru yolu açıklamadı). Hâlbuki
ibadet edilen şey donuk olsaydı, karıştırma meydana gelmezdi.
Şöyle denilebilir: Acaba müşrikler,
donuk veya bitkilerden özellikle fiil sahibi olanlardan ilah edinselerdi, mazur
mu olacaklardı?’ Şöyle deriz: Mazur olmazlardı. Çünkü onun özelliği, Allah
Teâlâ’ya izafe edildiği gibi kendisine fiillerin izafe edilmesini sağlayacak
şekilde, her şeye yayılmaz. Bu kadarlık bilgisizlik nedeniyle ise, Firavun ve
benzerleri gibi fiilleri olan yaratılmışlara tapanlar cezalandırılmıştır. Çünkü
onun sahip olduğu kudret, kendisine ibadet edenin gücünü aşmaz. Öyleyse onun
kudreti, bütün fiillerine sirayet etmez. Çünkü yaratılmış kudret, mekânlı varlıkları
ve cisimleri yaratamaz. Böylelikle onlar, kendilerini yaratmayan birisine
ibadet ederler. Bu nedenle Allah Teâlâ kendilerini şu ayede kınamıştır: ‘Yaratan
yaratmayan gibi midir? Öğüt almaz mısınız?’166
Şöyle denilebilir: Herhangi birisi
harikulade yoluyla bir cevheri yaratmayı başarsaydı, birisi de bu nedenle
kendisine ibadet etseydi, mazur mu olacaktı? Şöyle deriz: Mazur olmaz. Çünkü
ibadet eden kimse, taptığı şeyin hadislere (sonradan olanlara) konu olduğunu
ve onlardan yoksun kalmadığını görmektedir. Hâdislerden yoksun kalmayan bir şeyin
ise bütünüyle onlarm önüne geçmesi imkânsızdır. Bütün olarak hâdislerin önüne
geçmezse, o da onlar gibi bir hâdis olur. İlah’ın özelliği ise, genel olarak
sonradan var olan her şeyden önce olmaktır. Öyleyse sonradan olan, hangi tarzda
olursa olsun, bir şekilde kendisinden sonra gelmelidir. Bu ölçüdeki bir
bilgiden mahrum kaldığı ve onu bilmediği için, mazur değildir ve bundan dolayı
cezalandırılır. İşin aslı ise, onu bilmemektir. Öyleyse ortaya konulmuş mabuda
dayanan kimse, bilgisiyle değil, zannıyla ona dayanmış demektir. Bu nedenle de
bilgisizliği nedeniyle cezalandırılır ve bedbaht olur. Fakat içinden ortağı
atmak için bütün gayretini gösterdiği halde, düşüncesi, teorik araştırması ve
akıl yürütmesi onu kendinden uzaklaştırmaya imkân vermeyebilir. Böyle bir insana
peygamber gönderilmemiş veya davet kendisine ulaşmamış olabilir. Böyle birisi
hakkmda akılcılardan bir grup şöyle demiştir: ‘Bu haldeki bir insan maizurdur
ve hatalı (sonuca ulaşsa bile), gerçekte sevap almıştır. Böyle birisi, zan
sahibi değildir. Aksine o, bilen değil, fakat kesin kanaat sahibidir. Bir şey
hakkmda kesin hükmün bilgiden kaynaklanması gerekmez. Böyle biri Allah Teâlâ’nm
şu ayetinden bir umut duyabilir: ‘Allah Teâlâ’dan başka bir ilaha,
ibadet edip de hakkmda kesin kanıtı olmayan kimse...’167 Kuşkusuz Allah
Teâlâ böyle birini mazur görebilir.
Hiç kuşkusuz ki, itikat bahislerinde
içtihadında yanılan kimse, araştırmasının kendisini ulaştırdığı sonuçta kesin
kanaate sahip olduğunu zanneder. Söz konusu kanıt gerçekte kesin-doğru kanıt olmasa
bile, içtihadından dolayı bu kesinliğe ulaştığı için, Allah Teâlâ kendisini
mazur görür. Nitekim sahabe de Dıhye’yi gördüklerinden emindi. Hâlbuki görülen,
Cebrail idi. Bu, bir bilgiye sahip olmadan (varılan) kesin kanaattir.
Dolayısıyla sahabe içtihat etmiş ve yanılmıştır. Çünkü, taksimdeki eksik
bıraktığını hatırlamaz. Şöyle diyebilirdi: ‘Ruh olmasaydı, bedenlenirdi. Yoksa
o, Dıhye’dir.’ Bu konuda ortaya koyduğumuz meseleyi iyice düşünmelisin. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem içtihat edip de doğruya ulaşan kim-
se hakkında şöyle der: ‘Onun iki
sevabı vardır. Yamlsaydı, bir sevabı olacaktı.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, inanç ve amel (usul ve füru) meselelerinde içtihat edip
etmemeyi ayırt etmemiştir. Allah Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Biz bir
peygamber göndermedikçe azap etmeyiz-’168 Bu
kapsama, alimlerin kendilerine azabı zorunlu gördüğü ve bilgi ifade eden açık
bir delil olmaksızın onlar hakkında bedbahdık hükmü verdikleri grupların büyük
kısmı dahildir. Böylelikle alimler, o grupları gerçekte bir bilgiye sahip
olmadıkları halde zanla ve kesin kanaatle bedbaht menzillerine
yerleştirmişlerdir. Öyleyse zanna dayalı ilah olmaz. Zikrettiğimiz hususla
birlikte, zanna göre hareket edenin İlah hakkmdaki azaptan kurtulamayacağı
sabit olmuştur. Şöyle denilebilir: Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben kulumun bana
dair zannına göreyim.’ Şöyle deriz: Bizim görüşümüz de budur. Çünkü Allah
Teâlâ ‘bana’ demiş ve onu ispat etmiştir. Hâlbuki ‘ben kulumun ilah saydığı
kimse hakkmdaki zannına göreyim’ dememiştir. Öy-' leyse burada sözü edilen zan,
mutluluk veya bedbahtlıkla ilgili olarak Allah Teâlâ’nın katındaki zannıyla
ilgilidir. Çünkü burada sözü edilen insan, Allah Teâlâ’yı bilendir ve Allah
Teâlâ’nın hesaba çekeceği, günahı cezalandıracağı veya bağışlayacağı hakkında
zanna sahiptir.
Bu hususu ortaya koyduktan sonra,
bilmelisin ki, cennet iki tanedir. Duyusal-maddi cennet ve manevi cennet. Buna
göre duyusal cennet ile hayvani ruhlar ile düşünen nefisler nimetlenir. Manevi
cennet ile ise, sadece düşünen nefisler nimedenir. Bu cennet, bilgiler ve
mârifeder cennetidir. Ateş de iki kısımdır: Duyulur ateş ve manevi ateş. Buna
göre duyulur ateş ile hayvani nefisler ile düşünen (nâtık) nefisler azap görürken,
manevi ateş ile sadece düşünen nefisler azap görür, iki nimet ve iki ateş
arasındaki fark şudur: Duyusal azap ve duyusal nimet, temas sonucunda hayvani
ruhta meydana gelen acıyla (veya nimede) gerçekleşir. Manevi azap (ve nimet)
ise, temasıyla düşünen nefisler (haz veya acı verecek) bir şeyin temasıyla
gerçekleşmez.
Manevi azap, düşünen nefsin kaçırdığı
ve hayvani ruhun muduluğunu sağlayacak -ki düşünen nefsin mutiuğunu da
içerirbilgi ve ameli öğrenmekle gerçekleşir. Acısı nefs ve duyuyla ilgili fikir
ateşi, manevi bir ateştir. Ondan bir bilgi meydâna gelirse, onu manevi cennet
nimeti takip eder; bilgi meydana gelmezse, sahibi fikrettiği sürece azap görmeye
devam eder ve manevi nimeti olmaz. Fikir herhangi bir şekilde kendisinden
kaybolursa, bilgi meydana gelmeksizin (azap da) ortadan
kalkar. Bu durumda nefsin bulmuş
olduğu nimet, kalbine musallat olan tefekkür ateşinden rahadama demektir.
Öyleyse bu manevi değil, duyusal bir rahatlamadır. Bunu bilmelisin!
Bilmelisin ki, bu menzil,
doğal-duyusal algıda canlı olmayan şeyin, Allah Teâlâ’nın emrettiği şeyi Allah
Teâlâ’dan öğrenmesinin bilgisini içerir. Örnek olarak, ‘emaneti
göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar emaneti yüklenmekten çekindi5169 ayetini
verebiliriz. Başka bir ayette, ‘göğe ve yere isteyerek veya zorla
gelin diye emretti, onlar da isteyerek geldik dediler’170 buyrulur. Allah
Teâlâ onları akıllı çoğul saymış, duyan, güç yetiren ve anlayan canlı için
kabul ettiği nitelikleri onlar adına kabul etmiştir. Başka bir ayette, ‘üzerlerine
salınmış ateş vardır’171 buyrularak
ateşin (canlılara özgü bir fiil olabilecek) musallat olduğu bildirilmiştir.
Halbuki tasallut, akıl sahibinin işi olabilir. Ateş ise, doğası gereği
yakıcıdır, aksi halde kafirler üzerine salınmayı kabul etmezdi. Ateşte yamalık
doğası gereği bulunmasaydı, kendisinden muhalefet ortaya çıkmazdı ki bu,
yanmanın kendisidir. Öyleyse bu, varlığı bir yaratıcının var etmesine bağlı
başka bir durumdur. Hakk sadece ateşe hitap etmiştir. Yanma ise, ateşin
kendisinden başka bir yerde varlığa muhtaç bir arazdır. Ateşte bulunsaydı,
ateşin kendisine musallat olduğu cisme intikal etmezdi, çünkü araz yer
değiştirmez; yer değiştirseydi, mahalde bulunmaz ve kendi başına var olurdu.
Araz kendi başına var olamaz. Öyleyse yakıcı cismin ateşle tahriki imkansızdır
ve böyle bir durumda ateşe yanma emrini vermek anlamsız olurdu. Halbuki ateşin
musallat olması hitapta zikredilmiştir. Bu hitap kimedir? Hakkın abes söylemesi
mümkün olmadığına göre, ateş için yakıcılık doğası gereği değil ise bu söz kime
söylenmiştir? Hitaba mazhar olan bütün donuklar, bitkiler ve hayvanların da
canlı, akıllı ve kendisine söyleneni kabul edici olması gerekir. Bunlar,
söyleneni anlama ve ‘yap’ denildiğinde yapma özelliğine sahip kimselere
söyleneni kabul edicidir. Böylece bu menzilin içerdiği idrak tarzı hakkında
dikkatini çekmiş olduk.
Bilmelisin ki, bu menzilin içerdiği
bütün ilimlere ancak Hakkın bildirmesi yoluyla ulaşılır. Hakk, keşif sahibi
peygamberlerin ruhanilikleri vasıtasıyla onları bildirir. Bu ruhlar da söz
konusu bilgileri Allah Teâlâ’dan vasıtayla almışlardır, bunun nedeni bilgilerin
kapalı ve hassas olmalarıdır. Bu bağlamda menzilin içerdiği ilimler arasmda
-sonsuza değinmeksur olanın kesresinin ilmi vardır. Meksurun sınırlı olduğu
akıl yoluyla bilinir. Başka bir ifadeyle meksur (kesreli), özü gereği
sonludur. Peki nasıl olur da sonsuza değin kesreliliği kabul edebilir? Bu,
cismin filozoflara göre aklen -duyuda değilsonsuza kadar bölünmesine benzeyen
bir meseledir. Bu yaklaşımın hedefi, kelamcılarm görüşünde bölünmenin
kendisinde bittiği tek cevher fikrini ortadan kaldırmaktır. Bu menzilden, iki
gruptan hangisinin doğru (söylediğini) öğrenirsin. Azabın azap edilenlerin
cisimlerinden başka bir yerde var olmasını ve kendisiyle azap görenlerin -ki
onlarda bilfiil bulunmazacısmı bu menzilden öğrenirsin. Bu husus, en zor
konulardan biridir. Bir anlam, bulunduğu kimseden başka birisinde hükmünü
nasıl gerektirir? Aynı zamanda bu mesele şu sözde belirtilen konuya benzer: ‘Allah
Teâlâ bir şeyi uygulamak istediğinde, bir mahalde olmaksızın bir irade
yaratır. Sonra onunla o emri uygulamak ister.’ Hiç kuşkusuz nitelikleri
hükümleri olan ‘varlıklar’ (a’yan) sayanlara göre, anlam hükmünü (bulunmadığı
kimsede) zorunlu olarak icra eder ki, söz konusu kimseler kelamcılardır.
Bu mesele ile bizim meselemiz
arasındaki fark şudur: Azap bir takım cisimlerde bulunurken hükmü azabın
kendisinde bilfiil bulunduğu cisimlerden başka cisimlerde ortaya çıkar. Bu
cisimlerde taşman azap onlarm azap görmesini gerektirmez. Halbuki azap o
cisimlerde bulunur ve onlar -kendisiyle azap görmeleri anlamında değilona yer
olmaları anlamında kendisiyle nitelenmişlerdir. İki meseleyi birleştiren yorum,
anlama tamlama yapılan hükmün o anlamın kendisinde bulunduğu yerden başka bir
yerde bulunmasıdır. Acaba bilgi bu hususta irade ve diğer nitelikler gibi
midir, değil midir? Bilgi söz gelişi Zeyd’de bulunur ve onunla Zeyd bilmez,
fakat Ömer bilir. Böyle bir şey aklen imkansızdır. Fakat bu menzil, bunun gerçekleşebileceği
hükmünü verir. Bu meselede bu menzilin verdiği hükmü kabul etmek üzere kendini
ısındırmak istersen, arkadaşlarınla birlikte görüş birliğinde olduğun şu meseleyi
bir düşün! Allah Teâlâ cisimlere yerleşmekten münezzehtir. Çünkü insan
yüzündeki organında bilfiil bulunan görme gücüyle görür, kulak organında
bulunan duyma gücüyle duyar, dilini, dudaklarını ve harflerin göğüsten
dudaklarına kadar olan mahreçlerini hareket ettirmesi ve durdurmasındaki söz
ile konüşur. Sonra, aynı şahıs, farz ibadetlere ilave olarak nafile
ibadetlerini yerine getirir. Nafile ameller ise, onun duymasını, görmesini,
konuşmasını, tutmasını ve yürümesini (sağlayan) anlamları ondan olumsuzlamayı
gerektirir. Halbuki onda bulunan bu anlamlar, hükümlerini zorunlu kılar ve
bunlardan dolayı kişiye konuşan, gören, duyan vb. adı verilir. Bu özellikler
olumsuzlandıktan sonra insan, daha önce kendisi nedeniyle duyarken Hakk
vasıtasıyla duyan, daha önce kendisi vasıtasıyla görürken (Hakk vasıtasıyla)
gören haline gelir. Bununla birlikte şunu biliriz: Hakk eşya için bir mahal
olmadığı gibi eşya da O’nun için bir mahal değildir. Öyleyse kul kendisinde
bulunmayan birisi (vasıtasıyla) duymuş, kendisinde bulunmayan birisi
vasıtasıyla görmüş, kendisinde bulunmayan birisi vasıtasıyla konuşmuştur. Bu durumda
Hakk onun duyması, görmesi ve eli olmuştur. İşte hükmü azap olan nitelik
kendisinde bulunmaksızın azabm bir yerde bulunması buna benzer. Nitekim
niteliğin de hükmünün zıddı bir sonucu verebileceği sabittir ve bunu kabul
edersin. Her iki mesele arasmda bir fark yoktur. Mehasirıü’l-Mecalis yazarı
şöyle bir dize söylemiştir:
Duydunuz mu? Bir yönü sağlam Bir yönü hasta
bir sevgi
Azapla nimetlenir Nimetten azap çeker
Ebu Yezid el-Ekber Tayfur b. İsa
el-Bestamî ise, Rabbine hitap ederken şöyle der:
Seni istiyorum ama nimet için değil Senin
istemem azap içindir
Bütün isteklerime ulaştım da Azaptan
duyduğum hazdan gayrı
Burada Bestamî, azapta hazzı
istemektedir. Bu ise akla göre hakikatlere aykırıdır. Fakat keşif ve zevk
sahipleri akim kendilerini imkansız saydığı bir takım durumlar görmüşlerdir.
Nitekim biz de şairlerin şiirlerinde söyledikleri hususları biliyoruz. Bu
konuyla ilgili olarak, Allah Teâlâ ateşe hitaben, ‘serin
ve esenlikli ol’172 demiştir.
Ateş akla göre serin olamaz, çünkü serin olsaydı, hakikatler hakikat olma
özelliğini yitirirdi. Kuşkusuz ki zevk, Hakkın tecellisi hakkmda aklın
verisinden farklı bir bilgi getirmiştir. Biz, Hakkın burada söylediği sözün
anlamını ve kime söylediğini biliyoruz, fakat müridi Allah Teâlâ’nın her şeye
güç yetiren olduğunu kesin olarak öğrenmeye ısındırmak için bunları zikrettik.
Allah Teâlâ’nın kudreti,
var olmasını dilerse, imkansıza bile yeter. Nitekim Allah Teâlâ bu hususu kitabında aklın verisine
göre imkansız olan hakkında zikrederek şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ çocuk edinmek isteseydi, yarattıkları arasından dilediğini seçerdi.
Münezzehtir O. Allah Teâlâ, bir ve kahhar’dır.’173 Burada
çocuk edinmeyi ilahi meşiyete göre imkan sınıfına dahil etmiştir. Akıl ise böyle
bir şeyin imkansızlığını gösterir, yoksa Allah Teâlâ bunu dilemediği için
(olmamış) değildir. Öyleyse ayetin başı, delilinin doğruluğu hakkında akla
dönük bir eleştiridir ve bu iddiayı geçersiz kılar. Sonra bu eleştiri ayetin
sonundaki şu ifadeyle telafi edilmiştir. ‘Münezzehtir O.’174
Yani O, birliği karşısında bir İkincinin bulunmasından münezzehtir. Şu var ki ‘kahhar’dır’175 ayetinde
bir takım sırlar vardır. Bu sırları hesaba katan kimse, Hakkın kim için kahhar
olduğunu (anlar). Bütün fiiller, oluşta Hakkın isimlerinin eserleridir. Öyleyse
Allah Teâlâ’dan başka fiil sahibi yoktur. O halde bütün fiiller, el-Kadir ve
el-Kahir isminden kaynaklanır. Binaenaleyh Allah Teâlâ el-Kahir ismiyle ancak o
fiili -ki Kahir isminin eseridiroluşta var edeni ‘kahreder.’ Öyleyse kahir
ancak kendisini ‘kahretmiştir.’ Ya da fiil Kadir isminin eseridir. Bu durumda
Kahir isminin hükmü Kadir isminde ortaya çıkmıştır ve bu isim bir fiili var
etmede kendisine ortaktır. Bu durumda Kahir isminin hükmü Kadir’de ancak Kadir
isminin tavassutuyla ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle Kahir ismi fiilini
Kadir ismiyle uygulamıştır. Bu durum, Kahir ismi engellemeyle ilgili olduğunda
böyledir. Var etmeyle ilgili olduğunda ise, elMürid ismine izafeyle gelir.
Mürid ismi ise, varlığı kabul etmek üzere hazırlanmış hakikati ancak Kahir ismiyle
(var olmaktan) engeller. Böylelikle meşiyet kendisini ‘kahreder (engeller)’ ve
varlıkta geride biralar. Çünkü (mümkün için varlığı veya yokluğu) tercih,
meşiyete aittir.
Bu meseleyi kabul etmeni sağlamak
üzere, sûfilerin yöntemine göre yeterli ölçüde açıklama yapılmıştır. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Muhammedî Mertebeden Daırnne Menzilinin ve
Bir'in Topluluğun Yerini Alması Meselesinin Bilinmesi
İkindi namazının yok bir benzeri
Çünkü sevgiliyle tam kavuşmadır o
Devri olan bir işin
ortası o
Garip bir iş
üzerinde gerçekleşendir o
Devrin gördüğün bir
ortası yoktur
Akıllının bilgisinde
iki ucu da yok
Onda durum nasıl,
canım sana feda olsun!
Kul garip bir
bilgiye tahsis edilmiş
Bu menzil sahibi şöyle demiştir:
‘Orta namazı (ikindi) cemaat ile kılınmadığında, ehlinin ve malının vitrinin
ücretine bitişiktir. Hz. İsa ise şöyle demiştir: ‘Kişinin kalbi, malının
bulunduğu yerdedir. Mallarınız gökte olsun ki, kalbiniz de gökte olsun.’ Bunun
anlamı, sadaka verin demektir. Bu adilin bilgisi buraya ulaşmıştı. Kendisine
cevamiü’lkelim verilmiş olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle
buyurmuştur: ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer ve böylelikle Rahman onu çoğaltır.
Kulun kalbi malının bulunduğu yerdedir.’ Onun yeri Rahman’ın elidir. Peki
Rahman’ın eli göğsün neresindedir? İki adil insan (Hz. İsa ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem), malın insan kalbinde üstün bir yerinin olduğunda
hemfikirdir. Eş ve çocuk gibi ailenin konumu ise, akıllı insanların bildiği
gibi, (kalbin daha içi olan) fuad’a kök salmıştır. Bu bağlamda hanıma gelirsek,
Allah Teâlâ onunla eşi arasında sevgi, merhamet ve kadına karşı dinginlik
yerleştirmiştir. Dinginlik, büyükler için talep edilen bir niteliktir ve
itminan demektir. Hz. İbrahim şöyle der: ‘Evet,
fakat kalbim mutmain olsun diye.'176 Başka bir
ifadeyle kalbim, ölülerin kendisiyle hayat bulduğu tarzda itminan kazanır ve
benim için o tarz belirginleşir. Çünkü (yeniden yaratmanın) pek çok tarzı vardır.
Böylece Hz. İbrahim, kendisine hayretin ve karıştırmanın girmeyeceği şekilde
onda, yani yeniden yaratmanın niteliği hakkında dinginlik bulmuştur. İkindi
namazını kaçıran kim-
seye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in neyi bitiştirdiğine bakınız! Bunun nedeni, ikindi namazının dışındaki
dört namazın başlangıçlarının sınırlı olmasıdır, ikindi namazı ise, kesinliği
olmaksızın sınıra yaklaşmış olsa bile, sınırlı değildir. Böylelikle ikindi
namazı, sınırlarla sınırlanmaktan tenzihliğe yakınlaşmıştır. Çünkü akşam vakti,
güneşin batımıyla sınırlanmıştır. Güneşin batımı ise, duyulur ve görülür bir
sınırdır. Yatsının başlangıcı, şafağın batışıyla sınırlıdır ki o da, -hangi
şafak olursa olsun bilinen şafaktan farklı olarakkesin ve duyulur bir
sınırdır. Sabah namazının başlangıcı, ufukta ortaya çıkan çizgi şeklindeki
beyazlıktır. O da, hissedilen kesin bir sınırdır. Öğlenin başlangıcı ise,
güneşin tepe noktasından kaymaya ve gölgenin ortaya çıkmasıyla sınırlanmıştır.
O da, duyuyla algılanan kesin bir şeydir, ikindi namazında ise bu sınırlar
gelmemiştir. Böylelikle ikindi namazı, kesin sınırlardan uzak kalmış, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onun vaktini güneşin açık bir beyazlıkla yükselmesi
olarak belirlemiştir. Bu konuda söylenen (belirsiz) vakit ölçüsü öğle namazında
olmadığı gibi diğer namazların da vakiderinde zikredilmemiştir. Böylelikle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, sınırını tam olarak belirlemeyerek, ikindi
namazının değerini yüceltmiştir. Aynı şekilde mal ve aile sevgisinin de bir
sınırı yoktur. Çocuk sevgisi hakkında şair şöyle der:
Yanımızdaki çocuklarımız
Sanki yeryüzünde yürüyen ciğerlerimiz
Böylelikle şair çocuğu can konumuna
yerleştirmiştir. Nasıl ki insan aşırı yakınlık nedeniyle kendisini aşırı
sevmesinden dolayı yok olmaz, aynı şekilde çocuğunu veya malını veya ailesini
sevmek nedeniyle de yok olmaz. Çünkü insanın kalbi, ona bağlıdır ve aşırı
yakınlık bunu gizlemiştir. Bir kocanın eşini boşama ihtimali ortaya çıksa
bile, daha önce eşine olan sevgisi içinde gizlenmiştir ama aşırı yakınlık
nedeniyle onu izhar etmez. Boşadıktan sonra ise, kendisine özlem duyar, coşkusu
artar ve bu aşırı yakınlıktan uzaklaştığı için ona arzu duyar. Çünkü artık özlem
ve şevk kendisine ilişmiştir. Bu nedenle âşık, yabancı sevgilisinde kendini
yitirir. Çünkü yabancı sevgili söz konusu olduğunda, onunla sevgiliyi özlemek
arasında engel teşkil eden aşırı yalanlık bulunmaz. Hakk, kesin ve zevk ederek
buldukları bir bilgiyle ariflerin kalplerine yakındır. Bu nedenle ayık olurlar
ve Allah Teâlâ âşıkları gibi Hakta kendilerinden geçmezler. Allah Teâlâ
âşıkları işe, Hakk kendilerine mutlak güzellikte tecelli ettiği için,
kendilerinden geçerler. Hâlbuki Allah Teâlâ, kendisini bilenlere mutlak
kemalde tecelli eder. Kemalde tecelli nerede, güzellikte tecelli nerede? Çünkü
kâmil hakkında ilahi isimler, birbirini engeller ve bu karşılıklı engelleme bu
nitelik sahibinde etkisiz kalmalarına yol açar. Böylelikle kâmil insan, etkiden
uzak bir halde kalır. Bununla birlikte, isimlerin veya niteliklerin kendisini
sınırlamadığı mutlak zat (tecellisine mazhardır). Böylelikle kâmil insan, tıpkı
peygamberler gibi, son derece ayık bir halde kalır. Onlar, grupların en
kâmilleridir. Çünkü kâmil, yakınlığın zirvesindedir ve kulluğunun kemalinde
onunla ortaya çıkar ve kendisini var edenin zatının kemalini müşahede eder.
Bu söylediğim hususu hakkıyla
öğrendiğinde, kâmil adamların zevki karşısında senin zevkinin neredede olduğunu
da öğrenirsin. Allah Teâlâ bu konuda onları seçmiş ve ondan uzaklaştırmıştır.
Öyleyse onlar ve kendisi, sanki O’dur ve onlardır! Böylelikle kâmil onu asır
diye isimlendirmiştir. Çünkü o, amacı elde etmek üzere, bir şeyin bir şeye
eklenmesi demektir. Burada kendisine herhangi bir şekilde rabliğin katışmadığı
saf kulun zatı, kendisine herhangi bir şekilde kulluğun katışmadığı mutlak
zata katılır. Hakkın zatına herhangi bir şekilde kulluğun katışmayışı, oluşu
talep eden ilahi isimlerden birisinin ona katılmayışı demektir. Böylelikle iki
zat bu şekilde karşı karşıya geldiğinde, sıkılmış olan şey, Hakka ve kula ait
olan kemal olmuş olur. Bu ise, asrın kendisi için var olduğu maksattır. İşaret
ettiğimiz meseleyi anladıysan, hiç kuşkusuz ki, mutlu olmuş ve kemal derecesine
katılmışsın demektir. Artık o derecede yüksel! Bölümün başındaki şu
mısraımızda bu anlama işaret vardır:
İkindi namazının benzeri yoktur
Onda sevgiliye kavuşma vardır
Kemal mertebesini açıkladıktan sonra,
şimdi de bu menzilden bir’in çokluğun (cemaatin) yerini tutmasını açıklayalım.
Burada bir, insan-ı kâmilin kendisidir. İnsan-ı kâmil, âlemin toplamından daha
yetkindir. Çünkü insan-ı kâmil, harf be harf, âlemin sureti iken sahip olduğu
bir hakikatle âleme fazla gelir. Meleklerin en üstünü olan İsrafil kendisini
kabul ederken, o küçültmeyi kabul etmez. İsrafil günde yetmiş kere küçülür ve
böylece nokta gibi veya söylediği gibi olur. Küçülme önceki bir yükseklikten
olabilir. Halbuki tümel kul için kulluğunda bir yükseklik söz konusu değildir.
Çünkü o niteliklerinden soyunmuştur. Bu küçülen ruh adına bu tümel kulun hali
meydana gelseydi, onun küçülmesi tekrarlanmazdı. İşaret ettiğim şeyi anla. Bu
meleğin Allah Teâlâ’yı en iyi bilen yaratıklardan birisi olduğuna dikkatini
çektim. Onun küçülmesinin yinelenmesi, tecellinin tekrarlanmasından
kaynaklanır. Hakk ise bir surette iki kere tecelli etmez. Böylelikle her
tecellide o küçülmeye yol açan şeyi görür. İşte bu, Allah Teâlâ’yı bilmenin
kendisine kazandırdığı sahih bilgidir.
Sonra bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı
en güzel kıvamda yaratmıştır. Bunun nedeni, kendisine tahsis ettiği ve kendisine
bu konumu kazandıran surettir. Böylelikle insan, kendi hakkında, en güzel
kıvam olmuştur. Burada ‘en güzel’, ‘şundan daha güzel’ şeklinde karşılaştırma
anlamı taşımaz. Aksine bu, ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ örneğindeki gibi bir
anlam taşır. Başka bir ifadeyle kast edilen, Hakka ait olan mutlak büyüklük
gibi, kamil kula ait kayıtsız güzelliktir. Öyleyse insan, en ğüzel kıvamdır, fakat
bir şeyden daha güzel anlamında değil! Nitekim Hakk da bir şeyle
karşılaştırılmadan, en büyüktür. O’ndan başka ilah olmadığı gibi kulluğunda
suskun kalmış kuldan başkası da yoktur. Kul bu mertebeden rahmani niteliklerden
bir nitelik vb. gibi övülmüş bile olsarabbani bir nitelik nedeniyle kaymış
olsaydı, kendisi için yaratılmış olduğu bu mertebeden düşerek kemalden ve Allah
Teâlâ’yı bilmeden mahrum kalır. Bu mahrumiyet, Hakkın nitelikleriyle
nitelenmiş olduğu miktardadır ve az veya çok olması durumu değiştirmez.
Bilmelisin ki, insanm iki hali
vardır. Birincisi, maddeden soyut olan akli ve nefsi halidir. Diğeri ise maddeyi
yöneten akli ve nefsi halidir. Kendinden soyutlanma halinde duyusal olarak
kendisini bürünmüş olsa bile, en güzel kıvamda bulunur. Duyusunda olduğu gibi
nefsinde de maddeyi giyinmiş bir halele bulunursa, bulunduğu halde hüsrandadır
ve ticaretinde herhangi bir kazancı yoktur. ‘Ticaretleri
onlara fayda vermedi, doğru yola da ulaşmadılar:177 Bu, ‘insan
nankördür5178 ayetinde kast edilen durumdur. Başka
bir ayette ise, ‘insan çok zalim ve çok nankördür’179 buyrulur.
Ya da, ‘insan rabbine karşı pek nankördür5180 buyrulur, ‘insan
gerçekten zarardadır,’181 ‘Doğrusu
o (insan) çok zalim ve çok bilgisizdir,’182 İnsan-ı kamil ‘Allah
Teâlâ’ dediğinde ise, onun söylemesiyle birlikte Allah Teâlâ’nın dışındaki
bütün alem ve Allah Teâlâ’nın bütün isimleri de (aynı şeyi) söyler. Bu isimlere
Allah Teâlâ’nın katanda saklanılmış ve bilgisine sadece bazı kulların tahsis
edildiği isimler ile bütün yaratıklar tarafından bilinen isimler dahildir.
Böylelikle insanı kamil’in tespihi, bütün zikrettiklerimizin tespihi haline
gelirken onun sevabı da sınırsızdır. Bu konunun gerçeğine iki yüz seksen
dokuzuncu bölümde dikkat çekeceğiz.
Bir kişinin tevhidinin iyilik veya
kötülükte topluluğun yerini almasına dikkatini çekmiştik. Allah Teâlâ bu
makamda iyilik veya kötülük hakkmda şöyle der: ‘Bir
can karşılığında olmaksızın, bir canı katleden kimse, sanki bütün insanları
öldürmüş gibidir.’183 Bizim bu
açıklamadaki menzilimiz, bu işin ehli olan arkadaşlarımız ile açıkladığımızı
kabul edenler ile onu kabul etmeyenlerin menzilidir. Allah Teâlâ bu ayetin
ardından halleri tanıtarak şöyle demiştir: ‘Onlara
elçilerimiz açık kanıtlarla gelmiştir. Sonra onların büyük kısmı yeryüzünde
taşkınlık etmiştir.’184 Öyleyse
günahkarların imanı demek olan tövbe ve onun gereklerini açıklayalım. Şöyle ki:
Asıl iman, Allah Teâlâ’nın insanları üzerinde yarattığı fıtrattır. Bu, insanların,
misak alırken, Allah Teâlâ’nın birliği hakkındaki tanıklıklarıdır. Doğan
herkes, bu misak üzere doğar. Fakat bu cisimle doğayla sınırlanmış bir halde
unutma yerine geldiğinde, Rabbi karşısmda bulunduğu durumu bilememiş ve
(verdiği sözü) unutmuştur. Bu kez insan, teorik araştırma imkanına
kavuştuğunda, yaratıcısının birliğini gösteren kanıtları araştırmaya gerek
duymuştur. Bu dereceye ulaşmadığında ise, ebeveynine uyar. Ebeveyni mümin
iseler, Allah Teâlâ’nın birliği hakkındaki inancı taklit yoluyla onlardan alır.
Ebeveyni başka bir din üzere ise, onlara katılır. Kim taklit ederek iman
ederse, imanını delillerden elde eden kimseye göre, daha güvenli ve daha
sağlamdır. Bunun nedeni -söz konusu araştırmacı zeki ve yetenekli
birisiysedelillerine hayretve kuşkunun girme ihtimalidir. Dolayısıyla böyle
biri itimat edebileceği kesin bir kanaat bulamaz ve böyle biri hakkmda
korkulur. Allah Teâlâ’ya imanım ebeveyninden veya teorik araştırmasından veya
içinde bulunduğu toplumdan kazandığı şirk öncelerse, bu iman onun misak
halindeki imanının ta kendisidir. Sadece kul ile imanı arasında şirk perdesi
adeta göz ile güneş arasmda perde olan bulut gibi girmiştir. Bulut ortadan
kalktığında ise, güneş tekrar göründüğü gibi aynı şekilde şirkin ortadan
kalkmasıyla imanın kula gözükmesi de böyledir. Çünkü müşrik de Allah Teâlâ’nın
varlığını kabul etmektedir.
Şöyle diyebilirsin: Deist’in
(muattıl) durumu nedir peki? Acaba bu esnada onun imanı var mıdır, yoksa onun
durumu da müşrikin durumu gibi midir? Şöyle deriz: Deist, imana müşrikten daha
yakındır. Çünkü her insanın varlığında mahiyetini bilemediği bir şeye dayanması
kaçınılmazdır. Deist’e, dayandığı kimsenin ‘Allah Teâlâ’ olduğu söylenir. Bunu
öğrendikten sonra, deist için ‘acaba bir midir, yoksa birden fazla mıdır’ diye
bir kuşku ortaya çıkarsa, bunu ya araştırması gerekir veya birleyenlerden
inandığı bir kimseyi taklit etmesi gerekir. Öyleyse (fıtratta bulunmayıp da)
yeni ortaya çıkmış bir iman yoktur! Aksine iman, bütün müminlerin kalbine
yazılmıştır. Bedbaht müminde bu iman ortadan kalkarsa, kalkan şey, Mabud’un
varlığı değil birliği hakkındaki inançtır. Mutluluk ise tevhidin varlığına
bağlı iken ebedi bedbahdık tevhidin yokluğuna bağlıdır. ‘Ey
iman edenler’185 ayetinde
bu misaka işaret vardır. ‘İman ediniz.’ Yani katımızdan size gelen peygamberin
sözüne iman ediniz. Onlarda iman bulunmasaydı, bu özellikle nitelenmezlerdi.
Amellerin bu menzille ilişkisine
gelirsek, bu, ortaya koyduğumuz tarzdadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.’
Güzel ahlak ise göreli bir takım ameller ve hallerdir. Çünkü güzel ahlakın
bulunduğu insanlar iki haldedir; hür ve köle. Nitekim ahlak da övülmüş ve
kınanmış diye iki kısma ayrılır. Birinci kısım güzel ahlak iken öteki bayağı
ahlak diye isimlendirilir. Karşılarında güzel ve bayağı ahlakın yerine
getirildiği kimseler, iki kişi ve bir kişidir. Bir olan, Allah Teâlâ’dır. İki
kişi ise, kendinin karşında yabancı haline getirdiğin nefsin ile başkalarıdır.
Başkaları, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkestir. Allah Teâlâ’nın dışındaki
herkes -ki sende ona dahilsiniki kısma ayrılır; unsurdan oluşanlar ile
unsurdan oluşmayanlar. Unsurdan oluşanlar karşısında yaratıkların davranışı
duyusaldır. Unsurdan oluşmayanların karşısındaki davranış ise, manevidir. Buna
göre ahlak diye ifade edilen ameller ise iki kısma ayrılır. Birinci kısım
salih amellerdir. Bu kısım, güzel amellerdir. Diğer kısım ise değersiz ve
bayağı ahlaktan ibaret olan salih olmayan amellerdir. Allah Teâlâ birinci kısım
hakkında, ‘ve salih amel’186
demiştir. Salih olmayan amel hakkında ise, ‘hakkında
bilgin olmadığı konuda soru sorma (istekte bulunma), cahillerden olmamanı
tavsiye ederim’187 buyurdu. Allah Teâlâ ona edep öğretti.
Edebin bir gereği de, bilmediğinin bilgisini sormaktır. Öğrendiğinde ise,
şefaat edecek kimselerden ise, onun adına şefaat diler. Şefaat edilecek
kimselerden değil ise, hakkında dilekte bulunmaz. Fakat babalık merhameti
kendisine baskın gelmiştir. Bu, doğal ve unsur kaynaklı bir şefkattir ve onu
bulunduğu yerden başka bir yere sarf etmiş olur. Allah Teâlâ ise, bu davranışın
bilgisizlerin özelliklerinden olduğunu bildirmiştir. Bilgisizlikten bir hayır
meydana gelmez. Nitekim bilgiden de bir kötülük meydana gelmez. Öyleyse Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’ hadisi,
onların mahiyetini, nerede kullanılacaklarını ve nasıl kullanılacaklarını
açıklamayı hedefler. Bilmelisin ki, bunlarla yükümlü kimse, daha önce de
belirttiğimiz gibi, hür ve köle (olmak üzere) iki kişidir. Bu bağlamda kölenin
bunlardan bir payı olduğu kadar hür kimsenin de bir payı vardır. Ahlakı Allah
Teâlâ’ya tamlama yaptığında, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes O’nun kölesidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde bulunan herkes
istisnasız, kul olarak Rahman’a gelir.’188 Ahlakı
birbirlerine izafe ettiğinde ise, ahlak hür ve kölelerde bulunur. Bu bağlamda
önce kölenin ahlaktan payına değinmek gerekir. Bilmelisin ki, genel anlamda
efendi, farz kılar, haram eder, yasaklar ve emreder. Kuşkusuz mubah kılmıştır
ve bu iyiliktir. Tercih etmiştir ve teşvik etmiş ve mendup yapmıştır. Burada
altıncı bir smıf yoktur. Efendinin -ki Allah Teâlâ’dıremriyle zorunluluğun
iliştiği her amel veya amele teşviki yerine getirmek, Allah Teâlâ ve kendi
nefsin karşısında güzel ahlakın bir parçasıdır. Bu durum, amelin vacip olması
durumunda böyledir. Teşvik edilen bir amel ise, kendi nefsin karşısındaki bir
güzel ahlaktır. Bu amel başkasma bir yarar sağlamayı da içeriyorsa, başkasma
karşı güzel ahlak demektir. Böyle bir özellikteki bu ahlakı terk etmek ise
bayağı ahlak sayılır. Mekruhluk veya yasaklamanın ilgili olduğu ameldeki
taksim, vacip veya teşvik edilen kısımlarda da aynı şekilde yapılır. Böyle bir
davranışı terk etmek, güzel ahlakın gereği iken onu yapmak ise bayağı ve kötü
ahlaktır. Terk etmek ise, ruhani bir ameldir, yoksa cisimsel bir amel değildir.
Çünkü onun dışta varlığı yoktur.
Seçime bırakılan amele gelirsek, bu
kısım, mubahlardır. Bu kısmın yapılması, dünyada -ahirette değilkendi nefsine
karşı güzel ahlakı yerine getirmek demektir. Bu amele, onu dince mubah
sayılması için yapma niyeti de eklenirse, bu kez Allah Teâlâ karşısında ve
dünyada ve ahirette kendi nefsine karşı güzel ahlakın bir parçası olur. Aynı
durum, bu taksimde mubahın terk edilmesiyle ilgilidir. Öyleyse bütün kısımlar
köleyle ilgilidir. Mubah kısmı ise, hür olanla ilgilidir. Mekruh ve teşvik
edilen kısım ise, hür ile ilgilidir. Bu kısımda -gerçek olmasa dabir kulluk
kokusu bulunur. Böylelikle bu menzil bedbahtlık ve muduluk menzillerini
sınırlamış ve onları açıklamış oldu. Yani onları nereden öğreneceğin sana
açıklandı. Bu, senin üzerinde bulunduğun şeriatm bilgisidir. İnsan davetin
kendisine ulaşmadığı kimselerden ise, ona göre güzel ahlak, akim ortaya
koyduklarıdır. Akıl amacın ve kemalin varlığı ve mizaca yatkınlığa göre onları
belirler. Buna örnek olarak, iyilik yapana teşekkür etmenin dine ve akla göre
güzel ahlak olmasını veya iyiliğe nankörlüğün dine ve akla göre kötü ahlak
olmasını verebiliriz. Allah Teâlâ insanı ancak yapabilecekleriyle yükümlü
tutmuştur. Davetin ulaşıp ulaşmaması birdir, çünkü şeriatm gerçekte onların
yerine getirilmesinde bir hükmü vardır ve kötü ahlakı yerine getirdiğinde
affedilir. Çünkü davet kendisine ulaşmamıştır. Bu dununda bağışlamak da, Hakka
ait güzel ahlakın bir yönüdür. Binaenaleyh Hakk, kula göre, güzel ahlakta daha
önceliklidir. Hatta güzel ahlak gerçekte O’na ait iken kulda Hakkın başarıya
erdirmesinin inayetiyle bulunur.
Bu menzille ilgili erdemlerden birisi
de, iyilik yapana teşekkür hususunda yardımlaşmak, belayı verenden belayı alma
hususunda yardımlaşmaktır. Öyle ki kendisinden belanın kaldırılması için ancak
belayı kendisine indirene sığınır ki o da Allah Teâlâ’dır. Onu başkasına
indirirse, bu davranış, kötü ahlaka girer. Allah Teâlâ ile indirirse, güzel
ahlaktır. Kul her iki halde belanın kendisinden kaldırılmasını ister. Bela ise,
sadece ve sadece acıyı hissetmesi ve bulmasından ibarettir. Bu makamda yol
ehlinin büyük kısmı yanılmış ve belalar karşısında kendilerini Allah Teâlâ’ya
şikayetten alıkoymuşlardır. Bu konudaki kuşkuları, şöyle demeleridir: ‘Bizde
icra ettiği hususta kendisine karşı gelemeyiz. Çünkü şikayet etmek, Allah
Teâlâ’dan razı olma haline etki eder.’ Onlara şöyle denilir: ‘Rıza sadece
kendisini hissetmek ve kaldırılmasını istemeyerek gerçekleşmiştir. Rıza bu
demektir. Yoksa belanın devam etmesi gerekmez.’ Çünkü nefs, acının varlığını
nahoş karşılar. Bu nedenle belayı ‘acı’ diye ifade ettik yoksa sebebini değil-.
Kula yakışan şey, kendisine indirdiği belayı kaldırmasını Allah Teâlâ’dan
istemektir. Çünkü bu bela, Allah Teâlâ’nın fiilini nahoş karşılamasına yol açar
ve doğal olarak onu nahoş karşılaması zorunludur. Çünkü açı, özü gereği kendi
hükmünü zorunlu kılar. Belanın indirilmesinde fail Allah Teâlâ’dır. Öyleyse
acıyı nahoş bulmak, onu doğa gereği nahoş bulmayı da içerir. Çünkü acının
hükmünü onun varlığı gerektirir. Acı ise, kendisi nedeniyle var olmamış, onu
bu kulda Allah Teâlâ var etmiştir. Böylelikle nahoş bulmak, hal ve içerme
yoluyla, ilahi mertebeye yönelmiştir. Bu nedenle büyükler, ‘Rabbim!
Bana zarar temas etti,1S9 demişlerdir.
Bunun yanı sıra, şimdiki zamanda gerçekleşmesi istenmeyen şeyin gelecekte de
gerçekleşmemesini istemek öğretilmiş ve şöyle denilmiştir: ‘Bize
gücümüzün yetmediği şeyi yükleme.’190 İlahi
kahra karşı direnmek de kötü ahlakla ilgili olduğu gibi kulun efendisinin
herhangi bir emrine direnmesi kötü ahlak kapsamındadır. Çünkü böyle bir
davranış, kulluk özelliklerinden değildir. Zayıf olduğunda mümin, bu hususta
kardeşinden yardım isterken kardeşinin de öğretme ve destekleme yoluyla yardım
etmesi gerekir. Çünkü ‘mümin kardeşiyle çok olandır.’ İnsan tek başına
kaldığında, bela kendisine ağır gelir. Bir yardımcı bulduğunda ise, rahadar ve
sıkıntıya direnir, yükü azalır. Böylelikle mümin kardeşi tasasında kendisine
kulak vererek ona yardımcı olur. Böyle biri, dürüst ve doğru sözlü dosttur.
Nitekim bir mısrada şöyle denilir:
Dostum gamlarımı bölüşendir Benim düşmanım
onun da düşmanıdır
Başka bir şair ise şöyle demiştir:
Ağır bir yükü pay edersen İnsanların boynuna, hafifler
Böylece bu menzilin içermiş olduğu
hususları ana hadarıyla zikrettik ve sözü uzatmak korkusuyla ayrıntıya inmedik.
Bazı hususları açıkladık, bazılarını bıraktık. Allah Teâlâ izin verirse, bütün
menzillerde böyle yapacağız. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Musevî Mertebeden Ölüleri Ziyaret Menzili ve Sırlarının
Bilinmesi
Ruhlarımız zatlarım bilmezse
Bilgisizlik ölüm, cisimler ise kabir
Bilirlerse, haşir orda gerçekleşmiştir
Bu nedenle diriliş tamamdır
Bilgi nur ile karanlık arasmda
Bunun dışındaki her söz, yalan!
Bilmelisin ki, ölüm, ruhun duyusal
canlılığının kendisiyle gerçekleştiği bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, bir araya
gelmekle -ki bu hayatın nedenidirnitelenmiş olduktan sonra o ikisine ilişir.
Aynı şekilde nefsin ölümü de bilginin olmayışla gerçekleşir. Şöyle
diyebilirsin: Allah Teâlâ’yı bilmek, ilişen bir şeydir ve nefislerin hayatı
demektir. Bilgisizlik ise, bilgiden önce sabittir. Kendisinden önce bir bilgi
gelmemiş iken bilgisiz nasıl ölüm ile nitelenebilir? Şöyle deriz: Kuşkusuz Allah
Teâlâ’yı bilmek, Allah Teâlâ’nın kendilerini kendilerine karşı şahit tutuğu
misak esnasında her insanın nefsine işlemiştir. İnsan nefisleri doğal
bedenlerde yaşamaya başladıklarında ise, Allah Teâlâ’yı birlemeyle ilgili
bilgileri kendilerinden ayrışmış, böylelikle nefisler Allah Teâlâ’yı birlemeyi
bilmemek haliyle ölü olarak kalmışlardır. Bundan sonra Allah Teâlâ bazı
nefisleri Allah Teâlâ’nın birliğini bilmeyle canlandırmış iken varlığını
bilmeyle ise hepsini canlandırmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın varlığını bilmek,
aklın zorunlu hükümlerinden birisidir. Bu nedenle nefisler ölü diye
isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ölü
iken..:191 Yani, Allah
Teâlâ’yı bilme ruhunu kendisinden alması nedeniyle ölü olan kimse demektir. ‘Sonra
kendisine hayat verdik ve kendisiyle insanların arasmda yürüdüğü bir nur verdik.’192
Böylelikle, ahirette dirilişle birlikte tekrar bedenlerine döndürülecekleri
gibi, bilgisini kendisine döndürdü ve onunla hayat buldu. Başka bir ayette ise
şöyle denilir: ‘Karanlıklarda yürüyen kimsenin örneği:193 Burada
kendisiyle insanların arasında yürüdüğü ve hayatın ta kendisi olan nurun
karşıtı karanlık kast edilmektedir. Öyleyse
hayat, varlığı, yani Allah Teâlâ’nın
varlığın ikrar etmek demektir. Yaratılmış bilgi ise, Allah Teâlâ’nın birliğini
bilmek demektir. Karanlıklar ise Allah Teâlâ’nın varlığını bilmemek demektir.
Bu nedenle Allah Teâlâ bizden misak alınan ayette sadece varlığını zikretmiş,
birliğini zikretmemiştir. Misakta birliğe değinilmeden şöyle buyurmuştur: ‘Ben
sizin Rabbiniz değil miyim, onlar da evet Rabbimizsin’194 dediler.
Böylelikle rabliği kabul ettiler. Başka bir ifadeyle, O’nun efendileri olduğunu
kabul ettiler. Bazen köle, ortaklık hükmüyle, iki efendinin mülkü olabilir. Bu
durumda hangi efendi kendisine, ‘ben senin rabbin değil miyim?’ derse, onun
‘evet, Rabbimsin’ demesi ve doğrulaması gerekir. Bu nedenle şöyle dedik:
Onaylama ve ikrar, Allah Teâlâ’nın varlığını rab olarak, yani kendisinin sahibi
ve Rabbi kabul etmesiydi. Bu nedenle Allah Teâlâ ayetin devamında ‘kendisine
hayat verdiğimiz5195 demiş,
fakat bununla yetinmeyerek ‘ona kendisiyle insanların arasında
yürüdüğü bir nur yarattık’196
buyurmuştur. Burada kast edilen, Allah Teâlâ’nın birliğini bilmektir. Çünkü
insan adına üstünlük ve mutluluğun gerçekleştiği bilgi bu bilgidir. Bunun
dışındaki bilgi ise, bu yerde o bilginin yerini alamaz. Artık söylediğimizi
iyice düşün! Kuşkusuz ki nefislere ölümün gelmesinin daha önceki bir hayattan
(Allah Teâlâ’nın varlığını bilmek) kaynaklandığını öğrenmiş oldun. Çünkü ölüm,
canlıya gelebileceği gibi dağılma da bir araya gelmeden sonra olabilir.
Bunu öğrendikten sonra, bilmelisin
ki: Bu menzilin özelliklerinden birisi de, çokluk ile bir’i bilmenin mümkün
olmadığını öğrenmektir. Çünkü onun gördüğü şey, çokluktur. Şöyle ki: Ruh
kendisini çokluk ve niceliğin yeri olan bedenle birlikte düşünebilir ve hiçbir
zaman kendini yalnız göremez. Bununla birlikte o, kendiliğinde bölünmemiştir.
Ruh insanlığını ancak cismin varlığıyla birlikte bilebilir. Bu nedenle tanımından
ve hakikatinden sorulduğunda şöyle der: ‘Beslenen, duyumsayan ve düşünen bir
cisim.’ İşte bu, insanın hakikati ve kendisine ait öz tanımıdır. İnsan oluşu
sorulduğunda her zaman bu çokluk tanımında zikredilir. Öyleyse ruh zatındaki
birliğini bilemez. O, hakikatin tekliğini değil, cinsin birliğini bilebilir. Kendiliğinde
bir olduğu hakkında kazanımla elde ettiği bilgi ise, zevk, müşahede ve keşfe
dayalı bir bilgi değil, teorik araştırmaya ve fikre dayalı bir bilgidir. Aynı
şekilde Allah Teâlâ’yı bilmek de, ilahlığın birliğini -yoksa zatın birliğini
değilbilmek demektir ki onun isimlendirileni Allah Teâlâ’dır. Çünkü zatın
bilinmesi kesinlikle mümkün değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın birliğini bilmek,
müşahede ve keşfe
dayalı bir bilgi değil, fikre dayalı
bir delildir. Başka bir ifadeyle birliği bilmek, hiçbir zaman zevk olarak
gerçekleşmez ve onun sadece mertebelerle ilgisi vardır. Manevi nitelikler,
insanların onlar hakkındaki görüş ayrılıkları ve tanım ve hakikat bakımından
onların kendiliklerindeki farklılıkları ve birinin öteki olmadığı rivayetlerde
zikredilmiş iken, zatın birliği nasıl olabilir ki? Bu durum hem akla hem
şeriata göre böyledir. '
Şonra, Allah Teâlâ eli, gözü, ayağı,
parmakları ve benzeri şeyleri zikretmiştir. Bütün bunlar, zatın birliğiyle
çelişen şeylerdir, hâlbuki ulûhiyetin birliğiyle çelişmezler. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisi hakkında tartışma olmuştur: ‘İki
halifeye biat edildiğinde, ötekini öldürünüz.’ Çünkü mertebenin birliği,
İkinciyi kabul etmediği gibi aynı zamanda ortaklığı da kaldırmaz. Çünkü amaçlanan
şey, bozulma değil, düzelmedir, yok etme değil, var etmedir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Gök ve yerde iki ilah bulunsaydı,
bozulurlardı.’197 Böylelikle
ilah’ı birlemiş ve ‘İlah’ın zatı bölünmüş olsaydı, yer ve gök bozulurdu’ dememiştir.
Allah Teâlâ böyle bir şeye değinmemiştir. Kelamcılara göre ilah, zatların bir
toplamıdır. Çünkü nitelikler (onlara göre), Hakkın zatı ile var olan mevcut
hakikatlerdir. Allah Teâlâ ancak toplam ile birlikte ilah olmuştur. Öyleyse
onların iddia ettikleri tevhit nerede kalmıştır? Akılcı filozoflara göre de
ilah nispetlerin bir toplamıdır. Öyleyse bu anlayışta birlik nerede kalmıştır?
Çünkü onlar İlah’ı bilgi, hayat, kemalinden mutlu olma ve sevinmek gibi
nispederle nitelemişlerdir. Öyleyse insafla düşünürsen, birlik, duyulan bir
söz, gerçek bir isimlendirileni olmayan bir addır. O halde, ilahlığında bir
olan Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O, ilahlığında ve kendisiyle didişen ve
fiillerinde ise O’na ortak olmaya çalışan kullarını kahredendir. Bü iki sınıfın
dışındakiler için ise Allah Teâlâ, Bir ve Bağışlayandır.
Bunu öğrendikten sonra, artık bu
çokluk, Allah Teâlâ’nın birliğinden seni perdelememelidir. Biz sana sadece
tevhidinin neyle ilgili olduğunu açıkladık ve kendiliğinde zatın birliğine
değinmedik. Çünkü zat hakkında düşünmek dince yasaklanmıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın zatı hakkında
düşünmeyin.’ Allah Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ sizi kendisinden sakındırır.’198 Yani
kendisi hakkında düşünüp onun hakkında şöyle veya böyle bir hüküm vermekten
sizi sakındırır. Hâlbuki ilahlık hakkında konuşmak veya onun fikir gücüyle
idrak edilmesi yasaklanmamıştır. Onun kendiliği bakımından müşahede edilmesi
ise, Al-
lah ehline göre, imkânsız
sayılmıştır. Onun sadece kendilerinde zuhur ettiği mazharları vardır ve kullar
bu mazharları görürler. Kuşkusuz ki şeriatlar bunu zikretmiştir. Bizim Allah
Teâlâ hakkındaki bilgimiz, tenzih niteliklerini veya fiil niteliklerini
bilmekk sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın zatî-olumlu bir niteliğini bildiğini iddia
edenin, iddiası boş bir iddiadır. Çünkü böyle bir nitelik zatı sınırlar,
hâlbuki zatın sınırı ve tanımı yoktur. Bu, âleme kapatılmış bir kapıdır. Bu
kapının açılması mümkün değildir ve o kapınm bilgisi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir hadiste bildirdiğine göre, Allah Teâlâ’nın
kendisi hakkmda kendisine özgü bilgisi vardır. Hadiste şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ’m! Kendini isimlendirip de kullarından birisine bildirdiğin veya
gaybının bilgisinde kendine ayırdığın bütün isimlerinin (hürmetine) senden
isterim.’ Öyleyse Allah Teâlâ katında sadece kendisinin bilebildiği isimleri
vardır ve bu isimler O’na döner. Kuşkusuz ‘kendine ayırdığın’ ifadesiyle, yaratıklardan
herhangi birisinin onları bilmesi imkânsız sayılmıştır. Allah Teâlâ’nın
isimleri, özel isim veya donuk isimler değillerdir. O’nun isimleri, övgü, metih
ve sena için verilmiş isimlerdir. Bu nedenle anlamlarından hareketle ‘güzel’
isimler olmuşlardır. Kınama veya övgü tarzında verilmeden, sadece
gösterdikleri varlıklara işaret eden özel isimler ise böyle değildir. Bize
göre bu isimlerin en büyüğü, Allah Teâlâ ismidir. Bu isimde ortaklık
gerçekleşmez. Öyleyse zata ait tevhidi öğrenmiş olduğunu iddia eden insanın
sözünde tevhit nerede kalmıştır? Hâlbuki şeriat veya akıl veya keşif onun
adına böyle bir tanıklık yapmamıştır. Hâlbuki bunların dışında bir (bilgi
kaynağı) yoktur ve onlar güvenilir kaynaklardır. Bunların dışında bir hüküm
nasıl verebilirsin? Öyleyse ölüleri ziyaret etmekle ilgili seni yükümlü tuttuğu
işe sarıl. Bu, onlara katılmak ve onların yollarını takip etmek demektir. Bu
yol, kendiliğinde bulunduğu hal üzere, gerçeği öğrenemeyeceğini itiraf
demektir. Biz sadece yakınlık bildiren fiilleri kullanmaktayız (neredeyse,
sanki oldu vb.). Bu fiiller ‘kade (ola yazdı)’ ve kardeşleridir. Bu bağlamda
şöyle denilir: ‘Damat neredeyse emir oldu.’ Hâlbuki gerçekte emir değildir.
‘Zeyd neredeyse hacı oldu.’ Yani hacı olmaya yaklaştı. Allah Teâlâ ise şöyle
buyurmuştur: ‘Elini çıkardığında, neredeyse onu
göremedi.’199 Böylelikle
onu elini görmemekle ve kendisini görmeye yaklaşmamakla nitelemiştir. Çünkü
ayette geçen ‘lem (olmadı)’ edatının ‘yekadü (neredeyse oldu)’ kelimesinin
başına gelmesiyle yakınlık ortadan kaldırılmıştır. Bu edat, muzari fiillerin
başma gelerek onları olumsuzlayan ve kesin olumsuzluk bildiren bir edattır.
Zecr ve rada ilmi (yasaklama ve
engelleme bilgisi) de bu menzille ilgilidir. Bu durum, Hakkın zatını bildiğini
iddia eden kimseye karşıdır. Böyle birisine bildiğini iddia ettiği husustaki
bilgisizliği ancak ahiret hayatında gözükür. Böylece ahirette işin, bildiğine
inandığından başka türlü olduğunu ve dünyada ve ahirette bilgisiz olduğunu
öğrenir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hesap
etmedikleri şey Allah Teâlâ’dan kendilerine göründü.’200 Burada
genel ifade kullanmıştır. Böylelikle her gruba, inandığı bir şeyin inandığından
farklı olduğu ahirette gözükür. Ayette olumsuzlamanın acizlikle mi yoksa
zıddını bilmekle mi gerçekleştiğine ise değinilmemiştir. Her iki durum da
ahiret hayatında gerçekleşecektir. Söz gelişi günahkâr olup tövbe etmeden
ölenler hakkmda tehdidin gerekleşeceğine inanan kimseyi Allah Teâlâ kıyamet
günü bağışlar. Bu durumda söz konusu kişi için Allah Teâlâ tarafından günahın
bağışlanması ve cezalandırılmanın ortadan kalkması gibi beklemediği bir şey
ortaya çıkar. Öyleyse her gruba Allah Teâlâ katından istediği şey gözükecektir.
Öyleyse bilgi gerçekte kesin bilgi olsaydı, (ahirette) değişmezdi. Bilgi
sadece bir zan ve tahminden ibarettir ve sahibinden bilgi suretiyle perdelenmiş
ve bu nedenle de sahibi bildiğini iddia etmiştir. Hakk ise ona ‘sen
zannetmektesin ve var saymaktasın’ der. O makam nerede, bu makam nerede?
Binaenaleyh her şey bilinmez, her şeyin de cahili olunmaz. Öyleyse bilginlerin
en bilgilisi, neyi bildiğini bilen ve ne bilmediğini bilendir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Sana övgüyü sayamam!’ Kuşkusuz ki Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ortada ihata edilemeyen bir durum olduğunu bilmekteydi. Hz.
Ebu Bekir ise şöyle der: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir.’ Yani idrak
edilmeye imkân vermeyen bir şey olduğunu idrak etmiştir. Öyleyse bu, (bir
yönüyle) bilgidir (bir yönüyle de) bilgi değildir. Kıyamet günü insan, idrak
etmiş olduğunu zannettiği şeyi fikir gücünün idrak etmekten aciz olduğunu
öğrenir. Fakat o, kendini sarsan ateş nedeniyle, fikriyle azap görür. Çünkü
şeriatın delili onun üzerindedir. Çünkü şeriat hakkmda düşünmesi gereken şeyi
kendisine bildirmiş ve açıklamıştı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : ‘Arkadaşlarında
delilik olmadığını düşünmezler mi?’201 Başka bir
ifadeyle peygamberi tanımaya delil ile ulaşılır. Bu ayetten Allah Teâlâ’nın
peygamberine -iddiasını doğrulayanbir delil verdiği sonucu çıkartılır. Böyle
olmasaydı, Allah Teâlâ’nm ‘Düşünmezler mi?’202 ayeti
doğru olmazdı. Çünkü düşünme ancak Allah Teâlâ katından gelen bir peygamber
doğruluğunu gösteren delil hakkında olabilir. Delil, incelenen ve medlule
ulaştıran şeydir. Deliller ortaya konulmuş olmasaydı, akıllılara düşünmek
emredilmez ve böyle bir şey kendilerinden istenmezdi. Aynı şey akıllıların Allah
Teâlâ’yı bilmesinde geçerlidir. Allah Teâlâ bir takım durumları zikrettikten
sonra şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz bu konuda düşünen bir topluluk
için ayetler vardır.’203 Öyleyse
insan fikriyle fikrin sınırını aşarak hakkında düşünmesi uygun olmayan bir
hususta düşündüğünde, kıyamet günü fikrinin ateşiyle azap görür.
Sonra, hakkında düşünmenin
emredilmediği hususlarda düşünmek, insanı Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş
olduğu nimedere karşı O’na şükretmekten alı koyar. Böylelikle iki azap sahibi
olur: Birincisi gereksiz bir hususta düşünmenin azabı, öteki ise kendisine
verilen nimete karşı şükrün olmayışından kaynaklanan azap. Bilgi nimetinden
daha büyük bir nimet yoktur. Allah Teâlâ’nın nimederinin nedenleri sayısız olsa
bile, gerçekte nimet, hazzın nimet sahibinde bulunmasıdır. Söz konusu nimetler
sınırsız sayıdaki pek çok vesileyle ulaştırılmıştır ki bunlar iki şeye irca
edilebilir: Birincisi, hazza yol açan şeyin bulunmasıdır, ikinci tür sebepler
ise, yokluğunun hazza ulaştırdığı sebeplerdir. Bunlar nispi durumlardır. Örnek
olarak, kendisinden korktuğu bir düşmanın yok olmasından dolayı haz alan
insanı verebiliriz. Söz konusu insan düşmanın yok olmasıyla değeri takdir
edilemeyecek ölçüde bir haz alır. Bu haz, çekindiği bir şeyden emniyete
ulaşmış olmaktır. Öyleyse sebepler sayıca çoktur, haz ise, birdir. O da,
gerçek nimet demektir. Nitekim, sebepleri çok olsa bile, elem de gerçek azap
demektir. Böylece bir şey, kendisine bitişik olduğunda veya bir nedenle
kendisinden kaynaklandığı için, başka bir şeyin adıyla isimlendirilir.
Bilmelisin ki, ziyaret, meyil
anlamındaki zûr kelimesinden türetilmiştir. Kim bir topluluğu ziyaret ederse,
nefsiyle onlara meyletmiş demektir. Manasıyla onları ziyaret ederse, kalbiyle
kendilerine meyletmiş demektir. (Aynı kökten gelen) Yalan tanıklık
(şehadetü’z-zûr) ise, doğrudan yanlışa yönelmek demektir. Ölüleri ziyaret
etmek, ölüm niteliğinin kendisine yerleşmesini arzulayarak, onlara meyletmek
demektir. Çünkü ölünün kendiliğinde bir hükmü yoktur. O ancak kendisinde tasarrufta
bulunanın hükmüne bağlıdır. Ölüden engelleme veya direnme veya övgü veya kınama
veya itiraz beklenemez. Aksine o haliyle ve zatıyla bütünüyle teslim olmuştur.
Aynı şekilde, onu ziyaret eden insanın (Hakkın karşısındaki) halinin, ölünün
kendisinde tasarruf eden kimsenin karşısındaki durumu gibi olması gerekir. Bir
insan şeriatça belirlenmiş tarzda -yoksa kayıtsız bir şekilde değilbu dereceye
ulaşırsa, adamların makamına ulaşmış demektir. Böyle bir nitelikle -kayıtsız
isemanasında nitelenebilir, yoksa zâhiri ve bâtını duyusunda nitelenemez.
Aksine insan, şeriatın emir ve yasaklarının ilgili olduğu hususlardaki zâhirî
ve bâtını fiillerinde diri olması gerekir. Buna karşılık, bütün bu konularda
hakkındaki kaza ve kadere teslim olarak ölü olması gerekir. Fakat insan (kazaya
rıza gösterirken), takdir edilen şeye karşı etkisiz kalması gerekmez. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Muhammedî Mertebeden Kavasım (Engelleme) Menzilinin ve Sırlarının
Bilinmesi
Masumların sevgisiyle dolu olduğunda Ayetlerden engelleyici ayetleri hatırla
Onlar engelleyici ve koruyucudur
Koruyucu ayetlerin hayat verdiğinden daha
güvendedir
Bunlar, fikirle ulaşmadığım şeylerdir Fakat
onlar Kasım’ın eliyle gelmiştir
İlah yaratılışı adilce ve ihsanıyla
vermiştir Kahhar’ın engellemesi ve korumasıyla
Meleklere katılan bir adam ile
Hayvanlara katılan insancık arasında ne
kadar da fark var!
Bilmelisin ki, -Allah Teâlâ dilediği
ayederi göstermek üzere beni miraç ettirdiğindemiracım esnasında bu menzile
ulaştığımda, yanımda bir melek vardı. Menzilin kapısını çaldı, kapının ardından
şöyle dendiğini duydum: ‘Allah Teâlâ’nın bildirmesinden başka bir şekilde
bilinmeyen bu kapıyı da çalan kim?’ Melek şöyle dedi: ‘Senin kulunun
mertebesinin kulu, Muhammed b. Nur’dur.’ Kapı açıldı, içeri girdim. Hakk o
menzilde bulunan her şeyi bana bildirdi. Fakat kendisini müşahede ettikten seneler
sonra bana onları bildirdi. Bu müşahede benim için tarif olmaksızın sûri bir
müşahede idi. Bundan sonra ise, Hakk onu bana bildirmiştir. Bilinmeyen bir
menzil olduğu belirtilince, belim kırıldı. Onu bana tanıtınca, Allah Teâlâ’nın
gördüklerimden korudukları müstesna, onun bütünüyle kavasım olduğunu gördüm.
Bunun üzerine korktum, Allah Teâlâ ise bana dönük tecellisiyle korkumu
dindirdi.
Bu menzilde, ruhaniler suretlerde
şekillendiği gibi, duyulur suretlerin cisimsel suretlere dönüşmesini gördüm. Bu
ilk suretlerin ortadan kalktığını zannettim. Onları derinden inceledim, onları
göremedim. Bütün gücümü onlara yönelttiğimde, başkalaştılar ve ben de amacıma
ulaştım. Meğerse suretler başkalaşmada iki tür imiş: Birincisi, bir güç vererek,
görünmek istediğin herhangi bir surete girmek üzere görenin gözüne etki
etmendir. Bu durumda o kişi seni ancak senin girmek istediğin surette
görebilir. Sen ise, kendiliğinde ve kendi suretinde değişmeden, cevherinde ve
suretinde bulunursun. Şu var ki senin görene gözükmek istediğin bu sureti
hayalinde canlandırman gerekir. Gören insan da, kendisini tahayyül ettiğin
şekilde, senin hayalindeyken o sureti algılar. Bu bakış ise o esnada bilinen
suretini idrak etmekten kendisini perdeler. Bu yolların birincisidir. Diğer
yolu ise, bu menzil içerir. Şöyle ki: Senin suretin, cevherindeki bir arazdır. Allah
Teâlâ o arazı ortadan kaldırarak sana seni kendisinde göstermek istediği yılan
veya aslan veya başka bir şahsın sureti gibi bir arazı giydirir. Cevherin ve
cevherini yöneten ruhun ise, sahip olduğu akıl ve diğer güçlerinde birlikte
olduğu hal üzere kalıcıdır. Öyleyse bu durumda suret hayvan veya bitki veya
donuk suretidir. Akıl ise insan aklıdır ve o konuşabilir ve düşünebilirdir. Hakkın
kendisini konuşturmak istediği herhangi bir dille dilerse konuşur, dilerse
konuşmaz. Böyle birinin hükmü, bilinen suretteki kişinin hükmüyle birdir.
AÇIKLAMA
Donukların,
Bitkilerin ve Hayvanların Konuşması
Donukların, bitkilerin ve hayvanların konuşması bu
konudan öğrenilir. Onlar suretlerinde iken konuşur ve -tıpkı insanm konuşmasmı
duyman gibionları duyarsın. Nitekim ruh da beşer suretinde bedenlendiğinde,
suretin onun üzerinde hüküm sahibi olması nedeniyle insanlar gibi konuşur.
Ruhani, insandan farklı olarak, gözüktüğü suretten başka bir surette
konuşamaz. Bu, mesh edilenin menzilidir. Bu mertebeden dünya ve ahirette
duyusal suret başka suretlere çevrilir. Yine bu menzilden bâtınlar (başka
suretlere) çevrilir. Dışta insan suretini görünen birisi, bâtmda o suretten
farklı olarak melek, şeytan veya bâtınının durumuna uygun bir şekilde köpek,
domuz, maymun, aslan olabilir. Bütün bunlar, insanlığın kendisini talep ettiği
şeyden yüksek veya düşük niteliklerdir. Bâtınların çevrilmesi, daha önce zâhiri
suretlerin başka suretlere çevrilmesi Israiloğullarmda çok olduğu gibi, bu dönemde
de çoktur. Allah Teâlâ onları domuz ve maymunlar yapmıştı. Ahir zamanda da bu
ümmet içinde de (dış suretin çevrilmesi anlamında) meshin ortaya çıkması
kaçınılmazdır. Fakat bu da (davet ümmeti anlamında) Yahudilerde
gerçekleşecektir, Müslümanlarda değil! Çünkü iman onları korur. Öyleyse bu
ümmet içinde ancak Yahudi veya dıştan Müslümanlığını gösterip de içerden
Yahudiliğini gizleyen ikiyüzlü insanların suretleri çevrilir. Yahudileri bu
ümmete kattık, çünkü bir Peygamber’in ümmeti onun kabilesinden ibaret
değildir. Onun ümmeti, gönderildiği herkestir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise, bütün insanlara gönderilmiştir. Bütün dinlerdeki ümmetler de onun
ümmetidir. Onların bir kısmı iman etmiş iken bir kısmı iman etmemiştir, bir
kısmı teslim olmuştur.
Cinlerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in dinine girmesine
gelince, onların bu dine girmesi, kendi vaktinde peygamber gönderilmeyen
birisinin vaktinin peygamberinin dinine girmesine benzer. Sonra kendisine
peygamber olarak gönderilmemiş olan bu nebi, dinine giren kimse kendisine
peygamber olarak gönderildiği kimselerden değil ise, gönderildiği kimselere
uyguladığı hükümleri onlara da uygular. Çünkü her nebinin bir yöntemi ve şeriatı
vardır. Cinlerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman etmeleri de böyle
gerekleşmiştir. Bâtınların çevrilmesi hakkında söylediğimize gelince, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinden bir topluluğun niteliğini kutsi hadiste
Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Onlar görünürde kardeş, gizlide düşmandırlar.
Dilleri baldan tatlı, kalpleri kurtların kalpleri gibidir. İnsanlara yumuşak
davranırlar.’ İşte bu, insanın sureti insan iken kalbinin kurt kalbine
değiştirilmesi gibi, suretin değiştirilmesiyle ilgilidir. Bu belalardan
koruyan Allah Teâlâ’dır.
Suretteki başkalaşmanın diğer yöntemi ise, şahsın sureti bulunduğu hal
üzere kalırken, nefsinin bulduğu bir ruhaninin suretini giymesidir. Söz konusu
ruhani hangi surette olursa olsun, kişi o surette başkalarına görünebilir ve bu
şahıs ise o surette gizlenir. O, kendisinin üzerinde, kendisini kuşatan bir
hava gibidir. Bu durumda bakanın gözü o aslan veya köpek veya maymun -veya Azız
ve Alîm’in takdirine göre her ne isesuret üzerine düşer.
Başka bir tarz ise şudur: Kendisini kuşatan havanın dilediği bir surete
girmesidir. Şahıs ise o suretin bâtını olur. Böylelikle idrak, kendisinde
görünmek istediği o surette şekillenen hava suretinin üzerine düşer. Şu var ki
bu suretten konuşma meydana gelirse, ancak gören tarafından bilinen onun
diliyle gerçekleşir. Böylelikle nağmeyi duyar, onu bilir, sureti görür ve onu
inkâr eder. Bu haldeki birinin onun nağmesinden uzaklaşması mümkün değildir.
Bu, kendisini tanıyanlar için, cinin gücüdür. Çünkü onlar diledikleri suretlerde
gözükürler. Onların nağmesi ise, cin nağmesidir ve bundan fazlasına güçleri
yetmez. Bu tarz hakkında bilgisi olmayan kimsenin ise cinler hakkında bilgisi
yoktur. Şu var ki, cinlerin akıllarıyla oynadığı bazı topluluklar vardır.
Sihirbazın ipleri, hayalde koşan yılanlar suretlerinde hareket ettirmesi gibi,
onların gözlerine hayali suretler gösterirler. Bunun üzerine söz konusu
insanlar, cinleri gördüklerini zannederler, hâlbuki onlar cin değildir. Bu suretler,
kendilerine gösterilen hayali suretlerde onlarla konuşur. Hâlbuki suretler
konuşucu değildir. Cinlerin kendiliklerinde bedenlenmesi ise bundan farklıdır.
Öyleyse âriflerden her gurubun nağmesini bilen kimse, görür ve gördüğü konuda
bir karıştırmayla karşılaşmaz. Endülüs’te cinleri şekillenmeksizin ve şekle
girerken gören bir topluluk görmüştük. Onlardan birisi, Kurtubalı Fatıma b.
Müsenna idi. O, hiç karıştırmadan, cinleri bilen birisiydi. Fas şehrinde de
bir grup görmüştüm. O insanların gözlerine cinler, hayali suretler olarak
görünmekteydi. Kendilerini sınamak için diledikleri şekilde onlarla
konuşuyorlardı. Onlar cin olmadıkları gibi cin suretinde de değillerdi.
Onlardan birisi, Fas şehrindeki Ebu’l-Abbas ez-Zekkak idi. O bu konuda gerçeği
karıştırmıştı ve cin ruhlarının kendisiyle konuştuğunu zannediyordu ve bundan
emindi. Böyle düşünmesinin nedeni, onların seslerini ve nağmelerini
bilmeyişiydi. Benim yanımda oturduğunda veya benim meclisime geldiğinde, susar
ve sonra da gördüklerini betimlemeye başlardı. Ben de onun böyle zannettiğini
bilirdim. O bu halde (cinlerle) oynaşmaya, arkadaşlık etmeye ve konuşmaya kadar
işi vardırmıştı. Bazen de kendisiyle gördüğü kimse arasında belirli konularda
bir hasımlaşma ve nefret meydana gelirdi. Bu nedenle cin başka bir yönden
kendisine zarar verirdi. O ise, bu zararın gördüğü suretlerden kaynaklandığını
zannederdi ve bu kanaat kendisine hakimdi. Allah Teâlâ kendisine merhamet
etsin! Ebu’l-Abbas edDehan ve bütün arkadaşlarımız bu hali kendisinden görürdü.
Öyleyse nağmeleri tanıyan, hiçbir sureti karıştırmaz. Bunu bilenler ise azdır,
insanlar, belirli vakitlerde kendilerine gözüken şeyin doğruluğuna (güvenerek)
aldanırlar.
Suretten surete girmenin mertebelerini bu menzilden açıklamış olduk. Bu
menzilde suretlerde gözükmenin akılları hayrete düşüren garip sırları vardır.
Bunların en büyüğü ise, cevher baki olmakla birlikte -ki bu sureti taşıyan için
cevherin kalması zorunludurbir mizacın başka bir mizaca dönüşmesidir. Cevher
baki olmasaydı, asla başkalaşma gerçekleşmezdi. Fakat bu başka cevher, Zeyd Amr
olmadığı gibi, kendi suretinde değişmemiştir ve öteki de değildir.
Bu menzilden Ebu Bekir ümmet ile tartılır ve onlardan üstün gelir. Bu, Allah
Teâlâ’nın dışındaki bütün yaratıklar arasındaki tartı menzilidir. Kim bu
menzildeki şeyleri bilir, hükmünü müşahede eder, hal ve makam olarak Allah
Teâlâ’nın kendilerini koymuş olduğu hususlar üzerinde yaratıkların ölçülerini
bilirse, meleklerin, insanların, cinlerin, hayvanların, bitkilerin, donukların
bir kısmının diğerlerinden üstünlüğünü bilir. Bunun yanı sıra melekler ile
insanlar, cinler ile insanlar, donuklar, bitkiler ve insanlar arasındaki
üstünlük ilişkilerini de bilir. Böyle bir insan, her cinsin diğer cinsle
arasındaki üstünlük ilişkisini de bilir. Buradan hacer-i esved’in (siyah taş)
bir taş -Ki o Allah Teâlâ’nın sağ elidirolmasına rağmen üstünlüğü öğrenilir.
Bir donuk olmasına rağmen, taştaki bu üstünlüğe bakınız! İnsan olmalarına
rağmen, Firavun ve Ebu Cehil’e bakınız! Bu menzilden bu üstünlükleri
öğrendiğinde, bu cinslerin arasından hangi cinste, hangi türde, türün hangi
türüne -ki son dereceye kadar gidercennetin sirayet ettiğini öğrenirsin. Son
derece, son türün şahıslarıdır. Aynı zamanda bu insan, cinslere, cinslerin
türlerine ve son türün şahıslarına varıncaya kadar türlerin türlerine sıcak
ile zemherir arasmda nasıl sirayet ettiğini de öğrenir. Bu durumda gördüğün
herkesi hakkında onu gördüğün halde bulunduğu vakitle değil geleceğiyle
birlikte görmüşsündür. Burada, bu mertebenin mukabilinde, hayali bir mertebeden
karıştırma ortaya çıkar. Böylelikle vaktin şahidinin verdiği şey görülürken
görülen hakkında gelecek hükmü verilir. Bu, daha önce zikretmiş olduğumuz
nitelikten kaynaklanan şeytani bir karıştırmadır. Söz konusu nitelik, şeytan ve
cinlerin insanlara kendilerinden ve başkalarından gerçek olmayan bir takım
hayali suretler göstermesidir. Bu konu, Ebu Hamid el-Gazzâlî ve benzerlerinin
yanıldığı bir konudur.
Bizim kendilerine yetiştiğimiz şeyhler arasında bu meseleyi karıştıranlardan
birisi de, Ebu Ahmed b. Seyid Bûn idi. O ve benzerleri şöyle derdi: ‘İnsan
unsurlar âleminde bulunduğu sürece karıştırmayla karşılaşır. Unsurlar
âleminden yükselip de kendisine göklerin kapıları açıldığında ise,
karıştırmadan kurtulur. Çünkü artık o, kovulmadan ve şeytanlardan korunma ve
sakınılma âlemindedir ve burada gördüğü her şey gerçektir.
Şimdi ise bu konunun gerçeğini sana açıklayalım: Şöyle ki: Kendilerinden
aktardığımız üzere, bu grup gördükleri şeylerde karıştırmadan kurtulduklarını
iddia ederler. Çünkü onlar, şeytanların giremeyeceği bir yerde bulunurlar.
Onların bulunduğu yerler, Allah Teâlâ’nın kendilerini betimlediği üzere,
mukaddes ve temiz yerlerdir. İşin onların zannettiği gibi olduğu da doğrudur.
Fakat bunun böyle olması, o yerlere yükseliş tıpkı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in miracı gibi cisim ve ruh yoluyla gerçekleştiğinde olur. Ölüm
ayrılması olmaksızın, aksine sadece fena ile veya kendisine verilen bakma gücü
gibi düşüncesiyle ve ruhaniliğiyle bu menzile miraç yapanlar da vardır. Bu
miraç esnasında bedeni evindedir ve kendisi de ya ondan fani olmuş veya sahip
olduğu güç nedeniyle onun farkındadır. Böyle birinin de, kendisiyle Allah Teâlâ
arasında bir alamet bulunmadığı sürece, karıştırması kaçınılmazdır. Söz konusu
alamette Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği, söylediği ve müşahede ettirdiği
hususlarda tam bir açıklık üzerinde bulunur. Başka bir ifadeyle sayesinde
Rabbinden bir açıklığa sahip olacağı alameti olmadıkça, karıştırma ve -insaf
sahibi isebu konuda kesin bir bilgiden yoksun kalmıştır. Bazen müşahede ettiği
şey gerçek olabilir. Bunun yanı sıra gerçekte korunmuş ve sakınılmış olabilir.
Fakat onun bu konuda bir bilgisi yoktur. Rabbinden açık bir delile sahip
olduğunda ise, evlerinde dururken kendilerine aktarılan vahiyde karıştırmadan
güvende oldukları gibi, onlar da karıştırmadan güvende olurlar. Çünkü şeytan,
ister alamet sahibi olsun ister olmasın, sürekli olarak keşif sahibi böyle bir
müridin halini kontrol eder. Çünkü şeytan kulu saptırma ve karışıklığa düşürme
hususunda hırslıdır. Aynı zamanda şeytan, kendisine verdiği ilhamda onu
koruduktan sonra kulunu hüsrana uğratabileceğini bilir. Bu nedenle ‘belki’ der
ve umuda ve beklentiyle yaşar, insanın bâtını kendisinden korunursa ve
meleklerin nurlarının bu kulu kuşattığını görürse, bu kez onun duyusuna
intikal eder. Böylelikle duyu suretinde ona bir takım durumlar gösterir ve
bunlar vasıtasıyla kulun bâtınında üzerinde bulunduğu Allah Teâlâ yolundan
çekip alabileceğini umut eder. Bâtınında duyusal olarak meleklerin nurlarıyla
korunmuş ve sakınılmış bütün kimseler karşısında şeytanın davranışı böyledir.
Gerçekte de korunmuş kimselerden ise, bu durumda onun kalbinde meleklerden
koruyucular bulunmaz. Çünkü şeytan onun kalbine gelir. Böyle bir şahıs,
gerçekte masum olması itibarıyla, Rabbinden sahip olduğu açık kanıt sayesinde
şeytanın kendisine vereceği ilhamları kabul etmez. Bu durum, söz konusu kişi
bilgide derinleşenlerden değil ve sınırlı bir makam sahibiyse böyledir. Temkin
sahibi ve ilahi ilimde
derinleşmiş birisi ise, şeytanın verdiği ilhamı da ondan alır, çünkü o da Allah
Teâlâ’dan kendisine gelen bir elçidir.
Verilen ilham övülen bir şey (hakkında ise) ise, sadece almak için onun
şeklini değiştirir, çünkü oiıu Allah Teâlâ’dan almıştır ve vasıtaya iltifat
etmez. Çünkü bu insan, şeytanın (vasıta) Allah Teâlâ katındaki yerini ve
kovulmuşluğunu bilir. Böylelikle şeytan, bir şey dileyip de onu tamamlayamadığı
her defasında, başarısız bir şekilde geri döner. Hatta böyle bir işte bu şahıs
adına ilave muduluk vardır. Fakat şeytan, onu saptırmadaki hırsı nedeniyle,
tekrar tekrar kendisine döner. Kendisine getirdiği ilham kınanmış bir ilham
ise, onun hakikatini değiştirir ve onun hakkında iyi haline gelir. Başka bir
ifadeyle kul o ilhamın kullanım yerini değiştirerek Allah Teâlâ’nın razı olacağı
bir işte kendisini kullanır. Bu durumda da şeytan, bir şey isteyip de onu
tamamlayamadığı için başarısız bir şekilde geri döner. Üstelik bu iş kulun
daha çok muduluk kazanmasına sebep olmuştur. Söz konusu şahsın hali topraktan
(yerden) almak ise, şeytan onun adına kendisinden alması için bir toprak
yerleştirir. Kul ise, ya şeytanı başarısız bir şekilde geri döndürür ve iki
yeri ayırt eder veya derinleşmiş birisi olur ve Allah Teâlâ’ya şükreder. Bu
şükrün nedeni, Allah Teâlâ’nın duyulur bir toprak (yer) verdiği gibi hayali bir
yer daha vermiş olmasıdır. Allah Teâlâ’nın bu hayali yerdeki sırrına bakar ve Allah
Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği sırları ondan alır. Hâlbuki söz konusu
sırlar şeytanın aklına gelmemişti. Allah Teâlâ ise o sırlan söz konusu kişinin
mülküne ilave olarak kendisine verir. Bu insanın hali gök olabilir (bilgilerini
gökten alabilir). Bu durumda şeytan onun için kendisinden (bilgisini) aldığı
semanın bir örneğini (hayalinde) yerleştirir ve öldürücü zehirlerden kişiye güç
yetirebilecek miktarı o hayali suretlere katar. Böylelikle şeytan, daha önce
(bilgilerini) yerden alan ârife davrandığı gibi bu ârife davranır. Bu malamda
değil ise, onu giyer ve bu öldürücü zehirleri yudumlar, amelleriyle hüsrana
uğrayanlara katılır. Böyle bir ârifın hali, Sidre-i münteha(’dan bilgi almak)
veya meleklerden birisinden (bilgi almak) olabilir. Şeytan böyle bir ârifin
(hayaline) Sidre’nin bir benzerini veya o meleğin suretinin bir benzerini
gösterir ve onu o meleğin adıyla adlandırır. Sonra kendisine içinde bulunduğu
makamdan öğrendiği şeyleri ilham eder ve onu şaşırtmak ister. Söz konusu kul
karıştıracak kimselerden olursa, düşmanı kendisine karşı muzaffer olur. Masum
kimselerden ise, ondan korunur. Şeytan kovulur, getirdiği şeyi kendisine atar
ve -şeytan olmaksızıno bilgiyi Allah Teâlâ’dan alır. Allah Teâlâ’ya da,
kendisine bu imkânı verdiği için ve bilgisini artırdığı için şükreder. Sonra bu
şahıs, daha üst bir Hakk yükselir. Onun hali Arş veya Amâ veya ilahi isimler
ise, şeytan kendisine -haliyle tam uyumlu olarakilham verir. Karıştıranlardan
ise, durumu belirttiğimiz gibi olur. O kişilerden değil ise, durumu
zikrettiğimiz bölümlere ayrılır.
O halde İblis’in insana ancak onun haline göre ilham verdiğini açıklamış
olduk. Bu hal, o kişinin zihninde yerleşik olabileceği gibi şeriatın
onayladığı bir durumda da olabilir. Bakınız! İbn Sayyad’a İblis’i Arş’ı
göstermişti, çünkü onun hali Arş’ı (görmek) idi. İblis Arş’ı kendisine deniz
üstünde göstermişti. Çünkü Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu görmüştü: ‘O’nun Arş’ı su üstünde idi.’204 Bunun üzerine İblis,
İbn
Sayyad’a Arş’ı deniz üstünde göstermişti. İblis, onun üzerinde oturmuştu.
Sayyad ise, -Allah Teâlâ’dan aldığını zannederekondan (bilgi) alıyordu. Çünkü Allah
Teâlâ, peygamberinin kendisinden bildirdiğine göre, şöyle buyurmuştu: ‘O’nun Arş’ı su üstünde idi.’205 Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem İbn Sayyad’a ‘Ne görüyorsun?’ diye sorduğunda, ‘Arş’ı
görüyorum’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘nerede?’ diye
sorünca, ‘deniz üstünde’ demişti. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem kendisine şöyle demiştir: ‘Senin gördüğün İblis’in Arş’ıdır.’ Sonra Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine Kuran’dan Duhan suresini okumuş, ardından
kendisine ‘Sana ne okudum?’ demiş, o da ‘duh’ demiş. Duh sözlükte duhan
(duman) demektir. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kendisine ‘Hadi ordan! Senin kadrin geri dönmeyecek?’ Yani sen işi
karıştıranlardan birisin. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kendisine ancak Duhan suresini okumuş, bazı şeyleri ise gizlemişti. Bu sure
ise, hem dumanı hem başka şeyleri içerir. İbn Sayyad ise, surenin adını
söylemiş, fakat gizlediğini söyleyememiş ve Duhan suresi dememiştir. O sadece
duh demiştir. Hâlbuki bu surede duh değil, ikisi de aynı şey olsa bile, duhan
zikredilmiştir. Bunun üzerine İbn Sayyad, Duhan suresi ile (duman)anlamındaki
duhanı ayırt edememiş ve bilgisiz kalmıştır. Bu nedenle de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine ‘hadi ordan’ demiştir: Çünkü Sayyad, bu
surede kendisine bu kelimeyi bildiren İblis’e uygun bir şeyi zikretmişti. Şöyle
ki, şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytan bu gizlemede kendisine uygun bir şeyi
görmüş, onun duhan suresi olduğunu anlamamış, İbn Sayyad’m sırrma ise bu
kadarlık bilgiyi ilham etmişti. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
içinden kendisini belirlediğinde surenin adını söylerken şeytan onu çalmış ve
peygamberin telaffuzundan onu edinmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
onu içinde gizlemiş olsaydı, şeytan onu öğrenemeyecekti. Çünkü İblis, bir
velinin kalbinden farklı olarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
kalbine ulaşma veya muttali olma gücüne sahip değildi. Çünkü peygamber, vahyin
inişi esnasında şeytanın vesvesesinden korunmuştur ve başka hallerde de durum
aynıdır. Bakınız! Şeytan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu konumda
ve Allah Teâlâ’nın inayetiyle kalbine şeytanın ulaşmasından korunmuş olduğunu
öğrenince, namazda kıblesine hayali bir ateş aleviyle gelmiş ve ateşi yüzüne
atmış. Şeytanın amacı, -namazda peygamber adına gördüğü iyilik
nedeniylekendisiyle namazı araşma girmekti, çünkü şeytan, özü gereği peygamberi
kıskanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, arkaya doğru çekilmiş ve
namazını bırakmamış, sonra da bunu sahabesine bildirmiştir.
Veliye gelirsek, (şeytan) bazen velinin kalbine ilham eder ve veli
içinden konuştuğu şeyleri ondan dinler. Şeytan, daha önce de zikrettiğimiz
üzere, veliyi hali (hakkında) karışıldığa düşürmek ister. Kim Rabbinden gelen
açık bir kanıta sahipse, hiç kuşkusuz, mutludur ve onun adına belirsizlik
kalkmıştır. Açık kanıt üzerinde onun kanıt olduğunu gösteren bir alamet
bulunmalıdır. Bir şey açık kanıt değil ise, ona göre hüküm vermek mümkün
değildir. Çünkü bazen alamet olabilir, fakat açık kanıt olmayabilir ve veli
alametin kanıtın kendisi olduğunu zanneder, hâlbuki öyle değildir. Çünkü alamet
açık kanıt değildir. Açık kanıt, (ilham edilen şeyi) hakka’l-yakin olarak
bilmeyi sağlar ve nebiler ve veliler Allah Teâlâ’dan kendilerine gelen
ilhamlarda ona göre hüküm verirler. Bağdadı Ebu’l-Bedr et-Temaşükî -ki dürüst
sûfilerin en temiz giyineni ve en güzel konuşanıydıbana şöyle demişti: Bir
mecliste Şeyh Rağibü’r-Rahbi ile bir araya gelmiştik. Ariflerdendi, fakat bize
ulaşan haberlere göre, işlerinde kemale erdiren ârifler derecesine ulaşmamıştı.
Vaktin bir adamının mertebeden kendisi için çıkartılan bir hilat gördüğü
kendisine söylenmişti. Adama bu konuda bir de alamet verilmişti. Şimdi de o
alamet vardır. Fakat onu görmemiştir, çünkü alameti görmemiştir. Bunun üzerine
Ebu’l-Bedr kendisine şöyle demiştir: ‘Şeyh! O adamdan sonra pek çok adam görmedin
mi?’ ‘Evet’ deyince, ‘Büyüklerden mi idiler’ diye sormuş, adam cevap vermiş:
‘Evet, fakat bu alameti onların hiçbirinde görmemiştim.’ Ebu’l-Bedr şöyle
demiş: ‘Kim bilir, belki kendilerini görmüş olduğu adamlardan birisi o hilat
ile amaçlanan kimseydi ve senden gizlendi de kendisini tanıyamadın.’ Rağib
şöyle demiş: ‘Böyle bir şey olabilir.’ İşte bu kişi, alamet sahibidir, fakat
alametinde açık bir kanıta sahip değildir. Çünkü alamet, bâtında olabilir ve
ondan ayrılmaz. Böyle birisi, bu alamet sayesinde Rabbinden gelen açık kanıta
sahip kişidir. Bir kişiye ait olan alamet başka birisine verildiğinde, söz
konusu kişi, alamet üzerinde hüküm sahibidir. Dilerse, o kişi adına alamette
gözükür, dilerse gözükmez. Bu nedenle Rağib, alamet hakkında söylediğini söylemiş,
fakat alametin kendisine mi, yoksa başka bir adama mı ait olduğunu
açıklamamıştır. Ebu’l-Bedr’in alamet hakkmdaki karışıklıkla ilgili sözlerini
kabul edince, kesin olarak şu kanaate vardık: Rağib’in alametin başkasmda
olduğu hakkmdaki iddiasını doğrularsak, bu durumda Rağib Rabbinden gelen açık
bir kanıta sahip değildir. Öyleyse onun alameti kendisindedir, başkasında
değildir. Bu nedenle Ebu’l-Bedr’in kendilerini gördüğü ve kendisinden gizlenen
adamlardan birisinin alamet sahibi olduğu hakkındaki sözü doğru olabilir.
Öyleyse Ebu’l-Bedr’in bu adama itirazı, bu yolda geçerli yerinde bir itirazdır.
Rağib’in de bu itirazı onaylaması, doğrudur ve iddiasındaki doğruluğunu
gösterir. Fakat bu şeyh, açık kanıta sahip olmayan kimselerden birisi olabileceği
gibi açık kanıt sahibi de olabilir. Çünkü onun sözünde açık kanıt ifadesi
geçmemiştir ve ortaklığın kendisinde söz konusu olduğu alamete yönelmiştir.
Adı geçen şeyh Ebu’l-Bedr et-Temaşükî’nin şeyhi Şeyh Ebu’s-Suud b.
eş-Şibl’e gelirsek, hallerinden anlatıldığı kadarıyla, kendisi Rabbinden açık
bir kanıta sahipti ve zamanının en aklilısıydı. Adı gecen Ebu’lBedr,
kendisinden Abdülkadir’i sakince ve saygıyla değil de öfkeyle yâd eden bir
adamı azarladığını aktarmıştır. Adama Abdülkadir’i tanıdığını, ailesi içinde ve
kabrinde halinin nasıl olduğunu bildiğini söylemiştir. Bu rivayet olmasaydı,
hiç kuşkusuz ki, sırf kul olurdu. Fakat bundan sonra da yaşamıştır. Mümkündür
ki daha sonra sırf kül haline gelmiş olabilir. Çünkü o adama şeriatta
yasaklanmış bir iş yaptığı için tepki göstermemiş, sadece Abdülkadir’in
hallerini nitelemiş ve konumunu yüceltmiştir. Hatta adam dince mahzurlu bir iş
yapsaydı ve bundan dolayı kendisine tepki göstermiş olsa ve kızsaydı, bu
davranış da kendisini sırf kul olmaktan çıkartmazdı. Öyleyse Ebu’s-Suud’a
verdiğini vereni tenzih ederim! Kuşkusuz ki o, kendi zamanında bu hususta
vaktinin biriciğiydi. Evet! Bu zikreden kişi onun müridi olsaydı, kendisini
uyarması gerekirdi, çünkü onu uyarmak da, terbiyenin bir parçasıdır. Bu durumda
söz konusu kişi onun müritlerinden birisiyse, bu azarlama onu kendi kulluğundan
çıkartmaz. Ebu’s-Suud’un bu azarlaması kendisine söylenen ilahi bir emirden
kaynaklanmış olabilir. Bu emir, herhangi birisi adına gerçekleşecek bir yarar
veya konuşan o kişinin hakkında saygısızlıkta bulunduğu makama karşı Allah
Teâlâ hakkında kıskançlıktan kaynaklanmış olabilir. Böyle bir durumda
saygısızlık yapan kişiyi azarlaması, kendisini kulluktan çıkartmak bir yana,
kulluğunu gerçekleştiren unsurlardan birisi olur. İşte bu, daha önce
zikrettiğimiz kimse hakkında değil, Ebu’s-Suud ve hali hakkındaki hüsnü
zandır. Bütün bunları zikretmemizin nedeni, bu makam ve menzil hakkındaki
bilgileri bütün yönleriyle ortaya koymaktır. Bu şeyhin de o yönlerden birisi
üzerinde olması gerekir ve bunlardan birisiyle onun üzerinde hüküm vermemiştir.
Kitabı okuyana, bu makamın ve hallerinin bilgisini vermiş olduk. Allah Teâlâ bana
Ebu’s-Suud’un hallerinden herhangi birisini bildirmedi ki, onu kendi menziline
katayım. Hangi menzilde olduğunu en iyi Allah Teâlâ bilir! Şu var ki onun
terazisinin şeyhler arasmda üstün olduğundan eminim. Allah Teâlâ bizi kendisini
ve ehlini sevmekle nimedendirsin.
Bu menzilin içermiş olduğu kavasım’ın bazı yönlerini açıklamış olduk.
Çünkü onların hepsi, korkutucudur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar