[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN YEDİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
SEKSEN ALTINCI
SORU
Ubudiyet Kaç Kısım Üzerindedir?
Cevap:
Ubudiyet (kulluk), kendilerini sayan kişinin cennete gireceği
ilahi isimlerin sayısınca, doksan dokuz paya sabittir. Her ilahi ismin kendisine
özgü bir kulluğu vardır ve yaratıklardan o isme ibadet eden, bu kulluğa göre
ibadet eder. Bu nedenle bu ilahi isimleri veliliği sabit olan velî bilebilir.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onları behrlediği sabit
değildir. Bazı insanlar bu isimleri sayarken onlarm hakkında nas olan isimler
olduklarını bilemez. Nitekim biri velî olur ve velî olduğunu bilemez. Allah
Teâlâ adamlarından bir kısmı, her ismin bu kuldan talep ettiği kulluk nedeniyle
onları bilebilir. Ârif-velî, bulunduğu vakitte kendisine hâkim isme göre onun
adına kulluğu belirler.
Bu ilahi isimleri ‘sayan’ kimse,
mânevî-duyusal cennete girer. Mânevî cennete girmesinin nedeni, bu isimlerin
talep ettiği kendilerine layık kulluğu bilmektir. Duyusal cennete girmesinin
nedeni ise, isimlerin talep ettiği ve kullardan istenilen amellerdir. Öyleyse
bunların ayrışması gerekir. Allah Teâlâ’nın kendisinden talep ettiği şeyi
bilmeyen bir adam kulluk paylarını nasıl bilebilir ki? Bu bakış açısıyla
kulluğun bir takım kısımları vardır ki sayıları zikrettiğimiz kadardır.
Bu kulluk ile amel edenler iki
adamdır: Birincisi, daha önce aklıyla hareket ederek amel ettiği bu kullukla bu
kez (Hakkın) şeriatı olması yönünden amel eder, ikinci kişi ise, aklı yönünden
onunla amel eder. Aklı yönünden bu kullukla amel eden kişi, şeriatı olması
bakımından onunla amel etmeyebilir. Aklı yönünden kullukla amel eden kimse,
bunları aydınlık bedenlere veya maddelerden soyut akıllara nispet eder ki, bu
zorunludur. Şeriat yönüyle bunlarla amel eden kimse ise, onları Allah Teâlâ’ya
nispet eder. Öte yandan eserleri ve yaratık ile onlar arasında vasıtalar
konulduğu için, nuranî heykellere ve maddelerden soyut akıllara nispet eder.
Sıradan insanlar, onları özellikle Allah Teâlâ’ya veya alışagelmiş bilhassa da
duyulur yakın sebeplere nispet eder. Bundan başka bir şey bilmezler.
Allah Teâlâ’ya yakın hiçbir kuldan
Rabbi karşısında mutlak kulluk ayağında durduğu hakkında ne bir ifade duydum
ne gördüm. Mele-i a’lâ ‘Orada bozgunculuk edecek birini mi
yaratacaksın5489 der.
Yaratıklardan seçkinler ise şöyle der: ‘Rabbimiz!
Nefislerimize zulmettik’490; ‘Rabbim!
Yeryüzünde kâfirlerden hiçbir hareketli bırakma.’491 Onlar
şöyle der: cBu topluluğu yok edersen, bugünden sonra yeryüzünde sana
ibadet eden kalmaz.’ Bütün bunlar, gayretin ve aceleci yaratılmış insana
acelenin baskın gelmesinden kaynaklanır. Acele, hükmünü bulunulan vakitte
ortaya çıkartan doğal bir harekettir. Bu hükmün sahibine eşlik etmesi ölçüsünde
ise kişi kulluktan perdelenir.
Herhangi bir makama zarar veren ve
makamın dışladığı bir şey söz konusu olduğunda, makam sahibi o esnada müstahak
olduğu kemâlle nitelenmemiştir. Kâmillerden olsa bile durum böyledir. Kulluk
nuru Rablık nuruyla birdir, çünkü kulluk nuru onun eseridir. Bir şey kulluğa
zarar verdiği ölçüde, Rablığa (nuruna) da zarar verir. Böyle bir zarar doğal
muduluğa zarar vermez ve etki etmez, ancak İlmî muduluğu etkiler. Bu konuda
derecelerin en geneli, iki derecedir: Birincisi insanın kendisinde yaratıldığı
acele, diğeri insanın tabiatında bulunan gaflettir. Mele-i â'lâ’nın doğada bir
parçası ve nuranî heykeli yönünden katkısı olmasaydı, Hakk onları didişme
özelliğiyle nitelemezdi. ‘Onlar didiştiklerinde Mele-i a’lâ
hakkında bilgim yoktur.’492 Mele-i
a’lâ kendisinde ortaya çıktığı doğal mazhar yönünden didişir. Bu durum
Cebrail’in (sahabeden) Dıhye şeklinde gözükmesine benzer. Onlarm maddînuranî
heykellerde görünmesi de böyledir. Duyuların algıladığı şeyler bu nurlardır.
Çünkü duyular onları sadece unsur kaynaklı doğal maddelerde algılayabilir.
Mele-i â'lâ bu heykellerden
soyutlandığında ise, ne tartışma ne niza kalır! ‘İki’ dediğin her keresinde
tartışma meydana gelir. ‘0 ikisinde ilahlar bulunsaydı fesat
çıkardı.*93 O halde,
her yönden birlik, eksiklik ve artış kabul etmeyen kemâldir. Birlikle birlenen
yönünden değil, birlik yönünden bak! Birlik birlenenin aynı ise, birlik
birlenendir. Birlik birlenenin aynı değil ise, o da bir terkiptir. Bu anlamıyla
birlik bizim amaçladığımız olmadığı gibi Allah Teâlâ adamları da onun peşinde
değildir. Bu nedenle ilahi isimlerin hükümleri isim olmak yönünden değişir,
elMuntakim ve eş-Şedidü’l-ikab isimleri nerede, el-Gafur, er-Rahim isimleri
nerede! el-Muntakim intikam alınan kimseden intikam almayı gerektirirken
er-Rahim intikam almamayı gerektirir. Herkes bir şeye kendi hakikatinin hükmüne
göre bakar. Bu durumda ise otoritenin ortaya çıkması için didişme
kaçınılmazdır.
İlahi isimlere bakan kimse, ilahi
tartışmanın (ve didişmenin) bulunduğunu söyler. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine
‘Onlarla en güzel şekilde mücadele et*9* diyerek
ilahi isimlerin gerektirdiği tartışmayı peygamberine emretmiştir ki, o da en
güzelidir. İhsan hakkında şöyle der: ‘Kendisini görürcesine Allah Teâlâ’ya
ibadet etmek.’ İnsan ihsana göre mücadele ederse, ‘Rabbini görür gibi’
mücadele eder. Rabbini ise, ancak ilahi isimlerin talep ettiği tezat yönünden
mücadeleci görebilir. Bunu bilmelisin!
Bu makamı (sırf kulluk) elde etmekten
beni alıkoyan şey, gaflettir. Benim ile onun arsında gaflet perdesi vardır. Bu
ise, kalkmayacak bir perdedir. Acele perdesine gelirsek, onun benden kalktığını
umarım. Gaflet perdesi, terkibin varlığı nedeniyle sürekli kalkamaz. Çünkü o,
ya manalarda ya cisimlerdedir. Bu perde kalksaydı, bu şahıs hakkında Rablığın
sırrı ortadan kalkardı. Bu ise Sehl b. Abdullah etTüsterî’nin ‘Rabhğın bir
sırrı vardır, ortaya çıksaydı Rablik bâtıl olurdu’ derken kastettiğidir.
Kendisine göre bunun kalkması ise mümkündür. Fakat zâtın bunu gerektirip
gerektirmediğini ve varlıkta zuhur edip etmediğini bilemiyorum. Şu var ki
bunun gerçekleşmediğini biliyorum. Yine de bunun imkânsızlığını bilsem bile,
gerçekleşmesinden ümitsizlik hakkında kesin bir kanaat taşımam. Samimi olan
kişinin elinden geldiğince bu makama yaklaşması gerekir, imkân ölçüsünde ilahi
mertebeye benzemeye çalışmak ise, isimlerle ahlâklanmak demektir ve arzulanan
kemâldir. Gerçekleşmede (vakıa) değil, sülük babında doğrusu budur. Vakıada ise
benzeşme yoktur. Bilakis o (mazhar), Hakkın ta kendisidir. Bir şey kendisine
benzemez. Mazharların en üstünü cem’ (birlik) mazharıdır ki, (bir yönüyle)
tefrikin (ayrım) ta kendisidir.
SEKSEN
YEDİNCİ SORU
Hakk Birleyenlerde Neyi Gerektirir?
Cevap:
Hakk birleyenlerde çatışmanın olmayışını gerektirir. Şöyle ki: Allah
Teâlâ ez-Zâhir ve el-Bâtın diye isimlendirilince, tartışma olumsuzlanmıştır,
çünkü ez-Zâhir el-Bâtın ile çatışmayacağı gibi el-Bâtın da ez-Zâhir ile
çatışmaz. Çatışma, iki zâhir veya iki bâtının bulunmasıdır. Hakk mazharlar
yönünden ez-Zâhir iken hüviyet yönünden el-Bâtın’dır. Mazharlar dış varlıkları
yönünden çok iken kendilerinde zuhur eden yönünden çok değillerdir. Öyleyse mutlak
birlik (ahadiyet), onların zuhuru yönünden, çokluk dış varlıkları yönünden
meydana gelir.
Hakk tevhid niteliğiyle nitelenen
birleyenlerde hüviyeti yönünden Hakkı birlemelerini gerektirir. Mazharlar
çoğalmış olsa bile, zuhur eden (zâhir) çoğalmaz. Onlar, bir şeyi gördüklerinde
söz konusu şey görülen, gören ve görüştür. Talep ettikleri şey ise, talep,
talep eden, talep edilen ve taleptir. Duydukları her şey duyan, duyulan ve
duymadır. Ne bir tartışma ne didişme vardır. Çünkü niza, onu zıdığa taşır.
Zıtlık ise, benzer ve birbirini iten şeydir. O halde burada benzerin ta kendisidir.
Çünkü iki zıt, muhaliften farklı olarak, iki misilolmayan şey olabilir.
Muhalif olan ise böyle değildir. Çünkü ondan karşı koyma ve didişme meydana
gelmez.
Bu nedenle Hakk, kendisi için
misaller verilmesini olumsuzlamıştır. Misaller kendisine gereken hakikate
aykırı bir takım zıtlardır. Teşbihi olumsuzlarken kendisiyle isimlendiği şey
ise O’nunla çelişmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur. O, işiten ve görendir.’495 Allah
Teâlâ renk, tat, koku taşıyan bir elma yaratır. Bölünmeyen cevherde ise çatışma
yoktur ve iki rengin ya da iki tadın ya da iki kokunun bölünmeyen bu parçada
bulunması imkânsızdır. Öyleyse, iki ilah olamaz, çünkü o ikisi benzerdir. Bütün
isimlerin varlığı tek hakikate ait olabilir. Çükü onlar, birbirine zıttır ve
zıtlık biraraya gelmeyi kabul edicidir. Benzerler ise, böyle değildir. Biraraya
gelmek imkânsız ise, bunun nedeni zıtlıktır, yoksa farklılık (hilaf) değildir.
Çünkü biraraya gelmek farklılık ile
çelişmez. O halde, her
biraraya geliş farklılığı gerektirirken her farklılık biraraya gelmeyi
gerektirmez.
Hakk birleyenlerden didişmenin olmayışını
gerektirir. Bunun nedeni, Rabbin rab kulun kul kalmasını sağlamaktır. Rab
kulluğunda kulla çatışmazken kul da Rablığında Rab ile çatışmaz. Bununla
beraber Rab ve kul vardır! Öyleyse birleyen, ilahi isimlerle ahlâklanmaz. Şöyle
diyebilirsin: ‘Birleyenin Haktan gelen yaratılmışların nitelikleriyle nitelenmesiyle
(ilgili ifadeleri) kabul etmemelidir. Örnek olarak beraberlik, iniş, istiva
etmek ve gülmek gibi kulların niteliklerini verebiliriz. Bunlarda bir çatışma
olmadığını söyledin. Burada ise kulluk ile çatışan Rablık vardır.’ Şöyle deriz:
‘İş senin zannettiğin gibi değil! Zikrettiklerin de kulluk niteliklerinden
değildir. Bunlar hüviyeti bakımından değil, mazharda zuhuru yönünden Rablık
nitelikleridir. Kul aslı üzerinde kul iken Rablık da aslı üzerinde Rab ve
hüviyet aslı üzerinde hüviyettir.’
Şöyle diyebilirsin: ‘Rablık hüviyetin
kendisi değildir.’ Şöyle deriz: ‘Rablık hüviyetin bir şeye nispetidir. Hüviyet
ise, özü gereği bir nispeti gerektirmez. A'yân’ın (-1 sâbite’nin) sübutu,
hüviyetten nispederi talep eder. ‘Rububiyet’ diye ifade edilen şey budur.
O halde Hakk birleyenlerin çatışmanın
ortadan kalkması için her şeyi birlemelerini istemiştir. Böylelikle çatışma
kalkar ve âlemin sürekliliği mümkün olur. Bu durumda ebedin anlamıyla ezelin
anlamı ortaya çıkar ki ‘la-yezel’ sözünün anlamı budur. An’a benzeyen çizgideki
varsayımsal nokta olmasaydı, ezel ve ebed ayırt edilemeyeceği gibi geçmiş ve
gelecek de zamandan ‘şimdi’nin yok olmasıyla ayırt edüemezdi. Nokta Rablıktır.
Rablık hüviyet ile a'yân-ı sâbiteyi ayırt etmiştir. Bunlar, mazharlar denilen
şeylerdir. Nokta sensin! Böylelikle O (hüve) ve ben (ene) ‘sen’ ile
ayrılmıştır. Bunu öğrendiğinde ise birleyensindir.
O halde, bir şeyi senden talep
ettiğinde, talep ettiği şeyi Hakka vermelisin! Biri sana şöyle diyebilir:
‘Diğer mertebede Allah Teâlâ’dan başkasının olmadığı sana açıklanmış değil
miydi? Buna dayandırılan hususlar da ortaya konmuştu. Burada neden bu
tartışmayı dile getirdin?’ Şöyle deriz: ‘Çünkü sen kendini -birleyenler olmamız
yönündenbir şeyi ‘bizde gerektiren’ diye isimlendirdin. Sen ise bizim sana
verdiğimiz şeyi gerektirmezsin. Biz sana bir şey vermedik, sadece (bu vermeyi
bizde) gerektirene (bir özellik) verdik. Bizi bizim dilimizden başka bir dille
konuşturma, çünkü söyleyen sensin: ‘Her
peygamberi kavminin diliyle gönderdik.*96 Bu bölümde
‘gerektiren’in bizce görülmesine ve bize görmediğimiz bir ismin hitap etmesine
şaşılır. Bu, bir sınama ve deneme hitabıdır.
SEKSEN
SEKİZİNCİ SORU
‘Gerektiren Hakk’taki Hakk Nedir?
Cevap:
Hakk, a'yânı (-ı sabite) ve mazhar olmaları yönünden kullarından Hakk
ettiği şeyi gerektirdiği için ‘Hakk’ diye isimlendirildi. Hakk ancak Hakk ile
istenilebilir. Bu ise ayn(-ı sâbite’den) sonra gerçekleşen bilgidir. Bu,
gerektirmeye konu olan şeye kendisinden istenildiğinde vereceği şeyi zorunlu
yapandır. Allah Teâlâ ‘Rabbiniz rahmeti kendisine yazdı5497
buyurur. Başka bir ifadeyle onu ‘zorunlu kıldı’ buyurur.
Böylelikle rahmet, Allah Teâlâ üzerinde bir Hakk oldu. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Müminlere yardım üzerimizde bir haktır.,49s O, Haktır,
başka bir şey değil! O, Hakk eden ve Hakk yapandır; O, zorunlu kılması yönünden
-zâtı yönünden değilhakların kendisine vâcip olduğu kimsedir.
A’yân(-ı sâbite) mazhar olmayı Hakk
etmeseydi, Hakk onlarda zuhur etmez ve bu konudaki zararlar nedeniyle ‘Hakim’
diye de isimlendirilmezdi. Hüviyet, amacı Rablığın otoritesinin ortaya çıkması
olan dış mazharlardaki zuhuru Hakk etmeseydi, a'yân’da zuhur etmezdi. Bir şey
kendisi nedeniyle ve kendinde zuhur eder. Öyleyse kendisi için kendisinde
zuhur edeceği bir hakikat olmalıdır. Böylelikle, kendisini mazharda görür ve
görülen ve gören diye isimlendirilir. Çünkü a’yân, Hakk etmez. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı*99 buyurur. Halbuki ‘a'yân rahmeti Hakk
etti’ demedi. Öyleyse a’yân(-ı sâbite) özel mazharlar olduktan sonra Hakk
edebilir.
Hakka de ki: Hakk kendinden
başkası değfi O, hakikatte Haktır
Gözümle gözümden başkasına
bakmıyorum Hakkın kendisi ise yaratılmışların aynıdır
Hakkın hüviyeti, Hakk iken adı da
Haktır. O, kendisiyle yaratılmış olandır (el-Hakk el-mahlûk bihî). Her şeyin
yaratılması, O’nun hakkıdır. ‘O her şeye yaratılışını vermiştir.’ ‘Gökleri ve
yeri ve ikisi arasındaki şeyleri Hakk ile yarattık.’ ‘Hakk ile indirdik, Hakk
ile indi.’ ‘Seni Hakk ile müjdeci ve korkutucu gönderdik.’ ‘De ki Hakk
Rabbinizdendir.’ Hakk, hakları talep etmektir. Hakk ile haklar talep edilir.
‘Haktan dışında dalaletten başka ne vardır ki? Nasıl da yüz çevirirsiniz.’
Hakk varlık iken dalalet ise nispette
şaşırmadır. Hakk indirendir. Hakk, indirmedir. Hakk indirilendir. Hakk,
Rabbimiz olması yönünden Allah Teâlâ’dandır. Haktan çevrilen kimse, nereye
gidecektir? ‘Nereye gidiyorsunuz?’ ‘O âlemler için bir öğüttür.’
Kastedilenler, alamet ve delil sahipleridir.
Bu soruda kendisinden sorulan ‘Hakk’,
birleyenlerden zikretmiş olduğumuz şeyi gerektiren Haktır. Varlığının kendisi
nedeniyle zorunluluğu için ‘Hakk’ diye isimlendirildi. O halde onun bu
gerektirişi, kendinden kaynaklanır, çünkü O bunu Zâhir’den bir mazharda gerektirmiştir.
Hüviyeti ise Rablığın mertebesinin kendisiyle gerçekleştiği mazharda zuhur
edendir. O halde, gerektirme ancak ondandır. Gereken de Hakkın ayn’ıdır.
Verirse alan O iken, alırsa veren yine O’dur. Onu bilen, Hakkı bilmiştir.
SEKSEN
DOKUZUNCU SORU
O’nun Başlangıcı Nedir? Cevap:
Burada £o’
zamiri Hakka döner. O’nun başlangıcı,
Hakkın kendisiyle isimlendirildiği el-Evvel’dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O
evveldir, ahirdir, zahirdir, bâtındır. Her şeyi bilendir O.’500
Allah Teâlâ bizim için kendisini el-Evvel diye isimlendirdi. Onun başlangıcı,
Hakkın ilk olmasıdır ve bu bir nispettir. Çünkü mevcudarın varlıktaki
dayanağı, Haktır. Öyleyse ilk oluşun Hakka nispeti gerekir. O halde O’nun başlangıcı,
kendisi nedeniyle ‘ilk olmak’ nispetidir. Bu nispet ise, mazharlarda ortaya
çıkabilir.
Hakk ilk akılda zuhur eder. İlk Akıl Allah
Teâlâ’nın yarattığı ilk şey olan Yüce Kalem’dir. Dolayısıyla Hakk, bu mazhar
yönünden ilktir, çünkü o, kendisinden var olan ille şeydir. Ezeli zât ilk
olmayla nitelenmez, onunla Allah Teâlâ nitelenebilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’yı tespih eder..: Bu durumda
o tespih edilendir. ‘Göklerdeki ve yerdeki her şey...’501
Kastedilen, hakikatleri yönünden eşyadır. ‘O,
azizdir: Başka bir ifadeyle hüviyeti sakınılmış olandır. ‘Hakimdir.’502 Burada
ise, tespih edilmeye uygundur. ‘O’nun için.’ Zamir Allah
Teâlâ’ya döner ve ‘Allah Teâlâ için’ demektir. ‘Göklerin
ve yerin mülkü...’ Bunun için o ikisinin ehli Hakkı
tespih eder. Çünkü onlar, göklerin ve yerin kabzasında sınırlı ve ezilmiş
kimselerdir. ‘Diriltir ve öldürür.’ Hakikati
(ayn) diriltir ve niteliği öldürür. Öyleyse hayat bulması yönünden ayn(-ı
sâbite) süreklilik sahibiyken nitelikler peşi sıra gelir. Bu hakikatten zail
olmasıyla bir nitelik ölür, diğer nitelik yerini alır. ‘O -Allah
Teâlâher şeye kadirdir.’503 Yani a’yân-ı sâbite’nin
şeyliğine güç yetirendir. Allah Teâlâ şöyle der: Onlar, ilahi iktidarın
altındadır. ‘O evveldir.’ Buradaki
zamir Allah Teâlâ için anlamında Allah Teâlâ’ya döner. Evvel ise mübteda olan
zamirin haberidir ve Allah Teâlâ için nitelik yerindedir. ‘Allah Teâlâ’ diye
isimlendirilen, mertebe yönünden isimlendirilmiştir. Zuhur eden ilk mazhar ise,
ilahi kalem, o da ilk akıldır. Ayn(-ı sâbite) ise, Hakkın kendisinde zuhuruyla
mazhar olmuştur ki, o da evveldir. Burada söz, mazhardaki zuhurla ilgilidir,
çünkü o mazhar vasıtasıyla ayrışır.
Öyleyse el-Evvel Allah Teâlâ’dır.
(İlk) Akıl ise, O’nun üzerinde perde ve niteliklerin ardarda gelişini gizler.
Mazhar olmaları yönünden bütün a'yân’ın (-1 sâbitenin) ulûhiyete nispederi bir
olduğu için Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirildi. Hakk, Bu, şahısların
sonluğu değil, cinslerin sonluğu anlamında el-Ahir’dir. O, cinslerin ve
şahısların başlangıcı bakımından el-Evvel’dir. Çünkü Allah Teâlâ tek varlık var
etmiştir ki, o da -nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin(İlk) Akıl ya da
Kalem’dir. Mazharları yönünden âlemin bir zahiri ve bir bâtını olduğu için, Allah
Teâlâ kendisinden zuhur eden nispet nedeniyle ‘zâhir’, kendisinden bâtın kalan
nispet nedeniyle ‘bâtın’ diye isimlendirildi. ‘O her
şeyi bilendir.’504 Kastedilen
şudur; a’yânın şeyliği, cinsleri, türleri ve şahısları yönünden varlığın
şeyliğidir. Kuşkusuz varlığın başlangıcının ilk akıl olduğu ortaya çıkmıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın yarattığı ilk şey
akıldır.’ İlk Akıl, Allah Teâlâ’nın kendisiyle gökleri ve yeri yarattığı
Haktır. Bu ifadenin anlamı, yirmi sekizinci soruda ‘Adi’ bahsinde geçmişti.
DOKSANINCI
SORU
Y aratılmışlarda N eyi Y aptı ? Cevap:
Yaratılmışlarda sözüyle (halk) takdire konu olmaları yönüyle yaratılmışları
kastetmişse, bunun cevabı ‘var etme’dir ve bu ise fiilin halidir.
Yaratılmışlarda derken, mevcut olmaları durumunu kastetmişse, sorunun cevabı
‘fena’ (yokluk ve silinme) halidir. Allah Teâlâ insana şöyle der: ‘İnsan
onu önceden yarattığımızı bilmez mi? Yani takdir ettiğimizi bilmez mi? ‘O bir
şey değil iken.’505 Burada, insanın aslına dikkat
çekmiştir. Allah Teâlâ varlık şeyliğiyle onu nimedendirmiştir ki bu, onda zuhur
edenin varlığıdır. Allah Teâlâ sadece insana hitap etti, çünkü insan âlemin
kendisinden dolayı var olduğu ve dikkate alman kimsedir. Yoksa, her mümkün
aynı konumdadır. İnsanın yaratılışının gereği budur. İnsan ilahi surete göre
yaratılmıştır ve âlemin hakikatlerinin toplamıdır. Bu nedenle Hakk kendisine
hitap ederken, tüm âleme ve isimlerine hitap etmiş olur. Burada söylenmesi
gereken diğer bir yön daha vardır ki, o hitapta ikincil derecede amaçlanır:
Bütün yaratıklar arasında insandan başka hiç biri ‘ilahlık’ iddiasında
bulunmamıştır. Yaratıkların en âsisi İblis’tir. Önün isyanının son noktası ise
ateşten yaratıldığı için kendisini Adem’den üstün görmekti. Çünkü İblis ateşin
en üstün unsur olduğuna inanıyordu. Günahının son noktası ise Adem’e secde emri
almış olması, buna karşın İblis’in -zikrettiğimiz nedenleAdem’e secdeye karşı
büyüklenmesi ve direnç göstermesiydi. Böylelikle Allah Teâlâ’nın emrine âsi
olmuş, Allah Teâlâ da onu ‘kâfir’ diye isimlendirmişti. Çünkü İblis,
bilgisizlik ve günahı birleştirmiştir. İnsan ise, en üst Rab olduğunu iddia
eder. Bu nedenle ‘İnsan düşünmez mi?5506
ayetindeki hitap insana yönelmiştir. Bu nedenle Hakkın yaratılmışlardaki
eyleminin ‘fena’ olduğunu söyledik. Başka bir ifadeyle Hakk, insanı bu niteliği
düşünmeye yönlendirmiştir.
Her bir yaratılmışa özgü ilahi fiil
ise, her bir yaratılmışa ilahi hikmetin gereğinden Hakk ettiği şeyin
verilmesidir. Bu durum ‘Her şeye yaratılışım verdi ve hidayet
etti’507 ayetinde
dile getirilir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdiğini
açıklamıştır. Herhangi bir şey, ‘bana şunu eksik verdi’ diyemeyecektir. Çünkü
kendi vehmince eksik olan o şey, kendisini bilmeyişi ve ‘her şeye
yaratılışını verdi’503 ayeti
kendisine ulaşmışsa iman etmeyişi nedeniyle, ona ilişen geçici bir durumdur.
Çünkü yaratılmış, -kendisi nedeniyle değil başkasından dolayı yaratıldığı
içinkemâlini ve onu eksiltecek şeyi bilemez. Yaratan ise, onu kendisi için
değil, onun için yarattı ve ona uygun olabilecek şeyi verdi. Kul ise Rabbi için
değil, kendisi için ister. Bu nedenle ‘şunu istiyorum’ ve ‘şu bende eksik
kaldı’ der. Rabbi için yaratıldığını bilseydi, Allah Teâlâ’nın yarattıklarını
Rabbine uygun en yetkin surette yarattığını bilirdi. Cahillerden olmaktan Allah
Teâlâ’ya sığınırım!
Bu mesele, büyükleri bilse bile,
arkadaşlarımızın gafil kaldığı bir husustur. Bu mârifette başlangıç, sona
ulaşan ve ortadaki kimselerin gerek duyduğu bir konudur. Çünkü bu konu Hakkın
kullarından talep ettiği edebin esasıdır. Bunu ise, ancak ‘Rabbimiz! Her şeyi
rahmet ve ilminle kuşattın’ diyenler bilebilir. ‘Yeryüzünde fesat çıkaracak ve
kan dökecek birini mi yaratacaksın’ diyenler ise, Hakkın yarattıklarını yaratmadaki
amacım anlayamamıştır. İş gerçekleştiği gibi olmasaydı, ilahi mertebeden
hükümleri ortaya çıkmayan pek çok hüküm işlevsiz kalırdı.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Siz günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah işleyen,
tövbe eden ve Allah Teâlâ’nın kendilerini bağışladığı bir topluluk getirirdi.’
Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem âlemde gerçekleşen her şeyin
ilahi bir ismin hükmünü ortaya çıkarttığına dikkat çekmiştir. Bu durumda ‘bu
âlemden daha güzeli ve mükemmeli imkân dâhilinde değildir.’ imkânda ancak
bunun sonsuza varan misalleri kalabilir. Bunu bilmelisin! İşte Hakkın yarattıklarındaki
fiili budur. Sorunun genel cevabına gelirsek, bu cevap şudur: Hakkın
yaratılmışlardaki fiili, yaratılmışların bütün hallerinde üzerinde
bulundukları durumdur.
DOKSAN
BİRİNCİ SORU
Hakk Niçin Vekil Edinir? Cevap:
Allah Teâlâ
emirlerini yürütmek ve
kelimelerini uygulamak amacıyla vekil edinir. Bu ise kendilerini adet
edinenin adet edindiği ilahi şeriatlara özgüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kendilerine
yazmadığımız halde bir ruhbanlık çıkardılar.’509 Allah Teâlâ, ruhbanlığa riayet
etmediklerinde onları kınamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Ona
hakkıyla riayet etmediler.’510 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise şöyle buyurur: ‘Kim iyi bir adet çıkartırsa, onun ecri ile onu
yapanların ecri kendisine aittir.’
İyilik, özü gereği sevabı talep eder.
Şeriat ise bu sevabı belirlemeyi açıklar. Nitekim bir ifadede ‘Kim
bir iyilik getirirse, ona on katı verilir’511 denilir. Allah
Teâlâ Davud’a şöyle demiştir: ‘Ey Davud! Biz şeni yeryüzünde halife
yaptık.’5'2
Kastedilen, kendisinden öncekilere ya da ez-Zâhir ismiyle Allah Teâlâ’ya
halifeliktir. Yarattıklarımın arasında kendisiyle görünmen için onu sana
giydirdik. ‘İnsanlar arasmda Hakk ile hüküm ver ve hevaya uyma.’513 Böylelikle dinini uygulamak üzere
Hakkın ‘Haklcı’ vekil edindiğini bize öğretti. Allah Teâlâ halifelerine şöyle
der: ‘Bu vekilin emrinin gereğine göre hüküm veriniz ve arzuya uymayınız.’ Söz
konusu olan, meşru ilahi kelimelerin uygulanması amacıyla vekil edinilmiş
Hakkın hükmüyle çelişen nefislerin iradesidir. Her muhatap, bir çobandır ve
sürüsünden sorumludur. Böylelikle adalet, halifelerinin yardımıyla, yarattıklarında
hükümlerini uygulamakla görevlendirdiği bu Hakkın niteliğidir. Mürşit, Allah Teâlâ’dır.
DOKSAN
İKİNCİ SORU
Bu Görevin Verildiği Hâlifelerde
Vekilliğin Ürünü Nedir? Cevap:
Bunun
ürünü, sürekli kulluğa riayettir. Söz konusu
vekilliğin nitecisi, budur. Fakat Rablığın afeüeri, ürünün özellikle insanlarda
ortaya çıkmasını engeller. Fakat onun bunun aşağısında olan başka bir semeresi
daha vardır. Bu ise ‘Hakkın kulun duyması, görmesi ve bütün güçleri
olmasıdır.’ Sonra, bu vekilliğin her şahısta otoritesini icrasma göre bir ürünü
vardır. Allah Teâlâ ehlinden akıl sahiplerinin çoğunun kendisi için ve
kendisinde amel ettiği vekilliğin ürünü ise, soyut himmetler vasıtasıyla iradelerinin
hazırlanmasıdır. Bir kısmı dünyada buna ulaşırken bir kısmı için bu imkân
kıyamet gününe saklanır.
Çünkü yaratılış nedenlerini bilen
adamların büyükleri, yaratılış karşısında dursalardı karşılık görürlerdi. Fakat
onlar, Hakkı yaratıklarında tasarruf etmek üzere bırakmışlardır. Nitekim
gerçekte de böyledir. Onlar Hakkın tasarrufunun zuhuru için bir yer olmada
ısrarlıdır. Onların üzerinde tasarrufun izi gözükseydi, kasıdarından ortaya çıkmazdı.
Allah Teâlâ bu tasarrufu onlar adma uygulamış ve Hakkın büdiği bir hikmet
nedeniyle onların üzerinde izhar etmiştir. Onlar bu işten habersizdir. Onların
bunu amaçlamaları ise, emredilmedikçe sürece, düşünülemez. Emredilenlere örnek
olarak, peygamberleri verebiliriz. Bu ise Allah Teâlâ’ya kalmıştır. ‘Onlar
kendilerine verdiği emirde Allah Teâlâ’ya karşı gelmez.’ Çünkü Peygamberler
kendilerinden ortaya çıkan fiillerin onlara izâfesinden korunmuştur. Şöyle
derler: Bu fililer, mazharlarında isimlerinden zuhur edene aittir. Bizim bir
iddiamız yoktur. Biz O’nun mazharı olurken ya da başka bir halde bir şey
değiliz.
Bu makam ‘ebet rahatlığı’ diye
isimlendirilirken bu makamda bulunan kişi rahata erendir. Söz konusu kişi
Rablığa hakkını veren kimsedir. Çünkü hüküm, -zâta değilmertebeye aittir.
Hükümdar emirlerini memleketinde uygular ve ona isyan edilmez, ondan korkulur
ve ümit beslenir. Bu durum ise, hükümdarın hakikati olan insanlıktan
kaynaklanmaz. Bunun nedeni, onun sultan olmasıdır ki, bu da mertebedir. Akıllı
insan, ülkede hüküm sürenin zât değil, mertebe olduğunu görendir. Emirlerin
uygulanması hükümdarın insan olmasından kaynaklansaydı, onunla başka bir insan
arasında fark kalmazdı. Bütün mazharlar için de aynı durum geçerlidir. O halde
‘Allah Teâlâ adamları’ mazhar olmaları yönünden değil, ‘a’yân’ olmaları
yönünden kendi nefislerine bakar. Böylelikle onlar değil, mertebe hükümran
olur. İşte bu, kendisiyle hükmettiklerinde devşirdikleri Hakkın semeresidir.
Onlar, ubudet ve ubudiyete ulaştıklarında bunu elde eder. Birincisi, farz ibadeti,
İkincisi ise nafile ibadettir.
DOKSAN
ÜÇÜNCÜ SORU
el-Muhik (Hakkı Veren) Nedir?
Cevap:
el-Muhik, hakkı verendir. Bu ise el-Hakim ve el-Adi diye nitelenen
kimsedir. Daha önce bu meselenin açıklamasını yapmıştım. Bilmelisin ki,
el-Muhik hakkı veren ise, o Allah Teâlâ’dan başkası değildir. Sûfiler ‘muhik’
derken hakkını talepte doğru iddia sahibini kastederler. Bu ise, güç bir
meseledir. Çünkü Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiştir. Yaratılış o şeyin
Hakk ettiğidir. ‘Allah Teâlâ her şeye Hakk edişini vermiştir.’ Allah Teâlâ ‘her
şeye yaratılışını verdi’ buyururken, Hakk ettiğini talep eden, hakkından nasıl
engellenebilir ki?
Şöyle deriz: ‘Her şeye yaratılışını
verdi’ demek, o şeyin zâtının doğrudan kurucu fasıllarıyla ilgilidir.
Fasılların talep ettiği ayrılmaz özellikleri ve arazları ise, vermemiştir.
Çünkü varlıkta süreklilik kazanan bir zâtın arazları, sonsuzdur. Sonluluğun
mümkün olmadığı bir şeyin varlığa bir defada girmesi mümkün değildir. Aksine
peş peşe ve ardışık olarak girerler. Öyleyse talep eden Hakk sahibi, söz konusu
zâtının (doğrudan) Hakk etmediği ayrılmaz özellik ve arazları talep etmez.
Örnek olarak hakikati düşünmeyi kabul etmeyen birinin düşünmek özelliğiyle
nitelenmek istemesini verebiliriz. Halbuki talebinde haklı değildir. İnsan
düşünme özelliği kazanmak istediğinde, kendisine hâkim tavır duyulurlarla
kalmak ise, göklerde, yerde ve bütün ayederde düşünmeyle ilgilenmenin peşinden
gitmelidir. Bu durumda talebinde haklıdır ve -gaflet kendisine hâkim olduğu
içindüşünmenin kendisinden olumsuzlanması iddiasında da haklıdır. Böyle biri, ‘her
şeye yaratılışını verdi’514 ayetinin
hakkının talebine karşı konulmayan Hakk sahibidir. Söz konusu kişi, zâtıyla
talebini Hakk eder.
Nasıl istemen gerektiği ve ne
isteyeceğini sana açıkladık. Hakk edenin özelliklerinden birisi de, istenilen
hakkı yerine getirecek kimseden istemektir. Böyle yapmazsa, şikâyet edilmemesi
gerekene şikâyette bulunmuş olursun.
Şeyhimiz Ebu Abbas b. Arif es-Sünhaci
duasında şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’m! Sen nebîlik ve resullük kapısını bize
kapadın. Velilik kapısını kapatmadın, Allah Teâlâ’m! Velilikte en büyük velî
için hangi mertebeyi belirlemişsen, beni o mertebenin sahibi olan velî yap!’
Şeyh, kendi adına Hakk olabilecek bir şeyi talep eden Hakk sahiplerindendi.
Gerçi nebîlik ve resullük, insanın aklen Hakk edebileceği şeylerdendir. Çünkü
insanın zâtı bunları kabul edicidir. Fakat şeyh, Allah Teâlâ’nın bunların
kapısını kapadığını ve şeriat nebîliğini kestiğini bildiği için, onları
istememiş ve Hakk ettiğini istemiştir. Allah Teâlâ, veliliği bize
yasaklamamıştır.
(Cennette Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e özgü bir makam olan) ‘Vesile’ isteği de bu kapsama girer.
Onun gibi olmasa bile, onun benzeri istenir. Hal karinesi nedeniyle, onu
benzeşmeye kattık. Vesile, cennette sadece bir adamın ulaşabileceği ve ona
layık bir derecedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Umarım
ki o kişi ben olurum. Kim bana vesile için dua ederse, şefaatim ona helaldir.
İçimizden biri kendisi adına ‘vesile’ duası yaparsa, Hakk etmediği bir şeyi Allah
Teâlâ’dan dilemiş olmaz. Çünkü belki de vesileye belli bir nitelikteki bir
şahıs ulaşabilir. Allah Teâlâ bize şöyle der: ‘Ona
vesile arayınız!,s'5 Allah
Teâlâ ‘ondan’ dememiştir. Bu ifadenin ‘tevessül’ anlamında da olması
mümkündür.
(Vesileye ulaşmayı sağlayacak) Bu
nitelik ise, ya verilidir ya kazanılır. Allah Teâlâ’nın peygamberi bunu
belirtmemiş ve belli bir kişi adına bunu engellememiştir. ‘Vesile Allah Teâlâ
nezdinde en üstün kimseye aittir’ de dememiştir. Biz Allah Teâlâ katında en
üstün insanın, hakkında ayet bulunan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
olduğunu biliyoruz. Böyle deseydi, bu bir engelleme olurdu. Vesile’ye ulaşan
kimsenin tekliği hakkında da bir şey belirtmemiştir: Acaba o bizzat tek kişi
midir, ya da o nitelikle bir midir? Bu durumda teklik, (şahsa değil) niteliğe
ait olurdu. Söz konusu nitelik bin kişide bulunsaydı, nitelik vesile’yi
isteyeceği için, hepsi adına ‘vesile makamı’ gerçekleşirdi. Şâri’den bütün bu
konularda bir ifade gelmediği için, vesile makamım kendi adımıza talep etmemiz
caiz olmuştur. Fakat başkasını tercih ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
saygı, bizi bunu istemekten alı koymuştur. Biz onun rehberliğiyle doğru yolu
bulduk. Kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizden onun adma vesile
talebinde bulunmamızı istemiştir. Edebin, başkasını tercihin ve güzel ahlâkın
gereği şudur: Vesile makamı bizim olsaydı, onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e bağışlardık. Çünkü o, mertebesinin yüksekliği ve Allah Teâlâ
nezdindeki konumuyla ilgili bilgimiz nedeniyle, her şeyin en üstününe layıktır.
Vesile duası yapmakla, bizim adımıza
cennette o dereceye benzeyen bir şeyin olmasını umarız. Söz konusu şey,
dünyada -meşru hükme görebize göre benzerin değeri gibidir. Bizim ile Peygamber
arasında iman kardeşliği vardır. Bununla beraber o, karşı konulamayan ve dengi
olmayan efendidir. Fakat o da iman yolunda bizimle beraberdir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Müminler kardeştir.’*16 Şeriatta insanın gıyabında kardeşi
için dua ettiğinde bir meleğin ona ‘senin adına da bir misli’ dediği yer alır.
Mümin Peygamber adma vesile duası yaptığında -Ki o bizden uzaktırmelek ‘misli
de sana’ der. Öyleyse vesile Peygamber için, misli ise dua eden içindir. Bu
durumda vesile sahibinin ulaştığı toplam derecelerden mislin değerinin misline
ulaşılır. Başka bir ifadeyle, vesilenin topladığı her şeyi biraraya getiren tek
bir derece yoktur. Bununla beraber vesileyi farklı derecelerde ayrı ayn
biraraya getiren şeyler vardır. Fakat vesile toplayıcıdır.
DOKSAN
DÖRDÜNCÜ SORU
Hakk Sahibi Olanın Yeri Neresidir?
Cevap:
Hakk sahibi olanın yeri, muktedir hükümdarın nezdinde ‘doğruluk
oturağıdır.’ Hakk sahibi, hakları ancak doğruluk oturağındayken talep edebilir,
çünkü o doğru sözlüdür. Haklar ise onları ulaştırmaya kadir olduğu bilinenin
nezdinden talep edilir. Aynı zamanda onlar, hükmü mülkünde geçen hükümdarın
nezdinden istenilir. Bu nedenle ‘muktedir hükümdarın nezdinde doğruluk
oturağında’ dedik. Bu Hakk sahibi, burada takva sahibiyle biraraya gelir. Takva
sahibi ise, cennetlerde ve nehirlerdedir. Bununla beraber, Hakk sahibi de
böyledir. Fakat takva sahibiyle Hakk sahibi arasındaki fark bilindiği için,
(girdikleri) cennetler bir olmamıştır. Fakat Hakk sahibi oluşunda takva
sahibiyle arasmda ortaklık gerçekleşmiştir. Öyleyse takva sahibi, ‘doğruluk
oturağı’na ancak Hakk sahibi oluşu yönünden ‘muktedir hükümdar nezdinde’
ulaşabilir. Burası, ayn’ın (-1 sâbite’nin) bâki olduğu iktidar ve ebedilik
mertebesidir.
Hakk sahipleri için isimlerin
mertebelerinden kendilerine yerleştikleri mertebelere göre farklı yerler
vardır. Onların mahalli ise es-Sadık, el-Hakk, en-Nasır ve bu anlamdaki
isimlerdir. Bu isimlerden hangisine bakılırsa, mahal o olur. Bu bağlamda zâtî
şeylerde Hakk sahibinin yeri vâciplerdir. Ulûhiyetteki yeri istenileni elde
etmek, ubudiyetteki yeri farzları yerine getirme kulluğu, hallerde tesir,
makamlardaki mahalli doğruluk, cennederdeki mahalli perdelerin kalkması,
dünyada ise himmet ile davranmaktır. Mârifederdelei yeri emri yönünden Hakk ile
beraber olmak iken adalet ve vefa yönünden ise âlemiyle birlikte olmaktır.
Böylelikle Hakk sahibi, her Hakk talep edene yardım eder. Bu durumda onun
makamı, değişmez ve bozulmaz. Çünkü onun her mertebede bir oturak ve meclisi
vardır. Hakk sahibi her nereye yerleşirse, orası onun evidir. Dolayısıyla
oruçlu ise (yolcu gibi) orucunu bozmaz, namazı kısaltmaz. Çünkü o, yolcu değil,
yerleşiktir. Hakta yolculukta kısaltma veya oruç bozmaya izin yoktur. Bu kişi
‘Ben (yolculuk esnasında) namazı kısaltmam, çünkü ben müminlerin annesiyim,
bir yere yerleştiğimde bir oğlumun evine yerleşirim, çünkü ben evimde sayılırım’
diyen Hz. Aişe’ye benzer. ‘Hakka’ yolculuk ise farklıdır. Çünkü Hakka yolcu
olan kişi, oruç tutmaz, namazı kısaltır. Bu oruçlunun iftarıdır.
DOKSAN
BEŞİNCİ SORU
Velîlerin Dinginliği Nedir? Cevap:
Velî
sebepleri takip edip tek tek kat
ettiğinde, ‘Caber Kına’ ve ‘Caber Sına’ ülkesine ulaşır, iki doğu ve
doğular ile iki batı ve batılar arası onun adına birleştirilir. Bu kişi, doğuş
ve batış yerine ulaşır, makamlara hakkını verir, nebilere haklarını verir,
şeriat nebilerine haklarını verir, Mele-i â'lâ’ya insaf gösterir, ilahi
isimleri ilahi isimlere yönlendirir, hiç bir yaratılmışın onun üzerinde hakkı
kalmaz. Çünkü o ne varistir, ne resuldür, ne imamdır, ne maliktir, ne adalet
veya zulmünden korkulup ihsanı umulan bir mevki sahibi de değildir. Bu kişinin
kadri bilinmez, hakla tanınmaz. Belirli bir yerde resuller onun gibi olmak ister.
Bu kişi, bütün bunları kendinde toplar. İşte bu, velîlerin kendisinde sakinlik
bulduğu dinginliktir. Onlar, ‘korunmuş gelinlerdir.’ Adamlar ki ne adamlar!
Onlar, bu dinginliğe kavuşur ve bu durum onlar adına sürekli meydana gelmez.
Tıpkı şimşelder gibi, ansızın gerçekleşen bakışları vardır. Bunlar,
kalıcılıklarının olmayışı yönünden, zâtî müşahedelere benzer, çünkü mertebeler
onların üzerinde hüküm sahibiyken doğaları onları talep eder.
Bir velî için bir vakit dinginlik
gerçekleştiğinde -ki uzun ya da kısa olabilir, çünkü süreklilik imkânsızdırvelî
doğasını neyin talep ettiğine bakar. Bu durumda ise, gezintiye çıkan kimse
gibidir. Onda zuhur edeni ve kendisinden istenilen kimseyi görür. Ya istediğini
ona verir ya da bunu engeller. O aynı yönünden buna güç yetirir. Dildcat
ediniz! Bu, Rablıktan herhangi bir şeyin katışmadığı sırf kulluktur.
‘el-Evvel, el-Ahir, ez-Zâhir ve el-Bâtın’dır’ Ayetinden Müminlerin Payı Nedir? Cevap:
Hiç
kuşkusuz, sadece haber sahibinden öğrendiği bir durumu
tasdik eden herkesin neyi tasdik ettiği bize ‘bâtındır.’ Haber verirken tasdik
ettiği şey ise, o kişi adına ‘zuhur eder.’ Onun el-Evvel’den payı, haberi
duyduğunda tasdik etmede duraksamamaktır (hemen tasdik etmektir). el-Ahimden
payı ise, -haber verenin verdiği haber üzerinde düşünürken düşüncesi haberi
zedelersedoğruladığı şeyde tereddüt göstermemektir. Çünkü iman, sınırlılık
kabul etmeyen, sınırsız bir nitelikten ortaya çıkan parıltılı bir nurdur. Bu
nur, kalpleri kuşattığında onun hükmü ez-Zâhir, el-Bâtın el-Evvel ve
el-Ahir’den meydana gelir, imanda müminler burada iki kısma ayrılır: Birinci
kısım, araştırma, istidlal ve kesin kanıttan (burhan) hareketle iman eder. Bü
kişinin imanına güvenilmediği gibi nuru da kalplerin sevinciyle katışmaz.
Çünkü onun sahibi, kendisine ancak delil perdesinin ardından bakar. Akılcılara
ait her teorik delil ise hakkında konuşulmayla maluldür. Delil ise belli bir
süreden sonra olsa bile zedelenme ve hakkında söz edilmesiyle maluldür. Burhan
sahibinin imanının kalbinin sevinciyle karışması imkânsızdır ve bu perde
onunla iman arasında kalıcıdır. Diğer mümin ise burhanı kalbinde imanın
gerçekleşmesinin ta kendisi olan kimsedir. Bu ise, kalplerin sevinciyle karışan
imandır ve dolayısıyla sahibinde bir kuşku bulunmaz. Çünkü kuşku onda imar
edecek bir yer bulamaz. Kuşkunun yeri delildir ve delil burada söz konusu
değildir. Öyleyse burada kuşku ya da müdahalenin girebileceği bir yer yoktur.
Bilakis o, bir artış halindedir.
İki türlü mümin vardır: Birincisi,
gözünde nur olan mümindir. Bu nur iman nuruyla biraraya geldiğinde, imanın
kendileriyle ilgili olduğu bilinmezleri algılar. İkincisi ise, iman nurundan
başka gözünün nuru olmayan kimsedir. Bu kimse (iman edilecek) şeye iman nuruyla
baktığı gibi başka şeylere de iman nuruyla bakar. Birinci müminin gözünde nurun
kaybolmasını sağlayacak bir şey bulunabilir. Bu nur iman nu-
ruyla birleştiğinde, imanın kendisini
kabulü zorunlu kıldığı durumları algılamayı gerektirir. Böyle bir mümin, delili
olmayan kimsedir. Eşyaya zâtıyla bakar ve kendisini kuşkuya düşüren kimseden
bir kuşku kendisine ulaşır. Çünkü onun fıtratı ^kendisi bakmasa bilekanıtları
incelemeyi gerektirir. Uyarıldığında da uyarılmış olur. Böyle birine ‘zevk’
hızla ulaşırsa ‘ne âla! Yoksa onun hakkında korkulur. Diğer mümin ise, yapısı
düzenlenmiş, güçleri dengelenmiş, ardından gözünün terkibi tamamlanmış, fakat
henüz kendisine nur üflenmemiş bedene benzer. Ruh üflenmediği için de gözünün
nuru yoktur, insan böyle sönük bir durumda olup iman nuru kendisine
üflendiğinde, gözü iman nuruyla eşyay! görür. Bu durumda kuşkuların bütün
olarak ona ulaşması mümkün değildir, çünkü onun gözünün iman nurundan başka
nuru yoktur. Zıt zıddı kabul etmez. Öyleyse onun kuşkuyu ve gördüğü konuda
tereddüdü kabul edebileceği bir nuru yoktur. Dolayısıyla onun gözünde,
sayesinde gördüğü şeydeki kuşku ve tereddüdü kabul edebileceği bir nuru yoktur.
Zevkler de böyledir ve onların (insana verdiği) yarar budur. İman ve fıtratın
bu mesabede olmadığı kimseden nebî ve velîlerden gerçekleşen ilahiyat
hususlarını tasdik nadiren gerçekleşir.
Akledilirleri incelemeyi kabul
etmeyen zeki fıtrat, ilahi ilimden gerçekleşebilecek şeylerin gerçekleşmesinin
önündeki en büyük engeldir. Sönük fıtrat ise kabul edicidir. Onun özü gereği
kendiliğinden bir nuru yok iken yegâne nuru iman nurudur. Böyle birinin
fıtratı, farklı türlerine göre, şeyleri incelemeyi gerektirmez. Söylediğimiz
hususu destekleyen bir kanıt, hurmaların aşılanması ve Bedir günü Peygamberin
sahabesiyle birlikte (Bedir kuyularında) konaklaması hadisidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Rabbimin bana ve size ne yapacağını bilmem, ben
bana vahyedilene uyarım’ der. Başka bir ifadeyle benim vahyin dışında ne bilgim
ne bir araştırmam vardır. Bu Allah Teâlâ ehlinden başkasının bilmediği bir
husustur. Nebilerin gaybdan melekler vasıtasıyla aldıkları haberler
karşısındaki konumları, müminlerin nebilerden aldıkları şey karsısındaki
konumlarına benzer. Nebiler Ruh’un kendilerine aktardığı şeye inanan kimseler
iken Ruh da kendisine aktarana (Hakk) inanan kimsedir.
Bir müminin ez-Zâhir isminden payı,
kendisine aktarılan şey iken el-Bâtın’dan payı kendisinden gizli kalan şeydir.
el-Evvel’den payı Hakk kaynaklı düşünceleri bilmek iken el-Ahir’den payı, diğer
düşünceleri
Hakk kaynaklı düşüncelere katmaktır.
Bu ‘Her şeyi bilendir’517 ayetinin tamamlanmasıdır.
DOKSAN
YEDİNCİ SORU
Müminlerin ‘O'nun Yüzünden Başka
Her Şey Helak Olacaktır’ Ayetinden Payları Nedir?
Cevap:
Mümin, daha
önce de zikrettiğimiz gibi, basiret gözünde
iman nurundan başka nur bulunmayan kimsedir. Her şey onun nezdinde şeyliğini
kaybetmiştir. Kastettiğimiz, sübut ve varille şeyliğidir. ‘Onun vechi (yüzü)’
ise bunun dışındadır. Bir şeyin vechi o şeyin zâtı ve hakikatidir. Aynı
zamanda vechi mazharı, yani dışta zuhurudur. Zâtının şeyliği, zorunlu olarak
yok olmaktan istisna bırakılan şeydir. Mazhardaki yüzüne gelirsek,
arkadaşlarımızın bir kısmı onu ‘her şey helak olaca/etır’518
ayetine katarken bazıları buraya dâhil etmez. ‘Yok olucu’ sayanlar, özel bir
mazharı dikkate almışken yok olucu saymayanlar ise herhangi bir mazhardan
yoksun kalamayacağını dikkate almıştır.
Biz ise Hakkın zâtı için ‘şeylik’
lafzını kullanmayı kabul etmeyiz. Çünkü böyle bir şey naslarda geçmediği gibi
bize böyle bir hitap da ulaşmamıştır. Saygıya riayet, yerinde davranıştır.
Öyleyse burada vechi el-Evvel gibi kullanmak daha yerindedir. O, Hakkın
hüviyetini değil, mazharını ifade eder. Mazharın ise, kendisiyle ve kendisinde
zuhur eden vech ile arasında ilişki vardır ve bu nedenle istisna geçerlidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim bir şeye sözümüz onu irade
ettiğimizde...™9 Yok iken
onu ‘şey3 diye isimlendirdi. Öyleyse ‘her şey5 yok
oluculukla nitelenir. Çünkü ‘yok olucu’ ibaresi, mübteda olan ‘her şey5
ibaresinin haberidir. Başka bir ifadeyle ‘şey5 denilen her şey
-mazhar olsa bileyok olacaktır. O mazhar iken ayn(-ı sâbitesinin) şeyliğinde
yok olmuştur. Dolayısıyla her şey varlıkla nitelenişinde yok olacağı gibi
yokluktan ibaret olan helak ile nitelenirken de yok olucudur.
Mümkün için yokluk, zatîdir. Yani,
zâtının gereği, yok (ma’dum) olmaktır. Eşya özü gereği bir takım şeyleri
gerektirdiğinde, söz konusu şeylerin ortadan kalkması imkânsızdır. Öyleyse bu
mümkün ‘ayn’dan yokluğun kalkması, imkânsızdır. Onun varlıkla nitelenip
nitelenmemesi birdir. Varlıkla nitelenen şey mümkünün aynı değil, onun (sabit)
aynında zuhur eden şeydir ki, bu nedenle mümkün ‘Hakkın varlığının mazharı’
diye isimlendirilir. Öyleyse her şey, yok olucudur ve bu nedenle Hakka ‘şey*
ismini vermeyi reddettik. Ayetteki istisna, munkatı’ istisnadır. Bu durum ‘Meleklerin
hepsi secde etti, İblis hariç5520 ayetindeki
istisnaya benzer.
Dikkat ediniz! Hakk özü gereği
varlığı Hakk ettiği için O’nun hakkmda yokluk imkânsızdır. Mümkün de özü
gereği yokluğu Hakk etseydi, var olması imkânsız olurdu. Bu nedenle onu
‘mazhar’ saydık. Kitabül-Mârife adlı
eserimizde ‘Mümkün özü gereği yokluğu Hakk etmez’ demiştik. İnsanların bir
kısmı böyle demişti. Mümkünün hakkı, özü gereği, varlık ile nitelenmesini
yoklukla nitelenmenin öncelemesidir, yoksa yokluk değildir. Bu nedenle de
‘tercih’ sayesinde varlığı kabul etmiştir. Öyleyse kendisine karşı varlığın
tercih edildiği yolduk, varlığını önceleyen yokluk değil, varlık halinde
varlığı esnasında varlığının karşıtı olarak onun adına bulunan yokluktur.
Varille olmasaydı, yokluk olacaktı. Bu yokluk, mümkünde varlığın kendisine
tercih edildiği yokluktur. Teorik düşüncenin gereği budur.
Bizim mezhebimize gelirsek, mümkün
ayn, varlık ile nitelenmeyi kabul etmek için değil, mazhar olmak üzere
mümkündür. Öyle olsaydı, varlık onun aynı olurdu. Mümkünde varlık, mevcudun
aynı değil, mümkün ayn’ın bir halidir. Onunla mümkün gerçek olarak değil, mecazen
‘mevcut’ diye isimlendirilir. Çünkü hakikat mümkünün mevcut olmasını kabul
etmez. Öyleyse ‘her şey yok olucudur’, nitekim öyle de olmaktadır. Onun
herhangi bir niteliği değişmez ve varlıkta herhangi bir nitelik değişmez.
Varlık varlıktır, yokluk yokluktur! Mevcut denilen şey mevcut, ma’dum denilen
şey ma’dumdur. Keşf ve vecd ehlinden tahkik ehli olanların tavrı budur.
Ön (yönün) kendisine ait olduğu yüz
de bu meseleye girer. Söz konusu olan ‘bakış’ ile sınırlanan ve bu sayede arka
yönden ayrılan yüzdür. Bir şahıs önünden gördüğü gibi ardından da görebilirse,
ensesiz ‘tümüyle yüz’ haline gelir. Bu nitelikteki birisi yok olmaz! Çünkü o
her yönden görmektedir, dolayısıyla yok olmaz. Çünkü göz, bakışıyla onu
korumaktadır. Kendisini yok etmek üzere hangi yönden bir şey gelse, ona
ulaşamaz, çünkü kendine gelen her şeyi görür. Bu durum, sınırlı yüz sahibinin
önünden gelen kişiden kendisini korumasına benzer.
Seksen yedinci kısım sona erdi, onu
doksan sekizinci soruyla seksen sekizinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar