Print Friendly and PDF

ON DOKUZUNCU SİFİR 2.Bölüm

 


İKİ YÜZ YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Musevî ve Muhammedi Makamdan, Ülfet Menzilinin ve Sırlarının Bilinmesi

Ülfet menziline girmez O’nun suretinde olandan başkası

Kendisini gördüğünde görürsün O’nu Sureti üzere onda inerken

Bildiği şeyle hüküm verici olarak Sireti üzerinde cereyan ederken

Hakk onu kendine ayna seçti Bu nedenle de suretinde artış oldu

Allah Teâlâ kendisine bildirerek yasakladı ona Bu yasak onun gayretinden

Serbest.olan şeyi kendisine yasaklarken Hayretinden tenzih etti

Yasaklananı yemekten ortaya çıktı

Yemenin mertebesi avret yerinde

Onu görünce anladı ki

Kendi davranışından gelmiş olan bir zillettir

İki kişi ancak aralarındaki bir ilişki nedeniyle bir araya gelir. Buna göre ülfet menzili, Hakk ile yaratıkları bir araya getiren şeydir. Bu ilişki, insanın üzerinde yaratılmış olduğu ilahi surettir. Bu nedenle insandan başka hiç kimse ilahlık iddiasında bulunmamıştır. Onun dışındakiler ise, kendisi hakkında iddiada bulunmuş, fakat ilahlık iddiasında bulun­mamıştır. Firavun şöyle demiştir: ‘Ben sizin en büyük rabbinizim.’137 Yara­tıklar içinde insandan başka mülk sahibi olan yoktur. İnsanın dışında melek ve benzerleri, herhangi bir şeye sahip olamaz. Allah Teâlâ insanın mülk sahibi olduğunu dile getirirken şöyle der: ‘Ya da ellerinizin sahip oldukları.’138 İnsandan başka kendisi adına kulluğun onaylandığı kimse yoktur. Bu bağlamda ‘bu falanın kuludur5 denilir. Bu nedenle Allah Teâlâ in­san adına azatlığa şeriatında yer vermiş, onu buna teşvik etmiş, varisi olmadan efendi öldüğünde azat edilen köle için veli belirlemiştir. Kulla­rında mirasçılık da, Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yeryüzüne ve üzerindekilere varis olan bizizn39 insandan başka bütün ilahi isimlerle isimlendirilebilen kimse yoktur. Kuşkusuz Allah Teâlâ bu isimlerle ahlaklanmaya teşvik etmiştir. Bu nedenle insana halifelik ve vekillik ve­rilmiş, bütün ilahi isimler kendisine öğretilmiştir, insan âlemdeki son yaratık ve âlemdeki bütün hakikatleri kendinde toplayandır. Allah Teâlâ o hakikatleri mülküne ve suretine tahsis etmiştir. Onun yaratılışının bir yö­nü de, içinde düşünme gücünün de yer aldığı dört doğadan meydana gelen doğadır. Allah Teâlâ bu gücü doğadan yaratılmış yaratıklar içinde sade­ce insana tahsis etmiştir. Bu yönüyle doğa, aklın delilinin kendilerinden başkasını vermediği, dört şeye dayanan ilahi suret gibidir. Bunlar, ha­yat, bilgi, kudret ve iradedir. Bu dört nitelikle âlemin yaratılışı geçerli olmuş ve Allah Teâlâ bu niteliklerle ilah olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ bu nitelikler­den soyudanmış olsaydı, âlemin ilahı olamazdı. Bu, benzersiz olan Kuran’da yer almış bir örnektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.’'40 Yani O’nun benzerinin benzeri bir şey yoktur. Böy­lelikle tenzil, etmek amacıyla kendisi adına insana benzerliği ispat et­miştir. Başka bir ifadeyle varsayımsal benzerine bir şey benzemezse, Allah Teâlâ kendisine benzer olmasından daha uzak ve daha nezihtir.

t                                                      a                     (                                    

Hadiste, Adem’in ‘O’nun suretine göre’ yaratılmış olduğu zikre­dilmiştir. Bu ayet ile de bu benzere benzerliği reddetmiş ve onun için gayb ve şehadet yaratmıştır, insan bu mesabede olduğunda, Rabbiyle arasında ülfet gerçekleşmiştir. Böylece o Rabbini sevmiş, Rabbi de kendisini sevmiştir. Bu nedenle gök ve yerin, başka bir ifadeyle ulviliğin ve süfliliğin Hakkı sığdıramadığı, fakat takva sahibi mümin kulun kal­binin kendisini sığdırdığı zikredilmiştir. Bu da, meleğin değil, insanın bir niteliğidir. Bununla birlikte bütün bu hususlarda insana ortak olun­sa bile, insan kendisine ortak olan herkesten suret ve toplam ile ayrışır. Bunu bilmelisin! Öyleyse rabliğin hiçbir şekilde katışmadığı sırf kulluk ancak kâmil insan adına meydana gelebilir. Herhangi bir şekilde kullu­ğun kendisine katışmadığı sırf rablik ise ancak Allah Teâlâ adına gerçekleşebi­lir. Öyleyse insan, hakikatinde benzerliğin bulunmasından münezzehlik ve mukaddeslik bakımından Rabbin sureti üzerindedir. Öyleyse insan, mutlak meluh iken Hakk mutlak ilah’tır. Bütün bunlarla da insan-ı kâmil’i kast etmekteyim. Insan-ı kâmil, kâmil olmayan insandan sadece bir bağla ayrılır. O da, kulluğuna hiçbir şekilde rabliğin katışmayışıdır.

İnsan-ı kâmil bu yüce makama sahip olunca, âlemde amaçlanan varlık (maksat), sadece insan olmuştur. Bu kemal ise, Adem’de ortaya çıkmıştır. Bu durum ‘Adem’e bütün isimleri öğretti141 ayetinde belirtilir. Burada Allah Teâlâ ‘bütün’ kelimesiyle anlamı güçlendirmiştir. Bu ise, ihata gerektiren bir sözdür. Böylelikle Hakk bu özellikle onun adına tanıklık etmiştir. Aynı zamanda bu kemal Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de zuhur etmiştir. Bu durum: ‘Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini öğrendim’ hadisinde dile getirilmiştir. Bu bağlamda Adem’in bilgisi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in bilgisine dahildir, çünkü Adem öncekilerdendir. Burada ‘sonradan gelenlerin’ ifadesinin zikredilmesi, sadece bu konuda işaret ettiğimiz hususu anla­madığında, duyanın zihninde meydana gelebilecek bir ihtimali ortadan kaldırma amacı taşır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana cevamiü’lkelim verildi’ hadisinde belirtilen husustur. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendi adına kendisi tanıklık etmektedir. Bizim arkadaşlarımız hangi makamın daha üstün olduğu hususunda görüş ayrılığına düşmüştür: Hakkın kendisi adına tanıklık ettiği kimse mi, yoksa Hakkı kendisine tanık tutan kimse mi? Örnek olarak Yahya ve İsa peygamberleri verebi­liriz.

Bu konudaki görüşümüz şudur: Kendisi için tanıklık eden ve özünde doğru olan kimse, daha yetkin, daha tam ve daha üstündür. Çünkü o, kendisi hakkında tanıklıkta bulunduğu hususta ancak kemali hakkındaki kesin bir zevke dayalı olarak tanıklıkta bulunmuştur. Onun bu tanıklığı, o esnada ihtimalden uzaktır. Öyleyse bu kişi, kesinleşmiş zevk ile -artık ihtimal ortadan kalkmıştırhakkında tanıklık edilenden daha üstündür. Binaenaleyh bu makam daha üstündür. Edepli, insaflı ve Allah Teâlâ yolunu bilen kimsenin özelliği, adamların derecelenişi üzerinde konuşmak değildir. Bunu bilse bile, edep kendisini konuşmaktan alı koyar. Bu nedenle şöyle deriz: Edepli insan, (adamların değil), makam­ların derecelenişi üzerinde konuşuruz. Böylelikle bu konuda sorumlu­luktan kurtulur ve bu hususta sorumlu tutulmaktan kurtulur. Çünkü makamların bir talebi yoktur. Talep, makamlarla nitelenenlere aittir. Öyleyse edepli insanın hali, zikrettiğimiz şekilde (makamlar hakkında konuşmak) olmalıdır.

Bütün bu zikrettiklerimizi bu menzile ulaşan kimse müşahede eder. Ona ait harf, lam’ın elif ile ülfetidir. Bu, ilk bileşik harftir ve onu şekli bir yapmıştır. Öyleyse elif lam’dan (ayrı) bilinmemiştir ve tekillere bitişmiştir. Ayrılmaları mümkün olmayınca, elif ve lam, adeta bir harftir. Lam’ın şekli elifin şeklinden ayrılmaz ve göz kendisini göremez.

Şöyle denilebilir: ‘Kulak ‘la’ denilirken kendisini algılar.’ (Cevap olarak deriz ki): Lam hareke taşırken elifin hareke taşımadığı bilinme­lidir. Dolayısıyla elifi söylemek mümkün değildir. Bu nedenle, elifin ortaya çıkması için, lam harekesi işba edilerek okunur ki, kast edilenin diğer lam değil, lam-elif olduğu anlaşılır. Böylece kâtip de kendisine özgü tarzda onu yazabilir. Aralarında ülfet gerçekleşmiş olduğu için, elif lam’dan ayrılmaz. Aynı şekilde, bir hadiste zikredildiği üzere, Hakk duyması, görmesi olduğunda insan da lam’ın elife bağlanması gibi Hakka bağlanır. Bu nedenle, ‘la-ilahe illAllah Teâlâ’ ifadesinde (kelime-i tev­hit) önce ‘la’ ifadesi zikredilmiştir. İlahlığm elifi cahil müşrikin kabul ettiği Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün ilahları reddetmiştir. Bunu ise kulu ve rabbi içeren bir harf ile yapmıştır. Çünkü o, lam’ın ve elifin medlulünü içerir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Ben, Ebu Bekir ve

Ömer buna iman ettik.’ Böylelikle o ikisini imanda kendisine ortak yapmıştır. Hâlbuki onlar, orada değildi veya vardılar, fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlarm adına bu sözü söylemişti. Hakk kendisinin birliğine ta­nıklık edince, kendisinden ve kuluna da (vekil olarak) bu tanıklığı yap­mış ve lam-elif (hayır) getirmiştir. Bu nedenle de lam-elif diye isimlen­dirilmiştir. Hâlbuki clamü’l-elif şeklinde mârife kullanmamıştır. Böyle­likle iki harf ile isimlendirmiştir. Bunun nedeni, belirli geldiğinde du­yan İçişinin Allah Teâlâ’nın, bu belirli harfi değil de, tamlama} ı kast ettiğini zannetmesini önlemektir. Böylelikle bu harf, Ramc-hürmüz ve balebelcke gibi (bileşik isim) yerine geçmiş, Abdullah (Allah Teâlâ’nın kulu), Abdurrahman (Rahman’ın kulu) gibi tamlamalı isimler yerine geçme­miştir. Bu nedenle Bale-bekke, Rame-hürmüz, Bilal-abad gibi kelime­lerde irabm yeri hakkmda görüş ayrılığı var iken Abdullah, Abdurrahman gibi tamlamalı isimlerde böyle bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu ismi veren, hiç kuşkusuz ki, tamlamayı kast etmiştir ve bu zorunludur. Bu isimleri tamlamalı isimler gibi sayan kimse, irabm yeri­ni birinci ismin sonu yapar. Bu bileşik isimleri Zeyd ismi gibi tekil isim sayan kimse ise, irabm yerini kelimenin son harfi sayar-. Aynı şekilde lam-elif harfinde de bir görüş ayrılığı vardır. Bu görüş ayrılığı, yazıldı­ğında bu harfin hangi ayağının elif ve hangi ayağınm lam olduğu hususundadır. İnsanların bu konudaki değerlendirmeleri birbirinden farklı olmuştur. Yazıyı söylenişle kıyaslayan kimse için lam, sıralamada ister önce ister sonra gelen ayak olsun, hattatın önce yazdığıdır. Yazıyı söy­lenişe göre dikkate almayan kimse ise, meseleyi farklı değerlendirir ve bu konuda dilediği gibi hareket eder. Böylelikle dilediği ayaklardan bi­risini lam sayarken, ötekini elif sayar. Çünkü, lam’ı kendi hakikatinden çıkartan karışma nedeniyle, o ikisinden her birisi ötekinin suretine gö­redir. Aynı şekilde insan-ı kâmil ve Allah Teâlâ da, birbirine karışma (iltifaf) konumuna inen bir surettedir. Öyleyse fiili kulun kudretine nispet eder­sen, bunun ilahi bildirimde bir yönü olur. Fiili Allah Teâlâ’ya nispet edersen, ilahi bildirimde bunun da bir yorumu vardır.

Bu konuda akli delillere gelirsek, gerçekte çelişik olmasalar bile, akıl sahiplerinde deliller çelişme halindedir. Fakat akılcıların delilini kuşkudan ayırma güç ve çetindir. Aynı şey ilahi bildirimde de güçtür. Aynı şekilde, kulun hakikatinde de bu durum güçtür, bunun nedeni emrin onunla ilgili olmasıdır. Binaenaleyh sadece emredileni yapmaya gücü veya yasaklanan bir şeyden uzak durmaya ve imkânı olan kimseye bir şey emredilebilir ve yasaklanabilir. Böylelikle, bu husustaki hitabın hikmeti de ortadan kalkacağı için fiilin kuldan -ki yükümlüdürolum­suzlanması güçtür. Başka bir ilahi haber veya aklî değerlendirme ise, kula nispet edilen fiilin gerçekte Allah Teâlâ’ya ait olduğu hükmünü verir. Böylelikle bu iki hüküm, hem akıl hem nakil bakımından çelişir. İşte burası hayretin gerçekleştiği yer olduğu kadar aynı zamanda bu konuda delillerini inceleyişlerinde akılcılar ile kendi delillerini inceleyişlerinde nakilciler arasında görüş ayrılığının gerçekleştiği yerdir. İşin gerçeğini sadece keşif ehli bilebilir. Onlar Allah Teâlâ ehlinin seçkinleridir. İnsanın su­ret üzerinde yaratılmış olması, fiilin kendisine ait olmasını gerektirirken yükümlü tutulma da bu durumu güçlendirir, duyu buna tanıklık eder. Öyleyse bu, delil olmada daha güçlüdür. Bütün bunların asıl hükme göre Allah Teâlâ’ya dönmesi durumu değiştirmez. Çünkü bu durum bu değer­lendirmeyi ortadan kaldırmaz. Bu nedenle de kesbi kabul edenlerin (Eşariler) kanıdan zayıflamıştır. Bunun nedeni, Eşarilerin kesbi kabul etmiş olmaları değildir. Aksine diğer grup da onu kabul eder, çünkü o, şerî bir haberdir ve aklî bir durumdur. İnsan kendinden bu durumu bi­lir. Eşarilerin delillerinin zayıflamasının nedeni, yaratılmış kudretten eseri dışlamış olmalarıdır.

Ülfet menzili içindeki bu faslı öğrendikten sonra, tekrar bu tarzdan farklı bir şekilde, başladığımız konuya dönüyoruz. Onu açıklama tar­zında dile getireceğiz.

Bilmelisin ki, bu menzil, yedi bedel’in sefer (yolculuk) menzilidir. Onlar, bir araya gelen ve birbirleriyle ülfet eden kimselerdir. Bununla birlikte birbirlerine karşı kabz halindedirler ve birbirlerini inkâr ederler. Üstelik kendi aralarında bir dostluk da vardır. Onların mârifet bahsinde iki seferleri vardır: Birincisi mazharlarında kendilerinden İlah’a doğru sefer ve yolculuktur. Diğeri ise, yine kendilerinden zat’a doğru yolcu­luktur. Onların İlah’a dönük seferleri kendi rabliklerindendir. Zat’a dö­nük seferleri ise, kendi zatlarındandır. Bu nedenle onlar zata sefer et­mek istediklerinde, Yemen’e doğru yönelirlerken İlah’a yolculuk etmek istediklerinde ise Şam’a ve kuzey şehirlerine yönelirler. Hangi yöne yö­nelirlerse yönelsinler, onların istidatları türlü türlü olsa bile, kendisine muhtaç oldukları ölçüde eşittir. Çünkü gıdalar yönlerin değişmesiyle değişir. Bu nedenle onlar, her yöne dönük besinden ancak o yöne giden yolcunun mizacına uygun besini alırlar. Bunun amacı, kendisiyle mak­sadı arasına bir hastalığın girmesini engellemektir. Bu hastalık, yönler­deki farklı arzular ve bu arzuların mizaçtaki etkileridir. Bu durumda is­tidadın da değişmesi gerekir. Şu var ki onlarm yolculuklardaki kalışları da azdır ve kendi vatanlarına geri dönerler. Yemen’e doğru yöneldikle­rinde ise, orada yirmi dört gün kalırlar ve orada amaçlarını elde ederler, başka bir sene geri dönerler. Şimale doğru yolculuğa çıktıklarında ise, altı gün kalırlar. Altı günde amaçlarını gerçekleştirir ve başka bir seneye dönerler. Onlarm seferleri ve yolculukları, bedensel değil, ruhanidir.

Yemen’e (sağ yöne) yolculuklarında elde ettikleri ilimlere gelirsek, bunlar istilam ilmi, perde ardından tecellilerin ilimleri ve zevk ilmidir. Kuzeye doğru yolculuklarından elde ettikleri ilimler ise, kendilerine gerçekleşen tecelliye göre, yakinin artışından (kaynaklanan) ilimler, kul­luk ilmi ve kabz ilmi ve halvederin meydana getirmiş olduğu zevk ilmi­dir. Kendisine yerleştikleri mekân Mekke’dir. Çünkü Mekke’nin ruhani­liğine konuk olmak, konuklukların en kâmilidir. Çünkü Mekke Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi ‘şehirlerin anasıdır.’142 Başka bir ayette ise ‘her şeyin meyveleri orada devşirilir143 buyrulur. Böylelikle genelkştirmiştir. Başka bir ayette ise ‘katınızdan bir rızık144 demiştir. Hâlbuki onu başka­sına izafe etmemiştir. Öyleyse bunlar, vehbi ilimlerdir. Bunlar ile onla­rm ruhları hayat bulur. Mekke’nin dışındaki bir şehir hakkmda aynı şeyi söylememiştir. İşaret ettiğimiz bu ilimler ise, hali zillet ve yoksulluk, makamı ise celal, kabz, heybet, havf (korku) olan kimse adına gerçekle­şebilir. Kulun nitelikleri söylediğimiz gibi olduğunda, Allah Teâlâ onun haline izzet, zenginlik, güzellik, bast, kendisiyle ünsiyet, kendisi adma değil başkası adına ümit ihsan eder. Çünkü kendisi adma Rabbinden güvendedir. Çünkü o ‘Dünya hayatında onlar için müjde vardır141 denil­diği gibi müjdelenmiştir. Hakkın verdiği müjde, bir haktır ve neshedilmez. Böyle bir müjde olduğunda, -fakat nass isetuzaktan gü­vende olunur. Bu menzilde garip bir zevk vardır ki başkasında bulun­ması mümkün değildir. Şöyle ki: Herhangi bir halde bulunduğunda, Allah Teâlâ o halde sana o halden bir bilgi verir. Bu halde, bir şeyi bilmekten o şeyi görmeye intikal eden kimse gibi çıkmazsın. Söz konusu kimse adına tek bir şeyde daha çok açıklık gerçekleşir. Aynı şekilde bu menzil de öyledir ve ondan bir menzildir. Söz konusu kişi, iki zıddı bir araya getirmeyi öğrenir. Bu, bir zıddın kendi zıddında bulunmasıdır. Bu bilgi en güçlü bilgidir. Onunla vahdaniyet öğrenilir. Çünkü bu bilgi sahibi öyle bir hal müşahede eder ki, bir şeyin kendi zıddının aynı olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Böylelikle mutlak birliği çoklukta idrak eder. Fakat bu idrak, matematikçilerin yöntemine göre gerçekleşmez. Çünkü onların yöntemi, vehmi bir yöntem iken bu yöntem müşahede edeli kesin bir yöntemdir.

Bu menzilde gözükenlerden birisi de, öncekilerden Ebu Said elHarraz idi. Ben bu menzile girdiğimde ve benim adıma gerçekleşen haller gerçekleştiğinde, bu durumu bizzat kendisinden duydum. Onun gerçek olduğunu ve insanların onu inkâr ederken de bir hakikate da­yandıklarını anladım. Çünkü onlar bunu akla göre inkâr etmektedir. Akıl ise, teorik gücü yönünden, bundan daha fazla bir güce sahip değil­dir. Bütün gücünü sarf eden kimse, hiç kuşkusuz ki, görevini yerine ge­tirmiş demektir. Bizim ayağımızın üzerinde sabit olduğu ve yerleştiği (bilgi) budur. Herhangi birinin dile getirdiği iddiayı da inkâr etmeyiz. Fakat bize inkâr etmemiz emredilirse, dinen onu inkâr ederiz. Bu inkâr da bir gerçektir. Bu durumda inkâr edilmesi zorunlu bir durum müşa­hede etmişizdir. Nitekim daha önce de onu aklen inkâr etmiştik. Şeria­tın bir gücü vardır. Şeriat kendi hakikati bakımından bu gücü aşamadı­ğı gibi aşnı şey akıl için geçerlidir. Zevkin bir gücü vardır ve bu güce göre ona davranırız. Nitekim bütün güçleri de kendilerine nispet edilen güçlerine göre kullanırız. Öyleyse biz vakte göre hareket ederiz. Bu bağlamda akılla birlikte aklın inkâr ettiklerini inkâr ederiz. Çünkü o es­nada vaktimiz akıldır. Aynı şeyi keşif yoluyla veya şeriata göre inkâr etmeyiz. Şeriada birlikte olduğumuzda (vaktimiz şeriatın hükmünü dikkate almak olunca), şeriatın inkâr ettiğini inkâr ederiz. Çünkü bu esnada vaktimiz şeriattır. Fakat aynı şeyi akta veya keşfe göre inkâr et­meyiz. Keşfe gelirsek, bu durumda hiçbir şeyi inkâr etmeyiz. Aksine her şeyi yerli yerinde onaylarız. Öyleyse kimin vakti keşif olursa, kendisi in­kâr edilir, o ise hiç kimseyi inkâr etmez. Vakti akıl olan kimse ise, ken­disi inkâr edilir ve kendisi de inkâr eder. Kimin vakti şeriat olursa, ken­disi de inkâr eder, kendisi de inkâr edilir. Bunu bilmelisin!

Bilmelisin ki, bu menzilin bir hali vardır ki, başka bir menzile ait

t

olamaz. Bu hal, ilahi isimlerin hüviyetinin bilgisini kazandırmasıdır. Bu durum ‘hüve’ hakikatinin verisinden farklıdır. Çünkü ‘hüve’nin hakika­tinin bir yönü, ancak bu müşahede yerinde ve menzilinde müşahede edilir ve öğrenilir. Çünkü bu menzilde zahir olan, bâtın olanın aynıdır. Şu var ki Hakkın hüviyeti, bu menzile girmez. İlahi isimler hakkında söylediğimiz bu hususu onların kendileri (enaniyet) bakımından değil, hüviyetleri bakımından söyledik. Bilmelisin ki bu menzile girdiğinde, peygamberlerden bir grup ile bir araya gelirsin ve kendilerine özgü zevklerden sahip olmadığın bir takım bilgiler alırsın. Bu durumda söz konusu bilgiler peygamberler adma zevk yoluyla gerçekleştiği gibi senin için de keşf yoluyla gerçekleşir. Böylelikle senin adına onlardan delille­rin ve alametlerin bilgisi meydana gelir. Artık yeryüzünde ve gökte hiç­bir şey sana gizli kalmaz. Sana her ne gözükürse, kendisini ayırt eder ve bu menzile ulaşmamış olan bir başkası onu bilmezken sen onu öğrenir­sin. Bu bir keşif bilgisidir. Çünkü sen onu -sana ait bir zevk olmadığı için kendinden görmedenalamet vasıtasıyla müşahede edersin. Pey­gamberlerden kıdem bilgisini de öğrenirsin. Bu bilgi değerli bir bilgidir ve onun sayesinde öğrenmiş olduğun sırları ve bilgileri mertebelerden ayrıldıktan sonra muhafaza edebilirsin. Söz konusu mertebelerde senin adma gerçekleşen bilgi ve sırlar gerçekleşmişti, insanların büyük kısmı, gördüğü şeyleri (mertebeden ayrıldıktan sonra) unutur. Bu peygam­berden bu bilgi onun adma gerçekleştikten sonra, nebiler (bilgilerini) korudukları gibi o da (bilgisini) korur. Aynı zamanda peygamberlerden âlemde şeriadar bilgisini öğrenirsin. Bu ilmin kaynağı nedir, nereden alınır? Bazı hükümlerde şeriatlar niçin değişir? Hangi hususlarda aynı ve ortaktırlar? Öyle ki bu kişi, keşfinde Allah Teâlâ’nın yardımıyla desteklen­memiş olsaydı, nebilik iddiasında bulunurdu. Fakat Allah Teâlâ velilerini des­teklemiş ve kendilerine ait olmayan iddialarda yanılmaktan onları mu­hafaza etmiştir. Çünkü onlar insanların nezdinde kendi hazlarından uzaklaşmışlardır. Fakat Allah Teâlâ’nın katında kendi hazlarından uzaklaşmış değillerdir. Hakkın Hakk için talep edilmesi mümkün değildir. Hakk haz için talep edilir. Bu bağlamda talebin yararı, talep edilen şeyin elde edilmesidir. Hakk ise, herhangi bir kimse tarafından elde edilemez ve (bu yönden) bir bilen tarafından talep edilemez. Sadece haz için talep edilebilir.

Bu ilimden âşıklar tedavi edilir. Muhabbet onlarda ifrata kaçtığın­da, bu mertebeden çektikleri azap halinden kendilerini kurtaracak rahat­lık ilacı onlar için çıkartılır. Söz konusu azap, sıkılma, daralma gibi aş­kın yol açtığı durumlardır. Bu nebileri müşahede etmekten, aynı za­manda, kullan arasında hakkın vekilleri olan kimselerin kendisine muh­taç oldukları rahmet, kahır, güç, yumuşaklık gibi şeylerin bilgisi öğreni­lir. Bunlar, vekil (naib) olduklarında insanlara karşı davranışlarını belir­lediği gibi kendi nefislerine ve Hakka karşı da onlara göre davranırlar. Böylelikle bütün bunları elde ederler. Böyle bir insan sıradan insanlar arasında naiblik derecesini elde etmemiş olsa bile, kendisine özgü âlem­de o Allah Teâlâ’nın vekilidir. Kendisine özgü âlem ise, kendi nefsi, -ailesi ve çoluk çocuğu var iseailesi ve çocuklarıdır. Bu menzildeki insan pey­gamberlerden bir sır öğrenir. Söz konusu sır vasıtasıyla bilgisiz, bilgi­sizlik ölümünden hayat bulduğu gibi Allah Teâlâ da ölüleri onunla diriltir. Çünkü o da ülfet menziline racidir. Çünkü bir şeyin hayatı, kendisiyle ülfet etmesinden ve el-Hay isminden kendisine bakmasından kaynakla­nır. Bu isim, bileşik değildir. Aynı zamanda ‘muhallak (tam yaratılmış)’ ifadesinde geçtiği üzere tam yaratılış onun adına gerçekleşir. Bu men­zilde onun adına muhallak olmayan yaratılışın bilgisi gerçekleşmez. Ek­sik yaratılışın bilgisi, ancak başka bir menzilden meydana gelebilir.

Bu menzilde, nebilerden tasavvur bilgisini öğrenir. Bu bilgi, bileşik olmayan tekillerin bilgisidir. Bu menzilden anlamlar suret giyer. Böyle­likle alim meseleleri kendi nefsinde tasvir eder, sonra onları öğrenenlere en güzel şekilde onları gösterir. Bunlar, ‘muhallak’, yani tam yaratılış sahibidir. Hata ederse, başka bir menzilden kaynaklanır. Bu menzilde âşıkta meydana gelen aşkın sebebinin ne olduğunu ve başka birine değil de sadece kendisine bağlanmasını sağlayacak şekilde âşık ile maşuku birbirine bağlayan bağın ne olduğunu öğrenir. Acaba âşık niçin bilgisi­ne göre daha güzel olan birisinden kendi gözünde daha güzel görmek­tedir. Kölesi olsa bile, niçin maşukunun otoritesi altına girmektedir? Niçin maşuk olduğunda, otorite efendiden köleye geçmektedir ve onun emir ve yasakları altına girmektedir? Böyle bir durumda kölesinin kendişine verdiği emre karşı çıkmayı akimdan bile geçiremez. Nasıl oluyor da efendilik köleye, kölelik ise efendiye intikal etmektedir? Köle efendi de açık bir şekilde nasıl hüküm sahibi olmaktadır? Niçin onu kendinden daha büyük gördüğünü zannetmektedir? Kendi mutluluğunu kölelikte ve onun önünde zelil olmada görmektedir? Hâlbuki o, doğası gereği başkanlığı sevmektedir. Niçin aşk, doğasma etki etmektedir? Bu sayede ruhların doğa üzerindeki otoritesi onun adına belirginleşir. Aşk ruhani­dir ve ruhun hakikatinin gerektirdiği şeye kendisini çevirmiştir. Çünkü ruhun kendisinde başkanlık (duygusu) yoktur ve böyle bir nitelik kabul etmez. Bu insan şunu da öğrenir: Aşk doğal ve ruhani (aşk) diye bölü­nür mü? Yoksa o, ruhun özelliklerinden birisi midir? Yoksa aşk, hay­vanda ve bitkilerde de bulunması nedeniyle, doğanın özelliklerinden bi­risi midir? Bir insan bir cariyeye veya oğlana âşık olup da bütünüyle kendisinden niçin geçer ve belirttiğimiz bu durumda olur? Hâlbuki in­san kendisini altın, gümüş, akar, mal gibi insan olmayan bir nesneye ise kendisini aynı şekilde bırakmaz. Bu, kıymetli bir bilgidir. Bu nedenle insan, zikrettiğimiz dünyevi malların dışında, kendisini sadece Hakkın sevgisine böyle bırakır, insan, Hakka olan sevgisinin tümel mi, yoksa tikel mi olup olmadığını öğrenir. Bunun anlamı şudur: Acaba insan Hakkı doğası ve ruhu yönünden bütünüyle mi sever, yoksa sadece ruhu yönünden mi Hakkı sever? Çünkü doğal sevginin bu ilahi mertebeyle ilgisi yoktur. Acaba bu mertebenin doğal sevginin kendisiyle ilgili ol­duğu bir mazharı var mıdır, yok mudur? Bütün bunlar, bu menzilin bilgisinin özelliklerindendir. Bu menzilin ilimlerinden öğrenilen husus­lardan birisi de, zamanın ve onun niçin döndüğünün bilgisidir? Acaba o, var olan bir durum nedeniyle mi yoksa var olmayan bir durum ne­deniyle mi döner? Acaba gece ve gündüz zaman mıdır, yoksa onlar bir zamanın bulunduğuna delil midir? Gece ve gündüz zamanda mı mey­dana gelir? Bu menzilden, ruhları indirtmek için konulmuş bedenler, onların suretleri, şekilleri, yapıları, üzerlerine işlenen şeyler, onlardan meydana gelen şeyler, bir süreleri olup olmadığını öğrendikten sonra ise süreleri öğrenilir. Özellikleri, doğaları ve Allah Teâlâ’nın kendilerinde yarat­tığı etkileri yönünden harfler ve yıldızlar öğrenilir. Bu etkinin kimlerde olduğunu, bunların etkilerinden neyle sakınılacağı bu menzilden öğre­nilir. Bağladığında ise, bağladığını nasıl serbest bırakacağın veya serbest bıraktığında ise, serbesdikten nasıl bağlayacağın bu menzilden öğreni­lir. Bu menzilden şu mısrada dile getirdiğimiz husus öğrenilir :

Hakk bilinmezlik vi "bilinme arasında

İnsanlar terk edilmişlik ve ülfet edilmiş arasında

Şe’n nitelik ile nitelenen arasında

Hal makbul ve sarf edilen arasında

İşte bunlar, bu menzilin içerdiği bazı hususlardır. Menzilde başka pek çok şey vardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

Muhammedi Makamdan İtibar Menzili ve Sırlarının Bilinmesi

Fiillerdeki tecellisi mümkün değil Bizce, başkası için ise mümkündür bu

Bu imkâna delil kendi fiiliyle getirilir Kul aciz iken fiilde nasıl görülür

Bir kısmı Hakk âlemde zâhirdir der Bir kısmı der ki, Hakk vermemede faildir

İşin gerçeği acizlik ve hayret

Bu ise ancak başarıya erene aydınlanır

Bilmelisin ki, bir mazharın dışında zati tecelli, hakikat ehli arasında imkânsız sayılmıştır ve bu konuda bir görüş ayrılığı yoktur. Mazharlarda tecelli ise -ki bu inanç suretlerindeki tecellidirherhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın gerçekleşir. Akledilirlerde tecelli de, bir görüş ayrılığı olmaksızın gerçekleşir. Bu ikisi, itibar tecellileridir. Çünkü bu mazharlar, ister akledilirlerin suretleri olsun ister inanç suretleri olsun, bilgiyle üzerinden geçilen bir köprüdür. Başka bir ifadeyle bu suretlerin ardında görülmesi ve bilinmesi mümkün olmayan bir varlık olduğu bilinir. Gö­rülmeyen ve bilinmeyen bu bilinenin ardında ise, bilinebilecek bir haki­kat kesinlikle yoktur. Fiillerdeki tecellisine gelirsek -ki kendisinden var olanların meydana geldiği ve mazharların ortaya çıktığı zat ile var olan­ların ve mazharların ilişkisini kast etmekteyimbu durum şu ayette be­lirtilir: ‘Onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık tutmadım.’146 Hakk, bazı kullarının inançlarında bu durumun geçekleşeceği inancını yerleştirmiş­ken bazı kullarının inançlarına ise böyle bir şeyin gerçekleşmesini red­detme inancını yerleştirmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Teâlâ inanç suretlerinde tecelli eder. Öyleyse bazı kimseler, kendisinin ve baş­kasının fiillerinin Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu ve bununla bir­likte onları kendi kudretinden görür. Bilir ki, fiiller, ilahi kudretten meydana gelir. Bununla birlikte kendi kudretinin veya başkasının kud­retinin fiilin var edilme ve yokluktan varlığa çıkartılması esnasında güç yetirilene ilişmediğini görür. Böyle birisi, hakkın fiillerde ancak burada gerçekleşmiş olacağı şekilde tecelli edeceğini kabul eder. Böylelikle bu tecelliyi imkânsız sayar. Kendi fiillerinin kadim kudret tarafından değil kendisi tarafından yaratılmış olduğunu bilip de, onları ancak varlıkları esnasında görürse, bu inanç sahibi insaflı olursa, kudretinin fiilin yara­tılmasına iliştiğini görmez. O sadece kendisindeki hareket ile organın bu tecellinin gerçekleşmesine iliştiğini görür. Bu hususta meseleyi bi­lenler arasında görüş ayrılığı vardır ve bu, dünyada ve ahirette ortadan kalkmaz. Şu var ki dünya, kendi hali gereği, bu ve benzeri konularda çekişmeyi gerektirir. Cennette ise bu konuda çekişme söz konusu de­ğildir. Çünkü her bir görüşü Hakk, sahibinin inancına göre, onaylamış­tır. Ahirette birinci kişi adma fiillerde tecelli edeceği inancını korumuş iken diğeri hakkında ise fiillerde tecelli etmeyeceği bilgisini korumuş­tur. Bununla birlikte tecellinin gerçekleşmeyeceği veya gerçekleşeceği inancı sabit olsa bile, tecelli gerçekleşir. Fiillerde tecelliyi imkânsız sa­yan, onu kabul edenin Haktan gördüğünü görür ve bu tecellide gördü­ğünü öğrenir. Nitekim burada da kendisinden çıkan akledilirleri bilir. Bu diğer kişi ise, imkânsızlığı kabul eden kimsenin Allah Teâlâ’dan öğrendiği şeyi öğrenemez. Buradan işin sorunlu olduğu ortaya çıkar. Allah Teâlâ kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle bize hitap ederken tecellinin olacağını ortaya koyan olduğu kadar aynı zamanda onu akılcıların dü­şüncelerinde de ortaya koyan ve onaylayan da Allah Teâlâ’dır. Böylelikle akıl­lar, tecellinin gerçekleşmeyeceği şeklindeki bilgiyi fikir güçlerinden alır. Bu perde hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Yükümlülük ise, her ilâ grup arasında bir görüş ayrılığı olmaksızın, fiillerin kazanılmış olduğu yö­nüyle kesindir. Görüş ayrılığı, iki kudretten hangisinden var edildiği hususundadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara nasıl yaptığımız size gö­ründü:147 Bu, tecellinin fiillerde gerçekleşeceğini kabul edenlerin en güç­lü delili olduğu gibi aynı zamanda bunu reddedenlerin de en güçlü deli­lidir. ‘Bakmazlar mı, Rabbin gölgeyi nasıl da uzatır.,MS Burada görme ce’ edatına bitişmiş, görülen şey ‘nasıl’ yapılmıştır. Fiillerde tecelliyi kabul etmeyen kimse şöyle der: ‘Burada Hakkın zatını görmüyoruz. Hâlbuki O, gölgenin uzamasına keyfiyet vermektedir. Hâlbuki biz onu görmü­yoruz. Biz sadece yoğun şahıslardan gölgenin uzadığını görmekteyiz. Bu gölgeler, üzerinde bulundukları cisimlerin üzerine ışıkların yayılma­sını engeller. Buradan şunu anladık: Bu hitapta görmek, zikretmiş ol­duğumuz ‘nasıl’ ifadesiyle ilgili olmalıdır. Bu ise, başkasından değil, Allah Teâlâ’dandır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kesif şahısların dikilip bir yönlerin­deki nurların bu şahıslar nedeniyle mekânlara yayılmasının engellenme­sini dileseydi, onların bu engellemeleri gölge diye isimlendirilirdi. Ya da bu gölgeler o mekânlar üzerine ışığın yayılmasını engellerdi ve mekân­larda başka bir ışık yaratılmazdı. Bu perdelenmiş ışık ise, iradesi bundan eksik kalacağı için, o mekânla üzerine yayılamazdı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra onu kolaylıkla kendimize çekeriz.’149 Burada çekme, me­kânın görülmesini sağlayacak şekilde ışığın ortaya çıkmasıyla gölgenin kendisinden çıktığı şahsa göre dönmesidir. Burada çekilen gölge duvara değil, Allah Teâlâ’ya çekilmiştir. Duyuda ve gözün gördüğü kadarıyla, gölge­nin çekilmesi ve kesif şahsın yönüne doğru toplanmasının nedeni ışığın ortaya çıkmasıdır. İlahi konularda en fazla ve büyük hayretin ortaya çık­ağı mesele, fiillerdeki (tecelli) meselesi, bilhassa da yaratıkların fiilleri­nin kınanmaya ve övülmeye konu olmalarıdır. Fiillerin iyi veya kötü değerlendirmesine tabi tutulması, onları yaratıkların fiilleri olmaktan çıkartarak kendilerinden ortaya çıkma halinde yaratılmamışlardan baş­kasının fiilleri yapar. Allah Teâlâ’ya ait bütün fiiller, fiili yaratılmıştan olumsuzlayan muhalifin mezhebine göre iyi ve güzeldir. Hâlbuki herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, fiiller için kötülük (hükmü) sabittir. Söz ko­nusu kişi, Allah Teâlâ katından kınanmanın bu fiile ilişmiş olduğunda tered­düt etmez. Bunun sebebi ise, Allah Teâlâ’nın o konudaki övgüsüne aykırı ola­rak meydana geldiğinde, kesbtir. Söz konusu fiil ya emredilmiştir fakat kişi onu yapmamıştır veya yasaklanmış bir iştir, fakat kişi onu yapmıştır (kınanmanın nedeni budur). Bunun içindeki kendindedir. Şair böyle bir mesele hakkında şöyle demiştir:

Hayretten hayret sadır oldu

Keşke, keşke! Hayrete düşülmeyen kim vardır?

Ben ‘ben’ dersem, der ki hayır 0 ben derse, ödünç olmaz

Ben mecburum ve fiilim yoktur Yaptığımı zorunlulukla yaparım

Fiilimin dayandığı kimse Onun fiillerinde seçim yoktur

Ben ve 0 aynı noktadayız 0 noktanın ise bir kararı yok

Bu bölümde söylediklerimizle hakkında hayretini artıracak hususla­rı sana öğrettik. Zikrettiklerimizi söyledikten sonra bilmelisin ki: Bu menzil, gerçekte hayret menzili ve gayret makamıdır. Bu menzilin ilim­leri arasında -ki o hayret bölümüne dahildiryokluğun olmakla nite­lenmesi vardır ki olmak kendisini gerektirir. Bunun yanı sıra, Hakkın var olanları yoklukta yaratmayla nitelenmesi, yokluğun belirli bir tarzda yaratılmasının bilgisi vardır. Bu yaratılış sonucunda şöyle denilir: Failin fiili bir şey değildir ve şey olmayan fiil olmaz. Hakk onu kendisine nispet etmiş ve şöyle demiştir: ‘Dilerse sizi giderir.™0 Yani sizi yokluğa katar. ‘Başka bir yaratılış getirir.’'51 Burada Hakkın yokluğa katmayı meşiyete nasıl izafe ettiğine bakınız! Hâlbuki onu kendisiyle yaratmanın gerçek­leştiği kudrete izafe etmemiştir. İlahi kitaplar, böyle ifadelerle doludur ve bu menzil de onları içerir. Bu konuda işin doğrusu şudur: Var olan­lar zikredildiği üzere yoklukla nitelenme halinde -ki yokluk mümküne aittir, Hakk ait değildirsabit hakikatlere sahiptir. Hakk onları varlık için izhar edip de kendilerine halini giydirmiş ve yokluk halinden soyutla­mıştır. Böylelikle de kendisi var eden diye isimlendirildiği gibi bu ‘ayn’ da mevcut diye isimlendirilmiştir. Böyle ise, Hakkın onları kendisinden çıkarttığı şeye -ki o yokluk halidirgeri çevirmesi uzak görülemez. Bu durumda Hakk onları yok edici olmakla nitelenirken onlar da madum olmakla nitelenir. Artık bunun hangi nitelikle geldiğini öğrenmeye ge­rek yoktur. Bize sorulursa, biz her iki durumun ve halin gerçekleşmesi­ni de meşiyete ait sayarız ve birbiriyle tartışan iki hasım bu görüşü ka­bul eder. Bu ayn-ı sabıte’nin varlığa nasıl katıldığı sorulursa, onu kudre­te ve meşiyete izafe ederiz. İki hasım bunu da kabul eder. Anlatmak is­tediğimiz şeyi anladıysan, hepsini meşiyete katabilirsin. Bu, en doğrusu ve en uygun olanıdır ve öyle yaparsan, bu konuda tartışmaktan kurtu­lursun. Öyle ki bütün gruplar bu konuda tartışmadan uzak kalır. Allah Teâlâ’nın onların nurlarını gidermesi de bu konuyla ilgilidir. Başka bir ifa­deyle nurlarını gözlerinden giderir. Fakat gözlerinden nurun giderilme­si onun yok edilmesini gerektirmez. Bundan anlaşılan şey şu değildir: Allah Teâlâ onların gözlerinden nuru yok edip onları görmez bir halde karan­lıklarda bırakır.

Bu menzilin ilimlerinden birisi de, Hakkın bir topluluğu içlerinden sadece birisinin yerine getireceği bir iş için göndermesidir. Bu menzilin ilimlerinden birisi de, görmeden, vurmadan ve atmadan bilginin var olmasıdır. Acaba bu fiiller, öğrenci için öğretmenin sözü konumuna nasıl geçmektedirler? Biz bu sanattan, bakıştan (bilginin meydana gel­mesini) tattık. Bilmelisin ki, güneşin nuruyla bakmak çokluklarına, uzaklıklarına rağmen bütün görülenleri içerir. Üstelik onları uzun bir zaman diliminde görmez. Aksine gözden çıkan ışığın görülenlerin üze­rine yayılma anı, gözün kendilerini idrak etme afuyla birdir. Burada bir zamansal sıralama veya uzama yoktur. Bununla birlikte, söz gelişi ne­den ve nedenlinin varlıkta eşit olmalarına rağmen belirli bir sıralamada gelmesi gibi, akledilir bir sıralama olabilir. Aynı şey lahza, vurma veya atma da Allah Teâlâ’nın kendilerine yerleştirmiş olduğu bir takım ilimleri içe­rir. Vurandan veya atandan veya düşünenden bu fiiller gerçekleştiğinde, o vuruşun gücündeki bütün bilgileri idrak eder. Bu durum, güneş ışı­ğıyla bakışın o bakışın gücündeki bütün görülenleri vermesine benzer. Burada vurma veya diğer fiillerde bir eksiklik yoktur. Çünkü o, güneşin görülenlerin büyük kısmı üzerine yayılması gibi, sonsuz bilgileri içerir. Eksiklik, idrak edenin kalbinde meydana gelir. Bu durum, güneşin ay­dınlattığı bütün cisimleri görmeye imkân vermeyen gözün eksikliğine benzer. Bütün bunlar, idrak eden -söz gelişi mekânda bulunmayan ruh­lar gibizamanla sınırlananlardan ise, tek bir anda gerçekleşir. Böylelik­le onlar, zamanda ve zamanda olmaksızın idrak edilenlerden idrak ettik­leri şeyleri zamanda olmaksızın idrak ederler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hak­kın iki eliyle kürek kemiklerinin -veya sırtınaaraşma vurduğu, parmak­larının serinliğini göğsünde hissettiği ve böylelikle öncekilerin ve son­rakilerin ilimlerini öğrendiğini belirttiği bir ifadesi buna işaret eder. Di­lediğine dilediğini dilediği şekilde öğreten Allah Teâlâ münezzehtir. Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O, Alim ve Kadir’dir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Huneyn günü düşmanların yüzüne attığı toprak da bu konuyla ilgilidir. Bu toprak onların gözlerine isabet etmiş ve bozguna uğramışlardır. Bu atmanın ve bu vuruşun içerdiği şeylere ba­kınız! Bu bağlamda bakışa gelirsek, ben onu kimseden aktarmadım ve kimseden de duymadım. Ben onu bizzat kendimden gördüm. Bir bak­tım ve bu bakışın içermiş olduğu ilimleri öğrendim. Bana bir bakış ve­rildi, onunla baktım ve bu bakışın içerdiği tüm bilgileri öğrendim. Bu zevkler ilmidir. Buradan, ‘duyduğuyla görür, gördüğüyle duyar, konuş­tuğuyla işitir5 diyenin sözü anlaşılır.

Bir kişinin topluluğun yapabileceği şeyi yerine getirmesinin fayda­sına gelirsek, bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın bu cemaate olan inayeti ve nime­tidir. Çünkü Allah Teâlâ onlar için bu iyilikte bir pay ayırmıştır. Bunun ne­deni, bir kişinin topluluğun yapacağı işi yapmadaki eksikliği değildir. Bunun nedeni nispederin hakikatleridir. Çünkü bu konulmuş (vaz’î) değil, gerçek bir tertiptir. Bu durum (ilahi nitelikler arasında) Hayy’ın Alim’in önüne geçmesine benzer. Ya da Mürid isminin Alim, Kadir is­minin Mürid isminin kapsamı altına girmesine benzer. Bu nedenle Mürid, Kadir’e özgü bir işi yerine getirmez. Ya da Alim mürid ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Hay, Alim ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Alim hay ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Mürid Alim ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Kadir Mürid ismine özgü bir şeyi yerine getirmez. Hâlbuki Alim Hayy’ın aynıdır, Mürid Kadir’in aynıdır. Hayat bilginin, bilgi iradenin, irade kudretin aynıdır. Ya da hayat Hayy’ın, o da Alim’in, o da Mürid’in, o da Kadir’in aynıdır. Diğer nite­likler de böyledir. Öyleyse nispeder farklı farklı iken hakikat birdir. Bi­linen, nitelik, hal ve nitelenendir. Öyleyse toplam birliğin kendisinde hüküm olarak -varlık olarak değiliçkindir. Çünkü orada bu toplama ait mevcut hakikatler yoktur. O sadece tek bir hakikattir ve ne kadara ulaşırsa ulaşsın nispederi vardır. İşte bu varlığın var olanlara yayılması­dır. Başka bir ifadeyle bu, mevcut ve makul arasında, bir’in topluluğun yapacağı işi yapmasıdır. İşte bu menzil, zikrettiğimiz bu meseleyi içerir.

Bu menzilin ilimlerinden birisi de, unsurların ve türeyenlerin bir­birlerine, dönüşmesinin bilgisidir. Bu dönüşme, dönüşen ile kendisine dönüşüleni birleştiren bir bağla gerçekleşir. Bu bağlayıcı nispet ortadan kalksaydı, herhangi bir şey diğerine dönüşmezdi. Çünkü (bu bağ yok ise), bir şey ötekinden her yönden farklıdır. Bu nedenle Rab ile merbub arasında nispet bulunmuştur ve bu sayede rab kulun rabbi olabilmiştir. Hâlbuki merbub ile rabbin zatı arasında herhangi bir nispet ve ilişki yoktur ve bu nedenle de zattan herhangi bir şey meydana gelmez. Nite­kim nedenleri ve nedenlilerden söz edenler bunu belirtmiştir. Öyleyse zat, zat olması bakımından eşyayı var etmeye yönelemez. Eşyayı var etmeye ancak buna güç yetiren olması ve engelin bulunmayışı yönün­den yönelir. Bu durum ise, ilahlık diye isimlendirilen şeydir. Aynı şekil­de Allah Teâlâ doğaları da başkalaşmalar nedeniyle garip bir şekilde sıralamış­tır. Böylelikle ateş unsurundan sonra hava unsuru gelir. Hava unsurunu ise su unsuru takip eder. Su unsurunu ise toprak unsuru takip eder. Ateş ile su arasında bütün yönlerden doğal olarak birbirini itme özelliği vardır. Toprak ile hava arasında da doğal olarak bütün yönlerden birbi­rini itme hali vardır. Allah Teâlâ, her biri iki yön olsun diye, bu doğaların ara­sına vasıtalar yerleştirmiştir. Her bir yönün kendisini takip eden uçla özel bir ilişkisi vardır. Bu bağlamda Allah Teâlâ suyu ateşe dönüştürmek iste­diğinde -ki ateş suya doğası gereği zıttıronu önce havaya, sonra ise o havayı ateşe çevirir. Allah Teâlâ’nın havaya dönüştürmeden suyu ateşe dönüştürmeyişinin nedeni, (kudretteki eksiklik değil) sadece karşılıklı ilişkinin varlığıdır. Doğa âlemindeki bütün dönüşmeler de böyledir.

Bu konunun ilahi mertebedeki durumuna gelirsek, bu konuya bu kitapta yaratılmışın zatının Yaratan’ın zatının niteliğiyle ve Yaratan’ın zatının yaratılmışın zatının niteliğiyle nitelenmesi bahsinde işaret etmiş­tik. Sonra Yaratan’ın zatı yaratılmışın zatının gerektirdiği özellikten so­yutlandığı gibi yaratılmışın zatı da Yaratan’ın zatının gerektirdiği özel­likten soyutlanır. Rab ile merbub arasındaki ilişki olmasaydı, merbub kendisine delil olamayacağı gibi ikisi de birbirlerinin nitelikleriyle nite­lenmeyi kabul etmezlerdi. Bu nispet sayesinde Hakk kullarını yükümlü tutmuş, onlara emir vermiş ve yasaklar koymuştur. Yine aynı nispet ne­deniyle yaratıklar, emir ve yasakla muhatap olmuştur. Kalp sahibiysen ve zikrettiğimiz hususta ‘şahit olduğun halde kulak verenlerden’ isen, dikkatini çektiğim hususu iyice incele. Böyle olmazsan, büyük iyiliği ve değeri ve yararı büyük kıymetli bilgiyi kaçırırsın. Fakat o, Allah Teâlâ koru­madıkça, tehlikeli bir şeydir.

Bu menzilde gizli ilahi tuzak, el-Kahir, el-Kadir isimlerinden orta­ya çıkar. Bu tuzak, gayb âleminden duyu âlemine kahır kılıcı vasıtasıyla var olmuştur. Bu kılıç, rahmani bir isme bağlanmış bir varlığı arar. Ör­nek olarak, Hz Musa’nın Firavun’u veya Nemrut ve Firavunların pey­gamberleri peygamber adına aramasını verebiliriz. Bütün bunlar, ârifte bilfiil bulunan ve onun zahirinde ve bâtınında gözüken niteliklerdir. Arif bunları kendi nefsinden keşf eder. El-Kahir isminin adamları ken­disine musallat olduğunda, ârif el-Bâtın ismine iltica eder. Böylelikle bu isim onun adına el-Kahir ismi nezdinde şefaat eder ve ilahi isimlerden bir grup el-Bâtın ismi adına harekete geçer. Bunun nedeni, hüve’ye ya­kınlığı nedeniyle el-Bâtın ismine saygıdır. Onunla birlikte, menzilinin hüve’den uzaklığı nedeniyle, ez-Zahir ismi üzerine hakim olurlar. Bu isim onlar adına gayb âleminden berzahta bir topluluk harekete geçirir. Çünkü berzah âlemi, etki bakımından duyu âleminden daha güçlüdür. Çünkü berzah âlemi, duyu âleminde duyunun kendilerine etki ettiği şeyle etki edebilirken duyu hayale (berzah) etki edemez. Bakınız! Uyu­yan insan rüyasında cinsel ilişkiye girdiğini görür ve bunun etkisiyle duyu âleminde cenabet olur. Kendisini korkutan bir kâbus görür, bu­nun etkisiyle uyuyanın bedeninde hareket, kendisinden çıkan ses veya anlaşılan bir söz veya korkunun etkisiyle terleme görülür. Hayal duyu suretinde kendiliğinde duyulur olmayan bir şeyi izhar eder ve kendisini duyuya katar. Duyu âlemi ise, duyuluru bizzat hayal edilen haline ge­tirme gücüne sahip değildir. Böylelikle ârif için bu berzahî topluluğun kendisinden bilgiler meydana gelir. Bu bilgilerle ârif, -böyle bir şey sa­bit isemutluluğuna zarar veren kuşkunun bilgisine ulaşır. Bu menzilde bu kuşku ve bu delillerin bulunması zorunludur.

Mevkıf (Durak) Nedir?

Bilmelisin ki, iki menzil veya münazele (Hakkın inişi ve kulun yük­selişi), iki makam veya iki hal arasında bir berzah vardır. Kulun kendi­sinde durduğu bu berzah, mevkıf (durak) diye isimlendirilir. Mevkıf, elMevakıf adlı eserinde Muhammed b. Abdülcabbar en-Nifferi’nin hak­kında konuştuğu meseledir. Bu eserinde NifFeri ‘falan mevkıfta Hakk beni durdurdu (evkafenî)’ diyerek söze başlar. Kendisine izafe ettiği bu isim, kendisine intikal ettiği menzil veya makam veya hal veya münazele’dir. Şu var ki ‘beni mevkıfta durdurdu’ dediği mevkıf ise, mevkıfların ötesindedir. Söz konusu mevkıf, kendisine intikal edilen mevkıfın adından başka bir adla isimlendirilmiştir. Bu mevkıf, kendi­sinden sonraya ilkine uygun olmayan bir şeyin bulunduğu mevkıftır. Bize göre bu, Hakkın kendisini aktarmak istediği şeydir. Hakk onu ma­kamdan Hakk veya halden makama veya makamdan menzile menzilden münazeleye münazeleden makama aktarmak irade edebilir. Bu mevkıfların varlığının yararı şudur: Hakk, kulu bir şeyden başka bir şeye aktarmak istediğinde, kendisinden ayrıldığı ile kendisine geçeceği şey arasında durdurur ve kendisine intikal ettiği yerin adabını verir, kendi­sini karşılayacağı emre karşı nasıl davranmasını gerektiğini ona öğretir. Çünkü Hakk her menzil, makam, hal, münazele için bir adap belirlemiş­tir. Kul bu hususlardaki ilahi adaba riayet etmezse, kovulur. Bu edep kulun söz konusu mertebe veya hallerde Hakkın gözükmesini irade et­tiği şekilde davranmasıdır. Hakkın iradesi ise, -o emirde veya hazrette inkâr veya kabul edilme tarzındakitecellisiyle öğrenilir. Kul da merte­benin Hakk ettiği adaba göre davranır. Sahih bir rivayette Hakkın karış­tırma mertebesinde tecellisi zikredilmiştir. Hakk inanç suretlerinden -ki burası inançlar mertebesidirbaşka suretlerde tecelli eder. Böylelikle hiç kimse O’nu kabul etmez ve kendisine yaklaşmaz. Aksine Allah Teâlâ kendile­rine ‘Ben sizin Rabbinizim’ dediğinde, şöyle derler: ‘Senden Allah Teâlâ’ya sı­ğınırız.’ Arif ise böyle bir makamda Allah Teâlâ’yı tanır. Şu var ki Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bilgiden şunu öğrenmiştir: Allah Teâlâ, dünya haya­tında, bilgisinin Allah Teâlâ’ya ibadet ettiği belirli bir suretle sınırlanmış oldu-


ğu kimsenin bu yerde O’nu tanımasını dikmemiştir. Ârifin edebinin bir yönü, inkâr ederken söz konusu insanlara uymaktır. Fakat ârif onların söylemiş olduğu sığınma sözünü telaffuz etmez. Çünkü ârif Allah Teâlâ’yı bi­lir. Allah Teâlâ kendilerine bu mertebedeld bu görüş esnasında şöyle sorar: ‘Sizin ile Rabbiniz arasında kendisini tanımanızı sağlayan bir alamet var mıdır?’ diye sorar. Onlar da ‘vardır’ diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, alamederi birbirlerinden farklı bile olsa, onlar için söz konusu alamete (göre tecelli eder). Yeni surette (Hakkı) gördüklerinde ise -ki o kendisinde Allah Teâlâ’ya ibadet ettikleri surettiro zaman Allah Teâlâ’yı kabul eder­ler. Arif, Allah Teâlâ karşısında göstermesi gereken edebin gereğiyle, bu ka­bulde de kendilerine uyar. Böylelikle Allah Teâlâ adma topluluğun kabul etti­ği şeyi kabul etmiş olur. İşte bu mevakıf m yararıdır. Öyleyse daha önce de belirttiğimiz gibi, aralarında mevkıf bulunmayan iki menzil veya makam yoktur. İki menzil veya iki mertebe veya iki makam veya iki hal veya iki münazele -hangisini istersen öyle söylearasında mutlaka mevkıf vardır. Bunun nedeni, onun tek bir şey olmasıdır. Şu var ki, onun hali salik üzerinde başkalaşır. Böylelikle başka bir menzile veya mertebeye intikal ettiğini zanneder ve hayrete düşer. Çünkü o Hakkın kendisini durdurduğunu görmemiş, fakat başkalaşma onun nezdinde gerçekleşmiştir. Kendisinde ortaya çıkan bu başkalaşmanın ise, intikal ettiği menzilden mi yoksa, kendisine geldiği menzilden mi olduğunu da bilemez. Burada işi bilen bir ârif varsa, ona öğretir. Bir şeyhi yok ise, işi karıştırır. Çünkü bu işin bir özelliği de, daha önce kendisine yaptığı gi­bi veya gelecekte kendisine yapacağı gibi, Hakkın onu durdurmamasıdır. Bu durumda salik, üzerinde ortaya çıkan halde saygısızlık yapıp yapmamaktan korkar: Acaba ona önceki edebe göre mi davranacaktır, yoksa yeni halin kendisine ait bir edebi mi vardır? Bu durum, Allah Teâlâ’nın kendisini durdurduğu saliklere aittir. Hakk birisini bu mevkıflardan biri­sinde durdurmazsa ve kendisinden ayrıldığı makam ile kendisine gittiği makamın ayırıcı özelliğini ona bildirmezse, onun intikalleri aynı men­zilde gerçekleşir. Çünkü bu zevk sahibinde sadece tek bir emir vardır ve intikaller bu emirde gerçekleşir. Bu hal, el-Makamat yazarı Münziri’nin haliydi. Makamat diye isimlendirilen kitabını da buna dayandırmıştır. Onları tek bir makam içinde yüz makama ulaştırmıştır Ki bu tek makam muhabbet makamıdır. Böyle bir insan, durdurulmaz ve hayrete düş­mez. Fakat Allah Teâlâ’yı ve kendisine intikal edilen menzil veya makamla ilgili niteliklerini bilmekten pek değerli şeyleri kaçırır. Bunun yanı sıra Hak­kın mertebesi ile bu menzil arasındaki ilişkileri de bilemez. Bu durumda onun bilgisi, bu mertebelere girdiği ilk anda birinci emrin içermiş ol­duğu bir icmal bilgisidir. Buna mukabil, mevakıf sahibinin bilgisi ise, bir tafsil bilgisidir. Fakat kendisinden böyle bir şey gerçekleşmediğinde, adap konusundaki eksiklikleri bağışlanır ve bu eksiklik onun haline etki etmez. Aksine işleri gerektiği şekilde verir. Fakat bu kişi, duranın men­ziline ulaşamaz veya yitirdiği şeyleri de öğrenemez. Duran (mevkıf sa­hibi) onu bilir, fakat o, onu tanımaz. İçinde bulunduğumuz bu menzi­lin bilinmeyen bir mevkıfı vardır. Bilinmeyen de değil, mevakıf sahibi­nin kendisinde hayrete düşeceği bir menzili vardır. Çünkü kendisine özgü mevkıfın vermiş olduğu şey ile bu menzil arasındaki ilişki, menzi­lin üzerine kurulduğu şeyden uzaktır. Aynı şey, ondan sonra gelen menzil için geçerlidir. Şu var ki ona konuk olan kimse, hayrete düşmüş olsa bile, menzil ile vakfe arasındaki ilişki ortadan kalktığında, bu duruş esnasında mevkıftan şunu öğrenir: ilişki, (mevkıf ile menzil arasmda değil), vakfe ile (menzile) yerleşen arasındadır. Böylelikle karşılıklı ilişki oradan kalkmış olsa bile, mertebenin Hakk etmiş olduğu adabı öğrenir ve bundan dolayı Allah Teâlâ’ya şükreder. Mevkıf sahibi, yorulmuştur, fakat o büyük bir bilgindir. Mevkıfı (durak) olmayan kimse, sülûkunda rahattır ve yorulmaz. Belki de bu ikisi bir araya gelse ve mevkıfı olmayan kimse mevkıf sahibinin halini görseydi, kendisinde gördüğü meşakkat nede­niyle onu reddeder ve mertebe bakımından kendisinden aşağı olduğunu zannederdi. Bu nedenle onu kınar, meşakkati nedeniyle kendisini azar­lar ve kendisine ‘bu yol, senin üzerinde bulunduğun halden daha kolay­dır’ diyerek şeyhlik taslardı. Böyle yapmasının nedeni, mevkıfları bilmeyişidir. Mevkıf sahibi olan kimse ise, diğerini bilir, kendisine karşı oylan saygısızlığına karşı ona tepki göstermez, ona tahammül eder, kendi ha­lini ve bu yolda kaçırdığı şeyleri kendisine bildirmez. Çünkü mevkıf sa­hibi şunu öğrenmiştir: Allah Teâlâ o kişi adına bu mertebeyi irade etmemiş ve onu buna ehil kılmamıştır. Bu nedenle onun söylediklerini kabul eder. Ona söyleyeceği son söz şudur: Kardeşim! Ben seni halinle baş başa bıraktığım gibi sen de beni halimle baş başa bırak.’ Sonra da onu kendi haliyle bırakır. Dikkatini çektiğim bu husus, bu yolda olabilecek en yararlı bilgilerdendir. Çünkü bu mesele, karıştırma ve hayrede ilgili­dir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ SEKSENİNCİ BÖLÜM

Musevî Makamdan 'Bana Ne' Menzilinin Bilinmesi

Dedim ki bana ne var, dedi ki ‘kulum senin İçin ne var?

Dedim ki benim için ne var, dedi ki senin için olan katımdadır

Dedim ki, onu bana mülk olarak izafe ettiğinde

Sözünle onu ‘benim katım’ diyerek niçin sınırladın

Dedi ki, benim katımda olduğunu bilince

Senin katındaki mülk benim katımda olur

Dedim ki, sen benim aynım isen

Senin katındaki benim katımdadır sözün doğru olur

Nasıl ki sen ‘senin katındaki benim katımdadır’ diyorsun  Biz de diyelim o zaman: Senin katındaki bizim katımızdadır

Bu daha uygun, çünkü benim zatım bir zarf

Sen münezzeh oldun, ‘kat’ benim katimdir

Bu, yüce bir menzildir. Onunla mevkıfı arasında bir ilişki yoktur. Bu nedenle ilişki, bundan önceki menzilde de olduğu gibi, vâkıfa (du­rakta durana) döner. Yakup peygamber oğullarına şöyle demiştir: ‘Ben sizi Allah Teâlâ’ya karşı koruyamam. Hüküm Allah Teâlâ’ya aittir.’152 Bu menzilden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle vahyedilmiştir: ‘En yakın akrabalarını korkut.’153 Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Safa’da durmuş, kendisine insanların en sevim­lisi olan kimseye şöyle hitap etmişti: Ey Muhammed kızı Fatıma! Ken­dine dikkat et. Allah Teâlâ’dan gelecek bir şeyi senden engelleyemem.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün akrabalarına benzer bir söz söylemiştir. Amcası Ebu Leheb de oradaydı. Ellerine üfleyerek şöyle demişti: ‘Söylediğinden el­lerimize bir şey geçmedi.’ Ebu Leheb haklı idi. Çünkü Allah Teâlâ peygambe­rinin korkutmasından onu yararlandırmadı veya kendisinin bedbahdığını irade ettiğinde kalbine söylediklerinden bir şey sokmadı. Bu neden­le Allah Teâlâ onun hakkında şu ayeti indirdi: ‘Ebu Leheb’in elleri kurusun ve kurudu da. Ona malı ve kazandığı fayda vermedi.’154 Çünkü Ebu Leheb malına itimat etmekteydi. İşlerinde Allah Teâlâ’dan başaksına bel bağlayan ise hüsrana uğrar. Sebepleri benimseyenler sebeplere bel bağlayıp da Allah Teâlâ’ya tevekkülden uzaklaşırlarsa, amelleri boşa gidenler zümresine katı­lırlar. Sebepleri kabul edip de Allah Teâlâ’ya bel bağladıklarında ve sebeplere Allah Teâlâ’nın kendilerini yerleştirdiği sınırlarını aşırmadıklarında ise, Allah Teâlâ adamlarının büyüklerinden olurlar. Onlar hakkında Allah Teâlâ ‘ticaret ve alış verişin Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoymadığı kimseler155 demiştir. Böylelikle Allah Teâlâ onlar adına bu menzilde adamlık mertebesini dile getirmiştir. Allah Teâlâ birisi hakkında bir konuda tanıklık ederse, söz konusu kişi o konuda iddiada bulunduğunda haklıdır. Hakk kendilerini ortaya koyduğu için sebepleri kabul edip doğal olarak sebeplere yönelenler de vardır. Söz konusu kimse, Allah Teâlâ’ya itimat etse bile, sebepler bulunmadığında içinde bir sıkıntı yaşar. Böyle biri, orta derecedeki adamlardandır. Sebeplerin bulunmadığını hissedip mizaç sıkıntıya düşerse, bu davranış, büyük adamların özelliklerindendir. Mizaç zorlanmaz ve sebeplerin bulunma­dığını da hissetmezse, bu hal Allah Teâlâ’ya itimat halidir ve o hal sahibi olan orta derecedekilerin halidir. Mekke’nin fethi esnasmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in önünde bir adam durmuş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o adamın öldürülme­sini istiyordu. Adam işini görüp ayrıldığında ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Önümde durduğunda, onu niçin öldürmediniz?’ Sahabe kendisine:‘Kaş işaretiyle bize ima etseydin ya?’ dediklerinde ise, şöyle demiştir: ‘Bir peygamberin düşmanca bakması yakışık almaz.’ Bu ken­disinden uzak durulamayan bir haldir. Bu halden uzaklaşmanın en ileri derecesi, kötülükte kendisinden uzaklaşmaktır. İyilik hakkında ise, ba­zen onu iyilikte övülmüş bir yöntem edinmişlerdir. Büyük insan, emri­ne uyacak birisine huzurundaki kimse için mal veya hediye getirilmesini işarede emreder ve getirileni hediye eder. Bunu ise, açıkça söyleyerek değil, hakkında bu iyiliğin düşünüldüğü kimse farkına varmaksızın göz­le işaret ederek yapar. İyilik bile olsa, peygamberden böyle bir davranış meydana gelmez. Bunun nedeni ise, nefsinin böyle bir alışkanlık ka­zanmamış olmasıdır. Çünkü nefs, iyilikte kaşla işareti alışkanlık haline getirdiği için, kötülükte de kullanmaya başlayabilir. Çünkü nefsin özel­liği, doğanın boyunduruğu altına girmektir. Bu işaret ‘düşmanca bakış (hain bakış)’ diye isimlendirilmiştir, çünkü nefiste bulunan şeyi ifade etmek, gözün değil, konuşma niteliğinin bir özelliğidir. Göz de işarede nefste bulunan şeyi ifade edebilir, fakat ona ait olan bakmaktır. Bu du­rumda gözde konuşma niteliğinden bulunan şey, konuşma niteliğine ait bir emanet olarak bulunur. Göz elindeki emanete herhangi bir konuda ve birisi hakkında ima veya işaret yoluyla tasarrufta bulunduğunda, hiç kuşkusuz, emanete hainlik etmiştir. Bu nedenle göz hainlik ile nitelen­miştir. Hainlik, emanette tasarrufta bulunmak demektir. Çünkü emanet sana ait bir mal değildir, sen sadece onu sahibine ulaştırmakla yüküm­lüsün. Bulunulan menzil bir şahıs hakkında kötülük veya iyilik yapmayı gerektirebilir ve göz işaret ettiği kimseye bu niyeti aktarma gücüne sa­hip olabilir. Göz ifadenin kelama ait bir nitelik olduğunu bilip işaret etmeden emaneti sahibi olan dile ulaştırır ve dil de onu söylerse, hiç kuşkusuz, göz emaneti sahibine ulaştırmış ve ona hainlik etmemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gözlerin hainliğini bilir.’156 Başka bir ifadeyle onların hainlik olduğunu bilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘gözlerin işaret ve ima et­tiği şeyi bilir’ dememiştir. Çünkü işaret edilen, bunu bilir ve bu bir öv­gü değildir. Fakat herkes, Allah Teâlâ’nın kendisine bunu bildirdiği kimseler­den başka kimse o bakışın hainlik olduğunu bilemez. Kuşkusuz Allah Teâlâ bize de onu bildirmiş ve biz de onu öğrenmişizdir. Öyleyse böyle bakış (gözle işaret ve ima), iyilik söz konusu olduğunda övülen bir hainlik iken kötülükte kınanmış bir hainliktir. Her iki durumda da hainlik nite­liğini yitirmez.

Bu durumu sana açıkladıktan sonra, tam bir bilinç ile, bundan ya­pabildiğini yapmaya çalışmalısın. Çünkü sen masum değilsin. Öyleyse bilinçli ve huzur halinde olmaya çalış ki, belki bu makama ulaşabilirsin. Şöyle diyebilirsin: ‘Kuşkusuz kemal sahibi olduğuna şahitlik edilen kimse de, işaret diliyle konuşmuş ve dille konuşma kendisine yasaklan­mıştır. Meryem, İsa’ya durumunu sormalarım işaret etmiştir.’ Şöyle de­riz: Meryem, daha sonra kemale ulaşmıştır, yoksa o esnada değil! Bakı­nız! Zekeriya’ya şöyle denilmiştir: ‘Senin işaretin insanlarla ancak remizle konuşmaktır.’157 Remiz işarede gerçekleşen anlatımdır. Çünkü işaret, amaçlanan konuda daha açıktır. Hatta işaret, konuşanın hal karinesine muhtaç olduğu bazı yerlerde işaret edilenin isminin söylenmesinden daha güçlü bir bildirime sahiptir. Öyle ki, bir şahıs diğer bir şahsa, Zeyd’in de bulunduğu bir ortamda ‘Zeyd’e şunu şunu söyle’ dese, din­leyen kişi onun başka bir Zeyd’i kast ettiğini zannedebilir. Hâlbuki ko­nuşan kişi, oradaki Zeyd’i kast etmiştir. İsmini söylemeyi bırakıp da eliyle veya gözüyle kendisine işaret ederek ‘şuna söyle’ dese, belirsizlik­ten ve müphemlikten daha uzak bir ifade ortaya çıkardı. Harf, kapalı bir sözdür ve bir takım durumlara yorumlanması mümkündür. Nitekim şair kendisini isimlendirmeden ateşi remizle tanıtırken bunu yapar:

Kuş vardır kanatsız uçar Akşam ve sabah yer durur

Dallarda yürür, öter de öter Çatışmada savaşçıları tahrik eder

Aslan kendisinden kaçar geniş çöllerde Okları ve kargıları mağlup eder

Bakirelerin dizleri önünde oturur Gerdanlığın altındakini açığa çıkartır

Öldüğünde ise ebeveyni yaralanır Yaralıyken diri olarak geri döner

Ebeveyn derken çakmak taşım kast eder ki ateş hakkındaki bir re­mizdir. Başka bir şair ise göz hakkmda daha güzel bir remiz kullanmış­tır:

Bir kuş kanatsız uçar                                                                                         ,

Kuşların ve uçanların üstüne çıkar

Taş kendisine değse erir

İpeğin kendisine değmesini inkâr eder

Taşlar derken sürme taşını kast eder. Bilmelisin ki, nefsinde bir mabud yerleştirip de -kesin inanca sahip olarak değilzanna uyarak ona ibadet eden kimseye, bu zan hainlik eder ve Allah Teâlâ’ya karşı kendisine bir fayda vermez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz ki zan bir gerçek ifade etmez.’158 Onlarm ibadederi hakkmda ise şöyle demiştir: ‘Onlar an­cak zanna ve nefislerinin arzusuna uyarlar.’159 Allah Teâlâ, kendisinden başkası­na yapılan ibadetin ancak -bir bilgiye göre değilzanna göre yapılmış olduğunu belirterek bu ibadeti onlara nispet etmiştir. Çünkü (Allah Teâlâ’dan başkasına tapılmasını sağlayan) böyle bir hal, gerçekte bilgi değildir.

Buradan bilginin kurtuluşun nedeni olduğu öğrenilir. Yolda bedbaht olsa bile, varış kurtuluşadır. Öyleyse bilginin mertebesi ne kadar şerefli­dir! Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine bilgiden başka herhangi bir konu­da ‘daha fazlasını’ istemeyi emretmemiştir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘De ki, Rabbim benim bilgimi artır:160 işaret ettiğimiz hususu anlayan kimse, bedbaht olanlarla mutlu olanların (farkını) öğrenir ve yolda bedbahtlığı gerektiren geçici şeyler kendisine etki etmez. Müşrik Hakkın layık olduğu celal niteliklerini bilseydi, hiç kuşkusuz ki, kendi­sine şirk koşulmayı da Hakk etmediğini bilirdi. Müşrik Allah Teâlâ’ya ortak koş­tuğu şeyin Allah Teâlâ ile birlikte ilahlıkta ortak koşulmayı Hakk etmediğini bilseydi, ortak koşmazdı. Öyleyse müşrik her İki taraf (Allah Teâlâ’nın layık ol­duğu nitelik ve ortak koştuğu şeyin durumu) hakkında da bilgisizliği nedeniyle cezalandırılacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cahillerden ol­ma:16' Başka bir ayette ise şöyle der: ‘Cahillerden olmamanı sana öğütle­rim:162 Müşrik ortaklığı ilahlıkta değil de fiille sınırlı tutsaydı, bu du­rumda işte bir genişlik bulunurdu. Çünkü fiillerin yaratılmışlara izafe edilmesinde bir sorun vardır ve fiil sahibi olan hakkında sahibi mazur­dur. Öyleyse insanlar fiilleri fail olmadığını bildikleri kimseye izafe et­tiklerinde, bu durumda bilgisizlik nedeniyle cezalandırılırlar ve bilgisiz­lik nedeniyle kınanmışlardır. Bu bağlamda şöyle denilir: ‘Yonttuğunuz şeye mi taparsınız?’163 Fiil sahibi olan hakkında ise Allah Teâlâ şöyle bu­yurmuştur: ‘Firavun kavmini saptırdı ve hidayet etmedi.’164 Böylelikle sap­tırmayı Firavun’a nispet etmişken kavmine nispet etmemiştir. Çünkü Firavun onlarda etkin olduğu gibi gerçekte de öyleydi. ‘Flidayet etme­di’165, yani onlara Hakkın yolunu açıklamadı demektir. Çünkü o, etkin olması yönüyle, (doğru yolu açıklamadı). Hâlbuki ibadet edilen şey donuk olsaydı, karıştırma meydana gelmezdi.

Şöyle denilebilir: Acaba müşrikler, donuk veya bitkilerden özellikle fiil sahibi olanlardan ilah edinselerdi, mazur mu olacaklardı?’ Şöyle de­riz: Mazur olmazlardı. Çünkü onun özelliği, Allah Teâlâ’ya izafe edildiği gibi kendisine fiillerin izafe edilmesini sağlayacak şekilde, her şeye yayılmaz. Bu kadarlık bilgisizlik nedeniyle ise, Firavun ve benzerleri gibi fiilleri olan yaratılmışlara tapanlar cezalandırılmıştır. Çünkü onun sahip oldu­ğu kudret, kendisine ibadet edenin gücünü aşmaz. Öyleyse onun kudre­ti, bütün fiillerine sirayet etmez. Çünkü yaratılmış kudret, mekânlı var­lıkları ve cisimleri yaratamaz. Böylelikle onlar, kendilerini yaratmayan birisine ibadet ederler. Bu nedenle Allah Teâlâ kendilerini şu ayede kı­namıştır: ‘Yaratan yaratmayan gibi midir? Öğüt almaz mısınız?’166

Şöyle denilebilir: Herhangi birisi harikulade yoluyla bir cevheri ya­ratmayı başarsaydı, birisi de bu nedenle kendisine ibadet etseydi, mazur mu olacaktı? Şöyle deriz: Mazur olmaz. Çünkü ibadet eden kimse, tap­tığı şeyin hadislere (sonradan olanlara) konu olduğunu ve onlardan yoksun kalmadığını görmektedir. Hâdislerden yoksun kalmayan bir şe­yin ise bütünüyle onlarm önüne geçmesi imkânsızdır. Bütün olarak hâdislerin önüne geçmezse, o da onlar gibi bir hâdis olur. İlah’ın özelliği ise, genel olarak sonradan var olan her şeyden önce olmaktır. Öyleyse sonradan olan, hangi tarzda olursa olsun, bir şekilde kendisinden sonra gelmelidir. Bu ölçüdeki bir bilgiden mahrum kaldığı ve onu bilmediği için, mazur değildir ve bundan dolayı cezalandırılır. İşin aslı ise, onu bilmemektir. Öyleyse ortaya konulmuş mabuda dayanan kimse, bilgi­siyle değil, zannıyla ona dayanmış demektir. Bu nedenle de bilgisizliği nedeniyle cezalandırılır ve bedbaht olur. Fakat içinden ortağı atmak için bütün gayretini gösterdiği halde, düşüncesi, teorik araştırması ve akıl yürütmesi onu kendinden uzaklaştırmaya imkân vermeyebilir. Böyle bir insana peygamber gönderilmemiş veya davet kendisine ulaşmamış ola­bilir. Böyle birisi hakkmda akılcılardan bir grup şöyle demiştir: ‘Bu hal­deki bir insan maizurdur ve hatalı (sonuca ulaşsa bile), gerçekte sevap almıştır. Böyle birisi, zan sahibi değildir. Aksine o, bilen değil, fakat ke­sin kanaat sahibidir. Bir şey hakkmda kesin hükmün bilgiden kaynak­lanması gerekmez. Böyle biri Allah Teâlâ’nm şu ayetinden bir umut du­yabilir: ‘Allah Teâlâ’dan başka bir ilaha, ibadet edip de hakkmda kesin kanıtı olma­yan kimse...’167 Kuşkusuz Allah Teâlâ böyle birini mazur görebilir.

Hiç kuşkusuz ki, itikat bahislerinde içtihadında yanılan kimse, araş­tırmasının kendisini ulaştırdığı sonuçta kesin kanaate sahip olduğunu zanneder. Söz konusu kanıt gerçekte kesin-doğru kanıt olmasa bile, iç­tihadından dolayı bu kesinliğe ulaştığı için, Allah Teâlâ kendisini mazur gö­rür. Nitekim sahabe de Dıhye’yi gördüklerinden emindi. Hâlbuki görü­len, Cebrail idi. Bu, bir bilgiye sahip olmadan (varılan) kesin kanaattir. Dolayısıyla sahabe içtihat etmiş ve yanılmıştır. Çünkü, taksimdeki eksik bıraktığını hatırlamaz. Şöyle diyebilirdi: ‘Ruh olmasaydı, bedenlenirdi. Yoksa o, Dıhye’dir.’ Bu konuda ortaya koyduğumuz meseleyi iyice dü­şünmelisin. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem içtihat edip de doğruya ulaşan kim-

se hakkında şöyle der: ‘Onun iki sevabı vardır. Yamlsaydı, bir sevabı olacaktı.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, inanç ve amel (usul ve füru) mesele­lerinde içtihat edip etmemeyi ayırt etmemiştir. Allah Teâlâ ise şöyle bu­yurur: ‘Biz bir peygamber göndermedikçe azap etmeyiz-’168 Bu kapsama, alimlerin kendilerine azabı zorunlu gördüğü ve bilgi ifade eden açık bir delil olmaksızın onlar hakkında bedbahdık hükmü verdikleri grupların büyük kısmı dahildir. Böylelikle alimler, o grupları gerçekte bir bilgiye sahip olmadıkları halde zanla ve kesin kanaatle bedbaht menzillerine yerleştirmişlerdir. Öyleyse zanna dayalı ilah olmaz. Zikrettiğimiz husus­la birlikte, zanna göre hareket edenin İlah hakkmdaki azaptan kurtula­mayacağı sabit olmuştur. Şöyle denilebilir: Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben kulu­mun bana dair zannına göreyim.’ Şöyle deriz: Bizim görüşümüz de bu­dur. Çünkü Allah Teâlâ ‘bana’ demiş ve onu ispat etmiştir. Hâlbuki ‘ben ku­lumun ilah saydığı kimse hakkmdaki zannına göreyim’ dememiştir. Öy-' leyse burada sözü edilen zan, mutluluk veya bedbahtlıkla ilgili olarak Allah Teâlâ’nın katındaki zannıyla ilgilidir. Çünkü burada sözü edilen insan, Allah Teâlâ’yı bilendir ve Allah Teâlâ’nın hesaba çekeceği, günahı cezalandıracağı veya bağışlayacağı hakkında zanna sahiptir.

Bu hususu ortaya koyduktan sonra, bilmelisin ki, cennet iki tane­dir. Duyusal-maddi cennet ve manevi cennet. Buna göre duyusal cen­net ile hayvani ruhlar ile düşünen nefisler nimetlenir. Manevi cennet ile ise, sadece düşünen nefisler nimedenir. Bu cennet, bilgiler ve mârifeder cennetidir. Ateş de iki kısımdır: Duyulur ateş ve manevi ateş. Buna gö­re duyulur ateş ile hayvani nefisler ile düşünen (nâtık) nefisler azap gö­rürken, manevi ateş ile sadece düşünen nefisler azap görür, iki nimet ve iki ateş arasındaki fark şudur: Duyusal azap ve duyusal nimet, temas sonucunda hayvani ruhta meydana gelen acıyla (veya nimede) gerçekle­şir. Manevi azap (ve nimet) ise, temasıyla düşünen nefisler (haz veya acı verecek) bir şeyin temasıyla gerçekleşmez.

Manevi azap, düşünen nefsin kaçırdığı ve hayvani ruhun muduluğunu sağlayacak -ki düşünen nefsin mutiuğunu da içerirbilgi ve ameli öğrenmekle gerçekleşir. Acısı nefs ve duyuyla ilgili fikir ateşi, manevi bir ateştir. Ondan bir bilgi meydâna gelirse, onu manevi cennet nimeti takip eder; bilgi meydana gelmezse, sahibi fikrettiği sürece azap gör­meye devam eder ve manevi nimeti olmaz. Fikir herhangi bir şekilde kendisinden kaybolursa, bilgi meydana gelmeksizin (azap da) ortadan

kalkar. Bu durumda nefsin bulmuş olduğu nimet, kalbine musallat olan tefekkür ateşinden rahadama demektir. Öyleyse bu manevi değil, duyu­sal bir rahatlamadır. Bunu bilmelisin!

Bilmelisin ki, bu menzil, doğal-duyusal algıda canlı olmayan şeyin, Allah Teâlâ’nın emrettiği şeyi Allah Teâlâ’dan öğrenmesinin bilgisini içerir. Örnek olarak, ‘emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar emaneti yüklenmek­ten çekindi5169 ayetini verebiliriz. Başka bir ayette, ‘göğe ve yere isteyerek veya zorla gelin diye emretti, onlar da isteyerek geldik dediler170 buyrulur. Allah Teâlâ onları akıllı çoğul saymış, duyan, güç yetiren ve anlayan canlı için kabul ettiği nitelikleri onlar adına kabul etmiştir. Başka bir ayette, ‘üzer­lerine salınmış ateş vardır171 buyrularak ateşin (canlılara özgü bir fiil ola­bilecek) musallat olduğu bildirilmiştir. Halbuki tasallut, akıl sahibinin işi olabilir. Ateş ise, doğası gereği yakıcıdır, aksi halde kafirler üzerine salınmayı kabul etmezdi. Ateşte yamalık doğası gereği bulunmasaydı, kendisinden muhalefet ortaya çıkmazdı ki bu, yanmanın kendisidir. Öy­leyse bu, varlığı bir yaratıcının var etmesine bağlı başka bir durumdur. Hakk sadece ateşe hitap etmiştir. Yanma ise, ateşin kendisinden başka bir yerde varlığa muhtaç bir arazdır. Ateşte bulunsaydı, ateşin kendisine musallat olduğu cisme intikal etmezdi, çünkü araz yer değiştirmez; yer değiştirseydi, mahalde bulunmaz ve kendi başına var olurdu. Araz ken­di başına var olamaz. Öyleyse yakıcı cismin ateşle tahriki imkansızdır ve böyle bir durumda ateşe yanma emrini vermek anlamsız olurdu. Hal­buki ateşin musallat olması hitapta zikredilmiştir. Bu hitap kimedir? Hakkın abes söylemesi mümkün olmadığına göre, ateş için yakıcılık doğası gereği değil ise bu söz kime söylenmiştir? Hitaba mazhar olan bütün donuklar, bitkiler ve hayvanların da canlı, akıllı ve kendisine söy­leneni kabul edici olması gerekir. Bunlar, söyleneni anlama ve ‘yap’ de­nildiğinde yapma özelliğine sahip kimselere söyleneni kabul edicidir. Böylece bu menzilin içerdiği idrak tarzı hakkında dikkatini çekmiş ol­duk.

Bilmelisin ki, bu menzilin içerdiği bütün ilimlere ancak Hakkın bildirmesi yoluyla ulaşılır. Hakk, keşif sahibi peygamberlerin ruhanilikleri vasıtasıyla onları bildirir. Bu ruhlar da söz konusu bilgileri Allah Teâlâ’dan vasıtayla almışlardır, bunun nedeni bilgilerin kapalı ve hassas olmaları­dır. Bu bağlamda menzilin içerdiği ilimler arasmda -sonsuza değinmeksur olanın kesresinin ilmi vardır. Meksurun sınırlı olduğu akıl yo­luyla bilinir. Başka bir ifadeyle meksur (kesreli), özü gereği sonludur. Peki nasıl olur da sonsuza değin kesreliliği kabul edebilir? Bu, cismin filozoflara göre aklen -duyuda değilsonsuza kadar bölünmesine ben­zeyen bir meseledir. Bu yaklaşımın hedefi, kelamcılarm görüşünde bö­lünmenin kendisinde bittiği tek cevher fikrini ortadan kaldırmaktır. Bu menzilden, iki gruptan hangisinin doğru (söylediğini) öğrenirsin. Aza­bın azap edilenlerin cisimlerinden başka bir yerde var olmasını ve ken­disiyle azap görenlerin -ki onlarda bilfiil bulunmazacısmı bu menzil­den öğrenirsin. Bu husus, en zor konulardan biridir. Bir anlam, bulun­duğu kimseden başka birisinde hükmünü nasıl gerektirir? Aynı zaman­da bu mesele şu sözde belirtilen konuya benzer: ‘Allah Teâlâ bir şeyi uygula­mak istediğinde, bir mahalde olmaksızın bir irade yaratır. Sonra onunla o emri uygulamak ister.’ Hiç kuşkusuz nitelikleri hükümleri olan ‘var­lıklar’ (a’yan) sayanlara göre, anlam hükmünü (bulunmadığı kimsede) zorunlu olarak icra eder ki, söz konusu kimseler kelamcılardır.

Bu mesele ile bizim meselemiz arasındaki fark şudur: Azap bir ta­kım cisimlerde bulunurken hükmü azabın kendisinde bilfiil bulunduğu cisimlerden başka cisimlerde ortaya çıkar. Bu cisimlerde taşman azap onlarm azap görmesini gerektirmez. Halbuki azap o cisimlerde bulunur ve onlar -kendisiyle azap görmeleri anlamında değilona yer olmaları anlamında kendisiyle nitelenmişlerdir. İki meseleyi birleştiren yorum, anlama tamlama yapılan hükmün o anlamın kendisinde bulunduğu yerden başka bir yerde bulunmasıdır. Acaba bilgi bu hususta irade ve diğer nitelikler gibi midir, değil midir? Bilgi söz gelişi Zeyd’de bulunur ve onunla Zeyd bilmez, fakat Ömer bilir. Böyle bir şey aklen imkansız­dır. Fakat bu menzil, bunun gerçekleşebileceği hükmünü verir. Bu me­selede bu menzilin verdiği hükmü kabul etmek üzere kendini ısındır­mak istersen, arkadaşlarınla birlikte görüş birliğinde olduğun şu mese­leyi bir düşün! Allah Teâlâ cisimlere yerleşmekten münezzehtir. Çünkü insan yüzündeki organında bilfiil bulunan görme gücüyle görür, kulak organında bulunan duyma gücüyle duyar, dilini, dudaklarını ve harfle­rin göğüsten dudaklarına kadar olan mahreçlerini hareket ettirmesi ve durdurmasındaki söz ile konüşur. Sonra, aynı şahıs, farz ibadetlere ilave olarak nafile ibadetlerini yerine getirir. Nafile ameller ise, onun duyma­sını, görmesini, konuşmasını, tutmasını ve yürümesini (sağlayan) an­lamları ondan olumsuzlamayı gerektirir. Halbuki onda bulunan bu an­lamlar, hükümlerini zorunlu kılar ve bunlardan dolayı kişiye konuşan, gören, duyan vb. adı verilir. Bu özellikler olumsuzlandıktan sonra in­san, daha önce kendisi nedeniyle duyarken Hakk vasıtasıyla duyan, daha önce kendisi vasıtasıyla görürken (Hakk vasıtasıyla) gören haline gelir. Bununla birlikte şunu biliriz: Hakk eşya için bir mahal olmadığı gibi eş­ya da O’nun için bir mahal değildir. Öyleyse kul kendisinde bulunma­yan birisi (vasıtasıyla) duymuş, kendisinde bulunmayan birisi vasıtasıyla görmüş, kendisinde bulunmayan birisi vasıtasıyla konuşmuştur. Bu du­rumda Hakk onun duyması, görmesi ve eli olmuştur. İşte hükmü azap olan nitelik kendisinde bulunmaksızın azabm bir yerde bulunması buna benzer. Nitekim niteliğin de hükmünün zıddı bir sonucu verebileceği sabittir ve bunu kabul edersin. Her iki mesele arasmda bir fark yoktur. Mehasirıü’l-Mecalis yazarı şöyle bir dize söylemiştir:

Duydunuz mu? Bir yönü sağlam Bir yönü hasta bir sevgi

Azapla nimetlenir Nimetten azap çeker

Ebu Yezid el-Ekber Tayfur b. İsa el-Bestamî ise, Rabbine hitap ederken şöyle der:

Seni istiyorum ama nimet için değil Senin istemem azap içindir

Bütün isteklerime ulaştım da Azaptan duyduğum hazdan gayrı

Burada Bestamî, azapta hazzı istemektedir. Bu ise akla göre haki­katlere aykırıdır. Fakat keşif ve zevk sahipleri akim kendilerini imkansız saydığı bir takım durumlar görmüşlerdir. Nitekim biz de şairlerin şiirle­rinde söyledikleri hususları biliyoruz. Bu konuyla ilgili olarak, Allah Teâlâ ateşe hitaben, ‘serin ve esenlikli ol172 demiştir. Ateş akla göre serin olamaz, çünkü serin olsaydı, hakikatler hakikat olma özelliğini yitirirdi. Kuşkusuz ki zevk, Hakkın tecellisi hakkmda aklın verisinden farklı bir bilgi getirmiştir. Biz, Hakkın burada söylediği sözün anlamını ve kime söylediğini biliyoruz, fakat müridi Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetiren oldu­ğunu kesin olarak öğrenmeye ısındırmak için bunları zikrettik. Allah Teâlâ’nın kudreti, var olmasını dilerse, imkansıza bile yeter. Nitekim Allah Teâlâ bu hu­susu kitabında aklın verisine göre imkansız olan hakkında zikrederek şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ çocuk edinmek isteseydi, yarattıkları arasından dilediğini seçerdi. Münezzehtir O. Allah Teâlâ, bir ve kahhar’dır.’173 Burada çocuk edinmeyi ilahi meşiyete göre imkan sınıfına dahil etmiştir. Akıl ise böy­le bir şeyin imkansızlığını gösterir, yoksa Allah Teâlâ bunu dilemediği için (olmamış) değildir. Öyleyse ayetin başı, delilinin doğruluğu hakkında akla dönük bir eleştiridir ve bu iddiayı geçersiz kılar. Sonra bu eleştiri ayetin sonundaki şu ifadeyle telafi edilmiştir. ‘Münezzehtir O.’174 Yani O, birliği karşısında bir İkincinin bulunmasından münezzehtir. Şu var ki ‘kahhar’dır175 ayetinde bir takım sırlar vardır. Bu sırları hesaba katan kimse, Hakkın kim için kahhar olduğunu (anlar). Bütün fiiller, oluşta Hakkın isimlerinin eserleridir. Öyleyse Allah Teâlâ’dan başka fiil sahibi yok­tur. O halde bütün fiiller, el-Kadir ve el-Kahir isminden kaynaklanır. Binaenaleyh Allah Teâlâ el-Kahir ismiyle ancak o fiili -ki Kahir isminin eseri­diroluşta var edeni ‘kahreder.’ Öyleyse kahir ancak kendisini ‘kahretmiştir.’ Ya da fiil Kadir isminin eseridir. Bu durumda Kahir isminin hükmü Kadir isminde ortaya çıkmıştır ve bu isim bir fiili var etmede kendisine ortaktır. Bu durumda Kahir isminin hükmü Kadir’de ancak Kadir isminin tavassutuyla ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle Kahir ismi fiilini Kadir ismiyle uygulamıştır. Bu durum, Kahir ismi engelle­meyle ilgili olduğunda böyledir. Var etmeyle ilgili olduğunda ise, elMürid ismine izafeyle gelir. Mürid ismi ise, varlığı kabul etmek üzere hazırlanmış hakikati ancak Kahir ismiyle (var olmaktan) engeller. Böy­lelikle meşiyet kendisini ‘kahreder (engeller)’ ve varlıkta geride biralar. Çünkü (mümkün için varlığı veya yokluğu) tercih, meşiyete aittir.

Bu meseleyi kabul etmeni sağlamak üzere, sûfilerin yöntemine göre yeterli ölçüde açıklama yapılmıştır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Muhammedî Mertebeden Daırnne Menzilinin ve Bir'in Topluluğun Yerini Alması Meselesinin Bilinmesi

İkindi namazının yok bir benzeri

Çünkü sevgiliyle tam kavuşmadır o

Devri olan bir işin ortası o

Garip bir iş üzerinde gerçekleşendir o

Devrin gördüğün bir ortası yoktur

Akıllının bilgisinde iki ucu da yok

Onda durum nasıl, canım sana feda olsun!

Kul garip bir bilgiye tahsis edilmiş

Bu menzil sahibi şöyle demiştir: ‘Orta namazı (ikindi) cemaat ile kılınmadığında, ehlinin ve malının vitrinin ücretine bitişiktir. Hz. İsa ise şöyle demiştir: ‘Kişinin kalbi, malının bulunduğu yerdedir. Malları­nız gökte olsun ki, kalbiniz de gökte olsun.’ Bunun anlamı, sadaka ve­rin demektir. Bu adilin bilgisi buraya ulaşmıştı. Kendisine cevamiü’lkelim verilmiş olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer ve böylelikle Rahman onu çoğaltır. Kulun kalbi malının bulunduğu yerdedir.’ Onun yeri Rahman’ın elidir. Peki Rahman’ın eli göğsün neresindedir? İki adil insan (Hz. İsa ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem), malın insan kalbinde üstün bir yerinin olduğunda hemfikirdir. Eş ve çocuk gibi ailenin konumu ise, akıllı insanların bildiği gibi, (kalbin daha içi olan) fuad’a kök salmıştır. Bu bağlamda hanıma gelirsek, Allah Teâlâ onunla eşi arasında sevgi, merhamet ve kadına karşı dinginlik yerleştir­miştir. Dinginlik, büyükler için talep edilen bir niteliktir ve itminan demektir. Hz. İbrahim şöyle der: ‘Evet, fakat kalbim mutmain olsun di­ye.'176 Başka bir ifadeyle kalbim, ölülerin kendisiyle hayat bulduğu tarz­da itminan kazanır ve benim için o tarz belirginleşir. Çünkü (yeniden yaratmanın) pek çok tarzı vardır. Böylece Hz. İbrahim, kendisine hay­retin ve karıştırmanın girmeyeceği şekilde onda, yani yeniden yaratma­nın niteliği hakkında dinginlik bulmuştur. İkindi namazını kaçıran kim-


seye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in neyi bitiştirdiğine bakınız! Bunun nedeni, ikindi namazının dışındaki dört namazın başlangıçlarının sınırlı olmasıdır, ikindi namazı ise, kesinliği olmaksızın sınıra yaklaşmış olsa bile, sınırlı değildir. Böylelikle ikindi namazı, sınırlarla sınırlanmaktan tenzihliğe yakınlaşmıştır. Çünkü akşam vakti, güneşin batımıyla sınırlanmıştır. Güneşin batımı ise, duyulur ve görülür bir sınırdır. Yatsının başlangıcı, şafağın batışıyla sınırlıdır ki o da, -hangi şafak olursa olsun bilinen şa­faktan farklı olarakkesin ve duyulur bir sınırdır. Sabah namazının baş­langıcı, ufukta ortaya çıkan çizgi şeklindeki beyazlıktır. O da, hissedilen kesin bir sınırdır. Öğlenin başlangıcı ise, güneşin tepe noktasından kaymaya ve gölgenin ortaya çıkmasıyla sınırlanmıştır. O da, duyuyla al­gılanan kesin bir şeydir, ikindi namazında ise bu sınırlar gelmemiştir. Böylelikle ikindi namazı, kesin sınırlardan uzak kalmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun vaktini güneşin açık bir beyazlıkla yükselmesi olarak belirlemiştir. Bu konuda söylenen (belirsiz) vakit ölçüsü öğle namazında olmadığı gibi diğer namazların da vakiderinde zikredilmemiştir. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, sınırını tam olarak belirlemeyerek, ikindi namazının değe­rini yüceltmiştir. Aynı şekilde mal ve aile sevgisinin de bir sınırı yoktur. Çocuk sevgisi hakkında şair şöyle der:

Yanımızdaki çocuklarımız

Sanki yeryüzünde yürüyen ciğerlerimiz

Böylelikle şair çocuğu can konumuna yerleştirmiştir. Nasıl ki insan aşırı yakınlık nedeniyle kendisini aşırı sevmesinden dolayı yok olmaz, aynı şekilde çocuğunu veya malını veya ailesini sevmek nedeniyle de yok olmaz. Çünkü insanın kalbi, ona bağlıdır ve aşırı yakınlık bunu giz­lemiştir. Bir kocanın eşini boşama ihtimali ortaya çıksa bile, daha önce eşine olan sevgisi içinde gizlenmiştir ama aşırı yakınlık nedeniyle onu izhar etmez. Boşadıktan sonra ise, kendisine özlem duyar, coşkusu artar ve bu aşırı yakınlıktan uzaklaştığı için ona arzu duyar. Çünkü artık öz­lem ve şevk kendisine ilişmiştir. Bu nedenle âşık, yabancı sevgilisinde kendini yitirir. Çünkü yabancı sevgili söz konusu olduğunda, onunla sevgiliyi özlemek arasında engel teşkil eden aşırı yalanlık bulunmaz. Hakk, kesin ve zevk ederek buldukları bir bilgiyle ariflerin kalplerine ya­kındır. Bu nedenle ayık olurlar ve Allah Teâlâ âşıkları gibi Hakta kendilerin­den geçmezler. Allah Teâlâ âşıkları işe, Hakk kendilerine mutlak güzellikte te­celli ettiği için, kendilerinden geçerler. Hâlbuki Allah Teâlâ, kendisini bilenle­re mutlak kemalde tecelli eder. Kemalde tecelli nerede, güzellikte tecelli nerede? Çünkü kâmil hakkında ilahi isimler, birbirini engeller ve bu karşılıklı engelleme bu nitelik sahibinde etkisiz kalmalarına yol açar. Böylelikle kâmil insan, etkiden uzak bir halde kalır. Bununla birlikte, isimlerin veya niteliklerin kendisini sınırlamadığı mutlak zat (tecellisine mazhardır). Böylelikle kâmil insan, tıpkı peygamberler gibi, son derece ayık bir halde kalır. Onlar, grupların en kâmilleridir. Çünkü kâmil, ya­kınlığın zirvesindedir ve kulluğunun kemalinde onunla ortaya çıkar ve kendisini var edenin zatının kemalini müşahede eder.

Bu söylediğim hususu hakkıyla öğrendiğinde, kâmil adamların zevki karşısında senin zevkinin neredede olduğunu da öğrenirsin. Allah Teâlâ bu konuda onları seçmiş ve ondan uzaklaştırmıştır. Öyleyse onlar ve kendisi, sanki O’dur ve onlardır! Böylelikle kâmil onu asır diye isimlen­dirmiştir. Çünkü o, amacı elde etmek üzere, bir şeyin bir şeye eklenme­si demektir. Burada kendisine herhangi bir şekilde rabliğin katışmadığı saf kulun zatı, kendisine herhangi bir şekilde kulluğun katışmadığı mut­lak zata katılır. Hakkın zatına herhangi bir şekilde kulluğun katışmayışı, oluşu talep eden ilahi isimlerden birisinin ona katılmayışı demektir. Böylelikle iki zat bu şekilde karşı karşıya geldiğinde, sıkılmış olan şey, Hakka ve kula ait olan kemal olmuş olur. Bu ise, asrın kendisi için var olduğu maksattır. İşaret ettiğimiz meseleyi anladıysan, hiç kuşkusuz ki, mutlu olmuş ve kemal derecesine katılmışsın demektir. Artık o derece­de yüksel! Bölümün başındaki şu mısraımızda bu anlama işaret vardır:

İkindi namazının benzeri yoktur

Onda sevgiliye kavuşma vardır

Kemal mertebesini açıkladıktan sonra, şimdi de bu menzilden bir’in çokluğun (cemaatin) yerini tutmasını açıklayalım. Burada bir, insan-ı kâmilin kendisidir. İnsan-ı kâmil, âlemin toplamından daha yet­kindir. Çünkü insan-ı kâmil, harf be harf, âlemin sureti iken sahip ol­duğu bir hakikatle âleme fazla gelir. Meleklerin en üstünü olan İsrafil kendisini kabul ederken, o küçültmeyi kabul etmez. İsrafil günde yet­miş kere küçülür ve böylece nokta gibi veya söylediği gibi olur. Küçül­me önceki bir yükseklikten olabilir. Halbuki tümel kul için kulluğunda bir yükseklik söz konusu değildir. Çünkü o niteliklerinden soyunmuş­tur. Bu küçülen ruh adına bu tümel kulun hali meydana gelseydi, onun küçülmesi tekrarlanmazdı. İşaret ettiğim şeyi anla. Bu meleğin Allah Teâlâ’yı en iyi bilen yaratıklardan birisi olduğuna dikkatini çektim. Onun kü­çülmesinin yinelenmesi, tecellinin tekrarlanmasından kaynaklanır. Hakk ise bir surette iki kere tecelli etmez. Böylelikle her tecellide o küçülmeye yol açan şeyi görür. İşte bu, Allah Teâlâ’yı bilmenin kendisine kazandırdığı sa­hih bilgidir.

Sonra bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanı en güzel kıvamda yaratmıştır. Bunun nedeni, kendisine tahsis ettiği ve kendisine bu konumu kazandı­ran surettir. Böylelikle insan, kendi hakkında, en güzel kıvam olmuştur. Burada ‘en güzel’, ‘şundan daha güzel’ şeklinde karşılaştırma anlamı ta­şımaz. Aksine bu, ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ örneğindeki gibi bir anlam taşır. Başka bir ifadeyle kast edilen, Hakka ait olan mutlak büyüklük gibi, kamil kula ait kayıtsız güzelliktir. Öyleyse insan, en ğüzel kıvamdır, fa­kat bir şeyden daha güzel anlamında değil! Nitekim Hakk da bir şeyle karşılaştırılmadan, en büyüktür. O’ndan başka ilah olmadığı gibi kullu­ğunda suskun kalmış kuldan başkası da yoktur. Kul bu mertebeden rahmani niteliklerden bir nitelik vb. gibi övülmüş bile olsarabbani bir nitelik nedeniyle kaymış olsaydı, kendisi için yaratılmış olduğu bu mer­tebeden düşerek kemalden ve Allah Teâlâ’yı bilmeden mahrum kalır. Bu mah­rumiyet, Hakkın nitelikleriyle nitelenmiş olduğu miktardadır ve az veya çok olması durumu değiştirmez.

Bilmelisin ki, insanm iki hali vardır. Birincisi, maddeden soyut olan akli ve nefsi halidir. Diğeri ise maddeyi yöneten akli ve nefsi halidir. Kendinden soyutlanma halinde duyusal olarak kendisini bürünmüş olsa bile, en güzel kıvamda bulunur. Duyusunda olduğu gibi nefsinde de maddeyi giyinmiş bir halele bulunursa, bulunduğu halde hüsrandadır ve ticaretinde herhangi bir kazancı yoktur. ‘Ticaretleri onlara fayda vermedi, doğru yola da ulaşmadılar:177 Bu, ‘insan nankördür5178 ayetinde kast edilen durumdur. Başka bir ayette ise, ‘insan çok zalim ve çok nankördür179 buy­rulur. Ya da, ‘insan rabbine karşı pek nankördür5180 buyrulur, ‘insan ger­çekten zarardadır,’181 ‘Doğrusu o (insan) çok zalim ve çok bilgisizdir,’182 İnsan-ı kamil ‘Allah Teâlâ’ dediğinde ise, onun söylemesiyle birlikte Allah Teâlâ’nın dı­şındaki bütün alem ve Allah Teâlâ’nın bütün isimleri de (aynı şeyi) söyler. Bu isimlere Allah Teâlâ’nın katanda saklanılmış ve bilgisine sadece bazı kulların tahsis edildiği isimler ile bütün yaratıklar tarafından bilinen isimler da­hildir. Böylelikle insanı kamil’in tespihi, bütün zikrettiklerimizin tespihi haline gelirken onun sevabı da sınırsızdır. Bu konunun gerçeğine iki yüz seksen dokuzuncu bölümde dikkat çekeceğiz.

Bir kişinin tevhidinin iyilik veya kötülükte topluluğun yerini alma­sına dikkatini çekmiştik. Allah Teâlâ bu makamda iyilik veya kötülük hakkmda şöyle der: ‘Bir can karşılığında olmaksızın, bir canı katleden kim­se, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.’183 Bizim bu açıklamadaki men­zilimiz, bu işin ehli olan arkadaşlarımız ile açıkladığımızı kabul edenler ile onu kabul etmeyenlerin menzilidir. Allah Teâlâ bu ayetin ardından halleri tanıtarak şöyle demiştir: ‘Onlara elçilerimiz açık kanıtlarla gelmiş­tir. Sonra onların büyük kısmı yeryüzünde taşkınlık etmiştir.’184 Öyleyse günahkarların imanı demek olan tövbe ve onun gereklerini açıklayalım. Şöyle ki: Asıl iman, Allah Teâlâ’nın insanları üzerinde yarattığı fıtrattır. Bu, in­sanların, misak alırken, Allah Teâlâ’nın birliği hakkındaki tanıklıklarıdır. Do­ğan herkes, bu misak üzere doğar. Fakat bu cisimle doğayla sınırlanmış bir halde unutma yerine geldiğinde, Rabbi karşısmda bulunduğu du­rumu bilememiş ve (verdiği sözü) unutmuştur. Bu kez insan, teorik araştırma imkanına kavuştuğunda, yaratıcısının birliğini gösteren kanıt­ları araştırmaya gerek duymuştur. Bu dereceye ulaşmadığında ise, ebe­veynine uyar. Ebeveyni mümin iseler, Allah Teâlâ’nın birliği hakkındaki inancı taklit yoluyla onlardan alır. Ebeveyni başka bir din üzere ise, onlara ka­tılır. Kim taklit ederek iman ederse, imanını delillerden elde eden kim­seye göre, daha güvenli ve daha sağlamdır. Bunun nedeni -söz konusu araştırmacı zeki ve yetenekli birisiysedelillerine hayretve kuşkunun girme ihtimalidir. Dolayısıyla böyle biri itimat edebileceği kesin bir ka­naat bulamaz ve böyle biri hakkmda korkulur. Allah Teâlâ’ya imanım ebevey­ninden veya teorik araştırmasından veya içinde bulunduğu toplumdan kazandığı şirk öncelerse, bu iman onun misak halindeki imanının ta kendisidir. Sadece kul ile imanı arasında şirk perdesi adeta göz ile güneş arasmda perde olan bulut gibi girmiştir. Bulut ortadan kalktığında ise, güneş tekrar göründüğü gibi aynı şekilde şirkin ortadan kalkmasıyla imanın kula gözükmesi de böyledir. Çünkü müşrik de Allah Teâlâ’nın varlığını kabul etmektedir.

Şöyle diyebilirsin: Deist’in (muattıl) durumu nedir peki? Acaba bu esnada onun imanı var mıdır, yoksa onun durumu da müşrikin durumu gibi midir? Şöyle deriz: Deist, imana müşrikten daha yakındır. Çünkü her insanın varlığında mahiyetini bilemediği bir şeye dayanması kaçı­nılmazdır. Deist’e, dayandığı kimsenin ‘Allah Teâlâ’ olduğu söylenir. Bunu öğrendikten sonra, deist için ‘acaba bir midir, yoksa birden fazla mıdır’ diye bir kuşku ortaya çıkarsa, bunu ya araştırması gerekir veya birleyenlerden inandığı bir kimseyi taklit etmesi gerekir. Öyleyse (fıtratta bu­lunmayıp da) yeni ortaya çıkmış bir iman yoktur! Aksine iman, bütün müminlerin kalbine yazılmıştır. Bedbaht müminde bu iman ortadan kalkarsa, kalkan şey, Mabud’un varlığı değil birliği hakkındaki inançtır. Mutluluk ise tevhidin varlığına bağlı iken ebedi bedbahdık tevhidin yokluğuna bağlıdır. ‘Ey iman edenler185 ayetinde bu misaka işaret vardır. ‘İman ediniz.’ Yani katımızdan size gelen peygamberin sözüne iman ediniz. Onlarda iman bulunmasaydı, bu özellikle nitelenmezlerdi.

Amellerin bu menzille ilişkisine gelirsek, bu, ortaya koyduğumuz tarzdadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Ben güzel ahlakı ta­mamlamak üzere gönderildim.’ Güzel ahlak ise göreli bir takım ameller ve hallerdir. Çünkü güzel ahlakın bulunduğu insanlar iki haldedir; hür ve köle. Nitekim ahlak da övülmüş ve kınanmış diye iki kısma ayrılır. Birinci kısım güzel ahlak iken öteki bayağı ahlak diye isimlendirilir. Karşılarında güzel ve bayağı ahlakın yerine getirildiği kimseler, iki kişi ve bir kişidir. Bir olan, Allah Teâlâ’dır. İki kişi ise, kendinin karşında yabancı haline getirdiğin nefsin ile başkalarıdır. Başkaları, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkestir. Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes -ki sende ona dahilsiniki kısma ay­rılır; unsurdan oluşanlar ile unsurdan oluşmayanlar. Unsurdan oluşan­lar karşısında yaratıkların davranışı duyusaldır. Unsurdan oluşmayanların karşısındaki davranış ise, manevidir. Buna göre ahlak diye ifade edi­len ameller ise iki kısma ayrılır. Birinci kısım salih amellerdir. Bu kısım, güzel amellerdir. Diğer kısım ise değersiz ve bayağı ahlaktan ibaret olan salih olmayan amellerdir. Allah Teâlâ birinci kısım hakkında, ‘ve salih amel’186 demiştir. Salih olmayan amel hakkında ise, ‘hakkında bilgin ol­madığı konuda soru sorma (istekte bulunma), cahillerden olmamanı tavsiye ederim187 buyurdu. Allah Teâlâ ona edep öğretti. Edebin bir gereği de, bil­mediğinin bilgisini sormaktır. Öğrendiğinde ise, şefaat edecek kimse­lerden ise, onun adına şefaat diler. Şefaat edilecek kimselerden değil ise, hakkında dilekte bulunmaz. Fakat babalık merhameti kendisine baskın gelmiştir. Bu, doğal ve unsur kaynaklı bir şefkattir ve onu bulunduğu yerden başka bir yere sarf etmiş olur. Allah Teâlâ ise, bu davranışın bilgisizle­rin özelliklerinden olduğunu bildirmiştir. Bilgisizlikten bir hayır mey­dana gelmez. Nitekim bilgiden de bir kötülük meydana gelmez. Öyley­se Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’ ha­disi, onların mahiyetini, nerede kullanılacaklarını ve nasıl kullanılacakla­rını açıklamayı hedefler. Bilmelisin ki, bunlarla yükümlü kimse, daha önce de belirttiğimiz gibi, hür ve köle (olmak üzere) iki kişidir. Bu bağ­lamda kölenin bunlardan bir payı olduğu kadar hür kimsenin de bir pa­yı vardır. Ahlakı Allah Teâlâ’ya tamlama yaptığında, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes O’nun kölesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde bulunan herkes istisnasız, kul olarak Rahman’a gelir.’188 Ahlakı birbirlerine izafe et­tiğinde ise, ahlak hür ve kölelerde bulunur. Bu bağlamda önce kölenin ahlaktan payına değinmek gerekir. Bilmelisin ki, genel anlamda efendi, farz kılar, haram eder, yasaklar ve emreder. Kuşkusuz mubah kılmıştır ve bu iyiliktir. Tercih etmiştir ve teşvik etmiş ve mendup yapmıştır. Bu­rada altıncı bir smıf yoktur. Efendinin -ki Allah Teâlâ’dıremriyle zorunlulu­ğun iliştiği her amel veya amele teşviki yerine getirmek, Allah Teâlâ ve kendi nefsin karşısında güzel ahlakın bir parçasıdır. Bu durum, amelin vacip olması durumunda böyledir. Teşvik edilen bir amel ise, kendi nefsin karşısındaki bir güzel ahlaktır. Bu amel başkasma bir yarar sağlamayı da içeriyorsa, başkasma karşı güzel ahlak demektir. Böyle bir özellikteki bu ahlakı terk etmek ise bayağı ahlak sayılır. Mekruhluk veya yasaklamanın ilgili olduğu ameldeki taksim, vacip veya teşvik edilen kısımlarda da ay­nı şekilde yapılır. Böyle bir davranışı terk etmek, güzel ahlakın gereği iken onu yapmak ise bayağı ve kötü ahlaktır. Terk etmek ise, ruhani bir ameldir, yoksa cisimsel bir amel değildir. Çünkü onun dışta varlığı yok­tur.

Seçime bırakılan amele gelirsek, bu kısım, mubahlardır. Bu kısmın yapılması, dünyada -ahirette değilkendi nefsine karşı güzel ahlakı ye­rine getirmek demektir. Bu amele, onu dince mubah sayılması için yapma niyeti de eklenirse, bu kez Allah Teâlâ karşısında ve dünyada ve ahirette kendi nefsine karşı güzel ahlakın bir parçası olur. Aynı durum, bu taksimde mubahın terk edilmesiyle ilgilidir. Öyleyse bütün kısımlar köleyle ilgilidir. Mubah kısmı ise, hür olanla ilgilidir. Mekruh ve teşvik edilen kısım ise, hür ile ilgilidir. Bu kısımda -gerçek olmasa dabir kul­luk kokusu bulunur. Böylelikle bu menzil bedbahtlık ve muduluk men­zillerini sınırlamış ve onları açıklamış oldu. Yani onları nereden öğrene­ceğin sana açıklandı. Bu, senin üzerinde bulunduğun şeriatm bilgisidir. İnsan davetin kendisine ulaşmadığı kimselerden ise, ona göre güzel ah­lak, akim ortaya koyduklarıdır. Akıl amacın ve kemalin varlığı ve miza­ca yatkınlığa göre onları belirler. Buna örnek olarak, iyilik yapana te­şekkür etmenin dine ve akla göre güzel ahlak olmasını veya iyiliğe nan­körlüğün dine ve akla göre kötü ahlak olmasını verebiliriz. Allah Teâlâ insanı ancak yapabilecekleriyle yükümlü tutmuştur. Davetin ulaşıp ulaşmama­sı birdir, çünkü şeriatm gerçekte onların yerine getirilmesinde bir hük­mü vardır ve kötü ahlakı yerine getirdiğinde affedilir. Çünkü davet kendisine ulaşmamıştır. Bu dununda bağışlamak da, Hakka ait güzel ahlakın bir yönüdür. Binaenaleyh Hakk, kula göre, güzel ahlakta daha önceliklidir. Hatta güzel ahlak gerçekte O’na ait iken kulda Hakkın ba­şarıya erdirmesinin inayetiyle bulunur.

Bu menzille ilgili erdemlerden birisi de, iyilik yapana teşekkür hu­susunda yardımlaşmak, belayı verenden belayı alma hususunda yardım­laşmaktır. Öyle ki kendisinden belanın kaldırılması için ancak belayı kendisine indirene sığınır ki o da Allah Teâlâ’dır. Onu başkasına indirirse, bu davranış, kötü ahlaka girer. Allah Teâlâ ile indirirse, güzel ahlaktır. Kul her iki halde belanın kendisinden kaldırılmasını ister. Bela ise, sadece ve sa­dece acıyı hissetmesi ve bulmasından ibarettir. Bu makamda yol ehlinin büyük kısmı yanılmış ve belalar karşısında kendilerini Allah Teâlâ’ya şikayetten alıkoymuşlardır. Bu konudaki kuşkuları, şöyle demeleridir: ‘Bizde icra ettiği hususta kendisine karşı gelemeyiz. Çünkü şikayet etmek, Allah Teâlâ’dan razı olma haline etki eder.’ Onlara şöyle denilir: ‘Rıza sadece kendisini hissetmek ve kaldırılmasını istemeyerek gerçekleşmiştir. Rıza bu demektir. Yoksa belanın devam etmesi gerekmez.’ Çünkü nefs, acı­nın varlığını nahoş karşılar. Bu nedenle belayı ‘acı’ diye ifade ettik yoksa sebebini değil-. Kula yakışan şey, kendisine indirdiği belayı kal­dırmasını Allah Teâlâ’dan istemektir. Çünkü bu bela, Allah Teâlâ’nın fiilini nahoş karşılamasına yol açar ve doğal olarak onu nahoş karşılaması zorunlu­dur. Çünkü açı, özü gereği kendi hükmünü zorunlu kılar. Belanın indi­rilmesinde fail Allah Teâlâ’dır. Öyleyse acıyı nahoş bulmak, onu doğa gereği nahoş bulmayı da içerir. Çünkü acının hükmünü onun varlığı gerekti­rir. Acı ise, kendisi nedeniyle var olmamış, onu bu kulda Allah Teâlâ var et­miştir. Böylelikle nahoş bulmak, hal ve içerme yoluyla, ilahi mertebeye yönelmiştir. Bu nedenle büyükler, ‘Rabbim! Bana zarar temas etti,1S9 de­mişlerdir. Bunun yanı sıra, şimdiki zamanda gerçekleşmesi istenmeyen şeyin gelecekte de gerçekleşmemesini istemek öğretilmiş ve şöyle de­nilmiştir: ‘Bize gücümüzün yetmediği şeyi yükleme.’190 İlahi kahra karşı di­renmek de kötü ahlakla ilgili olduğu gibi kulun efendisinin herhangi bir emrine direnmesi kötü ahlak kapsamındadır. Çünkü böyle bir davranış, kulluk özelliklerinden değildir. Zayıf olduğunda mümin, bu hususta kardeşinden yardım isterken kardeşinin de öğretme ve destekleme yo­luyla yardım etmesi gerekir. Çünkü ‘mümin kardeşiyle çok olandır.’ İn­san tek başına kaldığında, bela kendisine ağır gelir. Bir yardımcı buldu­ğunda ise, rahadar ve sıkıntıya direnir, yükü azalır. Böylelikle mümin kardeşi tasasında kendisine kulak vererek ona yardımcı olur. Böyle biri, dürüst ve doğru sözlü dosttur. Nitekim bir mısrada şöyle denilir:

Dostum gamlarımı bölüşendir Benim düşmanım onun da düşmanıdır

Başka bir şair ise şöyle demiştir:

Ağır bir yükü pay edersen İnsanların boynuna, hafifler

Böylece bu menzilin içermiş olduğu hususları ana hadarıyla zikret­tik ve sözü uzatmak korkusuyla ayrıntıya inmedik. Bazı hususları açık­ladık, bazılarını bıraktık. Allah Teâlâ izin verirse, bütün menzillerde böyle ya­pacağız. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Musevî Mertebeden Ölüleri Ziyaret Menzili ve Sırları­nın Bilinmesi

Ruhlarımız zatlarım bilmezse

Bilgisizlik ölüm, cisimler ise kabir

Bilirlerse, haşir orda gerçekleşmiştir

Bu nedenle diriliş tamamdır

Bilgi nur ile karanlık arasmda

Bunun dışındaki her söz, yalan!

Bilmelisin ki, ölüm, ruhun duyusal canlılığının kendisiyle gerçek­leştiği bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, bir araya gelmekle -ki bu hayatın nedenidirnitelenmiş olduktan sonra o ikisine ilişir. Aynı şekilde nefsin ölümü de bilginin olmayışla gerçekleşir. Şöyle diyebilirsin: Allah Teâlâ’yı bil­mek, ilişen bir şeydir ve nefislerin hayatı demektir. Bilgisizlik ise, bilgi­den önce sabittir. Kendisinden önce bir bilgi gelmemiş iken bilgisiz na­sıl ölüm ile nitelenebilir? Şöyle deriz: Kuşkusuz Allah Teâlâ’yı bilmek, Allah Teâlâ’nın kendilerini kendilerine karşı şahit tutuğu misak esnasında her insanın nefsine işlemiştir. İnsan nefisleri doğal bedenlerde yaşamaya başladıkla­rında ise, Allah Teâlâ’yı birlemeyle ilgili bilgileri kendilerinden ayrışmış, böyle­likle nefisler Allah Teâlâ’yı birlemeyi bilmemek haliyle ölü olarak kalmışlardır. Bundan sonra Allah Teâlâ bazı nefisleri Allah Teâlâ’nın birliğini bilmeyle canlandır­mış iken varlığını bilmeyle ise hepsini canlandırmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın varlığını bilmek, aklın zorunlu hükümlerinden birisidir. Bu nedenle ne­fisler ölü diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ölü iken..:191 Yani, Allah Teâlâ’yı bilme ruhunu kendisinden alması nedeniyle ölü olan kimse demektir. ‘Sonra kendisine hayat verdik ve kendisiyle insanların arasmda yürüdüğü bir nur verdik.’192 Böylelikle, ahirette dirilişle birlikte tekrar be­denlerine döndürülecekleri gibi, bilgisini kendisine döndürdü ve onunla hayat buldu. Başka bir ayette ise şöyle denilir: ‘Karanlıklarda yürüyen kimsenin örneği:193 Burada kendisiyle insanların arasında yürüdüğü ve hayatın ta kendisi olan nurun karşıtı karanlık kast edilmektedir. Öyleyse


hayat, varlığı, yani Allah Teâlâ’nın varlığın ikrar etmek demektir. Yaratılmış bilgi ise, Allah Teâlâ’nın birliğini bilmek demektir. Karanlıklar ise Allah Teâlâ’nın var­lığını bilmemek demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ bizden misak alınan ayette sadece varlığını zikretmiş, birliğini zikretmemiştir. Misakta birli­ğe değinilmeden şöyle buyurmuştur: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim, on­lar da evet Rabbimizsin194 dediler. Böylelikle rabliği kabul ettiler. Başka bir ifadeyle, O’nun efendileri olduğunu kabul ettiler. Bazen köle, ortak­lık hükmüyle, iki efendinin mülkü olabilir. Bu durumda hangi efendi kendisine, ‘ben senin rabbin değil miyim?’ derse, onun ‘evet, Rabbim­sin’ demesi ve doğrulaması gerekir. Bu nedenle şöyle dedik: Onaylama ve ikrar, Allah Teâlâ’nın varlığını rab olarak, yani kendisinin sahibi ve Rabbi kabul etmesiydi. Bu nedenle Allah Teâlâ ayetin devamında ‘kendisine ha­yat verdiğimiz5195 demiş, fakat bununla yetinmeyerek ‘ona kendisiyle in­sanların arasında yürüdüğü bir nur yarattık196 buyurmuştur. Burada kast edilen, Allah Teâlâ’nın birliğini bilmektir. Çünkü insan adına üstünlük ve mut­luluğun gerçekleştiği bilgi bu bilgidir. Bunun dışındaki bilgi ise, bu yerde o bilginin yerini alamaz. Artık söylediğimizi iyice düşün! Kuşku­suz ki nefislere ölümün gelmesinin daha önceki bir hayattan (Allah Teâlâ’nın varlığını bilmek) kaynaklandığını öğrenmiş oldun. Çünkü ölüm, canlıya gelebileceği gibi dağılma da bir araya gelmeden sonra olabilir.

Bunu öğrendikten sonra, bilmelisin ki: Bu menzilin özelliklerinden birisi de, çokluk ile bir’i bilmenin mümkün olmadığını öğrenmektir. Çünkü onun gördüğü şey, çokluktur. Şöyle ki: Ruh kendisini çokluk ve niceliğin yeri olan bedenle birlikte düşünebilir ve hiçbir zaman kendini yalnız göremez. Bununla birlikte o, kendiliğinde bölünmemiştir. Ruh insanlığını ancak cismin varlığıyla birlikte bilebilir. Bu nedenle tanı­mından ve hakikatinden sorulduğunda şöyle der: ‘Beslenen, duyumsa­yan ve düşünen bir cisim.’ İşte bu, insanın hakikati ve kendisine ait öz tanımıdır. İnsan oluşu sorulduğunda her zaman bu çokluk tanımında zikredilir. Öyleyse ruh zatındaki birliğini bilemez. O, hakikatin tekliğini değil, cinsin birliğini bilebilir. Kendiliğinde bir olduğu hakkında kaza­nımla elde ettiği bilgi ise, zevk, müşahede ve keşfe dayalı bir bilgi değil, teorik araştırmaya ve fikre dayalı bir bilgidir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’yı bil­mek de, ilahlığın birliğini -yoksa zatın birliğini değilbilmek demektir ki onun isimlendirileni Allah Teâlâ’dır. Çünkü zatın bilinmesi kesinlikle mümkün değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın birliğini bilmek, müşahede ve keşfe

dayalı bir bilgi değil, fikre dayalı bir delildir. Başka bir ifadeyle birliği bilmek, hiçbir zaman zevk olarak gerçekleşmez ve onun sadece merte­belerle ilgisi vardır. Manevi nitelikler, insanların onlar hakkındaki görüş ayrılıkları ve tanım ve hakikat bakımından onların kendiliklerindeki farklılıkları ve birinin öteki olmadığı rivayetlerde zikredilmiş iken, zatın birliği nasıl olabilir ki? Bu durum hem akla hem şeriata göre böyledir. '

Şonra, Allah Teâlâ eli, gözü, ayağı, parmakları ve benzeri şeyleri zikret­miştir. Bütün bunlar, zatın birliğiyle çelişen şeylerdir, hâlbuki ulûhiyetin birliğiyle çelişmezler. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisi hak­kında tartışma olmuştur: ‘İki halifeye biat edildiğinde, ötekini öldürü­nüz.’ Çünkü mertebenin birliği, İkinciyi kabul etmediği gibi aynı za­manda ortaklığı da kaldırmaz. Çünkü amaçlanan şey, bozulma değil, düzelmedir, yok etme değil, var etmedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuş­tur: ‘Gök ve yerde iki ilah bulunsaydı, bozulurlardı.’197 Böylelikle ilah’ı bir­lemiş ve ‘İlah’ın zatı bölünmüş olsaydı, yer ve gök bozulurdu’ deme­miştir. Allah Teâlâ böyle bir şeye değinmemiştir. Kelamcılara göre ilah, zatla­rın bir toplamıdır. Çünkü nitelikler (onlara göre), Hakkın zatı ile var olan mevcut hakikatlerdir. Allah Teâlâ ancak toplam ile birlikte ilah olmuştur. Öyleyse onların iddia ettikleri tevhit nerede kalmıştır? Akılcı filozoflara göre de ilah nispetlerin bir toplamıdır. Öyleyse bu anlayışta birlik nere­de kalmıştır? Çünkü onlar İlah’ı bilgi, hayat, kemalinden mutlu olma ve sevinmek gibi nispederle nitelemişlerdir. Öyleyse insafla düşünürsen, birlik, duyulan bir söz, gerçek bir isimlendirileni olmayan bir addır. O halde, ilahlığında bir olan Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. O, ilahlığında ve kendisiyle didişen ve fiillerinde ise O’na ortak olmaya çalışan kullarını kahredendir. Bü iki sınıfın dışındakiler için ise Allah Teâlâ, Bir ve Bağışlayan­dır.

Bunu öğrendikten sonra, artık bu çokluk, Allah Teâlâ’nın birliğinden seni perdelememelidir. Biz sana sadece tevhidinin neyle ilgili olduğunu açık­ladık ve kendiliğinde zatın birliğine değinmedik. Çünkü zat hakkında düşünmek dince yasaklanmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyin.’ Allah Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ sizi kendisinden sakındırır.’198 Yani kendisi hakkında düşünüp onun hakkında şöyle veya böyle bir hüküm vermekten sizi sakındırır. Hâlbuki ilahlık hakkında konuşmak veya onun fikir gücüyle idrak edilmesi ya­saklanmamıştır. Onun kendiliği bakımından müşahede edilmesi ise, Al-

lah ehline göre, imkânsız sayılmıştır. Onun sadece kendilerinde zuhur ettiği mazharları vardır ve kullar bu mazharları görürler. Kuşkusuz ki şeriatlar bunu zikretmiştir. Bizim Allah Teâlâ hakkındaki bilgimiz, tenzih ni­teliklerini veya fiil niteliklerini bilmekk sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın zatî-olumlu bir niteliğini bildiğini iddia edenin, iddiası boş bir iddiadır. Çünkü böy­le bir nitelik zatı sınırlar, hâlbuki zatın sınırı ve tanımı yoktur. Bu, âle­me kapatılmış bir kapıdır. Bu kapının açılması mümkün değildir ve o kapınm bilgisi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir hadiste bildirdi­ğine göre, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkmda kendisine özgü bilgisi vardır. Ha­diste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ’m! Kendini isimlendirip de kullarından biri­sine bildirdiğin veya gaybının bilgisinde kendine ayırdığın bütün isim­lerinin (hürmetine) senden isterim.’ Öyleyse Allah Teâlâ katında sadece ken­disinin bilebildiği isimleri vardır ve bu isimler O’na döner. Kuşkusuz ‘kendine ayırdığın’ ifadesiyle, yaratıklardan herhangi birisinin onları bilmesi imkânsız sayılmıştır. Allah Teâlâ’nın isimleri, özel isim veya donuk isimler değillerdir. O’nun isimleri, övgü, metih ve sena için verilmiş isimlerdir. Bu nedenle anlamlarından hareketle ‘güzel’ isimler olmuşlar­dır. Kınama veya övgü tarzında verilmeden, sadece gösterdikleri varlık­lara işaret eden özel isimler ise böyle değildir. Bize göre bu isimlerin en büyüğü, Allah Teâlâ ismidir. Bu isimde ortaklık gerçekleşmez. Öyleyse zata ait tevhidi öğrenmiş olduğunu iddia eden insanın sözünde tevhit nere­de kalmıştır? Hâlbuki şeriat veya akıl veya keşif onun adına böyle bir tanıklık yapmamıştır. Hâlbuki bunların dışında bir (bilgi kaynağı) yok­tur ve onlar güvenilir kaynaklardır. Bunların dışında bir hüküm nasıl verebilirsin? Öyleyse ölüleri ziyaret etmekle ilgili seni yükümlü tuttuğu işe sarıl. Bu, onlara katılmak ve onların yollarını takip etmek demektir. Bu yol, kendiliğinde bulunduğu hal üzere, gerçeği öğrenemeyeceğini itiraf demektir. Biz sadece yakınlık bildiren fiilleri kullanmaktayız (ne­redeyse, sanki oldu vb.). Bu fiiller ‘kade (ola yazdı)’ ve kardeşleridir. Bu bağlamda şöyle denilir: ‘Damat neredeyse emir oldu.’ Hâlbuki gerçekte emir değildir. ‘Zeyd neredeyse hacı oldu.’ Yani hacı olmaya yaklaştı. Allah Teâlâ ise şöyle buyurmuştur: ‘Elini çıkardığında, neredeyse onu göre­medi.’199 Böylelikle onu elini görmemekle ve kendisini görmeye yaklaşmamakla nitelemiştir. Çünkü ayette geçen ‘lem (olmadı)’ edatının ‘yekadü (neredeyse oldu)’ kelimesinin başına gelmesiyle yakınlık orta­dan kaldırılmıştır. Bu edat, muzari fiillerin başma gelerek onları olumsuzlayan ve kesin olumsuzluk bildiren bir edattır.

Zecr ve rada ilmi (yasaklama ve engelleme bilgisi) de bu menzille ilgilidir. Bu durum, Hakkın zatını bildiğini iddia eden kimseye karşıdır. Böyle birisine bildiğini iddia ettiği husustaki bilgisizliği ancak ahiret hayatında gözükür. Böylece ahirette işin, bildiğine inandığından başka türlü olduğunu ve dünyada ve ahirette bilgisiz olduğunu öğrenir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hesap etmedikleri şey Allah Teâlâ’dan kendilerine görün­dü.’200 Burada genel ifade kullanmıştır. Böylelikle her gruba, inandığı bir şeyin inandığından farklı olduğu ahirette gözükür. Ayette olumsuzlamanın acizlikle mi yoksa zıddını bilmekle mi gerçekleştiğine ise değinilmemiştir. Her iki durum da ahiret hayatında gerçekleşecektir. Söz gelişi günahkâr olup tövbe etmeden ölenler hakkmda tehdidin gerekleşeceğine inanan kimseyi Allah Teâlâ kıyamet günü bağışlar. Bu durumda söz konusu kişi için Allah Teâlâ tarafından günahın bağışlanması ve cezalandırıl­manın ortadan kalkması gibi beklemediği bir şey ortaya çıkar. Öyleyse her gruba Allah Teâlâ katından istediği şey gözükecektir. Öyleyse bilgi ger­çekte kesin bilgi olsaydı, (ahirette) değişmezdi. Bilgi sadece bir zan ve tahminden ibarettir ve sahibinden bilgi suretiyle perdelenmiş ve bu ne­denle de sahibi bildiğini iddia etmiştir. Hakk ise ona ‘sen zannetmektesin ve var saymaktasın’ der. O makam nerede, bu makam nerede? Binaena­leyh her şey bilinmez, her şeyin de cahili olunmaz. Öyleyse bilginlerin en bilgilisi, neyi bildiğini bilen ve ne bilmediğini bilendir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Sana övgüyü sayamam!’ Kuşkusuz ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ortada ihata edilemeyen bir durum olduğunu bil­mekteydi. Hz. Ebu Bekir ise şöyle der: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir.’ Yani idrak edilmeye imkân vermeyen bir şey olduğunu idrak etmiştir. Öyleyse bu, (bir yönüyle) bilgidir (bir yönüyle de) bilgi değil­dir. Kıyamet günü insan, idrak etmiş olduğunu zannettiği şeyi fikir gü­cünün idrak etmekten aciz olduğunu öğrenir. Fakat o, kendini sarsan ateş nedeniyle, fikriyle azap görür. Çünkü şeriatın delili onun üzerinde­dir. Çünkü şeriat hakkmda düşünmesi gereken şeyi kendisine bildirmiş ve açıklamıştı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : ‘Arkadaşlarında delilik olmadığını düşünmezler mi?’201 Başka bir ifadeyle peygamberi tanımaya delil ile ulaşılır. Bu ayetten Allah Teâlâ’nın peygamberine -iddiasını doğrula­yanbir delil verdiği sonucu çıkartılır. Böyle olmasaydı, Allah Teâlâ’nm ‘Düşünmezler mi?’202 ayeti doğru olmazdı. Çünkü düşünme ancak Allah Teâlâ katından gelen bir peygamber doğruluğunu gösteren delil hakkında olabilir. Delil, incelenen ve medlule ulaştıran şeydir. Deliller ortaya ko­nulmuş olmasaydı, akıllılara düşünmek emredilmez ve böyle bir şey kendilerinden istenmezdi. Aynı şey akıllıların Allah Teâlâ’yı bilmesinde geçerlidir. Allah Teâlâ bir takım durumları zikrettikten sonra şöyle buyur­muştur: ‘Kuşkusuz bu konuda düşünen bir topluluk için ayetler vardır.’203 Öyleyse insan fikriyle fikrin sınırını aşarak hakkında düşünmesi uygun olmayan bir hususta düşündüğünde, kıyamet günü fikrinin ateşiyle azap görür.

Sonra, hakkında düşünmenin emredilmediği hususlarda düşün­mek, insanı Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu nimedere karşı O’na şük­retmekten alı koyar. Böylelikle iki azap sahibi olur: Birincisi gereksiz bir hususta düşünmenin azabı, öteki ise kendisine verilen nimete karşı şükrün olmayışından kaynaklanan azap. Bilgi nimetinden daha büyük bir nimet yoktur. Allah Teâlâ’nın nimederinin nedenleri sayısız olsa bile, ger­çekte nimet, hazzın nimet sahibinde bulunmasıdır. Söz konusu nimet­ler sınırsız sayıdaki pek çok vesileyle ulaştırılmıştır ki bunlar iki şeye irca edilebilir: Birincisi, hazza yol açan şeyin bulunmasıdır, ikinci tür sebep­ler ise, yokluğunun hazza ulaştırdığı sebeplerdir. Bunlar nispi durum­lardır. Örnek olarak, kendisinden korktuğu bir düşmanın yok olmasın­dan dolayı haz alan insanı verebiliriz. Söz konusu insan düşmanın yok olmasıyla değeri takdir edilemeyecek ölçüde bir haz alır. Bu haz, çekin­diği bir şeyden emniyete ulaşmış olmaktır. Öyleyse sebepler sayıca çok­tur, haz ise, birdir. O da, gerçek nimet demektir. Nitekim, sebepleri çok olsa bile, elem de gerçek azap demektir. Böylece bir şey, kendisine bitişik olduğunda veya bir nedenle kendisinden kaynaklandığı için, baş­ka bir şeyin adıyla isimlendirilir.

Bilmelisin ki, ziyaret, meyil anlamındaki zûr kelimesinden türetil­miştir. Kim bir topluluğu ziyaret ederse, nefsiyle onlara meyletmiş de­mektir. Manasıyla onları ziyaret ederse, kalbiyle kendilerine meyletmiş demektir. (Aynı kökten gelen) Yalan tanıklık (şehadetü’z-zûr) ise, doğ­rudan yanlışa yönelmek demektir. Ölüleri ziyaret etmek, ölüm niteliği­nin kendisine yerleşmesini arzulayarak, onlara meyletmek demektir. Çünkü ölünün kendiliğinde bir hükmü yoktur. O ancak kendisinde ta­sarrufta bulunanın hükmüne bağlıdır. Ölüden engelleme veya direnme veya övgü veya kınama veya itiraz beklenemez. Aksine o haliyle ve za­tıyla bütünüyle teslim olmuştur. Aynı şekilde, onu ziyaret eden insanın (Hakkın karşısındaki) halinin, ölünün kendisinde tasarruf eden kimse­nin karşısındaki durumu gibi olması gerekir. Bir insan şeriatça belir­lenmiş tarzda -yoksa kayıtsız bir şekilde değilbu dereceye ulaşırsa, adamların makamına ulaşmış demektir. Böyle bir nitelikle -kayıtsız isemanasında nitelenebilir, yoksa zâhiri ve bâtını duyusunda nitelenemez. Aksine insan, şeriatın emir ve yasaklarının ilgili olduğu hususlardaki zâhirî ve bâtını fiillerinde diri olması gerekir. Buna karşılık, bütün bu konularda hakkındaki kaza ve kadere teslim olarak ölü olması gerekir. Fakat insan (kazaya rıza gösterirken), takdir edilen şeye karşı etkisiz kalması gerekmez. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Muhammedî Mertebeden Kavasım (Engelleme) Men­zilinin ve Sırlarının Bilinmesi

Masumların sevgisiyle dolu olduğunda Ayetlerden engelleyici ayetleri hatırla

Onlar engelleyici ve koruyucudur

Koruyucu ayetlerin hayat verdiğinden daha güvendedir

Bunlar, fikirle ulaşmadığım şeylerdir Fakat onlar Kasım’ın eliyle gelmiştir

İlah yaratılışı adilce ve ihsanıyla vermiştir Kahhar’ın engellemesi ve korumasıyla

Meleklere katılan bir adam ile

Hayvanlara katılan insancık arasında ne kadar da fark var!

Bilmelisin ki, -Allah Teâlâ dilediği ayederi göstermek üzere beni miraç ettirdiğindemiracım esnasında bu menzile ulaştığımda, yanımda bir melek vardı. Menzilin kapısını çaldı, kapının ardından şöyle dendiğini duydum: ‘Allah Teâlâ’nın bildirmesinden başka bir şekilde bilinmeyen bu ka­pıyı da çalan kim?’ Melek şöyle dedi: ‘Senin kulunun mertebesinin kulu, Muhammed b. Nur’dur.’ Kapı açıldı, içeri girdim. Hakk o menzilde bu­lunan her şeyi bana bildirdi. Fakat kendisini müşahede ettikten seneler sonra bana onları bildirdi. Bu müşahede benim için tarif olmaksızın sûri bir müşahede idi. Bundan sonra ise, Hakk onu bana bildirmiştir. Bi­linmeyen bir menzil olduğu belirtilince, belim kırıldı. Onu bana tanı­tınca, Allah Teâlâ’nın gördüklerimden korudukları müstesna, onun bütünüyle kavasım olduğunu gördüm. Bunun üzerine korktum, Allah Teâlâ ise bana dönük tecellisiyle korkumu dindirdi.

Bu menzilde, ruhaniler suretlerde şekillendiği gibi, duyulur suretlerin cisimsel suretlere dönüşmesini gördüm. Bu ilk suretlerin ortadan kalktığını zannettim. Onları derinden inceledim, onları göremedim. Bütün gücümü onlara yönelttiğimde, başkalaştılar ve ben de amacıma ulaştım. Meğerse suretler başkalaşmada iki tür imiş: Birincisi, bir güç vererek, görünmek istediğin herhangi bir surete girmek üzere görenin gözüne etki etmendir. Bu durumda o kişi seni ancak senin girmek iste­diğin surette görebilir. Sen ise, kendiliğinde ve kendi suretinde değiş­meden, cevherinde ve suretinde bulunursun. Şu var ki senin görene gö­zükmek istediğin bu sureti hayalinde canlandırman gerekir. Gören in­san da, kendisini tahayyül ettiğin şekilde, senin hayalindeyken o sureti algılar. Bu bakış ise o esnada bilinen suretini idrak etmekten kendisini perdeler. Bu yolların birincisidir. Diğer yolu ise, bu menzil içerir. Şöyle ki: Senin suretin, cevherindeki bir arazdır. Allah Teâlâ o arazı ortadan kaldı­rarak sana seni kendisinde göstermek istediği yılan veya aslan veya baş­ka bir şahsın sureti gibi bir arazı giydirir. Cevherin ve cevherini yöneten ruhun ise, sahip olduğu akıl ve diğer güçlerinde birlikte olduğu hal üze­re kalıcıdır. Öyleyse bu durumda suret hayvan veya bitki veya donuk suretidir. Akıl ise insan aklıdır ve o konuşabilir ve düşünebilirdir. Hak­kın kendisini konuşturmak istediği herhangi bir dille dilerse konuşur, dilerse konuşmaz. Böyle birinin hükmü, bilinen suretteki kişinin hük­müyle birdir.

AÇIKLAMA

Donukların, Bitkilerin ve Hayvanların Konuşması

Donukların, bitkilerin ve hayvanların konuşması bu konudan öğ­renilir. Onlar suretlerinde iken konuşur ve -tıpkı insanm konuşmasmı duyman gibionları duyarsın. Nitekim ruh da beşer suretinde bedenlendiğinde, suretin onun üzerinde hüküm sahibi olması nedeniyle insanlar gibi konuşur. Ruhani, insandan farklı olarak, gözüktüğü suret­ten başka bir surette konuşamaz. Bu, mesh edilenin menzilidir. Bu mertebeden dünya ve ahirette duyusal suret başka suretlere çevrilir. Yi­ne bu menzilden bâtınlar (başka suretlere) çevrilir. Dışta insan suretini görünen birisi, bâtmda o suretten farklı olarak melek, şeytan veya bâtınının durumuna uygun bir şekilde köpek, domuz, maymun, aslan olabilir. Bütün bunlar, insanlığın kendisini talep ettiği şeyden yüksek veya düşük niteliklerdir. Bâtınların çevrilmesi, daha önce zâhiri suretle­rin başka suretlere çevrilmesi Israiloğullarmda çok olduğu gibi, bu dö­nemde de çoktur. Allah Teâlâ onları domuz ve maymunlar yapmıştı. Ahir zamanda da bu ümmet içinde de (dış suretin çevrilmesi anlamında) meshin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Fakat bu da (davet ümmeti anla­mında) Yahudilerde gerçekleşecektir, Müslümanlarda değil! Çünkü iman onları korur. Öyleyse bu ümmet içinde ancak Yahudi veya dıştan Müslümanlığını gösterip de içerden Yahudiliğini gizleyen ikiyüzlü in­sanların suretleri çevrilir. Yahudileri bu ümmete kattık, çünkü bir Pey­gamber’in ümmeti onun kabilesinden ibaret değildir. Onun ümmeti, gönderildiği herkestir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, bütün insanlara gönderil­miştir. Bütün dinlerdeki ümmetler de onun ümmetidir. Onların bir kısmı iman etmiş iken bir kısmı iman etmemiştir, bir kısmı teslim ol­muştur.

Cinlerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in dinine girmesine gelince, onların bu dine girmesi, kendi vaktinde peygamber gönderilmeyen birisinin vakti­nin peygamberinin dinine girmesine benzer. Sonra kendisine peygam­ber olarak gönderilmemiş olan bu nebi, dinine giren kimse kendisine peygamber olarak gönderildiği kimselerden değil ise, gönderildiği kim­selere uyguladığı hükümleri onlara da uygular. Çünkü her nebinin bir yöntemi ve şeriatı vardır. Cinlerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iman etmeleri de böyle gerekleşmiştir. Bâtınların çevrilmesi hakkında söylediğimize ge­lince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinden bir topluluğun niteliğini kutsi ha­diste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Onlar görünürde kardeş, gizlide düşman­dırlar. Dilleri baldan tatlı, kalpleri kurtların kalpleri gibidir. İnsanlara yumuşak davranırlar.’ İşte bu, insanın sureti insan iken kalbinin kurt kalbine değiştirilmesi gibi, suretin değiştirilmesiyle ilgilidir. Bu belalar­dan koruyan Allah Teâlâ’dır.

Suretteki başkalaşmanın diğer yöntemi ise, şahsın sureti bulunduğu hal üzere kalırken, nefsinin bulduğu bir ruhaninin suretini giymesidir. Söz konusu ruhani hangi surette olursa olsun, kişi o surette başkalarına görünebilir ve bu şahıs ise o surette gizlenir. O, kendisinin üzerinde, kendisini kuşatan bir hava gibidir. Bu durumda bakanın gözü o aslan veya köpek veya maymun -veya Azız ve Alîm’in takdirine göre her ne isesuret üzerine düşer.

Başka bir tarz ise şudur: Kendisini kuşatan havanın dilediği bir su­rete girmesidir. Şahıs ise o suretin bâtını olur. Böylelikle idrak, kendi­sinde görünmek istediği o surette şekillenen hava suretinin üzerine dü­şer. Şu var ki bu suretten konuşma meydana gelirse, ancak gören tara­fından bilinen onun diliyle gerçekleşir. Böylelikle nağmeyi duyar, onu bilir, sureti görür ve onu inkâr eder. Bu haldeki birinin onun nağme­sinden uzaklaşması mümkün değildir. Bu, kendisini tanıyanlar için, ci­nin gücüdür. Çünkü onlar diledikleri suretlerde gözükürler. Onların nağmesi ise, cin nağmesidir ve bundan fazlasına güçleri yetmez. Bu tarz hakkında bilgisi olmayan kimsenin ise cinler hakkında bilgisi yoktur. Şu var ki, cinlerin akıllarıyla oynadığı bazı topluluklar vardır. Sihirbazın ip­leri, hayalde koşan yılanlar suretlerinde hareket ettirmesi gibi, onların gözlerine hayali suretler gösterirler. Bunun üzerine söz konusu insanlar, cinleri gördüklerini zannederler, hâlbuki onlar cin değildir. Bu suretler, kendilerine gösterilen hayali suretlerde onlarla konuşur. Hâlbuki suret­ler konuşucu değildir. Cinlerin kendiliklerinde bedenlenmesi ise bun­dan farklıdır. Öyleyse âriflerden her gurubun nağmesini bilen kimse, görür ve gördüğü konuda bir karıştırmayla karşılaşmaz. Endülüs’te cin­leri şekillenmeksizin ve şekle girerken gören bir topluluk görmüştük. Onlardan birisi, Kurtubalı Fatıma b. Müsenna idi. O, hiç karıştırma­dan, cinleri bilen birisiydi. Fas şehrinde de bir grup görmüştüm. O in­sanların gözlerine cinler, hayali suretler olarak görünmekteydi. Kendile­rini sınamak için diledikleri şekilde onlarla konuşuyorlardı. Onlar cin olmadıkları gibi cin suretinde de değillerdi. Onlardan birisi, Fas şehrin­deki Ebu’l-Abbas ez-Zekkak idi. O bu konuda gerçeği karıştırmıştı ve cin ruhlarının kendisiyle konuştuğunu zannediyordu ve bundan emindi. Böyle düşünmesinin nedeni, onların seslerini ve nağmelerini bilmeyişiydi. Benim yanımda oturduğunda veya benim meclisime geldiğinde, susar ve sonra da gördüklerini betimlemeye başlardı. Ben de onun böy­le zannettiğini bilirdim. O bu halde (cinlerle) oynaşmaya, arkadaşlık etmeye ve konuşmaya kadar işi vardırmıştı. Bazen de kendisiyle gördü­ğü kimse arasında belirli konularda bir hasımlaşma ve nefret meydana gelirdi. Bu nedenle cin başka bir yönden kendisine zarar verirdi. O ise, bu zararın gördüğü suretlerden kaynaklandığını zannederdi ve bu kana­at kendisine hakimdi. Allah Teâlâ kendisine merhamet etsin! Ebu’l-Abbas edDehan ve bütün arkadaşlarımız bu hali kendisinden görürdü. Öyleyse nağmeleri tanıyan, hiçbir sureti karıştırmaz. Bunu bilenler ise azdır, in­sanlar, belirli vakitlerde kendilerine gözüken şeyin doğruluğuna (güve­nerek) aldanırlar.

Suretten surete girmenin mertebelerini bu menzilden açıklamış ol­duk. Bu menzilde suretlerde gözükmenin akılları hayrete düşüren garip sırları vardır. Bunların en büyüğü ise, cevher baki olmakla birlikte -ki bu sureti taşıyan için cevherin kalması zorunludurbir mizacın başka bir mizaca dönüşmesidir. Cevher baki olmasaydı, asla başkalaşma gerçekleşmezdi. Fakat bu başka cevher, Zeyd Amr olmadığı gibi, kendi su­retinde değişmemiştir ve öteki de değildir.

Bu menzilden Ebu Bekir ümmet ile tartılır ve onlardan üstün gelir. Bu, Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün yaratıklar arasındaki tartı menzilidir. Kim bu menzildeki şeyleri bilir, hükmünü müşahede eder, hal ve makam olarak Allah Teâlâ’nın kendilerini koymuş olduğu hususlar üzerinde yaratıkla­rın ölçülerini bilirse, meleklerin, insanların, cinlerin, hayvanların, bitki­lerin, donukların bir kısmının diğerlerinden üstünlüğünü bilir. Bunun yanı sıra melekler ile insanlar, cinler ile insanlar, donuklar, bitkiler ve insanlar arasındaki üstünlük ilişkilerini de bilir. Böyle bir insan, her cin­sin diğer cinsle arasındaki üstünlük ilişkisini de bilir. Buradan hacer-i esved’in (siyah taş) bir taş -Ki o Allah Teâlâ’nın sağ elidirolmasına rağmen üs­tünlüğü öğrenilir. Bir donuk olmasına rağmen, taştaki bu üstünlüğe bakınız! İnsan olmalarına rağmen, Firavun ve Ebu Cehil’e bakınız! Bu menzilden bu üstünlükleri öğrendiğinde, bu cinslerin arasından hangi cinste, hangi türde, türün hangi türüne -ki son dereceye kadar gidercennetin sirayet ettiğini öğrenirsin. Son derece, son türün şahıslarıdır. Aynı zamanda bu insan, cinslere, cinslerin türlerine ve son türün şahıs­larına varıncaya kadar türlerin türlerine sıcak ile zemherir arasmda nasıl sirayet ettiğini de öğrenir. Bu durumda gördüğün herkesi hakkında onu gördüğün halde bulunduğu vakitle değil geleceğiyle birlikte görmüşsündür. Burada, bu mertebenin mukabilinde, hayali bir mertebe­den karıştırma ortaya çıkar. Böylelikle vaktin şahidinin verdiği şey gö­rülürken görülen hakkında gelecek hükmü verilir. Bu, daha önce zik­retmiş olduğumuz nitelikten kaynaklanan şeytani bir karıştırmadır. Söz konusu nitelik, şeytan ve cinlerin insanlara kendilerinden ve başkaların­dan gerçek olmayan bir takım hayali suretler göstermesidir. Bu konu, Ebu Hamid el-Gazzâlî ve benzerlerinin yanıldığı bir konudur.

Bizim kendilerine yetiştiğimiz şeyhler arasında bu meseleyi karıştı­ranlardan birisi de, Ebu Ahmed b. Seyid Bûn idi. O ve benzerleri şöyle derdi: ‘İnsan unsurlar âleminde bulunduğu sürece karıştırmayla karşıla­şır. Unsurlar âleminden yükselip de kendisine göklerin kapıları açıldı­ğında ise, karıştırmadan kurtulur. Çünkü artık o, kovulmadan ve şey­tanlardan korunma ve sakınılma âlemindedir ve burada gördüğü her şey gerçektir.

Şimdi ise bu konunun gerçeğini sana açıklayalım: Şöyle ki: Kendi­lerinden aktardığımız üzere, bu grup gördükleri şeylerde karıştırmadan kurtulduklarını iddia ederler. Çünkü onlar, şeytanların giremeyeceği bir yerde bulunurlar. Onların bulunduğu yerler, Allah Teâlâ’nın kendilerini betim­lediği üzere, mukaddes ve temiz yerlerdir. İşin onların zannettiği gibi olduğu da doğrudur. Fakat bunun böyle olması, o yerlere yükseliş tıpkı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in miracı gibi cisim ve ruh yoluyla gerçekleştiğinde olur. Ölüm ayrılması olmaksızın, aksine sadece fena ile veya kendisine verilen bakma gücü gibi düşüncesiyle ve ruhaniliğiyle bu menzile miraç yapanlar da vardır. Bu miraç esnasında bedeni evindedir ve kendisi de ya ondan fani olmuş veya sahip olduğu güç nedeniyle onun farkındadır. Böyle birinin de, kendisiyle Allah Teâlâ arasında bir alamet bulunmadığı sü­rece, karıştırması kaçınılmazdır. Söz konusu alamette Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği, söylediği ve müşahede ettirdiği hususlarda tam bir açıklık üzerinde bulunur. Başka bir ifadeyle sayesinde Rabbinden bir açıklığa sahip olacağı alameti olmadıkça, karıştırma ve -insaf sahibi isebu ko­nuda kesin bir bilgiden yoksun kalmıştır. Bazen müşahede ettiği şey gerçek olabilir. Bunun yanı sıra gerçekte korunmuş ve sakınılmış olabi­lir. Fakat onun bu konuda bir bilgisi yoktur. Rabbinden açık bir delile sahip olduğunda ise, evlerinde dururken kendilerine aktarılan vahiyde karıştırmadan güvende oldukları gibi, onlar da karıştırmadan güvende olurlar. Çünkü şeytan, ister alamet sahibi olsun ister olmasın, sürekli olarak keşif sahibi böyle bir müridin halini kontrol eder. Çünkü şeytan kulu saptırma ve karışıklığa düşürme hususunda hırslıdır. Aynı zaman­da şeytan, kendisine verdiği ilhamda onu koruduktan sonra kulunu hüsrana uğratabileceğini bilir. Bu nedenle ‘belki’ der ve umuda ve bek­lentiyle yaşar, insanın bâtını kendisinden korunursa ve meleklerin nur­larının bu kulu kuşattığını görürse, bu kez onun duyusuna intikal eder. Böylelikle duyu suretinde ona bir takım durumlar gösterir ve bunlar va­sıtasıyla kulun bâtınında üzerinde bulunduğu Allah Teâlâ yolundan çekip ala­bileceğini umut eder. Bâtınında duyusal olarak meleklerin nurlarıyla korunmuş ve sakınılmış bütün kimseler karşısında şeytanın davranışı böyledir. Gerçekte de korunmuş kimselerden ise, bu durumda onun kalbinde meleklerden koruyucular bulunmaz. Çünkü şeytan onun kal­bine gelir. Böyle bir şahıs, gerçekte masum olması itibarıyla, Rabbin­den sahip olduğu açık kanıt sayesinde şeytanın kendisine vereceği il­hamları kabul etmez. Bu durum, söz konusu kişi bilgide derinleşenlerden değil ve sınırlı bir makam sahibiyse böyledir. Temkin sahibi ve ilahi ilimde derinleşmiş birisi ise, şeytanın verdiği ilhamı da ondan alır, çün­kü o da Allah Teâlâ’dan kendisine gelen bir elçidir.

Verilen ilham övülen bir şey (hakkında ise) ise, sadece almak için onun şeklini değiştirir, çünkü oiıu Allah Teâlâ’dan almıştır ve vasıtaya iltifat etmez. Çünkü bu insan, şeytanın (vasıta) Allah Teâlâ katındaki yerini ve kovulmuşluğunu bilir. Böylelikle şeytan, bir şey dileyip de onu tamamlayamadığı her defasında, başarısız bir şekilde geri döner. Hatta böyle bir işte bu şahıs adına ilave muduluk vardır. Fakat şeytan, onu saptırmada­ki hırsı nedeniyle, tekrar tekrar kendisine döner. Kendisine getirdiği il­ham kınanmış bir ilham ise, onun hakikatini değiştirir ve onun hakkın­da iyi haline gelir. Başka bir ifadeyle kul o ilhamın kullanım yerini de­ğiştirerek Allah Teâlâ’nın razı olacağı bir işte kendisini kullanır. Bu durumda da şeytan, bir şey isteyip de onu tamamlayamadığı için başarısız bir şe­kilde geri döner. Üstelik bu iş kulun daha çok muduluk kazanmasına sebep olmuştur. Söz konusu şahsın hali topraktan (yerden) almak ise, şeytan onun adına kendisinden alması için bir toprak yerleştirir. Kul ise, ya şeytanı başarısız bir şekilde geri döndürür ve iki yeri ayırt eder veya derinleşmiş birisi olur ve Allah Teâlâ’ya şükreder. Bu şükrün nedeni, Allah Teâlâ’nın duyulur bir toprak (yer) verdiği gibi hayali bir yer daha vermiş olması­dır. Allah Teâlâ’nın bu hayali yerdeki sırrına bakar ve Allah Teâlâ’nın kendisine yerleş­tirdiği sırları ondan alır. Hâlbuki söz konusu sırlar şeytanın aklına gel­memişti. Allah Teâlâ ise o sırlan söz konusu kişinin mülküne ilave olarak kendisine verir. Bu insanın hali gök olabilir (bilgilerini gökten alabilir). Bu durumda şeytan onun için kendisinden (bilgisini) aldığı semanın bir örneğini (hayalinde) yerleştirir ve öldürücü zehirlerden kişiye güç yeti­rebilecek miktarı o hayali suretlere katar. Böylelikle şeytan, daha önce (bilgilerini) yerden alan ârife davrandığı gibi bu ârife davranır. Bu ma­lamda değil ise, onu giyer ve bu öldürücü zehirleri yudumlar, amelle­riyle hüsrana uğrayanlara katılır. Böyle bir ârifın hali, Sidre-i münteha(’dan bilgi almak) veya meleklerden birisinden (bilgi almak) olabilir. Şeytan böyle bir ârifin (hayaline) Sidre’nin bir benzerini veya o meleğin suretinin bir benzerini gösterir ve onu o meleğin adıyla adlandırır. Son­ra kendisine içinde bulunduğu makamdan öğrendiği şeyleri ilham eder ve onu şaşırtmak ister. Söz konusu kul karıştıracak kimselerden olursa, düşmanı kendisine karşı muzaffer olur. Masum kimselerden ise, ondan korunur. Şeytan kovulur, getirdiği şeyi kendisine atar ve -şeytan olmak­sızıno bilgiyi Allah Teâlâ’dan alır. Allah Teâlâ’ya da, kendisine bu imkânı verdiği için ve bilgisini artırdığı için şükreder. Sonra bu şahıs, daha üst bir Hakk yükselir. Onun hali Arş veya Amâ veya ilahi isimler ise, şeytan kendisi­ne -haliyle tam uyumlu olarakilham verir. Karıştıranlardan ise, duru­mu belirttiğimiz gibi olur. O kişilerden değil ise, durumu zikrettiğimiz bölümlere ayrılır.

O halde İblis’in insana ancak onun haline göre ilham verdiğini açıklamış olduk. Bu hal, o kişinin zihninde yerleşik olabileceği gibi şeri­atın onayladığı bir durumda da olabilir. Bakınız! İbn Sayyad’a İblis’i Arş’ı göstermişti, çünkü onun hali Arş’ı (görmek) idi. İblis Arş’ı kendi­sine deniz üstünde göstermişti. Çünkü Allah Teâlâ’nın şöyle buyurdu­ğunu görmüştü: ‘O’nun Arş’ı su üstünde idi.’204 Bunun üzerine İblis, İbn

Sayyad’a Arş’ı deniz üstünde göstermişti. İblis, onun üzerinde oturmuş­tu. Sayyad ise, -Allah Teâlâ’dan aldığını zannederekondan (bilgi) alıyordu. Çünkü Allah Teâlâ, peygamberinin kendisinden bildirdiğine göre, şöyle bu­yurmuştu: ‘O’nun Arş’ı su üstünde idi.’205 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İbn Sayyad’a ‘Ne görüyorsun?’ diye sorduğunda, ‘Arş’ı görüyorum’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘nerede?’ diye sorünca, ‘deniz üstünde’ demişti. Bunun üze­rine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine şöyle demiştir: ‘Senin gördüğün İblis’in Arş’ıdır.’ Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine Kuran’dan Duhan suresini okumuş, ardından kendisine ‘Sana ne okudum?’ demiş, o da ‘duh’ de­miş. Duh sözlükte duhan (duman) demektir. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine ‘Hadi ordan! Senin kadrin geri dönmeyecek?’ Yani sen işi karıştıranlardan birisin. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine ancak Duhan suresini okumuş, bazı şeyleri ise gizlemişti. Bu sure ise, hem dumanı hem başka şeyleri içerir. İbn Sayyad ise, surenin adını söylemiş, fakat gizlediğini söyleyememiş ve Duhan suresi dememiştir. O sadece duh demiştir. Hâlbuki bu surede duh değil, ikisi de aynı şey olsa bile, duhan zikredilmiştir. Bunun üzerine İbn Sayyad, Duhan suresi ile (duman)anlamındaki duhanı ayırt edememiş ve bilgisiz kalmıştır. Bu nedenle de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine ‘hadi ordan’ demiştir: Çünkü Sayyad, bu surede kendisine bu kelimeyi bildiren İblis’e uygun bir şeyi zikretmişti. Şöyle ki, şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytan bu gizlemede kendisine uygun bir şeyi görmüş, onun duhan suresi olduğunu anla­mamış, İbn Sayyad’m sırrma ise bu kadarlık bilgiyi ilham etmişti. Çün­kü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem içinden kendisini belirlediğinde surenin adını söy­lerken şeytan onu çalmış ve peygamberin telaffuzundan onu edinmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu içinde gizlemiş olsaydı, şeytan onu öğrenemeye­cekti. Çünkü İblis, bir velinin kalbinden farklı olarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine ulaşma veya muttali olma gücüne sahip değildi. Çünkü peygamber, vahyin inişi esnasında şeytanın vesvesesinden korunmuştur ve başka hallerde de durum aynıdır. Bakınız! Şeytan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu konumda ve Allah Teâlâ’nın inayetiyle kalbine şeytanın ulaşmasından ko­runmuş olduğunu öğrenince, namazda kıblesine hayali bir ateş aleviyle gelmiş ve ateşi yüzüne atmış. Şeytanın amacı, -namazda peygamber adına gördüğü iyilik nedeniylekendisiyle namazı araşma girmekti, çünkü şeytan, özü gereği peygamberi kıskanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, ar­kaya doğru çekilmiş ve namazını bırakmamış, sonra da bunu sahabesine bildirmiştir.

Veliye gelirsek, (şeytan) bazen velinin kalbine ilham eder ve veli içinden konuştuğu şeyleri ondan dinler. Şeytan, daha önce de zikretti­ğimiz üzere, veliyi hali (hakkında) karışıldığa düşürmek ister. Kim Rabbinden gelen açık bir kanıta sahipse, hiç kuşkusuz, mutludur ve onun adına belirsizlik kalkmıştır. Açık kanıt üzerinde onun kanıt oldu­ğunu gösteren bir alamet bulunmalıdır. Bir şey açık kanıt değil ise, ona göre hüküm vermek mümkün değildir. Çünkü bazen alamet olabilir, fakat açık kanıt olmayabilir ve veli alametin kanıtın kendisi olduğunu zanneder, hâlbuki öyle değildir. Çünkü alamet açık kanıt değildir. Açık kanıt, (ilham edilen şeyi) hakka’l-yakin olarak bilmeyi sağlar ve nebiler ve veliler Allah Teâlâ’dan kendilerine gelen ilhamlarda ona göre hüküm verir­ler. Bağdadı Ebu’l-Bedr et-Temaşükî -ki dürüst sûfilerin en temiz giyi­neni ve en güzel konuşanıydıbana şöyle demişti: Bir mecliste Şeyh Rağibü’r-Rahbi ile bir araya gelmiştik. Ariflerdendi, fakat bize ulaşan haberlere göre, işlerinde kemale erdiren ârifler derecesine ulaşmamıştı. Vaktin bir adamının mertebeden kendisi için çıkartılan bir hilat gördü­ğü kendisine söylenmişti. Adama bu konuda bir de alamet verilmişti. Şimdi de o alamet vardır. Fakat onu görmemiştir, çünkü alameti gör­memiştir. Bunun üzerine Ebu’l-Bedr kendisine şöyle demiştir: ‘Şeyh! O adamdan sonra pek çok adam görmedin mi?’ ‘Evet’ deyince, ‘Büyükler­den mi idiler’ diye sormuş, adam cevap vermiş: ‘Evet, fakat bu alameti onların hiçbirinde görmemiştim.’ Ebu’l-Bedr şöyle demiş: ‘Kim bilir, belki kendilerini görmüş olduğu adamlardan birisi o hilat ile amaçlanan kimseydi ve senden gizlendi de kendisini tanıyamadın.’ Rağib şöyle demiş: ‘Böyle bir şey olabilir.’ İşte bu kişi, alamet sahibidir, fakat ala­metinde açık bir kanıta sahip değildir. Çünkü alamet, bâtında olabilir ve ondan ayrılmaz. Böyle birisi, bu alamet sayesinde Rabbinden gelen açık kanıta sahip kişidir. Bir kişiye ait olan alamet başka birisine verildi­ğinde, söz konusu kişi, alamet üzerinde hüküm sahibidir. Dilerse, o kişi adına alamette gözükür, dilerse gözükmez. Bu nedenle Rağib, alamet hakkında söylediğini söylemiş, fakat alametin kendisine mi, yoksa başka bir adama mı ait olduğunu açıklamamıştır. Ebu’l-Bedr’in alamet hak­kmdaki karışıklıkla ilgili sözlerini kabul edince, kesin olarak şu kanaate vardık: Rağib’in alametin başkasmda olduğu hakkmdaki iddiasını doğ­rularsak, bu durumda Rağib Rabbinden gelen açık bir kanıta sahip de­ğildir. Öyleyse onun alameti kendisindedir, başkasında değildir. Bu ne­denle Ebu’l-Bedr’in kendilerini gördüğü ve kendisinden gizlenen adam­lardan birisinin alamet sahibi olduğu hakkındaki sözü doğru olabilir. Öyleyse Ebu’l-Bedr’in bu adama itirazı, bu yolda geçerli yerinde bir iti­razdır. Rağib’in de bu itirazı onaylaması, doğrudur ve iddiasındaki doğruluğunu gösterir. Fakat bu şeyh, açık kanıta sahip olmayan kimse­lerden birisi olabileceği gibi açık kanıt sahibi de olabilir. Çünkü onun sözünde açık kanıt ifadesi geçmemiştir ve ortaklığın kendisinde söz ko­nusu olduğu alamete yönelmiştir.

Adı geçen şeyh Ebu’l-Bedr et-Temaşükî’nin şeyhi Şeyh Ebu’s-Suud b. eş-Şibl’e gelirsek, hallerinden anlatıldığı kadarıyla, kendisi Rabbin­den açık bir kanıta sahipti ve zamanının en aklilısıydı. Adı gecen Ebu’lBedr, kendisinden Abdülkadir’i sakince ve saygıyla değil de öfkeyle yâd eden bir adamı azarladığını aktarmıştır. Adama Abdülkadir’i tanıdığını, ailesi içinde ve kabrinde halinin nasıl olduğunu bildiğini söylemiştir. Bu rivayet olmasaydı, hiç kuşkusuz ki, sırf kul olurdu. Fakat bundan sonra da yaşamıştır. Mümkündür ki daha sonra sırf kül haline gelmiş olabilir. Çünkü o adama şeriatta yasaklanmış bir iş yaptığı için tepki gösterme­miş, sadece Abdülkadir’in hallerini nitelemiş ve konumunu yüceltmiştir. Hatta adam dince mahzurlu bir iş yapsaydı ve bundan dolayı kendisine tepki göstermiş olsa ve kızsaydı, bu davranış da kendisini sırf kul ol­maktan çıkartmazdı. Öyleyse Ebu’s-Suud’a verdiğini vereni tenzih ede­rim! Kuşkusuz ki o, kendi zamanında bu hususta vaktinin biriciğiydi. Evet! Bu zikreden kişi onun müridi olsaydı, kendisini uyarması gere­kirdi, çünkü onu uyarmak da, terbiyenin bir parçasıdır. Bu durumda söz konusu kişi onun müritlerinden birisiyse, bu azarlama onu kendi kulluğundan çıkartmaz. Ebu’s-Suud’un bu azarlaması kendisine söyle­nen ilahi bir emirden kaynaklanmış olabilir. Bu emir, herhangi birisi adına gerçekleşecek bir yarar veya konuşan o kişinin hakkında saygısız­lıkta bulunduğu makama karşı Allah Teâlâ hakkında kıskançlıktan kaynak­lanmış olabilir. Böyle bir durumda saygısızlık yapan kişiyi azarlaması, kendisini kulluktan çıkartmak bir yana, kulluğunu gerçekleştiren unsur­lardan birisi olur. İşte bu, daha önce zikrettiğimiz kimse hakkında de­ğil, Ebu’s-Suud ve hali hakkındaki hüsnü zandır. Bütün bunları zikret­memizin nedeni, bu makam ve menzil hakkındaki bilgileri bütün yönle­riyle ortaya koymaktır. Bu şeyhin de o yönlerden birisi üzerinde olması gerekir ve bunlardan birisiyle onun üzerinde hüküm vermemiştir. Kita­bı okuyana, bu makamın ve hallerinin bilgisini vermiş olduk. Allah Teâlâ bana Ebu’s-Suud’un hallerinden herhangi birisini bildirmedi ki, onu kendi menziline katayım. Hangi menzilde olduğunu en iyi Allah Teâlâ bilir! Şu var ki onun terazisinin şeyhler arasmda üstün olduğundan eminim. Allah Teâlâ bizi kendisini ve ehlini sevmekle nimedendirsin.

Bu menzilin içermiş olduğu kavasım’ın bazı yönlerini açıklamış ol­duk. Çünkü onların hepsi, korkutucudur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğ­ru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar