Print Friendly and PDF

YİRMİ İKİNCİ SİFİR 3.Bölüm

 


 

ÜÇ YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Sevîk Akabeleri Menzilinin Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

Fetih iki türdür: hem anlamda hem kelimede Kim kemale ererse, hikmetleri toplar

Varlıklarda menzili aşağı inse bile Yükseklik kelimeler mertebesinde ona aittir

0 manada rütbesiyle önde olandır

Nur âleminde öyledir, karanlık âleminde değil

Allah Teâlâ’nın kullarını küçümseme, çünkü onların Nimet ve ikram sahibi Allah Teâlâ’dan payları var

Alemi yüceltmeksin, medlul onu talep eder O afet ve ithamlardan münezzeh

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kıyamette el-Hamid ismiyle Allah Teâlâ’nın pey­gamberini yerleştireceği makam-ı mahmûd’un üç sancağı vardır. Bun­lar, ‘hamd sancağı’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ peygamberine ve sancaklar içerisinde Muhammedi varislerine Allah Teâlâ’nın isimleri verilir. Onlar, bu isimlerle kıyamet günü makam-ı mahmûd’a yerleştiklerinde, Rablerini överler. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme şefaat sorulduğunda şu hadisinde dile getirilmiştir: ‘O gün Allah Teâlâ’yı, bugün bilmediğim isimlerle överim.’ Kast edilen o yerin gerektirdiği isimlerle Allah Teâlâ’nın övülmesidir. Çünkü Allah Teâlâ güzel isimleriyle övülür ve bu isimler tam olarak bilinemez. Çün­kü cennette gözün görmediği kulağın duymadığı ve kalbe gelmeyen şeylerin bulunduğunu biliriz. Yine biliriz ki, bizim için göz aydınlığı nimetler, orada saklanmıştır. Bunlardan her biri, kendisini izhar etti­ğinde onunla ortaya çıkacak ilahi bir isme dayanır. Başka bir ifadeyle bilmediğimiz her nimet; bizim için kendisini izhar ederken, ilahi bir ismine dayanır. Öyleyse biz o ismi biliriz ve o nimet vasıtasıyla Allah Teâlâ’yı över veya tespih veya ispat övgüsü şeklinde hamd ve tespih ederiz. Bu­nu öğrenince, bu isimlerin belirlenmesini sordum. Bu isimlerle Allah Teâlâ, kıyamette makam-ı mahmûd’da övülür. Biliyordum ki, o esnada bu isimleri bilmiyordum ve Allah Teâlâ bana onları henüz öğretmemişti. Çünkü onlar, kıyamette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme tahsis edilecek övgülerdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu övgülerle makam-ı mahmûd’da Allah Teâlâ’yı övmeye başlar ve üzerlerine hamdlerin yazılı olduğu hamd sancakları açılır. Bu mertebe­de onları biliriz. Bunun üzerine bana şöyle denildi. cBu isimler bin altı yüz kırk altı isimdir. Her sancağa doksan dokuz isim yazılmıştır. Onları ezberleyen cennete girer.’ Sancaklardan birisi böyle değildi. Onda yedi yüz yetmiş isim yazılmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hepsinde Allah Teâlâ’dan şefaat ta­lebi içeren bütün bu övgülerle Allah Teâlâ’yı över.

Bu menzilin gereklerinden birisi, kendisine yerleşenin o sancaklar­dan her birisini müşahede etmesi ve içerdiği isimleri bilmesidir. Böyle­likle peygamber varisi de orada söz konusu isimlerle Allah Teâlâ’yı över. Her sancağın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ve tabilerinden kâmil varislerin ulaştığı bir menzili vardır. Bu menzil ulaşılması çetin, yüksek bir menzildir. Bu ne­denle ‘akabe’ diye, ayaklar üzerinde sabit kalmadığı için ‘sevik’ diye isimlendirilmiştir, çünkü orası ayakları kaydıran bir yerdir ve ancak peygamber, nebi ve kâmil varis gibi kendi döneminde perdeli olan in­sanlar ulaşabilir. Abdülcabbar en-Nifferi’nin el-MevakıPında: ‘seva mekıfı’ diye isimlendirdiği mertebe budur. Bunun nedeni, Hakkın onda kulun suretiyle gözükmesidir. Bu menzilde Hakk kulunu korumalı ve ih­sanıyla muhafaza etmelidir. Kulun ayağı bu menzildeyken, kulluğu göz­lerinin önüne dikilmeli ve sürekli onu müşahede etmelidir. Bir insanın hali böyle değilse, ayakları kayar ve -nefsini Hakkın suretinde görmesi nedeniylekulluğunu görme arasında engel ortaya çıkar. Böyle bir kul, Hakkı kul suretinde gördüğü gibi iş tersine de döner. Bu, çetin bir mü­şahededir, çünkü Allah Teâlâ âlemlerden müstağnilik makamından kulların­dan borç isteme makamına inmiştir. Buradan bazı insanlar, ‘Allah Teâlâ fa­kirdir5 demiştir. Halbuki Allah Teâlâ zengindir. ‘Biz ise zenginiz.’ Halbuki onlar fakirdir. Böylece hüküm onlarda tersine dönmüştür. İşte bu, far­kına varılmayan ilahi tuzaktır ve ondan kurtulmaya götüren yolu öğ­renmek isteyen, her durumda kulluğa ve gereklerine sarılmalıdır. Bu davranış, insanın Allah Teâlâ’nın tuzağından kurtulduğuna delildir. Geride ge­lecekte tuzaktan güvende olmayışı kalır. Yani insan, tevilin giremeyece­ği veya özet bilginin hüküm veremeyeceği bir açıklıkla, Hakkın bildir­mesi olmadan ilahi tuzaktan emin değildir. Böyle bir menzilde ‘Fakat Allah Teâlâ attı5450 ayeti müşahede edilir. Göz, taşı atanın peygamber olduğu­nu görür. Allah Teâlâ bu menzilde onun yerini almıştır. ‘Allah Teâlâ sizi ve amelleri­nizi yarattı.’41'

Bilmelisin ki, eşidik (seva), iki yol arasındadır. Çünkü varlık kul ile Rab arasında sınırlıdır. Rabbin bir yolu olduğu gibi kulun bir yolu var­dır. Kul Rabbin yoludur ve gayesi O’na varır. Rab de kulun yoludur ve gayesi ona varır. Öyleyse bütün yaratıklardaki geriel-birinci yol, Hakkın yaratıkların niteliklerinin hükümleriyle zuhurudur. Bu, genel nezdinde, yaratıkların niteliklerinin hükümleridir. Bize göre ise, yaratıkların değil, Hakkın özellikleridir ve eşitliğin anlamı da bu demektir. Diğer yol yara­tıkların -genele göre‘Hakkın nitelikleri5 diye ayrışan niteliklerle zuhu­rudur. Esma-i Hüsna ve benzerleri gibi. Bu genelin, bilgisinin ulaştığı son yerdir. Bize ve seçkinlere göre, bunların hepsi asalet yoluyla Hakkın nitelikleridir. Yaratıklara bu niteliklerden izafe edilen ve sıradan insanla­rın ‘Allah Teâlâ5ın tenezzülü5 diye isimlendirdiği nitelikler, bize göre, Hakkın nitelikleridir. Kulun mertebesi Allah Teâlâ nezdinde yükselerek onlarla süs­lenme imkânı bulur. Bu nitelikler, sıradan insanlar nezdinde ‘eksiklik isimleri5 iken bize göre ‘kemal isimleridir.5 Çünkü asıl anlamıyla Allah Teâlâtan başka isimlendirilen yoktur. Allah Teâlâ âlemi izhar ettiğinde, ona di­lediği isimlerini vermiş, varlıkları bu isimleri onlara öğretmiştir. Yara­tıklar -mümkün olmaları nedeniyleeksiklik makamındadır ve onlar kendilerini tercih eden birisine muhtaçtır. Bu nedenle asıl olduğu ve 05na ait bir Hakk olduğu zannettikleri şeyi, hükümde kendisine katmış­lar, yaratıklara ait isimlerin eksik olduğu hükmünü vermişlerdir. Hak­kın bunlarla isimlendiği ve kendisini bunlarla nitelendiğini gördükle­rinde de, bunu onların nitelikleriyle Hakkın tenezzülü kabul etmiş, o niteliklerin asıl itibarıyla Hakkın isimleri olabileceğini bilememişlerdir. Bizim mezhebimize göre, Hakkın nitelikleriyle zuhur ederken bütün yaratıklar o isimleri kuşatır. Onlara ait her isim Hakk için gerçek ve asıl, yaratıklar için ödünçtür. Sûfı topluluğuna göre, böyle bir şey seçkinler için olabilir. Başka bir ifadeyle, esma-i hüsna bilhassa seçkinler için (bir nitelik) olabilir. Bize göre isimleri bilmek Allah Teâlâ ehlinden seçkinlerin işi olabilir (yoksa ilahi isimlerin nitelikleri olması onlara özgü değildir). ‘Böyle bir şey olmaz’ demek ile ‘bunu bilmek mümkün değildir’ deme­miz arasında büyük fark vardır. Çünkü gerçekte her gözle görülen Hak­tır. Allah Teâlâ ehlinden olan kimseler bunu müşahede edebilir. ‘Gördüğüm her şeyden Önce Allah Teâlâ’yı gördüm ve bildim’ diyen Ebu Bekir’in sözü bu­na benzer. Bir şey sınırlı varlığıyla ortaya çıktığında, arif, Allah Teâlâ’yı ondan görür ve o şeyde Allah Teâlâ’yı temyiz eder. Bu kişi, o şeyin Hakkın örtülerin­den birisi olduğunu ve süslenmek üzere Hakkın kendisinde gözüktü­ğünü bilir. Bu, Allah Teâlâ’nın kulları için süslendiği ziynetidir. Ebu Bekir esSıddık’m makamı buydu. Allah Teâlâ ehli başka insanlardan sadece bu konu­daki bilgileriyle ayrışırlar. Çünkü gerçek, kendiliğinde bu haldedir. Sı­radan inanlara göre böyle bir şey Hakkı hakka’l-yakin bilen inayet eh­linde mümkündür. Başkalarına göre ise, (niteliklerde) Hakk olmaksızın halk (halle olmaksızın Hakk) vardır.

Allah Teâlâ bu menzil için ‘rahmet kapısı’ diye isimlendirdiği bir kapı ya­rattı. Bu kapıdan içeri girilir ve içeri gireni Allah Teâlâ -daha önce işaret etti­ğimizeşitlik hükmünden ortaya çıkan tehlikeli afederden korur. Çün­kü bu menzil için o kapı, bilgide niyet gibidir. Amelde gaflet, unutma gibi amelin sağlığına etki etmeyen bir gedik oluşturduğunda, niyet ge­diği kapatır. Çünkü niyet o bilgiyi inşada eşittir. Öyleyse niyet, ameli korur. Aynı şeyi Allah Teâlâ Kuran’daki her surenin başındaki besmeleyle yaptı. Sure için besmele, amel için niyettir. Bir surede zikredilen her türlü tehdit veya mutsuzluğu gerektiren nitelik söz konusu olunca, besmele içerdiği genel ve özel rahmet -Rahman ve Rahimvasıtasıyla o surenin içerdiği bütün konularda hüküm sahibidir. Bunlar, söz gelişi, insana mutsuzluk sağlayacak (tehdit gibi) konulardır. Allah Teâlâ ya özel veya genel rahmetiyle o kula merhamet eder. İşte ihsan rahmeti bu demektir.

O halde herkes, besmele nedeniyle rahmete kavuşur: Besmele, bir müj­dedir.

Tevbe suresini Anlamı

Tevbe suresini Enfal suresinden ayrı bağımsız bir sure kabul ede­rek, onu ‘tevbe’ diye isimlendirenler vardır. Bu bağlamda tevbe, Allah Teâlâ’nın merhamet ve sevgisiyle kullarına dönmesi demektir, çünkü kendi­lerine haksızlık yapan kullarına Allah Teâlâ, herhangi birisini ayırt etmeden, şöyle der: ‘Ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.’452 Allah Teâlâ ayette Rahman ismini kullanmış olsaydı, haddi aşanlardan kimseye azap etmezdi. Fakat ‘Allah Teâlâ’ ismini kullanmıştır. Mağfiret cezalandırmadan önce veya sonra olabilir. Bu nedenle ayet ‘O Gafur ve rahimdir’ şeklinde biter ve Rahim sonda gelir. Yani onlar cezalandırılsa bile, sonuçta varacakları yer rah­mettir. İlahi dönüş rahmede dönmektir: Allah Teâlâ kullarına başka bir şeyle dönmez. Bununla birlikte dünyada dönüş, onların mağfirede kendileri­ne dönmesidir. Bu durum ‘Sonra tövbe etsinler diye, onlara döner453 aye­tinde belirtilir. Ahirette onların dönüşü O’nun dönüşünü önceler, çün­kü ahiret hayatı bunu gerektirir. Yaratıklardan bu menzilde bulunan herkes, O’nun önüne düşer ve zorunlu olarak Rabbine döner, Allah Teâlâ da onlara döner. Onların bir kısmına Allah Teâlâ, kıyamette ve oranın menzille­rinde rahmetiyle döner. Bir kısmına ise, cehenneme girdikten sonra merhametiyle döner. Bu değişiklik, hallere, duyusal-manevi olarak mü­şahede edilene ve gerçeğe göre meydana gelir. Âlem bir anlam için ko­nulan harftir. Harfin manası, Allah Teâlâ’dır. Orada O’nun hükümleri ortaya çıkar, çünkü O’nun nefsinde hükümlerin ortaya çıkacağı bir yer yoktur. Dolayısıyla mana, her zaman harfe bağlıdır. Allah Teâlâ âlemle beraberdir. Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir454 buyurur.’ Aya­ğını koyduğu ilk anda bu menzile giren için Allah Teâlâ’dan doksan dokuz te­celli gerçekleşir. Tecellilerden birisinde kendi suretini görür ve onun hakikatini öğrenir. Ardından doksana yerleştirilir. Burada toplama mer­tebesinden ve engelleme, karşı koyandan yükseklik makamından olma­yan şeyleri öğrenir. Böylelikle Hakk kendisine kendi katindan bilgi öğ­retmek üzere ona iner. Bu menzile girerken rahmet onun adma öne geçmişti. İşte Musa’nın arkadaşı Hızır’ın menzili budur.

Bilmelisin ki, bir şeyin bir duruma uygunluğu ve ehliyeti, onun için zatî bir niteliktir. Bu nitelikte başkasıyla uzak bir nispet ortaklığı Olabilir. Bunu tam öğrenirsen, ayağın sabit olmaz ve ayağın kayar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle demiştir: ‘Cehennemlikler oradan çı­kamazlar. Çünkü onlar cehennemliktir. Onlar orada ne ölür ne diri kalir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onların niteliğini ölüm ve hayatı kendilerinden olumsuzlaştırmak yapmıştır. Sonra cehenneme girip onun ehli olma­yanlara sözü getirip şöyle demiştir: ‘Fakat insanların bir kısmına ateş günahları nedeniyle ilişir. Allah Teâlâ onları cehennemde öldürür.’ Onlan ölmekle nitelemiştir. Bu, cehenneme ehil olanların özelliğinden başka­dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o insanların cehennemden çıkmasından söz etmiş, Hakkın bütün âlemi övgüsünü tespih etmek üzere konuşturduğuna dikkat çekmiştir. Tespih müspet bir durumu övmek değil, tenzih et­mektir. Çünkü Allah Teâlâ ancak kendisine ehil olan şeyle övülebilir. O’na ehil olanda ise ortaklık olamaz. Allah Teâlâ isimleriyle övülebilir ve tarafımız­dan bilinen Allah Teâlâ’nın her ismiyle kul ahlaklanabileceği gibi kendisine ya­raşan şekilde onunla nitelenebilir. Allah Teâlâ’nın âlemde kendisine ehil olacak şeylerle övülmesi mümkün olmayınca, O’nu övmek, kendisini her şey­den tespih etmek şeklinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle hamdi kendisine izafe ederek ‘O’nun hamdi5455 demiştir. Yani, (her şey) Hakk ettiği övgüyle O’nu över ve bu O’na aittir. Kast edilen, tespihtir. Allah Teâlâ ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitelemesinden münezzehtir’*56 buyurur, izzet, herhangi bir övgü türüyle kendisine ulaşılmayı engellemek demektir. O’nun övülme­si, onlarm nitelemelerinden (tenzih) olabilir. Her öven, bir niteleyen­dir. Allah Teâlâ ise her durumda kendi tespihini zikretmiş, her varlıkta tenzi­hini dile getirip şöyle demiştir: ‘Yedi gökler, yer ve içindekiler O’nu tespih eder,’457 Varlıklar bunlardır. Peygamberliği ve şeriatı tamamlandığında, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e kendisini övmek üzere şöyle demesini emretti: ‘Rab­binin adını tespih et ve bağışlanma dile.*58 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Sen kendini övdüğün gibisin’ demiştir. Allah Teâlâ’yı kendi hamdıyle tespih etmek bu de­mektir.

Allah Teâlâ’yı övmede durum ifade ettiğimiz gibi olunca, O’nun için bir övgü tespit etmemiz mümkün olmamıştır. Biz sadece Allah Teâlâ’nın kitapla­rında bize zikrettiği övgüleri -O’nun bildiği anlamıylazikrederiz, bizim anladığımız anlamıyla zikretmeyiz. Bu durumda Allah Teâlâ’yı överken, sadece aktaran ve okuyan oluruz. Çünkü bu durumda övdüğümüz varlığın za­tını bilmiyoruz. O’nun zatı tanım ve tarif kabul etmez veya nicelikle sı­nırlanmaz veya bulunduğu durumu bilinemez. O, âlemlerden müstağ­nidir. Dolayısıyla O’nu bilmeye götürecek bir delil olmaz. Sadece bize benzemeyişi Veya niteliğimizi kabul etmeyişi yönüyle kendisine dayan­mış olmamıza delil getirebiliriz. Her ilahi isimle biz de niteleniriz. Do­layısıyla böyle bir bilgi, Hakkın kendisini bildiği tarzda, amaçlanmış marifet değildir. Bunun için tespih farz kılınmış, her şey bu tespihi ye­rine getirmek üzere yaratılmıştır. Tespih, bütün niteliklerden Hakkın olumsuzlanmasıdır, olumlama değildir. Bu nedenle bazı akılcılar, alim­ler onların varlıkları görüşü beğenmemiş olsa bile, tespihin bir yönüne dikkat çekmişlerdir. Gerçekte onların söylediği, ince bir yönden doğru­dur: Onlar yaratılmış ile Allah Teâlâ arasında kendisine verilen lafızlarda da olmak üzere ortaklığın geçerli olamayacağını düşünmüştü.

Onlara ‘Allah Teâlâ mevcuttur’ denildiğinde, ‘yok (madum) değildir3 der­ler. Çünkü zamanda var olan şey, varlıkla nitelenmiştir ve (Allah Teâlâ ile onun arasında) ortaklık yoktur. ‘Allah Teâlâ hayydır’ denilince, ‘ölü değildir’ derler. ‘Allah Teâlâ alimdir’ denildiğinde ise ‘cahil değildir’ derler. ‘Allah Teâlâ ka­dirdir’ denilince, ‘aciz değildir’, ‘Mürid’dir’ denilince, ‘iradesiz değildir5 derler. Böylelikle bütün bu durumlarda olumsuz nitelikleri kullanırlar. Tespih, tenzih ve -olumlama değilolumsuzlama demektir. Böylelikle onlar, Allah Teâlâ’nın her varlığa söylettiği esasa göre hareket etmiş, akılcılar arasında garip bir yol takip etmişlerdi. Allah Teâlâ’yı tespih ederek övmek dil­lerin kaldırabileceği bir iş değildir, isimlerle övmek böyle değildir. Çünkü diller yorulur, kalır ve o sınırda dururlar. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı övmesi emredilen biri, kavrayış ve sınırlamanın son noktasında şöyle demiştir: ‘Ben seni övemem, sen kendini övdüğün gibisin.’ Allah Teâlâ’nın ki­taplarında kendisi adına bir nitelik zikretmeyişindeki hikmete bakınız. Allah Teâlâ kendisini nitelikten tenzih ederek ‘Güzel isimler O’na aittir459 de­miş, onları -sıfat veya nitelik yapmayarakisim yapmış, ‘bu isimlerle O’na dua edin’*60 demiştir. Allah Teâlâ’ya övgü, isimlerle gerçekleşir. İsim öv­meyi gerektirmez, övgüyü nitelik ve sıfat gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ kendi­si adına yaratıklarında bir nitelik zikretmemiş, özel isimler belirlemiştir. Bunlar, övgü için değil, delil olsun diye gelmiş isimlerdir. Güzel-ilahi isimler, bizim için övgüdür. Onlarla biz övülürüz ve bu isimlerle ken­dimizi överiz. Allah Teâlâ da (biz onları bu anlamda kabul ettiğimiz için) kendisini bu isimlerle över. Çünkü daha önce şunu belirttik: Alemde şeriatlar, dil ehlinin aşina olduğu anlamlara göre, Allah Teâlâ’dan inmiştir. Onların bu konuda gerçeğe isabet edip etmemeleri birdir, insanlar Hakkın kendileriyle kendisini isimlendirdiği bu isimlerin yaratıklarda da övgü anlamında kullanıldığını bilir. Bu nitelikler kimde bir nitelik veya sıfat olarak bulunursa, Allah Teâlâ onlarla kendisini över ve onların nite­lik değil, isimler olduğuna dikkat çeker. Zeki-anlayışlı dinleyici, bunun durumun bir gereği değil, tevatü hükmü olduğunu anlar. Şeriatın delili ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’46' der. Kastedilen, bütün yönlerden benzer­liktir: Allah Teâlâ mekânda bulunmayı kabul etmez; kabul etseydi, ‘benzeri yoktur’ ifadesi genel olarak doğru olmazdı. Çünkü mekânda olmayı ka­bul etmek, bir benzemedir. Aklî delil ise, bunu kabul etmez. Bununla birlikte hüküm tevatü yoluyla verilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dilsiz cariyeye ‘Allah Teâlâ nerededir?’ diye sormuş, mekân lafzını genel kullanmıştı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ hakkında mekânın -nitelik değilisim anlamında olabileceğini biliyordu. Cariye işarede ‘Göktedir’ deyince, onun işareti­ni kabul etmiş, onu mümin saymıştı. Çünkü Allah Teâlâ kendisinin gökte ol­duğunu bildirmiştir. Cariye de Allah Teâlâ’yı tasdik etmiş, bu nedenle mümin sayılmıştır. Fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cariyenin bilgili olduğunu söyleme­miş, onun serbest bırakılmasını emretmişti. Azat etmek, kölelik bağın­dan kurtarmak demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kadının kölelik bağından azat edilmesiyle ‘Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur’ ifadesine dikkat çekmiştir ki, O’nu mekân bağından azat etmektir. Bu sayede cariyenin cevabında söylediği mekâna da hakkını vermiştir. Allah Teâlâ’yı bilen Şâri’nin ne güzel söylediğine bakınız! Bütün bunlar, tenzihtir. Allah Teâlâ olumlu niteliklerle övülünce, bu nitelikleri isim yapmışken yaratıklar onları -kendilerine ait olduğu tarzdanitelik kabul etmiştir. Kuldan böyle bir övgü meydana gelip o suretin ruhu tespih yoluyla ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifade­si değilse, böyle bir övgü Hakkın layık olduğu özelliği bilmemek de­mektir. Çünkü kul, övüleni sınırlamış ve daraltmıştır. Övgünün isim olması ise farklıdır. Dostum! Tespih (ve tenzih), Allah Teâlâ hakkmdaki öv­günden genel olarak ayrışmasın. Çünkü böyle yaparsan, inşa ettiğin öv­günün suretine ruh üflemiş olursun. Kıyamette ‘yarattığınız şeylere ha­yat verin’ denilip de (bunu başaramadıkları için) azap gören suret ya­panlardan olma! Onların hayat verme gücü yoktur ve kıyamette iddiada bulunmak mümkün değildir. Çünkü orada her şey, dünyadan farklı ola­rak, gerçeğe uygundur.

Hamdin suretini inşa etmek hakkında zikrettiğimiz meseleyi iyice incelemelisin. Ona tespih ruhu üflenmemiş olduğunda, durum nasıldır? Allah Teâlâ bir grup hakkında ‘Allah Teâlâ’dan başka dua ettiklerinize bakın! Onlar yeryüzünde neyi yaratır, bana gösterin?’462 demiştir. Şöyle diyebilir­ler: ‘Hz. İsa da Allah Teâlâ’dan başka dua edilen birisidir. O yeryüzünde top­raktan bir şey yaratmıştır. Toprağı çamur yaptığında, sudaki yaşlık ve topraktaki kuruluğa göre bir takım cüzi (varlıklar) meydana getirmiştir. Toprağın soğukluğunun niceliğini artırmış ve ayrışmayacak ve düzeni bozulmayacak şekilde toprak ağırlaşmış, sonra yaşlığı ve kuruluğu orta­dan kaldırmış, kuşun sureti ortaya çıksın diye parçaları kaynaşmıştır.’ Böyle bir itirazı (bildiği için) Hakk, önceden Hz. İsa’nın kuş yaratması­nın Allah Teâlâ’nın izniyle gerçekleştiğini belirtir. Onun kuşu yaratması, Allah Teâlâ’ya yaklaşmasını sağlayan bir ibadetti ve bu konuda ona izin verilmiş­ti. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Topraktan kuş şeklinde benim iznimle bir şey yaratın­ca, ona üfler, benim iznimle kuş olur.’463 Allah Teâlâ kuşu yaratmasını kendi iz­niyle İsa’ya emretmiştir. Emredilen kuldur ve kul ilah değildir. Bu mi­sali vermemizin nedeni, ayette geçen ‘ma’ edatının genelliğidir. Ma (o şey ki) akıllı veya akılsız her şey için kullanılan bir edattır. Dilde otorite olan Sibeveyh böyle demiştir. Çünkü bu sanatı takip eden bazı kimseler (dilciler), şöyle derler: Ma edatı, akılsızlar için kullanılırken men (ki o) akıllılar için kullanılır. Bu görüş, doğru değildir. Araplar, bütün akıllı ve akılsızları bir araya getirerek, ma edatını akıllılar için de kullanmışlardır. Böyle söylememizin nedeni, Allah Teâlâ’nın ‘Allah Teâlâ’dan başka ibadet ettiğiniz şey­ler ayetinde...’464 kastedilenin akılsızlar olduğunun, Hz. İsa’nın ise akıllı olması nedeniyle hitabın içine girmeyeceğinin ileri sürülmesidir. Sibeveyh’in görüşü doğrudur.

Geniş bir muhtevaya sahip olan ve sürekli murakabe halinde değil­se, kendisini bilenden gizli kalan bu menzil hakkında yeterli açıklama yaptık. Bu menzil, çeşitli ilimleri içerir. Bunların arasinda Allah Teâlâ’nın hamd sancaklarına tahsis ettiği rahmet ilmi vardır. Allah Teâlâ ona genel rahmeti mi, yoksa özel rahmeti mi tahsis etti? Zorunlu rahmetin komşu olduğu şey -ki genel rahmetin bir parçasıdırhamd sancağı mıdır ve onunla sınırlı mıdır? Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın ancak örfte bilinen güzel isimleriyle övmektir. Ya da onları geçerek, Allah Teâlâ’ya bütün isimleri ve zamirleri vererek, genel rahmete mi ulaşılır? Çünkü bir sınırlama ol­maksızın, mutlak fiil Allah Teâlâ’ya aittir. Fiilin talep ettiği her isim O’na ve­rilmese bile O’nundur. İlahi ve genel rahmet, övgünün kendisine veril­memesi şeklinde cereyan eden bütün isimleri içerir. Bu isimlere mer­hamet ederek, onlar Allah Teâlâ’ya verilir. Onların sancakta yazıh olduğunu görürsün. Bu, hakkmda müstakd kitap yazma niyetinde olduğumuz ve Marifetü’l-medhal ile’l-esma ve kinayat adlı küçük bir kitap yazmakla ye­tindiğimiz bir konudur. Onun üslubu alışılagelmiş bir üslup değildir.

Konuyu bdseler büe, öncekderden ona dikkat çeken kimse görmedik.

. ' 1 . •  • '

Bu menzüin ilimlerinden birisi de -tehir olmaksızıntafsilin kendi­sini takip ettiği icmal ilmidir. Kitapların nereden indirddiği, ilahi isim­lerden onlarm mertebeleri, bu menzdden öğrenilir. İndirilmiş bütün ki­taplar isimlerden olan bir mertebeden mi iner? İniş sebeplerinin değiş­mesine göre, mertebeleri de değişir mi? Tevrat’ı Allah Teâlâ eliyle yazsa bde, karşı koymak isteyenleri ‘aciz bırakmak’ (i’caz) özelliğiyle inmemiştir. Kuran ise, icaz özelliğiyle inmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın isimlerinin merte­besinin değişmesi zorunludur. Her isim, dahi isimlerden kendisine öz­gü isme tahsis edilir. Yaratmada vasıta Hakkın bilinmesi, bu menzdden öğrendir. Bu terim, Sehl b. AbduUah tarafından ‘Adi’ diye isimlendiri­lir. Hakkın davetinden yüz çevirirken, perdeli kimseler bu menzdden öğrendir. Acaba yüz çevirmeleri, bdgisizlik mi, inkâr mı, inat mıydı? Adah’ın haklarında ilahlık iddiasında bulunulup da bu niteliğe sahip olmayanlardan ayrışmasını sağlayan şey bu menzdden öğrenilir. Akün fikir gücüyle elde ettiği deliderin kaynakları, bu menzilden öğrenilir. Dua esnasmda gecikmesinin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Dostun düşmana dönüşmesinin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Allah’tan anla­madaki derecelenme, bu menzdden öğrendir. Bu istidada mı, meşiyete mi dayanır? Lehinde ve aleyhinde tanıklık yapılan kimse adına ilahi ta­nıklık, bu menzdden öğrendir? Lehinde ve aleyhinde olan tanıklıklar, haklarını yerine getirdikten sonra rahmette bir araya gelir. Daha önce barış yolu ve bir iddiayla veya tanıklığa gerek olmaz. Şahit olan Hakk ise, O’nun katında şahitlik yapdacak şekdde hüküm veren kimdir? Ken­di bilgisiyle hüküm verirse, şahit olmaz. Şahitlik bdgisi, şahitlerin ve bu konuda şahitliklerin mertebelerinin bdgisi bu konuyla dgdidir. Hüküm veren kendi bilgisiyle mi hüküm verir? Ya da -şahitler yalancı şahit ol­madığı takdirdebilgisini şahiderin şahidiği karşısında bir yana bırakır mı? Misal olarak şahiderin Zeyd’in Amr’dan şu kadar dirhem alacağı vardır hakkındaki tanıklığım verebiliriz. Şahidere göre gerçek, söyledik­leri gibidir. Hüküm veren ise, Amr’ın o borcu sahibine ödediğini tam olarak bilir. Dolayısıyla tek tanık hakimin bilgisidir. Hakim ise, tanıkla­rın bilgilerine göre tanıklık yapaklarını ve Ömer’in Zeyd’e şahitliğe ko­nu olan şeyi vermiş olduğu hakkmda bir bilgileri olmadığını bilir. Doğ­ru sözlünün yalanlanması, bu menzilden öğrenilir. Verdiği haberler imkan dahilindeyken onu yalanlayan, niçin yalanlar? Korku yerlerinde korkunun ortadan kalkma sebebi, bu menzilden öğrenilir. Uygun ceza­da münasebet ilmi, bu menzilden öğrenilir. Uygun cezaya ilave edilen şey, ceza mıdır, ihsan mıdır? Acı veren cezadaki artış, haz ve lezzet ve­ren cezaya denk midir? Yoksa ilave, nimet olan karşılıkta mı olabilir ve acılarda uygun cezaya bir şey eklenmez mi? Bu durum şu ayette belirti­lir: ‘Azaplarına azap kattık.’465 Bu ilave neye döner? Başka bir ayette ‘Ol­gunlaştığında onların derilerini başkalarıyla değiştiririz ki, azabı tatsınlar466 denilir. Yenilenen deriler, uygun cezanın parçası mıdır, ilave midir? Başka bir ayette ‘Bize ateş sayılı günler temas eder467 buyrulur. Bu sözde haklarında doğru olacak bir yorum var mıdır, yok mudur? Allah Teâlâ bir grup hakkmda ‘Hayır! Kim günah işler ve günahı onu kaplarsa, bu kimseler cehennemliktir, orada ebedi kalıcıdırlar4611 buyurur. Acaba ‘Bize ateş sayılı günler temas eder469 sözlerine karşılık mı söylenmiştir. Çünkü ateşe gi­ren herkese ateş değmez. Nitekim ateşteki azap melekleri öyledir. Orası meleklerin evidir ve ateş onlara temas etmez. Allah Teâlâ bunun ardın­dan ‘Hatası onu ihata etmiştir’ buyurur. Bunlar, ateşin temas ettiği kimselerdir. Âdemoğullarının yaratılması, ruhani ve doğal sureti bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaptığı kötülüğü bağışlamasını sağlayacak kulun niteliği, bu menzilden öğrenilir. Haklar ve onları Hakk edenler, bu menzilden öğrenilir. Sunma ve durma, arz ve vukuf, bu menzilden öğ­renilir. Çünkü ayette ‘Onları Rablerinin önünde durduklarında görürsün470 denildiği gibi başka bir ayette ‘İnkâr edenler o gün rablerine sunulurH71 denilir. ‘Onlar ateşe sunulduklarında...’472 ve ‘Kafirler ateşe arz edildikleri gün473 denilir. ‘Arz edilmek’, girmek midir, değil midir? Mutabakat il­mi, bu menzilden öğrenilir. Bu, değerli bir bilgidir. Benzerlerin zıtlığı, bu menzilden öğrenilir. Peygamberlere zorunlu şeylerle zorunlu olma­yanlar, bu menzilden öğrenilir. Bir şeyden dolayı meydana gelen bili­nen sebeplere güvenmemek, bu menzilden öğrenilir. Çünkü aynı sebep­lerden öncekinden farklı bir sonuç meydana gelebilir. Güvenendeki bu yanılgı nereden meydana gelir? Fani olan ve olmayan şeyler, bu men­zilden öğrenilir. Farii olanlar özü gereği mi fanidir? Her şeyin ‘sende’ ve ‘senden’ olması, bu menzilden öğrenilir. Sende bulunmayan garip bir şey sana gelmez, Sana ancak senden olan, gösterilir. Bu, değerli bir bil­gidir ve onu Allah Teâlâ ehli olanlardan bile herkes bilmez. Âlemin sınıfları arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İktidar, bu menzilden öğrenilir. Küçük zaman ile büyük zamanın ilişkisi, bu menzilden öğrenilir. Büyük zamanın nimet ya da vuslat vakti gibi küçülerek ortaya çıkması veya kü­çük zamanın acı veya ayrılık zamanı gibi büyüyerek ortaya çıkması, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

ÜÇ YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM

Hakikatin Önünde Şeriatın Boyun Eğmesi Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Bu menzil, doksan dokuz ilahi isim içeren hamd sancaklarından ikinci sancağın kendisinde gözüktüğü menzildir.

Taş hâdislik özelliğinderıdir, deme sakın Ben halife olmam nedeniyle serbestim

Nerede, nerede! Sen halife olmakla bağlanmışsın Azatlık nerede! Varlık kapın açılmış

Kalp kapalı kilitlerin ardında Anahtarları kaybolmuş, açılmaz bir daha

Gönlünün açılmasıyla sevinme

Zannetme o bir açılmadır diye, unutma bağın daha güçlü

Ey samimi dost, Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: İnsanlar şe­riat ve hakikat üzerinde konuşmuştur. Allah Teâlâ peygamberine şöyle emre­der: ‘Rabbim! Bilgimi artır.’474 Burada her yaratılmış ve varlıktaki özel yönden Allah Teâlâ’yı bilmek kast edilir. Bu, hakikat bilgisi demektir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şeriat bilgisinde artış istememiş, bu konuda şöyle demiştir: ‘Size verdiklerimle beni bırakın.’ Şeriat bilgisi, delil bilgisidir ve salik için zorunlu bir yoldur o. Salik o yolda yürür. Bu bağlamda seyr-ü sülük güçtür. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, hafifletmek istemiştir. Şeriat yolunun sonu duyusal mutluluk demektir. Hakikat ise, genel için yolun sonu değildir, insanların bir kısmı hakikate ayağını şeriat yoluna koy­duğu ilk anda ulaşır çünkü Hakkın yüzü her kademdedir. Halbuki her­kese her kademde (ayak) bulunan Hakkın yüzü gösterilmez. Şeriata gö­re, yükümlüler hakkında hüküm verilir. Hakikat ise hakkında hüküm verilen şeyle hüküm demektir. Şeriat sona ererken hakikat süreklidir, çünkü hakikat, Hakkın bekasına bağlı olarak bakidir. Şeriat ise, Hakkın baki kılması nedeniyle bakidir. Baki kılmak ortadan kalkarken, beka kalkmaz. Bu menzil, insanın yerde ve gökteki herkesten üstün olup bü­tün varlıklar arasmda Hakkın maksadının insan olduğunu gösterir, çünkü Allah Teâlâ onu tecelligâh edinmiştir. Burada kastettiğim, insan-ı kâ­mildir, çünkü insan Hakkın suretiyle kemale erebilir. Aynı şekilde, bir ayna yaratılış bakımından tam olsa bile, bakanın suretinin kendisine yansımasıyla kemale erer. Onun mertebesi budur. Mertebe ise, gaye demektir ve ilahlık meluhların varlığını talep eden isimlerle tamamlanır. Öyleyse ondan herhangi bir şey eksik kalmaz. Mertebenin hakkı olan kemal, âlemlerden müstağniliktir. Âlemlerden müstağni olmak şeklin­deki tam kemal, O’na aittir. Allah Teâlâ, kemaline hakkını vermek istediğinde -ki bu ezelidirâlemi başka bir iş için değil, sadece kendi övgüsünü tes­pih etsin diye yaratmıştır. Tespih Allah Teâlâ’ya aittir ve tespih eden müşahede halindeyken (tespih) gerçekleşmez, çünkü tespih, müşahededen uzak­laşmaktır. Âlem ise bir an bile tespihten geri durmaz, çünkü onun tes­pihi, nefes alanın nefes alıp vermesi gibi zati bir fiildir. Bu durum, âle­min sürekli perdeli olduğunu gösterir. Âlem o tespih sayesinde müşa­hedeyi talep eder. Bunun üzerine Allah Teâlâ, insan-ı kâmili suretine göre ya­ratmış, onun mertebesini meleklerine bildirmiş, âlemde halife olduğunu söylemiş, onun yerinin yeryüzü olduğunu ve orada insan için -ki onu da topraktan yarattıbir ev yaptığım bildirmiştir. Gökte ve yerdeki yüce melekler topluluğu, onunla ilgilenmiş, göklerde ve yerdeki herkes on­dan dolayı kendisine amade olmuş, (insan-ı kâmil zuhur edince) Hakk da perdelenmiştir. Çünkü kendisini halife atayan görünseydi, vekilin hükmü kalmazdı. Böylelikle Hakk, gözlerden olduğu kadar, kalp gözle­rinden perdelenmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem maddi surette insana benzedik­leri halde kemal mertebesi aşağıda bulunan insanlara hitap ederken şöy­le der: ‘Allah Teâlâ baş gözlerinden olduğu kadar kalp gözlerinden de giz­lenmiştir. Mele-i a’la (yüce melekler topluluğu), siz O’nu aradığınız gi­bi, Allah Teâlâ’yı arar.’ Binaenaleyh baş gözleri O’nu idrak edemediği gibi kalp gözleri de O’nu idrak edemez. Bunlar, akıllardır. Akıllar, Allah Teâlâ’yı fikir yoluyla idrak edemez, Allah Teâlâ’ya ulaşmak ve O’nu idrakten aciz kalırlar. Allah Teâlâ, ‘Adem’e bütün isimlerim öğretti.’47* Ardından isimleri Mele-i a’la’ya öğretmesini emretmiş, gökte ve yerdeki herkese vekilinin Hakk ettiği mertebeye bakmalarını emretmiş, göklerde ve yerdeki herkes, insana amade olmuştur. Öyle ki, kendisine kemali yönünden değil, tamlığı yö­nünden ‘insan’ denilen de ona amade olmuştur. Bu tür de (şeklen insa­na benzeyen fakat kemale ermemiş olan) ona isimde ortaktır. Böyle bir insan, kemale ermediği sürece, insan-ı kâmile amade kılınan kimseler­den olabilir. Hakk ise, âlemlerden müstağni bir halde kendi kemalindedir. O, yani yalnız insan-ı kâmil, kendisinden müstağni rabbine ibadet eder. Öyleyse insan-ı kâmilin kemali, Allah Teâlâ’dan müstağni kalmamaktır. Allah Teâlâ’ya -tespih ibadetinin dışındainsan-ı kâmilden başkası ibadet ede­mez, çünkü ona yönelik tecelli süreklidir. Öyleyse müşahede, insanın ayrılmaz özelliğidir. Insan-ı kâmil, Allah Teâlâ’yı bilmek ve O’nu sürekli mü­şahede etmek yönüyle varlıkların en kâmilidir. İnsan Hakka iki şekilde bakar ve bunun için Allah Teâlâ onun adına iki göz yarattı. Birinci göz vasıta­sıyla Allah Teâlâ’ya O’nun âlemlerden müstağni olması yönüyle bakar ve O’nu bir şeyde veya kendinde görmez. Diğer göz vasıtasıyla ise, Hakkın âle-

o                                                                                                                                                                                         '                                                       .

mi ve âlemin de Hakkı talep etmesi yönüyle Rahman ismi yönünden bakar. Bu bakışta her şeye varlığı yayılmış bir halde Hakkı görür. Bu bakışla insan-ı kâmil, eşyanın -kendileri bakımından değilHakkın isim­leri olması yönüyle her şeye muhtaç kalır ve insan-ı kâmilden daha çok

âleme muhtaç kimse olmaz. Çünkü insan-ı kâmil, âlemi kendisine ama­de bir halde, müşahede eder. Böylelikle kendisine amade kılınan şeylere muhtaç olmasaydı, o şeylerin insana amade kılınmayacağım öğrenir ve bilir ki, âlemin insana muhtaçlığı insanın ona muhtaçlığından daha az­dır. Bu genel fakirlik insan için ilahi-genel zenginliğin tam mukabilinde bulunur (Allah Teâlâ tam müstağni, insan tam fakir) ve bu fakirlikte âlemde müessir olmak isteyen ilahi isimler yönünden Hakkın yerini alır. Hak­kın isimlerinin (hükümleri), onun fakirliğinde ortaya çıkar. Bu yönüyle insan-ı kâmil, (âleme muhtaç iken bile) âlemden müstağni oluşunda Haktır. Çünkü âlem, onun hakkında ilahi isimlerin kendisine tesirine yani âleme tesirine amade olmuştur. O halde âlem, insana -âlemin ken­disi yönünden değilmüessir olan (Hakk, yani ilahi isimler) yönünden amadedir. Dolayısıyla insan, sadece Allah Teâlâ’ya muhtaçtır ve o âleme muh­taçlığında Haktır. Çünkü insan şunu bilir: Allah Teâlâ’nın âlemi insana amade kılmasının nedeni, âlemi yükümlü tuttuğu bu amadelikle Hakkı müşa­hededen alı koymaktır. Zira Allah Teâlâ’yı müşahede, âlemin işi değildir ve âlem (Hakkı müşahede edebilecek) kemal mertebesinden aşağıdadır. Allah Teâlâ, insan-ı kâmili âlemin amade olduğu şeye karşı muhtaç yapmış, böylelikle âlemde amadelik güçlenmiştir. Bunun nedeni, Hakkın kendi­sine emrettiği insana amade olma işinde âlem aşırı gitmesin, çünkü âlemdekiler, emrettiği konuda Allah Teâlâ’ya karşı gelmezler. Insan-ı kâmil, bu muhtaçlığı göstermekle âlemi (kendini müşahede etme işinden) meşgul eden Hakka uymuştur. Böylelikle insan-ı kâmil, muhtaçlığında ilahi isimler gibi Hakk olurken, müstağniliğinde de Hakk olmuştur. Çünkü o, kendisine amade olan âlemin (insana değil) ona etki eden isimler nede­niyle amade olduğunu bilir. Bu etki, âlemin kendisine değil, ilahi isim­lere aittir. Öyleyse insan, âlemin varlığında Allah Teâlâ’ya muhtaçtır ve âlemin bu konuda bir bilgisi yoktur.

Gök mamur Hakk getirildiğinde, şöyle demiştir: ‘Onun hakkı, ken­disindeki her karışlık yerin Allah Teâlâ’ya secde eden bir melekle dolmasıdır.’ Böylelikle Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’ya secde eden’ ifadesinde gökteki her meleğin yeryüzüne baktığına dikkat çekmiştir, çünkü secde etmek, aşağı eğilmek ve alçalmaktır. Onlar, yeryüzünün halifenin yeri olduğunu öğrenmiş, onlara secde emredilmiş, böylelikle halifenin mekânına bakarak, Allah Teâlâ’nın emriyle eğilmişler ye bunun için bu fiile ‘secde’ edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, onlara halifeye secde etmelerini emretmişti. Onların Hz. Adem’e secdelerinin hükmü ezeliyken, insan-ı kâmil için secdeleri ebedi ve dai­midir. Şöyle diyebilirsin: ‘Bu secde öteki secde gibi ahirette ortadan kalkar.’ Biz ‘kalkmaz’ deriz. Çünkü kendisinden dolayı secdenin gerçek­leştiği insan-ı kâmilin suretini Allah Teâlâ, başlangıçta ve yinelenişinde unsurî doğadan yaratmıştır. Allah Teâlâ başlangıçta onu topraktan bitirmiş, sonra ölümle tekrar toprağa döndürmüş, sonra yeniden yaratarak topraktan çıkartır. Toprak mertebe bakımından aşağıdadır ve bu hakikatiyle top­rak, Allah Teâlâ’yı talep eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle der: ‘Bir ip sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi.’ Gerçeğin böyle olması gerekir ve dolayısıyla onların dünya ve ahirette imama secdeleri, sürekli olmaları­dır. İnsan-ı kâmil âlemin ve Hakkın suretini birleştiren bu toplama sa­hip olmakla üstündür. O halde secde eden ve edilen, insanda ve insan­dandır. Durum böyle olmasaydı, insan ‘toplayıcı varlık’ olamazdı. O halde Mele-i a’la insan-ı kâmili görmek üzere bir izdiham yaşar. Nite­kim insanlar, kendilerine görünen hükümdarı görmek üzere çıktıkların­da, bir sıkışıklık yaşanır. Gök onların izdihamı nedeniyle eğilir. Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle bilen, Allah Teâlâ’nın zâhir ve bâtın nimetlerini tanır. Böyle bir insan Allah Teâlâ yolunda bilgisizce -nazarî delil demektirve önünü ay­dınlatan bir kitap olmadan tartışmaktan uzaklaşır. Bu sayede Hakkın nitelikleri öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsanların bir kısmı Allah Teâlâ hakkında bilgileri olmadan tartışır:476 Kastedilen, fikir gücünün verisidir. ‘Ya da bir hidayet olmadan...’ Yani keşfinin kendisine açıkladığı bir beyan olma­dan tartışır. ‘Ya da aydınlatıcı bir kitap yoktur.’477 Bu ise, Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında indirilen ve ‘nur5 diye nitelenen kitaplarda yer alan ayetlerden ortaya çıkan ilahi bildirimdir. Bu sayede kitapların indirildiği bilgiler, açığa çıkar, çünkü nur, bir şeyi aydınlatır. Böylelikle Allah Teâlâ o insanları Hakka uymaktan (taklit)., tecelliden, nazarî akıldan yoksun saymıştır. Bilgisizlikte daha aşağı bir mertebe ise, yoktur ve bu nedenle Haktan kınama anlamındaki bu ifadeler gelmiştir. Böyle bir niteliğe sahip insan, kınanır.

İnsanlar, daha önce söylediğimiz gibi, Allah Teâlâ’nın (zâhirdeki ve bâtındaki) nimetlerini öğrendiklerinde, bu bilgi onların şükretmesini zorunlu kılar ve kendilerini Allah Teâlâ’yı şükretmekle meşgul ederler. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana nimetini tamamlar ve seni doğru yola ulaştırır, sana yardım eder, O’nun yardımı güçlüdür’47* ayeti indiğinde, daha çok şükretmiş, ayakları şişene kadar namaz kılmıştı. Bu konuda kendisine bir şey söylendiğinde şöyle demişti: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ Burada mübalağa kipi kul­lanmıştır. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, nimetler arttığında, şükrünü ar­tırmıştır. Her nimet, kendisine karşılık Allah Teâlâ’ya şükür etmesini peygam­berden talep etmiştir. Bu makam sahibi şükrünü yerine getirirken, ni­metin artmasını düşünmez, çünkü şükür, geçmiş zaman ve zamanla il­gili bir fiildir. Öyleyse şükredene verilen nimetin artması, Allah Teâlâ’nın ihsa­nıdır. Bu nedenle onları ‘ziyade’ diye isimlendirmiş, -şükreden değilfakat şükür onları talep etmiş, şükreden ise, şükrün meyvesini devşirmiştir. O halde şükre karşılık nimetteki ilave, şükrün varlığını meydana getirdiği için şükredene verilen bir ödüldür. Şükreden insan, şükür fiili­nin suretini Allah Teâlâ’yı tespih eden ve onu zikreden bedenli bir suret olarak meydana getirmiştir. O suretten (meydana gelen melek), Allah Teâlâ’dan şükredenin nimetine nimet katmasını diler, çünkü bu ilave şükrün kendisi­ni var etme sebebidir. Allah Teâlâ bu talebini duyar ve isteğini kabul eder. Ardından bu artışı şükredenlere bildirmesini ister ki, onlar da şükrün Allah Teâlâ katında -şükreden adınazorunlu kıldığı nimetin artışını öğren­sinler. Allah Teâlâ kullarına şöyle der: ‘Şükrederseniz artırırız.’479 Allah Teâlâ bize ilaveyi öğretmiştir. Allah Teâlâ’yı bilen ise, (kendisinden Allah Teâlâ’ya hamd eden meleğin yaratıldığı) şükrün suretini meydana getiren olsun diye, Allah Teâlâ’ya şükreder ve bu sayede Allah Teâlâ’ya tespih edenler ve ibadet yapanlar çoğalır. Allah Teâlâ arifin niyetini bilince, -şükrü meydana getirme özelliği sürekli ol­sun diyezâhirî ve bâtını nimederini artırır. İş, dünya ve ahirette böyle sürer. Şükrün varlıkta kendisiyle zuhur ettiği en büyük suret, (insana tahsis edilen) tamlık sureti nimetine şükretmek ile (âlemin insana) amade yapılması nimetine karşılık şükretmektir. Şükredenler için mey­dana gelen artış, şükrün sureti ölçüsünde gerçekleşir; Öyleyse nasıl şük­redeceğini bilmeli, bu konuda mühim ve daha mühim olanlarla ilgi­lenmelisin! İnsan şükretme fiiliyle Allah Teâlâ’nın vaat ettiği ilave nimeti talep ederse, Allah Teâlâ ona ilaveyi ancak talebi ve (niyetini) karıştırmadan uzak durması ölçüsünde verir. Bu durumda nimetin artışı, mağfiret, bağış­lama ve affetmekle sınırlıdır.

Böyle bir artış, şükür isteğine karşılık verilen birinci ilavenin dere­cesinden aşağıdadır, çünkü şükrün yapısı, karışıldıktan uzaktır. Şükre­den insan karıştırsa bile, bu karıştırmanın şükrün suretinde bir etkisi yoktur. İnsan ilave nimeti elde etmek üzere şükrettiğinde ise, ilavede bir etkisi vardır. Böylelikle şükredenler arasında -daha önce belirttiği­miz gibibir derecelenme gerçekleşir. Nimetin artmasını isteyenler, is­temeyenler, daha önemli olanla ilgilenenler ve ilgilenmeyenlerden söz etmiştik. Bunlar, Allah Teâlâ’ya ait farklı yollardır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Her birisi için sizin için, bir yol ve yöntem belirledik480 buyurur. Bunlar, yollardır. Gerçek ise tektir, o da, yolların sonudur. ‘Bütün iş O’na döner’481 ayetinde

bu husus belirtilir. Allah Teâlâ’nın Fetih suresinde peygamberine söyle­diklerine gelirsek, orada sözü edilen Hakkı mükaşefe fethi ile bâtında gerçekleşen halâvet fethi ve ibare fethidir. Bu fetih nedeniyle Kuran mucize olmuştur. Hiç kimseye ibare fethi, Allah Teâlâ’nın peygamberine veril­diği tarzda verilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan ve cinler Kuran gibi bir kitabı getirmek üzere toplansaydı, birbirlerine yardım etseler bile, benzerini getiremezlerdi.’482 Başka bir .ayette, ‘Biz sana açık bir fetih ver­dik*183 buyrulur. Kastedilen, zikredilen üç tür fetihtir. Nitekim ayette mastarla onu pekiştirmiştir. Başka bir ifadeyle, kendisini gören herkesin , tecelli edeni ve içeriğini bilebileceği kadar açık bir fetih verdik. Bu es­nada halâvet fethi peygamber için ‘zevk’ yoluyla sabitken ibare fethi kendisine karşı koymadan aciz kalan Araplar için sabitti. Mükaşefe fethi ise, isra gecesi kendisine gösterdiği mucizelerle peygamber adına sabit­tir. ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye...’48* Bu sayede Allah Teâlâ, seni günah sahibinin hakkı olan kınanma ve cezalandırmadan ör­ter. ‘Gelecek günahın bağışlanması ise, günahın kendisinden peygambe­ri gizlemesidir. Bu durumda günah peygamberi bulamaz ve ona yerleşemez. Böylelikle Allah Teâlâ, peygamberin gelecek günahının bağışlanmasıy­la onun masumluğunu bildirmiştir. Onun masumluğunu, Allah Teâlâ’nın onu uyulan bir misal yapması destekler. Allah Teâlâ, peygamberi masumluk ma­kamına yerleştirmemiş olsaydı, belirli bir nas olmadığı takdirde, ondan meydana gelen günahlarda da uymak gerekirdi. Söz gelişi hibe nikâhı­nın sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e mahsus olduğu nasla belirtilmiştir ve böyle bir evlilik ümmete yasaklanmıştır. ‘Allah Teâlâ sana olan nimetini tamamlar.3485 Kastedilen ona yaratılışını vermektir. Çünkü bu konuda ‘muhallak’ ve ‘gayr-i muhallak’ (tam yaratılan, eksik yaratılan) şeyler olduğunu öğ­rendik. Allah Teâlâ bu ayette peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e verdiği nimetin ‘muhallak’, yani tam yaratılmış olduğunu bildirir. ‘Seni doğru yola ulaş­. tınr.’ Bu yol, rabbinin üzerinde bulunduğu yoldur. Nitekim Hud ‘Rab­bim doğru yoldadır486 buyurur. Bütün şeriatlar nurlardır. Hz.. Peygam­ber’in şeriatının bu nurlar arasındaki yeri, yıldızlar arasında güneşin ışı­ğının yerine benzer. Güneş çıkınca yıldızların ışığı silinir ve hepsi güneş ışığında dürülür. Onlarm silinmesi, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatıyla neshettiği şeriatlara benzer. Bununla birlikte onlarm kendileri vardır. Nitekim yıldızların ışıklarının varlığından eminizdir. Bu nedenle şeria­tımızda, peygamberlerin ve onlarm şeriatlarının Hakk olduğuna inan­mamız zorunlu bir hüküm olarak bulunur. Dolayısıyla önceki şeriatlar, neshedilmiş olmakla batıl, halinde değillerdir. Onların batıl olacağına inanmak, bilgisizlerin zannıdır. Bütün yollar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yoluna bakar. Diğer peygamberler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zamanında var olsalardı, hiç kuşkusuz, şeriatlar şeriatına uyduğu gibi onlar da kendisine uyardı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir. ‘Allah Teâlâ sana aziz bir yardımla yardım eder.’487 Aziz, arzulanan, fakat kendisine ulaşmanın mümkün olmadığı kimse demektir.

Peygamberler Allah Teâlâ’ya ulaşmak isteyen kimselerdir. Allah Teâlâ, peygam­berlerinin (bile) kendisine genel peygamberlikle ulaşamayacağı kadar yücedir. Allah Teâlâ peygamberimize cevamiü’l-kelim vermiş, ahirette de makam-ı mahmûda (ulaştırmakla) efendilik vermiş, ümmetini insanlar içinden çıkartılan en hayırlı ümmet yapmıştır. Her ümmet, peygambe­rinin değeri kadar bir değere sahiptir. Peygamberliğin kazanımla oldu­ğunu kabul edenler Allah Teâlâ’ya ulaşmak istediklerinde, O’na ulaşmak kendi­lerine güç gelir. Çünkü kazanıma bağlı olan, sülük ve kapıya ulaşmakla sınırlıdır. Kapının ardındaki şeylerin kime açılacağı hakkında, kapıya ulaşanların bilgileri yoktur, insanların bir kısmına kapı ‘genel iman’ va­sıtasıyla açılır ki genel iman, hakikatin mütalaası demektir. Misal olarak, Hz. Ebu Bekir’i verebiliriz. Hz. Ebu Bekir -bu iman nedeniyle gördü­ğüher şeyden önce Allah Teâlâ’yı görürdü. Bir kısmına kapı genel nebilik yo­luyla açılır ve o nebilikte şeriat yoktur. Bu iki açılış türü, kıyamet gü­nüne kadar bu ümmette bakidir. Nebilerin bir kısmına, kendileriyle sı­nırlı şeriat peygamberliğiyle açılırken bir kısmına getirdiği şeriatla resullük yoluyla açılır. Bu iki açılışa herhangi bir insanın (kendi kazanımıyla) ulaşmasını engellemiştir. Sadece içtihat eden insanlara Allah Teâlâ bu iki şeri­at içinde (fetih) verir. Nitekim Allah Teâlâ, içtihat meselesiyle ilgili olarak ba­zı hususları onlar adına geride bırakmış ve onların içtihat yetkisini şeriat onaylamıştır. Öyleyse içtihadın hükmü, onlara değil Şâri’ye aittir. Bina­enaleyh nebilik kazanılmış olmadığı ğibi kapının açılmasıyla kapının ar­dından çıkan hiçbir şey, müktesep ve kazanıma bağlı değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın yardımı ‘azizdir’ ve nebiliğin kazanımla olduğunu söyleyenler, ona ulaşamaz. İzzetin birinin niteliği olması, onun kendisinde bulun­masını talep edenin varlığıyla mümkündür. Böylece Allah Teâlâ, makamına ve mertebesine herhangi bir yaratılmışın ulaşmasından korunmuştur. Akıl kaynaklı siyasî yasalar -ki onlar ilahi şeriadarın formuyla ortaya çı­karyardıma sahip değildir. Bu yardım, indirilen şeriatın verildiği pey­gambere tahsis edilmiştir. Hakikat ise, iki şeriat türünü de içerir. Birin­cisi ilahi, diğeri aklî şeriattır. O halde şeriat sahibi -ki mümindir-, haki­kat sahibi olan muhakkik arasında gidip gelir. O hakikat sahibidir ve o her şeriatın ilahi mertebeden kaynağını gösterir. Bunu ancak hakikat sahibi bilebilir. Bu nedenle bu menzil, ‘şeriatın hakikat karşısmda eğil­mesi’ diye isimlendirildi. Her şeriat onu talep eder hakikat bütün şeriat­ların bâtınıdır. Şeriadar şehadet âleminde onun suretleridir. Bu nedenle hiçbir ümmet, haklarında maslahatın korunması için gerekli olan bir korkutucudan yoksun kalmamıştır. Bu şeriat, ilahi veya siyasi olabilir. Her durumda ortaya çıktığı asırda maslahat bu şeriat sayesinde koru­nur.

Hakikat karşısmda şeriatın yerini öğrendikten sonra -ki onun bu kitapta daha önce zikredilen özel bir bölümü vardırşimdi menzilin içerdiği ilimleri sayalım. Bunlardan birisi, hamd sancaklarından özel sancağın ilmi ve onlarm isimleridir. Bu sancakta altında bulunan âleme dönük rahmetin hükmü ve suret sahibi şeyleri birbirine bağlayan karşı­lıklı ilişkiler, bu menzilden öğrenilir. Bu ilişkilerin gayesi, bir nizama göre ortaya çıkacak suretlerin bilfiil varlığının sağlanmasıdır. Bunlar, özü gereği, bakana bilgi veren suretlerdir. Yolların sonundan ibaret olan maksatlardan uzaklaşmadan yürümeyi temin etmek üzere, yola konulmuş alametler bu menzilden öğrenilir.

Rızıkların türleri, bu menzilden öğrenilir, çünkü rızıklar sahipleri­nin değişmesiyle değişir. Hal karineleriyle desteklenen ibare haberleri­nin faydası, bu menzilden öğrenilir. Bunun faydası, söz konusu haber hakkmda haberden bilginin meydana gelmesi midir, yoksa hal karinele­rinden mi, yoksa her ikisinden mi faydanın meydana gelmesidir? Ya da hal karinesinin verdiği bilgi haberin verdiği bilgiden başka mıdır? Yok­sa bu ikisi bir yerde aynı iken, başka bir yerde bir araya gelmez mi? Duyma arasındaki farklar, bu menzilden öğrenilir. Acaba duyma anla­mayla mı gerçekleşir, başka bir şeyle mi? Kendisi olan ile ‘sanki o’ olan arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Herkes için karşılıklar, bu menzilden öğrenilir.

Gayesi amel olan ve olmayan genel bilgi, bu menzilden öğrenilir. Alemin özel yolla Hakk karşısındaki yeri, bu menzilden öğrenilir. Fi­kirlerin düşünce sahiplerinin kalplerinde meydana getirdiği neticeler, bu menzilden öğrenilir. Nimederin ortaya konulması, bu menzilden öğrenilir. Alemin niçin yaratıldığı, kendisiyle yaratılış sebebi arasına gi­ren perde bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte niçin yaratıldığını bilir ve bilgiden daha güçlü bir şey yoktur, çünkü bilgi ihata eder ve bilgiye karşı koyan, ihatası altındayken nereye gidebilir? Emir ehlinden olanlar ile emir ehlinden olmayanlar, bu menzilden öğrenilir. Tüm var­lığa yayılan velilik, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede zalimler ve mü­minler birbirlerine dost olur. Allah Teâlâ ise, Mümin olması yönüyle, mü­minlerin dostudur. Allah Teâlâ, kendisi ‘takva’ fiiliyle nitelenmezken, hangi yönden takva sahiplerinin dostudur? Bazen de insan ve cinleri kötü ni­teliklerin O’na nispet edilmesi arasına bir kalkan yapması bakımından takvayla nitelenebilir. Ya da Allah Teâlâ şeriat veya örfe göre kötü olan nite­liklerin kendisine nispetine karşı insan ve cinleri siper edinmesi yönüyle takva ile nitelenir? Böylece bu kötü nitelikler, cinlere ve insanlara nispet edilir. Bu ikisi, Allah Teâlâ’nın kendilerinden böyle bir nispetten korunduğu ‘siperlerdir.’ Allah Teâlâ bu yorumda ‘takva sahibi’ olması yönüyle takva sa­hiplerinin dostudur. Onların dostu olunca, takva sahibinden başkası yoktur. Öyleyse takva Allah Teâlâ’dan herkese yönelik olarak, rahmetinin ge­nelliği ve gazaba karşı yardımını bildiren bir müjdedir: Çünkü veli, yar­dım eden demektir. Varlığın gerektirdiği şekilde mertebeler değil, şeria­ta nispede mertebeler, bu menzilden öğrenilir. En büyük ilah bu men­zilden öğrenilir. Allah Teâlâ başka ilahların değil O’nun ilah edinilmesini em­retmiştir. Hayretin kesin olarak neyde gerçekleştiği, bu menzilden öğ­renilir.

Bilgi bilinen hakkında hayretin zıddıdır. Bilgiyle birlikte, hayrete düşüren nedir? Alemin hidayetten yoksun sayılması, bu menzilden öğ­renilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, ‘Ona beyanı öğretti5488 buyurur. Bu, hida­yetin ta kendisidir. Zaman karşısında ed-Dehr’i bilmek, bu menzilden öğrenilir. Orta toplanma, bu menzilden öğrenilir, çünkü toplanma üç yerde ortaya çıkar: Misak alırken, dünya ve ahiret arasındaki berzahta ve ölümden sonra dirilişte. Bundan sonra genel bir toplanma yoktur. Çünkü kıyametten sonra her yer, kendi ehliyle baş başa kalır ve dolayı­sıyla daha sonra insan ve cin âlemi bir araya gelmez. Mezhep ve dinler, bu menzilden öğrenilir. Bütün âleme yayılan genel konuşma/düşünme ve bu özelliğin insana verilmesi, bu menzilden öğrenilir. Nitekim onu ‘natık hayvan’ (konuşan-düşünen) diye insanın ayırıcı özelliği yapmış­lardır. Keşif ise böyle bir tanımın insana özgü olduğunu kabul etmez. İnsanm özel tanımı, ilahi surete sahip olmaktır. Bu tanıma sahip olma­yan kimse, insan değildir. Öyle biri, dışı insana benzeyen bir hayvandır. Diğer canlılar için olduğu gibi, bu nitelikteki birisine de özel bir tanım bulmak gerekir. Nesihlerin mahiyeti, bu menzilden öğrenilir. Acaba varlıklarda mı gerçekleşir? Bu durumda hükümlerde olduğu gibi ‘mesh (suretin değiştirilmesi)’ gerçekleşir. Feyiz ve başarı mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Çünkü başarı (fevz) mutlak ve-sınırlı olmak üzere iki türdür. Bu feyiz benlik ye büyüklük ile sınırlanmıştır. Bunlardan biri öteki değildir. Hakk etme, bu menzilden öğrenilir. Yakın, zan, bilgi, bil­gisizlik, kuşku, araştırma, bilgi karşısında müşahedenin durumu, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kimden razı olmadığı, bu menzilden öğ­renilir. Allah Teâlâ’nın merhamet ettiği kimseler ile merhametin rızadan olma­yışı, bu menzilden öğrenilir. Bunlardan her birisinin iki diyardaki yeri nedir? Büyüklük ve ceberut, bu menzilden öğrenilir. Alemde bunların genelliği nasıl ortaya çıkar ki bilinirler? Çünkü o şimdi de açıktır, fakat insanların az bir kısmı kendisini bilir.

, ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ KIRKINCI BÖLÜM

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem'in İbn Sayyad'ı Duhan Suresi Hakkın-' da İmtihan Ettiği Menzilin Bilinmesi

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İbn Sayyad’a ‘Akhmda senin için ne tuttum’ diye sormuş, İbn Sayyad da ‘duh’ demiş. Duh, sözlükte duman demektir. Çünkü onda ‘Gök o gün apaçık duman getirir5489 denilir. Böylelikle İbn Sayyad, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin niyetinden geçirip içinden tuttuğu şeyin adı­nı bilmiş, fakat peygamber ona ‘yanlış’ demiştir. Yani o şeyi bilmen, se­ni Allah Teâlâ’yı kendisine ehil kıldığı değerinin dışına çıkartmayacaktır. Başka bir rivayette, kadrin sayılmayacaktır demiştir. Yani aklımdan geçirdiğim şeyi kestirmen, değerini değiştirmeyecektir. Bu sözde bir sır vardır ki, o sırra peygamberin söylediği söz ulaştırır. Bunun anlamı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin böyle bir sözü söylemesini zorunlu kılan makama ulaşmaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem aklından geçen şeyle Allah Teâlâ’dan gelen bir vahiy nedeniyle onu sınamış değildir. Bu sınama vahiyden kaynaklansaydı, İbn Sayyad onu bilemez, Allah Teâlâ kendisine verdiği emrin ardından onu desteklerdi. Bu söz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hurmanın aşılanması hakkında söylediği söze benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in aklından tuttuğu şey ortaya çıkınca, bu du­rum, Allah Teâlâ’nın ona saygı öğretmesinin nedeni olmuştur. Bu sayede Pey­gamber adına murakabe makamı korunur ve ancak müşahede ederek konuşur. Çünkü hal karinesi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin aklından geçirdiği şeyi İbn Sayyad’ı aciz bırakmak üzere aklından geçirdiğini gösterir. Allah Teâlâ ise (peygamberin kendiliğinden) böyle bir şey yapmasını kabul etmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ bana edep öğretti, ne güzel edeplen­dirdi beni!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem aklından geçirdiği şeyi orada bulunanlara söylemiş olsaydı, bir kısmı bu nedenle dinden çıkardı. Fakat Allah Teâlâ pey­gamberini böyle bir söz söylemekten korumuş, akıldan geçenleri biliyor olması İbn Sayyad’ı kâhin olmaktan çıkartmamıştı. Onlar kehaneti bili­yordu ve çoğunluğu Yemen ve Arap yarım adasından olan kimselerdi. Dolayısıyla böyle bir bilgi, oradakilerin katında İbn Sayyad’ı değerinin dışına çıkartmamıştı. Bu meselede önemli bilgiler vardır ki onları açık­lamak daha önemli bir meseleyi açıklamayı gerektirir.

Rızayı terk herkes için olmaz

Ancak aşağısında olan kimse için olur                                       ,

Senin için hal olmazsa

Her güçlük kolaylaşır

O’nun rızasına direnirsen

Onun dilediği meydana gelir

Bu menzilden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İbn Sayyad’ı Duhan suresi hakkında sınamıştı. Bu menzil, ilahi aldatmanın ve istidrac’ın bulunduğu çetin, bir menzildir. Kendisini bilen melekler bile, Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende değillerdir. Akıllı insan, bilgi sahiplerinden değilse, tasarruflarında onun için konulan meşru teraziyi elinden bırakmamalıdır. Terazi onun sağ elinde bulunmalıdır ki, onu böyle bir aldanmadan korusun. Böyle biri, kulluğunun gereklerinden ve hükümlerinden bir an bile ayrılmaz. Böyle birisine hiçbir gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiçbir mümkünün aklına gelmeyen ilave bilgiler ve hükümler öğretilir. Artık ayrık ruhlar ve başkaları, ona doğru yükselir. Doğrunun doğruluğu, ya­lancının yalancılığı hakkındaki alametler buradan ortaya çıkar. Bu mer­tebeye yükselen, birleştirici hikmeti öğrenir ve bedbaht mutlulardan ay­rılır. Nazar sahiplerinin halleri onda farklılaşır. Bu bağlamda Zeyd’in nur olarak gördüğü şeyi, Ömer karanlık görürken aynı şeyi Cafer ışık ve karanlık olarak görebilir. Çünkü ışıkla eşya ortaya çıkar ve bunu gören insan ‘bu nurdur’ der. Kendisi bakımından onu gören başkası ise, ‘ka­ranlıktır’ der. Bütün münazeleler (karşılıklı iniş ve çıkışlar) bu menzilde gerçekleşir. İnen Hakk ile yükselen halk, onda birleşir. Hakk yükselene ‘nereye?’ diye sorunca, o da ‘Sana’ der. Yaratılmış olan da inen Hakka ‘nereye?’ diye sorar. O da ‘sana’ der. Bunun üzerine şöyle der: ‘Karşılaş­tık. Her birimiz, sahibini aramasını gerektiren sebebi açıklamak üzere gelsin!’ Hakk şöyle der: ‘Ben seni yorgunluktan kurtarayım ve sana meşakkat olmadanailenin yanında dinleniyorken ihsan edeyim diye geldim. Başka bir maksadım yok.’ Yaratılmış şöyle der: ‘Ben sana saygı göstereyim, huzurunda durarak mülkünde tahtında iken huzurunda du­rayım diye sana yükselmek istedim. Mele-i a’la’ya benim senin halifen olduğumu, bana tahsis ettiğin bilgiyle onlardan daha iyi olarak seni bil­diğimi söyledin. Mele-i a’la huzurunda beni gördüklerinde, bana uyar­lar. Senin karşında benim gibi birisine yakişan edebin gereği budur. Bu sayede senin karşındaki edebin bilgisini müşahede ederek, onlar da sa­hip olmadıkları bilgiye ulaşırlar. Çünkü görüyorum ki Mele-i a’la -seni tenzih ediyor olsalar bilemertebeni bilmiyorlar. Onlara ‘Ben yeryüzün­de halife yaratacağım’490 diyorsun, onlar ise -onlardan bana aktardığına göresana itiraz ediyorlar. Emir sana ve dinlemek onlara yakışan iken, tutup saniı itiraz ediyorlar. İlahi edebin onlarda hüküm sahibi olmadı­ğını öğrendim. Sen ise, bana onları bilgilendirmemi emrettin. Hal ve davranışla öğretmek, konuşarak ve ibare yoluyla öğretmekten daha yet­kindir. Mele-i a’la, senin merteben karşısında nasıl davranılması gerek­tiğini halimle ve sözümle öğrensinler diye sana yükselmek istedim. ‘İs­tiva’ yaratıklarına kendisiyle gözüktüğün en üstün hal iken, onlar sana karşı çıkmışlardır. Peki istiva halinden daha aşağısındaki göğe ve yere indiğinde, durum nasıl olacaktır?’ Hakk şöyle der: ‘Eşyanın değerini bi­len senin gibi birisi ne güzel niyet taşımış! Kendi kadrini ve eşyanın kadrini bilen, benim kadrimi bilir, bana hakkımı teslim eder. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldığımda, onları alıp hiç bir şey söylemeden, karşı çıkmadan veya ‘bunlar çoktur5 deme­den gitti. Musa’ya geldiğinde, Musa kendisine şöyle demiştir: ‘Rabbine dön, belki ümmetinin yükünü hafifletir. Bu konuda İsrail oğullarından güçlüklerle karşılaştım, ümmetin bunu taşımaktan aciz kalır ve güçlük çeker.’ Peygamber hayrete düşmüş, kâmil edep Hakka itiraz etmemesi­ni öğretmişken ümmetine karşı duyduğu şefkat, yüklerini hafifletmesini istiyordu. İstiyordu ki, ümmeti güçlük çekerek veya isteksizce veya bı­karak Allah Teâlâ’ya ibadet etmesin. Hayreti sürdü.’ İşte vasıtalar ve kendile­riyle oturulup katkılân kimseler, böyle bir etkiye yol açar. Bunun üzeri­ne Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Musa’nın söylediğiyle Hakka layık edepten birini tercih durumunda kalmıştır.

Allah Teâlâ peygamberlerden bir gruptan söz ederken -ki içlerinde Hz. Musa da vardıRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle dediğini zikreder: cOnlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetlerine uyZ5491 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘onlarm hidayetlerine uy5 ifadesiyle, işaret edilen hususu böyle yorum­lamış, Hz. Musa’nın ‘hidayet üzere iken’ hafifletme istemediğinin fark etmemişti. Bu hidayet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyulması emredilen hidayettir. Bu içtihat, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Allah Teâlâ’ya başvurmasını ve hafifletme isteme­sini vermiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Allah Teâlâ ile Musa arasında gidip gelmiş, en sonunda edebin gereği olarak, ‘Rabbimden utandım’ demiştir. Namaz on kere hafifletildikten sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu ümmetine getirmiş­tir. Allah Teâlâ, ümmetine âlemin iyiliğinin kendisine bağlı olduğu ‘hüküm­lerde içtihat5 yetkisini şeriatın parçası yapmıştı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘içtihat5 ederek Allah Teâlâ ile Hz. Musa arasında gidip gelmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den ortaya çıkan davranışa ümmeti alışsın ve yadırgamasınlar diye, içtihat onlarda da tatbik edilmiştir. Öte yandan Allah Teâlâ içtihadı şeri­atın bir parçası yapmakla Hz. Musa’nm kalbini bu konuda onarmıştır. Çünkü peygamber kendisine dönerek, kullara şefkat duygusu ortadan kalkıp da geride Hakkı tazim ve şanına layık saygının kalması gerekir. Bu nedenle peygamber, Allah Teâlâ hakkmda herhangi bir şeyi çok görme­miştir. Bilir ki, güç O’nun elindedir ve bu sayede dilediğini güçlendirir. Böyle bir şey aklına gelip Hakk onu bu makama yerleştirdiğinde, bu du-

rumun onda pişmanlık oluşturması kaçınılmazdır. Bu pişmanlık, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e söylediği sözlerden dolayıdır. Allah Teâlâ ‘Benim katımda söz değişmez5492 ayetiyle bu konuda Musa’nın kalbinin kırıklığını onarmıştır. Bu ayet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ’nın katına (namazı hafifletmek üzere) son dönüşünde söylenmişti. Allah Teâlâ önce çoğaltma sözünü zikretmiş, sonra onu azlık ve hafifletmeyle değiştirmiştir. Allah Teâlâ Musa’ya ilahi sö­zün bir kısmının değiştiğini, bir kısmının değişme kabul etmediğini bildirmiştir. Sözün değişmeyişi, Haktan kesin olarak ortaya çıkması ha­lindedir. Başka bir ifadeyle zorunlu söz değişmezken, geçici söz değişir. Hz. Musa, bu sözle sevinmiş ve ‘geçici söz’ hakkında konuşmuş olması nedeniyle mutlu olmuştur. Öte yandan Allah Teâlâ, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (na­mazın hafifletilmesiyle ilgili olarak ayeti) yorumlaması nedeniyle, Mu­hammed, ümmeti için hükümlerin tespitinde içtihat yetkisi vermiştir. Allah Teâlâ bu sayede kendisinden meydana gelen davranış (içtihat) hakkın­da, Peygamberin kalbindeki kırıklığı onarmışdr. Bu durum, onun üm­metine de yayılmıştır. Nitekim Adem’in unutması nedeniyle inkâr ve unutma, -onun kalbini onarmak üzereÂdemoğullarma sirayet etmiştir. Çünkü doğal yaratılış, doğanın gereği olarak, inkâr ve unutma özelliği­ne sahiptir. Böylece Âdem’in karşı çıkarkenki hareketi, doğal bir hare­ket iken unutmasında doğal etki vardır. Âdem unuttuğunda, bu unut­ma doğanın sıcaklığından kaynaklanmıştı. Karşı gelme ve uıkâr fiili de, bizatihi, doğal bir sonuç iken bir şeye karşı gelmek yönüyle ise, bir etki değil, doğanın hükmüdür. Doğanın hükmüyle etkisi arasında böyle bir fark vardır. Unutma ise, doğanın eseriyken unutmaktan gelmek, onun hükmüdür. Gaflet doğanın etkisiyken gafletten gelmek, hükmüdür. Allah Teâlâ’yı bilenler arasında doğanın hükmüyle etkisini ayrıştıranlar pek azdır. Böylelikle Âdem’de inkâr etmeyle doğanın hükmü bir araya gelmiştir. Çünkü inkâr edenleri belinde ilk toplayan, Âdem’dir. Onlar, Âdem’in karşı çıkmasına hükmetmiş, o da karşı çıkmıştır. Çocuğun babasında bir etkisi vardır. Öyleyse karşı çıkma ve inkâr, doğanın hükmü olsa bile, inkârcı çocukların etkisinden kaynaklanır. Çünkü Âdem insan-ı kâmil’dir. Ondan meydana gelen unutma, doğanın etkisi ve (nüve halinde belinde taşıdığı) çocukların hükmüyle meydana gelir. Çünkü Âdem be­linde unutkan çocuklarını belinde taşımaktaydı ve onlar ‘unutma’ etki­sini meydana getirmişlerdi.                                                                                                            .

Bu işlerin ve mükaşefe keşiflerinin verdiği ilimlerin ne kadar garip olduğuna bakınız! Bütün bu zikrettiklerimiz, bu menzilin hükümlerindendir. İlahi mertebeden bu menzile ait olan, gayb’tir. Varlıklardan doğa, şehadet âleminde ise karanlık ona aittir. Şehadet âleminde karan­lık görülür, fakat onunla bir şey görülmez. Doğada ise, bilinir, fakat görülmez, etkisi görülür ve onun vasıtasıyla görülür. Gaybte ise, görür, kendisiyle görülür, bununla birlikte gayb adını korur. Böyle dememizin nedeni, isimlerin hükümler, özellikle de ilahi isimlerin hükümlerin baş­kalaşmasıyla başkalaşmasıdır. Hüküm hükmün talep ettiği diğer ismi başkalaştırır, halbuki hakikat tektir. Şeriadarın hükümlerinde bunun tersi geçerlidir. Orada hükümlerin başkalaşması, hallerin ve isimlerin başkalaşmasına bağlıdır. Hakikat ise, tektir. Din imamlarından birisi olan Malik b. Enes’e sorulmuş: ‘Deniz domuzunun balık sayılması hak­kında ne dersin?’ Malik ‘haramdır’ demiş. ‘Denizin balığı, canlıları ve ölüsü helaldir’ denilince şöyle demiş: ‘Onu domuz diye isimlendiren sizdiniz. VallahiAllah Teâlâ domuzu yasaklamıştır.’ Böylelikle ismin değiş­mesi nedeniyle Malik’e göre hüküm değişmiştir. ‘Deniz balığı veya can­lıları hakkmda ne dersin?’ diye sorulsaydı, ‘helaldir’ diye hüküm vere­cekti. Aynı şekilde, hallerin değişmesi hükümleri de değiştirir. Zorda kalmayan bir insanın ölü eti yemesi haram iken aynı şahıs zorda kaldı­ğında ölü eti yiyebilir. Öyleyse hakikat bir iken, halin değişmesi nede­niyle hüküm değişir.

Bilmelisin ki, bu menzilden Allah Teâlâ, kesif veya latif veya şeffaf olmak üzere, doğal suretlerde berzah ehline tecelli etme özelliğini kabul eder. Kıyamet de bir berzahtır ve bu bağlamda varlıkta berzah olmayan bir şey yoktur. Çünkü her şey, iki şey arasında düzenlenmiştir. Berzah, bir şeyin iki şey arasında yerleştirilmesi demektir. Şimdiki zaman da öyledir ve ‘süreklilik’ diye isimlendirilir. Manevi şeyler daire, duyusal şeyler ise küredir. Oluşta ‘uç’ diye bir şey yoktur, çünkü dairenin ucu yoktur. Her parça, iki parça arasındaki bir berzahtır. Bu, kendisini bilen için değerli bir bilgidir. Bu nedenle insan-ı kâmil, yaratılışında iki doğal sureti bir­leştirmiş, karanlık-kesif cisim ve latif cisimle yaratılmıştır. Latif olan ke­sifte taşınır ve o ‘ruh’ diye isimlendirilir. İnsan onun nedeniyle canlıdır ve kalbin içinden çıkan ve gelişme ve dokunma duygusu denilen bede­nin parçalarına yayılan bir buhardır. Allah Teâlâ sadece insana -diğer canlılara değilmüfekkire gücünü tahsis etmiştir. Bu sayede insan, işleri yönetir ve tafsil eder. Âlemdeki başka varlıkların böyle bir özelliği yoktur, çün­kü insan, ilahi surete göre yaratılmıştır. Onun suretinin bir yönü de, ‘îşi tedbir ve tafsil eder493 ayetinde belirtilir. Öyleyse insan-ı kâmil, kendisi için ilahi suretin tamamlandığı kimsedir ve o, ancak mertebeyle, kemale erer. Ondan aşağıda olan ise, sahip olduğu ölçüde suretten bir pay bu­lunur. Bu bağlamda hayvan duyar, görür, kokuları, tatları, sıcağı, soğu hisseder, fakat ona ‘insan’ denilemez. Aksine o, deve, at, kuş ya da baş­ka bir şeydir. Sureti kemale erseydi, bu kez ona ‘insan’ denilirdi. Kema­le ermemiş insanda da, bu genel isim özel bir isme dönüşmez, insan kendisindeki ilahi suretin kemali nedeniyle ‘halife’ diye isimlendirilir, çünkü âlem ancak söz konusu ilahi surete bakar. Melekler, Âdem’de sa­dece unsurdan oluşan karanlık-kesif doğal sureti gördükleri için söyle­diklerini söylemişlerdir. Allah Teâlâ onlara Âdem’in suretinin kemalini öğre-

'                                                                                                                                                                                                                                              a                     ,

tip secde etmelerini emrettiğinde, hızla secdeye koşmuşlardır. Adem’in üstünlüğü bilhassa kendilerine isimlerini öğretirken bilfiil ortaya çık­mıştı. Âdem onlara ilahi isimleri öğretmeyip Allah Teâlâ kendilerini ‘Ben Âdem’e suretimi verdim’ deseydi, hiç kuşkusuz, iman ederek onun üs­tünlüğünü kabul ederler, Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle onun karşısında dav­randıkları gibi davranırlardı. İnsana insan-ı kâmil keşf olunup Hakkı insan-i kâmile giydirdiği surette gördüğünde, iki suret arasmda hayrette kalır ve hangisine secde edeceğini bilemez. Bu nedenle insana ‘Her ne­reye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır494 ayeti okununcaya kadar bu makamda hayrettedir. Öyleyse insanda Hakkın yüzü O’nun sureti yö­nünden bulunurken, Hakkın katında ise kendisi yönünden Hakkın yü­zü bulunur. İnsan önce hangi şey için secde edecektir? Çünkü Allah Teâlâ zatı için olduğu gibi suret için de secdeyi kabul eder. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başka bir menzilde böyle bir makamda hayrete düşmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem geceleyin yürütülerek, yalnız başına nura yerleştirildiğinde ürkmüştü. Ürkmesinin nedeni, unsuri bedeniyle yürütülmüş olmasaydı. Böylelikle aslından çıkmış olmakla yalnızlaşmış ve kendi menzilinin dı­şında bir yere yerleşmesi nedeniyle ürkmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, unsur­ların ortaya çıktığı bir hakikat nedeniyle ürkmüş, bunun için ona sesine aşina olduğu Hz. Ebu Bekir’in sesiyle nida edilmişti. Böylelikle sesi ta­nımış, ona kulak vermiş, Ebu Bekir’in sesiyle korku ortadan kalkmışı. Oradan Allah Teâlâ’nın huzuruna girmek istediğinde, kendisine şöyle denildi: ‘Muhanımed, dur. Rabbin namaz kılmaktadır.’ Bu kez Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, namazın Rabbe nispet edilişinde hayrete düşmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, namaz ve secdeyle kendisine dönülen kâmil-ilahi suret makamındaydı. Ona yaklaştığında, rabbi kendisini namazla karşılaşmıştı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ise bu konuda bilgisi yoktu. Böylelikle Allah Teâlâ’ya nispet edi­len el-Alim ismi, Hz. Ebu Bekir’in sesiyle ona nida etmiş, Ebu Bekir’in mertebesini ona bildirmiş, onu kendisiyle ünsiyet ettirerek ‘Dur, Rab­bin namaz kılıyor1 denilmiştir. Durmak, sebat demektir ve namaz kılan için kıbledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem durmuş ve bu hitap kendisini korkutmuş­tu. Bu esnadaki hali, manası ‘O’nun benzeri bir şey yoktur495 olan tespih­ti. Onu korkutan buydu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e, Kuran’da kendisine indiri­len şeyleri hatırlatmak üzere, ‘0 size salât eder, melekleri de, karanlıklar­dan nura çıkın diye496 ayeti okunmuştur. Böylelikle zikrettiği ayede na­mazın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edileceğinden duyduğu korkudan rahadamış, isra’da gerçekleşen şeyler gerçekleşmişti. İsra, Allah Teâlâ izin verirse başka bir yerde ele alacağımız bir konudur.

Allah Teâlâ bir insanı iki suret arasına yerleştirirse (ilahi sureti bakımın­dan Hakk ve zatı bakımından Hakk), hangisine secde edeceği önemsizdir. İki sureti keşfeden insan, iki suretin -birisi ötekine secde etmedenmusafahalaştığını görürse, bu durum, o özel insan için suretin kemalde olduğunun delilidir, insana (tahsis edilen) suretin öteki-ilahi surete sec­de ettiğini görürse, insan suretinin diğer ilahi surete ait olduğunu anlar. Bu esnada insana ait kâmil suretin -(ilahi) sureti değilhakikati müşa­hede etme makamında bulunduğunu anlar ve secdede kendisine uyar. İlahi suretin insani surete secde ettiğini görmek ise -ki ‘O size salât eder497 ayetinde belirtilen şeyi kast ediyoruzsecdede de ona uymaz. Uymaya kalkarsa, helak olur. Kim bu makamdaysa, işleri bulunduğu hal üzere bilir, çünkü o Allah Teâlâ’nın salâtımn kâmil kul ‘için’ değil, kâmil kul ‘üzerinde’ olduğunu bilir. Kâmil kulun namazı, Allah Teâlâ’nın üzerinde değil, Allah Teâlâ ‘içindir.’ Bu farkı anlayan, Kuran ve Furkan’ı birleştirir. Bu, değerli bir müşahededir, onu tadanı görmedim. Marifederin en yetkini odur.

Kuran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbine ve onu sürekli okuyanların kalple­rine iner. Bu kalpler, onların bedenlerinde bunan göğüslerindeki kalp­lerdir, yoksa mekânlı olmayan veya girme veya çıkma gibi özellik kabul etmeyen insanın latifesini kastetmiyorum. Böylece düşünen nefs için sadırdaki kalp, göz için yazılı mushafın yerini alır. Kalpten Kuran’ı dü­şünen nefs karşılar. Bunun nedeni şudur: Nefs-i natıka, ona verilen yö­netme ve bedende tasarruf imkânı nedeniyle, bileşik ve kesif cisimden üstün ve yukarıdadır. Bu durumda nefs-i natıka, gerçekten habersiz ol­duğu için bedeni kendisinden daha aşağı mertebede görür ve bedenin kemalini tamamlayan şeylerden birisi olduğunu anlamaz. Allah Teâlâ ise be­dende sadırdaki kalbi bir mushaf ve yazılı kitap haline getirir; Bu kitap, bedende nefs-i natıkanın benzeridir. Böylelikle bilgiyle nitelenir ve bak­tığı ayete göre süslenir. Böylelikle nefs-i natıka sayesinde bilgi edindiği bu yere muhtaç kalır. Çünkü Hakk onu kendi sözünün ve sözünün yazı­sının mahalli edinmiştir. Böylelikle nefs-i natıka daha önce gururlanma­sına yol açan bu üstünlüğü yitirmiş, kendi değerini tanımış, kalbin me­leklerin Allah Teâlâ’nın kelamından ibaret olan ruhla birlikte indikleri yer oy­duğunu görür. İnen meleklerin kendisine baktıklarını veya kendisiyle konuştuklarını görmemiştir. Onlar, sadece indirdikleri şeyi kalbe yaz­mışlardır. Nefs-i natıka ise, yazdı olarak indirileni okur. Böylelikle o iki­sindeki şeyleri Allah Teâlâ’dan anladığında, Allah Teâlâ’nın muradının kendisine öğ­retmek ve kendini beğenme hastalığına yakalanması nedeniyle de edeplendirmek olduğunu anlar. Allah Teâlâ’nın her şeyle ilişkisinin -herhangi bir derecelenme olmaksızıntek ilişki olduğunu kabul ve itiraf ederek Allah Teâlâ’nın yaratıklarından -üst veya aşağı âlemlerdekiherhangi bir şeye kar­şı üstünlük hissetmez. Alemde (Allah Teâlâ’nın yaratması itibarıyla) bir üstün­lük veya fazilet yoktur. Bu durum, âlemin kendisi yönünden değil, (Hakka) delil olması ve O’nunla ilişkilendirilmesi yönünden böyledir. Diğer yönden âlemin bir kısmı diğerlerinden üstündür ve âlemde farklı­lık vardır.

Bilmelisin ki, insanın nefs-i natıka’sma Allah Teâlâ iyilik murad ederse, bütün bedenin parçalarının Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih etmek üzere ko­nuştuklarını gösterir. Onlar, sahiplerinin övgüsünü yapmaz. Nefs-i na­tıka onlarda bir bıkma veya gaflet veya meşguliyet görmezken zatını Allah Teâlâ için gerekli sürekli zikirden gafil, kendi amaçlarıyla ilgilenerek Allah Teâlâ’dan uzaklaşmış görür. Nefs-i natıka kendisini Allah Teâlâ’dan ve O’nun sı­nırlarında durmaktan uzaklaştıran işlere yönelmiştir. Bunu gördüğün­de, âlemin onun gözündeki değeri artar ve âlemin Allah Teâlâ’nın bir alameti olduğunu anlar. O alamete ve Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı göstermek ge­rekir. Buna mukabil nefs-i (natıka’nın) değeri onun gözünde küçülür. Bilir ki, cisminden ayrılmamış olsaydı ve cismi onun yaratılışını tamam­layan unsurlardan olmasaydı, hiç kuşkusuz, yönetilen o cismin kendi­sinden üstün olurdu. Cismin kendisinden üstün olduğunu öğrendiğin­de, kendi değerinin bu niteliklere sahip olmasına göre, onun şerefinin ta kendisi olduğunu anlar. Nefs-i natıka bu durumda şunu öğrenir: Allah Teâlâ’nın kendisini bedeni yönetmek, onun lehinde çalışmakla görevlen­dirmesi, bedenin kendisine bir hizmetçi olması, göz ve kulak gibi güçle­rinin haklarının nefsin üzerinde olması, bedenin Allah Teâlâ ile meşgul olma­sından ve yaratıcısını tespih etmesinden kaynaklanır. Bunun üzerine nefs-i natıka kendisini bedene amade görür. O da beden gibi Allah Teâlâ ile meşgul olsaydı, bedenle aynı hükme sahip olurdu. Beden kendisini yö­netmekle görevlendirilseydi, insan nefsi gibi, Allah Teâlâ’yı tespihten uzaklaşırdı. Nefs-i natıka bedene amade olduğunu öğrendiğinde, değerini bi­lir ve değerinin sorguya, hesaba çekileceğini ve yargılanacağını anlar. Bu durumda yükümlülük diyarı olan dünyada Allah Teâlâ karşısmda üzerin­deki sorumlulukları ve -kendi dışındakiâlemin ve bedenin ondan talep ettiği hakları, yerine getirmesi gerekir. Bununla meşgul olurken, artık kendini üstün görmeye yönelmez veya mertebeleri tanımaya arzu duy­maz. İşte hakları ve yükümlülükleri yerine getirme mertebesi, insan adına mertebelerin en şereflisidir. Hüsrana uğrayan, bunlardan habersiz kalan olduğu kadar kazançlı, haklarla ilgilenendir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana üçüncü şahıs zamiriyle bir şey söylediğin­de, o şeyden uzakta değildir, sadece muhatabı dikkate almıştır. Muha­tap sensin ve zikredilen, senden uzaktır. Allah Teâlâ işaretle veya başka bir şe­kilde ikinci şahıs zamiriyle bir şey söylerse, seni ve o şeyi görmeyi dik­kate almıştır ki her durumda bu zorunludur. Allah Teâlâ’nın konuşanların öz­lerinden aktardıklarıyla kendinden söylediği sözü ayırt etmek bir zorun­luluktur. Hakk kulun duyması ve görmesi olduğunda, kul adına gaiblik kalkar. Bu esnada muhatap olan, zamir olması yönüyle gaiptir. Hitap bu nitelikteki kimse için gaib zamirle gerçekleşmiştir. Öyleyse durum nasıldır? Şöyle deriz: Kuran’ın indirildiği kul, onu yükümlülere ulaş­tırmak ve indirileni insanlara açıklamakla yükümlüdür. Eşyanın bir kısmı onlara görünürken, bir kısmı gizlidir. Peygambere kelimeleri yer­lerinin dışına çıkartmak emredilmemiştir. Aksine peygamber, Allah Teâlâ ko­nuşanların sözlerini aktardığı gibi, Allah Teâlâ’dan aktarır. Onların sözleri, hem üçüncü şahıs hem ikinci şahıs zamirlerini içerir ve Allah Teâlâ onlardan aktarırken onların sözlerine bir şey eklemez. Peygambere şöyle denilir: ‘Sana indirileni tebliğ et.5498 Bu durumda peygamber kendisine indirilen şeyin suretinden yüz çevirmez ve söyleneni söyler. Çünkü manalar onun kalbine, harfleri terkip edilmeden, kelimeler düzenlenmeden, ayetler sıralanmadan ve sureler belirlenmeden indirilmemiştir. Bütün bunlar, ‘Kuran’ denilen şeydir. Allah Teâlâ Kuran’ı onun nefsine bir ‘suret5 olarak yerleştirdiğinde, kendisini gördüğü gibi izhar etmiştir. Ardından gözler mushaflarda onu görür, kulaklar okuyuculardan onu dinler. Bu duyulan ve işitilen, Allah Teâlâ’nın kelamından başkası değildir. Anladıktan sonra onu tahrif eden, kınanır. Peygamber kendisine indirilenin Allah Teâlâ’nın sözü olduğunu bilir ve kendisine indirildiği tarzda suretini korur. Herhangi bir şeyi değiştirir veya yapısını başkalaştırırsa, hiç kuşkusuz, bize kendi anlayışının suretini ulaştırmış olurdu, yoksa kendisine indiri­leni değil. Çünkü Kuran’ın indirildiği insanlardan her biri ona bir bakışı vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’ı bize anlayışına göre aktarsaydı, o ‘Ku­ran’, yani kendisine indirilen Kuran olmazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kuran’ın tüm anlamlarını bildiğini ve anlamlarından hiçbir şeyin sözlerinin dışında kalmadığını farz edebiliriz. Buna karşılık biz şöyle deriz: Pey­gamber bunu biliyor ise, onun (anlam yoluyla aktarırken söylediği) ke­limeler o anlamları gösteriyorsa, niçin başka kelimeler kullanmaya kalk­sın ki? Bütün bu anlamları aktarırken onlara denk gelecek eşit anlamlı kelimeleri kullansaydı, kullandığı kelimelerin -kendileri bakımındankendisine indirilmiş olan ve onun ise yüz çevirdiği kelimelerden başka varlıklarının olması gerekir. Böyle bir durumda peygamberin kullandığı bu kelimeler, peygambere indirilen kelimelerin taşıdığı anlamların aynı­sını vermiş olsalar bile, varlıkları yönünden (kendisine indirilmiş olan) kelimelerden farklı olacaktır. Kuran’ı okuyan insan, peygamberin kul­landığı fakat Allah Teâlâ’nın indirmediği kelimelerden ilave anlamlar elde eder. Böyle olsaydı, Peygamber insanlara hem kendilerine indirilenleri hem indirilmemiş şeyleri tebliğ etmiş olur, bu durumda -Allah Teâlâ’nın izin ver­meyeceği şekildedini hükümleri çoğaltırlar, Allah Teâlâ’nın indirip de Pey­gamberin yüz çevirdiği bu kelimelerde eksilme gerçekleşirdi. Başka bir ifadeyle peygamber, kendisine indirilen kelimeleri tebliğde eksiltme yapmış olurdu. Peygamber böyle bir davranıştan tenzih edilmelidir. Dolayısıyla peygamber, insanlara ancak kendilerine indirilenleri -lafzı ve yazılı harfleriyletam ve eksiksiz bir şekilde ulaştırması gerekirken bâtında onlarm anlamlarını ulaştırmalıdır. Bu nedenle Cebrail her Ra­mazan ayında peygambere gelir ve Kuran’ı ona okur, böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail ile birlikte hatim yapardı. Son Ramazan’da iki kez baştan sona hatim yapmış, Peygamber bu Ramazan içerisinde değil, o şeninin içerisinde vefat edeceğini anlamıştı. Çünkü ikinci hatim, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefat ettiği ve ölümünden sonra tamamlanan senenin Ramazan ayma aitti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rebiu’l-evvel ayında vefat etti. Kuran ise, ‘bin aydan hayırlı olan kadir gecesi’499 inmişti. Ayette basit sayı isimlerinin sonuncusu zikredilmiştir. O sayıdan sonra basit sayı yoktur, bileşik sayılar gelir. Kuran da Allah Teâlâ’nın indirdiği son kitap iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine Kuran indirilen son peygamber ve peygamberlerin mührüdür (hatem). Bu ismi -ki bindirbelirsiz getirdiği aya izafe etmiş, bu sayede mevsimler ve Arap ayları ona katılmıştır. O, bir ayın kendi­siyle ortaya çıktığı Kamer’in seyri nedeniyle feleğin bütün derecelerini aşma ölçüsüdür. ‘Bundan daha fazladır’ derse, tekrar olurdu. Halbuki varlıkta tekrar yoktur. Aksine her an yeniden yaratma vardır. Günleri zikretmekle veya hepsini toplamakla eksilme olsaydı, feleğin dereceleri tam olarak kat edilemezdi. Bu durumda peygamberin resullüğü genel­leşmez, Kuran önceki bütün kitapları kuşatmazdı. Felekteki tüm dere­celeri en kısa sürede kat edebilecek bir dönüşe sahip yegâne yıldız, kamer’dir (Ay). Kamer, Arap takviminde şehrin, yani ayın (hareketine göre belirlendiği) yıldızdır. Bu nedenle Kuran, bin aydan daha hayırlı bir gecede, yani bin aydan daha üstün ve daha faziletli bir gecede inmiş­tir. ‘Daha faziletli’ bir ilavedir ve ilave onun kendisidir. Allah Teâlâ ‘daha faziledi’ olmayı Kadir gecesine tahsis etmiştir. Bu, o gecenin Allah Teâlâ katın­daki mertebesidir. Kuran’ın kendisinde indirildiği bu gece Kadir gece­sidir ve Şaban’ın yarışma karşılık gelir. Çünkü kadir gecesi, bütün sene­de dolaşan gecedir. Bizim görüşümüze gelirsek, kadir gecesinin bütün senede dolaştığını gördük. Onu Şaban’da gördüğümüz gibi Rama­zan’da ve onun tek saydı bütün gecelerinde gördük. Ramazan aymın on ikinci gecesinde de -o yılın orucuna göreKadir gecesini gördük. Allah Teâlâ bir senedeki gecelerden hangisini ‘Kadir gecesi’ diye isimlendirilen o gecenin zamanı yaparsa, ‘Kadir gecesi’ odur. Kadir gecesinin denk gel­diği gece senenin geceleri arasında diğerlerinden üstünlüğü olan özel­likli bir geceyse, o gecenin hayrı Kadir gecesinin faziletine eklenir. Bu gecelere misal olarak Cuma, Şaban’ın yarısı gibi bilinen geceleri verebi­liriz. Böyle bir gecedeki Kadir gecesi, bulunduğu gecenin faziletinin ek­lenmediği senedeki Kadir gecesinden üstündür. Bunu bilmelisin!

Bu menzilden Ruh-ı emin (Cebrail), Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbine iki sure indirmiştir: Kadir ve Duhan suresi. Her iki sure farklı hükümlere sahiptir. Kadir suresi, Duhan suresinin ayrıştırdıklarını birleştirir. Duhan suresi ise, Kadir suresinin birleştirdiklerini ayırır. Müşahede et­tiği hakkında bilgisi olmayan insan, iki surenin birbirinin karşıt oldu­ğunu zannederek ikisini birleştiren menzilin farkına varamaz. Böyle bir insan, doğal karşıtlıkları birleştirmekle meydana gelen kendi yapısını da kavrayamaz. Doğru ve sahih keşif sahibi, bu menzile girdiğinde ve mü­şahede ederken ‘kalbi var ise’, Kadir suresiyle Duhan suresi arasında karşıdık olmadığını görür. Çünkü Kadir suresi, Duhan suresinin mer­tebelerde ayrıştırdığı şeyleri bir araya getirir. Ardından Duhan suresi onu alır ve mertebelere göre ayrıştırır. Çünkü kadir suresinin bunu bir araya getirmediğini ve onu kendisine sadece ayrıştırması için verdiğini öğrenmiştir. Kadir suresi Duhan suresi karşısında vergidar gibidir.

Gerçek böyledir. Bunlar, iki gözü, iki dili, iki dudağı olan iki sure­dir. Onlar bu menzile giren kimsenin makam-ı mahmûd ehli olduğuna ve onun kâmil varis olduğuna şahitlik eder.

Bu menzil mutabakat, münasebet ve murakabe ilmini içerir. İşaret, remiz, bu menzilden öğrenilir. Güçlük olmadan işlere nüfuz, bu men­zilden öğrenilir. Çünkü işlere fikir yoluyla nüfuz edebilmek, en çetin meselelerden biridir. Açıklama ve keşif bu menzilden öğrenilir. Doğal yapıların hükmü ile unsurdan oluşan hükmü bir midir, değil midir? Işık ve karanlıklar arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Nur ve karanlık neye döner? Bunlar, Allah Teâlâ ile kulları arasındaki iki perdedir. Perdeler­den kula yakın olan ve Hakka yakın olan hanisidir? Bir kişi adına perde ortadan kalkar mı, kalkmaz mı? Perdeler, perdelenen insanını sınırlar mı, sınırlamaz mı? Sınırlarsa, hangi yapıyla sınırlar ve tanımlar? Unsun yapısıyla mı, doğal yapısıyla mı smırlar? Sınırlamazsa, neye katılır? Âlemde mekân kabul etmeyen şeye mi katılır? Bu durumda, cisimlere girmek ve ya onlardan çıkmayı kabul etmez? Veya mekânda olmayan şeyin hükmünün dışında, kendisine özgü bir hükümle mi nitelenir? Böyle bir durumda mekânı veya yerleşmeyi kabul etmez. Korkutmanın içerdiği ve korkutulan kimseye dönük rahmet bu menzilden öğrenilir.

Zevkler bu menzilden öğrenilir. Mutlu eden veya bedbaht eden isimler, bu menzilden öğrenilir Yakinin anlamı, bu menzilden öğrenilir Rablikte tenzih, bu menzilden öğrenilir. Bu, anlaşılması güç bir konudur. Bil­gi, mertebesi ve özel olarak kuşkunun mertebesi, bu menzilden öğreni­lir. Her mertebenin kendisine yerleşen ve inen kimselere verdikleri hü­küm, bu menzilden öğrenilir. Azap acıları bilmekten mi kaynaklanır, yoksa hazların bilgisinden mi kaynaklanır? Umutsuzluk geldiğinde töv­benin kabul edilmeyişi, fakat özellikle Yunus peygamberin kavminden böyle bir tövbenin kabul edilmesinin nedeni, bu menzilden öğrenilir. Ezeli kazanın nüfuzu, bu menzilden öğrenilir. Acaba basiredi kimseye kötülükle mi uygulanır, yoksa perdelilere mi aittir? Azap tabakaları, bu menzilden öğrenilir. Sınanma ve tabakaları, nasihatler, Allah Teâlâ katında inayet ehli, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte, rahmet hepsini kuşatır. Dünyada inayet ehli, ahirette kendilerinden olmayacak insanla­rın sınandığı işlerle sınanır. Bu sınanma ve belaya rağmen, Allah Teâlâ’nın eh­line dönük inayeti neyle ilgilidir? İki diyarın gerektirdiği şeye mi döner? Yoksa ezeli bilginin gereğine mi? Hakkın âlemdeki her fertte bulunan yönleri, bu menzilden öğrenilir. Üç toplanmadan sonuncusunun vakti, bu menzilden öğrenilir. İstisna neye döner? Bilgisizlik, zan, kuşku ne­reye gider? Mensupları kimlerdir? Bu menzilden öğrenilir. Ölümün ha­yattan önce zikredilmesi, bu menzilden öğrenilir. Halbuki ölüm hayat­tan sonradır.

Bu menzilin ilimleri pek çoktur, fakat biz onların arasından daha önemliyi bildirmek istedik. Bunlar, kendisiyle ilgili bilgide muduluk sağlayan hususlardır. Bununla birlikte bilgi muduluğun kendisidir. Fa­kat genel için muduluk, hazların meydana gelmesi, gayelerin oluşması ve acılardan kurtulmak demektir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaşürır.’

ÜÇ YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM

Sırlarda Taklit Menzilinin Bilinmesi

Her hükümde taklit var

Onda saltanat bizdedir ve teyit

Olmasaydı, bilgimizde bir kademim olmazdı                                 .

Tenzil ve tevhit de olmazdı

Hilafet ve saltanat bir taklit (Hakkı)

O Hakk için görülen bir imam

Saltanat bir emanet, sahibinden ayrılmayan

Allah Teâlâ’ya sürekli ibadette, övülmüştür o

Allah Teâlâ’nın varlığındaki herkes görür onu

Sırrında, o varlıklardaki gaye

Rabbim mertebesinin gereğiyle süslemiştir onu

Nitelikleriyle, bilgide mevcut değildir

Ondan başkası; o bütün yaratıklara imam

O bir ilah, bilinmeyen tanımlanan                                      ,

. t  '

Allah Teâlâ bizi ve seni ruhu’l-kuds ile desteklesin, bilmelisin ki: Taklit,

bütün nazari ve zorunlu bilgilerin veya keşfi bilgilerin kendisine dön­düğü asildir. Fakat onlar, bu konuda derece derecedir. İnsanların bir kısmı Rabbini taklit eder. Onlar, sahih bilgi sahibi yüce gruptur. Bir kısmı, kendi aklını taklit eder. Onlar, zorunlu bilgi sahipleridir. Öyle ki, bir insan bir ihtimal öne sürerek onları kuşkuya düşürmek isteseydi, söylenenin mümkün olduğunu bilmekle birlikte, kabul etmez ve redde­derlerdi. Bu konuda kendilerine bir şey söylense şöyle derler: ‘Böyle bir ihtimal, zorunlu bilgiye zarar vermez.’ Bunun misalleri çoktur, zayıf ne­fisler kendilerini kabul eder korkusuyla, onları zikretmiyorum. Böyle bir kabul, bir takım zararlara ve arzulara yol açar. Beni onları açıkla­maktan alı koyan bu çekincedir. Bir kısmı, fikrinin verisinde akimı taklit eder. Sadece bu gruplar vardır. Öyleyse taklit, bütün bilginleri kuşatır.

Taklit sınırlama demektir. Öyleyse taklit etmekle âlem, hakikatinin dışına çıkmamıştır, çünkü âlem, sınırlı varlık demektir. Bilgisinin de kendisi gibi sınırlı olması gerekir! Bilgide sınırlama, taklidin ta kendisi­dir. Taklit bazı yerlerde kötülenmiştir ve bunlar bellidir. Bazı yerlerde ise, övülmüştür, bunlar da bellidir. Menziller arasında kendisine yük­selmede ondan daha çetini yoktur. Taklit menzili, sevik akabelerinden en çetinidir. Çünkü bu menzil sahibi değişken, öteki menzil sahibi ise onda sabit kademdir. Taklit hüküm sahibidir ve ona bigâne kalmak mümkün değildir. Bu bağlamda kendisini bilmenin yolu ve yöntemi yaptığı konuda Rabbi taklit, en uygunudur ve bu bilgiden ayrılmamak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ sana kendisini bileceğin bilgiyi kendinden bildir­miştir. Onu bilmede nazari-teorik gücüne uyarsan, bu güç sana Hakkın verdiğinin zıddını verir. Alemde esâs olan, bilgisizliktir. Bilgi, kazanılan bir şeydir. Bilgi varlıktır ve varlık Allah Teâlâ’ya aittir. Bilgisizlik ise, yokluk­tur, yokluk ise, âleme aittir. O halde varlığın ait olduğu Hakkı taklit, kendin gibi yaratılmışı taklitten daha doğrudur. Varlığı Allah Teâlâ’dan elde ettiğin gibi bilgiyi O’ndan elde edersin. Böyle yaparsan kendisi hakkın­da verdiği haberle sınırlı kalır, haberler içerisinde çelişkiye değer ver­mezsin. Çünkü her haberin kendisine yerleştiği bir mertebesi vardır. Sen ise, bütün mertebeleri birleştiren bir mertebesin. Binaenaleyh'Rab­binden açık bir delile sahip olmalı ve kendi aklından hareketle konuş­mamalısın. Allah Teâlâ seni kendisine yöneltir, çünkü seni ‘kendisi için’ yarat­tı. Sen de kendine bakarak O’ndan uzaklaşma! Allah Teâlâ sana aklının zo­runlu bilgisinde tecelli ederse, zorunlu olarak, aklî zorunluluğu taklit ederek bilemeyeceğin bir varlığa dayandığını öğrenirsin. Allah Teâlâ sana na­zari gücünde tecelli ettiğinde, var olmada dayanağın olan şeyin var ol­duğunu görürsün. O, sana benzemez, çünkü senin varlığın, sende var olup niteliğin olan her şey, zaman içinde var olmuştur ve senin gibi bir yaratıcıya muhtaçtır. Akıl nazarî gücünden hareketle şöyle der: ‘O var­lığın âlemde benzeri yok.’ Sen ise âlemin bütünüsün. Çünkü âlemdeki her parça, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, delil olmada bütünle ortak­tır. Buna mukabil Allah şeriatında sana bilgi verdiğinde, âlemin merte­belerindeki farklılığı açıklar ve her mertebede sana teceUi eder. Sen de keşif gelene kadar Şâri’yi taklit edersin. Keşif geldiğindeyse, taklit yo­luyla elde ettiğin bilginin hakikatini görürsün. Bu durumda Rabbini taklit eder ve O’nu teşbih ve tenzih ecülen olarak görürsün. Böyle bir durumda ayrıştırmış ve birleştirmiş, tenzih ve teşbih etmiş olursun. Bü­tün bunlar, gerçekte sensin, çünkü Hakk sana mertebelerde tecelli etmiş­tir. Sen ise o mertebeleri kendinde toplayansın. Önlar, sana ve bütün âleme aittir. Bu yönüyle mertebeler, kendilerinde gözüken her varlıkta hüküm sahibidir ve (tıpkı bir ayna gibi) kendilerine bakana etki eder. Bunun için sana şöyle dedi: ‘Bütün bunlar sensin!’ Alem ‘alamet’ keli­mesinden türetilmiştir ve alamet tanımlananı/sınırlananı gösterir. Dola­yısıyla âlem, sana delildir. Çünkü ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’500 Alem özü gereği bilgi vermez, varlığıyla bilginin delilidir.

Bilmelisin ki, Hakk gerçekte Ümmü’l-kitap’tır (kitabın anası). Ku­ran ise kitaplardan birisidir. Fakat onun diğer kitaplardan farkı, toplayı­cılıktır. Bununla birlikte Kuran (yani kelam), Hakkın bir niteliğidir. Ni­telik bulunacağı birisinin varlığını talep eder, nispet, mensup olacağı kimseyi arar. Bu nedenle Hakkın ‘bütün kitapların kendisinden çıktığı kitabın anası’ olduğunu söyledik. Diller, onu algılamada birbirinden farklılaşmıştır, çünkü ilahi kelam özü gereği bütün dilleri kabul edicidir. İlahi kelamın -indiği dillere göreArapça, İbranice ve Süryanice vb. ol­duğu söylenmiştir. Kuran hakkında ‘caT, yani yaratmanın ve hadislik fiillerinin kullanılması bu anlama gelir. ‘Onlara Rablerinden hadis bir söz geldiğinde...’501 ayetinde belirtilen şey, budur. Kuran’m gelişi hadistir (zamana bağlı), fakat gelmek, inmek ve nüzul demek olmadığı gibi ya­ratmanın kendisi de değildir. Yaratma, yani ca’l, halk anlamında olabi­leceği gibi başka bir anlamda olabilir. Öyleyse Kuran’a nispet edilen hadislik (zamana bağlılık), halk anlamındaki caTdir. Dolayısıyla ‘Onu sağlam bir yerde nutfe yaptık502 demek ile ‘Onu Arapça bir Kuran yaptık03 demek arasında hüküm itibarıyla fark yoktur.

Bilmelisin ki, bir şeyin yanı veya katı (indiyyet), o şeyin kendisine döner. Allah Teâlâ ‘Sizin katınızdaki tükenir504 buyurur. Çünkü sizin özelliği­niz, tükenmektir. ‘Allah Teâlâ katındaki bakidir.’ Çünkü O’nun özelliği, be­kadır. Bir şeyin yanında ve katında olan şey o şeyden başka olsaydı, bi­zim yanımızda olan tükenmezdi. Çünkü biz ve bizim yanımızda olan şey, (hakikati itibârıyla) Allah Teâlâ katında bulunur. Allah Teâlâ katında olan ise, bakidir. Böyle bir durumda biz ve bizim yanımızda olan şey, baki olur­du. Böylelikle bir şeyin katında ve yanında olmanın o şeyin kendisi de­mek olduğu ortaya çıkmıştır. Dilde ‘yanında’, tıpkı renk arazının bu­lunduğu cisim gibi, mekân veya yer zarfıdır. Bu, delalede amaçladığın

konuda daha açıktır ve o bulunduğu yerdedir. Mekân sahibi, mekânın bulunduğu yerde değildir. ‘Yanında ve indinde olmak’ her iki durumu birden içerir. Zorunlu bilgiyi taklit ederken, hiç kimse, varlığında da­yandığı kimseyi inkâr edemez. Bu nedenle, inkâr edecek kimse de O’nu kabul etmiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘Muattıla inkâr etmiştir.’ Şöyle deriz. Muattıla bir dayanağın varlığını inkâr etmemiş, dayanak olarak açıkla­dığınız şeyi inkâr etmiş ve niteliksiz bırakmıştır. Yoksa onlar, bir daya­nağın varlığını reddetmiş değildir. Siz o dayanağın şu nitelikte olduğu­nu söylediniz, Muattıla ise bunu reddederek, ‘dayanak şu şekildedir (ni­teliksiz)’ demiştir. Onlar, İlke’yi işlevsiz bırakmışken siz de onların işlevsizleştirmesini işlevsizleştirdiniz. Fakat o insanlara muattıla (işlevsizleştirenler, deist) denmiştir. Onlar, bu işi yaparken, bilgilerine göre, de­rece derecedir. Onların bir benzeri, dinleri ve mezhepleri bilmektir. Böyle bir bilgi, mümin insanın okumasının ve bütün olarak incelemesi­nin gerekli olmadığı bir ilimdir. Halbuki Allah Teâlâ ehli, her surette Allah Teâlâ’yı müşahede edebilsin diye, bütün mezhepleri ve Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgili dinleri öğrenmelidir. Onlar; herhangi bir yerde inkâra kalkışmaz, çünkü Allah Teâlâ varlığa yayılmıştır ve O’nu ancak sınırlı (inanç sahibi) inkâr ede-' bilir. Allah Teâlâ ehli, ehli oldukları kimseye (Hakk) tabidir ve O’nun hükmü üzerlerinde ortaya çıkar. Allah Teâlâ’nın hükmü, sınırsızlıktır, dolayısıyla genel varlık O’na aittir. Allah Teâlâ ehli de genel müşahede sahibidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı sınırlayan kimse, O’nu müşahede etmeyi sınırlamıştır. Böyle biri, Allah Teâlâ ehli değildir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu yaratığı düzenlediğinde, onu kendisine yer­yüzü yapmış, kendisini (Arş’a) istiva etmek ve göğe inmek özelliğiyle nitelemiş, insanın yöneldiği âlemin her yönünde tasarruf etmekle kendi­sini nitelemiştir. ‘Her nereye yönelirseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’505 Başka bir ayette ‘Yüzünü Mescid-i haram yönüne çevir506 buyrulur. Bu ayet gel­diğinde, ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır507 ayetinin (na­mazdaki) hükmü kalkmamıştı. Fakat Allah Teâlâ kendisine yöneldiğinde mut­lu olacağın yönü senin adına tercih etmiştir. Fakat bu durum özel bir halde böyledir ki, kast edilen hal, namazdır. Diğer mekânlardaysa, Allah Teâlâ senin için böyle bir sınırlama getirmemiştir. Allah Teâlâ senin adına sınır­lılık ve mutlaklığı bir araya getirdiği gibi kendisi için de tenzih ve teşbi­hi bir araya getirerek ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, duyan ve görendir501 demiştir. Bütün âlem, yayılmış bir yerdir. ‘Orada eğrilik görülmez509 ‘Bir

farklılık görür müsün? Tekrar bak!mo ‘Onu eğrilik bulunmayan bir Arapça olarak indirdik.’51' Hakk âlemin bir niteliğidir, çünkü O’nun niteliği var­lıktır ve varlık Allah Teâlâ’ya aittir. Sahih bir kutsi hadiste Allah Teâlâ ‘kulumun duyması ve görmesi oldum’ buyurur. Aynı şey, insanın bütün güç ve nitelikleri için geçerlidir. Âlem üzerine istiva eden varlık için mekân zar­fı olunca, O’nun suretiyle zuhur etmiştir. Cüneyd’e marifet ve maruf (bilinen, Hakk) sorulunca, ‘Suyun rengi, kabının rengi’ demiş, tesiri mazruftaki zarfa ait saymıştır. Böyle demesinin nedeni, bildiğin kimseyi tanımanı sağlamaktır: Sen bildiğin hakkında kendine göre hüküm verirsiri. Öyleyse sen, kendinden başkasmı tanımadın. Kabın rengi neyse, su kabın rengine göre gözükür. Öyleyse bilgisi olmayan kimse, ‘su falan renktedir’ der, çünkü göz bu rengi vermiştir. Binaenaleyh su, içinde bu­lunduğu kapların suretlerine ve renklerine göre gözükür ve kendiliğinde sınırlanmadığı halde sen onu öyle görürsün. Aynı şekilde, kendisinde gözüktüğü mekânların şekilleri ona böyle etki eder. Her durumda su, sudur. Kap dörtgen ise, su dörtgen, beşgen ise beşgen, dairesel ise su o surette gözükür. Çünkü su, akışkandır ve dolayısıyla şekillerini ortaya çıkartmak üzere kaplarm köşelerine yayılır. Akışkanlığı nedeniyle su, rengi ve şekliyle ilgili hükmü kaplarm şeklinden ve renginden alır ve in­sana böyle hüküm verdiıtir. Suyu kapta gören, onu hakkmda kaba göre hüküm verir. Onun hakkmda -bileşik olmadanbasit haldeyken hüküm veren ise, suyun kendisinde gözüktüğü şekil ve renklerin kaplarm bir etkisi olduğunu bilir. Öyleyse su, kaplarda bulunduğu gibi kendi tanımı ve hakikatiyle kabın dışında da bulunur ve kaplarda bulunmakla ‘su’ adını yitirmez. Çünkü mutabakat hükmüyle onu gösterir. Su için kap­lar, kendisinde yürüyen için yeryüzündeki yollara benzer. Salik yürüdü­ğü bu yolların her birisinde gayeye ulaşmak amacıyla yürür. Allah Teâlâ ‘Dile­diği her bir surette seni terkip eder512 buyurur. Kastedilen, dilediği her­hangi bir surettir. Böylelikle zuhur eden sen değil, O olur. Çünkü zu­hur hakikate değil, suretlere aittir. Hakikat, her zaman görünmezdir, sureti görünür.

Allah Teâlâ her şeyi çift yaratınca, bize yeryüzünde iki yol bulunduğunu açıklamıştır: Birincisi, gayesinin -bir kavme göre‘sen’ olduğun yoldur. Diğeri ise, aynı kavme göre, gayesi Hakk olan yoldur. Başka bir gruba göre, birinci yolun gayesi O’nda sensin. ikinci yolun gayesi ise, sende O’dur. Başka bir gruba göre ise, birinci yolun gayesi ‘senin O olmandır.’ Diğer yolun gayesi ise, O’nun sen olmasıdır. Başka bir gruba göre ise, her iki yolun gayesi O’dur ve her iki yol sensin. Salik de O’dur. Başka bir gruba göre ise, iki yolun gayesi ve iki yolun kendisi, iki elden ibarettir. Salik ise, sensin. Bütün bu zikrettiklerimiz, doğru yoldadır. Atış için yayın eğikliği, onun doğruluğu demektir. Dolayısıyla Rabbi­nin merhamet ettiklerinin dışında, herkes görüş ayrılığına düşer. İnsan­lar farklı görüşlere sahip olagelmiştir, çünkü onlarm yaratılışları farklı­dır. Hiçbir yaratılmış yaratılış sebebini aşamaz. İçlerinde zorla itaat edenler bulunsa bile, herkes itaatkârdır.

Arş’a istiva, Hakkın niteliğidir. İnsan ise, Allah Teâlâ’nın suretine göre ya­ratılmıştır ve bu nedenle Allah Teâlâ insan adına ‘felek’ diye isimlendirdiği bi­nek yaratmıştır. Arş da bir felektir ve felek, insan-ı kâmilin istiva etiği yerdir. Allah Teâlâ insan-ı kâmil’in mertebesinin aşağısmda bulunanlar için de at, katır, eşek gibi başka binekler yaratmıştır. Onların üzerine oturulur. İnsan-ı kâmil de onlara binerken diğer insanlarla ortaktır. Öyleyse in­sanlar içerisinde kâmil olan, her bineğe binerken, kâmil olmayan feleğe dolaylı olarak binebilir, yoksa -yakîn ve kesin inanç hakkmda söylendiği üzereözü gereği binemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. İsa için şöyle demişti: ‘Yakîni artsaydı, havada yürürdü.’ Burada onun gece yolculuğuna (isra) işaret etmektedir. Hz. İsa peygamberimizden değil, fakat bizden daha kesin inanç sahibiydi. Biz ümmeti olduğumuz kimseye uymamız nede­niyle havada yürüyebiliriz, yoksa İsa’dan daha yakîn sahibi değiliz. İsa’nın ümmeti de -İsa’nın su üzerinde yürümesi gibisu üzerinde yü­rür. Fakat bizim için havada yürümek peygambere uymamız nedeniyle gerçekleşse bile, bütün ümmetinin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem gibi havada yürü­mediğini biliriz. Çünkü ümmetinin bir kısmı emredilen tüm konuların­da kendisine uyarken bir kısmı bütün konularda peygambere uymaz. Uymaya hakkını veren, (dolaylı olarak) Peygamberin hükmüne sahip­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederiz513 demiştir. Havada yürümek nerede, Hakkın bir insanın duyması ve görmesi olması nerede! Kastedilen, nafile ibadederdeki süreklilik so­nucunda (Hakkın kulun güçleri olması meselesidir). Bu neticeyi, Allah Teâlâ’yı sevmek amacıyla nafilelere devam meydana getirir ve bu sevgi, Hakkın nafile ibadederi yapan insanın duyması ve görmesi olmasını sağlar. ‘Emredilen veya yasaklanan hususta peygambere uymak nedeniyle do­laylı olarak’ derken kastedilen budur. Yoksa sadece onun ümmeti ol­mamız, bunu sağlamaz. Aksine bütün hususlarda uymak gerekir ve kast edilen özel bir uymadır. Çünkü o, başkalarından farklı, belli ve özel bir peygamberdir. Böylelikle şeriatın gereklerini yapmak ve yerine getir­mek, o şeriatı getiren peygamberin sahip olduğu halleri insana kazandı­rır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın bir inayetidir, çünkü her peygamberin ümmeti, peygamberin haline güç yetiremez. Güç yetirebilseydi, onun bir benzeri olur ve bu konuda bağımsız hareket ederdi. Gerçek ise farklıdır. İnsan her nereye ulaşırsa ulaşsın, tâbi olarak kalır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususu açıklayarak şöyle demiş: ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa, onun ve onu yerine getirenlerin ecri kendisine aittir.’ Âdet getiren insan, onu yapanların üc­retine ilave olarak, kendi ücretini de kazanır. Bu ücret, onların ücretine ve sevabına ilavedir. Âdete uyanlar ise hiçbir zaman bu makama ulaşa­mazlar. Binaenaleyh onlar, dünya ve ahirette peygambere tâbidir. Pey­gamberlerden ise, sünnetler ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla ümmetleri daima kendilerine tâbidir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ mutlak varlık sahibidir ve O’nu sınırlılıktan en­gelleyen bir sınırlılığı da yoktur. Bütün sınırlamalar, O’na aittir. Öyley­se O, mutlak anlamda sınırlılık sahibidir de. Herhangi bir sınırlılık, O’nun üzerinde hükümran değildir. Mutlaklığın O’nunla ilişkisinin an­lamını kavramaksın. Kimin varlığı böyleyse, nispetleri kullanmak onun hakkıdır. Bu bağlamda herhangi bir nispet, onun için, ötekinden önce­likli değildir. Öyleyse inkâr edenler nispetleri tahsis etmedeki (başarısız­lık) nedeniyle inkâr etmiştir. Bu durum, Yahudi ve Hıristiyanların diğer din ve mezhep sahiplerinden farklı olarak, söyledikleri şu söze benzer: Biz Allah Teâlâ’nın oğulları ve sevgilileriyiz. Onlar bu sözü söylerken kendisine bağlanırken, gerçekte hata bile olsa, nispetin kendisini anlamamışlardı. Allah Teâlâ onlara şöyle demiştir: ‘Niçin günahlarınız nedeniyle, size azap et­mektedir. Aksine siz de yaratıklar gibi insanlarsınız*14 Allah Teâlâ şöyle demek istemektedir: Allah Teâlâ’ya nispet edilen bütün bağlar, tektir. Niçin başkala­rından ayrı olarak, kendinizi O’na tahsis ettiniz ki? Hata etseniz bile, hatanız, nispeti genelleştirmedeki hatanız, onu özelleştirmedeki hata­nızdan ufaktır. Çünkü sizin yaptığınız (nispeti kendinizle daraltma), Allah Teâlâ hakkında delilsiz bir zorlamadan ibarettir. Başka bir grup, kendileri için nahoş buldukları, şeyleri Allah Teâlâ için kabul ederek, şöyle demiştir: ‘Melekler Allah Teâlâ’nın kızlarıdır.’ Böylelikle, Allah Teâlâ’nın kızları erkeklere tercih ettiği hükmünü vermişlerdir. Allah Teâlâ ise verdikleri hükmü reddederek, cevap vermiştir. Nitekim onlar, kendileri adına bunu nahoş bulup ortak koştukları kimseler hakkında şöyle diyorlardı: ‘Biz onlara bizi Allah Teâlâ’ya da­ha çok yaklaştırsınlar diye ibadet etmekteyiz5 Halbuki onlar, Allah Teâlâ için kullardan parça kabul etmişlerdir. Her şeyi Allah Teâlâ’ya izafe etselerdi, böyle açık bir küfür olmaz, aksine bu konudaki hüküm, nispet etikleri şeye göre değişirdi. Kul olmaları yönüyle genel nispet yaratıklara ait olsaydı, mutlu olurlardı; nebilik nedeniyle meydana gelseydi, kastettikleri şey nedeniyle sorguya çekilirlerdi. Onlar bu konuda ilahi bir habere dayansalardı, kurtulur, hatta Mutlu olurlardı. Misal olarak, ‘Allah Teâlâ bir çocuk edinseydi, seçerdi516 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ çocuk edinmeyi caiz saymış, hatta ona dair bir iz vardır. Çünkü Cebrail Meryem’e yakışıklı bir adam şeklinde gözükmüştü. Hakk kendisini suretlerde başkalaşma özelliğiyle nitelemiş, suretlerin hükümlerini kendisine vermiştir. Bu ancak iman nedeniyle imayla anlatılabilecek bir bilgidir ve genele ifşa edilemez. Bu­nun nedeni, bu konuda nefislerin maruz kalacağı zarardır. Geride seçi­min kimle ilgili olduğu kalır: Eşle mi ilgilidir? Bu durumda suretlerde tecelli yoluyla meydana gelir ve iki suretin aynı olur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir oyun edinmek isteseydik...’5'7 Çocuk kast edilir. ‘Onu kendi nezdimizden edinirdik.’5'" Çocuk anneden ibaret bir eşten doğabilir. Bu durumda eş hakkında seçim meydana gelmelidir. Eş O’nun katindadır. Öyleyse Hakk, kendi dışına çıkmamıştır. Adem de kendi eşinde kendi dı­şına çıkmamıştı. Adem bir parçası olanla cinsel ilişkiye girmiş, ikisinin toplamıyla kendisi meydana gelir. Bu durum ‘katımızdan519 ifadesinde belirtilir. Burada lev (ise) edatı, imkânsızlık bildirir. Dolayısıyla zikredi­len iki yönden meydana gelmez. Seçim oğulluk için olsaydı, oğul için değil, evlat edinmek için olurdu. Bu konuda onlar ilahi bir habere da­yanmıyor olabilirler. İlahi haber derken kitaplarda veya vahiyde pey­gamberlerin diliyle geleni kast etmekteyim. Bu durumda ya ilahi bir keşfe ve bu konudaki bilgiye dayanıyorlarsa, öğrendikleri şeyin etkisi al­tında kalırlar. Bu konuda taklit edenlerin mazereti yoktur. Çünkü onla­rın yaratılış yoluyla bilgiye ulaşma ehliyetleri vardır. Çünkü yaratılış, genel istidada sahiptir ki, öğrenme istidadır o. Öğrenmenin derecelen­mesi ise, genel istidattan başka özel istidattan kaynaklanır. Öyleyse ceb­ri kabul edenler habere bağlanırlarsa, mutlu olurlar. Haberi tevil eder­ken yanılıp doğru bilgiye ulaşamasalar bile, içtihat sevabı kazanırlar. Doğru yoruma varsalardı, maksat gerçekleşirdi. Bir kısmı rabbinden açık delile sahipken, bir kısmı sahip değildir; fakat o da gerçekte isabet edendir. Binaenaleyh ilahi dayanağı olan herkes kurtulmuştur. Hepsini inkâr etmek ise körlüğün zirvesidir.

VASIL

Kevnî Bir Tahsis

Bu, Allah Teâlâ’nın kullarının geneline ve bu yolda yürüyenlere verdiği bir sırdır. Seçlönlerde ise, böyle bir şey meydana gelmez. Çünkü ilahi bir nitelik olsa bile, Hakka dönüşü bakımından değil, âleme dönüşü yö­nüyle Allah Teâlâ’dan gelmiştir. Buna misal olarak ‘Dört şahit getirselerdi520 ayetini verebiliriz. Burada ‘lev’ edatı, ilahidir ve teşvik anlamı taşır. Allah Teâlâ ise, özel olarak bu nitelikle nitelenmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Niyetim­den dönseydim kurbanı kesmez ve onu umre sayardım, fakat kurbanı kestim. Ben bir haramı helal yapmam’ demiştir. ‘Kurban, yerine varınca-, ya kadar.’521 Öyleyse lev edatındaki teşvik anlamı, kendisinden anlaşıldı­ğı şeydir. Sanki kendisine şöyle demiştir: ‘Keşke umre yapsaydın.’ Seç­kinlerde tenezzül, kendilerini meşgul ettikleri ve Allah Teâlâ’yı razı eden fiil­lerde gerçekleşir. Böylelikle oiılara ikinci zamanda daha üstün ve ilkin­den daha yetkin bir davranış gözükür. Söz konusu davranışın üstünlü­ğü ya Allah Teâlâ’nın katindadır veya kişinin kendisi hakkındadır veya yumu­şaklık ve şefkat gösterdikleri başkasıyla ilgilidir. Bu davranış onlardan meydana gelirken, seçkinler şöyle diyerek Allah Teâlâ’ya karşı bir saygısızlık yapmazlar: ‘Allah Teâlâ’nın şöyle yapması, şöyle yapmasının bedeli midir?’ Böyle bir sözü seçkinler söylemez, çünkü Allah Teâlâ karşısında öyle bir söz, saygısızlık ve insanin tedbirini Hakkın tedbirine üstün tutmak demek­tir. Hakkın kendisini ‘işi yönetmek’ özelliğiyle nitelemesi, varlıkta hik­metin gerektirmediği bir şeyi yapmadığını öğretmek amacı taşır. Allah Teâlâ her şeyi bulunduğu yere indirir. Söz konusu yer öyle bir yerdir ki, Allah Teâlâ o şeyi oraya indirmeseydi, hikmete hakkını vermemiş olurdu. Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiştir. Bu nedenle kendisine nazaran Allah Teâlâ, kullarına ‘tenezzül’ özelliğiyle gözükmez. Böylece Allah Teâlâ bu tenezzülü dilde kulla­nır, hatta bütün dillerde onu kullarını sınama ve -inayet ehli sakınsın diyebir imtihan vesilesi saymıştır. Bu sayede inayetine mazhar olanlar başkalarından ayrışır.

Bilmelisin ki, mutluluğu sağlayan ilahi ihtisas, kâmil sureti veren ilahi ihtisastan başkadır. Bununla birlikte her ikisi, bazı şahıslarda bir araya gelebilir. Mutluluk veren, iman etmek ve muhalefetten kurtulmak veya tövbenin ardından ölmek gibi hususlardır. Suretin kemalini veren ise, iktidarın nüfuz etmesini ve himmeti (toplayarak) âlemde hüküm sahibi olma sağlar. Kâmil insan her iki nimede rızıklanır. En güçlü te­sir, Allah Teâlâ’nın gazap ettiği kimselerin tesiridir. Misal olarak haklarında ‘Kendilerinden umut kesince, onlardan intikam aldık522 denilen Firavun kavmini verebiliriz. Onlar bizi kızdırdı demektir. Allah Teâlâ’nın iktidarı et­kindir ve başkalarına ibret olsunlar diye onlardan intikam alır. Bunu ise yaratılanların kudretinin etkin olmasının bir karşılığı yapmıştır. Çünkü Allah Teâlâ ‘onlar bizi kızdırdı523 demiştir. Firavun’un ‘Onun üzerine altından bilezikler verilseydi ya’5U sözündeki bilgisine bakınız! Yani şöyle der: Lev (ise) edatı -ki tenezzül bildirirMusa’ya kudretinin bize işlemesi imkânı sağlamıştır ve bu sayede ona karşı koyamayız. Onu duyar, kendisine itaat ederiz. Çünkü iki el, kudret yeridir. Bilezik ise, altından yapılan ve kuşatıcı şekildir. Altın madenlerin kendisiyle gözükebileceği en yetkin surettir, iktidarın ve kudretin tesiri ise, ilahi tahsistir. Firavun kavmine bu tesirin Musa’ya verilmediğini söylemişti. Bu durum, söylediğimizi gösterir ve Firavun sözüyle bu anlamı kastetmiştir. Çünkü daha sonra ‘veya’ edatını kullanmıştır ki, bu edat, ilgili olana atıftır. Şöyle demiştir. ‘Ya da onunla birlikte melekler gelmeliydi.’525 Bunun nedeni, Firavun’un kavminin şunu bilmiş olmasıydı: Melekler gelseydi, hiç kuşkusuz, onlar isteyerek veya zorla Musa’ya boyun eğeceklerdi. Firavun şöyle der: Mu­sa’nın iktidarı bize niçin işlememiştir? Bize işleseydi, kendimizi bırakıp zorunlu bir şekilde onun sözünü kabul ederdik ve onun sözlerini ken­dimizden uzaklaştırmaya güç yetiremezdik. Ben dönünce, siz de onun sözüne dönerdiniz. Halbuki Musa ile birlikte kudretini etkinleştirecek kimse gelmemiştir. ‘Böylelikle kavmini hafife aldı.’ Yani onların mana­larını kendilerine söylediği söze gere ‘latifleştirdi.’ Firavun kavminde böyle bir hal meydana getirince, kendilerini konuyu incelemeye sevk etmiştir ve daha önce böyle bir durumda değillerdi. Böylelikle görünüş­te kendisine mecburen itaat ettiler, çünkü Firavun, korkulan ve bir şey umulan bir makamdaydı. İşin iç yüzündeyse, kendilerine söylediği şey­leri düşünerek, ona itaat etmişlerdi. Kalplerini bütünüyle Firavun’a ve­rip de o kalplerde kendilerini koruyacak Allah Teâlâ’dan bir pay kalmayınca, Allah Teâlâ’yı kızdırmışlar, Allah Teâlâ da onlara kızmış ve intikam almıştır. Böyle­likle onların durumu, gerçekte Firavun’un durumundan farklıydı. Fira­vun Musa’nın doğru söylediğini biliyordu. Başka bir ifadeyle Firavun, görünüşteki davranışına göre Allah Teâlâ’nın hakkında verdiği hükmü olduğu kadar içinden davetinde Musa’nm haklı olduğuna inanması nedeniyle de bâtınındaki hükmünü de biliyordu. Firavun’un içinde yerleşik imanı, Allah Teâlâ katında belirli bir zamana özgü olarak ortaya çıkmıştı. Bu iman, o zamanda ve özel bir halle ortaya çıkabilirdi. Böylelikle Firavun, zamanı ve hali gelince mümin olarak gözükmüş, kavmi bir ayet olmak üzere boğulurken, sadece kendisi -kavmi olmaksızınimanı ortaya çıktığında bir ayet olarak bedeniyle kurtulmuştu. Allah Teâlâ’nın kullarına olan rahmeti­nin bir yönü, ona cBugün seni bedeninle kurtaracağım526 demesidir. Kas­tedilen, kavmi olmaksızın, kendisidir. ‘Ardında olanlara ayet ol diye.’527 Allah Teâlâ’ya iman edip kendisini bedeniyle, yani zahiriyle kurtaranlara ala­met ol diye demektir. Onun bâtını, zaten şirkten korunmuştu, çünkü bilgi, engellerin en büyüğüdür. Böylelikle Allah Teâlâ, boğulmada kavmiyle Firavun’u eşidemişken, hükümde ayırmış, onları diğerleri, yani sonra­dan gelen ümmetler için bir selef ve misal yapmıştır. Firavun’a ise, kur­tuluşunun Allah Teâlâ’ya iman ederek tövbe edenlere ayet olması özelliğini tahsis etmiştir.

Kâmil-ilahi tahsis, mutluluk ve sureti birleştirmede ortaya çıkar. Bu nedenle müminin kemali, mekânda halife olmaya bağlıdır. Söz konusu mekânın özelliği, öfke ve gazap esnasında kudretin nüfuz etmesi şeklin­de (ilahi) suretin kemalinin gözükmesidir. Cennet böyle bir niteliğin yeri değildir, dolayısıyla orası, halifelik yeri değildir. Orası, velayet yeri­dir. Velayet sahibine kendisini aşamayacağı veya yaratılışının başkasını kabul etmeyeceği bir durum tahsis edilir. Farz-ı muhal, cennette gazabı gerektirecek bir durum olsaydı bile, velayet sahibi gazap özelliğine sa­hip olmazdı. Çünkü orası dünya yaratılışından farklı özel bir mizaca sa­hiptir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Yeryüzünde halife yaratacağım5211 demiş, ‘âlem­de’ dememiştir. Melekler itiraz etmeseydi, secde etmekle sınanmazlardı. Onlar, bilgide derinleşenlerin farkına varacağı gizli-ince öfkeye yol açan bir davranış nedeniyle sulanmışlardı. Âlemde gerçekleşen her ilahi inti­kam, Allah Teâlâ’yı öfkelendirdikten sonra gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ âlemi rah­meti nedeniyle yaram ve rahmetin özelliği, intikam almak değildir. Ga­zabın özelliği ise intikamdır. Fakat gazap, tabaka tabakadır. İntikam da onun terazisinde -bir ilave ve eksilme olmaksızınortaya çıkar. İntikam öfkelendiren adına bir temizlik olarak ortaya çıkar ve bu nedenle inti­kam sonsuza kadar sürmez. İntikam Allah Teâlâ katındaki belli bir süreye ka­dardır, ardından onu rahmet takip eder. Çünkü sonsuz ebedi hüküm, rahmete aittir. Zikrettiğimiz konuya akimı veren ve meseleyi iyi incele­yen, değerli bir bilgi öğrenir. O bilgi, adaletin ilahi hükme yayılması, ihsanın kapsayıcıhğı ve rahmetin gazabı geçmesini bilmektir. Böyle biri, Hakkın hükmünü hakikatlerin gereğine göre uygulayacağını bilir. Ha­kikatler, kendileri nedeniyle, değişmez ve başkalaşmaz.

Bu meselede zikrettiğimizi ayederi Hakk, mütercimi diliyle ‘tefekkür eden kavim için,s29 ‘akleden bir kavim için5530 getirdi. Bunlar başkalarına ait değillerdir. Sen de -kendini uzak tutman içinAllah Teâlâ’yı son derecesine kadar kızdırmanın bilgisini öğrenmeye çalışmalısın. Bu, herkesin bil­mediği sırlardandır ve Huzeyfe b. Yeman’ın -ki sahabedendirbilgisi buydu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin arkadaşları bu bilgiyi bildiği için onu ‘sır sa­hibi’ diye isimlendirmişti. Allah Teâlâ’nın dostlarına ihsan ettiği bilgiler arasın­da bundan daha faydalı bilgi yoktur ve bu konuda zevk sahibi kimse görmedim. Huzeyfe’den sonra, Allah Teâlâ ehli arasında bu bilginin kendi­sinde ortaya çıktığı kimsenin varlığını duymadım. Bu, gizli bir korun­madır ve neredeyse sahibi bile farkına varmaz. Keşifte ondan yetkini yoktur. Allah Teâlâ bu bilgiyi murakabe ehli edeplilere verir. Onlar, eşyayı Rab-merbub, Halık-mahlûk arasındaki ilişki ve mutabakata göre dikka­te alırlar. Onların üzerinde imkan ve olabilirlik hakimi hüküm vermez. Bu mertebede imkânın etkisi veya varlığı yoktur. O, aklın ardındaki bir makamdır. Çünkü akıl böyle bir durumda ‘imkân’ hükmü verir, halbuki gerçek öyle değildir. Fakat insan onu müşahede ettiğinde kabul eder; hakkında düşündüğündeyse, onu mümkün sayar.

Bu menzile özgü ilimlerden birisi, belirsizlik ilmidir. Belirsizlik, remiz, bilmeceler, sırlar bu menzilden öğrenilir. Kelimelerde ibaret bi­leşik harfler, bu menzilden öğrenilir. Nurlar ve şehadet âleminin ilgili olduğu görme, bu menzilden öğrenilir. Yaratma ilmi, bu menzilden öğrenilir. Birleştirme ve tafsil ilmi, bu menzilden öğrenilir. İlahi isim­lerdeki yükseklik menzilleri ve hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Aciz bırakma ilmi, bu menzilden öğrenilir. Takrir ilmi, bu menzilden öğrenîlir Bilgisizliğin neticeleri, bu menzilden öğrenilir. Bilgisizlik var ol­mayan bir şey iken nasıl olur da var olan hükmü olabilir? (Kevnî) ikti­dara (ilahi) iktidarın mukabelesi, bu menzilden öğrenilir. Hakkın varlı­ğının âleme yayılması, bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle hiç kimse O’nu inkâr etmez. Karıştırma, mahiyeti öğrenme arzusundan kaynakla­nır ve bu durum âlemde gözüken görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Âlemde bir hükmü olmaksızın, Hakka özü gereği özgü nitelikler, bü menzilden öğrenilir. Bütün şeriader ve onların belirlemeyle ortaya çık­tığı, bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle şeriatlar, bir süreye ve gayeye kadar devam eder. Hakk kıyamette iki grup arasında o şeriadara göre hüküm verir. İki diyar dolup cezanın süresi bittiğinde, rahmetin hükmü ortaya çıkar. Çift ve tek ve çiftin bilgisinin tekin bilgisinden önce gel­mesi, bu menzilden öğrenilir. Taşıyan ve taşınan nimederin belalara ve acı veren şeylere nüfiız etmesi, bu menzilden öğrenilir. Varlıklardan gücün olumsuzlanıp Allah Teâlâ’ya bırakılması, bu menzilden öğrenilir. Âle­min Allah Teâlâ ile âlem arasında bölünmesi, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ’ya ait âlem olan’ ile ‘âlem için âlem olan’, bu menzilden öğrenilir. Bunu bilen kimseyle bilmeyen bu menzilden öğrenildiği gibi onu bilenin kendisini gizlemesi gerekip gerekmediği bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi, özü gereği, gizli midir, değil midir? Hakemleşmeler, insanların bu konudaki dereceleri, bu menzilden öğrenilir. Hakkın hesaba çekmesi, bu menzilden öğrenilir. Bunlar niçin olur ve neye döner? Bütün yara­tıkların ilahi meşiyete dönmesinin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Bu bir bilgiden mi kaynaklanır, zorla mi meydana gelir? Taklit ile nazari araştırma arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Taklitçinin kendisini bağladığı şey, kendi hakkında bilgi midir, değil midir? Kaderin âlemin bilgisinin zıddına hüküm sahibi olması, bu menzilden öğrenilir. Genel anlamda akıbeder, bu menzilden öğrenilir. Onun etkisi kendisini bileni şimdiki halde kuşatır mı, kuşatmaz mı? Fetreder ve mensuplarının hükmü nedir? Şerefliler, bu menzilden öğrenilir. Mahiyeti nedir? Âlemde şerefli ve daha şerefli var mıdır, yok mudur? Yoksa âlemde de­recelenme yok mudur? Üstünlük var ise, bunu araştıran kimse bir denk­liğe mi ulaşır? Bu durumda her aşağı mertebedeki, üsttekinden (bir yönden) daha üstün olur. Bu, içlerinde Ebu’l-Kasım b. el-Kasi -ki Halü’n-Na’leyri’in yazarıdırbulunduğu bir grubun görüşüdür. Allah Teâlâ’nın sayesinde âlemde farklılık yarattığı hikmet, bu menzilden öğrenilir. Şey­tanın insandan ayrılmayışının nedeni, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kendisine şeytana karşı yardım ettiğini ve şeytanının Müslüman olduğunu söylemiştir. Batılın hakikat kisvesi giymesi, bu menzilden öğrenilir. Keşif, bu menzilden öğrenilir. Çünkü herhangi bir yaratılmışın bir konuda bir gücü yoktur ve her şey Allah Teâlâ’nın elindedir. Bu, teklifin varlığı nedeniyle, hayret ilmidir. Bu hayret, varlıkta herhan­gi bir güce sahip olmayanın yükümlü olmasını bilmekten kaynaklanır. İlahi sebeplerin sebeplilerdeki etkisi, bu menzilden öğrenilir. Acaba o zati midir, ilahi midir? İlahi tecellinin ve kendisine ^ağlanmanın verdiği gıpta, bu menzilden öğrenilir. Nebevi tevhit, bu menzilden öğrenilir. Bilginin âlemdeki hükmünü engelleyen perdeler, bu menzilden öğreni­lir. Bununla birlikte onun bilgisi kendindedir. Umutsuzluk anında ve azap geldiğinde Allah Teâlâ’ya dönmenin kabul edilmesi, bu menzilden öğre­nilir. Bu tövbe -dünyada azabı kendilerinden kaldırımsa bileahirette fayda vereceği, bu menzilden öğrenilir. Yunus’un kavmine tahsis edilen ayrıcalık ise, tövbelerinin dünya hayatındaki azabı da onlardan kaldır­ımsıydı. Bü durumda cOnlar azabımızı gördüklerinde fayda vermedi5531 ayetinin anlamı ortaya çıkar. Kastedilen, dünyadaki faydadır, çünkü Allah Teâlâ, ‘Onları azapla cezalandırdık ki, geri dönsünler532 buyurur. Öyleyse kendisine inen azabın kalkmasına rağmen tövbe edenin tövbesi mak­buldür. Çünkü kendisinden umulan bir şeyi meydana getirmiştir. Allah Teâlâ cUmulur ki, geri dönerler533 buyurdu.

Hakkın sırlarının âlemde ortaya çıkması ve âlemin Hakkın suretiyle zuhuru ve onun menzili, bu menzilden öğrenilir. Her türdeki velayetin çeşideri, sona eren ve ermeyen kısımları, bu menzilden öğrenilir. İlahi izafeder, bu menzilden öğrenilir. Onlar, teşrif tarzında mıdır, sınanma yoluyla mıdır? Yoksa bir kısmı teşrif, bir kısmı sınanma tarzında mıdır? Zahiri ve batını birleştirenin mertebesi, bu menzilden öğrenilir? Onun mertebesiyle birleştirmenin ilişkisi nedir? Vasıtalara dayanmanın hik­meti, bu menzilden öğrenilir. Acaba o, sınanma amacı mı taşır? Yoksa maksat vasıtaları şereflendirme midir? inatçılara karşı ilahi delilin ortaya konulması, bu menzilden öğrenilir, inatçılık yapmayıp Hakkı ehli ne­deniyle tanıyan, kimse bu menzilden öğrenilir. Zatî-ilahi ihata, bu menzilden öğrenilir. İlaveler, bu menzilden öğrenilir. İlave Zeyd’den sahip olduğu şeylerin alınıp Ömer’e verilmesi (intikal) tarzında mı ger­çekleşir? Yoksa yok olanın (madum) yinelenmesi yoluyla gerçekleşen ilaveler midir? Yoksa bir kısmı yok olanın yenilenmesi, bir kısmı intikal tarzında mıdır? Allah Teâlâ’ya özgü ilimler, bu menzilden öğrenilir. Oluşla il­gili ve akılca Allah Teâlâ’ya ait bir hüküm olamayacak ilimler, bu menzilden öğrenilir. Böyle bir ilmin şeriattaki hükmü, akıldaki hükmüyle bir mi­dir, değil midir? Bu ilim, duyularla gerçekleşen zevk ilmidir. Şefaatçile­rin mertebeleri ve nitelikleri, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede onlar şefaat etme hakkı kazanır.

Bu menzilin içerdiği ilimlerin bir kısmı bunlardır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi İkinci Sifir sona erdi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar