YİRMİ İKİNCİ SİFİR 3.Bölüm
ÜÇ YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Sevîk Akabeleri Menzilinin Muhammedî
Mertebeden Bilinmesi
Fetih iki türdür: hem anlamda hem kelimede Kim kemale ererse, hikmetleri
toplar
Varlıklarda menzili aşağı inse bile
Yükseklik kelimeler mertebesinde ona aittir
0 manada rütbesiyle önde olandır
Nur âleminde
öyledir, karanlık âleminde değil
Allah Teâlâ’nın kullarını küçümseme, çünkü
onların Nimet ve ikram sahibi Allah Teâlâ’dan payları var
Alemi yüceltmeksin, medlul onu talep eder O afet ve ithamlardan
münezzeh
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın
kıyamette el-Hamid ismiyle Allah Teâlâ’nın peygamberini yerleştireceği makam-ı
mahmûd’un üç sancağı vardır. Bunlar, ‘hamd sancağı’ diye isimlendirilir. Allah
Teâlâ peygamberine ve sancaklar içerisinde Muhammedi varislerine Allah
Teâlâ’nın isimleri verilir. Onlar, bu isimlerle kıyamet günü makam-ı mahmûd’a
yerleştiklerinde, Rablerini överler. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme şefaat sorulduğunda şu hadisinde dile getirilmiştir: ‘O gün Allah Teâlâ’yı,
bugün bilmediğim isimlerle överim.’ Kast edilen o yerin gerektirdiği isimlerle Allah
Teâlâ’nın övülmesidir. Çünkü Allah Teâlâ güzel isimleriyle övülür ve bu isimler
tam olarak bilinemez. Çünkü cennette gözün görmediği kulağın duymadığı ve
kalbe gelmeyen şeylerin bulunduğunu biliriz. Yine biliriz ki, bizim için göz
aydınlığı nimetler, orada saklanmıştır. Bunlardan her biri, kendisini izhar
ettiğinde onunla ortaya çıkacak ilahi bir isme dayanır. Başka bir ifadeyle
bilmediğimiz her nimet; bizim için kendisini izhar ederken, ilahi bir ismine
dayanır. Öyleyse biz o ismi biliriz ve o nimet vasıtasıyla Allah Teâlâ’yı över
veya tespih veya ispat övgüsü şeklinde hamd ve tespih ederiz. Bunu öğrenince,
bu isimlerin belirlenmesini sordum. Bu isimlerle Allah Teâlâ, kıyamette makam-ı
mahmûd’da övülür. Biliyordum ki, o esnada bu isimleri bilmiyordum ve Allah
Teâlâ bana onları henüz öğretmemişti. Çünkü onlar, kıyamette Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme tahsis edilecek övgülerdi. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, bu övgülerle makam-ı mahmûd’da Allah Teâlâ’yı övmeye başlar
ve üzerlerine hamdlerin yazılı olduğu hamd sancakları açılır. Bu mertebede
onları biliriz. Bunun üzerine bana şöyle denildi. cBu isimler bin
altı yüz kırk altı isimdir. Her sancağa doksan dokuz isim yazılmıştır. Onları
ezberleyen cennete girer.’ Sancaklardan birisi böyle değildi. Onda yedi yüz
yetmiş isim yazılmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hepsinde Allah
Teâlâ’dan şefaat talebi içeren bütün bu övgülerle Allah Teâlâ’yı över.
Bu menzilin gereklerinden birisi,
kendisine yerleşenin o sancaklardan her birisini müşahede etmesi ve içerdiği
isimleri bilmesidir. Böylelikle peygamber varisi de orada söz konusu isimlerle
Allah Teâlâ’yı över. Her sancağın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ve
tabilerinden kâmil varislerin ulaştığı bir menzili vardır. Bu menzil ulaşılması
çetin, yüksek bir menzildir. Bu nedenle ‘akabe’ diye, ayaklar üzerinde sabit
kalmadığı için ‘sevik’ diye isimlendirilmiştir, çünkü orası ayakları kaydıran
bir yerdir ve ancak peygamber, nebi ve kâmil varis gibi kendi döneminde perdeli
olan insanlar ulaşabilir. Abdülcabbar en-Nifferi’nin el-MevakıPında: ‘seva
mekıfı’ diye isimlendirdiği mertebe budur. Bunun nedeni, Hakkın onda kulun
suretiyle gözükmesidir. Bu menzilde Hakk kulunu korumalı ve ihsanıyla muhafaza
etmelidir. Kulun ayağı bu menzildeyken, kulluğu gözlerinin önüne dikilmeli ve
sürekli onu müşahede etmelidir. Bir insanın hali böyle değilse, ayakları kayar
ve -nefsini Hakkın suretinde görmesi nedeniylekulluğunu görme arasında engel
ortaya çıkar. Böyle bir kul, Hakkı kul suretinde gördüğü gibi iş tersine de
döner. Bu, çetin bir müşahededir, çünkü Allah Teâlâ âlemlerden müstağnilik
makamından kullarından borç isteme makamına inmiştir. Buradan bazı insanlar, ‘Allah
Teâlâ fakirdir5 demiştir. Halbuki Allah Teâlâ zengindir. ‘Biz ise
zenginiz.’ Halbuki onlar fakirdir. Böylece hüküm onlarda tersine dönmüştür.
İşte bu, farkına varılmayan ilahi tuzaktır ve ondan kurtulmaya götüren yolu öğrenmek
isteyen, her durumda kulluğa ve gereklerine sarılmalıdır. Bu davranış, insanın Allah
Teâlâ’nın tuzağından kurtulduğuna delildir. Geride gelecekte tuzaktan güvende
olmayışı kalır. Yani insan, tevilin giremeyeceği veya özet bilginin hüküm
veremeyeceği bir açıklıkla, Hakkın bildirmesi olmadan ilahi tuzaktan emin
değildir. Böyle bir menzilde ‘Fakat Allah Teâlâ attı5450 ayeti
müşahede edilir. Göz, taşı atanın peygamber olduğunu görür. Allah Teâlâ bu
menzilde onun yerini almıştır. ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı.’41'
Bilmelisin ki, eşidik (seva), iki yol
arasındadır. Çünkü varlık kul ile Rab arasında sınırlıdır. Rabbin bir yolu
olduğu gibi kulun bir yolu vardır. Kul Rabbin yoludur ve gayesi O’na varır.
Rab de kulun yoludur ve gayesi ona varır. Öyleyse bütün yaratıklardaki
geriel-birinci yol, Hakkın yaratıkların niteliklerinin hükümleriyle zuhurudur.
Bu, genel nezdinde, yaratıkların niteliklerinin hükümleridir. Bize göre ise,
yaratıkların değil, Hakkın özellikleridir ve eşitliğin anlamı da bu demektir.
Diğer yol yaratıkların -genele göre‘Hakkın nitelikleri5 diye
ayrışan niteliklerle zuhurudur. Esma-i Hüsna ve benzerleri gibi. Bu genelin,
bilgisinin ulaştığı son yerdir. Bize ve seçkinlere göre, bunların hepsi asalet
yoluyla Hakkın nitelikleridir. Yaratıklara bu niteliklerden izafe edilen ve
sıradan insanların ‘Allah Teâlâ5ın tenezzülü5 diye
isimlendirdiği nitelikler, bize göre, Hakkın nitelikleridir. Kulun mertebesi Allah
Teâlâ nezdinde yükselerek onlarla süslenme imkânı bulur. Bu nitelikler,
sıradan insanlar nezdinde ‘eksiklik isimleri5 iken bize göre ‘kemal
isimleridir.5 Çünkü asıl anlamıyla Allah Teâlâtan başka
isimlendirilen yoktur. Allah Teâlâ âlemi izhar ettiğinde, ona dilediği
isimlerini vermiş, varlıkları bu isimleri onlara öğretmiştir. Yaratıklar -mümkün
olmaları nedeniyleeksiklik makamındadır ve onlar kendilerini tercih eden
birisine muhtaçtır. Bu nedenle asıl olduğu ve 05na ait bir Hakk
olduğu zannettikleri şeyi, hükümde kendisine katmışlar, yaratıklara ait
isimlerin eksik olduğu hükmünü vermişlerdir. Hakkın bunlarla isimlendiği ve
kendisini bunlarla nitelendiğini gördüklerinde de, bunu onların nitelikleriyle
Hakkın tenezzülü kabul etmiş, o niteliklerin asıl itibarıyla Hakkın isimleri
olabileceğini bilememişlerdir. Bizim mezhebimize göre, Hakkın nitelikleriyle
zuhur ederken bütün yaratıklar o isimleri kuşatır. Onlara ait her isim Hakk
için gerçek ve asıl, yaratıklar için ödünçtür. Sûfı topluluğuna göre, böyle bir
şey seçkinler için olabilir. Başka bir ifadeyle, esma-i hüsna bilhassa
seçkinler için (bir nitelik) olabilir. Bize göre isimleri bilmek Allah Teâlâ
ehlinden seçkinlerin işi olabilir (yoksa ilahi isimlerin nitelikleri olması
onlara özgü değildir). ‘Böyle bir şey olmaz’ demek ile ‘bunu bilmek mümkün
değildir’ dememiz arasında büyük fark vardır. Çünkü gerçekte her gözle görülen
Haktır. Allah Teâlâ ehlinden olan kimseler bunu müşahede edebilir. ‘Gördüğüm
her şeyden Önce Allah Teâlâ’yı gördüm ve bildim’ diyen Ebu Bekir’in sözü buna
benzer. Bir şey sınırlı varlığıyla ortaya çıktığında, arif, Allah Teâlâ’yı
ondan görür ve o şeyde Allah Teâlâ’yı temyiz eder. Bu kişi, o şeyin Hakkın
örtülerinden birisi olduğunu ve süslenmek üzere Hakkın kendisinde gözüktüğünü
bilir. Bu, Allah Teâlâ’nın kulları için süslendiği ziynetidir. Ebu Bekir
esSıddık’m makamı buydu. Allah Teâlâ ehli başka insanlardan sadece bu konudaki
bilgileriyle ayrışırlar. Çünkü gerçek, kendiliğinde bu haldedir. Sıradan
inanlara göre böyle bir şey Hakkı hakka’l-yakin bilen inayet ehlinde
mümkündür. Başkalarına göre ise, (niteliklerde) Hakk olmaksızın halk (halle
olmaksızın Hakk) vardır.
Allah Teâlâ bu menzil için ‘rahmet
kapısı’ diye isimlendirdiği bir kapı yarattı. Bu kapıdan içeri girilir ve
içeri gireni Allah Teâlâ -daha önce işaret ettiğimizeşitlik hükmünden ortaya
çıkan tehlikeli afederden korur. Çünkü bu menzil için o kapı, bilgide niyet
gibidir. Amelde gaflet, unutma gibi amelin sağlığına etki etmeyen bir gedik
oluşturduğunda, niyet gediği kapatır. Çünkü niyet o bilgiyi inşada eşittir.
Öyleyse niyet, ameli korur. Aynı şeyi Allah Teâlâ Kuran’daki her surenin
başındaki besmeleyle yaptı. Sure için besmele, amel için niyettir. Bir surede
zikredilen her türlü tehdit veya mutsuzluğu gerektiren nitelik söz konusu
olunca, besmele içerdiği genel ve özel rahmet -Rahman ve Rahimvasıtasıyla o
surenin içerdiği bütün konularda hüküm sahibidir. Bunlar, söz gelişi, insana
mutsuzluk sağlayacak (tehdit gibi) konulardır. Allah Teâlâ ya özel veya genel
rahmetiyle o kula merhamet eder. İşte ihsan rahmeti bu demektir.
O halde herkes, besmele nedeniyle
rahmete kavuşur: Besmele, bir müjdedir.
Tevbe suresini Anlamı
Tevbe suresini Enfal suresinden ayrı
bağımsız bir sure kabul ederek, onu ‘tevbe’ diye isimlendirenler vardır. Bu
bağlamda tevbe, Allah Teâlâ’nın merhamet ve sevgisiyle kullarına dönmesi demektir,
çünkü kendilerine haksızlık yapan kullarına Allah Teâlâ, herhangi birisini
ayırt etmeden, şöyle der: ‘Ey kendilerine karşı haddi aşan
kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah Teâlâ bütün
günahları bağışlar.’452 Allah Teâlâ ayette Rahman ismini
kullanmış olsaydı, haddi aşanlardan kimseye azap etmezdi. Fakat ‘Allah Teâlâ’
ismini kullanmıştır. Mağfiret cezalandırmadan önce veya sonra olabilir. Bu
nedenle ayet ‘O Gafur ve rahimdir’ şeklinde biter ve Rahim sonda gelir. Yani
onlar cezalandırılsa bile, sonuçta varacakları yer rahmettir. İlahi dönüş
rahmede dönmektir: Allah Teâlâ kullarına başka bir şeyle dönmez. Bununla
birlikte dünyada dönüş, onların mağfirede kendilerine dönmesidir. Bu durum ‘Sonra
tövbe etsinler diye, onlara döner’453 ayetinde belirtilir. Ahirette
onların dönüşü O’nun dönüşünü önceler, çünkü ahiret hayatı bunu gerektirir.
Yaratıklardan bu menzilde bulunan herkes, O’nun önüne düşer ve zorunlu olarak
Rabbine döner, Allah Teâlâ da onlara döner. Onların bir kısmına Allah Teâlâ,
kıyamette ve oranın menzillerinde rahmetiyle döner. Bir kısmına ise, cehenneme
girdikten sonra merhametiyle döner. Bu değişiklik, hallere, duyusal-manevi
olarak müşahede edilene ve gerçeğe göre meydana gelir. Âlem bir anlam için konulan
harftir. Harfin manası, Allah Teâlâ’dır. Orada O’nun hükümleri ortaya çıkar,
çünkü O’nun nefsinde hükümlerin ortaya çıkacağı bir yer yoktur. Dolayısıyla
mana, her zaman harfe bağlıdır. Allah Teâlâ âlemle beraberdir. Allah Teâlâ ‘Her
nerede olursanız, O sizinle beraberdir’454 buyurur.’ Ayağını koyduğu ilk anda
bu menzile giren için Allah Teâlâ’dan doksan dokuz tecelli gerçekleşir.
Tecellilerden birisinde kendi suretini görür ve onun hakikatini öğrenir.
Ardından doksana yerleştirilir. Burada toplama mertebesinden ve engelleme,
karşı koyandan yükseklik makamından olmayan şeyleri öğrenir. Böylelikle Hakk
kendisine kendi katindan bilgi öğretmek üzere ona iner. Bu menzile girerken
rahmet onun adma öne geçmişti. İşte Musa’nın arkadaşı Hızır’ın menzili budur.
Bilmelisin ki, bir şeyin bir duruma
uygunluğu ve ehliyeti, onun için zatî bir niteliktir. Bu nitelikte başkasıyla
uzak bir nispet ortaklığı Olabilir. Bunu tam öğrenirsen, ayağın sabit olmaz ve
ayağın kayar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle
demiştir: ‘Cehennemlikler oradan çıkamazlar. Çünkü onlar cehennemliktir. Onlar
orada ne ölür ne diri kalir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onların
niteliğini ölüm ve hayatı kendilerinden olumsuzlaştırmak yapmıştır. Sonra
cehenneme girip onun ehli olmayanlara sözü getirip şöyle demiştir: ‘Fakat
insanların bir kısmına ateş günahları nedeniyle ilişir. Allah Teâlâ onları
cehennemde öldürür.’ Onlan ölmekle nitelemiştir. Bu, cehenneme ehil olanların
özelliğinden başkadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o insanların
cehennemden çıkmasından söz etmiş, Hakkın bütün âlemi övgüsünü tespih etmek
üzere konuşturduğuna dikkat çekmiştir. Tespih müspet bir durumu övmek değil,
tenzih etmektir. Çünkü Allah Teâlâ ancak kendisine ehil olan şeyle övülebilir.
O’na ehil olanda ise ortaklık olamaz. Allah Teâlâ isimleriyle övülebilir ve
tarafımızdan bilinen Allah Teâlâ’nın her ismiyle kul ahlaklanabileceği gibi
kendisine yaraşan şekilde onunla nitelenebilir. Allah Teâlâ’nın âlemde
kendisine ehil olacak şeylerle övülmesi mümkün olmayınca, O’nu övmek, kendisini
her şeyden tespih etmek şeklinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle hamdi kendisine
izafe ederek ‘O’nun hamdi5455 demiştir.
Yani, (her şey) Hakk ettiği övgüyle O’nu över ve bu O’na aittir. Kast edilen,
tespihtir. Allah Teâlâ ‘İzzet sahibi Rabbin onların
nitelemesinden münezzehtir’*56 buyurur, izzet, herhangi bir övgü
türüyle kendisine ulaşılmayı engellemek demektir. O’nun övülmesi, onlarm
nitelemelerinden (tenzih) olabilir. Her öven, bir niteleyendir. Allah Teâlâ
ise her durumda kendi tespihini zikretmiş, her varlıkta tenzihini dile getirip
şöyle demiştir: ‘Yedi gökler, yer ve içindekiler O’nu
tespih eder,’457 Varlıklar bunlardır. Peygamberliği
ve şeriatı tamamlandığında, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
kendisini övmek üzere şöyle demesini emretti: ‘Rabbinin
adını tespih et ve bağışlanma dile.*58 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise ‘Sen kendini övdüğün gibisin’ demiştir. Allah Teâlâ’yı kendi
hamdıyle tespih etmek bu demektir.
Allah Teâlâ’yı övmede durum ifade
ettiğimiz gibi olunca, O’nun için bir övgü tespit etmemiz mümkün olmamıştır.
Biz sadece Allah Teâlâ’nın kitaplarında bize zikrettiği övgüleri -O’nun
bildiği anlamıylazikrederiz, bizim anladığımız anlamıyla zikretmeyiz. Bu
durumda Allah Teâlâ’yı överken, sadece aktaran ve okuyan oluruz. Çünkü bu
durumda övdüğümüz varlığın zatını bilmiyoruz. O’nun zatı tanım ve tarif kabul
etmez veya nicelikle sınırlanmaz veya bulunduğu durumu bilinemez. O,
âlemlerden müstağnidir. Dolayısıyla O’nu bilmeye götürecek bir delil olmaz.
Sadece bize benzemeyişi Veya niteliğimizi kabul etmeyişi yönüyle kendisine
dayanmış olmamıza delil getirebiliriz. Her ilahi isimle biz de niteleniriz. Dolayısıyla
böyle bir bilgi, Hakkın kendisini bildiği tarzda, amaçlanmış marifet değildir.
Bunun için tespih farz kılınmış, her şey bu tespihi yerine getirmek üzere
yaratılmıştır. Tespih, bütün niteliklerden Hakkın olumsuzlanmasıdır, olumlama
değildir. Bu nedenle bazı akılcılar, alimler onların varlıkları görüşü
beğenmemiş olsa bile, tespihin bir yönüne dikkat çekmişlerdir. Gerçekte onların
söylediği, ince bir yönden doğrudur: Onlar yaratılmış ile Allah Teâlâ arasında
kendisine verilen lafızlarda da olmak üzere ortaklığın geçerli olamayacağını
düşünmüştü.
Onlara ‘Allah Teâlâ mevcuttur’
denildiğinde, ‘yok (madum) değildir3 derler. Çünkü zamanda var olan
şey, varlıkla nitelenmiştir ve (Allah Teâlâ ile onun arasında) ortaklık yoktur.
‘Allah Teâlâ hayydır’ denilince, ‘ölü değildir’ derler. ‘Allah Teâlâ alimdir’
denildiğinde ise ‘cahil değildir’ derler. ‘Allah Teâlâ kadirdir’ denilince,
‘aciz değildir’, ‘Mürid’dir’ denilince, ‘iradesiz değildir5 derler.
Böylelikle bütün bu durumlarda olumsuz nitelikleri kullanırlar. Tespih, tenzih
ve -olumlama değilolumsuzlama demektir. Böylelikle onlar, Allah Teâlâ’nın her
varlığa söylettiği esasa göre hareket etmiş, akılcılar arasında garip bir yol
takip etmişlerdi. Allah Teâlâ’yı tespih ederek övmek dillerin kaldırabileceği
bir iş değildir, isimlerle övmek böyle değildir. Çünkü diller yorulur, kalır ve
o sınırda dururlar. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı övmesi emredilen biri, kavrayış
ve sınırlamanın son noktasında şöyle demiştir: ‘Ben seni övemem, sen kendini
övdüğün gibisin.’ Allah Teâlâ’nın kitaplarında kendisi adına bir nitelik
zikretmeyişindeki hikmete bakınız. Allah Teâlâ kendisini nitelikten tenzih
ederek ‘Güzel isimler O’na aittir’459 demiş, onları -sıfat veya nitelik
yapmayarakisim yapmış, ‘bu isimlerle O’na dua edin’*60 demiştir. Allah Teâlâ’ya övgü,
isimlerle gerçekleşir. İsim övmeyi gerektirmez, övgüyü nitelik ve sıfat
gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ kendisi adına yaratıklarında bir nitelik
zikretmemiş, özel isimler belirlemiştir. Bunlar, övgü için değil, delil olsun
diye gelmiş isimlerdir. Güzel-ilahi isimler, bizim için övgüdür. Onlarla biz
övülürüz ve bu isimlerle kendimizi överiz. Allah Teâlâ da (biz onları bu
anlamda kabul ettiğimiz için) kendisini bu isimlerle över. Çünkü daha önce şunu
belirttik: Alemde şeriatlar, dil ehlinin aşina olduğu anlamlara göre, Allah
Teâlâ’dan inmiştir. Onların bu konuda gerçeğe isabet edip etmemeleri birdir,
insanlar Hakkın kendileriyle kendisini isimlendirdiği bu isimlerin yaratıklarda
da övgü anlamında kullanıldığını bilir. Bu nitelikler kimde bir nitelik veya
sıfat olarak bulunursa, Allah Teâlâ onlarla kendisini över ve onların nitelik
değil, isimler olduğuna dikkat çeker. Zeki-anlayışlı dinleyici, bunun durumun
bir gereği değil, tevatü hükmü olduğunu anlar. Şeriatın delili ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’46' der. Kastedilen, bütün yönlerden
benzerliktir: Allah Teâlâ mekânda bulunmayı kabul etmez; kabul etseydi,
‘benzeri yoktur’ ifadesi genel olarak doğru olmazdı. Çünkü mekânda olmayı kabul
etmek, bir benzemedir. Aklî delil ise, bunu kabul etmez. Bununla birlikte hüküm
tevatü yoluyla verilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dilsiz cariyeye
‘Allah Teâlâ nerededir?’ diye sormuş, mekân lafzını genel kullanmıştı. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ hakkında mekânın -nitelik değilisim
anlamında olabileceğini biliyordu. Cariye işarede ‘Göktedir’ deyince, onun
işaretini kabul etmiş, onu mümin saymıştı. Çünkü Allah Teâlâ kendisinin gökte
olduğunu bildirmiştir. Cariye de Allah Teâlâ’yı tasdik etmiş, bu nedenle mümin
sayılmıştır. Fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cariyenin bilgili
olduğunu söylememiş, onun serbest bırakılmasını emretmişti. Azat etmek,
kölelik bağından kurtarmak demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kadının kölelik bağından azat edilmesiyle ‘Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey
yoktur’ ifadesine dikkat çekmiştir ki, O’nu mekân bağından azat etmektir. Bu
sayede cariyenin cevabında söylediği mekâna da hakkını vermiştir. Allah Teâlâ’yı
bilen Şâri’nin ne güzel söylediğine bakınız! Bütün bunlar, tenzihtir. Allah
Teâlâ olumlu niteliklerle övülünce, bu nitelikleri isim yapmışken yaratıklar
onları -kendilerine ait olduğu tarzdanitelik kabul etmiştir. Kuldan böyle bir
övgü meydana gelip o suretin ruhu tespih yoluyla ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’
ifadesi değilse, böyle bir övgü Hakkın layık olduğu özelliği bilmemek demektir.
Çünkü kul, övüleni sınırlamış ve daraltmıştır. Övgünün isim olması ise
farklıdır. Dostum! Tespih (ve tenzih), Allah Teâlâ hakkmdaki övgünden genel
olarak ayrışmasın. Çünkü böyle yaparsan, inşa ettiğin övgünün suretine ruh
üflemiş olursun. Kıyamette ‘yarattığınız şeylere hayat verin’ denilip de (bunu
başaramadıkları için) azap gören suret yapanlardan olma! Onların hayat verme
gücü yoktur ve kıyamette iddiada bulunmak mümkün değildir. Çünkü orada her şey,
dünyadan farklı olarak, gerçeğe uygundur.
Hamdin suretini inşa etmek hakkında
zikrettiğimiz meseleyi iyice incelemelisin. Ona tespih ruhu üflenmemiş
olduğunda, durum nasıldır? Allah Teâlâ bir grup hakkında ‘Allah
Teâlâ’dan başka dua ettiklerinize bakın! Onlar yeryüzünde neyi yaratır, bana
gösterin?’462 demiştir.
Şöyle diyebilirler: ‘Hz. İsa da Allah Teâlâ’dan başka dua edilen birisidir. O
yeryüzünde topraktan bir şey yaratmıştır. Toprağı çamur yaptığında, sudaki
yaşlık ve topraktaki kuruluğa göre bir takım cüzi (varlıklar) meydana getirmiştir.
Toprağın soğukluğunun niceliğini artırmış ve ayrışmayacak ve düzeni
bozulmayacak şekilde toprak ağırlaşmış, sonra yaşlığı ve kuruluğu ortadan
kaldırmış, kuşun sureti ortaya çıksın diye parçaları kaynaşmıştır.’ Böyle bir
itirazı (bildiği için) Hakk, önceden Hz. İsa’nın kuş yaratmasının Allah
Teâlâ’nın izniyle gerçekleştiğini belirtir. Onun kuşu yaratması, Allah Teâlâ’ya
yaklaşmasını sağlayan bir ibadetti ve bu konuda ona izin verilmişti. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Topraktan kuş şeklinde benim iznimle
bir şey yaratınca, ona üfler, benim iznimle kuş olur.’463 Allah Teâlâ kuşu yaratmasını kendi
izniyle İsa’ya emretmiştir. Emredilen kuldur ve kul ilah değildir. Bu misali
vermemizin nedeni, ayette geçen ‘ma’ edatının genelliğidir. Ma (o şey ki)
akıllı veya akılsız her şey için kullanılan bir edattır. Dilde otorite olan
Sibeveyh böyle demiştir. Çünkü bu sanatı takip eden bazı kimseler (dilciler),
şöyle derler: Ma edatı, akılsızlar için kullanılırken men (ki o) akıllılar için
kullanılır. Bu görüş, doğru değildir. Araplar, bütün akıllı ve akılsızları bir
araya getirerek, ma edatını akıllılar için de kullanmışlardır. Böyle
söylememizin nedeni, Allah Teâlâ’nın ‘Allah
Teâlâ’dan başka ibadet ettiğiniz şeyler ayetinde...’464 kastedilenin akılsızlar olduğunun,
Hz. İsa’nın ise akıllı olması nedeniyle hitabın içine girmeyeceğinin ileri
sürülmesidir. Sibeveyh’in görüşü doğrudur.
Geniş bir muhtevaya sahip olan ve
sürekli murakabe halinde değilse, kendisini bilenden gizli kalan bu menzil
hakkında yeterli açıklama yaptık. Bu menzil, çeşitli ilimleri içerir. Bunların
arasinda Allah Teâlâ’nın hamd sancaklarına tahsis ettiği rahmet ilmi vardır. Allah
Teâlâ ona genel rahmeti mi, yoksa özel rahmeti mi tahsis etti? Zorunlu rahmetin
komşu olduğu şey -ki genel rahmetin bir parçasıdırhamd sancağı mıdır ve onunla
sınırlı mıdır? Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın ancak örfte bilinen güzel
isimleriyle övmektir. Ya da onları geçerek, Allah Teâlâ’ya bütün isimleri ve
zamirleri vererek, genel rahmete mi ulaşılır? Çünkü bir sınırlama olmaksızın,
mutlak fiil Allah Teâlâ’ya aittir. Fiilin talep ettiği her isim O’na verilmese
bile O’nundur. İlahi ve genel rahmet, övgünün kendisine verilmemesi şeklinde
cereyan eden bütün isimleri içerir. Bu isimlere merhamet ederek, onlar Allah
Teâlâ’ya verilir. Onların sancakta yazıh olduğunu görürsün. Bu, hakkmda müstakd
kitap yazma niyetinde olduğumuz ve Marifetü’l-medhal
ile’l-esma ve kinayat adlı küçük
bir kitap yazmakla yetindiğimiz bir konudur. Onun üslubu alışılagelmiş bir
üslup değildir.
Konuyu bdseler büe, öncekderden ona
dikkat çeken kimse görmedik.
. ' 1 . • • '
Bu menzüin ilimlerinden birisi de
-tehir olmaksızıntafsilin kendisini takip ettiği icmal ilmidir. Kitapların
nereden indirddiği, ilahi isimlerden onlarm mertebeleri, bu menzdden öğrenilir.
İndirilmiş bütün kitaplar isimlerden olan bir mertebeden mi iner? İniş
sebeplerinin değişmesine göre, mertebeleri de değişir mi? Tevrat’ı Allah Teâlâ
eliyle yazsa bde, karşı koymak isteyenleri ‘aciz bırakmak’ (i’caz) özelliğiyle
inmemiştir. Kuran ise, icaz özelliğiyle inmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
isimlerinin mertebesinin değişmesi zorunludur. Her isim, dahi isimlerden
kendisine özgü isme tahsis edilir. Yaratmada vasıta Hakkın bilinmesi, bu
menzdden öğrendir. Bu terim, Sehl b. AbduUah tarafından ‘Adi’ diye isimlendirilir.
Hakkın davetinden yüz çevirirken, perdeli kimseler bu menzdden öğrendir. Acaba
yüz çevirmeleri, bdgisizlik mi, inkâr mı, inat mıydı? Adah’ın haklarında
ilahlık iddiasında bulunulup da bu niteliğe sahip olmayanlardan ayrışmasını sağlayan
şey bu menzdden öğrenilir. Akün fikir gücüyle elde ettiği deliderin kaynakları,
bu menzilden öğrenilir. Dua esnasmda gecikmesinin sebebi, bu menzilden
öğrenilir. Dostun düşmana dönüşmesinin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Allah’tan
anlamadaki derecelenme, bu menzdden öğrendir. Bu istidada mı, meşiyete mi
dayanır? Lehinde ve aleyhinde tanıklık yapılan kimse adına ilahi tanıklık, bu
menzdden öğrendir? Lehinde ve aleyhinde olan tanıklıklar, haklarını yerine
getirdikten sonra rahmette bir araya gelir. Daha önce barış yolu ve bir
iddiayla veya tanıklığa gerek olmaz. Şahit olan Hakk ise, O’nun katında
şahitlik yapdacak şekdde hüküm veren kimdir? Kendi bilgisiyle hüküm verirse,
şahit olmaz. Şahitlik bdgisi, şahitlerin ve bu konuda şahitliklerin mertebelerinin
bdgisi bu konuyla dgdidir. Hüküm veren kendi bilgisiyle mi hüküm verir? Ya da
-şahitler yalancı şahit olmadığı takdirdebilgisini şahiderin şahidiği
karşısında bir yana bırakır mı? Misal olarak şahiderin Zeyd’in Amr’dan şu kadar
dirhem alacağı vardır hakkındaki tanıklığım verebiliriz. Şahidere göre gerçek,
söyledikleri gibidir. Hüküm veren ise, Amr’ın o borcu sahibine ödediğini tam
olarak bilir. Dolayısıyla tek tanık hakimin bilgisidir. Hakim ise, tanıkların
bilgilerine göre tanıklık yapaklarını ve Ömer’in Zeyd’e şahitliğe konu olan
şeyi vermiş olduğu hakkmda bir bilgileri olmadığını bilir. Doğru sözlünün
yalanlanması, bu menzilden öğrenilir. Verdiği haberler imkan dahilindeyken onu
yalanlayan, niçin yalanlar? Korku yerlerinde korkunun ortadan kalkma sebebi, bu
menzilden öğrenilir. Uygun cezada münasebet ilmi, bu menzilden öğrenilir.
Uygun cezaya ilave edilen şey, ceza mıdır, ihsan mıdır? Acı veren cezadaki
artış, haz ve lezzet veren cezaya denk midir? Yoksa ilave, nimet olan
karşılıkta mı olabilir ve acılarda uygun cezaya bir şey eklenmez mi? Bu durum
şu ayette belirtilir: ‘Azaplarına azap
kattık.’465 Bu ilave
neye döner? Başka bir ayette ‘Olgunlaştığında onların derilerini
başkalarıyla değiştiririz ki, azabı tatsınlar’466 denilir. Yenilenen deriler, uygun
cezanın parçası mıdır, ilave midir? Başka bir ayette ‘Bize
ateş sayılı günler temas eder’467 buyrulur. Bu sözde haklarında doğru
olacak bir yorum var mıdır, yok mudur? Allah Teâlâ bir grup hakkmda ‘Hayır!
Kim günah işler ve günahı onu kaplarsa, bu kimseler cehennemliktir, orada ebedi
kalıcıdırlar’4611 buyurur. Acaba ‘Bize
ateş sayılı günler temas eder’469 sözlerine karşılık mı söylenmiştir.
Çünkü ateşe giren herkese ateş değmez. Nitekim ateşteki azap melekleri
öyledir. Orası meleklerin evidir ve ateş onlara temas etmez. Allah Teâlâ bunun
ardından ‘Hatası onu ihata etmiştir’ buyurur. Bunlar, ateşin temas ettiği
kimselerdir. Âdemoğullarının yaratılması, ruhani ve doğal sureti bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaptığı kötülüğü bağışlamasını sağlayacak kulun
niteliği, bu menzilden öğrenilir. Haklar ve onları Hakk edenler, bu menzilden
öğrenilir. Sunma ve durma, arz ve vukuf, bu menzilden öğrenilir. Çünkü ayette ‘Onları
Rablerinin önünde durduklarında görürsün’470 denildiği gibi başka bir ayette ‘İnkâr
edenler o gün rablerine sunulurH71 denilir. ‘Onlar
ateşe sunulduklarında...’472 ve ‘Kafirler
ateşe arz edildikleri gün’473 denilir. ‘Arz edilmek’, girmek
midir, değil midir? Mutabakat ilmi, bu menzilden öğrenilir. Bu, değerli bir
bilgidir. Benzerlerin zıtlığı, bu menzilden öğrenilir. Peygamberlere zorunlu
şeylerle zorunlu olmayanlar, bu menzilden öğrenilir. Bir şeyden dolayı meydana
gelen bilinen sebeplere güvenmemek, bu menzilden öğrenilir. Çünkü aynı sebeplerden
öncekinden farklı bir sonuç meydana gelebilir. Güvenendeki bu yanılgı nereden
meydana gelir? Fani olan ve olmayan şeyler, bu menzilden öğrenilir. Farii
olanlar özü gereği mi fanidir? Her şeyin ‘sende’ ve ‘senden’ olması, bu
menzilden öğrenilir. Sende bulunmayan garip bir şey sana gelmez, Sana ancak
senden olan, gösterilir. Bu, değerli bir bilgidir ve onu Allah Teâlâ ehli
olanlardan bile herkes bilmez. Âlemin sınıfları arasındaki fark, bu menzilden
öğrenilir. İktidar, bu menzilden öğrenilir. Küçük zaman ile büyük zamanın
ilişkisi, bu menzilden öğrenilir. Büyük zamanın nimet ya da vuslat vakti gibi
küçülerek ortaya çıkması veya küçük zamanın acı veya ayrılık zamanı gibi
büyüyerek ortaya çıkması, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM
Hakikatin Önünde Şeriatın Boyun Eğmesi
Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Bu menzil,
doksan dokuz ilahi isim içeren hamd sancaklarından ikinci
sancağın kendisinde gözüktüğü menzildir.
Taş hâdislik özelliğinderıdir, deme sakın
Ben halife olmam nedeniyle serbestim
Nerede, nerede! Sen halife olmakla
bağlanmışsın Azatlık nerede! Varlık kapın açılmış
Kalp kapalı kilitlerin ardında Anahtarları
kaybolmuş, açılmaz bir daha
Gönlünün açılmasıyla sevinme
Zannetme o bir açılmadır diye, unutma bağın
daha güçlü
Ey samimi dost, Allah Teâlâ sana
yardım etsin, bilmelisin ki: İnsanlar şeriat ve hakikat üzerinde konuşmuştur. Allah
Teâlâ peygamberine şöyle emreder: ‘Rabbim!
Bilgimi artır.’474 Burada her yaratılmış ve varlıktaki
özel yönden Allah Teâlâ’yı bilmek kast edilir. Bu, hakikat bilgisi demektir ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şeriat bilgisinde artış istememiş, bu konuda şöyle
demiştir: ‘Size verdiklerimle beni bırakın.’ Şeriat bilgisi, delil bilgisidir
ve salik için zorunlu bir yoldur o. Salik o yolda yürür. Bu bağlamda seyr-ü
sülük güçtür. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, hafifletmek
istemiştir. Şeriat yolunun sonu duyusal mutluluk demektir. Hakikat ise, genel
için yolun sonu değildir, insanların bir kısmı hakikate ayağını şeriat yoluna
koyduğu ilk anda ulaşır çünkü Hakkın yüzü her kademdedir. Halbuki herkese her
kademde (ayak) bulunan Hakkın yüzü gösterilmez. Şeriata göre, yükümlüler
hakkında hüküm verilir. Hakikat ise hakkında hüküm verilen şeyle hüküm
demektir. Şeriat sona ererken hakikat süreklidir, çünkü hakikat, Hakkın
bekasına bağlı olarak bakidir. Şeriat ise, Hakkın baki kılması nedeniyle
bakidir. Baki kılmak ortadan kalkarken, beka kalkmaz. Bu menzil, insanın yerde
ve gökteki herkesten üstün olup bütün varlıklar arasmda Hakkın maksadının
insan olduğunu gösterir, çünkü Allah Teâlâ onu tecelligâh edinmiştir. Burada
kastettiğim, insan-ı kâmildir, çünkü insan Hakkın suretiyle kemale erebilir.
Aynı şekilde, bir ayna yaratılış bakımından tam olsa bile, bakanın suretinin
kendisine yansımasıyla kemale erer. Onun mertebesi budur. Mertebe ise, gaye
demektir ve ilahlık meluhların varlığını talep eden isimlerle tamamlanır.
Öyleyse ondan herhangi bir şey eksik kalmaz. Mertebenin hakkı olan kemal,
âlemlerden müstağniliktir. Âlemlerden müstağni olmak şeklindeki tam kemal,
O’na aittir. Allah Teâlâ, kemaline hakkını vermek istediğinde -ki bu
ezelidirâlemi başka bir iş için değil, sadece kendi övgüsünü tespih etsin diye
yaratmıştır. Tespih Allah Teâlâ’ya aittir ve tespih eden müşahede halindeyken
(tespih) gerçekleşmez, çünkü tespih, müşahededen uzaklaşmaktır. Âlem ise bir
an bile tespihten geri durmaz, çünkü onun tespihi, nefes alanın nefes alıp
vermesi gibi zati bir fiildir. Bu durum, âlemin sürekli perdeli olduğunu
gösterir. Âlem o tespih sayesinde müşahedeyi talep eder. Bunun üzerine Allah
Teâlâ, insan-ı kâmili suretine göre yaratmış, onun mertebesini meleklerine
bildirmiş, âlemde halife olduğunu söylemiş, onun yerinin yeryüzü olduğunu ve
orada insan için -ki onu da topraktan yarattıbir ev yaptığım bildirmiştir.
Gökte ve yerdeki yüce melekler topluluğu, onunla ilgilenmiş, göklerde ve
yerdeki herkes ondan dolayı kendisine amade olmuş, (insan-ı kâmil zuhur
edince) Hakk da perdelenmiştir. Çünkü kendisini halife atayan görünseydi,
vekilin hükmü kalmazdı. Böylelikle Hakk, gözlerden olduğu kadar, kalp gözlerinden
perdelenmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem maddi surette insana
benzedikleri halde kemal mertebesi aşağıda bulunan insanlara hitap ederken şöyle
der: ‘Allah Teâlâ baş gözlerinden olduğu kadar kalp gözlerinden de gizlenmiştir.
Mele-i a’la (yüce melekler topluluğu), siz O’nu aradığınız gibi, Allah Teâlâ’yı
arar.’ Binaenaleyh baş gözleri O’nu idrak edemediği gibi kalp gözleri de O’nu
idrak edemez. Bunlar, akıllardır. Akıllar, Allah Teâlâ’yı fikir yoluyla idrak
edemez, Allah Teâlâ’ya ulaşmak ve O’nu idrakten aciz kalırlar. Allah Teâlâ, ‘Adem’e
bütün isimlerim öğretti.’47* Ardından isimleri Mele-i a’la’ya
öğretmesini emretmiş, gökte ve yerdeki herkese vekilinin Hakk ettiği mertebeye
bakmalarını emretmiş, göklerde ve yerdeki herkes, insana amade olmuştur. Öyle
ki, kendisine kemali yönünden değil, tamlığı yönünden ‘insan’ denilen de ona
amade olmuştur. Bu tür de (şeklen insana benzeyen fakat kemale ermemiş olan)
ona isimde ortaktır. Böyle bir insan, kemale ermediği sürece, insan-ı kâmile
amade kılınan kimselerden olabilir. Hakk ise, âlemlerden müstağni bir halde
kendi kemalindedir. O, yani yalnız insan-ı kâmil, kendisinden müstağni rabbine
ibadet eder. Öyleyse insan-ı kâmilin kemali, Allah Teâlâ’dan müstağni
kalmamaktır. Allah Teâlâ’ya -tespih ibadetinin dışındainsan-ı kâmilden başkası
ibadet edemez, çünkü ona yönelik tecelli süreklidir. Öyleyse müşahede, insanın
ayrılmaz özelliğidir. Insan-ı kâmil, Allah Teâlâ’yı bilmek ve O’nu sürekli müşahede
etmek yönüyle varlıkların en kâmilidir. İnsan Hakka iki şekilde bakar ve bunun
için Allah Teâlâ onun adına iki göz yarattı. Birinci göz vasıtasıyla Allah
Teâlâ’ya O’nun âlemlerden müstağni olması yönüyle bakar ve O’nu bir şeyde veya
kendinde görmez. Diğer göz vasıtasıyla ise, Hakkın âle-
o ' .
mi ve âlemin de Hakkı talep etmesi
yönüyle Rahman ismi yönünden bakar. Bu bakışta her şeye varlığı yayılmış bir
halde Hakkı görür. Bu bakışla insan-ı kâmil, eşyanın -kendileri bakımından
değilHakkın isimleri olması yönüyle her şeye muhtaç kalır ve insan-ı kâmilden
daha çok
■âleme muhtaç kimse olmaz. Çünkü insan-ı kâmil, âlemi
kendisine amade bir halde, müşahede eder. Böylelikle kendisine amade kılınan
şeylere muhtaç olmasaydı, o şeylerin insana amade kılınmayacağım öğrenir ve
bilir ki, âlemin insana muhtaçlığı insanın ona muhtaçlığından daha azdır. Bu
genel fakirlik insan için ilahi-genel zenginliğin tam mukabilinde bulunur (Allah
Teâlâ tam müstağni, insan tam fakir) ve bu fakirlikte âlemde müessir olmak
isteyen ilahi isimler yönünden Hakkın yerini alır. Hakkın isimlerinin
(hükümleri), onun fakirliğinde ortaya çıkar. Bu yönüyle insan-ı kâmil, (âleme
muhtaç iken bile) âlemden müstağni oluşunda Haktır. Çünkü âlem, onun hakkında
ilahi isimlerin kendisine tesirine yani âleme tesirine amade olmuştur. O halde
âlem, insana -âlemin kendisi yönünden değilmüessir olan (Hakk, yani ilahi
isimler) yönünden amadedir. Dolayısıyla insan, sadece Allah Teâlâ’ya muhtaçtır
ve o âleme muhtaçlığında Haktır. Çünkü insan şunu bilir: Allah Teâlâ’nın âlemi
insana amade kılmasının nedeni, âlemi yükümlü tuttuğu bu amadelikle Hakkı müşahededen
alı koymaktır. Zira Allah Teâlâ’yı müşahede, âlemin işi değildir ve âlem (Hakkı
müşahede edebilecek) kemal mertebesinden aşağıdadır. Allah Teâlâ, insan-ı
kâmili âlemin amade olduğu şeye karşı muhtaç yapmış, böylelikle âlemde amadelik
güçlenmiştir. Bunun nedeni, Hakkın kendisine emrettiği insana amade olma
işinde âlem aşırı gitmesin, çünkü âlemdekiler, emrettiği konuda Allah Teâlâ’ya
karşı gelmezler. Insan-ı kâmil, bu muhtaçlığı göstermekle âlemi (kendini
müşahede etme işinden) meşgul eden Hakka uymuştur. Böylelikle insan-ı kâmil,
muhtaçlığında ilahi isimler gibi Hakk olurken, müstağniliğinde de Hakk
olmuştur. Çünkü o, kendisine amade olan âlemin (insana değil) ona etki eden
isimler nedeniyle amade olduğunu bilir. Bu etki, âlemin kendisine değil, ilahi
isimlere aittir. Öyleyse insan, âlemin varlığında Allah Teâlâ’ya muhtaçtır ve
âlemin bu konuda bir bilgisi yoktur.
Gök mamur Hakk getirildiğinde, şöyle
demiştir: ‘Onun hakkı, kendisindeki her karışlık yerin Allah Teâlâ’ya secde
eden bir melekle dolmasıdır.’ Böylelikle Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’ya secde
eden’ ifadesinde gökteki her meleğin yeryüzüne baktığına dikkat çekmiştir,
çünkü secde etmek, aşağı eğilmek ve alçalmaktır. Onlar, yeryüzünün halifenin
yeri olduğunu öğrenmiş, onlara secde emredilmiş, böylelikle halifenin mekânına
bakarak, Allah Teâlâ’nın emriyle eğilmişler ye bunun için bu fiile ‘secde’
edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, onlara halifeye secde etmelerini emretmişti.
Onların Hz. Adem’e secdelerinin hükmü ezeliyken, insan-ı kâmil için secdeleri
ebedi ve daimidir. Şöyle diyebilirsin: ‘Bu secde öteki secde gibi ahirette
ortadan kalkar.’ Biz ‘kalkmaz’ deriz. Çünkü kendisinden dolayı secdenin gerçekleştiği
insan-ı kâmilin suretini Allah Teâlâ, başlangıçta ve yinelenişinde unsurî
doğadan yaratmıştır. Allah Teâlâ başlangıçta onu topraktan bitirmiş, sonra
ölümle tekrar toprağa döndürmüş, sonra yeniden yaratarak topraktan çıkartır.
Toprak mertebe bakımından aşağıdadır ve bu hakikatiyle toprak, Allah Teâlâ’yı
talep eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle der: ‘Bir ip
sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi.’ Gerçeğin böyle olması gerekir
ve dolayısıyla onların dünya ve ahirette imama secdeleri, sürekli olmalarıdır.
İnsan-ı kâmil âlemin ve Hakkın suretini birleştiren bu toplama sahip olmakla
üstündür. O halde secde eden ve edilen, insanda ve insandandır. Durum böyle
olmasaydı, insan ‘toplayıcı varlık’ olamazdı. O halde Mele-i a’la insan-ı
kâmili görmek üzere bir izdiham yaşar. Nitekim insanlar, kendilerine görünen
hükümdarı görmek üzere çıktıklarında, bir sıkışıklık yaşanır. Gök onların
izdihamı nedeniyle eğilir. Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle bilen, Allah
Teâlâ’nın zâhir ve bâtın nimetlerini tanır. Böyle bir insan Allah Teâlâ yolunda
bilgisizce -nazarî delil demektirve önünü aydınlatan bir kitap olmadan
tartışmaktan uzaklaşır. Bu sayede Hakkın nitelikleri öğrenilir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘İnsanların bir kısmı Allah Teâlâ hakkında bilgileri
olmadan tartışır:476 Kastedilen, fikir gücünün verisidir.
‘Ya da bir hidayet olmadan...’ Yani keşfinin kendisine açıkladığı bir beyan
olmadan tartışır. ‘Ya da aydınlatıcı bir kitap yoktur.’477 Bu ise, Allah Teâlâ’yı bilmek
hakkında indirilen ve ‘nur5 diye nitelenen kitaplarda yer alan
ayetlerden ortaya çıkan ilahi bildirimdir. Bu sayede kitapların indirildiği
bilgiler, açığa çıkar, çünkü nur, bir şeyi aydınlatır. Böylelikle Allah Teâlâ o
insanları Hakka uymaktan (taklit)., tecelliden, nazarî akıldan yoksun
saymıştır. Bilgisizlikte daha aşağı bir mertebe ise, yoktur ve bu nedenle
Haktan kınama anlamındaki bu ifadeler gelmiştir. Böyle bir niteliğe sahip
insan, kınanır.
İnsanlar, daha önce söylediğimiz gibi,
Allah Teâlâ’nın (zâhirdeki ve bâtındaki) nimetlerini öğrendiklerinde, bu bilgi
onların şükretmesini zorunlu kılar ve kendilerini Allah Teâlâ’yı şükretmekle
meşgul ederler. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana nimetini tamamlar ve
seni doğru yola ulaştırır, sana yardım eder, O’nun yardımı güçlüdür’47* ayeti
indiğinde, daha çok şükretmiş, ayakları şişene kadar namaz kılmıştı. Bu konuda
kendisine bir şey söylendiğinde şöyle demişti: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’
Burada mübalağa kipi kullanmıştır. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, nimetler arttığında, şükrünü artırmıştır. Her nimet, kendisine
karşılık Allah Teâlâ’ya şükür etmesini peygamberden talep etmiştir. Bu makam
sahibi şükrünü yerine getirirken, nimetin artmasını düşünmez, çünkü şükür,
geçmiş zaman ve zamanla ilgili bir fiildir. Öyleyse şükredene verilen nimetin
artması, Allah Teâlâ’nın ihsanıdır. Bu nedenle onları ‘ziyade’ diye
isimlendirmiş, -şükreden değilfakat şükür onları talep etmiş, şükreden ise,
şükrün meyvesini devşirmiştir. O halde şükre karşılık nimetteki ilave, şükrün
varlığını meydana getirdiği için şükredene verilen bir ödüldür. Şükreden insan,
şükür fiilinin suretini Allah Teâlâ’yı tespih eden ve onu zikreden bedenli bir
suret olarak meydana getirmiştir. O suretten (meydana gelen melek), Allah
Teâlâ’dan şükredenin nimetine nimet katmasını diler, çünkü bu ilave şükrün
kendisini var etme sebebidir. Allah Teâlâ bu talebini duyar ve isteğini kabul
eder. Ardından bu artışı şükredenlere bildirmesini ister ki, onlar da şükrün Allah
Teâlâ katında -şükreden adınazorunlu kıldığı nimetin artışını öğrensinler. Allah
Teâlâ kullarına şöyle der: ‘Şükrederseniz artırırız.’479 Allah Teâlâ bize ilaveyi öğretmiştir.
Allah Teâlâ’yı bilen ise, (kendisinden Allah Teâlâ’ya hamd eden meleğin
yaratıldığı) şükrün suretini meydana getiren olsun diye, Allah Teâlâ’ya
şükreder ve bu sayede Allah Teâlâ’ya tespih edenler ve ibadet yapanlar çoğalır.
Allah Teâlâ arifin niyetini bilince, -şükrü meydana getirme özelliği sürekli olsun
diyezâhirî ve bâtını nimederini artırır. İş, dünya ve ahirette böyle sürer.
Şükrün varlıkta kendisiyle zuhur ettiği en büyük suret, (insana tahsis edilen)
tamlık sureti nimetine şükretmek ile (âlemin insana) amade yapılması nimetine
karşılık şükretmektir. Şükredenler için meydana gelen artış, şükrün sureti
ölçüsünde gerçekleşir; Öyleyse nasıl şükredeceğini bilmeli, bu konuda mühim ve
daha mühim olanlarla ilgilenmelisin! İnsan şükretme fiiliyle Allah Teâlâ’nın
vaat ettiği ilave nimeti talep ederse, Allah Teâlâ ona ilaveyi ancak talebi ve
(niyetini) karıştırmadan uzak durması ölçüsünde verir. Bu durumda nimetin
artışı, mağfiret, bağışlama ve affetmekle sınırlıdır.
Böyle bir artış, şükür isteğine
karşılık verilen birinci ilavenin derecesinden aşağıdadır, çünkü şükrün
yapısı, karışıldıktan uzaktır. Şükreden insan karıştırsa bile, bu
karıştırmanın şükrün suretinde bir etkisi yoktur. İnsan ilave nimeti elde etmek
üzere şükrettiğinde ise, ilavede bir etkisi vardır. Böylelikle şükredenler
arasında -daha önce belirttiğimiz gibibir derecelenme gerçekleşir. Nimetin
artmasını isteyenler, istemeyenler, daha önemli olanla ilgilenenler ve
ilgilenmeyenlerden söz etmiştik. Bunlar, Allah Teâlâ’ya ait farklı yollardır.
Nitekim Allah Teâlâ ‘Her birisi için sizin için,
bir yol ve yöntem belirledik’480 buyurur. Bunlar, yollardır. Gerçek
ise tektir, o da, yolların sonudur. ‘Bütün
iş O’na döner’481 ayetinde
bu husus belirtilir. Allah Teâlâ’nın
Fetih suresinde peygamberine söylediklerine gelirsek, orada sözü edilen Hakkı
mükaşefe fethi ile bâtında gerçekleşen halâvet fethi ve ibare fethidir. Bu
fetih nedeniyle Kuran mucize olmuştur. Hiç kimseye ibare fethi, Allah Teâlâ’nın
peygamberine verildiği tarzda verilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan
ve cinler Kuran gibi bir kitabı getirmek üzere toplansaydı, birbirlerine yardım
etseler bile, benzerini getiremezlerdi.’482 Başka bir
.ayette, ‘Biz sana açık bir fetih verdik*183 buyrulur. Kastedilen, zikredilen üç
tür fetihtir. Nitekim ayette mastarla onu pekiştirmiştir. Başka bir ifadeyle,
kendisini gören herkesin , tecelli edeni ve içeriğini bilebileceği kadar açık
bir fetih verdik. Bu esnada halâvet fethi peygamber için ‘zevk’ yoluyla
sabitken ibare fethi kendisine karşı koymadan aciz kalan Araplar için sabitti.
Mükaşefe fethi ise, isra gecesi kendisine gösterdiği mucizelerle peygamber
adına sabittir. ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlasın diye...’48* Bu sayede Allah
Teâlâ, seni günah sahibinin hakkı olan kınanma ve cezalandırmadan örter.
‘Gelecek günahın bağışlanması ise, günahın kendisinden peygamberi
gizlemesidir. Bu durumda günah peygamberi bulamaz ve ona yerleşemez. Böylelikle
Allah Teâlâ, peygamberin gelecek günahının bağışlanmasıyla onun masumluğunu
bildirmiştir. Onun masumluğunu, Allah Teâlâ’nın onu uyulan bir misal yapması
destekler. Allah Teâlâ, peygamberi masumluk makamına yerleştirmemiş olsaydı,
belirli bir nas olmadığı takdirde, ondan meydana gelen günahlarda da uymak
gerekirdi. Söz gelişi hibe nikâhının sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e mahsus olduğu nasla belirtilmiştir ve böyle bir evlilik ümmete
yasaklanmıştır. ‘Allah Teâlâ sana olan nimetini
tamamlar.3485 Kastedilen
ona yaratılışını vermektir. Çünkü bu konuda ‘muhallak’ ve ‘gayr-i muhallak’
(tam yaratılan, eksik yaratılan) şeyler olduğunu öğrendik. Allah Teâlâ bu
ayette peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e verdiği nimetin
‘muhallak’, yani tam yaratılmış olduğunu bildirir. ‘Seni doğru yola ulaş.
tınr.’ Bu yol, rabbinin üzerinde bulunduğu yoldur. Nitekim Hud ‘Rabbim
doğru yoldadır’486 buyurur. Bütün şeriatlar nurlardır.
Hz.. Peygamber’in şeriatının bu nurlar arasındaki yeri, yıldızlar arasında
güneşin ışığının yerine benzer. Güneş çıkınca yıldızların ışığı silinir ve
hepsi güneş ışığında dürülür. Onlarm silinmesi, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatıyla neshettiği şeriatlara benzer. Bununla
birlikte onlarm kendileri vardır. Nitekim yıldızların ışıklarının varlığından
eminizdir. Bu nedenle şeriatımızda, peygamberlerin ve onlarm şeriatlarının Hakk
olduğuna inanmamız zorunlu bir hüküm olarak bulunur. Dolayısıyla önceki
şeriatlar, neshedilmiş olmakla batıl, halinde değillerdir. Onların batıl
olacağına inanmak, bilgisizlerin zannıdır. Bütün yollar, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin yoluna bakar. Diğer peygamberler Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in zamanında var olsalardı, hiç kuşkusuz, şeriatlar şeriatına
uyduğu gibi onlar da kendisine uyardı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir. ‘Allah
Teâlâ sana aziz bir yardımla yardım eder.’487 Aziz,
arzulanan, fakat kendisine ulaşmanın mümkün olmadığı kimse demektir.
Peygamberler Allah Teâlâ’ya ulaşmak
isteyen kimselerdir. Allah Teâlâ, peygamberlerinin (bile) kendisine genel
peygamberlikle ulaşamayacağı kadar yücedir. Allah Teâlâ peygamberimize
cevamiü’l-kelim vermiş, ahirette de makam-ı mahmûda (ulaştırmakla) efendilik
vermiş, ümmetini insanlar içinden çıkartılan en hayırlı ümmet yapmıştır. Her
ümmet, peygamberinin değeri kadar bir değere sahiptir. Peygamberliğin
kazanımla olduğunu kabul edenler Allah Teâlâ’ya ulaşmak istediklerinde, O’na
ulaşmak kendilerine güç gelir. Çünkü kazanıma bağlı olan, sülük ve kapıya
ulaşmakla sınırlıdır. Kapının ardındaki şeylerin kime açılacağı hakkında,
kapıya ulaşanların bilgileri yoktur, insanların bir kısmına kapı ‘genel iman’
vasıtasıyla açılır ki genel iman, hakikatin mütalaası demektir. Misal olarak,
Hz. Ebu Bekir’i verebiliriz. Hz. Ebu Bekir -bu iman nedeniyle gördüğüher
şeyden önce Allah Teâlâ’yı görürdü. Bir kısmına kapı genel nebilik yoluyla
açılır ve o nebilikte şeriat yoktur. Bu iki açılış türü, kıyamet gününe kadar
bu ümmette bakidir. Nebilerin bir kısmına, kendileriyle sınırlı şeriat
peygamberliğiyle açılırken bir kısmına getirdiği şeriatla resullük yoluyla
açılır. Bu iki açılışa herhangi bir insanın (kendi kazanımıyla) ulaşmasını
engellemiştir. Sadece içtihat eden insanlara Allah Teâlâ bu iki şeriat içinde
(fetih) verir. Nitekim Allah Teâlâ, içtihat meselesiyle ilgili olarak bazı
hususları onlar adına geride bırakmış ve onların içtihat yetkisini şeriat
onaylamıştır. Öyleyse içtihadın hükmü, onlara değil Şâri’ye aittir. Binaenaleyh
nebilik kazanılmış olmadığı ğibi kapının açılmasıyla kapının ardından çıkan
hiçbir şey, müktesep ve kazanıma bağlı değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
yardımı ‘azizdir’ ve nebiliğin kazanımla olduğunu söyleyenler, ona ulaşamaz.
İzzetin birinin niteliği olması, onun kendisinde bulunmasını talep edenin varlığıyla
mümkündür. Böylece Allah Teâlâ, makamına ve mertebesine herhangi bir
yaratılmışın ulaşmasından korunmuştur. Akıl kaynaklı siyasî yasalar -ki onlar
ilahi şeriadarın formuyla ortaya çıkaryardıma sahip değildir. Bu yardım,
indirilen şeriatın verildiği peygambere tahsis edilmiştir. Hakikat ise, iki
şeriat türünü de içerir. Birincisi ilahi, diğeri aklî şeriattır. O halde
şeriat sahibi -ki mümindir-, hakikat sahibi olan muhakkik arasında gidip
gelir. O hakikat sahibidir ve o her şeriatın ilahi mertebeden kaynağını
gösterir. Bunu ancak hakikat sahibi bilebilir. Bu nedenle bu menzil, ‘şeriatın
hakikat karşısmda eğilmesi’ diye isimlendirildi. Her şeriat onu talep eder
hakikat bütün şeriatların bâtınıdır. Şeriadar şehadet âleminde onun
suretleridir. Bu nedenle hiçbir ümmet, haklarında maslahatın korunması için
gerekli olan bir korkutucudan yoksun kalmamıştır. Bu şeriat, ilahi veya siyasi
olabilir. Her durumda ortaya çıktığı asırda maslahat bu şeriat sayesinde korunur.
Hakikat karşısmda şeriatın yerini öğrendikten
sonra -ki onun bu kitapta daha önce zikredilen özel bir bölümü vardırşimdi
menzilin içerdiği ilimleri sayalım. Bunlardan birisi, hamd sancaklarından özel
sancağın ilmi ve onlarm isimleridir. Bu sancakta altında bulunan âleme dönük
rahmetin hükmü ve suret sahibi şeyleri birbirine bağlayan karşılıklı
ilişkiler, bu menzilden öğrenilir. Bu ilişkilerin gayesi, bir nizama göre
ortaya çıkacak suretlerin bilfiil varlığının sağlanmasıdır. Bunlar, özü gereği,
bakana bilgi veren suretlerdir. Yolların sonundan ibaret olan maksatlardan
uzaklaşmadan yürümeyi temin etmek üzere, yola konulmuş alametler bu menzilden
öğrenilir.
Rızıkların türleri, bu menzilden
öğrenilir, çünkü rızıklar sahiplerinin değişmesiyle değişir. Hal karineleriyle
desteklenen ibare haberlerinin faydası, bu menzilden öğrenilir. Bunun faydası,
söz konusu haber hakkmda haberden bilginin meydana gelmesi midir, yoksa hal
karinelerinden mi, yoksa her ikisinden mi faydanın meydana gelmesidir? Ya da
hal karinesinin verdiği bilgi haberin verdiği bilgiden başka mıdır? Yoksa bu
ikisi bir yerde aynı iken, başka bir yerde bir araya gelmez mi? Duyma
arasındaki farklar, bu menzilden öğrenilir. Acaba duyma anlamayla mı
gerçekleşir, başka bir şeyle mi? Kendisi olan ile ‘sanki o’ olan arasındaki
fark, bu menzilden öğrenilir. Herkes için karşılıklar, bu menzilden öğrenilir.
Gayesi amel olan ve olmayan genel
bilgi, bu menzilden öğrenilir. Alemin özel yolla Hakk karşısındaki yeri, bu
menzilden öğrenilir. Fikirlerin düşünce sahiplerinin kalplerinde meydana getirdiği
neticeler, bu menzilden öğrenilir. Nimederin ortaya konulması, bu menzilden
öğrenilir. Alemin niçin yaratıldığı, kendisiyle yaratılış sebebi arasına giren
perde bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte niçin yaratıldığını bilir ve
bilgiden daha güçlü bir şey yoktur, çünkü bilgi ihata eder ve bilgiye karşı
koyan, ihatası altındayken nereye gidebilir? Emir ehlinden olanlar ile emir
ehlinden olmayanlar, bu menzilden öğrenilir. Tüm varlığa yayılan velilik, bu
menzilden öğrenilir. Bu sayede zalimler ve müminler birbirlerine dost olur. Allah
Teâlâ ise, Mümin olması yönüyle, müminlerin dostudur. Allah Teâlâ, kendisi
‘takva’ fiiliyle nitelenmezken, hangi yönden takva sahiplerinin dostudur? Bazen
de insan ve cinleri kötü niteliklerin O’na nispet edilmesi arasına bir kalkan
yapması bakımından takvayla nitelenebilir. Ya da Allah Teâlâ şeriat veya örfe
göre kötü olan niteliklerin kendisine nispetine karşı insan ve cinleri siper
edinmesi yönüyle takva ile nitelenir? Böylece bu kötü nitelikler, cinlere ve insanlara
nispet edilir. Bu ikisi, Allah Teâlâ’nın kendilerinden böyle bir nispetten
korunduğu ‘siperlerdir.’ Allah Teâlâ bu yorumda ‘takva sahibi’ olması yönüyle
takva sahiplerinin dostudur. Onların dostu olunca, takva sahibinden başkası
yoktur. Öyleyse takva Allah Teâlâ’dan herkese yönelik olarak, rahmetinin genelliği
ve gazaba karşı yardımını bildiren bir müjdedir: Çünkü veli, yardım eden
demektir. Varlığın gerektirdiği şekilde mertebeler değil, şeriata nispede
mertebeler, bu menzilden öğrenilir. En büyük ilah bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ başka ilahların değil O’nun ilah edinilmesini emretmiştir. Hayretin
kesin olarak neyde gerçekleştiği, bu menzilden öğrenilir.
Bilgi bilinen hakkında hayretin
zıddıdır. Bilgiyle birlikte, hayrete düşüren nedir? Alemin hidayetten yoksun
sayılması, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, ‘Ona
beyanı öğretti5488 buyurur. Bu, hidayetin ta
kendisidir. Zaman karşısında ed-Dehr’i bilmek, bu menzilden öğrenilir. Orta
toplanma, bu menzilden öğrenilir, çünkü toplanma üç yerde ortaya çıkar: Misak
alırken, dünya ve ahiret arasındaki berzahta ve ölümden sonra dirilişte. Bundan
sonra genel bir toplanma yoktur. Çünkü kıyametten sonra her yer, kendi ehliyle
baş başa kalır ve dolayısıyla daha sonra insan ve cin âlemi bir araya gelmez.
Mezhep ve dinler, bu menzilden öğrenilir. Bütün âleme yayılan genel
konuşma/düşünme ve bu özelliğin insana verilmesi, bu menzilden öğrenilir.
Nitekim onu ‘natık hayvan’ (konuşan-düşünen) diye insanın ayırıcı özelliği
yapmışlardır. Keşif ise böyle bir tanımın insana özgü olduğunu kabul etmez.
İnsanm özel tanımı, ilahi surete sahip olmaktır. Bu tanıma sahip olmayan
kimse, insan değildir. Öyle biri, dışı insana benzeyen bir hayvandır. Diğer
canlılar için olduğu gibi, bu nitelikteki birisine de özel bir tanım bulmak
gerekir. Nesihlerin mahiyeti, bu menzilden öğrenilir. Acaba varlıklarda mı
gerçekleşir? Bu durumda hükümlerde olduğu gibi ‘mesh (suretin değiştirilmesi)’
gerçekleşir. Feyiz ve başarı mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Çünkü başarı
(fevz) mutlak ve-sınırlı olmak üzere iki türdür. Bu feyiz benlik ye büyüklük
ile sınırlanmıştır. Bunlardan biri öteki değildir. Hakk etme, bu menzilden
öğrenilir. Yakın, zan, bilgi, bilgisizlik, kuşku, araştırma, bilgi karşısında
müşahedenin durumu, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kimden razı
olmadığı, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın merhamet ettiği kimseler ile
merhametin rızadan olmayışı, bu menzilden öğrenilir. Bunlardan her birisinin
iki diyardaki yeri nedir? Büyüklük ve ceberut, bu menzilden öğrenilir. Alemde
bunların genelliği nasıl ortaya çıkar ki bilinirler? Çünkü o şimdi de açıktır,
fakat insanların az bir kısmı kendisini bilir.
, ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ KIRKINCI BÖLÜM
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem'in İbn Sayyad'ı Duhan Suresi
Hakkın-' da İmtihan Ettiği Menzilin Bilinmesi
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem İbn Sayyad’a ‘Akhmda senin için ne tuttum’ diye sormuş, İbn Sayyad da
‘duh’ demiş. Duh, sözlükte duman demektir. Çünkü onda ‘Gök o
gün apaçık duman getirir5489 denilir. Böylelikle İbn
Sayyad, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin niyetinden geçirip içinden
tuttuğu şeyin adını bilmiş, fakat peygamber ona ‘yanlış’ demiştir. Yani o şeyi
bilmen, seni Allah Teâlâ’yı kendisine ehil kıldığı değerinin dışına
çıkartmayacaktır. Başka bir rivayette, kadrin sayılmayacaktır demiştir. Yani
aklımdan geçirdiğim şeyi kestirmen, değerini değiştirmeyecektir. Bu sözde bir
sır vardır ki, o sırra peygamberin söylediği söz ulaştırır. Bunun anlamı, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin böyle bir sözü söylemesini zorunlu kılan makama
ulaşmaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem aklından geçen şeyle Allah
Teâlâ’dan gelen bir vahiy nedeniyle onu sınamış değildir. Bu sınama vahiyden
kaynaklansaydı, İbn Sayyad onu bilemez, Allah Teâlâ kendisine verdiği emrin
ardından onu desteklerdi. Bu söz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
hurmanın aşılanması hakkında söylediği söze benzer. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in aklından tuttuğu şey ortaya çıkınca, bu durum, Allah
Teâlâ’nın ona saygı öğretmesinin nedeni olmuştur. Bu sayede Peygamber adına
murakabe makamı korunur ve ancak müşahede ederek konuşur. Çünkü hal karinesi, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin aklından geçirdiği şeyi İbn Sayyad’ı aciz
bırakmak üzere aklından geçirdiğini gösterir. Allah Teâlâ ise (peygamberin
kendiliğinden) böyle bir şey yapmasını kabul etmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ bana edep öğretti, ne güzel edeplendirdi
beni!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem aklından geçirdiği şeyi orada
bulunanlara söylemiş olsaydı, bir kısmı bu nedenle dinden çıkardı. Fakat Allah
Teâlâ peygamberini böyle bir söz söylemekten korumuş, akıldan geçenleri
biliyor olması İbn Sayyad’ı kâhin olmaktan çıkartmamıştı. Onlar kehaneti biliyordu
ve çoğunluğu Yemen ve Arap yarım adasından olan kimselerdi. Dolayısıyla böyle
bir bilgi, oradakilerin katında İbn Sayyad’ı değerinin dışına çıkartmamıştı. Bu
meselede önemli bilgiler vardır ki onları açıklamak daha önemli bir meseleyi
açıklamayı gerektirir.
Rızayı terk herkes için olmaz
Ancak aşağısında olan kimse için olur ,
Senin için hal olmazsa
Her güçlük kolaylaşır
O’nun rızasına direnirsen
Onun dilediği meydana gelir
Bu menzilden Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem İbn Sayyad’ı Duhan suresi hakkında sınamıştı. Bu menzil, ilahi
aldatmanın ve istidrac’ın bulunduğu çetin, bir menzildir. Kendisini bilen
melekler bile, Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende değillerdir. Akıllı insan,
bilgi sahiplerinden değilse, tasarruflarında onun için konulan meşru teraziyi
elinden bırakmamalıdır. Terazi onun sağ elinde bulunmalıdır ki, onu böyle bir
aldanmadan korusun. Böyle biri, kulluğunun gereklerinden ve hükümlerinden bir
an bile ayrılmaz. Böyle birisine hiçbir gözün görmediği, kulağın duymadığı ve
hiçbir mümkünün aklına gelmeyen ilave bilgiler ve hükümler öğretilir. Artık
ayrık ruhlar ve başkaları, ona doğru yükselir. Doğrunun doğruluğu, yalancının
yalancılığı hakkındaki alametler buradan ortaya çıkar. Bu mertebeye yükselen,
birleştirici hikmeti öğrenir ve bedbaht mutlulardan ayrılır. Nazar
sahiplerinin halleri onda farklılaşır. Bu bağlamda Zeyd’in nur olarak gördüğü
şeyi, Ömer karanlık görürken aynı şeyi Cafer ışık ve karanlık olarak görebilir.
Çünkü ışıkla eşya ortaya çıkar ve bunu gören insan ‘bu nurdur’ der. Kendisi
bakımından onu gören başkası ise, ‘karanlıktır’ der. Bütün münazeleler
(karşılıklı iniş ve çıkışlar) bu menzilde gerçekleşir. İnen Hakk ile yükselen
halk, onda birleşir. Hakk yükselene ‘nereye?’ diye sorunca, o da ‘Sana’ der.
Yaratılmış olan da inen Hakka ‘nereye?’ diye sorar. O da ‘sana’ der. Bunun
üzerine şöyle der: ‘Karşılaştık. Her birimiz, sahibini aramasını gerektiren
sebebi açıklamak üzere gelsin!’ Hakk şöyle der: ‘Ben seni yorgunluktan
kurtarayım ve sana meşakkat olmadanailenin yanında dinleniyorken ihsan edeyim
diye geldim. Başka bir maksadım yok.’ Yaratılmış şöyle der: ‘Ben sana saygı
göstereyim, huzurunda durarak mülkünde tahtında iken huzurunda durayım diye
sana yükselmek istedim. Mele-i a’la’ya benim senin halifen olduğumu, bana
tahsis ettiğin bilgiyle onlardan daha iyi olarak seni bildiğimi söyledin.
Mele-i a’la huzurunda beni gördüklerinde, bana uyarlar. Senin karşında benim
gibi birisine yakişan edebin gereği budur. Bu sayede senin karşındaki edebin
bilgisini müşahede ederek, onlar da sahip olmadıkları bilgiye ulaşırlar. Çünkü
görüyorum ki Mele-i a’la -seni tenzih ediyor olsalar bilemertebeni bilmiyorlar.
Onlara ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım’490 diyorsun,
onlar ise -onlardan bana aktardığına göresana itiraz ediyorlar. Emir sana ve
dinlemek onlara yakışan iken, tutup saniı itiraz ediyorlar. İlahi edebin
onlarda hüküm sahibi olmadığını öğrendim. Sen ise, bana onları bilgilendirmemi
emrettin. Hal ve davranışla öğretmek, konuşarak ve ibare yoluyla öğretmekten
daha yetkindir. Mele-i a’la, senin merteben karşısında nasıl davranılması
gerektiğini halimle ve sözümle öğrensinler diye sana yükselmek istedim. ‘İstiva’
yaratıklarına kendisiyle gözüktüğün en üstün hal iken, onlar sana karşı
çıkmışlardır. Peki istiva halinden daha aşağısındaki göğe ve yere indiğinde,
durum nasıl olacaktır?’ Hakk şöyle der: ‘Eşyanın değerini bilen senin gibi
birisi ne güzel niyet taşımış! Kendi kadrini ve eşyanın kadrini bilen, benim
kadrimi bilir, bana hakkımı teslim eder. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldığımda, onları alıp hiç bir
şey söylemeden, karşı çıkmadan veya ‘bunlar çoktur5 demeden gitti.
Musa’ya geldiğinde, Musa kendisine şöyle demiştir: ‘Rabbine dön, belki
ümmetinin yükünü hafifletir. Bu konuda İsrail oğullarından güçlüklerle
karşılaştım, ümmetin bunu taşımaktan aciz kalır ve güçlük çeker.’ Peygamber
hayrete düşmüş, kâmil edep Hakka itiraz etmemesini öğretmişken ümmetine karşı
duyduğu şefkat, yüklerini hafifletmesini istiyordu. İstiyordu ki, ümmeti güçlük
çekerek veya isteksizce veya bıkarak Allah Teâlâ’ya ibadet etmesin. Hayreti
sürdü.’ İşte vasıtalar ve kendileriyle oturulup katkılân kimseler, böyle bir
etkiye yol açar. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Musa’nın
söylediğiyle Hakka layık edepten birini tercih durumunda kalmıştır.
Allah Teâlâ peygamberlerden bir
gruptan söz ederken -ki içlerinde Hz. Musa da vardıRasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e şöyle dediğini zikreder: cOnlar Allah
Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetlerine uyZ5491
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘onlarm hidayetlerine uy5
ifadesiyle, işaret edilen hususu böyle yorumlamış, Hz. Musa’nın ‘hidayet üzere
iken’ hafifletme istemediğinin fark etmemişti. Bu hidayet, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyulması emredilen hidayettir. Bu içtihat, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e Allah Teâlâ’ya başvurmasını ve hafifletme istemesini
vermiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Allah Teâlâ ile Musa arasında
gidip gelmiş, en sonunda edebin gereği olarak, ‘Rabbimden utandım’ demiştir.
Namaz on kere hafifletildikten sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
ümmetine getirmiştir. Allah Teâlâ, ümmetine âlemin iyiliğinin kendisine bağlı
olduğu ‘hükümlerde içtihat5 yetkisini şeriatın parçası yapmıştı.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘içtihat5 ederek Allah
Teâlâ ile Hz. Musa arasında gidip gelmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den ortaya çıkan davranışa ümmeti alışsın ve yadırgamasınlar diye,
içtihat onlarda da tatbik edilmiştir. Öte yandan Allah Teâlâ içtihadı şeriatın
bir parçası yapmakla Hz. Musa’nm kalbini bu konuda onarmıştır. Çünkü peygamber
kendisine dönerek, kullara şefkat duygusu ortadan kalkıp da geride Hakkı tazim
ve şanına layık saygının kalması gerekir. Bu nedenle peygamber, Allah Teâlâ
hakkmda herhangi bir şeyi çok görmemiştir. Bilir ki, güç O’nun elindedir ve bu
sayede dilediğini güçlendirir. Böyle bir şey aklına gelip Hakk onu bu makama
yerleştirdiğinde, bu du-
rumun onda
pişmanlık oluşturması kaçınılmazdır. Bu pişmanlık, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e söylediği sözlerden dolayıdır. Allah Teâlâ ‘Benim
katımda söz değişmez5492 ayetiyle bu konuda Musa’nın kalbinin
kırıklığını onarmıştır. Bu ayet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah
Teâlâ’nın katına (namazı hafifletmek üzere) son dönüşünde söylenmişti. Allah
Teâlâ önce çoğaltma sözünü zikretmiş, sonra onu azlık ve hafifletmeyle
değiştirmiştir. Allah Teâlâ Musa’ya ilahi sözün bir kısmının değiştiğini, bir
kısmının değişme kabul etmediğini bildirmiştir. Sözün değişmeyişi, Haktan kesin
olarak ortaya çıkması halindedir. Başka bir ifadeyle zorunlu söz değişmezken,
geçici söz değişir. Hz. Musa, bu sözle sevinmiş ve ‘geçici söz’ hakkında
konuşmuş olması nedeniyle mutlu olmuştur. Öte yandan Allah Teâlâ, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in (namazın hafifletilmesiyle ilgili olarak ayeti)
yorumlaması nedeniyle, Muhammed, ümmeti için hükümlerin tespitinde içtihat
yetkisi vermiştir. Allah Teâlâ bu sayede kendisinden meydana gelen davranış
(içtihat) hakkında, Peygamberin kalbindeki kırıklığı onarmışdr. Bu durum, onun
ümmetine de yayılmıştır. Nitekim Adem’in unutması nedeniyle inkâr ve unutma,
-onun kalbini onarmak üzereÂdemoğullarma sirayet etmiştir. Çünkü doğal
yaratılış, doğanın gereği olarak, inkâr ve unutma özelliğine sahiptir. Böylece
Âdem’in karşı çıkarkenki hareketi, doğal bir hareket iken unutmasında doğal
etki vardır. Âdem unuttuğunda, bu unutma doğanın sıcaklığından kaynaklanmıştı.
Karşı gelme ve uıkâr fiili de, bizatihi, doğal bir sonuç iken bir şeye karşı
gelmek yönüyle ise, bir etki değil, doğanın hükmüdür. Doğanın hükmüyle etkisi
arasında böyle bir fark vardır. Unutma ise, doğanın eseriyken unutmaktan
gelmek, onun hükmüdür. Gaflet doğanın etkisiyken gafletten gelmek, hükmüdür. Allah
Teâlâ’yı bilenler arasında doğanın hükmüyle etkisini ayrıştıranlar pek azdır.
Böylelikle Âdem’de inkâr etmeyle doğanın hükmü bir araya gelmiştir. Çünkü inkâr
edenleri belinde ilk toplayan, Âdem’dir. Onlar, Âdem’in karşı çıkmasına
hükmetmiş, o da karşı çıkmıştır. Çocuğun babasında bir etkisi vardır. Öyleyse
karşı çıkma ve inkâr, doğanın hükmü olsa bile, inkârcı çocukların etkisinden
kaynaklanır. Çünkü Âdem insan-ı kâmil’dir. Ondan meydana gelen unutma, doğanın
etkisi ve (nüve halinde belinde taşıdığı) çocukların hükmüyle meydana gelir.
Çünkü Âdem belinde unutkan çocuklarını belinde taşımaktaydı ve onlar ‘unutma’
etkisini meydana getirmişlerdi. .
Bu işlerin ve mükaşefe keşiflerinin
verdiği ilimlerin ne kadar garip olduğuna bakınız! Bütün bu zikrettiklerimiz,
bu menzilin hükümlerindendir. İlahi mertebeden bu menzile ait olan, gayb’tir.
Varlıklardan doğa, şehadet âleminde ise karanlık ona aittir. Şehadet âleminde
karanlık görülür, fakat onunla bir şey görülmez. Doğada ise, bilinir, fakat
görülmez, etkisi görülür ve onun vasıtasıyla görülür. Gaybte ise, görür,
kendisiyle görülür, bununla birlikte gayb adını korur. Böyle dememizin nedeni,
isimlerin hükümler, özellikle de ilahi isimlerin hükümlerin başkalaşmasıyla
başkalaşmasıdır. Hüküm hükmün talep ettiği diğer ismi başkalaştırır, halbuki
hakikat tektir. Şeriadarın hükümlerinde bunun tersi geçerlidir. Orada
hükümlerin başkalaşması, hallerin ve isimlerin başkalaşmasına bağlıdır. Hakikat
ise, tektir. Din imamlarından birisi olan Malik b. Enes’e sorulmuş: ‘Deniz
domuzunun balık sayılması hakkında ne dersin?’ Malik ‘haramdır’ demiş.
‘Denizin balığı, canlıları ve ölüsü helaldir’ denilince şöyle demiş: ‘Onu domuz
diye isimlendiren sizdiniz. VallahiAllah Teâlâ domuzu yasaklamıştır.’
Böylelikle ismin değişmesi nedeniyle Malik’e göre hüküm değişmiştir. ‘Deniz
balığı veya canlıları hakkmda ne dersin?’ diye sorulsaydı, ‘helaldir’ diye
hüküm verecekti. Aynı şekilde, hallerin değişmesi hükümleri de değiştirir.
Zorda kalmayan bir insanın ölü eti yemesi haram iken aynı şahıs zorda kaldığında
ölü eti yiyebilir. Öyleyse hakikat bir iken, halin değişmesi nedeniyle hüküm
değişir.
Bilmelisin ki, bu menzilden Allah
Teâlâ, kesif veya latif veya şeffaf olmak üzere, doğal suretlerde berzah ehline
tecelli etme özelliğini kabul eder. Kıyamet de bir berzahtır ve bu bağlamda
varlıkta berzah olmayan bir şey yoktur. Çünkü her şey, iki şey arasında
düzenlenmiştir. Berzah, bir şeyin iki şey arasında yerleştirilmesi demektir.
Şimdiki zaman da öyledir ve ‘süreklilik’ diye isimlendirilir. Manevi şeyler
daire, duyusal şeyler ise küredir. Oluşta ‘uç’ diye bir şey yoktur, çünkü
dairenin ucu yoktur. Her parça, iki parça arasındaki bir berzahtır. Bu, kendisini
bilen için değerli bir bilgidir. Bu nedenle insan-ı kâmil, yaratılışında iki
doğal sureti birleştirmiş, karanlık-kesif cisim ve latif cisimle
yaratılmıştır. Latif olan kesifte taşınır ve o ‘ruh’ diye isimlendirilir.
İnsan onun nedeniyle canlıdır ve kalbin içinden çıkan ve gelişme ve dokunma
duygusu denilen bedenin parçalarına yayılan bir buhardır. Allah Teâlâ sadece
insana -diğer canlılara değilmüfekkire gücünü tahsis etmiştir. Bu sayede insan,
işleri yönetir ve tafsil eder. Âlemdeki başka varlıkların böyle bir özelliği
yoktur, çünkü insan, ilahi surete göre yaratılmıştır. Onun suretinin bir yönü
de, ‘îşi tedbir ve tafsil eder’493 ayetinde belirtilir. Öyleyse insan-ı
kâmil, kendisi için ilahi suretin tamamlandığı kimsedir ve o, ancak mertebeyle,
kemale erer. Ondan aşağıda olan ise, sahip olduğu ölçüde suretten bir pay bulunur.
Bu bağlamda hayvan duyar, görür, kokuları, tatları, sıcağı, soğu hisseder,
fakat ona ‘insan’ denilemez. Aksine o, deve, at, kuş ya da başka bir şeydir.
Sureti kemale erseydi, bu kez ona ‘insan’ denilirdi. Kemale ermemiş insanda
da, bu genel isim özel bir isme dönüşmez, insan kendisindeki ilahi suretin
kemali nedeniyle ‘halife’ diye isimlendirilir, çünkü âlem ancak söz konusu
ilahi surete bakar. Melekler, Âdem’de sadece unsurdan oluşan karanlık-kesif
doğal sureti gördükleri için söylediklerini söylemişlerdir. Allah Teâlâ onlara
Âdem’in suretinin kemalini öğre-
' a ,
tip secde etmelerini emrettiğinde,
hızla secdeye koşmuşlardır. Adem’in üstünlüğü bilhassa kendilerine isimlerini öğretirken
bilfiil ortaya çıkmıştı. Âdem onlara ilahi isimleri öğretmeyip Allah Teâlâ
kendilerini ‘Ben Âdem’e suretimi verdim’ deseydi, hiç kuşkusuz, iman ederek
onun üstünlüğünü kabul ederler, Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle onun karşısında
davrandıkları gibi davranırlardı. İnsana insan-ı kâmil keşf olunup Hakkı
insan-i kâmile giydirdiği surette gördüğünde, iki suret arasmda hayrette kalır
ve hangisine secde edeceğini bilemez. Bu nedenle insana ‘Her nereye
dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’494 ayeti okununcaya kadar bu makamda
hayrettedir. Öyleyse insanda Hakkın yüzü O’nun sureti yönünden bulunurken,
Hakkın katında ise kendisi yönünden Hakkın yüzü bulunur. İnsan önce hangi şey
için secde edecektir? Çünkü Allah Teâlâ zatı için olduğu gibi suret için de
secdeyi kabul eder. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başka bir
menzilde böyle bir makamda hayrete düşmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem geceleyin yürütülerek, yalnız başına nura yerleştirildiğinde ürkmüştü.
Ürkmesinin nedeni, unsuri bedeniyle yürütülmüş olmasaydı. Böylelikle aslından
çıkmış olmakla yalnızlaşmış ve kendi menzilinin dışında bir yere yerleşmesi
nedeniyle ürkmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, unsurların ortaya
çıktığı bir hakikat nedeniyle ürkmüş, bunun için ona sesine aşina olduğu Hz.
Ebu Bekir’in sesiyle nida edilmişti. Böylelikle sesi tanımış, ona kulak
vermiş, Ebu Bekir’in sesiyle korku ortadan kalkmışı. Oradan Allah Teâlâ’nın
huzuruna girmek istediğinde, kendisine şöyle denildi: ‘Muhanımed, dur. Rabbin
namaz kılmaktadır.’ Bu kez Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, namazın
Rabbe nispet edilişinde hayrete düşmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise, namaz ve secdeyle kendisine dönülen kâmil-ilahi suret makamındaydı.
Ona yaklaştığında, rabbi kendisini namazla karşılaşmıştı. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ise bu konuda bilgisi yoktu. Böylelikle Allah Teâlâ’ya
nispet edilen el-Alim ismi, Hz. Ebu Bekir’in sesiyle ona nida etmiş, Ebu
Bekir’in mertebesini ona bildirmiş, onu kendisiyle ünsiyet ettirerek ‘Dur, Rabbin
namaz kılıyor1 denilmiştir. Durmak, sebat demektir ve namaz kılan
için kıbledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem durmuş ve bu hitap
kendisini korkutmuştu. Bu esnadaki hali, manası ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’495 olan tespihti. Onu korkutan buydu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e, Kuran’da kendisine indirilen şeyleri
hatırlatmak üzere, ‘0 size salât eder, melekleri de,
karanlıklardan nura çıkın diye’496 ayeti okunmuştur. Böylelikle
zikrettiği ayede namazın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edileceğinden duyduğu
korkudan rahadamış, isra’da gerçekleşen şeyler gerçekleşmişti. İsra, Allah
Teâlâ izin verirse başka bir yerde ele alacağımız bir konudur.
Allah Teâlâ bir insanı iki suret
arasına yerleştirirse (ilahi sureti bakımından Hakk ve zatı bakımından Hakk),
hangisine secde edeceği önemsizdir. İki sureti keşfeden insan, iki suretin
-birisi ötekine secde etmedenmusafahalaştığını görürse, bu durum, o özel insan
için suretin kemalde olduğunun delilidir, insana (tahsis edilen) suretin
öteki-ilahi surete secde ettiğini görürse, insan suretinin diğer ilahi surete
ait olduğunu anlar. Bu esnada insana ait kâmil suretin -(ilahi) sureti
değilhakikati müşahede etme makamında bulunduğunu anlar ve secdede kendisine
uyar. İlahi suretin insani surete secde ettiğini görmek ise -ki ‘O size
salât eder’497 ayetinde
belirtilen şeyi kast ediyoruzsecdede de ona uymaz. Uymaya kalkarsa, helak olur.
Kim bu makamdaysa, işleri bulunduğu hal üzere bilir, çünkü o Allah Teâlâ’nın
salâtımn kâmil kul ‘için’ değil, kâmil kul ‘üzerinde’ olduğunu bilir. Kâmil
kulun namazı, Allah Teâlâ’nın üzerinde değil, Allah Teâlâ ‘içindir.’ Bu farkı
anlayan, Kuran ve Furkan’ı birleştirir. Bu, değerli bir müşahededir, onu tadanı
görmedim. Marifederin en yetkini odur.
Kuran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin kalbine ve onu sürekli okuyanların kalplerine iner. Bu kalpler,
onların bedenlerinde bunan göğüslerindeki kalplerdir, yoksa mekânlı olmayan
veya girme veya çıkma gibi özellik kabul etmeyen insanın latifesini
kastetmiyorum. Böylece düşünen nefs için sadırdaki kalp, göz için yazılı
mushafın yerini alır. Kalpten Kuran’ı düşünen nefs karşılar. Bunun nedeni
şudur: Nefs-i natıka, ona verilen yönetme ve bedende tasarruf imkânı
nedeniyle, bileşik ve kesif cisimden üstün ve yukarıdadır. Bu durumda nefs-i
natıka, gerçekten habersiz olduğu için bedeni kendisinden daha aşağı mertebede
görür ve bedenin kemalini tamamlayan şeylerden birisi olduğunu anlamaz. Allah
Teâlâ ise bedende sadırdaki kalbi bir mushaf ve yazılı kitap haline getirir;
Bu kitap, bedende nefs-i natıkanın benzeridir. Böylelikle bilgiyle nitelenir ve
baktığı ayete göre süslenir. Böylelikle nefs-i natıka sayesinde bilgi edindiği
bu yere muhtaç kalır. Çünkü Hakk onu kendi sözünün ve sözünün yazısının
mahalli edinmiştir. Böylelikle nefs-i natıka daha önce gururlanmasına yol açan
bu üstünlüğü yitirmiş, kendi değerini tanımış, kalbin meleklerin Allah
Teâlâ’nın kelamından ibaret olan ruhla birlikte indikleri yer oyduğunu görür.
İnen meleklerin kendisine baktıklarını veya kendisiyle konuştuklarını
görmemiştir. Onlar, sadece indirdikleri şeyi kalbe yazmışlardır. Nefs-i natıka
ise, yazdı olarak indirileni okur. Böylelikle o ikisindeki şeyleri Allah
Teâlâ’dan anladığında, Allah Teâlâ’nın muradının kendisine öğretmek ve kendini
beğenme hastalığına yakalanması nedeniyle de edeplendirmek olduğunu anlar. Allah
Teâlâ’nın her şeyle ilişkisinin -herhangi bir derecelenme olmaksızıntek ilişki
olduğunu kabul ve itiraf ederek Allah Teâlâ’nın yaratıklarından -üst veya aşağı
âlemlerdekiherhangi bir şeye karşı üstünlük hissetmez. Alemde (Allah Teâlâ’nın
yaratması itibarıyla) bir üstünlük veya fazilet yoktur. Bu durum, âlemin
kendisi yönünden değil, (Hakka) delil olması ve O’nunla ilişkilendirilmesi
yönünden böyledir. Diğer yönden âlemin bir kısmı diğerlerinden üstündür ve
âlemde farklılık vardır.
Bilmelisin ki, insanın nefs-i
natıka’sma Allah Teâlâ iyilik murad ederse, bütün bedenin parçalarının Allah
Teâlâ’nın övgüsünü tespih etmek üzere konuştuklarını gösterir. Onlar,
sahiplerinin övgüsünü yapmaz. Nefs-i natıka onlarda bir bıkma veya gaflet veya
meşguliyet görmezken zatını Allah Teâlâ için gerekli sürekli zikirden gafil,
kendi amaçlarıyla ilgilenerek Allah Teâlâ’dan uzaklaşmış görür. Nefs-i natıka
kendisini Allah Teâlâ’dan ve O’nun sınırlarında durmaktan uzaklaştıran işlere
yönelmiştir. Bunu gördüğünde, âlemin onun gözündeki değeri artar ve âlemin Allah
Teâlâ’nın bir alameti olduğunu anlar. O alamete ve Allah Teâlâ’nın yasaklarına
saygı göstermek gerekir. Buna mukabil nefs-i (natıka’nın) değeri onun gözünde
küçülür. Bilir ki, cisminden ayrılmamış olsaydı ve cismi onun yaratılışını
tamamlayan unsurlardan olmasaydı, hiç kuşkusuz, yönetilen o cismin kendisinden
üstün olurdu. Cismin kendisinden üstün olduğunu öğrendiğinde, kendi değerinin
bu niteliklere sahip olmasına göre, onun şerefinin ta kendisi olduğunu anlar.
Nefs-i natıka bu durumda şunu öğrenir: Allah Teâlâ’nın kendisini bedeni
yönetmek, onun lehinde çalışmakla görevlendirmesi, bedenin kendisine bir hizmetçi
olması, göz ve kulak gibi güçlerinin haklarının nefsin üzerinde olması,
bedenin Allah Teâlâ ile meşgul olmasından ve yaratıcısını tespih etmesinden
kaynaklanır. Bunun üzerine nefs-i natıka kendisini bedene amade görür. O da
beden gibi Allah Teâlâ ile meşgul olsaydı, bedenle aynı hükme sahip olurdu.
Beden kendisini yönetmekle görevlendirilseydi, insan nefsi gibi, Allah Teâlâ’yı
tespihten uzaklaşırdı. Nefs-i natıka bedene amade olduğunu öğrendiğinde,
değerini bilir ve değerinin sorguya, hesaba çekileceğini ve yargılanacağını
anlar. Bu durumda yükümlülük diyarı olan dünyada Allah Teâlâ karşısmda üzerindeki
sorumlulukları ve -kendi dışındakiâlemin ve bedenin ondan talep ettiği hakları,
yerine getirmesi gerekir. Bununla meşgul olurken, artık kendini üstün görmeye
yönelmez veya mertebeleri tanımaya arzu duymaz. İşte hakları ve yükümlülükleri
yerine getirme mertebesi, insan adına mertebelerin en şereflisidir. Hüsrana
uğrayan, bunlardan habersiz kalan olduğu kadar kazançlı, haklarla ilgilenendir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana
üçüncü şahıs zamiriyle bir şey söylediğinde, o şeyden uzakta değildir, sadece
muhatabı dikkate almıştır. Muhatap sensin ve zikredilen, senden uzaktır. Allah
Teâlâ işaretle veya başka bir şekilde ikinci şahıs zamiriyle bir şey söylerse,
seni ve o şeyi görmeyi dikkate almıştır ki her durumda bu zorunludur. Allah
Teâlâ’nın konuşanların özlerinden aktardıklarıyla kendinden söylediği sözü
ayırt etmek bir zorunluluktur. Hakk kulun duyması ve görmesi olduğunda, kul
adına gaiblik kalkar. Bu esnada muhatap olan, zamir olması yönüyle gaiptir.
Hitap bu nitelikteki kimse için gaib zamirle gerçekleşmiştir. Öyleyse durum
nasıldır? Şöyle deriz: Kuran’ın indirildiği kul, onu yükümlülere ulaştırmak ve
indirileni insanlara açıklamakla yükümlüdür. Eşyanın bir kısmı onlara
görünürken, bir kısmı gizlidir. Peygambere kelimeleri yerlerinin dışına
çıkartmak emredilmemiştir. Aksine peygamber, Allah Teâlâ konuşanların
sözlerini aktardığı gibi, Allah Teâlâ’dan aktarır. Onların sözleri, hem üçüncü
şahıs hem ikinci şahıs zamirlerini içerir ve Allah Teâlâ onlardan aktarırken
onların sözlerine bir şey eklemez. Peygambere şöyle denilir: ‘Sana
indirileni tebliğ et.5498 Bu durumda
peygamber kendisine indirilen şeyin suretinden yüz çevirmez ve söyleneni söyler.
Çünkü manalar onun kalbine, harfleri terkip edilmeden, kelimeler düzenlenmeden,
ayetler sıralanmadan ve sureler belirlenmeden indirilmemiştir. Bütün bunlar,
‘Kuran’ denilen şeydir. Allah Teâlâ Kuran’ı onun nefsine bir ‘suret5
olarak yerleştirdiğinde, kendisini gördüğü gibi izhar etmiştir. Ardından gözler
mushaflarda onu görür, kulaklar okuyuculardan onu dinler. Bu duyulan ve
işitilen, Allah Teâlâ’nın kelamından başkası değildir. Anladıktan sonra onu
tahrif eden, kınanır. Peygamber kendisine indirilenin Allah Teâlâ’nın sözü
olduğunu bilir ve kendisine indirildiği tarzda suretini korur. Herhangi bir
şeyi değiştirir veya yapısını başkalaştırırsa, hiç kuşkusuz, bize kendi
anlayışının suretini ulaştırmış olurdu, yoksa kendisine indirileni değil.
Çünkü Kuran’ın indirildiği insanlardan her biri ona bir bakışı vardır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’ı bize anlayışına göre aktarsaydı, o ‘Kuran’,
yani kendisine indirilen Kuran olmazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Kuran’ın tüm anlamlarını bildiğini ve anlamlarından hiçbir şeyin sözlerinin
dışında kalmadığını farz edebiliriz. Buna karşılık biz şöyle deriz: Peygamber
bunu biliyor ise, onun (anlam yoluyla aktarırken söylediği) kelimeler o
anlamları gösteriyorsa, niçin başka kelimeler kullanmaya kalksın ki? Bütün bu
anlamları aktarırken onlara denk gelecek eşit anlamlı kelimeleri kullansaydı,
kullandığı kelimelerin -kendileri bakımındankendisine indirilmiş olan ve onun
ise yüz çevirdiği kelimelerden başka varlıklarının olması gerekir. Böyle bir
durumda peygamberin kullandığı bu kelimeler, peygambere indirilen kelimelerin
taşıdığı anlamların aynısını vermiş olsalar bile, varlıkları yönünden
(kendisine indirilmiş olan) kelimelerden farklı olacaktır. Kuran’ı okuyan
insan, peygamberin kullandığı fakat Allah Teâlâ’nın indirmediği kelimelerden
ilave anlamlar elde eder. Böyle olsaydı, Peygamber insanlara hem kendilerine
indirilenleri hem indirilmemiş şeyleri tebliğ etmiş olur, bu durumda -Allah Teâlâ’nın
izin vermeyeceği şekildedini hükümleri çoğaltırlar, Allah Teâlâ’nın indirip de
Peygamberin yüz çevirdiği bu kelimelerde eksilme gerçekleşirdi. Başka bir
ifadeyle peygamber, kendisine indirilen kelimeleri tebliğde eksiltme yapmış
olurdu. Peygamber böyle bir davranıştan tenzih edilmelidir. Dolayısıyla
peygamber, insanlara ancak kendilerine indirilenleri -lafzı ve yazılı
harfleriyletam ve eksiksiz bir şekilde ulaştırması gerekirken bâtında onlarm
anlamlarını ulaştırmalıdır. Bu nedenle Cebrail her Ramazan ayında peygambere
gelir ve Kuran’ı ona okur, böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Cebrail ile birlikte hatim yapardı. Son Ramazan’da iki kez baştan sona hatim
yapmış, Peygamber bu Ramazan içerisinde değil, o şeninin içerisinde vefat
edeceğini anlamıştı. Çünkü ikinci hatim, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
vefat ettiği ve ölümünden sonra tamamlanan senenin Ramazan ayma aitti. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Rebiu’l-evvel ayında vefat etti. Kuran ise, ‘bin
aydan hayırlı olan kadir gecesi’499 inmişti.
Ayette basit sayı isimlerinin sonuncusu zikredilmiştir. O sayıdan sonra basit
sayı yoktur, bileşik sayılar gelir. Kuran da Allah Teâlâ’nın indirdiği son
kitap iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine Kuran indirilen son
peygamber ve peygamberlerin mührüdür (hatem). Bu ismi -ki bindirbelirsiz
getirdiği aya izafe etmiş, bu sayede mevsimler ve Arap ayları ona katılmıştır.
O, bir ayın kendisiyle ortaya çıktığı Kamer’in seyri nedeniyle feleğin bütün
derecelerini aşma ölçüsüdür. ‘Bundan daha fazladır’ derse, tekrar olurdu. Halbuki
varlıkta tekrar yoktur. Aksine her an yeniden yaratma vardır. Günleri
zikretmekle veya hepsini toplamakla eksilme olsaydı, feleğin dereceleri tam
olarak kat edilemezdi. Bu durumda peygamberin resullüğü genelleşmez, Kuran
önceki bütün kitapları kuşatmazdı. Felekteki tüm dereceleri en kısa sürede kat
edebilecek bir dönüşe sahip yegâne yıldız, kamer’dir (Ay). Kamer, Arap
takviminde şehrin, yani ayın (hareketine göre belirlendiği) yıldızdır. Bu
nedenle Kuran, bin aydan daha hayırlı bir gecede, yani bin aydan daha üstün ve
daha faziletli bir gecede inmiştir. ‘Daha faziletli’ bir ilavedir ve ilave
onun kendisidir. Allah Teâlâ ‘daha faziledi’ olmayı Kadir gecesine tahsis
etmiştir. Bu, o gecenin Allah Teâlâ katındaki mertebesidir. Kuran’ın
kendisinde indirildiği bu gece Kadir gecesidir ve Şaban’ın yarışma karşılık
gelir. Çünkü kadir gecesi, bütün senede dolaşan gecedir. Bizim görüşümüze
gelirsek, kadir gecesinin bütün senede dolaştığını gördük. Onu Şaban’da
gördüğümüz gibi Ramazan’da ve onun tek saydı bütün gecelerinde gördük. Ramazan
aymın on ikinci gecesinde de -o yılın orucuna göreKadir gecesini gördük. Allah
Teâlâ bir senedeki gecelerden hangisini ‘Kadir gecesi’ diye isimlendirilen o
gecenin zamanı yaparsa, ‘Kadir gecesi’ odur. Kadir gecesinin denk geldiği gece
senenin geceleri arasında diğerlerinden üstünlüğü olan özellikli bir geceyse,
o gecenin hayrı Kadir gecesinin faziletine eklenir. Bu gecelere misal olarak
Cuma, Şaban’ın yarısı gibi bilinen geceleri verebiliriz. Böyle bir gecedeki
Kadir gecesi, bulunduğu gecenin faziletinin eklenmediği senedeki Kadir
gecesinden üstündür. Bunu bilmelisin!
Bu menzilden Ruh-ı emin (Cebrail), Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbine iki sure indirmiştir: Kadir ve Duhan
suresi. Her iki sure farklı hükümlere sahiptir. Kadir suresi, Duhan suresinin
ayrıştırdıklarını birleştirir. Duhan suresi ise, Kadir suresinin
birleştirdiklerini ayırır. Müşahede ettiği hakkında bilgisi olmayan insan, iki
surenin birbirinin karşıt olduğunu zannederek ikisini birleştiren menzilin
farkına varamaz. Böyle bir insan, doğal karşıtlıkları birleştirmekle meydana
gelen kendi yapısını da kavrayamaz. Doğru ve sahih keşif sahibi, bu menzile
girdiğinde ve müşahede ederken ‘kalbi var ise’, Kadir suresiyle Duhan suresi
arasında karşıdık olmadığını görür. Çünkü Kadir suresi, Duhan suresinin mertebelerde
ayrıştırdığı şeyleri bir araya getirir. Ardından Duhan suresi onu alır ve
mertebelere göre ayrıştırır. Çünkü kadir suresinin bunu bir araya getirmediğini
ve onu kendisine sadece ayrıştırması için verdiğini öğrenmiştir. Kadir suresi
Duhan suresi karşısında vergidar gibidir.
Gerçek böyledir. Bunlar, iki gözü,
iki dili, iki dudağı olan iki suredir. Onlar bu menzile giren kimsenin makam-ı
mahmûd ehli olduğuna ve onun kâmil varis olduğuna şahitlik eder.
Bu menzil mutabakat, münasebet ve
murakabe ilmini içerir. İşaret, remiz, bu menzilden öğrenilir. Güçlük olmadan
işlere nüfuz, bu menzilden öğrenilir. Çünkü işlere fikir yoluyla nüfuz
edebilmek, en çetin meselelerden biridir. Açıklama ve keşif bu menzilden
öğrenilir. Doğal yapıların hükmü ile unsurdan oluşan hükmü bir midir, değil
midir? Işık ve karanlıklar arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Nur ve
karanlık neye döner? Bunlar, Allah Teâlâ ile kulları arasındaki iki perdedir.
Perdelerden kula yakın olan ve Hakka yakın olan hanisidir? Bir kişi adına
perde ortadan kalkar mı, kalkmaz mı? Perdeler, perdelenen insanını sınırlar mı,
sınırlamaz mı? Sınırlarsa, hangi yapıyla sınırlar ve tanımlar? Unsun yapısıyla
mı, doğal yapısıyla mı smırlar? Sınırlamazsa, neye katılır? Âlemde mekân kabul
etmeyen şeye mi katılır? Bu durumda, cisimlere girmek ve ya onlardan çıkmayı
kabul etmez? Veya mekânda olmayan şeyin hükmünün dışında, kendisine özgü bir
hükümle mi nitelenir? Böyle bir durumda mekânı veya yerleşmeyi kabul etmez.
Korkutmanın içerdiği ve korkutulan kimseye dönük rahmet bu menzilden öğrenilir.
Zevkler bu menzilden öğrenilir. Mutlu
eden veya bedbaht eden isimler, bu menzilden öğrenilir Yakinin anlamı, bu
menzilden öğrenilir Rablikte tenzih, bu menzilden öğrenilir. Bu, anlaşılması
güç bir konudur. Bilgi, mertebesi ve özel olarak kuşkunun mertebesi, bu
menzilden öğrenilir. Her mertebenin kendisine yerleşen ve inen kimselere
verdikleri hüküm, bu menzilden öğrenilir. Azap acıları bilmekten mi kaynaklanır,
yoksa hazların bilgisinden mi kaynaklanır? Umutsuzluk geldiğinde tövbenin
kabul edilmeyişi, fakat özellikle Yunus peygamberin kavminden böyle bir
tövbenin kabul edilmesinin nedeni, bu menzilden öğrenilir. Ezeli kazanın
nüfuzu, bu menzilden öğrenilir. Acaba basiredi kimseye kötülükle mi uygulanır,
yoksa perdelilere mi aittir? Azap tabakaları, bu menzilden öğrenilir. Sınanma
ve tabakaları, nasihatler, Allah Teâlâ katında inayet ehli, bu menzilden
öğrenilir. Bununla birlikte, rahmet hepsini kuşatır. Dünyada inayet ehli,
ahirette kendilerinden olmayacak insanların sınandığı işlerle sınanır. Bu
sınanma ve belaya rağmen, Allah Teâlâ’nın ehline dönük inayeti neyle
ilgilidir? İki diyarın gerektirdiği şeye mi döner? Yoksa ezeli bilginin
gereğine mi? Hakkın âlemdeki her fertte bulunan yönleri, bu menzilden
öğrenilir. Üç toplanmadan sonuncusunun vakti, bu menzilden öğrenilir. İstisna
neye döner? Bilgisizlik, zan, kuşku nereye gider? Mensupları kimlerdir? Bu
menzilden öğrenilir. Ölümün hayattan önce zikredilmesi, bu menzilden
öğrenilir. Halbuki ölüm hayattan sonradır.
Bu menzilin ilimleri pek çoktur,
fakat biz onların arasından daha önemliyi bildirmek istedik. Bunlar, kendisiyle
ilgili bilgide muduluk sağlayan hususlardır. Bununla birlikte bilgi muduluğun
kendisidir. Fakat genel için muduluk, hazların meydana gelmesi, gayelerin
oluşması ve acılardan kurtulmak demektir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaşürır.’
ÜÇ YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM
Sırlarda Taklit Menzilinin Bilinmesi
Onda saltanat bizdedir ve teyit
Olmasaydı, bilgimizde bir kademim olmazdı .
Tenzil ve tevhit de olmazdı
Hilafet ve saltanat bir taklit (Hakkı)
O Hakk için görülen bir imam
Saltanat bir emanet, sahibinden ayrılmayan
Allah Teâlâ’ya sürekli ibadette, övülmüştür
o
Allah Teâlâ’nın varlığındaki herkes görür
onu
Sırrında, o varlıklardaki gaye
Rabbim mertebesinin gereğiyle süslemiştir
onu
Nitelikleriyle, bilgide mevcut değildir
Ondan başkası; o bütün yaratıklara imam
O bir ilah,
bilinmeyen tanımlanan ,
. t '
Allah Teâlâ bizi ve seni ruhu’l-kuds ile desteklesin,
bilmelisin ki: Taklit,
bütün nazari ve zorunlu bilgilerin
veya keşfi bilgilerin kendisine döndüğü asildir. Fakat onlar, bu konuda derece
derecedir. İnsanların bir kısmı Rabbini taklit eder. Onlar, sahih bilgi sahibi
yüce gruptur. Bir kısmı, kendi aklını taklit eder. Onlar, zorunlu bilgi
sahipleridir. Öyle ki, bir insan bir ihtimal öne sürerek onları kuşkuya
düşürmek isteseydi, söylenenin mümkün olduğunu bilmekle birlikte, kabul etmez
ve reddederlerdi. Bu konuda kendilerine bir şey söylense şöyle derler: ‘Böyle
bir ihtimal, zorunlu bilgiye zarar vermez.’ Bunun misalleri çoktur, zayıf nefisler
kendilerini kabul eder korkusuyla, onları zikretmiyorum. Böyle bir kabul, bir
takım zararlara ve arzulara yol açar. Beni onları açıklamaktan alı koyan bu
çekincedir. Bir kısmı, fikrinin verisinde akimı taklit eder. Sadece bu gruplar
vardır. Öyleyse taklit, bütün bilginleri kuşatır.
Taklit sınırlama demektir. Öyleyse
taklit etmekle âlem, hakikatinin dışına çıkmamıştır, çünkü âlem, sınırlı varlık
demektir. Bilgisinin de kendisi gibi sınırlı olması gerekir! Bilgide sınırlama,
taklidin ta kendisidir. Taklit bazı yerlerde kötülenmiştir ve bunlar bellidir.
Bazı yerlerde ise, övülmüştür, bunlar da bellidir. Menziller arasında kendisine
yükselmede ondan daha çetini yoktur. Taklit menzili, sevik akabelerinden en
çetinidir. Çünkü bu menzil sahibi değişken, öteki menzil sahibi ise onda sabit
kademdir. Taklit hüküm sahibidir ve ona bigâne kalmak mümkün değildir. Bu
bağlamda kendisini bilmenin yolu ve yöntemi yaptığı konuda Rabbi taklit, en
uygunudur ve bu bilgiden ayrılmamak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ sana kendisini
bileceğin bilgiyi kendinden bildirmiştir. Onu bilmede nazari-teorik gücüne
uyarsan, bu güç sana Hakkın verdiğinin zıddını verir. Alemde esâs olan,
bilgisizliktir. Bilgi, kazanılan bir şeydir. Bilgi varlıktır ve varlık Allah
Teâlâ’ya aittir. Bilgisizlik ise, yokluktur, yokluk ise, âleme aittir. O halde
varlığın ait olduğu Hakkı taklit, kendin gibi yaratılmışı taklitten daha doğrudur.
Varlığı Allah Teâlâ’dan elde ettiğin gibi bilgiyi O’ndan elde edersin. Böyle
yaparsan kendisi hakkında verdiği haberle sınırlı kalır, haberler içerisinde
çelişkiye değer vermezsin. Çünkü her haberin kendisine yerleştiği bir
mertebesi vardır. Sen ise, bütün mertebeleri birleştiren bir mertebesin.
Binaenaleyh'Rabbinden açık bir delile sahip olmalı ve kendi aklından hareketle
konuşmamalısın. Allah Teâlâ seni kendisine yöneltir, çünkü seni ‘kendisi için’
yarattı. Sen de kendine bakarak O’ndan uzaklaşma! Allah Teâlâ sana aklının zorunlu
bilgisinde tecelli ederse, zorunlu olarak, aklî zorunluluğu taklit ederek
bilemeyeceğin bir varlığa dayandığını öğrenirsin. Allah Teâlâ sana nazari
gücünde tecelli ettiğinde, var olmada dayanağın olan şeyin var olduğunu
görürsün. O, sana benzemez, çünkü senin varlığın, sende var olup niteliğin olan
her şey, zaman içinde var olmuştur ve senin gibi bir yaratıcıya muhtaçtır. Akıl
nazarî gücünden hareketle şöyle der: ‘O varlığın âlemde benzeri yok.’ Sen ise
âlemin bütünüsün. Çünkü âlemdeki her parça, daha önce de ifade ettiğimiz gibi,
delil olmada bütünle ortaktır. Buna mukabil Allah şeriatında sana bilgi
verdiğinde, âlemin mertebelerindeki farklılığı açıklar ve her mertebede sana
teceUi eder. Sen de keşif gelene kadar Şâri’yi taklit edersin. Keşif
geldiğindeyse, taklit yoluyla elde ettiğin bilginin hakikatini görürsün. Bu
durumda Rabbini taklit eder ve O’nu teşbih ve tenzih ecülen olarak görürsün.
Böyle bir durumda ayrıştırmış ve birleştirmiş, tenzih ve teşbih etmiş olursun.
Bütün bunlar, gerçekte sensin, çünkü Hakk sana mertebelerde tecelli etmiştir.
Sen ise o mertebeleri kendinde toplayansın. Önlar, sana ve bütün âleme aittir.
Bu yönüyle mertebeler, kendilerinde gözüken her varlıkta hüküm sahibidir ve
(tıpkı bir ayna gibi) kendilerine bakana etki eder. Bunun için sana şöyle dedi:
‘Bütün bunlar sensin!’ Alem ‘alamet’ kelimesinden türetilmiştir ve alamet
tanımlananı/sınırlananı gösterir. Dolayısıyla âlem, sana delildir. Çünkü ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’500 Alem özü gereği bilgi vermez,
varlığıyla bilginin delilidir.
Bilmelisin ki, Hakk gerçekte
Ümmü’l-kitap’tır (kitabın anası). Kuran ise kitaplardan birisidir. Fakat onun
diğer kitaplardan farkı, toplayıcılıktır. Bununla birlikte Kuran (yani kelam),
Hakkın bir niteliğidir. Nitelik bulunacağı birisinin varlığını talep eder,
nispet, mensup olacağı kimseyi arar. Bu nedenle Hakkın ‘bütün kitapların
kendisinden çıktığı kitabın anası’ olduğunu söyledik. Diller, onu algılamada
birbirinden farklılaşmıştır, çünkü ilahi kelam özü gereği bütün dilleri kabul
edicidir. İlahi kelamın -indiği dillere göreArapça, İbranice ve Süryanice vb.
olduğu söylenmiştir. Kuran hakkında ‘caT, yani yaratmanın ve hadislik
fiillerinin kullanılması bu anlama gelir. ‘Onlara
Rablerinden hadis bir söz geldiğinde...’501 ayetinde belirtilen şey, budur.
Kuran’m gelişi hadistir (zamana bağlı), fakat gelmek, inmek ve nüzul demek
olmadığı gibi yaratmanın kendisi de değildir. Yaratma, yani ca’l, halk
anlamında olabileceği gibi başka bir anlamda olabilir. Öyleyse Kuran’a nispet
edilen hadislik (zamana bağlılık), halk anlamındaki caTdir. Dolayısıyla ‘Onu sağlam
bir yerde nutfe yaptık’502 demek ile ‘Onu Arapça
bir Kuran yaptık”03 demek
arasında hüküm itibarıyla fark yoktur.
Bilmelisin ki, bir şeyin yanı veya
katı (indiyyet), o şeyin kendisine döner. Allah Teâlâ ‘Sizin katınızdaki
tükenir’504 buyurur.
Çünkü sizin özelliğiniz, tükenmektir. ‘Allah Teâlâ katındaki bakidir.’ Çünkü
O’nun özelliği, bekadır. Bir şeyin yanında ve katında olan şey o şeyden başka
olsaydı, bizim yanımızda olan tükenmezdi. Çünkü biz ve bizim yanımızda olan
şey, (hakikati itibârıyla) Allah Teâlâ katında bulunur. Allah Teâlâ katında
olan ise, bakidir. Böyle bir durumda biz ve bizim yanımızda olan şey, baki olurdu.
Böylelikle bir şeyin katında ve yanında olmanın o şeyin kendisi demek olduğu
ortaya çıkmıştır. Dilde ‘yanında’, tıpkı renk arazının bulunduğu cisim gibi,
mekân veya yer zarfıdır. Bu, delalede amaçladığın
konuda daha açıktır ve o bulunduğu
yerdedir. Mekân sahibi, mekânın bulunduğu yerde değildir. ‘Yanında ve indinde
olmak’ her iki durumu birden içerir. Zorunlu bilgiyi taklit ederken, hiç kimse,
varlığında dayandığı kimseyi inkâr edemez. Bu nedenle, inkâr edecek kimse de
O’nu kabul etmiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘Muattıla inkâr etmiştir.’ Şöyle
deriz. Muattıla bir dayanağın varlığını inkâr etmemiş, dayanak olarak açıkladığınız
şeyi inkâr etmiş ve niteliksiz bırakmıştır. Yoksa onlar, bir dayanağın
varlığını reddetmiş değildir. Siz o dayanağın şu nitelikte olduğunu söylediniz,
Muattıla ise bunu reddederek, ‘dayanak şu şekildedir (niteliksiz)’ demiştir.
Onlar, İlke’yi işlevsiz bırakmışken siz de onların işlevsizleştirmesini
işlevsizleştirdiniz. Fakat o insanlara muattıla (işlevsizleştirenler, deist)
denmiştir. Onlar, bu işi yaparken, bilgilerine göre, derece derecedir. Onların
bir benzeri, dinleri ve mezhepleri bilmektir. Böyle bir bilgi, mümin insanın
okumasının ve bütün olarak incelemesinin gerekli olmadığı bir ilimdir. Halbuki
Allah Teâlâ ehli, her surette Allah Teâlâ’yı müşahede edebilsin diye, bütün
mezhepleri ve Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgili dinleri öğrenmelidir. Onlar;
herhangi bir yerde inkâra kalkışmaz, çünkü Allah Teâlâ varlığa yayılmıştır ve
O’nu ancak sınırlı (inanç sahibi) inkâr ede-' bilir. Allah Teâlâ ehli, ehli
oldukları kimseye (Hakk) tabidir ve O’nun hükmü üzerlerinde ortaya çıkar. Allah
Teâlâ’nın hükmü, sınırsızlıktır, dolayısıyla genel varlık O’na aittir. Allah
Teâlâ ehli de genel müşahede sahibidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı sınırlayan
kimse, O’nu müşahede etmeyi sınırlamıştır. Böyle biri, Allah Teâlâ ehli
değildir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu
yaratığı düzenlediğinde, onu kendisine yeryüzü yapmış, kendisini (Arş’a)
istiva etmek ve göğe inmek özelliğiyle nitelemiş, insanın yöneldiği âlemin her
yönünde tasarruf etmekle kendisini nitelemiştir. ‘Her
nereye yönelirseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’505 Başka bir ayette ‘Yüzünü
Mescid-i haram yönüne çevir’506 buyrulur. Bu ayet geldiğinde, ‘Her
nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’507 ayetinin (namazdaki) hükmü
kalkmamıştı. Fakat Allah Teâlâ kendisine yöneldiğinde mutlu olacağın yönü
senin adına tercih etmiştir. Fakat bu durum özel bir halde böyledir ki, kast
edilen hal, namazdır. Diğer mekânlardaysa, Allah Teâlâ senin için böyle bir
sınırlama getirmemiştir. Allah Teâlâ senin adına sınırlılık ve mutlaklığı bir
araya getirdiği gibi kendisi için de tenzih ve teşbihi bir araya getirerek ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur, duyan ve görendir’50’1 demiştir.
Bütün âlem, yayılmış bir yerdir. ‘Orada eğrilik görülmez’509 ‘Bir
farklılık görür müsün? Tekrar bak!mo
‘Onu eğrilik bulunmayan bir Arapça olarak indirdik.’51' Hakk âlemin bir
niteliğidir, çünkü O’nun niteliği varlıktır ve varlık Allah Teâlâ’ya aittir.
Sahih bir kutsi hadiste Allah Teâlâ ‘kulumun duyması ve görmesi oldum’ buyurur.
Aynı şey, insanın bütün güç ve nitelikleri için geçerlidir. Âlem üzerine istiva
eden varlık için mekân zarfı olunca, O’nun suretiyle zuhur etmiştir. Cüneyd’e
marifet ve maruf (bilinen, Hakk) sorulunca, ‘Suyun rengi, kabının rengi’ demiş,
tesiri mazruftaki zarfa ait saymıştır. Böyle demesinin nedeni, bildiğin kimseyi
tanımanı sağlamaktır: Sen bildiğin hakkında kendine göre hüküm verirsiri.
Öyleyse sen, kendinden başkasmı tanımadın. Kabın rengi neyse, su kabın rengine
göre gözükür. Öyleyse bilgisi olmayan kimse, ‘su falan renktedir’ der, çünkü
göz bu rengi vermiştir. Binaenaleyh su, içinde bulunduğu kapların suretlerine
ve renklerine göre gözükür ve kendiliğinde sınırlanmadığı halde sen onu öyle
görürsün. Aynı şekilde, kendisinde gözüktüğü mekânların şekilleri ona böyle
etki eder. Her durumda su, sudur. Kap dörtgen ise, su dörtgen, beşgen ise
beşgen, dairesel ise su o surette gözükür. Çünkü su, akışkandır ve dolayısıyla
şekillerini ortaya çıkartmak üzere kaplarm köşelerine yayılır. Akışkanlığı
nedeniyle su, rengi ve şekliyle ilgili hükmü kaplarm şeklinden ve renginden
alır ve insana böyle hüküm verdiıtir. Suyu kapta gören, onu hakkmda kaba göre
hüküm verir. Onun hakkmda -bileşik olmadanbasit haldeyken hüküm veren ise,
suyun kendisinde gözüktüğü şekil ve renklerin kaplarm bir etkisi olduğunu
bilir. Öyleyse su, kaplarda bulunduğu gibi kendi tanımı ve hakikatiyle kabın
dışında da bulunur ve kaplarda bulunmakla ‘su’ adını yitirmez. Çünkü mutabakat
hükmüyle onu gösterir. Su için kaplar, kendisinde yürüyen için yeryüzündeki
yollara benzer. Salik yürüdüğü bu yolların her birisinde gayeye ulaşmak
amacıyla yürür. Allah Teâlâ ‘Dilediği her bir surette seni terkip
eder’512 buyurur.
Kastedilen, dilediği herhangi bir surettir. Böylelikle zuhur eden sen değil, O
olur. Çünkü zuhur hakikate değil, suretlere aittir. Hakikat, her zaman
görünmezdir, sureti görünür.
Allah Teâlâ her şeyi çift yaratınca,
bize yeryüzünde iki yol bulunduğunu açıklamıştır: Birincisi, gayesinin -bir
kavme göre‘sen’ olduğun yoldur. Diğeri ise, aynı kavme göre, gayesi Hakk olan
yoldur. Başka bir gruba göre, birinci yolun gayesi O’nda sensin. ikinci yolun
gayesi ise, sende O’dur. Başka bir gruba göre ise, birinci yolun gayesi ‘senin
O olmandır.’ Diğer yolun gayesi ise, O’nun sen olmasıdır. Başka bir gruba göre
ise, her iki yolun gayesi O’dur ve her iki yol sensin. Salik de O’dur. Başka
bir gruba göre ise, iki yolun gayesi ve iki yolun kendisi, iki elden ibarettir.
Salik ise, sensin. Bütün bu zikrettiklerimiz, doğru yoldadır. Atış için yayın
eğikliği, onun doğruluğu demektir. Dolayısıyla Rabbinin merhamet ettiklerinin
dışında, herkes görüş ayrılığına düşer. İnsanlar farklı görüşlere sahip
olagelmiştir, çünkü onlarm yaratılışları farklıdır. Hiçbir yaratılmış
yaratılış sebebini aşamaz. İçlerinde zorla itaat edenler bulunsa bile, herkes
itaatkârdır.
Arş’a istiva, Hakkın niteliğidir.
İnsan ise, Allah Teâlâ’nın suretine göre yaratılmıştır ve bu nedenle Allah
Teâlâ insan adına ‘felek’ diye isimlendirdiği binek yaratmıştır. Arş da bir
felektir ve felek, insan-ı kâmilin istiva etiği yerdir. Allah Teâlâ insan-ı
kâmil’in mertebesinin aşağısmda bulunanlar için de at, katır, eşek gibi başka
binekler yaratmıştır. Onların üzerine oturulur. İnsan-ı kâmil de onlara
binerken diğer insanlarla ortaktır. Öyleyse insanlar içerisinde kâmil olan,
her bineğe binerken, kâmil olmayan feleğe dolaylı olarak binebilir, yoksa
-yakîn ve kesin inanç hakkmda söylendiği üzereözü gereği binemez. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. İsa için şöyle demişti: ‘Yakîni artsaydı,
havada yürürdü.’ Burada onun gece yolculuğuna (isra) işaret etmektedir. Hz. İsa
peygamberimizden değil, fakat bizden daha kesin inanç sahibiydi. Biz ümmeti
olduğumuz kimseye uymamız nedeniyle havada yürüyebiliriz, yoksa İsa’dan daha yakîn
sahibi değiliz. İsa’nın ümmeti de -İsa’nın su üzerinde yürümesi gibisu üzerinde
yürür. Fakat bizim için havada yürümek peygambere uymamız nedeniyle
gerçekleşse bile, bütün ümmetinin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem gibi
havada yürümediğini biliriz. Çünkü ümmetinin bir kısmı emredilen tüm konularında
kendisine uyarken bir kısmı bütün konularda peygambere uymaz. Uymaya hakkını
veren, (dolaylı olarak) Peygamberin hükmüne sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah
Teâlâ’ya davet ederiz’513 demiştir. Havada
yürümek nerede, Hakkın bir insanın duyması ve görmesi olması nerede!
Kastedilen, nafile ibadederdeki süreklilik sonucunda (Hakkın kulun güçleri
olması meselesidir). Bu neticeyi, Allah Teâlâ’yı sevmek amacıyla nafilelere
devam meydana getirir ve bu sevgi, Hakkın nafile ibadederi yapan insanın
duyması ve görmesi olmasını sağlar. ‘Emredilen veya yasaklanan hususta
peygambere uymak nedeniyle dolaylı olarak’ derken kastedilen budur. Yoksa
sadece onun ümmeti olmamız, bunu sağlamaz. Aksine bütün hususlarda uymak
gerekir ve kast edilen özel bir uymadır. Çünkü o, başkalarından farklı, belli
ve özel bir peygamberdir. Böylelikle şeriatın gereklerini yapmak ve yerine
getirmek, o şeriatı getiren peygamberin sahip olduğu halleri insana kazandırır.
Bu durum, Allah Teâlâ’nın bir inayetidir, çünkü her peygamberin ümmeti,
peygamberin haline güç yetiremez. Güç yetirebilseydi, onun bir benzeri olur ve
bu konuda bağımsız hareket ederdi. Gerçek ise farklıdır. İnsan her nereye
ulaşırsa ulaşsın, tâbi olarak kalır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
hususu açıklayarak şöyle demiş: ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa, onun ve onu
yerine getirenlerin ecri kendisine aittir.’ Âdet getiren insan, onu yapanların
ücretine ilave olarak, kendi ücretini de kazanır. Bu ücret, onların ücretine
ve sevabına ilavedir. Âdete uyanlar ise hiçbir zaman bu makama ulaşamazlar.
Binaenaleyh onlar, dünya ve ahirette peygambere tâbidir. Peygamberlerden ise,
sünnetler ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla ümmetleri daima kendilerine tâbidir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ mutlak
varlık sahibidir ve O’nu sınırlılıktan engelleyen bir sınırlılığı da yoktur.
Bütün sınırlamalar, O’na aittir. Öyleyse O, mutlak anlamda sınırlılık
sahibidir de. Herhangi bir sınırlılık, O’nun üzerinde hükümran değildir.
Mutlaklığın O’nunla ilişkisinin anlamını kavramaksın. Kimin varlığı böyleyse,
nispetleri kullanmak onun hakkıdır. Bu bağlamda herhangi bir nispet, onun için,
ötekinden öncelikli değildir. Öyleyse inkâr edenler nispetleri tahsis etmedeki
(başarısızlık) nedeniyle inkâr etmiştir. Bu durum, Yahudi ve Hıristiyanların
diğer din ve mezhep sahiplerinden farklı olarak, söyledikleri şu söze benzer:
Biz Allah Teâlâ’nın oğulları ve sevgilileriyiz. Onlar bu sözü söylerken kendisine
bağlanırken, gerçekte hata bile olsa, nispetin kendisini anlamamışlardı. Allah
Teâlâ onlara şöyle demiştir: ‘Niçin günahlarınız nedeniyle, size
azap etmektedir. Aksine siz de yaratıklar gibi insanlarsınız*14 Allah Teâlâ şöyle demek
istemektedir: Allah Teâlâ’ya nispet edilen bütün bağlar, tektir. Niçin başkalarından
ayrı olarak, kendinizi O’na tahsis ettiniz ki? Hata etseniz bile, hatanız,
nispeti genelleştirmedeki hatanız, onu özelleştirmedeki hatanızdan ufaktır.
Çünkü sizin yaptığınız (nispeti kendinizle daraltma), Allah Teâlâ hakkında
delilsiz bir zorlamadan ibarettir. Başka bir grup, kendileri için nahoş
buldukları, şeyleri Allah Teâlâ için kabul ederek, şöyle demiştir: ‘Melekler Allah
Teâlâ’nın kızlarıdır.’ Böylelikle, Allah Teâlâ’nın kızları erkeklere tercih
ettiği hükmünü vermişlerdir. Allah Teâlâ ise verdikleri hükmü reddederek, cevap
vermiştir. Nitekim onlar, kendileri adına bunu nahoş bulup ortak koştukları
kimseler hakkında şöyle diyorlardı: ‘Biz
onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet etmekteyiz™5 Halbuki onlar, Allah Teâlâ için
kullardan parça kabul etmişlerdir. Her şeyi Allah Teâlâ’ya izafe etselerdi,
böyle açık bir küfür olmaz, aksine bu konudaki hüküm, nispet etikleri şeye göre
değişirdi. Kul olmaları yönüyle genel nispet yaratıklara ait olsaydı, mutlu
olurlardı; nebilik nedeniyle meydana gelseydi, kastettikleri şey nedeniyle
sorguya çekilirlerdi. Onlar bu konuda ilahi bir habere dayansalardı, kurtulur,
hatta Mutlu olurlardı. Misal olarak, ‘Allah
Teâlâ bir çocuk edinseydi, seçerdi’516 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ
çocuk edinmeyi caiz saymış, hatta ona dair bir iz vardır. Çünkü Cebrail
Meryem’e yakışıklı bir adam şeklinde gözükmüştü. Hakk kendisini suretlerde
başkalaşma özelliğiyle nitelemiş, suretlerin hükümlerini kendisine vermiştir.
Bu ancak iman nedeniyle imayla anlatılabilecek bir bilgidir ve genele ifşa
edilemez. Bunun nedeni, bu konuda nefislerin maruz kalacağı zarardır. Geride
seçimin kimle ilgili olduğu kalır: Eşle mi ilgilidir? Bu durumda suretlerde
tecelli yoluyla meydana gelir ve iki suretin aynı olur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir
oyun edinmek isteseydik...’5'7 Çocuk kast
edilir. ‘Onu kendi nezdimizden edinirdik.’5'" Çocuk
anneden ibaret bir eşten doğabilir. Bu durumda eş hakkında seçim meydana gelmelidir.
Eş O’nun katindadır. Öyleyse Hakk, kendi dışına çıkmamıştır. Adem de kendi
eşinde kendi dışına çıkmamıştı. Adem bir parçası olanla cinsel ilişkiye
girmiş, ikisinin toplamıyla kendisi meydana gelir. Bu durum ‘katımızdan’519 ifadesinde belirtilir. Burada lev
(ise) edatı, imkânsızlık bildirir. Dolayısıyla zikredilen iki yönden meydana
gelmez. Seçim oğulluk için olsaydı, oğul için değil, evlat edinmek için olurdu.
Bu konuda onlar ilahi bir habere dayanmıyor olabilirler. İlahi haber derken
kitaplarda veya vahiyde peygamberlerin diliyle geleni kast etmekteyim. Bu
durumda ya ilahi bir keşfe ve bu konudaki bilgiye dayanıyorlarsa, öğrendikleri
şeyin etkisi altında kalırlar. Bu konuda taklit edenlerin mazereti yoktur.
Çünkü onların yaratılış yoluyla bilgiye ulaşma ehliyetleri vardır. Çünkü
yaratılış, genel istidada sahiptir ki, öğrenme istidadır o. Öğrenmenin
derecelenmesi ise, genel istidattan başka özel istidattan kaynaklanır. Öyleyse
cebri kabul edenler habere bağlanırlarsa, mutlu olurlar. Haberi tevil ederken
yanılıp doğru bilgiye ulaşamasalar bile, içtihat sevabı kazanırlar. Doğru
yoruma varsalardı, maksat gerçekleşirdi. Bir kısmı rabbinden açık delile
sahipken, bir kısmı sahip değildir; fakat o da gerçekte isabet edendir.
Binaenaleyh ilahi dayanağı olan herkes kurtulmuştur. Hepsini inkâr etmek ise
körlüğün zirvesidir.
VASIL
Kevnî Bir Tahsis
Bu, Allah Teâlâ’nın kullarının
geneline ve bu yolda yürüyenlere verdiği bir sırdır.
Seçlönlerde ise, böyle bir şey meydana gelmez. Çünkü ilahi bir nitelik olsa
bile, Hakka dönüşü bakımından değil, âleme dönüşü yönüyle Allah Teâlâ’dan
gelmiştir. Buna misal olarak ‘Dört şahit getirselerdi’520 ayetini verebiliriz. Burada ‘lev’
edatı, ilahidir ve teşvik anlamı taşır. Allah Teâlâ ise, özel olarak bu
nitelikle nitelenmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Niyetimden
dönseydim kurbanı kesmez ve onu umre sayardım, fakat kurbanı kestim. Ben bir
haramı helal yapmam’ demiştir. ‘Kurban, yerine varınca-, ya kadar.’521 Öyleyse lev edatındaki teşvik
anlamı, kendisinden anlaşıldığı şeydir. Sanki kendisine şöyle demiştir: ‘Keşke
umre yapsaydın.’ Seçkinlerde tenezzül, kendilerini meşgul ettikleri ve Allah Teâlâ’yı
razı eden fiillerde gerçekleşir. Böylelikle oiılara ikinci zamanda daha üstün
ve ilkinden daha yetkin bir davranış gözükür. Söz konusu davranışın üstünlüğü
ya Allah Teâlâ’nın katindadır veya kişinin kendisi hakkındadır veya yumuşaklık
ve şefkat gösterdikleri başkasıyla ilgilidir. Bu davranış onlardan meydana
gelirken, seçkinler şöyle diyerek Allah Teâlâ’ya karşı bir saygısızlık
yapmazlar: ‘Allah Teâlâ’nın şöyle yapması, şöyle yapmasının bedeli midir?’
Böyle bir sözü seçkinler söylemez, çünkü Allah Teâlâ karşısında öyle bir söz,
saygısızlık ve insanin tedbirini Hakkın tedbirine üstün tutmak demektir.
Hakkın kendisini ‘işi yönetmek’ özelliğiyle nitelemesi, varlıkta hikmetin
gerektirmediği bir şeyi yapmadığını öğretmek amacı taşır. Allah Teâlâ her şeyi
bulunduğu yere indirir. Söz konusu yer öyle bir yerdir ki, Allah Teâlâ o şeyi
oraya indirmeseydi, hikmete hakkını vermemiş olurdu. Allah Teâlâ her şeye
yaratılışını vermiştir. Bu nedenle kendisine nazaran Allah Teâlâ, kullarına
‘tenezzül’ özelliğiyle gözükmez. Böylece Allah Teâlâ bu tenezzülü dilde kullanır,
hatta bütün dillerde onu kullarını sınama ve -inayet ehli sakınsın diyebir
imtihan vesilesi saymıştır. Bu sayede inayetine mazhar olanlar başkalarından
ayrışır.
Bilmelisin ki, mutluluğu sağlayan
ilahi ihtisas, kâmil sureti veren ilahi ihtisastan başkadır. Bununla birlikte
her ikisi, bazı şahıslarda bir araya gelebilir. Mutluluk veren, iman etmek ve
muhalefetten kurtulmak veya tövbenin ardından ölmek gibi hususlardır. Suretin
kemalini veren ise, iktidarın nüfuz etmesini ve himmeti (toplayarak) âlemde
hüküm sahibi olma sağlar. Kâmil insan her iki nimede rızıklanır. En güçlü tesir,
Allah Teâlâ’nın gazap ettiği kimselerin tesiridir. Misal olarak haklarında ‘Kendilerinden
umut kesince, onlardan intikam aldık’522 denilen Firavun kavmini verebiliriz.
Onlar bizi kızdırdı demektir. Allah Teâlâ’nın iktidarı etkindir ve başkalarına
ibret olsunlar diye onlardan intikam alır. Bunu ise yaratılanların kudretinin
etkin olmasının bir karşılığı yapmıştır. Çünkü Allah Teâlâ ‘onlar
bizi kızdırdı’523 demiştir.
Firavun’un ‘Onun üzerine altından bilezikler verilseydi ya’5U sözündeki
bilgisine bakınız! Yani şöyle der: Lev (ise) edatı -ki tenezzül bildirirMusa’ya
kudretinin bize işlemesi imkânı sağlamıştır ve bu sayede ona karşı koyamayız.
Onu duyar, kendisine itaat ederiz. Çünkü iki el, kudret yeridir. Bilezik ise,
altından yapılan ve kuşatıcı şekildir. Altın madenlerin kendisiyle
gözükebileceği en yetkin surettir, iktidarın ve kudretin tesiri ise, ilahi
tahsistir. Firavun kavmine bu tesirin Musa’ya verilmediğini söylemişti. Bu
durum, söylediğimizi gösterir ve Firavun sözüyle bu anlamı kastetmiştir. Çünkü
daha sonra ‘veya’ edatını kullanmıştır ki, bu edat, ilgili olana atıftır. Şöyle
demiştir. ‘Ya da onunla birlikte melekler gelmeliydi.’525 Bunun nedeni, Firavun’un kavminin
şunu bilmiş olmasıydı: Melekler gelseydi, hiç kuşkusuz, onlar isteyerek veya
zorla Musa’ya boyun eğeceklerdi. Firavun şöyle der: Musa’nın iktidarı bize
niçin işlememiştir? Bize işleseydi, kendimizi bırakıp zorunlu bir şekilde onun
sözünü kabul ederdik ve onun sözlerini kendimizden uzaklaştırmaya güç
yetiremezdik. Ben dönünce, siz de onun sözüne dönerdiniz. Halbuki Musa ile
birlikte kudretini etkinleştirecek kimse gelmemiştir. ‘Böylelikle kavmini
hafife aldı.’ Yani onların manalarını kendilerine söylediği söze gere
‘latifleştirdi.’ Firavun kavminde böyle bir hal meydana getirince, kendilerini
konuyu incelemeye sevk etmiştir ve daha önce böyle bir durumda değillerdi.
Böylelikle görünüşte kendisine mecburen itaat ettiler, çünkü Firavun, korkulan
ve bir şey umulan bir makamdaydı. İşin iç yüzündeyse, kendilerine söylediği şeyleri
düşünerek, ona itaat etmişlerdi. Kalplerini bütünüyle Firavun’a verip de o
kalplerde kendilerini koruyacak Allah Teâlâ’dan bir pay kalmayınca, Allah Teâlâ’yı
kızdırmışlar, Allah Teâlâ da onlara kızmış ve intikam almıştır. Böylelikle
onların durumu, gerçekte Firavun’un durumundan farklıydı. Firavun Musa’nın
doğru söylediğini biliyordu. Başka bir ifadeyle Firavun, görünüşteki
davranışına göre Allah Teâlâ’nın hakkında verdiği hükmü olduğu kadar içinden
davetinde Musa’nm haklı olduğuna inanması nedeniyle de bâtınındaki hükmünü de
biliyordu. Firavun’un içinde yerleşik imanı, Allah Teâlâ katında belirli bir
zamana özgü olarak ortaya çıkmıştı. Bu iman, o zamanda ve özel bir halle ortaya
çıkabilirdi. Böylelikle Firavun, zamanı ve hali gelince mümin olarak gözükmüş,
kavmi bir ayet olmak üzere boğulurken, sadece kendisi -kavmi olmaksızınimanı
ortaya çıktığında bir ayet olarak bedeniyle kurtulmuştu. Allah Teâlâ’nın
kullarına olan rahmetinin bir yönü, ona cBugün
seni bedeninle kurtaracağım’526 demesidir. Kastedilen, kavmi
olmaksızın, kendisidir. ‘Ardında olanlara ayet ol diye.’527 Allah Teâlâ’ya iman edip kendisini
bedeniyle, yani zahiriyle kurtaranlara alamet ol diye demektir. Onun bâtını,
zaten şirkten korunmuştu, çünkü bilgi, engellerin en büyüğüdür. Böylelikle Allah
Teâlâ, boğulmada kavmiyle Firavun’u eşidemişken, hükümde ayırmış, onları
diğerleri, yani sonradan gelen ümmetler için bir selef ve misal yapmıştır.
Firavun’a ise, kurtuluşunun Allah Teâlâ’ya iman ederek tövbe edenlere ayet
olması özelliğini tahsis etmiştir.
Kâmil-ilahi tahsis, mutluluk ve
sureti birleştirmede ortaya çıkar. Bu nedenle müminin kemali, mekânda halife
olmaya bağlıdır. Söz konusu mekânın özelliği, öfke ve gazap esnasında kudretin
nüfuz etmesi şeklinde (ilahi) suretin kemalinin gözükmesidir. Cennet böyle bir
niteliğin yeri değildir, dolayısıyla orası, halifelik yeri değildir. Orası,
velayet yeridir. Velayet sahibine kendisini aşamayacağı veya yaratılışının
başkasını kabul etmeyeceği bir durum tahsis edilir. Farz-ı muhal, cennette
gazabı gerektirecek bir durum olsaydı bile, velayet sahibi gazap özelliğine sahip
olmazdı. Çünkü orası dünya yaratılışından farklı özel bir mizaca sahiptir. Bu
nedenle Allah Teâlâ ‘Yeryüzünde halife yaratacağım’5211 demiş, ‘âlemde’ dememiştir. Melekler
itiraz etmeseydi, secde etmekle sınanmazlardı. Onlar, bilgide derinleşenlerin
farkına varacağı gizli-ince öfkeye yol açan bir davranış nedeniyle
sulanmışlardı. Âlemde gerçekleşen her ilahi intikam, Allah Teâlâ’yı
öfkelendirdikten sonra gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ âlemi rahmeti nedeniyle
yaram ve rahmetin özelliği, intikam almak değildir. Gazabın özelliği ise
intikamdır. Fakat gazap, tabaka tabakadır. İntikam da onun terazisinde -bir
ilave ve eksilme olmaksızınortaya çıkar. İntikam öfkelendiren adına bir
temizlik olarak ortaya çıkar ve bu nedenle intikam sonsuza kadar sürmez.
İntikam Allah Teâlâ katındaki belli bir süreye kadardır, ardından onu rahmet
takip eder. Çünkü sonsuz ebedi hüküm, rahmete aittir. Zikrettiğimiz konuya
akimı veren ve meseleyi iyi inceleyen, değerli bir bilgi öğrenir. O bilgi,
adaletin ilahi hükme yayılması, ihsanın kapsayıcıhğı ve rahmetin gazabı
geçmesini bilmektir. Böyle biri, Hakkın hükmünü hakikatlerin gereğine göre
uygulayacağını bilir. Hakikatler, kendileri nedeniyle, değişmez ve
başkalaşmaz.
Bu meselede zikrettiğimizi ayederi Hakk,
mütercimi diliyle ‘tefekkür eden kavim için,s29 ‘akleden
bir kavim için5530 getirdi.
Bunlar başkalarına ait değillerdir. Sen de -kendini uzak tutman içinAllah Teâlâ’yı
son derecesine kadar kızdırmanın bilgisini öğrenmeye çalışmalısın. Bu, herkesin
bilmediği sırlardandır ve Huzeyfe b. Yeman’ın -ki sahabedendirbilgisi buydu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin arkadaşları bu bilgiyi bildiği için onu ‘sır sahibi’
diye isimlendirmişti. Allah Teâlâ’nın dostlarına ihsan ettiği bilgiler arasında
bundan daha faydalı bilgi yoktur ve bu konuda zevk sahibi kimse görmedim.
Huzeyfe’den sonra, Allah Teâlâ ehli arasında bu bilginin kendisinde ortaya
çıktığı kimsenin varlığını duymadım. Bu, gizli bir korunmadır ve neredeyse
sahibi bile farkına varmaz. Keşifte ondan yetkini yoktur. Allah Teâlâ bu
bilgiyi murakabe ehli edeplilere verir. Onlar, eşyayı Rab-merbub, Halık-mahlûk
arasındaki ilişki ve mutabakata göre dikkate alırlar. Onların üzerinde imkan
ve olabilirlik hakimi hüküm vermez. Bu mertebede imkânın etkisi veya varlığı
yoktur. O, aklın ardındaki bir makamdır. Çünkü akıl böyle bir durumda ‘imkân’
hükmü verir, halbuki gerçek öyle değildir. Fakat insan onu müşahede ettiğinde
kabul eder; hakkında düşündüğündeyse, onu mümkün sayar.
Bu menzile özgü ilimlerden birisi,
belirsizlik ilmidir. Belirsizlik, remiz, bilmeceler, sırlar bu menzilden
öğrenilir. Kelimelerde ibaret bileşik harfler, bu menzilden öğrenilir. Nurlar
ve şehadet âleminin ilgili olduğu görme, bu menzilden öğrenilir. Yaratma ilmi,
bu menzilden öğrenilir. Birleştirme ve tafsil ilmi, bu menzilden öğrenilir.
İlahi isimlerdeki yükseklik menzilleri ve hükümleri, bu menzilden öğrenilir.
Aciz bırakma ilmi, bu menzilden öğrenilir. Takrir ilmi, bu menzilden öğrenîlir
Bilgisizliğin neticeleri, bu menzilden öğrenilir. Bilgisizlik var olmayan bir
şey iken nasıl olur da var olan hükmü olabilir? (Kevnî) iktidara (ilahi)
iktidarın mukabelesi, bu menzilden öğrenilir. Hakkın varlığının âleme
yayılması, bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle hiç kimse O’nu inkâr etmez.
Karıştırma, mahiyeti öğrenme arzusundan kaynaklanır ve bu durum âlemde gözüken
görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Âlemde bir hükmü olmaksızın, Hakka özü gereği
özgü nitelikler, bü menzilden öğrenilir. Bütün şeriader ve onların belirlemeyle
ortaya çıktığı, bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle şeriatlar, bir süreye ve
gayeye kadar devam eder. Hakk kıyamette iki grup arasında o şeriadara göre
hüküm verir. İki diyar dolup cezanın süresi bittiğinde, rahmetin hükmü ortaya
çıkar. Çift ve tek ve çiftin bilgisinin tekin bilgisinden önce gelmesi, bu
menzilden öğrenilir. Taşıyan ve taşınan nimederin belalara ve acı veren şeylere
nüfiız etmesi, bu menzilden öğrenilir. Varlıklardan gücün olumsuzlanıp Allah Teâlâ’ya
bırakılması, bu menzilden öğrenilir. Âlemin Allah Teâlâ ile âlem arasında
bölünmesi, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ’ya ait âlem olan’ ile ‘âlem
için âlem olan’, bu menzilden öğrenilir. Bunu bilen kimseyle bilmeyen bu
menzilden öğrenildiği gibi onu bilenin kendisini gizlemesi gerekip gerekmediği
bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi, özü gereği, gizli midir, değil midir?
Hakemleşmeler, insanların bu konudaki dereceleri, bu menzilden öğrenilir.
Hakkın hesaba çekmesi, bu menzilden öğrenilir. Bunlar niçin olur ve neye döner?
Bütün yaratıkların ilahi meşiyete dönmesinin sebebi, bu menzilden öğrenilir.
Bu bir bilgiden mi kaynaklanır, zorla mi meydana gelir? Taklit ile nazari
araştırma arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Taklitçinin kendisini
bağladığı şey, kendi hakkında bilgi midir, değil midir? Kaderin âlemin bilgisinin
zıddına hüküm sahibi olması, bu menzilden öğrenilir. Genel anlamda akıbeder, bu
menzilden öğrenilir. Onun etkisi kendisini bileni şimdiki halde kuşatır mı,
kuşatmaz mı? Fetreder ve mensuplarının hükmü nedir? Şerefliler, bu menzilden
öğrenilir. Mahiyeti nedir? Âlemde şerefli ve daha şerefli var mıdır, yok mudur?
Yoksa âlemde derecelenme yok mudur? Üstünlük var ise, bunu araştıran kimse bir
denkliğe mi ulaşır? Bu durumda her aşağı mertebedeki, üsttekinden (bir yönden)
daha üstün olur. Bu, içlerinde Ebu’l-Kasım b. el-Kasi -ki Halü’n-Na’leyri’in
yazarıdırbulunduğu bir grubun görüşüdür. Allah Teâlâ’nın sayesinde âlemde
farklılık yarattığı hikmet, bu menzilden öğrenilir. Şeytanın insandan
ayrılmayışının nedeni, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, Allah Teâlâ’nın kendisine şeytana karşı yardım ettiğini ve şeytanının
Müslüman olduğunu söylemiştir. Batılın hakikat kisvesi giymesi, bu menzilden
öğrenilir. Keşif, bu menzilden öğrenilir. Çünkü herhangi bir yaratılmışın bir
konuda bir gücü yoktur ve her şey Allah Teâlâ’nın elindedir. Bu, teklifin
varlığı nedeniyle, hayret ilmidir. Bu hayret, varlıkta herhangi bir güce sahip
olmayanın yükümlü olmasını bilmekten kaynaklanır. İlahi sebeplerin
sebeplilerdeki etkisi, bu menzilden öğrenilir. Acaba o zati midir, ilahi midir?
İlahi tecellinin ve kendisine ^ağlanmanın verdiği gıpta, bu menzilden
öğrenilir. Nebevi tevhit, bu menzilden öğrenilir. Bilginin âlemdeki hükmünü
engelleyen perdeler, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte onun bilgisi
kendindedir. Umutsuzluk anında ve azap geldiğinde Allah Teâlâ’ya dönmenin kabul
edilmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu tövbe -dünyada azabı kendilerinden
kaldırımsa bileahirette fayda vereceği, bu menzilden öğrenilir. Yunus’un
kavmine tahsis edilen ayrıcalık ise, tövbelerinin dünya hayatındaki azabı da
onlardan kaldırımsıydı. Bü durumda cOnlar
azabımızı gördüklerinde fayda vermedi5531 ayetinin
anlamı ortaya çıkar. Kastedilen, dünyadaki faydadır, çünkü Allah Teâlâ, ‘Onları
azapla cezalandırdık ki, geri dönsünler’532 buyurur. Öyleyse kendisine inen
azabın kalkmasına rağmen tövbe edenin tövbesi makbuldür. Çünkü kendisinden
umulan bir şeyi meydana getirmiştir. Allah Teâlâ cUmulur
ki, geri dönerler’533 buyurdu.
Hakkın sırlarının âlemde ortaya
çıkması ve âlemin Hakkın suretiyle zuhuru ve onun menzili, bu menzilden
öğrenilir. Her türdeki velayetin çeşideri, sona eren ve ermeyen kısımları, bu
menzilden öğrenilir. İlahi izafeder, bu menzilden öğrenilir. Onlar, teşrif
tarzında mıdır, sınanma yoluyla mıdır? Yoksa bir kısmı teşrif, bir kısmı
sınanma tarzında mıdır? Zahiri ve batını birleştirenin mertebesi, bu menzilden
öğrenilir? Onun mertebesiyle birleştirmenin ilişkisi nedir? Vasıtalara
dayanmanın hikmeti, bu menzilden öğrenilir. Acaba o, sınanma amacı mı taşır?
Yoksa maksat vasıtaları şereflendirme midir? inatçılara karşı ilahi delilin
ortaya konulması, bu menzilden öğrenilir, inatçılık yapmayıp Hakkı ehli nedeniyle
tanıyan, kimse bu menzilden öğrenilir. Zatî-ilahi ihata, bu menzilden
öğrenilir. İlaveler, bu menzilden öğrenilir. İlave Zeyd’den sahip olduğu
şeylerin alınıp Ömer’e verilmesi (intikal) tarzında mı gerçekleşir? Yoksa yok
olanın (madum) yinelenmesi yoluyla gerçekleşen ilaveler midir? Yoksa bir kısmı
yok olanın yenilenmesi, bir kısmı intikal tarzında mıdır? Allah Teâlâ’ya özgü
ilimler, bu menzilden öğrenilir. Oluşla ilgili ve akılca Allah Teâlâ’ya ait
bir hüküm olamayacak ilimler, bu menzilden öğrenilir. Böyle bir ilmin
şeriattaki hükmü, akıldaki hükmüyle bir midir, değil midir? Bu ilim, duyularla
gerçekleşen zevk ilmidir. Şefaatçilerin mertebeleri ve nitelikleri, bu
menzilden öğrenilir. Bu sayede onlar şefaat etme hakkı kazanır.
Bu menzilin içerdiği ilimlerin bir kısmı bunlardır. ‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi İkinci Sifir sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar