İSLAM KORKUSU Kökenleri ve Türklerin Rolü
·
Giriş
·
I Taşları oynatan üç tarih: 1453, 1478, 1492
o 1 1453: Fetih ve telaş içinde bir Avrupa
o 2 İstanbul Mektupları (Lettere di
Costantinopoli)
o 2 Kehanet anlatıları (pronóstico)
o 3 Barbarlık: Belleklere kazınan
nahoş anlatılar
o 3 Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios
o 2 Yemek
o 3 Şarap: Müslüman topraklarda üzümün
kızı
·
X Anlatılarda ölümsüzleşen üç toprak
o 1 Kosova: Hezimetten doğan
kahramanlık destanları
o 2 İstanbul: Doğu'nun El Dorado'su
o 3 Mısır: İfritlerin yaşadığı yeryüzü
cenneti
o 2 Hıristiyanların dini dünyası
İSLAM KORKUSU
Kökenleri ve Türklerin Rolü
Yazan: Özlem Kumrular
İslam Korkusu
Kökenleri ve Türklerin Rolü
Yazan: Özlem Kumrular
Biricik hocalarım Halil İnalcık ve Ercüment Atabay'a...
Giriş
Kıymetli okur, önsözü okuyun; aksi
takdirde gerisini okumayın.
The Travels (1609),
William Biddulph
Sevgili okur, bu kitapta
başrollerini Türklerin ve Arapların oynadığı, Ortaçağ başından Yeniçağ'a uzanan
sürede Avrupa'daki İslam korkusunun hikâyesini bulacaksın. Büyük bir kısmı beni
de şaşkına çeviren sürpriz bilgileri, hep dünyanın öbür ucunda buldum. Küçük
bir ipucunun peşinden gidip hikâyenin eksik parçalarını bir araya getirdim.
Beyrut'ta bir kitapçıda, Sardinya Adası'nda bir arşivde, Cezayir'de bir
kütüphanede, Ljubljana'da bir sahafta, Zagreb'de bir sokak satıcısından alınan
bir eserde, yakın bir dostun özel arşivinde, Atina'da bir arşiv-kütüphanede,
Brüksel'de kitap yığınları altında kalmış özel bir yapıtta bu yap-bozun
parçalarına rastladım ve resmi elimden geldiğince tamamladım.
Bu bir imgebilim kitabıdır. Arap,
Osmanlı ya da Türk tarihi üzerine bir kitap değildir. İmgebilim çalışmalarının
gerektirdiği şekilde düzenlenmiş, kurgulanmış ve bu çerçevede araştırılmıştır.
Müslüman toplumların dışarından nasıl göründüklerini, Avrupa'nın İslam'la
istemsiz bir şekilde tanışmasının ardından yaşadığı travmayı, korkuyu ve buna
karşı uygulamaya koyduğu antipropagandayı incelemeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla içerideki gerçeklerden ziyade, dışarıdan görülen, çoğu zaman çarpık
algıyı işlemektir esas olan. Bu eser Osmanlı devleti ya da başka bir İslam
devletini incelemeyi değil, yarattığı tepkiyi incelemeyi hedeflediğinden
kaynakları da bu doğrultuda seçilmiştir.
Bu kitapta kahramanlarımız sınırlar
arasında gidip gelen, çoğunun adı bile hatırlanmayan küçük insanlar. Hikâyemi
onlar üzerine kurdum. Çünkü ne de olsa hayat ayrıntılarda gizlidir ve aslolan
bu küçük hayatlara sıkışan ve önemsiz gibi duran küçük olaylardır. Son yıllarda
dünyanın dört bir yanında İslam korkusu üzerine geniş bir külliyat çıktı. Ben
bu korkunun kaynaklarını büyük akımlar üzerinden değil de, işte bu sıradan
insanların hayat hikâyeleri ve edebiyattan parçacıklarla baştan kurgulamayı
seçtim.
Cezayir doğumlu yazar Y. B. (Yassir
Benmiloud) 2003 yılında Paris'te çıkan Allah Süperstar adlı eserinde
"şimdi durumu size açıklığa kavuşturacağıma söz veriyorum" der ve
şöyle devam eder: "Önce şunu söylemek lazım, İslamcıları Müslümanlarla
karıştırmamak gerekir, çünkü onların İslam'la alakası yok, çünkü Allah
köktendincilere karşıdır. Özetliyorum: İslam insanın Tanrı tarafından
sömürülmesidir, İslamcılık da tam tersi."[1] Bu sert söylem kitabın neden
Cezayir'de değil de Paris'te yayımlandığını yeterince açıklar. Paris'in kuzey
varoşlarının diliyle, Fransa örneği üzerinden Avrupa'nın İslam korkusunu
hicveder ve "Mesela ben Müslüman'ım, ama fark etmez, çünkü sana bir şey
yapacak değilim. Babam da günde beş kez namaz kılarken kıbleye dönüyor, sana
değil. Ne demek istediğimi anlıyor musun?" derken de adeta hicvi
sertleştirir.[2] Diğer bir taraftan Bernard Lewis de
Müslüman olmayan bir İslam tarihçisi olarak "farklı ırklardan insanlara
kardeşçe, farklı inançlardan insanlara ise yan yana makul bir hoşgörüyle
yaşamayı öğreten bir dinin" zaman içinde olumsuz pek çok kavramla eş
tutulduğunu anlatan makalesinde İslam'ın modern dünyada nasıl algılandığını
özetler.[3]
Salamanca Üniversitesi'nin saygın
Arap dili ve İslam çalışmaları profesörü ve İspanya'nın İslam üzerine en
verimli külliyatının sahibi, harika akademisyen Felipe Maíllo Salgado'nun Acerca
de la conquista árabe de Hispania (İspanya'nın Araplar tarafından fethine
dair) adlı çalışmasına yazdığı önsözde, onca yıldır dillerine, tarihlerine,
kültürlerine emek verdiği Müslümanlar konusunda zıvanadan çıkmış yorumlarda
bulunmasının altında yatan ne olabilirdi? "Ahlakın sekülerleşmesine karşı
çıkan ve seküler sağduyuyu demokrasilerin medeni temeli olarak kabul
etmeyen" bir ümmeti bu denli hararetle tenkit etmesinin sebebi neydi?[4] İspanya'ya gelip "uğruna
hiçbir savaş vermedikleri [İspanyolların] özgürlüklerimizin tadını"
çıkarmalarını da şiddetle kınıyordu. Bugün İspanya'da yaşayan, camileri
devletin bütçesinden yapılan Müslümanların sonunda "kendilerini konuk eden
topraklarda geleneklerini alenen yerleştirmeye çalışmalarını" protesto
ediyordu. 2010 Nisanı'nda bir grup Müslüman, eskiden cami olan Córdoba
(Kurtuba) Katedrali'nde Paskalya'nın göbeğinde toplu bir dini ayin yapmaya
kalkışmışlardı. Oysa nisan ve mayıs ayları boyunca yüzlerce Hıristiyan Fas'ta
dinlerini yaymaya çalışmakla (proselitismo) suçlanarak ülkeden
atılmışlardı.[5]
Özetle, elinizdeki bu kitabın
işlerin bu noktaya nasıl varmış olduğunu/olabileceğini anlatmaktan başka bir
iddiası yoktur. İslam'ın başta Hıristiyan dünyasıyla aynı alanda mesken
tutmasıyla/tutmaya çalışmasıyla ortaya çıkan, yüzyıllarca sürecek bir
çatışmanın kaynaklarına mütevazı bir giriş yapmak dileğim.
2008 yılında yine Doğan Kitap'tan
çıkan Türk Korkusu adlı kitabımda Türkler üzerinden İslam korkusuna
geniş olarak yer vermiştim. Avrupa'nın İslam ve Müslüman algısı konusunu o
eserde tüm detaylarıyla incelediğim için, o sayfalarda işlenmiş noktalara
yeniden değinmedim. Bu kitaptaki eksikler orada mevcuttur.
Bu kitap başta İspanyolca, İtalyanca
ve İngilizce olmak üzere, Katalanca, Fransızca, Portekizce, Yunanca ve Almanca
kaynaklardan yararlanılarak oluşturulmuştur. Kaynakların bir kısmına ulaşmamı
sağlayan dostlara sonsuz teşekkürler. Öncelikle kitabın ilk halini büyük bir
sabır ve özenle okuyan, hatalarımı tespit eden dostum Derya Tulga'ya sonsuz
teşekkürlerimi iletlemeliyim. İyi ki var! En yakın dostum ve biricik hocam
Yusuf Eradam'ın kitap yazma süreci boyunca eline geçen her veriyi ve kitabı,
kitabın atölyesine getirdiğini söylemeliyim. Kitaba son anda hakkınca
sığdıramadığım bir Hırvat destanı olan Osman'ın metnini Girit'e kadar
elleriyle getiren Hırvat tarihçi dostum Vjeran Kurşar'a ne kadar teşekkür etsem
az. Bir sonraki çalışmada hak ettiği yeri alacak eser. Benimle
Alexandroupolis'te (Dedeağaç) kitapçı kitapçı dolaşarak danışmanlık yapan, pek
çok kitap hediye eden biricik Yunan arkeolog dostum Dimitris Merkouris ise
hayatımın tadı tuzu. İspanya'dan konuyla ilgili kitaplarımı bulup gönderen en
yakınlarım Ana Carabias Torres, Emilio Sola Castaño, Fernando Fernández
Lanza'ya; her yeni çıkan kitabını bıkıp usanmadan sevgiyle gönderen
akademisyen/yazar Felipe Maíllo Salgado ile Hırvat arkadaşım Lovro Kunčević'e
ayrıca teşekkürler. Zorlu Almanca metinler konusundaki yardımı için biricik
Almanca hocam Nurten Bilenoğlu'na ve dini terimler konusunda sabırla destek
olan dostum Vagarşak Seropyan'a da şükran borçluyum. Canım arkadaşım Adolfo
Muñoz García'nın verdiği yarım milenyumluk Salamanca türküleri kitabı renklendirdi.
Bunun yanı sıra sevgili hocalarım Nilüfer Narlı ve Nebi Ceylan, sevgili
arkadaşlarım Aslı Niyazioğlu, Levent-Deniz Safalı, İrini Dimitriadis, Giorgios
Koutzakiotis, Niça-Antonio Filipuçi ve bana az kalsın unutacağım bir eseri
hediye eden Mehmet Burak Çetintaş'a da sevgiler. Telaştan katkılarını unuttuğum
dostlarıma ayrıca teşekkürler.
Ve en önemlisi en sona... Ben çok
şanslı bir insanım. Çünkü Halil İnalcık ve Ercüment Atabay gibi iki muhteşem
hocanın yakınında olma lüksünü verdi hayat bana. Kutb-ül müverrihin Halil
Hocamız her türlü desteği, varlığıyla, tüm nezaketiyle gönderdiği kitaplarıyla,
gösterdiği yolla, sohbetiyle bu kitabı mümkün kıldı ve elinizdeki kitabın bazı
bölümlerini okuyup sabırla düzeltti. Onun şefkatine layık olmaya çalışacağım.
Ercüment Hocam dünyanın diğer ucuna da gitsem bulamayacağım sayısız kitabı ve
yakın arkadaşı Bernard Lewis'in yıllar yılı kendisine gönderdiği off-print'leri
bana "yerini buldu" deyip hediye ederek, hayat boyu her konuda
cesaret verip destekleyerek, yalnız olmadığımı hatırlatarak bu kitaba tam
anlamıyla can verdi. Allah onlara sağlık ve huzur dolu daha nice yıllar versin!
Lütfen sonuna kadar okuyun.
I
Taşları
oynatan üç tarih:
1453, 1478,
1492
1
1453: Fetih ve telaş içinde bir
Avrupa
Sene 1439, kış mevsimi. Fatih'in
İstanbul'u fethinden tam 14 yıl önce. Kadırgalar İtalya'nın kuzeyinde, Veneto
bölgesindeki Adige Nehri'nden girip karlı dağları aşarak Garda Gölü'ne inerler.
Brescia şehrini Milano Vikontu'nun kuşatmasından kurtarmak isteyen Venedik'in
karadan şehre götürdüğü yardım Milanolular tarafından engellenince, onlar da
koca koca kadırgaları karadan yürütmeye karar verirler. Yani, Senato'nun
Venedik doçuna yazdığı kelimelerle: Galeas per montes conducendo
(kadırgaları dağlardan yürüterek). Erasmo da Narni ya da takma adıyla
Gattamelata'nın kumanda ettiği bu nefes kesen donanma, karlı tepeleri aşıp
Garda Gölü'ne indiğinde Milanoluların nasıl bir şaşkınlığa uğradığını
bilemiyoruz, ancak Giralamo dalla Corte'nin Istoria di Verona (Verona
Tarihi) adlı eserine düştüğü notu atlamamak lazım gelir: "Donanmanın
gittiği bu yerleri, şoseden çıkıp o tepelerden nasıl hızla indiğini gören
birisi bunun insan dehasının ve gücünün çok ötesinde olduğuna karar
verirdi."
Bu unutulan şaşaalı donanmanın tarihini
Kuzey İtalya'nın farklı şehirlerindeki arşivlerden ve kroniklerden topladıktan
sonra, müthiş bir tiyatro oyunu haline getiren Paolo Domenico Malvinni
olmasaydı, tarihin bu renkli sahnesi hâlâ tozlu arşivlerde, kroniklerde ve
birkaç satırla geçildiği biyografilerde saklanmış olacaktı.[1] 2010 yılında Trento'da sahnelenen
ve Titino Carrara ve Laura Curino'nun canlı oyunculuğuyla vücuda gelen bu tarih
kesiti, Malvinni'nin köylülerinin tatlı Veneto ve Trento şivesiyle daha da
renkleniyordu. Dağın tepesindeki küçücük evlerinin penceresinden kadırgaların
geçtiğini görüp "La nave sula montagna!" (Dağın tepesinde gemi
ha!) diyen kızcağızı düzeltir ağabeyi: "Fradel, se dis: la neve sula
montagna" (Kardeşim, dağın tepesinde kar var, denir). "La
nave" (gemi) ve "la neve" (kar) belki de hiçbir zaman olmadığı
kadar anlamlı bir benzerlik ve kafiye içindedir. Ağabeyi bu kısmen uyumsuz
diyaloğun sonunda şöyle devam eder: "İnanmıyorum, ama görüyorum. Dağların
tepesinde görüyorum... Kadırgalar!"[2]
1453 yılının Mayısı'nda Fatih'in
gemilerini Beşiktaş/Tophane tepelerinden çıkarken gören Bizans ahalisi ne
düşünmüştü? Çıplak gözle görülebilen bir manzara mıydı bu, yoksa Bizans
halkından birileri de tepeleri tırmanan gemileri ellerindeki merceklerle
şaşkınlık, korku ve dehşet içinde izliyorlar mıydı? Halk da bunun "insan
dehasının ve gücünün ötesinde" olduğunu düşünüyor muydu acaba?
Gemilerini karadan yürüten Fatih,
bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir şehri, bir megapolü fethederek bir
tarih yazacaktı belki, ama bugün sanıldığı gibi dâhice karadan gemilerini
yürüten ilk hükümdar, ilk komutan olmayacaktı. Fatih, Aydınoğlu Umur Bey destanında
da var olan karadan gemi yürütme tekniğini bu cesur denizcinin de uyguladığını
biliyor muydu? Enverî'yi okumuş muydu? Yoksa yakın çevresindeki Venediklilerden
Gattamelata'nın bu ağızları açık bırakan macerasını mı dinlemişti? Her ikisi de
doğru olabilir. Sonuç itibarıyla Ortaçağ İspanyol destanı olan Cantar del
mio Cid'i (Cid'imin türküsü) yeniden yorumlayan Ortaçağ tarihçisi
Salustiano Moreta Velayos'un söylediği gibi, "Tek bir tarih yoktur."[3]
Şimdi de meseleye başka bir yerden
bakalım... Chklosvski'nin masal analizleriyle ilgili verdiği bir örnek olan Bir
Postluk Arazi masalını başka bir niyetle ele alalım. Masal kahramanımız,
hasmından bir sığır postunun kaplayabileceği kadar bir yer talep eder. Ve
elindeki postu olabildiğince ince katlara ayırıp birbirine dikerek karşı
tarafın hayal bile edemeyeceği kadar bir arazi ele geçirir.[4] Bu hikâyeyi tanımamamız mümkün
değil! Fatih'in Rumelihisarı'nı inşa etmeden önce bir "gönlük yer"
talebinde bulunup, o öküz postunu ince ince kesip hisarın yapıldığı alanı
Bizans'tan nasıl ince bir zekâyla kopardığına dair efsanevi anlatının aynısı
değil midir bu? Masalların tarihlerini, yazarlarını bilemeyiz. Dolayısıyla
bunun eskiden beri var olan bir Slav masalından mı türetildiğini, yoksa keskin
bir zekâsı olan Fatih'in gerçekte de elde ettiği arazi hakkında üretilmiş bir
masal olarak mı bize kadar ulaştığı konusunda kesin bir yargıya varamayız.
Berbat kaderden dolayı Turkopolis
denen şehir
Sonuçta İstanbul fethedilmişti.
Avrupa'da gerçek bir korku fırtınası esmeye başlamış, din adamları,
hükümdarlar, yerel yöneticiler ve diğer bireyler arasında gidip gelen
"felaket haberleri" bu dalganın da büyümesine yol açmıştı. Şehirden
kaçmayı başaranlar kaleme kâğıda sarılıyor ve haberleri daha da uzaklara
iletiyorlardı. Sadece "meşum" haberlerle değil, dramatize edilmiş
sahnelerle dolu bu mektupların İstanbul'un fethinin geniş kitlelere ulaşırken
yarattığı psikolojik etkiyi de hesaba katmayı unutmayalım. Ruteno Kardinali
Isidoro şehirden kaçabilmesini "balinanın karnından kurtulan Yunus gibi
Tanrı da beni dinsizlerin elinden kurtardı" şeklinde dramatik bir hale
getiriyordu.[5] Son imparator Konstantin'in ruhunun
göğe uçması da yeterince teatral bir sahne şeklinde tasvir ediliyordu.[6] Isidoro "Hatta Tanrı bile yüz
çevirdi" diyor ve "bu şehre bir zamanlar dinsizler ve gaddar kâfirler
tarafından Konstantinopolis denilirken şimdi ise berbat kaderden dolayı
Turkopolis (Türk şehri) deniliyor ve ben bunun hatırası için sürekli nehirler
dolusu gözyaşı akıtıyorum" diye trajik anlatısına devam ediyordu.[7] "Konstantinopolis şehri
öldü" deniyordu. Artık hiçbir hayat belirtisi yoktu. Bu arada Pera
adındaki şehir de çıplak gibiydi.
Düşmanın kılıcı tepemizde
sallanıyorsa
Siena Piskoposu Enea, Venedik
nezdinde elçi olarak görevlendirilen Leonardo Benvoglienti'ye gönderdiği
mektupta, kendisine gönderilen haberleri aldığını bildirirken aslında tüm bu
haberlerin kısa bir özetini çıkarmış olur: "Her ne kadar ben
Konstantinopolis'in alındığına, Pera'nın tahrip edildiğine, Türk'ün çok
kuvvetli bir tehdit unsuru olduğuna, İtalya'nın bir savaşa kurban gittiğine ve
artık hiçbir düzelme ümidinin bulunmadığına dair haberler aldım ise de
anlattığın hadiselerin gelişmesi hakkında hiçbir şey bilmiyordum."[8] Fetih yılının 25 Eylül'ünde
gönderilen bu mektup, bir taraftan Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşme
hayallerinin suya düştüğünü gösterirken, diğer bir taraftan da bir sonraki
yüzyılda hem Katolikler hem de Protestanlar tarafından sıkça kullanılacak olan
bir savı gündeme getiriyordu. Enea, "Eğer Efendi'nin kızgınlığı bizim
üzerimize Türk'ü salıvermişse ve düşmanın kılıcı tepemizde sallanıyorsa neden
hayret ediyoruz?" diye bir tecahül-i arife başvuruyordu. "O ilahi
kanunlara karşı gelenleri din dışı bir davranışla cezasız bırakmamak niyetinde
görülüyor. İşte bu sebepten dolayı Tanrı'nın inayeti sayesinde bu çok azgın
Türk, Konstantinopolis'i ele geçirdi." Tanrı Türklere zaferi
Hıristiyanları cezalandırmak için veriyordu. Bunu bir sonraki yüzyılda Luther
başta olmak üzere pek çok düşünür, din adamı ve hükümdar defalarca
dillendirmişti.
Katolikler "Mağrur
Bizans"ın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesini hep Tanrı'nın şizmatik
Ortodokslara verdiği bir ceza olarak görmüşlerdi. Ayrıca daha beterinin de
Protestanların başına geleceğine inanıyorlardı. Kardinal Isidoro Türklerin
zaferini şeytanın desteğine bağlarken, Sakızlı Leonardo ise başlarına gelen bu
felaketin esas sebebinin iki kilisenin birleşmeyi başaramamasına bağlıyordu.[9]
Sülün üzerine yemin ederim ki...
İstanbul'un fethine, Avrupa'nın
terminolojisiyle "İstanbul'un düşüşü"ne dair anlatıları bir kenara
bırakıp, fetihten bir yıl sonra bugün Fransa'nın Belçika sınırları yakınında
olan Lille şehrine gidelim. 17 Şubat 1454'te Burgonya Dükü Philippe'in bu
şehirdeki sarayı, belki de yüzyılın en anlamlı şölenine sahne oluyordu. Le
banquet du Faisan, yani "Sülün Şöleni" olarak tarihe geçecek olan
bu şölen, Türklerin hızla Avrupa içlerine doğru ilerlemesi karşısında paniğe
kapılan Avrupa devletlerini bir araya getirerek yeni bir Haçlı Seferi
düzenlemeyi amaçlayan Philippe'in şövalyelik simgesi olan canlı bir sülün
üzerine ant içmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı.[10] Her ne kadar Papa Eugenius'un 24
Mart 1455'te ölümü üzerine tüm bu haşmetli hayaller son bulmuş olsa da, Sülün
Şöleni piktografik, sembolik ve gastronomik özellikleriyle tam bir Rönesans
şöleni olarak hafızalarda kalacaktı. Büyük salonlarda saygın hükümdarlar,
senyör ve asillere bir tavus kuşu ya da başka bir kuş sunma âdeti Ortaçağ'dan
kalmadır. Onlar bu hayvanlar üzerine, yapmakla yükümlü oldukları işleri tamamına
erdireceklerine dair ant içerlerken, hayvanlar da onlara bu yolda ruhen
yoldaşlık edeceklerdir.
Bu hiç de sıradan bir Haçlı Seferi
toplantısı olmayacaktır. Hiçbir detay akıldan kolay kolay çıkmayacak şekilde
düşünülmüştür. Her biri en az 40 porsiyonluk tepsiler halatlarla yukarıdan
inerken halılarla süslü salonda büyük, küçük ve orta boy olmak üzere üç masa
bulunmaktadır.[11] 28 kişilik bir koro da
unutulmamıştır. Misafirler yerlerini alınca kilise çanı çalmaya başlar ve
masayı kutsayacak çoksesli koronun sesi duyulur. Sahnede ise sembolik
figürlerden oluşan ve Türk'e karşı savaşı canlandıran teatral bir eser
sergilenmektedir. Kartal başlı, aslan vücutlu grifone, kucağına bir
adamı alırken perde iner. Av sahneleri de mevcuttur pek tabii. Sırtında kule
taşıyan bir fil, bir de saray. İstanbul'un elden çıkışına bir ağıt seslendirir
koro: "Lamentatio Sanctae matris ecclesiae Constantinopolitane"
(Kutsal İstanbul ana kilisesine ağıt) Grifone'nin kullanılması ise bir
tesadüf değildir. Ne de olsa bu mitolojik figür Ortaçağ boyunca İsa
Peygamber'i, dolayısıyla da Tanrı'yı simgelemiştir.
Sülün yeminleri/adakları (voeux
du faisan) şövalye yemininin saraya taşınmış bir versiyonudur. Tehlike
döneminde, vecitle yemin etme geleneğinin bir parçası olarak gelişen bu ritüel,
bir yemek esnasında masaya getirilen bir kümes hayvanı üzerine tanıkların
huzurunda yemin edilmesi suretiyle gelişmiştir.[12] Tanrı, Meryem Ana, şövalyelerin
olmazsa olmazı kadınlar ve kuşlar üzerine edilen yeminler, çoğu zaman en büyük
düşmanlar addedilen din düşmanlarını hedef alır; aynı Burgonya Dükü Philippe'in
yaptığı gibi. Başka bir örneğe bakalım. Ortaçağ'ın parıltılı figürleri olan
şövalyelerinden biri Müslümanlarla dövüşe girmeden, cumartesi günü yatakta
yatmayacaktır.[13] Başka bir şövalye on beş gün aynı
şehirde kalmayacaktır. Zırh giymemek, şarap içmemek, yatakta yatmamak, sofrada
oturmamak, keçi kılından aba giymek gibi cezalar vardır. Müslümanlarla savaşmak
üzerine edilen yeminler şövalye romanslarında önemli bir yer tutar. Messire
Philippe Pot, Türklerle sağ kolu çıplak dövüşmeye yemin ettiğinde, dük bu
yeminini yazılı olarak belirtir.[14]
Cervantes'in Don Quijote'nin
iki koca cildinde hicvettiği gibi şövalyelerin çağı artık geride kalmış ve
modern devletin doğmaya başladığı bir döneme girilmiştir. Her ne kadar tarihe
İber Yarımadası'ndan bakanlar, Ortaçağ'ın kendileri için 1492'de bittiğini
savunsalar ve Kıta Avrupası'ndan kendilerini tarihsel olarak soyutlasalar bile,
1453 İstanbul'dan çıkıp Akdeniz'in diğer ucuna kadar ulaşacak tehlike
sinyallerinin ilkidir. Sanıldığının aksine Türklerin Doğu Roma'nın başkentini
fetihleri İspanya'da büyük yankı uyandırmamış, sadece ticaretlerinin belkemiği
Doğu Akdeniz suları olan Aragonluları ilgilendirmiştir. Lakin unutmayalım ki,
Avrupa'nın göbeğinde bu haberlerle birlikte çalmaya başlayan tehlike sinyalleri
devasa panik dalgaları yaratmaya başlamıştır.
Kurtuluş çabaları
Papa V. Nicolaus, aynı yılın eylül
ayı sonunda bir papalık fermanı (bula) yayınlayıp Hıristiyanlık âlemini
Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaşmaya çağırdı. Fatih Sultan Mehmed'den
"Hıristiyan Kilisesi'ne zulmeden, şeytanın oğlu, azap ve ölümün oğlu,
şeytan babası gibi kana ve can almaya susamış. Hıristiyan kanı dökmeye hiçbir
zaman doymayan kuduz bir canavar gibi yetiştirilmiş" diye bahsediyordu.[15] Bu vesileyle yeniden Osmanlı
sultanının Deccal'ın kendisi, Kıyamet'in kızıl ejderi olduğunu iddia ediyordu.[16] II. Pius adıyla papalık makamına
gelen Eneo Silvio Piccolomini aynen şöyle demekteydi: "Geçmişte Asya'da ve
Afrika'da, yani yaban ellerde yara aldık, Ama şimdi Avrupa'da vurulduk, kendi
vatanımızda, kendi evimizde."[17] Türklerin Asya'dan Yunanistan'a
geçmiş, Moğolların Avrupa'ya yayılmış, Arapların ise İspanya'yı ele geçirmiş
olmalarından dert yanıyordu. Avrupa Bohemya Kralı Jiří z Podĕbrad'ın (Georg von
Podiebrad) başı çekip bir Haçlı birliği oluşturmasını istiyordu, ancak papa boş
yere uğraşıyordu.
Papa II. Pius 1454 tarihli meşhur
mektubunda Hıristiyanlık âleminin içinde bulunduğu durumdan yakınıyor,
"İnsanlar ne papanın hakkını papaya, ne de imparatorun hakkını imparatora
veriyorlar. Hiçbir yerde itaat ve saygı kalmadı" diye isyan ediyordu.[18] Artık her devletin kendi hükümdarı,
her hükümdarın da kendi çıkarları olduğunu söylüyor ve bu kadar uyumsuz ve
birbirine düşman güçlerin bir bayrak altında toplanmasının güçlüğünden dem
vuruyordu. Hangi ölümlünün İngilizlerle Fransızları, Cenevizlilerle
Aragonluları uzlaştırabileceğini soruyordu. "Eğer küçük bir grup Haçlı
savaşına katılacak olursa, bunlar kâfirler tarafından yenileceklerdir. Eğer
büyük devletler bir araya gelecek olurlarsa da bunların nefretleri ve
kargaşaları kendi sonları olacak" diyerek içinde bulunduğu çıkmazı
tanımlıyor ve şöyle son veriyordu sözlerine: "Her yerde zorluk var. Şu
Hıristiyanlık âleminin haline bakın!"[19]
Avrupa'nın yüreğini ağzına getiren
bu felakete rağmen, tüm bir araya gelme çabaları sonuçsuz kaldı. Alman
İmparatoru III. Friedrich 23 Nisan 1454'te bütün Avrupalı ve Alman prensleri
Regensburg'ta toplamak için heyecanla kolları sıvadı. Burgonya dükünü ve
İtalyan devletlerini çağırmıştı. Lakin toplantı günü neredeyse kimse yoktu.
Davetlilerden sadece dük kendini göstermişti, diğerleri ise çeşitli bahanelerle
diyete katılmamışlardı.[20]
Panik dalgaları hızla yayılıyordu.
Kardinal Bessarione de Türklere karşı bir Haçlı savaşı girişimi için canla
başla mücadele edenlerdendi. 1455'te papalık seçiminde şansı yaver gitmeyince
boşu boşuna Ortodoksluktan Katolikliğe geçtiğine üzülmüş olmalıydı. Lakin
çalışmalarına Rum Ortodoks din adamı kıyafetiyle devam etti.[21] Şizmatik görülen Ortodoksların
genel olarak iki T arasında yaptıkları seçimin tersini yapmış, turbante
(sarık), yerine tiara'yı (konik papalık tacı) seçmişti.
Konstantinopolis'i Türklerin elinden kurtarma hayalini gerçekleştiremeden ölüp
gitti.
Sekiz yıl papalık asasını taşıyan
Papa Nicolaus'tan sonra seçilen III. Calixtus daha göreve geldiği gün yazdığı
satırlarda Konstantinopolis'i konu almıştı. Yani 8 Nisan 1455'te. Baba, oğul ve
kutsal ruh üzerine verdiği sözde, Konstantinopolis'i yeniden fethetmek için
mümkün olan her şeyi yapacağını belirtiyordu.[22] Kaleme aldığı bu satırlarda II.
Mehmed'in insanlığın günahlarına ceza olmak üzere fethettiğini, onun şeytanın
oğlu olduğunu (figlio del diavolo) söylüyor, esir düşen Hıristiyanları
özgürlüğüne kavuşturacağı, gerçek inancı yeniden canlandıracağı, Doğu'dan bu
şeytani dini (diabolica setta) söküp atacağı sözünü veriyordu. Ayrıca
"ağzının içindeki dile felç indiren" Kudüs'ü de unutmadığını
ekliyordu.
Calixtus sadece dua ve vaatlerle
yetinmemiş, en kısa zamanda Türklerle savaş için Roma'da Tiber Nehri üzerinde on
altı adet kürekli gemi inşasına başlamıştı.[23] Papa Nicolaus bir hümanist olarak
öne çıkmış, Calixtus ise kültürü yaymaktan ziyade kendisini Türklere karşı
vereceği savaşa adamıştı. Bulduğu her şeyi paraya çevirip en büyük düşmanı II.
Mehmed'e karşı kullanılmak üzere yığıyordu. İmparator Konstantin'in lahitinden
çıkan altın ve gümüşleri bile eritmişti. Masasından gümüş takımları kaldırıp o
meşhur sözü söylemişti: "Bana toprak tabaklar yeter!" Üç yıllık
görevi boyunca sanata ve kültüre gereğince önem vermemesi sebebiyle
"barbar papa" olarak anılmıştı. Oysa bütün gücünü Avrupa'yı tehdit
eden Türklere karşı kullanması gereken kritik bir dönemde papalık tacını
giydiğini göz ardı etmişlerdi.
Calixtus 1458'de sadece yerini
değil, dertlerini de II. Pius'a bırakmıştı. Umutsuzca geride bıraktıkları
arasında Avrupa hükümdarlarını bir araya getirme ve dinamik bir Haçlı seferinin
adımlarını atma hayalleri de vardı. Hiç kimse parmağını kıpırdatmıyordu. II.
Pius Osmanlı tarihinde en çok Fatih'e yazdığı mektupla anılacaktı. "Seni
var olan insanların en şanlısı yapmak için, pek ufak bir şey yeter: O da seni
vaftiz etmek için birazcık su."[24] 1461 yılında yazılan bu mektubun
gerçekten gönderilmiş olup olmadığı konusunda ciddi şüpheler olduğu ve büyük
bir kesimin de hiç gönderilmediği inancını taşıdığını da belirtmeden
geçmeyelim. Üstelik Fatih'e "gaddar ve eli kanlı kasap" (crudelis
et sanguinarius carnifex), "Türklerin aptal lideri" (spurcissimus
ille Turchorum dux) olarak hitap eden Pius'un tüm bu Haçlı seferi planları
arasında neden böyle bir mektup yazma gereği duyduğu da hesaba katılmalıdır.[25] Yoksa gerçekten de papalık makamına
geldikten sonra, yaşının da iyice ilerlemesiyle düşmanına böylesine bir umutla
yaklaşacak bir olgunluğa mı erişmişti? Mektubun Yunanca ve Türkçe bir çevirisi
yoktur. Ayrıca 1462 baharında Pius mektubunu yeniden elden geçirirken, bir
taraftan da kardinallerine bir Haçlı seferi arzusunda olduğunu beyan etmiştir.
Bu XVI. yüzyılda da sayısız örneğini gördüğümüz, gönderilmek için değil
kitleler tarafından okunması için yazılan manifestolardan biri olmalıdır.
Pius mektubuna "Türklerin
saygın hükümdarı" hitabıyla başlıyordu. 1466'da G. Trapezuntios da Fatih'e
benzer şekilde seslenecekti: "Kimse şüphe etmez ki, sen Romalıların
imparatorusun. İmparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparatordur
ve Roma İmparatorluğu'nun merkezi de İstanbul'dur."[26] Biz Pius'un mektubuna
dönelim."Dinimizin düşmanı olmanıza ve de silahlarınızla Hıristiyan halka
baskı yapmanıza rağmen size nefret duymuyor ve sizin şahsınızı tehdit
etmiyoruz" diyordu. "Biz sizin eylemlerinize karşı düşmanca bir tavır
içindeyiz, size karşı değil."[27] Belki de gerçekten içinde samimi
bir umut vardı. Ne de olsa Osmanlı hükümdarlarının kısmen aslen gayrimüslim
kadınlardan doğdukları Avrupa'da bilinmeyen bir şey değildi. Kardinal Isidoro
Bologna'daki papalık elçisi Bessarione'ye yazdığı mektupta, "Eğer hakikat
ise her gün Büyük İskender'in hayatını Arapça, Yunanca ve Latince
dinliyor" diyordu.[28] Fatih'in Batı dillerine ve
kültürüne çok yabancı olmadığını, kültür düşmanlığı gütmek bir yana, Batı
medeniyetine büyük bir hayranlık beslediğini bildiğinden mi böyle bir hevese
kapılmıştı Pius? Bunu başarırsa gelmiş geçmiş papalar arasında adının altın
harflerle yazılacağından emindi muhtemelen.
Pius mektubunda Hıristiyanlık ve
Müslümanlık arasındaki benzer noktalara değiniyor, İsa Peygamber'in İslam'da
mucizeleriyle meşhur kutsal bir adam ve peygamber, Meryem'in de oğlu olarak
tanındığının altını çiziyordu. Hıristiyanlığa dönmenin getireceği avantajları
sayıyor ve en kayda değer örnek olarak da şehri kuran Konstantin'i veriyordu.
Ağlama Meryem Ana
Bizanslılar başkentlerinde
geçirdikleri son Noel'i çok büyük tedirginlik ve endişe içinde kutlamışlardı.
Kiliselerde ayinlerde kullanılan gümüş kap kacak eritilmiş ve erzak alıp asker
tutmak için harcanmıştı.[29] Ama bu yine de en kötü ayinleri
olmayacaktı. Çünkü daha sonradan yazılı ve sözlü edebiyata geçerek dramatize
edilecek pek çok sahne arasında, Türklerin Ayasofya'da ayin bitmeden şehre
girmeleri yer alacaktı. Dimitriou Soutzou'nun eserinde yeniden hatırlara
getirdiği bir Yunan halk ezgisinin sözlerine bakalım.
Bahsi geçen kilise büyük ihtimalle
bazılarınca "Bizans'ın mucizesi" bazılarınca da "Dünyanın
mucizesi" olarak anılan Ayasofya'dır.[30] Türklerin gelmesiyle kilisede her
şeyden ses gelmeye başlar. Tanrı, yeryüzü, gökyüzü inlemeye başlar.
Ayasofya'nın kendisi bile çan gibi çalar.[31] 400 küçük çan ve 60 çanı da susmaz.
Papaz, diyakoz, patrik herkes oradadır. Gökyüzünden haber gelir. Azizeyi
indirmelerini, mumları söndürmelerini söyler Tanrı onlara, çünkü şehir
Türkleşecektir Tanrı "Sadece Frengistan'a haber gönderin, üç gemi
göndersinler" der. "Biriyle kutsal haçı, diğeriyle Kitabı Mukaddes'i,
üçüncüsüyle de ayin masamızı taşıyın ki köpekler bunları alıp şereflerini
lekelemesin." Tam bu esnada ikonalar canlanır, dile getir ve Hz. Meryem'in
ağladığını görerek onu avuturlar:
Susunuz Meryem Ana
Dökmeyiniz gözyaşı
Geçtikçe yıllar, geçtikçe zaman
Yine bizim olacak.
İstanbul'un fethi, Hıristiyanlık
âleminin terminolojisiyle Konstantinopolis'in düşüşü sadece büyük bir panik
dalgası yaratmakla kalmamış, kronik yazarlarına şaşaalı bir konu, romanslara,
epik şiirlere tema olmuş, ozanların dilinde halk türkülerine geçmiş, nesilden
nesile türlü varyantlarla çoğalmıştır. Fetihten yüzyıllar sonra bile hâlâ hem
sözlü, hem edebi yazında kendine fiyakalı bir yer bulmuştur. Başka bir halk
edebiyatı manzumunda da İstanbul'u yeniden ele geçirme hayalleri işte böyle
ölümsüzleştiriliyordu.
Konstantin inşa etti,
Konstantin kaybetti,
Ve Konstantin yeniden ele geçirecek.[32]
Kehanetler silsilesi
İstanbul'un fethinden önceki
kehanetler, fetihten sonra da uzun yıllar çılgın bir furya halinde kendini
gösterecekti. Sözgelimi İstanbul'un Türklere karşı savunmasında yer alan Nicolo
Barbaro'ya göre İmparator Konstantin bir aziz, bir peygamberdir. Kendi kurduğu
şehirde kendisi için dikilen sütunun üzerinde konuşlandırılmış heykelinde elini
ufka doğru kaldırmış, kendi imparatorluğunu sona erdirecek olan Türklerin
gelecekleri yeri işaret eder.
Kâhinler yıldızların yer
değiştirmesiyle Türklerin ilerlemesini ilişkilendirmişti. Aynı yılın sonunda
Battista Canale'nin adıyla çıkan Glosa adı eserde ise Deccal'ın kesin
olarak Hz. Muhammed'in ta kendisi olduğuna karar verilmişti. 1480 yılının
Martı'nda da Cenova kentini başka bir korku sarmıştı. Asıl adı Giovanni Nanni
olan Dominik papaz Annio da Viterbo, Apocalisse (Mahşer) adlı bir metin
yayımlamış ve gelecekte Hıristiyanların Sarazenler tarafından ele
geçirileceğini önceden bildirmişti.
1744 yılında Viage estático al
mundo planetario (Gezegenler Dünyasına Dural Seyahat) adlı eserini kaleme
alan Lorenzo Hervás y Panduro, yıllar önce Franza adlı bir zatın
vakayinamesinde okuduğu bir bilgiyi paylaşır. Buna göre 1450 yılına denk gelen
6962 yılının yazında bir kuyrukluyıldız belirir, aya yaklaşır ve tutulma olur.
Bu eserin dipnotlarını koyan Cizvit Jaime Pontano'nun ise bariz bir hatayı
düzeltmeyi ihmal ettiğini söyler. Bahsi geçen yıl 1450 değil, 1453'tür.
Kıtanın diğer ucunda bu kehanetleri
iyiye yoranlar da vardı. İstanbul'un "düşüşü" Akdeniz'in diğer
ucundaki Müslümanlar ve Yahudiler için bir umut ışığı olmuştu.
Kuyrukluyıldızların gökyüzünde belirmesi, daha da ötesini vaat ediyor gibiydi.
Böyle bir kuyrukluyıldızın gökyüzünde belirdiği dönemde, Ciudad Real'li
mühtediler Sancho de Ciudad'ın evinin tepesinde toplanmışlar ve hatırlı
mühtedilerden biri yıldızın kaydığını görür görmez "Mukadderatı bizi
kurtarmak olan kişi doğdu!" diyerek çığlık atmıştı. Ayrıca bu yıl
mühtediler arasında İspanya'yı bırakıp topluca Türk topraklarına gitmek için
bir hareket başlatılmıştı.
Yeni Roma'dan eski Roma'ya giden
yol...
Mistik bir rüyet (visione)
esnasında Dionigi il Certosino kaygı içinde sormuştu: "Senyör, Türkler
Roma'ya gelecekler mi?" Bundan birkaç yıl sonra da Machiavelli Mandragola
(Adamotu) adlı eserinde bir kahramanının ağzından, "Türklerin bu yıl
İtalya'ya geçeceklerini sanıyor musunuz?" sorusunu yöneltiyordu.[33] Avrupa XV. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren bütün bu kaygı dolu soruların cevaplarını ilahiyat,
kehanet, astroloji ve siyaset yoluyla aramaya başlamıştı.
Konstantinopolis fethedilmişti. Bir
sonraki büyük durak neresi olacaktı? Avrupa'nın en büyük korkusu olan Roma'yı
kaybetme ihtimali hiç de uzak değildi. Fatih'in Batı Roma İmparatorluğu'nun başkentinde
gözü olduğunu tüm Avrupa biliyordu. Bunu büyük torunu Kanuni de bir sonraki
asırda kendine hedef olarak belirleyecek, lakin çok sık telaffuz etmeyecekti.
Fransız sarayına gelen Venedik elçisine, I. François bile açık açık söylüyordu
bunu: "Süleyman hep 'Roma'ya Roma'ya' diyor."[34]
Biz ise son soruyu şöyle soralım:
1204 Latin istilasında şehrin Katolik Haçlılar tarafından talan edilmesi,
sayısız ganimet ve bugün bile hâlâ tartışılan miktarda paranın götürülmesine
rağmen[35] akıllarda kalan tarihin sadece 1453
olması ve Fatih'in izin verdiği üç günlük yağmanın Haçlıların silip
süpürdükleri 1204 istilasını hafızalardan silmesinin asıl sebebi İslam mıdır?
2
1478: Engizisyon
İstanbul'un fethinden 16 yıl sonra,
Fatih'in ölümünden ise 12 yıl önce İspanyol toprakları yüzyılın en önemli
evliliklerinden birine ev sahipliği yapıyordu: Kastilya Kraliçesi Isabel ile
Aragon Kralı Fernando 18 Ekim 1469'da, bugün İspanyolların "faşist"
kelimesine gönderme yaparak Fachadolid olarak ironik bir şekilde
adlandırdıkları Valladolid şehrinde evleniyorlardı. Bundan 5 yıl sonra, 1474'te
gerçekleşecek olan büyük birleşme ise beraberinde çılgın bir olaylar
silsilesini getirecekti. Bu sadece Valencia, Katalonya, Balear adaları, Napoli
ve Sicilya'yı[36] içine alan topraklarıyla Aragon'un
İspanya'nın kalbini temsil eden Kastilya'yla birleşip devasa bir toprak
parçasına dönüşmesi anlamına gelmekle kalmıyor, Avrupa'nın kaderini
değiştirecek olaylar silsilesini başlatmış oluyordu. Osmanlı'nın 1480'de
Otranto'da ayak bastığı İtalyan çizmesinin topuğu da,–Papalık topraklarına
kadar uzanan diğer yarısıyla– Aragon Krallığı üzerinden İspanyol birliğine
katılmıştı.
Tarihe "Katolik
Hükümdarlar" olarak geçecek Isabel ve Fernando, sadece dindarlıklarıyla
değil hırslı planlarıyla da İspanya için yeni bir gelecek hazırlamanın
arifesindeydiler. Bir taraftan hızla Reconquista'yı (Yeniden Fetih)
tamamlamak üzere İber Yarımadası'ndan Arapları "temizleyerek" aşağı
doğru iniyor, diğer bir taraftan da dünyayı altüst edecek bir keşfin arka
planında Kristof Kolomb ile müzakerelerde bulunuyorlardı. Bütün bu karmaşık
olaylar zinciri içinde 1478'de Papa IV. Sixtus'un izniyle Engizisyon'u kurdular
ve 1480'de kendi hükümleriyle Sevilla'da ilk Engizisyon heyetini tayin ettiler.
Bu bir bakıma İspanya'nın Vatikan'a tavrıydı. İspanyol Engizisyonu'nun Papalık
Engizisyonu'ndan en önemli farkı ise, İspanya'da Engizisyon üyelerini papa
yerine kralın tayin etmesiydi.
1492 İspanya'nın çehresini
değiştirecek bir yıl olur. Dört büyük olayla tarihin seyri değişir: 1) Kolomb,
İspanyolların, –ve tabii ki Portekizlilerin–, Yenidünya'ya yayılmalarının
başlangıcı olacak keşfi yapar. 2) Reconquista tamamlanır ve Endülüs'teki
son Müslümanlar Katolik hükümdarlara boyun eğer. 3) Yahudiler İber
Yarımadası'ndan kovulur. 4) Ve Nebrija İspanya'nın yeni birliğini müjdeleyen
ilk İspanyol dili kitabını yayımlar. İspanya, ülkenin ve dünyanın profilini
değiştirecek olan bu olaylara ev sahipliği yaparken, yarımadada yüzyıllardır
yan yana yaşayan üç dine mensup insanların sevgisi, birlikteliği ekilen nifak
tohumları yüzünden nefret ve kıskançlığa yenilir. Katolik İspanya için
yarımadanın "dini ve sosyal temizliği" adına yapılan bu kitlesel
kovulma, tüm İspanyolların iliklerine işleyecek bir "ötekine duyulan
nefret"i daha uzun yıllar kanla besleyecektir.
Engizisyon bir taraftan okyanusa
açılıp Yenidünya'ya yayılacak, dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olma
yolunda, edebiyatta ve tüm diğer sanatlarda "Altın Çağı"na imza
atacak olan genç İspanya için bir yüz karası olacaktır. 1492'de yayımlanan
İspanyolca grameri kitabının önsözünde Nebrija Hıristiyanlık dininin
arındığını, din düşmanlarının savaş ve silah gücüyle yenildiğini, artık sanatın
ve barışın gelişebileceğini yazar.[37] Granada'nın (Gırnata) düşmesinden
sonra Kardinal Cisneros Kudüs'e kadar gitme hayalleri kurmaya başlar bile.
Kişisel birikimlerini ise Cezayir'deki Oran şehrinin fethi için harcar.
Ya inan, ya terk et!
Granada'nın düşmesinin ardından,
1499'da ayaklanan Müslümanlar yatıştırılamaz. Kardinal Cisneros'un sert
metotları kısa zamanda tepki görür. Granadalılar da bu baskı sistemine aynı
sertlikle cevap verirler. Albaicín'de bir ayaklanma çıkarıp Cisneros'un
vekillerinden birini öldürürler. Ayaklanma ancak 1501 yılında bastırılabilir ve
bu da Isabel ve Fernando'ya Müslümanlar için yeni bir düzenleme getirmek için
bahane yaratır. 1501'de Granada'da, 1502'de ise Kastilya'da Müslümanlar için
bir kanun çıkartılır. İki seçenekleri vardır: Sürgün ya da din değiştirme.
İkisinden birini kabul etmemeleri halinde üçüncü seçenekleri her daim bakidir:
Ölüm!
İspanya Yahudilere de çok fazla seçenek
sunmaz: Sonsuza dek sürgün, Hıristiyanlığa dönme ya da ölüm. Çoğu İspanya
topraklarında kalmak aşkına, korkunun gölgesinde canlarını kurtarmak için toplu
vaftizlerle Hıristiyanlığı kabul eder. Moriskoların da 1499'da kovulmasıyla
misyon tamamlanır.[38] Hıristiyan olan Müslümanlar Morisko
(Morisco), Yahudiler ise Marrano adı altında yeni bir cemaatin
parçası olmaya çalışırlar boş yere. Yedi göbek Hıristiyanlar, yani Eski
Hıristiyanlar (cristianos viejos), Yeni Hıristiyanlara (cristianos
nuevos) kucak açmayacaklardır. Hıristiyanlığın yeni mensupları arasında
samimiyetle yeni dinini kabul edenler dışında, gizli gizli "eski"
dinlerinin gereğini yerine getirenler de vardır ve bu Hıristiyanlığın kıdemli
mensuplarının gözünden kaçmaz. İspanya "temiz kan" (sangre limpia)
takıntısıyla kavrulurken 1502'de hayat mücadelesine devam etmek için pek çok
Müslüman Kuzey Afrika sahillerine gider. Mağrip korsanları bunun öcünü almakta
gecikmez: Barbaros İspanya sahillerine yaptığı saldırılardan sadece ganimetle
değil, gemiler dolusu Müslüman'la döner Tunus ve Cezayir'e.
100.000 kişi olduğu tahmin edilen
Sefaradlar Osmanlı topraklarında, başta Avlonya, Selanik, İstanbul ve Safed
olmak üzere farklı şehirlere yerleştirildi.[39] Selanik'e yerleşen Sefaradlar
Osmanlı ordusuna, yeniçeriler için yünlü kumaş dokuyarak hizmet etmişlerdi.
Sultan II. Bayezid İspanyol Yahudilerine kucak açtı ve Fernando ve Isabel'i bu
toplumun en verimli katmanını sınır dışı ettikleri için kınadı. İber Yarımadası'ndaki
Engizisyon şiddetinden kaçan zengin tüccarlar Osmanlı başkentinde sadece ticari
olarak yepyeni, parlak, müreffeh bir dünya yaratmakla kalmayıp aynı zamanda
sultanın yakın çevresinde bulunarak siyasette de kendilerini gösterdiler.
Gracia Mendes II. Selim'e yakınlaşacak; siyasetini yönlendirecek derecede bir
diplomatik başarı gösterecek olan akrabası Josef Nasi, –Portekizce adıyla João
Miykas– bunların başında gelecekti.
Engizisyon işkence ve fanatikçe bir
hoşgörüsüzlüğün simgesi olmuştu. İsa Peygamber'in ilk engizisyoncu olduğu
görüşü popülerite kazanıp Engizisyon'un acımasız takip ve cezalarını bir
şekilde meşrulaştıran bir işlev görürken[40] sosyal çatışmalar ayyuka çıkıyordu.
Madalyonun diğer tarafında ise Braudel'in de dediği gibi bir halk baskısı,
kitlelerin hoşgörüsüzlüğü vardı.[41] Aslına bakılırsa sosyal sürtüşmeler
ve kıskançlık dinin önünde geliyor, din de buna güzel bir kisve oluşturuyordu.
Kıskançlık, rekabet ve nefret bu dönem toplumu için anahtar kelimeler
olabilirdi. Engizisyonun yarımadada yarattığı korku ve dehşete dışarıdan
bakanlar da şahit oluyordu. Pek çok Venedik elçisi arasında bunu en iyi dile
getiren 1562-64 yıllarında İspanya sarayına gelen Giovanni Sorzano'ydu.
Sorzano, II. Felipe'nin bu geleneği yerleştirmek için hiçbir fırsatı
kaçırmadığının altını çiziyordu.[42]
Yahudiler söz konusu olduğunda ise
dini öğelerden çok, ekonomik öğeler ön plana çıkıyordu. Yahudiler siyasi ve
ekonomik hayatın anahtar noktalarında yer alıyorlar, hükümdarlara danışmanlık,
hekimlik yapıyor, sarayın içinde bulunuyorlardı.[43] Ordunun ihtiyaçlarının tedarik
edilmesinde de rol oynuyorlardı. Bu Yahudi grubu uzun süre ayrıcalıklardan
faydalandı ve kraliyetin koruması altında yaşadı. Kendi imtiyazlı durumlarının
tehlikede olduğunu gören asiller sınıfı toplumun bu katmanını eritmeye
niyetlenmişti bile. Diğer sıradan Yahudi cemaati mensupları ise genellikle
şehirli bir nüfusun parçası olarak kolay kazanç sağlamakla suçlanıyorlardı.
Önde gelenleri sermayeyi ellerinde bulunduyordu ve bu da Katolik İspanyollarda
kıskançlık yaratmaya yetiyordu. İspanya'da daha 1391 yılında Yahudiler kâbus
yaşamaya başlamışlardı. Ülkedeki Yahudi karşıtı halk toplanıp Yahudilerin toplu
halde yaşadıkları mahalle ve köylere saldırmış, pek çoğu Hıristiyanlığa geçmeye
zorlanmıştı. Antisemitizm, İspanya'dan Portekiz'e de sıçramış, 1506'da
Lizbon'da Hıristiyanlar Yahudilere karşı ayaklanıp yüzlerce can almışlardı.[44]
İspanyol Engizisyonu'nun ruhaniyetle
maddiyatçılık arasında kurduğu sıkı ilişki, yok etmeye yöneldiği sosyal ve dini
sınıflardan olduğu kadar, bu gruplara verdiği cezalarda da açıkça görülüyordu.
Müsadere en çok uygulanan cezaların başında geliyordu ve devleti fazlasıyla zengin
edebilirdi. Engizisyon sadece kana susamış bir ejderha değil, maddiyatçılıkla
ve ruhaniliği bir potada eritip devlete para akıtmak için kullanan bir para
makinesi haline gelmişti.
Ve diğerleri...
İspanya'nın bu dönemde karşısına
aldığı pek çok güç vardır: Moriskolar, Türkler, Mağribiler, Fransızlar,
Protestanlar, zındıklar, cadılar, korsanlar... Bunlar arasında bizi başlıca
ilgilendirecek olan Mağribileri ele alalım ve Mağripli/Mağribi kelimesinin
karmaşık uzantılarını da kısaca özetleyip karışıklıklara engel olalım. Mağrip
Nil'in batısından Atlas Okyanusu'na kadar uzanan Kuzey Afrika topraklarını
oluşturan bölge için kullanılır. Genel bir kavram olarak Mısır'ı çok içine
almaz ve Fas, Cezayir, Tunus ve Libya'yı kapsar. İspanyolca moro (İng. moor,
İt. moro) kelimesini genellikle Mağripli olarak çevirsek de çoğu zaman
dönemin kendi içinde yaşadığı kavram karışıklığı da bu kelimeleri sağlıklı bir
şekilde çevirmemize engel olur. Geç Ortaçağ ve Yeniçağ metinlerinde karşımıza
çıkan moro kelimesi genel olarak her türlü Müslüman'ı tanımlar, sadece
Mağripli olanlarını değil. Moro kelimesinin, Yunanca siyah anlamına gelen
"mauro"dan doğduğu su götürmez. Zaten Yunan coğrafyacı Strabo da MÖ
50 yılında Afrika'nın siyahi halkı için bu kelimeyi kullanmıştır.[45] Moritanya kelimesi de buradan
türemiştir. Dolayısıyla İspanyolca ve İtalyanca kaynaklarda karşımıza çıkan
kelimeleri metne göre kimi zaman Müslüman, kimi zaman da Mağripli olarak
çevirip dikkatli olmamız gerekecek. Morisko ise gayet net bir kavramdır:
1501-1502 kanunlarıyla din değiştirip Hıristiyan olmak zorunda kalan
Müslümanlara denir.
Kuzey Avrupa'da özgür düşüncelerin
nispeten özgürce dolaştığı bir zamanda, İspanyollara yurtdışında eğitim yasağı
gelmişti. Flandre'yle ilişki doğal olarak yakındı, fakat İspanya ve Avrupa'nın
diğer ülkeleri arasındaki entelektüel ilişki felce uğratılmıştı. İspanya'nın
etrafındaki çember daralıyordu. Sansür ve kurbanları İspanya'da kültürel
gelişmeye sekte vurulmadığını gösterdiler. Engizisyon'un en parlak devri,
İspanya'da edebiyat ve güzel sanatların en görkemli günleri oldu. Diğer bir
taraftan Engizisyon pek tabii üniversitelere kadar girmişti. Dönemin saygın
figürlerinden keşiş Luis de León, İncil'in IV. yüzyılda yapılan, XIII.
yüzyıldan itibaren yaygın bir şekilde kullanıldığı için Vulgata olarak
anılan tercümesinin doğruluğunu sorgulamak ve Solomon'un Cantar de los
Cantares'ini (Türkülerin Türküsü) çevirmek suçundan Engizisyon'un
zindanlarına atılıp burada beş yıl kararın verilmesini beklemişti.[46]
Protestanlar ise İspanya'da
"Kutsal Katolik İnancı"na tehdit oluşturmaktan uzaktılar.
Yarımadadaki Protestan "sapkın"lar, Yahudiler ve Müslümanlar arasında
kaybolup gidecek kadar azdı. Luther ve Calvin'in doktrinleri bu ülkede
yeşeremedi. Ama yine de Engizisyon psikolojik baskıyı elde tutmak için
Protestan kitapları yaktırdı ve yarımadaya yasak kitap sokan kaptanları ve tüm
mürettebatı hapsedecek kadar ileri gitti.
Şüphe kara bir bulut gibi çökerse
Engizisyonun belki de en trajik
sonuçlarından birisi çocukları ebeveynlere, kardeşleri kardeşlere, ebeveynleri
çocuklara, eşleri ve komşuları birbirine düşürmesiydi. Muhbirlik ayyuka çıkmış,
aile fertleri birbirlerini Kutsal Mahkeme'ye ispiyonlamaya başlamıştı. Dini
temizlik çılgınlığı aile birliğini çökertmiş, Kilise saygınlık kazanırken
toplumun en küçük topluluğu "aile" çökmenin eşiğine gelmişti. Yeni
Hıristiyanlar arasında samimi olarak din değiştirmeyenleri takip eden
Engizisyon'a halk büyük bir içtenlikle yardım ediyordu. Kripto-Müslümanlar
(gizli Müslümanlar) ve Judaizante olarak da adlandırılan
Kripto-Yahudiler (Gizli Yahudiler), eski Hıristiyanların yakın markajına maruz
kalmışlardı. Bütün ülke sınırları içinde tam da Katolik hükümdarların hayalini
kurduğu gibi bir "temizlik" çalışması başlamış ve aile fertlerini,
dostları, komşuları birbirini gözetlemeye zorlamışlardı. Ülkeyi paranoya
sarmıştı!
Engizisyon, suçluları takip
edebilmek için familiar adı verilen memurlarını işbaşına getirdi. 20.000
familiar'ın İspanya'nın dört bir yanında kurban avına çıktığı bu
karanlık zamanlarda durumun dramatikliği artık doğrudan cennete gittikleri
iddia edilen familiar'ların da birbirini gammazlamasıyla tavan yapmıştı.[47] Şüphenin kara bir bulut gibi
toplumun üzerine çöktüğü yarımadada herkes birbirini gözetlerken, Kutsal
Mahkeme özellikle gizli Yahudi ve Müslümanlar gibi halkın nefret ettiği
grupları ve yazar, filozof, bilim insanları ile Protestanlar gibi kendine
"uzak" bulduğu "garip insanlar"ı hedef aldı.
Kutsal Mahkeme yakalanmalarında
kolaylık sağlamak için aslında memleketin bütün vatandaşlarından birer ajan
yaratmıştı. Bu ajanlara pratik bilgiler içeren küçük kitapçıklar dağıtmıştı.
Böylelikle Eski Hıristiyanların, yakınlarındaki gerçekte Hıristiyan olmamış
halkı ayırt etmesi daha kolay olacaktı: "Yahudiler: Cumartesi günleri
temiz elbise giyenler, etin yağını ayıranlar, hayvan keserken çentikli makas
kullananlar, Gloria Patri demeden dua edenler... Müslümanlar: Ramazan'da
gün doğmadan kalkanlar, sonra ağız yıkayıp yatağa dönenler, kolları sıvayanlar,
domuz eti yemeyen, şarap içmeyenler, Arap hikâyeleri anlatanlar... Alumbrado'lar
(Illuminati): Gözlerini kapayıp trans haline geçenler." Artık
erkeklerin gizli gizli sünnet olup olmadığının kontrol edileceği zamanlar gelip
çatmıştır. Aziz Katolik inancının tüm düşmanları teker teker deliklerinden
çıkarılır.
Şahitler ve şikâyetçiler
Engizisyon çocukların babalarına,
karıların kocalarına, kocaların karılarına karşı, kardeşlerin birbirlerinin
aleyhinde şahitlik yapmasını kabul ediyordu. Hatta belki de amacı buydu: Tanrı
sevgisini ve korkusunu aile bağlarının önüne geçirmek. Aile bağları dışında
kadın ve erkek hizmetçiler ve beslemeler de efendilerinin aleyhinde şahitlik
yapabiliyorlardı. Engizisyon şahitlerin sarhoş, fahişe, çoban ya da halkın en
fakir kesiminden gelen birisi olmasıyla ilgilenmiyordu.[48] Bir dedikodu başpiskoposları,
piskoposları ve başdiyakozları hemen harekete geçirmeye yetiyordu.
1482 yılında durum yeniden ele
alındığında papa güvenilmez tanıkların mahkemede sanıkları mahkûm ettirmesine
karşı çıkmıştı. Sanıkların eski hizmetçileri ya da ölümcül düşmanları da
bunların başında geliyordu.[49] Diğer taraftan toplumsal bir
kargaşaya engel olmak ve zaten zirveye varan düşmanlıkları kısmen de olsa
engelleyebilmek için Engizisyon şahitlerin isimlerini gizli tutuyordu. Yine de
durum bir veba gibi yayılan toplum içi çözülmeye engel olamayacak sonuçlar
doğuruyor, bu gizli şahitlerin kim oldukları Kutsal Mahkeme önüne gönderdikleri
insanlar tarafından tahmin ediliyordu.
Engizisyon aynı dinden, aynı dilden,
aynı ırktan olan aile fertlerini bile birbirine düşürüyordu. Aynı çatı altında
yaşayanlar birbirinden şüphelenir olmuştu. 1578 yılında Gracia de Gemas kendi
kardeşleri Pedro ve Josepe tarafından katledilmişti. Bu işe amcası Josepe de
yardım etmişti, çünkü hepsi de Gracia'nın kendilerini gammazladığını
sanıyorlardı.[50]
Engizisyon kayıtlarında eşler
arasındaki ispiyonlama ve şikâyet vakaları da hayli kabarıktır. Eski
Hıristiyanlar ve Yeni Hıristiyanlar arasında evlilikler de genel olarak
hüsranla sonuçlanıyordu. Sadece sosyal ve günlük hayatlar arasında uyumsuzluk
değil, dini dogmalar konusunda çıkan tartışmalar da büyüyüp nahoş çatışmalara
yol açabiliyordu. Sayısız örnek arasından 1582 yılına ait bir Engizisyon
kaydına bakalım: Luis López, eski Hıristiyan bir aile tarafından yetiştirilen,
evlerinde hizmetçi olarak çalışan bir kadın Morisko'yla evlenir. Kadınla kocası
sık sık tartışırlar. Koca, "Arapça (el algaravia) ve besmeleyi (el
bizmala) bilmediği için" her fırsatta "Aptal kadın, seni
yetiştiren seni kandırmış" der. Haçın "birbirine geçirilmiş bir tahta
parçasından başka bir şey olmadığını" ısrarla öne sürerken,"Meryem'in
nasıl hem bakire olup hem de doğurabildiğini" sorgular. "İsa iyi bir
adamdı, ama ne Tanrı'ydı ne de Tanrı'nın oğlu" diyerek Kutsal Teslis'i yok
sayarken, karısına son sözünü söyler: "Ah zavallı, seni cennette azizler
olduğuna inandırmışlar, ama Tanrı'dan ve Muhammed'den başkası yok!"[51] Bütün bunları doğal olarak Luis
López'i Kutsal Mahkeme'ye şikâyet eden Eski Hıristiyan karısının mahkemeye
verdiği ifadenin kayıtlarından öğreniyoruz!
Quevedo, La vida del Buscón'da
(Bir Dolandırıcının Hayatı) kâhya kadını Engizisyon'a şikâyet etmekle tehdit
ederek tavuklarını gasp eden düzenbaz Pablos'un aracılığıyla bu içler acısı
sosyal yarayı hicveder. Kadının bir gün tavukları "Pio, pio, pio"
(Gel bili bili) diye çağırdığını duyar ve kafasında bir ampul yanar. "Aman
Tanrım! Kadın, eğer bir cinayet işleseydin ya da kralı soysaydın sesimi
çıkarmazdım fakat bana şimdi bu yaptığın karşısında asla sessiz kalamam. Tanrım
bana yardım et!" diyerek ortalığı velveleye verir. Kadının durumu
anlayamaması karşısında Engizisyon'a haber vermekten başka seçeneği olmadığını,
yoksa aforoz edileceğini söyler Pablos. Kadın korkudan titremeye başlayınca
"En kötüsünü yaptın" der. "Engizisyon'a numara yapmaya kalkma
sakın. Bir aptallık ettiğini, aslında amacının o olmadığını söyle, fakat
küfrettiğini ve saygısızlık ettiğini inkâr etme" diye de üsteler.
Nihayetinde de kadının suçunu açıklar: "Tavuklara 'pio, pio' dediğini
hatırlamıyor musun? Peki, o papaların, İsa'nın başpiskopos vekillerinin ve
Kilise'nin başlarının ismi değil mi? Şimdi işlediğin günahı anlamışsındır"
der. Sonra da tavukları "bir Engizisyon üyesine yakılmak üzere vermek
için" alır ve gider.
Suç ve ceza
Engizisyon mahkemelerinde görülen
davaların sayısının Juan Antonio Llorente'nin verdiği rakam olan 341.021'in çok
daha altında, 150.000 civarında olduğu sanılmaktadır.[52] Bunların genel olarak bir
ayrıştırması yapıldığında ise yüzde 50'sinin Marranolar, yüzde 12'sinin
Moriskolar, yüzde 30'unun ideolojik davalar ve yüzde 8'inin de diğer suçlarla
ilgili olduğu söylenebilir.
Engizisyon giderek işkence ve
fanatikçe bir toleranssızlıkla eşanlamlı hale gelirken, işkence sonrasında
cezalar yağmur gibi yağmaya başlar. Genel olarak Engizisyon üç çeşit ceza
uyguluyordu: ruhani, fiziksel ve maddi. 1575-1610 arasında sadece Toledo
Engizisyonu'nda mahkemeler şöyle sonuçlanmıştır: 207 kiliseyle uzlaşma, 186 sambenito
(tunik), 185 müsadere, 175 hapis, 167 sürgün, 133 kırbaç, 91 kürek mahkûmluğu,
15 canlı canlı yakılma, 18 sembolik olarak maket yakılması, 56 kınama, 51
beraat, 128 düşen ve ertelenen dava. Tanrı'ya ve azizlere küfür etmek
Kilise'nin büyük bir zevkle cezalandırdığı suçlardandı. "Tanrı'yı inkâr ediyorum",
"Tanrı'yı tanımıyorum" cümlelerini telaffuz etme cüreti gösterenleri
kürek mahkûmluğundan dilin kesilmesine kadar bir dizi değişik ceza beklerdi. Bu
durumda asillerin ve şövalyelerin ifadesi özel bir dinlenme odasında alınır ve sonra
birkaç aylığına manastıra kapatılırlardı. 1500 yılında Baş Engizitör Diego de
Dea, kızgınlık anında telaffuz edilen ufak tefek şeylerin (cosas livianas)
küfür kabilinden sayılmamasını önermişti. Lakin teologlar bu kızgınlık anı
konusunda hemfikir değillerdi ve bu XVI. yüzyılda engizitörler arasında
tartışma konusu olmaya devam etti.[53]
Saco bendito yani "kutsal çuval"
kelimelerinden bozularak oluşturulan sambenito Kilise'yle uzlaşan ve
hapse mahkûm edilenlere giydirilen uzun bir papaz tuniğiydi ve bunu üzerinde
taşımaya mahkûm olanlar, toplum içinde ayırt edilmelerini sağlayan bu kılığın
yarattığı psikolojik ve sosyal etkilere katlanmak zorundaydılar. Torquemada 1486'da
Kilise tarafından uzlaştırılan iki yüz suçluya ömür boyu önünde ve arkasında
bir haç olan siyah bir sambenito giymeyi zorunlu kılmıştı. Farklı
zamanlarda farklı şekiller alan sambenito'lar, piramit şeklinde, üzerinde
suçlunun cezasının resmedildiği bir kukuletayla tamamlanıyordu: Dev ateşler,
hac yolculuğu, hapis... Bu cezaya çarptırılanlar, genel olarak bu kaba, üstelik
de psikolojik olarak fazlasıyla rahatsız edici kıyafeti üzerlerinde paralanana,
lime lime olup dökülene kadar giymek zorundaydılar. Kimi zaman da bunlar kişiyi
deşifre etmek için mahalle kilisesinin duvarlarına çakılıyor ve suçlu her gün
aşağılanmaya maruz kalıyordu. Bu dikdörtgen beyaz kumaş parçaları üzerinde
suçlunun adı, suçu ve davanın tarihi bulunuyordu.
1481-1488 yılları arasında sadece
Sevilla'da yakılan suçluların sayısı yaklaşık 700, Kilise'nin sinesine
dönenlerin ise 5000'dir.[54] Eğer suçlu mahkemesi gerçekleşmeden
hapishaneden kaçmışsa ya da ölmüşse o zaman en efigie (maketiyle)
yakılarak "ruhu huzura kavuşturuluyordu." Söz konusu Müslümanlar
olduğunda Engizisyon ölülerin kemiklerini, Yahudi dönmelerine yaptığı gibi
gömmüyordu.[55] "Hatalarını" kabul
edenler ve tövbe edenler Kilise'yle uzlaştırılıyorlardı. Ama bu bütün
mallarının otomatik olarak müsadere edilmesine ve başka cezalara
çarptırılmalarına engel olmuyordu. Mesela Valencia'da mahkemeye çıkanların
yüzde 24'ü kadırgalarda son bulmuştu. Kilise'yle uzlaştırılanların ise yüzde
48'i Majesteleri'nin gemilerinde küreklere asılmak zorunda kalmıştı.
Anlaşıldığı üzere Kilise'yle "uzlaştırılmak" (reconciliación)
her türlü cezadan muaf kalmak anlamına gelmiyordu.
Engizisyon ihtiyaca cevap vermeyi
ihmal etmiyordu. 1570'lerde Majesteleri'nin gemilerinde kürek çekecek adam
ihtiyacı hızla artmıştı. Bu da krallığı kadırga mahkûmlarının sayısını
çoğaltacak yöntemlere itmişti. Devlet, Aragon Krallığı'na bağlı Engizisyon
mahkemesine kendilerine sistematik olarak kadırga mahkûmu göndermelerini
buyurmuştu.[56]
Din adamları ve asil sınıfı
Engizisyon'un cezalarına tabi tutulmuyordu. Eski Hıristiyanlara gelince,
Engizisyon'un bunlardan sadece yüzde 1'ine işkence ettiği ortaya çıkmıştır.
Kan temizliği, yani pırıl pırıl bir
cet
Devrin en parlak figürlerinden, ince
zekâsı ve esprili anlatımıyla bugünün okurlarının dudaklarına da bir gülümseme
yerleştiren Francisco de Quevedo, en hiciv yüklü pikaresk roman sayılabilecek Bir
Dolandırıcının Hayatı'na imza atarken ne denli cesur davrandığını, eserinin
çok kısa süre içinde Engizisyon'un pençesine düşeceğini tahmin ediyor
olmalıydı. Herkesin Katolik ve İspanyol olmakla gurur duyduğu ülkede, Yahudi ve
Müslüman kanıyla "kirlenmemiş" bir geçmişle övünmenin ne denli
patolojik olduğunu ilk kaleme alan korkusuz yazarlardandı Quevedo. "Pırıl
pırıl" bir ceddin torunu olduğunu göstermek için halkın yedi göbek
sülalesini bulmaya çalışmak, şeceresini çıkarıp eski Hıristiyan olduğunu
ispatlamak zorunda kalmasını, hatta bunu çoğu zaman da gurur öğesi haline
getirmesini tatlı bir kinayeyle ölümsüzleştirdi. Bahsi geçen romanın
başkahramanı Pablos'un şu sözlerine kulak verelim: "Babasının adının
tamamını kullandığını söyledi: Don Toribio Rodríguez Valligo Gómez de Ampuero y
Jordán. Böylesine tekerrürden ibaret bir isim duymamıştım doğrusu. Çan sesi
gibi don'la başlayıp dan'la bitiyordu."
Bu "temiz kan" ve
"soyağacı" çılgınlığı pek çok kişinin görevine ve imtiyazlarına veda
etmesi anlamına geliyordu. Devlet ve din işlerinde kan temizliği, saray ve
kilisede yeşerecek bir kariyerin pasaportuydu. İşin esas ironik yanı, İspanyol
Engizisyonu'nda görev alan şahısların büyük bir çoğunluğunun Yeni
Hıristiyanlardan müteşekkil olmasıydı. Entelektüellerin bile kapıldığı bu
furya, Salamanca Üniversitesi'nden devrin en büyük akademisyeni keşiş Luis de
León'un günlüğünde trajik bir şekilde ölümsüzleşir: "Kanımdan ve geldiğim
sülaleden gurur duyuyorum." Engizisyon Mahkemesi hücresinde geçirdiği beş
koca yılda akıllanmış mıdır? Yoksa bir ironi midir?
"Temizlik" üç farklı düzeyde
algılanıyordu: dini, sosyal, ırksal. Temiz kan ve onur arasında ciddi bir
bağlantı kurulmuştu. Bunun yanı sıra İspanya'da iki türlü onur, haysiyet
kavramı çıkmıştı: Hidalguía (Hidalgo'luk) ve kan temizliği. Hijo de
algo, bir şeyin, yani birisinin oğlu anlamına gelen bu kelime, sir'lük
gibi bir asalet unvanıydı. Ama yine de İspanyol Altınçağı'nda (1519-1681)
kanında "leke" bulunmayan bir insan yeterince "asil"
sayıldığı için diğer asalet unvanlarına ihtiyaç duymuyordu. Kelamın piri
Cervantes, şaheseri Don Quijote'de kahramanlarının ağzından bunu özetle
yansıtır. "Eski Hıristiyan'ım ve bu da bir kont için yeterli ced
sayılır" der Sancho. Don Quijote de onaylar: "Fazlasıyla
yeterli." Altınçağ edebi sahnesinin başka bir muhteşem ismi Lope de Vega
da, delikanlı Peribáñez adlı alt sınıftan gelen kahramanını işte böyle
konuşturuyordu:
Ben bir insan evladıyım
Alt sınıftan olsam da
Temizdir kanım ve asla
Lekelenmemiştir Yahudi ve Müslüman
kanıyla.[57]
Yeni Hıristiyanların topluma kabul
edilmeleri çok sancılı bir süreçtir. Hatta çoğu zaman imkânsızdır. Hep dışarıda
kalırlar, hep ana çemberin içinden uzak tutulurlar ve her konuda binbir türlü
engelle karşılaşırlar. Zengin olsalar bile pek çok alanda yasaklıdırlar. 1473
yılında Córdoba'lı Eski Hıristiyanlar Yeni Hıristiyanları dışarıda tutan bir
kardeşlik derneği kurarlar. Genel olarak da zaten yeni din değiştirenler kamu
görevlerinden, üniversite görevlerinden, Yenidünya'ya yapılan göçten, derneklerde
görev almaktan ve buna benzer pek çok sosyal imkândan uzak tutulurlar. Din
adamları ise en başta teolojik olarak din değiştirenlerin samimiyetlerini kabul
etmezler. İnançlarına göre Yeni Hıristiyanların Eski Hıristiyanlarla karışması
İspanyol kanının saf bir kan olarak kalmasına engel olacaktır, bu yüzden de
karışık evliliklerden uzak durmak gerekecektir.
Alevler arasında can çekişen
sayfalar
Romanın babası Cervantes yarım
yüzyıl sonra bunu Don Quijote'de hicvetmeyi unutmayacaktır. Köyün papazı
ve berberi –bu konuda şüphesiz en yetkisiz iki kişi– Don Quijote'nin mışıl
mışıl uyuduğu bir anda kitaplığına usulca girip, kendilerine göre karayı aktan
ayıracak, kütüphanenin büyük bir kısmı arka bahçede kül olacaktır. Kim bilir,
belki de Kazancakis de yüzyıllar sonra Kardeş Kavgası adlı romanında
Peder Damianos'a, Peder Yannaros'a köyün meydanında ikonaları yakmalarını
söyletirken Don Quijote'nin bu sahnesine gönderme yapıyordu.[58]
Büyük bir alegoridir bu aslında.
Cervantes belki de papaz ve berber karakterleriyle, Toledo Başpiskoposu
Kardinal Francisco Ximénez de Cisneros ile Kastilya, Aragon ve Sicilya'nın ilk
başengizitörü Torquemada'yı canlandırmak istemiştir. Torquemada 6.000 Yahudi
eserini ebediyete gönderirken, Ximenez de Arapların tüm elyazmalarını ateşe
atar. Kıyımdan sadece memleketin işine yarayacak tıp kitapları kurtulur.
Sayısız insanı ve kitabı gözü kapalı alevlere gönderen Torquemada'nın adı
içinde geçen quemada (yanık) kelimesi de tarihin trajik olduğu kadar
sembolik bir oyunudur.
1499 yılında Kardinal Cisneros başta
Kuran-ı Kerim olmak üzere bütün İslami din kitaplarının toplanıp imha
edilmesini emretti. Albaicín Camii'nin kiliseye çevrilmesini buyuran da oydu.
Bu trajik yangından kurtulan Arapça felsefe kitaplarını ise kendi kurduğu
–yıllar sonra Cervantes'in de okuyacağı– Alcalá de Henares Üniversitesi'ne
naklettirdi.[59] Kardinal, Granada'nın meydanında
yapılan bir auto-da-fé (Engizisyon mahkemesi duruşması) esnasında
yakılan devasa ateşte bütün bu kitapları alevlere teslim etti.[60] Arap edebiyatı engizitörlerin
elinde can verdi. Binlerce kitap meydan ateşlerinde yakıldı. Kütüphanelerin
yakılıp yıkılması, yazı dilinin şahitlerinin yok edilmesi, Kuran
tercümelerinin, din kitaplarının, hadis kitaplarının, vaazların, kehanet
kitaplarının, büyü kitaplarının ve hikâyelerin acıklı sonuyla devasa bir
edebiyatın imha edilmesi demekti bu!
Ne de olsa İspanya Rönesansı çok
farklı bir şekilde yaşamıştı. Katolik dünyasının bile baş tacı ettiği
Erasmus'un öğretilerinin İspanya'da ömrü kısa olmuştu. İspanyolların, bu büyük
adamın eserlerini 1551'de çıkan Indice'ye (Yasak Kitaplar Listesi)
alması uzun sürmedi. Yasak kitaplar metodik bir şekilde toplatılıp
cezalandırılırken her şeye rağmen İspanya'ya her türlü kitap girmeye devam
etti. Bununla birlikte ciddi bir sansür mekanizması doğdu. 1559'da Roma'da
çıkan Indice'nin İspanya'da bir ağırlığı olmamış, İspanya kendi
listesini oluşturmuştu.
Engizisyon'un sansür faaliyetleri
devrin pek çok kalem ehlinin korkulu rüyası olmuştu. Toplumu en iyi, en doğru
anlatan pek çok eser bu gazaba uğradı. Özellikle de en gerçekçi toplumsal
portreleri çizen pikaresk romanlar. La celestina, 1632'de kısmen sansürlenip
1790'da büsbütün yasaklanmıştı.[61] İlk pikaresk roman örneği olan Lazarillo
de Tormés (Tormés'li Lazarillo) Avrupa'nın ilk modern romanı Don Quijote'den
tam 52 yıl önce, 1554'te yayımlanmıştı. Fakat Engizisyon'un, kitabın içinde
bulunan saldırgan kilise aleyhtarı yorumları keşfetmesi uzun sürmemiş ve
1559'da kitap yasaklanmıştı. 1573'te birkaç bölüm dışında yeniden
yayımlanabildi. Ayrıca Francisco de Quevedo'nun bazı eserleri ise 1672'de
yasaklanmıştı. Sadece toplumsal değil, ruhani konuları işleyen yazarlar da
Engizisyon'un oklarına maruz kaldılar: Luis de Granada, Juan de Ávila, San
Francisco de Borja, Bartolomé de Carranza ve daha pek çokları...[62]
Auto-da-fé
Bütün dillerde aynı şekilde anılan auto-da-fé,
Kutsal Mahkeme'nin halk içinde suçluları yargıladığı ve cezalandırdığı duruşma
ve seremonidir. Sabahın erken saatlerinde şehrin ana meydanında kurulan büyük
bir sahnenin etrafını dolduran kalabalık, Charles Dickens'ın bundan üç yüzyıl
sonra kaleme aldığı İki Şehrin Hikâyesi romanındaki örgü örerek
kafaların giyotinden sepete düşmesini izleyen kadınları çağrıştırır. Bütün
şehir, bir boğa güreşi heyecanıyla suçlular için biçilen cezaların tatbikini
izler keyifle. Ne de olsa Hıristiyan dinine ihanet edenler ve karşı çıkanlar
cezasını bulmaktadır ve "İyi Hıristiyanlar" ülkenin gerçek sahibi
olarak baki kalacaklardır. Sırasıyla tüm suçlular bir karnavalın parçası gibi
meydana yürürken, halk nefretini bu "sapkınlar"a yöneltmekten geri
durmaz. Önce en hafife alınan suçlular gelir: Yani cadılar kırbaçlanır,
ardından kürek mahkûmları ve sürgünler geçer. Suçla birlikte ceza da bir çığ
gibi büyür ve ateşte son bulur. İspanya kralının devletin siyasi lideri olarak
hazır bulunduğu bu kitlesel seremonilere katılmazsa halk "incinir" ve
durumu "tuhaf" bulurdu. Böyle alengirli bir törende koyu
Katolikliğiyle tanınan II. Felipe suçlu bir aristokrata yaklaşıp "Eğer
benim oğlum sizin gibi kötü niyetli olsaydı, onu yakacak odunu kendi ellerimle
taşırdım" demişti.
İspanya'nın I. Carlos'u, Kutsal Roma
İmparatorluğu'nun V. Karl'ı Şarlken, 1528 yılında Valencia'da onuruna
düzenlenen bir auto-da-fé törenine katılan ilk İspanyol hükümdar olarak
tarihe geçmiştir.[63] Engizisyon görevlileri, din
adamları ve suçluların katıldığı resmi geçitler zamanla bir saray düğününü veya
kral ya da prensin resmi ziyaretini kutlamak için yapılır hale gelmişti. Auto-da-fé'ler
yapıldıkları şehre prestij sağladığından Toledo Konsili, krala ne zamandır
şehirlerinde bir auto-da-fé yapılmadığı şikâyetini götürmüştü.
Auto-da-fé'lerde halkın gözü önünde
cezalandırılan suçlar, genel olarak Hıristiyan halkın dini inancının inşa
edilmesinde önemli rol oynayan büyük suçlardı. Bu tür suçların büyük bir
kısmını da Yeni Hıristiyanlar işliyordu. Diğer önemsiz görülen, ya da en
azından halka ibret olması açısından ikinci sıraya düşen suçlar, kapalı kapılar
ardındaki mahkemelerde cezalandırılıyordu.
Cezaların en büyüğü büyük ateşlerde
(hoguera) diri diri yakılmaktı. Auto-da-fé'lerin son etabı olan
bu tüyler ürpertici ceza, genelde son anda tövbe ettiklerini inkâr edenlere
uygulanıyor ve onları canlı canlı ebediyete gönderiyordu. Alevleri görüp paniğe
kapılanlar ve ateşi içlerinde hissedince tövbe edenlerse acı sondan
kurtulamıyorlardı. Hoguera cezası alıp da ortalıktan kaybolmayı
başaranlar en şanslılarıydı: Bedenlerini temsilen bir heykel, halkın alkışları
arasında ateşi boyluyordu.
Engizisyon'un adamları kol gezerken
1610'da çıkarılan, tüm Moriskoların
ülkeden kovulmasına ilişkin kanuna rağmen nasıl oluyordu da Moriskolar 1614
yılına kadar Murcia Krallığı'nda yaşamayı sürdürebiliyorlardı? Bir taraftan
konsey, diğer bir taraftan da Murcia'dan gelen şahitler tarafından sıkıştırılan
kral buraya bir Dominiken keşiş göndermeye karar verir.[64] Santo Tomás de Ávila Manastırı'ndan
Juan de Perera adlı bu keşiş, krallıkta bütün mudejar (müdeccen)
yerleşimlerini tek tek dolaşır ve teftişte bulunur. Kadın, erkek, çoluk çocuk
herkese günah çıkarttırır ve Hıristiyan diniyle ilgili bilgilerini test eder.
Vardığı sonuç şudur: "Gördüğüm kadarıyla çok iyi Hıristiyanlar ve
Majesteleri'ne sadık tebaa olduklarını doğrulamak için gereğinden fazla şahit
var."[65]
Bu teftiş konusunda ilgimizi esas
çeken konu Engizisyon'un bu teftişin yapılması için gerekli gördüğü yöntem ve
soruşturma şeklidir. Bu Engizisyon'un inceden inceye nasıl çalıştığını
göstermek için güzel bir örnek teşkil eder. Perera'ya yaklaşık 150 kişilik bir
sorgulama listesi verilir. Perera yaptığı sorgulamalarda Tanrı'ya ve
Majestelerine olan sadakatlerini ölçer. Özellikle günah çıkardıkları gün ayin
yapıp yapmadıklarını, zorla mı yoksa isteyerek mi din değiştirdiklerini (yani
1501'den önce mi, sonra mı olduğunu), Müslüman geçmişleriyle ilgili şüpheli
faaliyetlerde bulunup bulunmadıklarını soruşturur. Krala sadakat konusunda
gelen sorular ise kahramanca ve onur duyulacak işler yapıp yapmadıkları,
1568'de Moriskoların ayaklandıkları Alpujarras savaşında bulunup
bulunmadıklarını öğrenir.
Kutsal Engizisyon'a açın kapıyı!
Quevedo yukarıda bahsi geçen La
vida del Buscón (Bir Dolandırıcının Hayatı) adlı eserinde, kaldığı
pansiyonun kirasını vermeden sıvışmak isteyen başkahraman Pablos'un aklına
parlak bir fikir getirir. Brandalagas adındaki bir adam ve onun iki arkadaşıyla
bir gece gelip onu tutuklamaları için anlaşma yapar. Gece yarısı gelip ev
sahibesine Engizisyon'dan olduklarını ve tek kelime etmemesi gerektiğini
söylerler. Sadece Engizisyon'u değil, büyücülere ve onlara inananları da mercek
altına aldığı anlatısına şöyle devam eder:
Hepsi korkudan donakalmışlardı,
çünkü onlara büyücü olduğumdan bahsetmiştim. Beni götürürlerken tek kelime
etmediler, fakat bavulumu görünce bunu onlara olan borcum karşılığında almak
istediklerini söylediler. Fakat arkadaşlarım Engizisyon'dan geldiklerini ve
bunun asla tartışma götürmeyeceğini belirttiler. Beni yollayıp hep böyle bir
şeyin doğru olmasından korktuklarını söylediler. Engizisyon görevlileri beni
soran insanların şeytan olduklarını, benim de onlarla bir yakınlığım olduğunu
söyledi. Sayıp durduğum paralara gelince, onların belki de para gibi
göründüğünü fakat kesinlikle para olmadığını söylediler. Kadınlar ikna oldular,
ben de olaydan elbiselerim ve yiyeceğimi kurtararak sıyrıldım.[66]
Quevedo'nun alayla dile getirdiği
Engizisyon'un kapıya dayanması sahnesi gerçek hayatta tedirginlik, korku,
heyecan doludur. Kaç İspanyol hiç beklenmedik bir anda alacaklı gibi çalınan
kapısından gelen o tüyler ürpertici cümleyi duymuştur! "Kutsal
Engizisyon'a açın kapıyı!" Hangi kesimden olursa olsun bir İspanyol
vatandaşının kanını dondurmaya yetecek olan bu sesin akabinde, eşikte
beliriveren mahkeme suratlı familiar'lar sanığı alıp götürürken, o en
doğal hakkı olan "Neden?" sorusunu sorma hakkından mahrum kalacaktı.
Asla cevabı verilmeyen bu soru, sadece engizitörle yapılacak olan ilk oturumda
cevaplanırdı.
Sorgu odasında her şeyden önce
sanığın gerçek bir Hıristiyan olup olmadığı sınanırdı. Önce kendisinden
sırasıyla Padre Nuestro (Göklerdeki Babamız), Ave Maria (Selam
Sana Meryem), Credo (İman ikrarı/Amentü) dualarını okuması istenir,
sonra Tanrı'nın ve Kilise'nin buyrukları sorulur ve ardından birkaç dua daha
okumaya zorlanırdı. Eğer bilemez ya da söylerken yanılırsa işi bitmiş demekti.
Daha da ileri giden engizitörler vardı. Bunlar, bütün duaları mükemmelen ve her
seferinde aynı tonlamayla okuyan sanıklara, "Bunları sonradan ezberlemek
suretiyle öğrendi" gerekçesiyle tutuklanma kararı çıkaran katı
engizitörlerdi. Sorgulama, sanığın "İyi bir Hıristiyan" olup
olmadığını ortaya çıkarmaya yöneliktir: "Bu İsa'nın vücudu mu?",
"İsa'yı Meryem Ana'nın doğurduğuna inanıyor musun?", "Yeniden
dirileceğimize inanıyor musun?", "Tefeciliğin suç olduğuna inanıyor
musun?", "İsa göğe yükseldiğinde canlı mıydı?"
Karar okunduktan sonra, suçlu
işkence odasına alınır, soyulur ve vücudu geren bir işkence aleti olan potro'yla
(İng: Spanish horse/İspanyol atı) başlanırdı işe. Ve "Tanrı adına
doğruyu söyle" emri yöneltilirdi. Cervantes "Daganzo Belediye
Başkanları Seçimi" adlı eserinde bu huzursuz dönemde bilginin insan
sağlığıyla ters orantılı olduğunu keskin bir hicivle dile getiriyordu: "Az
bilen, az anlatabilir. Bu yüzden de ızgarada közlenme ihtimali az olur."
Bu ihtimal azalsa da işkenceden kaçışın olmadığı aşikârdır. Suçlu iplerle
sımsıkı bağlanır, böylece işkence sonunda bütün vücut dayanılmaz acıdan eşit
şekilde nasibini almış olurdu. "Utanç bezi" adı verilen küçük bir bez
parçasıyla suçluların mahrem bölgelerini örtmelerine izin verilirdi. İşkence
görevlisi suçluyu tehdit edemez, ona "Doğruyu söyle"den başka bir
cümle yöneltemez ve aynı gün içinde işkence tekrarlanamazdı. Ama bu karabasanın
bittiği anlamına gelmezdi: Çünkü seans başka bir güne ertelenirdi!
Her türlü kötü söylentiye rağmen,
Kutsal Mahkeme de diğerleri gibi işkenceyi "doğruyu söyletmek" için
kullanıyordu. Hep varolan işkenceyi insanlıkdışı tekniklerle zenginleştiren
Papa VII. Innocentius oldu ve İspanyol Engizisyonu'nun başını çektiği bu
furyada Almanya, Fransa, İtalya ve İsviçre de önemli roller oynadı. Kan
dökülmesi ve hayat boyu kalacak hasarlar verilmesi yasaklanmıştı, ayrıca suçlu
soyunurken yanında mutlaka bir doktor ve cerrah bulunurdu. İşkence aletleri çok
sık kullanılmıyordu, ölüm ise az rastlanan bir ceza şekliydi. Durum ciddi
olduğu takdirde asiller ve din adamları bile işkenceye maruz kalırken,
işkencenin kapsama alanına girmeyen sadece bir avuç insan vardı: Krallar!
Yine de büyük acı veren işkence
aletleri icat etmekten geri kalınmamıştı. Fareler ve böceklerle dolu zindanlarda
dışkılarıyla baş başa kalmak bunların en sıradanıydı. Bir engizitör ve bir
papaz önünde tamamen soyunan suçlu suçunu itiraf ederse "merhamet"
gösterilir, itiraf etmezse işkence devam ederdi. Ne de olsa işkence itiraf
ettirmenin en "meşru" yoluydu.
İşkence öncesinde, kurbana
işkencenin etapları ve her etapta yapılacaklar anlatılırdı. Pek çok defa bu
taktik itiraf için yeterli olurdu, "Engizitörün atölyesi"ni gören
kurban için daha fazlasına gerek kalmazdı.
Birinci etap sonunda, kurban
soyulur, tıraş edilir, vücudunun çeşitli yerlerine metal çubuklar batırılırdı.
"Şeytan izi" denen bu izlerin çoğalması suçlunun kendi elindeydi:
İtiraf gelmedikçe doz artırılıyordu. Kurban işkence görürken, papaz ya da
mahkeme görevlisi sorularını yöneltir, noter de not alırdı. Sorgu kendi dilinde
ya da lehçesinde olmadığı zaman yanılgı payı büyük olurdu. İşkenceci kurbanı
öldürmeden itiraf ettirmekle yükümlüydü. İlk seans başarısız geçerse, kurban
güç toplayıp başka bir gün tekrar işkence edilmek üzere zindana gönderilirdi.
Her seans bir öncekinden daha vahşi geçerdi.
İşkence "bedava" bir
sistem değildi. Bütün bu "hizmet"in parası kurban tarafından ödenir,
kurbanın ödeyecek parası olmaması halinde para yakınlarından temin edilirdi.
Zindanda geçen süre boyunca verilen yemek, "konaklama" ve
engizitörlerin hizmet ücreti son kuruşuna kadar karşılanmak zorundaydı. Ama
kutsal görev burada son bulmuyordu. Suçlanan kişi, işkencenin sonuna doğru
itiraf etmekte direnirse işkence tırnakların, dilin sökülmesi, kızgın demirle
vücudun değişik bölgelerinin dağlanması gibi şekillere bürünebilirdi.
Yaratıcı "itiraf ettirme"
yöntemleri
Ruh temizliği: Din sapkınlarının ruhları kirli
olduğundan kendilerine ceza verilmeden once ruhları kaynar suyla temizlenir,
yani suçluya kaynak demir, kömür ya da sabun içirilirdi.
Garrucha: Kurbanın elleri arkadan bağlanır,
vücudu L şeklinde kıvrılır ve bağlı ellerinden yukarı asılırdı. Belirli bir
yüksekliğe çıkınca aniden yere bırakılırdı. Kurban, ilk seferde herhangi bir
itirafta bulunmazsa, işlem kurbanın ayağına bir ağırlık bağlanarak
tekrarlanırdı.
İtalya'da bu "Strappado"
diye adlandırılırdı.
Potro: Kişi aletin üzerine yatırılır ve
kol çevrilerek bedeni gerilirdi. Bedenin on iki parmak esnetildiği olmuştur.
Kurbanın vücudu gerilirken, engizitör buna ek olarak başka işkence aletleri de
kullanabilirdi. Ete saplanan kızgın kıskaçlar, göğüs ucu, dil, kulak, burun ve
cinsel organları koparmayı amaçlardı. Aşırı durumlarda kurbanın bağırsakları
çıkarılabilirdi.
La Horquilla: Dört sivri ucu gırtlağa ve göğse
gelecek şekilde yerleştirilen ve kımıldamayı imkânsız kılan bir aletti. Suçlu Hoguera'ya
(Büyük ateş) yanmaya götürülmeden önce kullanılırdı.
El Cepo: Başlı başına bir işkence aleti
değil, bir bekleme aracıydı. Kurbanın elleri ve ayakları deliklerden sokulur ve
o halde halk arasına çıkartılırdı. Halk en iyi ihtimalle kurbanı provoke eder,
tokat atar, üzerine işer ya da ağız, burun ve kulaklarına pislik yapıştırır ya
da gıdıklardı. Daha kötü durumlarda ise sakat bile bırakılabilirdi.
Garrote: Bu işkence şekli hoguera'da
acı içinde yanarak ölmekten kurtulacak kadar parası olanlar içindi. Hoguera
cezası ilan edilen ve ardından tövbe edenler bundan faydalanabilirdi. Garrote
arkasında bir delik olan, uzun ve dik bir sandalyeydi. Arkadaki delikten uzanan
ip, kurbanın boynunu sıkarken, elleri koltuğa bağlı olurdu. Bazı
"yaratıcı" engizitörler kurbanın boynuna uzanan büyükçe bir çatal da
yerleştirirlerdi. Bazen de çatal yerine bir bıçak kullanılırdı.
Kırbaç: Kurbanın boynu ve elleri cepo'ya
geçirilir, elbiseleri çıkartılır ve Kutsal Mahkeme'nin layık bulduğu sayıda
kırbaçlanırdı. Sayı 50 ila 200 arasında değişebilirdi. Kırbaç, kurbana suçunu
itiraf ettirmek amacıyla değil, cezanın bir parçası olarak verilirdi.
Başparmak sıkıştırıcı: Pinniwinks olarak da
bilinirdi. Tırnaklardan kan fışkırana kadar sıkan bir aletti.
Kedi tırnağı: En az insan parmağı kadar uzun dört
sivri pençeden ibaretti. Etleri kemiklere değecek şekilde kazımaya yarardı.
Göğüs koparıcı: Dört ucu kadınların göğsünü
tanınmayacak bir hale gelene kadar çekiştirip kopartan bir aletti.
La Turca: Tırnak koparmak için kullanılan
kerpeten benzeri bir aletti. Adının neden "Türk"ten geldiği ise
karanlık.
Yahuda beşiği: Potro ya da İspanyol Atı
olarak anılan işkence aletini de andıran bu sistem, kurbanın üç ayak üzerinde
duran sivri bir koninin üzerine kuyruksokumundan ya da vajinadan oturtulması
anlamına geliyordu.
Kafatası sıkıştırıcı: Kurbanın kafası aletin içine
yerleştirilir ve yukarıda bulunan tornavida ile sıkıştırılarak kırılırdı.
İş şirazesinden çıkınca
Engizisyon çoğu zaman kendi
sınırlarını bile aşıyordu. Hatta sadece canlıları değil, ölüleri bile takip
eder olmuştu. Tomás de Cuenca, San Francisco Mezarlığı'ndaki mezarları açmış ve
naaşların Yahudi geleneğine göre gömüldüğünü görmüştü. Aynı teftişte gizli
Yahudilerin kuyularda ve oyuklarda kitaplarını sakladıklarını ortaya
çıkarmıştı.[67] Ölülere gelince, hayatta cezalarını
çekmedilerse, öldükten sonra kemiklerinin ateşte yakıldığı da oluyordu.
3
1492: Moriskolar
VIII. yüzyıldan beri üç dinin yan
yana var olmaya çalıştığı İber Yarımadası'nda sorunsuz bir birlikte yaşamın söz
konusu olmadığı su götürmez bir gerçektir. Arapların hükümranlığı süresince de,
her ne kadar hoşgörülü bir yönetim mevcut olsa da sosyal ve dini sürtüşmeler
hep varolmuştu. İspanyolların Arapları Reconquista (Yeniden fetih) ile
yavaş yavaş güneye doğru sürmeleri ve bu toprakları yeniden Katolik kraliyet
yönetimine geçirmeleriyle üç din arasındaki çatışma daha nahoş boyutlara
erişmişti. Farklı dinden, sosyal yapıdan ve dinden üç milletin eşit haklara
sahip olduğuna inanmak imkânsızdır.
İber Yarımadası'nda İspanyol Katolik
hükümdarlığı altında yaşayan Müslümanlar, Arapça Müdeccen (kalmasına
izin verilen, bir yerde ikamet edip oraya alışan) kelimesinden bozulup
İspanyollaştırılan Mudejar sıfatıyla adlandırılmışlardır. Bunlar
dinlerini, gelenek ve göreneklerini korumuş Arap-Müslümanlardır. Müdeccenlerin
tarihi 1085 yılında Toledo'nun VI. Alfonso'nun eline geçmesiyle başlamıştır.[68] Bunlar Aragon, Kastilya, Valencia,
Extremadura ve Endülüs bölgelerine yayılmışlar, koruma altına alınmış küçük
azınlık grupları olarak hayatlarına devam etmişlerdir. Hıristiyan hükümdarlarla
yaptıkları anlaşma gereği sosyal ve dini hayatlarını garanti altına almışlar;
ibadet, hareket, dil ve gelenek görenekleri konusunda özgür bırakılmış,
karşılığında da Osmanlı'nın zimmî tebaası gibi bir vergi ödemişlerdir. Büyük
şehirlerde müdeccenler morería adı verilen kendilerine ait mahallelerde
yaşıyorlardı. Müdeccenler bir bakıma, İber Yarımadası'nda Arap hükümdarlar
zamanında onların saltanatı altında kendi hayatlarını sürdüren Hıristiyanlar
olan Mozárabe'lerin tebaa olarak karşılığıdır. Bunlar ehl-i kitap olarak
şeriat tarafından korunuyorlardı.
İber Yarımadası'ndaki dini ve sosyal
iklim uzun süre barışçıl niteliğini koruyamaz. Yeniden Fetih ilerledikçe
ayrımcılık da artan bir parabol şeklinde ilerler. Valencia'lı hekim Arnaud de
Villenueve, 1301 yılında basılan De Mysterio cymbalorum adlı eserinde
İslam karşıtı sert bir söylemle çıkıp gelecektir: "İspanya, İslam denen
sapkınlığın sütannesi",[69] "Üç kültürün kralı"
olarak anılan Alfonso el Sabio'nun (Bilge Alfonso) hükümdarlık günleri
geride kalmıştır. Biçimsel ayrımcılık ise çok erken başlar. 1408 yılında ortak
naipler Fernando de Antequera ve Catalina de Lancaster Kastilya'daki
müdeccenlerin toplum içinde tanınmaları için bir dizi düzenleme hazırlarlar.
Maddeler arasında omuzlarında mavi bir hilal taşıma zorunluluğu da vardır.[70]
1473'te Córdoba'daki Eski
Hıristiyanlar, Yeni Hıristiyanları aralarına almadıkları bir dernek (cofradía)
kurdular. Engizisyon, daha ilk kurulduğu yıllarda, din sapkınlarını müreffeh
bir hayatın simgelerini toplum içinde kullanmaktan men etmeye başlar: at,
kılıç, altın, inci, ipek, araba...[71] Osmanlı Devleti'nin zimmîlere
uyguladığı kuralları (ata binememek, silah taşıyamamak, milleti ve dini deşifre
edecek kıyafetler giymek vb) andıran bu yasaklar gittikçe keskinleşmeye devam
eder. Daha 1414 yılında Salamanca'daki San Bartolomé üniversite yurdu Yahudi
menşeli taliplerini dışarıda tutuyordu.
Gerginlik hızla artıyordu. 1455'te
Valencia'daki Müslüman mahallesi yağmalandı. Müdeccenler burayı terk etmek
zorunda kaldılar. İspanyollar, Katolik ve İspanyol olmayanları iyiden iyiye
ayırmaya başladılar. Bir taraftan da eli kalem tutanlar nifak tohumlarını
kâğıtlara ekmeye devam ediyorlardı. Alonso de Espina, Fortalitium fidei
(İnancın Kalesi) adlı eserinde "Yahudiler, Müslümanlar ve şeytanların
sebep olduğu kötülükler ve belalar"ı konu alıyordu.[72] Diálogos cristianos contra la
secta mahomética (İslam Dinine Karşı Hıristiyan Diyalogları) 1530 yılında
Gandía'da kaleme alınmıştı. Yazarı Bernardo Pérez de Chinchón Hıristiyanlar
"kendi kutsal inançlarının zorunlu kıldığı şekilde iyi yaşarlarsa"
Müslümanların da bunu örnek olarak kendi rızalarıyla din değiştireceklerini
iddia ediyordu.[73]
Arapların artık Granada şehrinden de
tümüyle atılmasından sonra bu savaşın sonuna gelindiğine kanaat getirildi.
Arapların yığıldığı yerlerde peteşiyal humması gibi hastalıkların baş
gösterdiği görülüyordu. Hıristiyanların hükmettikleri bölgelerde uzun zamandır
açlık ve mahrumiyet içinde yaşayan Arapların bu hastalıklara tutulmuş olması
şaşılacak bir şey değildi.[74]
1492'de İslam'ın İber
Yarımadası'ndaki en büyük sembolü ve son kalesi olan Granada'nın yeniden fethi,
üç dinin birlikteliği için yeni bir milat olacak ve Moriskolar için yeni bir
çileli dönem başlayacaktır.
Gerginlik artıyor
20 Nisan 1502'de Katolik Hükümdarlar
Isabel ve Fernando'nun Müslümanlara dair çıkardıklarını kanunda, "yapmakta
oldukları hatayı anlayıp bizim Aziz Katolik inancımıza dönmeyi
istediklerini" belirtirlerse bu halde krallıklarda tüm eski Hıristiyanlar
gibi fazladan bir haraç ödemeyecekleri garanti ediliyordu.[75] Ama sorun hiç de lanse edildiği
gibi barışçıl bir politikayla halledilmeyecekti.
1524 yılında Papa VII. Clemens,
Şarlken'in Müslüman sorununa vaftiz yoluyla son vermesini istemişti.[76] Bunun üzerine imparator da Valencia
ve Aragon'daki Moriskolara din değiştirme ve sürgün olmak üzere iki seçenek
sunmuştu. Akabinde de İslami gelenekleri ve sosyal hayata dair temel unsurları
yasaklayan bir kanun çıkarmıştı: Arap dili, kıyafetleri, muskalar, İslam'a
uygun hayvan kesimi ve daha pek çok şey yasaklanmıştı. Uymayanların cezası ise
90 bin ducado'dur. Bunun üzerine Valencia'daki Moriskolar 1526'da
ayaklanmış ve bu ayaklanma Moriskoların haklarının bir şekilde güvenceye
alınmasıyla son bulmuştur.
Geçen yıllar İspanya'yı Moriskolar
için daha da yaşanmaz bir yer haline getiriyordu. II. Felipe 1566 ve 1567
yılları arasında çıkardığı kanunlarla Moriskoların Hıristiyan topluma intibak
sağlaması için yeni zorunluluklar getiriyordu. 17 Kasım 1566'da yine kendisi
tarafından resmi olarak yayınlanan buyrultuya göre en fazla üç yıl içinde
İspanyolca öğrenmek zorundaydılar, Arapça konuşmak, okumak ve yazmak yasaktı.
Bu dilde yapılan bütün kontratlar geçerliliğini yitirmişti. Moriskoların
ellerinde bulunan Arapça yazılmış kitaplar 30 gün içinde Granada'da otoritelere
teslim edilecek, teftiş edilecek, elden geçirildikten sonra uygunsuz
bulunmayanlar geri verilecekti. Sadece halka açık yerlerde değil, aynı zamanda
özel alanlarında da Arapça konuşmak, okumak ve yazmak yasaktı. Moriskolara has
elbiseler giyemeyeceklerdi. Kastilya usulü (a la castillana) kıyafetler
giyilecekti, pek tabii Hıristiyan usulünde. Kadınlar kesinlikle yüzlerini
kapatmayacaklardı. Kına yakmak da yasaklanmıştı.
Kararlar sık sık çıkan kanunlarla
sağlama alınıyor, yasaklar genişletiliyor, cezalar detaylandırılıyordu.
Moriskolara ait her türlü eğlence yasaklanmıştı: Şarkılar, danslar, düğünler.
Ayrıca artık cuma ve bayram günleri evlerinin kapılarını da açık bırakmak gibi
bir zorunlulukları vardı. Böylelikle Hıristiyan komşuları gelip gizli gizli
eski dinlerinin gereklerini yerine getirip getirmediklerini kontrol
edebileceklerdi.
Gelenek ve göreneklerini,
törenlerini tamamen bırakacaklardı. Hamama gitmeleri yasaktı, mevcut hamamlar
yıkılacaktı. Cuma namazına gidilmeyecekti. Bundan böyle Müslüman bayramlarını
değil, sadece Hıristiyan bayramlarını kutlayacaklardı, hatta pencerelerini de
açık bırakacaklardı. Müslüman çalgıları da çalınmayacaktı.
Arap kökenli soyisimleri yerini
Hıristiyan kökenli soyadlarına bırakacaktı. Ayrıca gaci (gazi) tabir
edilen soydan esir bulundurmaları yasaktı; bu soydan olanlar sürgün edilecekti.
Zenci esir alabilmeleri konusundaki izinleri de yeniden gözden geçirilecekti.[77] Bütün yeni doğan Morisko çocukların
Eski Hıristiyan vaftiz anneleri ve vaftiz babaları olacaktı. Ayrıca
Moriskoların evlilikleri bir Eski Hıristiyan'ın şahitliğinde gelişecekti.[78]
"Bu kanun bizi mahvetmeye
yönelik!"
1567 yılında çıkarılan bu kanunlara
bir Morisko ve Yeni Hıristiyan olarak saygı uyandıran Francisco Núñez Muley
karşı çıkmıştı. Duyarlı ve ön görüşlü bir insan olarak bu kanunun 1492'de
verilen sözlerin ve kanunların ihlali olduğunu söylüyordu. 1492'deki din
değiştirme kararnamesi Moriskoları dillerini, geleneklerini, danslarını,
şarkılarını, bayramlarını bırakmaya zorlamıyordu. Muley'in savunması şöyleydi:[79] Müslüman kadınlar Kastilya'da ve
diğer bölgelerde olduğu gibi, kendi geleneksel kıyafetlerini giyiyorlardı.
Kadınlar kıyafetlerini yılda bir kere yenileyebiliyorlardı ve şimdi ise
yenilerini alabilecek durumda değillerdi. Erkekler ise mütevazı bir şekilde
Kastilya stili giyiniyorlardı. Üstelik eğer bir Morisko'nun üzerinden bir bıçak
çıkacak olursa hemen zindana atılıyordu. Ayrıca bütün Müslümanlar aynı tarzda
giyinmiyordu. Söz gelimi, Türklerin kıyafetleri farklıydı.
Düğünler, şarkılar, danslar ve diğer
eğlenceler ne iyi Hıristiyan olmaya engel teşkil ediyordu, ne de bunlar
Müslüman seremonilerinin bir parçasıydı. Zaten dindar Müslümanlar da bunu hiç
hoş karşılamıyorlardı. Zambra adı verilen danslar da bölgesel bir
geleneğin parçası idi: Ne Türk topraklarında, ne de Kuzey Afrika'da vardı.
Evlerin kapısının açık bırakılmasına gelince, bu hırsızları ve rahatsız edecek
insanları davet etmekten başka bir şey değildi. Eğer maksat Müslüman
ayinlerinin yapılmasına engel olmaksa, bu işe yaramayacaktı, çünkü yapacak
olanlar bunu geceleri de yapabilirdi.
Hamamların İslami amellerle bir
ilgisi olduğu sanısı çok yanlıştı, çünkü hamamlar zaten Hıristiyanlarla
doluydu. Bunun ötesinde Müslüman ritüelleri için hayli pis ve uygunsuz
sayılırlardı. Ayrıca bu yerler yıkanmak için kullanıldığına göre, orada
yıkanılmayacaksa nerede yıkanılacaktı?
Peçe İslami kanunun bir gereği
değildi. Ahlaki gevşeklik ve evlilikte eşitsizliğe engel olmak için kullanılıyordu.
Peçe olmazsa erkekler sadece güzel kadınları alırdı, çirkinler de evde kalırdı.
Eski Arapça isimlerin
kullanılmasının yasaklanması da mantıksızdı, ne de olsa bu isimler insanların
soylarını ve aile ağaçlarını gösteriyordu. Bunu unutmanın faydası ne
olabilirdi?
Gaci ad verilen vaftiz olmamış
Müslümanları ülke dışı etmek büyük bir sorun oluşturacaktı, çünkü bunların çoğu
buranın yerlisiydi ve bekârdılar. Bu bir vicdan meselesiydi. Sayıları hayli
kabarık olan zenci köleler için de bu geçerliydi.
Arap diline gelince insanların
büyüdükleri dili onlardan koparmaya çalışmak nasıl bir şeydi? Mısırlılar,
Suriyeliler, Maltalılar ve diğer pek çok insan Arapça konuşuyordu ve
"bizler kadar Hıristiyan"dılar. Bütün Moriskolar İspanyolca
konuşabilmeyi arzu ediyorlardı, ama bu imkânsız olmasa da çok zordu.
"Sonuç olarak bu kanun bizi
mahvetmeye yönelik!"[80]
Ve ayaklanma saati: Alpujarras
Dr. Johnson'ın "dağlar daha geç
fethedilmiş ve daha geç uygarlaşmıştır" dediğini hatırlayalım.[81] Geç uygarlaşması konumuz dahilinde
olmasa da geç fethedilmesi Moriskoların son ayaklanmalarını neden dağlarda,
Alpujarras'ta başlattıklarını açıklar.
Alpujarras Dağı halkı İslam'ı en son
kabul etmiş ve onu en son terk etmiş halktır. Moriskolar aleyhlerinde gelişen
bu durumda, Engizisyon'un nefesini her daim enselerinde hissetmelerinden doğan
korku, kısıtlı ve hayli gergin yaşam koşullarıyla iyiden iyiye yaşanmaz bir
hale gelen İspanyol topraklarında, kendilerine son yüzyıllarda en son kalan
topraklarda, yani Endülüs dağlarında ayaklanırlar.
Uzun süren bir ayaklanma projesinin
son noktası olan bu açık savaş 24 Aralık 1568'de Alpujarras'ta başlar. Burada
Moriskolar biraz da Türklerden gelecek yardımın hayaliyle ayaklanmışlardır. Bu
gerçek bir bağımsızlık savaşıdır. 1570 yılının Eylül ayına kadar devam
edecektir ve az kan dökülmeyecektir. Aralarında Müslümanlar ve Hıristiyanların
bulunduğu 30.000 kişinin ölümüyle son bulacak olan savaş Granada Krallığı'nın
tüm nüfusunun onda birini alıp götürecektir.[82]
Alpujarras tam bir protesto sahnesi
olmuştu. Granadalı Moriskolar kiliseleri yakmışlar, insanları Hıristiyanlıktan
dönmeye zorlamış, din adamlarını ve masum insanları öldürmüşlerdi. Eski
Hıristiyanların sürülerini çalmışlar, çiftliklerini yakmış ve değirmenlerini
yerle bir etmişlerdi. Hükümetin buna verdiği karşılık da aynı derecede sert
olmuştu: yağma, tecavüz, ayrım yapmadan katletme, insanların ayaklanmaya
katılıp katılmadıklarına bakmadan onları esir alma.[83] Bu kargaşayı ayrıntılarıyla
anlatanlardan biri olan Mármol Carjaval, Moriskoların kiliseye girip mihrabın
süslü arkalığını (retablo), kutsal tasvirleri, haçları ve vaftiz
havuzunu parça parça ettiklerini kaydeder.[84] Ginés Pérez de Hita ise Las
Guerras Civiles de Granada (Granada İçsavaşları) adlı eserinde
Müslümanların Guécija'ya gelip Dominiken keşişlerine ait olan bir manastırı
ateşe verdiklerini, burada çok sayıda vaiz bulunduğunu, bütün keşişleri
boğazladıklarını, çırılçıplak soyup sürüklediklerini, zeytinyağı başta olmak
üzere ne buldularsa aldıklarını yazar.[85]
İnebahtı'nın Avrupa için şanlı
figürü, İspanya Kralı II. Felipe'nin kardeşi Don Juan de Austria bir kez daha
Müslümanlara karşı savaşta görevlendirilir. 1569 yılında II. Felipe, o esnada
İtalya'da bulunan ve yeniçeriler gibi düzenli birlikler olan İspanyol askerleri
tercios viejos'u bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirir.[86] II. Felipe Latin Amerika'daki
yerlilere yaptıklarını, şimdi de Moriskolara yapmak peşindedir. "Şeytandan
ilham alan bir kültürün tüm hatırasını" silmek niyetindedir.[87]
Don Juan de Austria tarafından
İspanya'nın güneyine getirilen bu askerler Müslümanlara karşı savaşın gereğini
yapmışlardır. Lakin bunun yanı sıra kadınlar ve çocuklar olmak üzere pek çok
Morisko'yu da esir almışlardır. Yağmalamış, talan etmiş, meydanlarda kadınları
ve çocukları satmışlardır. Kadınlar ve çocuklar savaş esiri olarak satılırken
erkekler dağda savaş vermeye devam ederler. Moriskoların düzenli İspanyol
birlikleri karşısında bu savaştan galip çıkma şansı yoktur.
Bir Müslüman'ı nasıl tanırsınız?
1609'dan sonra İspanya'da
Moriskolardan eser kalmadığı iddia edilemezdi, çünkü IV. Felipe (h. 1621-1640)
döneminde bile hâlâ sürgünden kaçan Moriskolardan bazıları dağlık bölgelere
saklanmış halde yaşıyorlardı. Kimileri eski Hıristiyanlara esir olarak hizmet
ediyorlardı, kimileri de Afrika'da yapamayacaklarını anlayıp geri gelmişlerdi.
Cervantes'in, Ricote'nin ağzından dile getirdiği gibi, İspanya'ya dönme özlemi
içinde olanların karılarını, çocuklarını bırakıp döndükleri bile oluyordu.
Geriye yalnız dönen Moriskoların kürek mahkûmiyeti cezası bazen madende çalışma
cezasına çevrilebiliyordu.
1610 yılında artık İber
Yarımadası'nın tüm topraklarından kovulduktan sonra Müslümanlar çok sıkı
şekilde takip edilmeye başlanmıştı. Âdetlerini, gelenek göreneklerini, hatta
fiziksel görünümlerini, baskın karakter özelliklerini anlatan kitapçıklar
basılıp dağıtılmış, onların Eski Hıristiyanlar tarafından tespit edilmesini
sağlayacak pratik bilgiler verilmişti.
Hıristiyan halka verilen pratik
bilgilerden bazıları şunlardı: Müslümanlar namaz kılarken kıbleye dönüyorlar,
hayvanları kıbleye doğru kesiyorlar, temiz pak olduktan sonra bir odaya doluşup
kapıyı da sıkıca kapadıktan sonra dua ediyorlardı. Ayrıca genelde gizli
yerlerde dua ediyorlardı: sazlardan yapılmış kulübelerde, bostanlarda, kavun
karpuz tarlalarında. Onların Ramazan ayında olduklarını ise "en güzel
elbiselerini giydiklerinden" ve "fakirlere sadaka
verdiklerinden" anlayabilirlerdi. Hıristiyanları şaşırtan İslami
özelliklerden biri de sık sık yıkanma âdetiydi. "Aralık ayında dışarıda
bile yıkandıklarına" şahit oluyorlardı. Kendilerini ele verecekleri
geleneklerinden biri de buydu. Ramazan'da "gece yıldızlar görünene
kadar" oruç tuttukları da biliniyordu. Ramazan zamanı kendi dininden
olanlara zekât verdiği fark edilen Moriskoları ise hayırlı günler beklemiyordu.
Çalışkan mı, tembel mi?
Fransa Kralı I. François 1525'te
Pavia'da Şarlken'in askerlerine esir düşüp de İber Yarımadası'na getirilince
Valencia Krallığı'ndaki Benisanó'da konaklatılır. Tan vakti, uykusunda pek
yakınından gelen, tuhaf sesler duyar ve yerinden sıçrar. Kalkınca bunun şatoyu
saran ve imparatora hizmet etmekle yükümlü bir grup insan olduğunu anlar. Hemen
beraberinde getirdiği hizmetçisi Alarcón'u çağırır ve bu gürültünün sebebini
sorar. O da gürültüyü yapanın yerli Müslümanlar olduğunu, işe gitmek için
erkenden kalktıklarını, şatonun pencerelerinin altındaki meydanda işleri
güçleriyle ilgili konuşmaya daldıklarını, bu gürültünün onların konuşmasından
başka bir şey olmadığını, genelde böyle bağıra çağıra konuştuklarını söyler.
François buna öyle çok alınır ve kızar ki bunu kendilerine ödeteceğine yemin
eder. Topraklarında bu insanları barındırdığı için imparatora serzenişte
bulunur.[88]
Bu anekdotun doğru olup olmadığını
bilemeyiz. François'nın İspanya'daki esareti sırasında üretilen pek çok hikâye
gibi bu da uydurma olabilir. Bizi ilgilendiren arka planındaki suçlamalar. Biz
İspanya gibi Müslüman bir nüfusu bulunmayan Fransa kralının, alışık olmadığı
bir davranış aracılığıyla –anekdottaki gibi yüksek sesle konuşmak, bağrışıp
çağrışmak– Moriskoların hedef tahtasına koyulması ihtimaliyle ilgilenelim.
Burada Moriskolara yöneltilen iki
suçlamanın izleri var: Yarımadada birlikte yaşadıkları diğer halklardan daha
çok gürültü yaparak konuşmak ve herkesten erken kalkıp işe gitmek. İkincisi her
ne kadar bir erdem gibi görülse de Hıristiyanlarla rekabet unsurunu göz önünde
bulunduralım. Moriskolar çok çalışırlar, dolayısıyla bu çalışkanlıklarıyla
diğer işçilere tercih edilirler. Bu da diğer grupları ikinci sınıfa iter. Diğer
bir taraftan, tuhaf bir şekilde tembellikle de suçlanırlar. Bir iddiaya göre de
daha az çalışırlar, tembeldirler, günde 3-4 saat çalıştılar mı yeter,
"tembelin önde gideni"dirler.[89]
Bu insanların hem çalışkanlıkla, hem
tembellikle suçlanıyor olmaları da başta akıl almaz gibi görünse de,
Moriskoların XV. yüzyılın sonunda sıkışıp kaldıkları Endülüs bölgesinin sıcağı
ve nemi göz önüne alındığında, bütün dinlenme, nefes alma, işe ara verme
sahnelerinin kötüye yorumlanıp bir tembellik tablosu yaratmanın hiç de zor
olmayacağını tahmin edebiliriz. Diğer taraftan, Moriskolar hep kolay para
getiren meslekler seçmekle itham edilirler. Bu da kendilerine yakıştırılan
tembellik sıfatının bir parçasıdır. Suçlamalara göre espiyonaj ve casusluk
gerektiren işlere giriyorlar ve hayatlarını güneşin altında yatarak
geçiriyorlardı.[90] Türklerle ve Kuzey Afrika
halklarıyla irtibat halinde oldukları yalan değildi, ama bu hepsinin casus
olmasını gerektirmiyordu elbette.
1602 yılında Valencia Başpiskoposu
Juan de Ribera halk arasında çok sık dile getirilen bir düşünceyi
resmileştirmiş oluyor ve saldırı oklarını yine Moriskoların üzerine yöneltiyordu:
"Genel olarak açgözlü ve tamahkâr oldukları için ve parayı harcamayı
değil, saklamayı sevdiklerinden en kolay meslekleri seçiyorlardı: bakkal,
gezici esnaf, fırıncı, bahçıvan oluyorlardı". "İspanya'nın
zenginliğini sömüren bir sünger" gibiydiler.[91]
Belki de Katolik İspanyollar,
Altınçağ'ın bir klasiği haline gelen aylaklık ve kolay para kazanma sevdasını
onlara yansıtırlar sadece. Fernández Navarrete bu düşünceyi çok güzel ortaya
koyar: "İspanyolların büyük bir çoğunluğu bir şey yapmaz: bazıları, asalet
bahanesiyle; bazıları da dilenmeyi tercih ettikleri için. Madrid sokakları
garip bir manzara sunar. Bütün gün boyunca kâğıt oynayan, manastırların
kapısında yemek bekleyen ya da ev yağmalamak için kırsal kesimden gelen serseri
sürülerine rastlanır."
Minarenin kılıfı
Katolik Monarşi, Moriskoları
Engizisyon aracılığıyla çok yakından takip edip her fırsatta ensesine
yapışırken suçlamalarını meşrulaştırmak için onların eski dinlerinin
gereklerini gizli gizli yerine getirdiklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordu.
Bunda pek de zorlandığı söylenemezdi. Ne de olsa insanların geceden gündüze
dinlerini, dinleriyle birlikte gelen sosyal çevrelerini, geleneklerini,
göreneklerini, yeme alışkanlıklarını, eğlencelerini ve alışık oldukları daha
pek çok şeyi bırakmaları pratik olarak imkânsızdı.
İspanyol toplumunda, Eski
Hıristiyanlar Moriskoları sosyal olarak hayatlarından soyutlamak için
çalışmalara devam ediyorlardı. Onların "kalplerinin açgözlülükle
yandığını", en çok paranın döndüğü meslekleri icra ettiklerini, böylelikle
Hıristiyanların işlerini de ellerinden aldıklarını iddia ediyorlardı.[92] Ayrıca çok cimri olduklarını da düşünüyorlar,
paracıklarını saklamaktan yemeyip, içmeyip, giyinmeyip sefil bir hayat
yaşadıklarını söylüyorlardı. Moriskoların Kuzey Afrika'ya geçip orada özgürlük
içinde yeni bir hayat kurma hayaliyle paralarını biriktirdiklerini düşünmek
yanlış olmaz. Eski Hıristiyanların en büyük yakınmalarından biri de,
Moriskoların daha az ücretle çalıştıkları için her zaman işverenler tarafından
tercih edilmeleriydi.
Her türlü kötü sıfat
yakıştırılıyordu onlara. Bilimin ve edebiyatın düşmanı, şehirli ve nazik
olmaktan uzak oldukları söyleniyor, çocuklarını hayvan gibi yetiştirmekle
suçlanıyorlardı. Kıyafetleri komik bulunuyordu. Hep yerde yemek yiyorlar, masa
nedir bilmiyorlardı. Yerde, döşeklerde yatıyorlar, yatak kullanmıyorlardı.
"Kadınları tavşan gibi doğuruyor, evleri karınca yuvası gibi çoluk çocuk
çığırışlarıyla dolup taşıyordu."[93] "Zararlı otlar gibi
çoğalıyorlar" deniyordu. Eski Hıristiyanların kaygılarından biri de buydu.
Moriskolar "tavşanlar gibi" çoğalırken, onların nüfusu azalıyor ve bu
da ciddi bir kaygıya sebebiyet veriyordu. Gerçekten nüfus kayıtları da bunu
onaylıyordu. Moriskolar, Eski Hıristiyanlardan yüzde 35 daha fazla
çoğalıyorlardı. Bundan tam 500 yıl sonra Avrupa'da aynı kaygının devam ediyor
olması da yanılmadıklarını gösterecekti. Çalışıp çoğalıyor ve azla
yetiniyorlar, üstelik yaşamayı da bilmiyorlardı. Çocuklarını daha küçükten
meslek sahibi yapıyorlardı. Aralarında neredeyse hiç dilenci bulunmayan bir
millettiler.[94]
1502-1570 arasındaki Engizisyon
mahkeme kayıtlarında genel olarak küfür, sadakatsizlik ve Türklerin zaferlerine
sevinmek suçu hâkimdi.[95] Çocuklarını sünnet ettirdikleri,
vaftiz yağını suyla yıkayarak temizledikleri, çocuklarına Arapça isimler
verdikleri söyleniyordu. Ayrıca kendi bayramlarını kutlamaya devam ediyorlar,
kiliseye gitmiyorlar, günah çıkarmıyorlar, kilisede ayin sırasında saçma sapan
şeyler yapıyorlar, yasaklı günlerde et yiyorlar, vaizlere ve din adamlarına
saygısızlık ediyor, çokeşliliğe devam ediyorlar, Tanrı'ya ve Katolik mezhebine
küfür ediyorlardı.
Segorbe piskoposu, 30 Temmuz 1587'de
bir genelge yayınlayıp Granada'nın fethinden bu yana Morisko sorununu özetliyor
ve daha önce belirttiğimiz suçlamaların dışında şunları göz önüne seriyordu:
Moriskolar günah çıkarmak yerine hâlâ kafalarını, ellerini ve ayaklarını
yıkayarak (aptes alarak) günahlarından arınmayı umuyorlardı. Hem çokeşlilik hem
de boşanma günahı işliyorlardı. (Katolik mezhebinde boşanmanın olmadığını,
Franco'nun 1975'te ölümüne dek İspanyolların boşanamadıklarını hatırlayalım.)
Hıristiyanları öldürmenin kendilerini kurtaracaklarını sanıyorlardı. Katliam,
hırsızlık ve diğer suçları işliyorlardı. Çocuklarını sünnet ettiriyorlar,
uyarıldıklarında da böyle doğduklarını iddia ediyorlardı. Ölülerini kendi
dinlerinin buyurduğu şekilde gömmeye devam ediyorlardı. Kilisenin gelişmesi
için çalışmıyorlardı. Aziz tasvirlerine saygı göstermiyorlar, bunları evlerinde
barındırmıyorlardı. Şarap içmiyor, domuz eti yemiyorlardı. Papazları öldürüyor,
kutsal mekânları kirletiyor ve ayaklanmalar düzenliyorlardı. Hıristiyanların
ellerinden işlerini alıyorlardı. Kilise ve devlet onlar için pek çok şey
yapmıştı, ama onlar kendi yanlış Müslüman inançlarına devam ediyorlardı. Din
değiştirmek onlara bir fayda sağlamamıştı, çünkü Kuzey Afrikalı Mağribiler gibi
Müslüman olmayı sürdürüyorlardı. Onları Hıristiyanlar arasına karıştırmak,
dağıtmak da işe yaramamıştı, çünkü her zamanki gibi Müslüman (moro)
idiler![96]
Moriskolar konusunda suçlamalar
bitmek bilmiyordu. Diğer bir taraftan da Moriskoların kullandıkları –ya da
kullandıkları iddia edilen– muskalar da bir korku ve çekinme unsuru olmuştu.
Ayrıca büyücülükle itham ediliyorlardı. Moriskoların küçük çocukları kaçırıp
denizaşırı topraklarda yaşayan Müslümanlara onları kendi dinlerinde
yetiştirmeleri için sattıklarına dair bir inanç yayılmıştı. Buna benzer bir
dedikodu daha, dört bucağa yayılıyordu. Guadalajara'lı Marcos adlı bir zat
yolcuların katledildiğini, soyulduğunu ve cesetlerinin de gözden ırak
mağaralara atıldığını iddia ediyordu.[97] Dini otoriteler hükümdara ölüm
vakaları yüzünden halkın gece sokağa adım atmaya korktuğunu bildiriyordu.
Zehirleme iddiaları da yok değildi. Memlekete kalp para sokmakla da
suçlanıyorlardı.[98] Ruhban sınıfının suçlamalarına
rağmen hâlâ zambra dansını yapmaya devam ediyorlardı.[99]
Diğer bir suçlama ise dönem
itibarıyla Osmanlılar için de sıkça gündeme getirilecek bir konuydu:
Moriskoların oğlancılıkta da çok ileri gittikleri iddia ediliyordu. Gerçekten
de oğlancılık suçundan ceza alan pek çok Morisko vardı.[100] 1567 yılındaki bir vakaya bakalım:
Valencia'da Buleilet adlı bir Morisko'nun "onunla yatan genç Moriskoları
olduğu ve onunla doğaya aykırı bir şekilde birlikte olduklarını, bunun halk
arasında da bilindiğini" iddia ediyordu bir şahit. Üstelik sadece tek bir
şahit de söz konusu değildi.[101] Moriskolara yakıştırılan oğlancılık
hikâyeleri zaman zaman içine Eski Hıristiyanları da katıyordu. Engizisyon'da
tanıklık yapanların anlattıklarına bakılırsa bu çoğu zaman kolektif bir suç
olarak çıkıyordu ortaya. 1574 yılında Engizisyon'a tanıklık eden keşiş Salvador
de Morales geceleri dolaşmaya çıktığında gördüklerini anlatıyordu. Manastırına
pek de uzakta olmayan Alcira bostanında yaşadıklarını engizitörlere anlatmıştı.
Moriskolar gelip "onu bir kadını öper gibi öperler", hatta biraz daha
ileri giderler. Üstelik bütün bu olanlardan hiçbir ekonomik menfaatleri yoktur.
Yine Eski Hıristiyanlardan bir sokak satıcısının iddiasına göre Amador de
Molina, çapkınlık için evine gelen dokuz Morisko'yla kapanıp üç gün üç gece
geçirmiştir.[102] 1584'te dilenci bir keşiş, bir grup
genç Morisko'yla benzer bir maceraya atılmıştır.
Katolik İspanyolların Moriskolara
karşı sert ve acımasız tutumunun yanı sıra onlarla duygudaşlık kurabilen bir
kısım da mevcuttur. Toplumun kıyısında kalan, azla yetinmek zorunda olan, ufak
tefek şeyler satarak hayatını idame ettirmeye çalışan bir Morisko figürü ve buna
acıyan merhametli bir İspanyol da çıkar karşımıza. Gizli Müslümanları korumak,
onları evlerinde saklamak da Hıristiyanların başına iş açıyordu. Engizisyon'dan
kaçan Moriskolara kol kanat germek de suçtu. 1576 yılında bir grup Yeni
Hıristiyan Granadalı bir esirin fidyesini ödeyip onu özgürlüğüne kavuşturunca
şüpheleri üstlerine çekmişlerdi.[103] Engizisyon diğer türlü
samimiyetleri de sıkı takipteydi: 1513'te çıkan yasaya göre Eski Hıristiyanların
Morisko kadınlarla yakın ilişkiler içinde olması bile yasaklanmıştı.[104]
Geceleri Moriskolar aralarından
birinin evinde buluşup dini sohbet ve dua ediyorlardı. Moriskoların kendi
aralarında bir dayanışma başlamıştı. Hiçbiri dilenmek zorunda kalmadan
birbirlerine destek olarak hayatta kalmayı başarmışlardı. Esir düşenlerin
sayısı ise dindaşlarının yardımları sayesinde hayli azalmıştı.
Mekke'ye bakarak dinlenen ölüler
Moriskoların eski geleneklerine
devam ettikleri, gizli gizli inançlarını devam ettirdiklerini ele veren pek çok
gösterge vardı. Bu göstergelerin en ilginçlerinden biri de mezarlıklara
ölülerin ruhları için kuru üzüm, incir gibi yiyecekler bırakmalarıydı.[105] Mezarlarını çok derin kazıyorlardı.
Mükemmel bir dikdörtgen şeklinde kazılan mezarlar Müslüman ölü gömme
geleneğinin parçasından başka bir şey değildi İspanyol topraklarında. Müslüman
geleneklerine uygun olarak sağ taraflarına doğru yatarak kıbleye bakar şekilde
gömülüyorlardı.
Moriskolar içindeki bulundukları
durum itibarıyla İslam'ı sadece aile içinde yaşayabildiler. Kapalı kapılar
ardında kalplerindeki İslam yaşamaya devam etti. Yeni doğan çocuk için dua
ediliyordu. Moriskolar çocuklarını vaftizin etkilerinden korumak için doğar
doğmaz yıkıyorlar ve kafasını ekmek kırıntılarıyla ovalıyorlardı.[106] Genelde de sıcak suyla
yıkıyorlardı. Vaftize benzeyen bu işlem için suyun içine gümüş, mercan ve amber
parçaları da atıyorlardı. Yeni doğan çocuğun kafasını tıraş etmek de İber
Yarımadası Müslümanlarına ait bir gelenekti.
1597 yılında Başengizitör ve Cuenca
Başpiskoposu Potocarrero bir yıl içinde "Katolik inancını kucaklayan,
Muhammed'in dininin hatalarını kabul eden ve onlardan alçakgönüllülükle özür
dileyen tüm Moriskoları affedeceğini" belirtmişti.[107] Dinden dönüp zorla Hıristiyan olan
Müslümanların Hıristiyan dinine gösterdikleri saygı, sevgi ve ilgi de
gözaltında olmaya devam ediyordu. Diğer bir deyişle, din değiştirmek rahat bir
hayatın değil stres dolu günlerin başlangıcıydı.
Artık her hareketleri yakın markaja
alındığından hayatları takip edilmenin verdiği gerginlikle geçiyor, en ufak bir
şüphede Engizisyon mahkemelerinde buluyorlardı kendilerini. Yeni Hıristiyanlar
ve Eski Hıristiyanlar arasında gerginlik her yerde çıkabiliyordu. Ortak sosyal
alanları kullanmaya devam ettikleri için yine hep birbirlerine yakındılar.
Örneğin Miguel Abusset bir gün komşularıyla meşe palamudu toplamaya gitmiş ve
kim daha çok toplayacak yarışına girdikleri bir anda gerginlik başlamış,
Abusset "pis inançlı Müslüman köpek" hakaretine maruz kalmış ve konu
daha da büyümüştü.[108]
Müslüman geleneklerini devam
ettirdiği anlaşılan Beatriz Padilla uzun süren takibi sonunda aforoz edilir.
Sadece kendisi değil, oğulları ve kızları da bundan sonra şan, şeref ve dini ve
seküler her türlü görev ve işten mahrum kalacaklardır. Padilla'nın şerefi
elinden alınır ve kendisini takip eden üç nesil için de geçerli olacak bir ceza
verilir: "Altın, gümüş, değerli taşlar, mercan, ipek taşıma, at binme ve
silah taşıma yasağı." 1598'in Aralık ayında Cuenca ana meydanında yapılan
bir auto-da-fé'de cezası verilir.[109] Silah gerçekten de nazik bir
konuydu. Moriskoların silah taşıyıp taşımadıkları sıkı sıkıya denetleniyordu.
Mesela 1563 yılında Aragon Krallığı topraklarında 16.377 Morisko'nun evi
denetlenmişti.[110]
İspanya'dan kovulma kararı çıktıktan
sonra Moriskoların mallarının da istimlak edileceği duyurulur. Yakalandıkları
yerde her şeylerine el konulacağını öğrenen Moriskolar ilk iş mallarını
saklamaya çalışırlar.
Denizin ötesine
Cervantes, Persiles y Sigismunda'da
(Persiles ve Sigismunda) kahramanlarının gece evinde konakladığı yaşlı bir
Morisko'nun kızı olan Rafala'nın ağzından Morisko sorununu gündeme getirir. O
gece oradan Berberi korsanına ait 16 gemiyle bütün Moriskolar mallarını yanlarına
alarak gideceklerdir. Hem de geri dönüp almaya gelecekleri hiçbir şey
bırakmayacak şekilde. Bunlar, Cervantes'in sözleriyle Mağrip'te
"bedenlerinin zevkleri ve ruhlarının kurtuluşu"nu bulacaklarını
sanmaktadırlar.[111] Oysaki oraya giden halktan geri
gelen tek haber pişmanlıklarıdır.
Gerçekten de yüzyıllardır
yaşadıkları toprakları, yarattıkları medeniyeti, şehirleri, meydanları,
kasabaları, camileri arkalarında bırakıp Kuzey Afrika'nın sıcak ve kuru
topraklarına gitmek zorunda kalmak İberya'nın Müslümanları için pek travmatik
olmuş olmalıdır. Çileleri daha Mağrip'e ayak basmadan başlar. Juan Luis de
Rojas bize Moriskoların ne acı dolu yolculuklarla İspanya'dan göç ettiklerini
nakleder. 1568'de basılan eserinde, her birinden altı duka alıp onları
Marsilya'ya göndermek için gemilere doldurduklarını, 10-12 gün boyunca denizde
dolaştırıp sonra da Fransa'ya geldiklerine inandırıp karşı Fas kıyılarındaki
Al-Huseyma'ya (Alhucemas) bıraktıklarını anlatır. XXI. yüzyılda bile hâlâ kaçak
göçmenlere uygulanan bu oyunu beş yüz yıl önce görmüş oluruz. Onlara en kötü
elbiseleri verirler. Bıçak bile kullanmaya gerek olmadan peksimetlerin de en
kötüsüyle beslerler. Etraflarını bin Arap süvari sarıverince onlar da Tetuan,
Alcase ve Larache'ye dağılırlar.[112]
Ayrıca Moriskolara İspanya'dan
çıkmak üzere yola koyulduklarında her şey pahalıya satılır. Biraz fazla
mübalağalı anlatılara göre, yolda derelerden avuçlarıyla içtikleri su ve
dinlemek için durdukları ağaç gölgeleri için bile para istenir kendilerinden.[113] Pek çoğu sahip oldukları toprakları
çok düşük bir fiyata elden çıkarıp Kuzey Afrika'ya kaçar. Ulemadan zatlar
Endülüs'ün "İslam dinini ayakta tutacak âlimlerden yoksun kalıp
kapkaranlık bir ada haline geldiğini", "her şeye kadir Tanrı'nın bir
lütfu sayesinde burada yaşamaya devam edenlerin ise ışıklarını, okullarını,
Arap dilini kaybettiklerini" savunuyorlardı.[114] 800 yıllık ortak yaşamda doğal
olarak asimilasyon, sürtüşme, etkileşme, şüphe ve rekabet hüküm sürüyordu.
Valencia ve çevresindeki bölgelerin
nüfusu yarım milyonu buluyordu ve 160.000'ini, yani yüzde 34'ünü Moriskolar
teşkil ediyordu.[115] Bu rakamdan 125.000'in kendileri
için tutulan özel gemilerle Kuzey Afrika'ya gönderildiği biliniyordu. Yine de
bir kısmı Fransa'ya kaçmayı başarmıştı. Ortalama olarak yaklaşık yarım milyon
Morisko'nun sınır dışı edildiği sanılıyordu. İber Yarımadası'ndan kovulan bu
Moriskolar Akdeniz'de farklı yerlere dağılmışlardı: Balear adaları, Fransa,
Sicilya, İtalya, İstanbul ve diğer Doğu şehirleri. Ama yine en başta Fas,
Cezayir ve Tunus vardı.[116]
Kehanet
Her felaket döneminde olduğu gibi,
bu çileli günlerde de halkın sinesinden çıkan kurtuluş kehanetleri umut
dağıtıyordu. Moriskoların arasında apokaliptik ve eskatolojik anlatıların ve
inançların gelişip yayılması da bu umut ışığıyla açıklanabilir. Cervantes'in Persiles
y Sigismunda'sında, Rafala'nın amcası Jadraque Jarife astroloji âlimi olan
dedesinin bir kehanetini anlatır. Dediğine göre İspanya'da Avusturya
hanedanlığından bir kral hüküm sürecektir ve bütün Moriskoları İspanya
topraklarından atacaktır.[117] Bu jofor adı verilen kehanet
anlatılarının belki de en romantiği aljamiado (Arap harfleriyle yazılmış
İspanyolca, Portekizce, Ladino vs) olarak yazılan Tamim el-Dari'nin
hikâyesidir. Hikâyenin kahramanı bir cin aracılığıyla esaretten ve dini
baskıdan kurtarılıp güzeller güzeli bir yere götürülür. Sonunda burada İslam
cemaatine ve uzun süredir acı çeken karısına kavuşur.[118]
Jofor'lar umut vaat ederek dağılmakta
olan Moriskoları bir araya getiren, morallerini yükselten beklenti yüklü edebi
türlerin başında gelir. Bunların içinden popüler olanları Türklerin gelip
Moriskoları kurtaracaklarına dair anlatılardır. Hepsi de gelecek vaat eden
türdendir: Müslümanlar yeniden güce kavuşacak ve bu kötü günler artık sona
erecektir. Kayıtlı sayısız jofor arasında Fernando adlı bir bıçak
ustasının anlatısına göz atalım: "Tanrı'nın sevdiği kuluymuşsunuz ki hâlâ
hayattasınız, ne de olsa her şey Müslümanların eline geçecek. Biri Granada'dan,
biri Valencia'dan ve diğeri de Aragon'dan olmak üzere, üç büyük Müslüman çıkıp
Hıristiyanlardan bütün bu toprakları geri alacak ve her şey Hz. Muhammed'in
dininde kalacak."[119] Bu yüzyılda bütün Kastilya'da
dolaşan kehanet hikâyelerinden biri olan İspanya'nın Türklerin elinde son
bulacağı iddiası San Isidoro'ya atfedilmişti.[120]
Yine halk arasında Eski ve Yeni
Hıristiyanların girdiği bir söz dalaşı sayesinde gün ışığına çıkan başka bir jofor
vardı. Buna göre Granada'da Müslümanların hüküm süreceği söylenmişti. Ve bir
müneccimin de dediğine göre, bir Müslüman hükümdar Granada'nın altın kapısından
içeri girecek ve Kraliçe Isabel'in kemiklerini yakıp sonra da onları rüzgâra
salacaktı.[121]
Hıristiyan İspanyollar, Moriskoların
jofor'lara olan tutkulu inançlarını bile kullanmaktan geri durmadılar.
Alpujarras Savaşı sırasında II. Felipe'nin tercümanlarından olan Alonso de
Castillo'ya Müslümanların teslim olmalarını sağlayacak jofor'lar
yaratması buyrulmuştu.[122] Moriskoların inandıkları jofor'lardan
birisi de 1588 yılında basılan Pergamino de la Torre Turpiana içinde
olan, dünyanın sonuna dair bir apokaliptik bir kehanetti. Buna göre, İsa
Peygamber'in gelişinden altı yüzyıl sonra Doğu'da büyük bir karanlık söz konusu
olacak ve Doğu'ya hizmet edenler tarafından bu karanlık Batı'ya da taşınacaktı.
Ve bunun üzerine de güneş tutulacaktı.[123]
Basit anlatılar gibi görülen bu
kehanet hikâyelerinin umutsuz Moriskolara moral vermenin ötesinde başka bir
fonksiyonu daha vardı. Alpujarras ayaklanmasını ayrıntılı şekilde aktaran
çağdaş yazarlardan Luis de Mármol de Carvajal bunu ortaya koymuştu. Rebelión
y castigo de los moriscos de Granada (Granada Moriskolarının Ayaklanması ve
Cezalandırılması) adlı eserinde Moriskoların jofor'larını ve
kehanetlerini yaymaya başladıklarını, bunu da bazılarının gizlice, bazılarının
da açıkça yaptıklarını yazıyordu. Ne de olsa iddiasına göre kaybedecek hiçbir
şeyleri yoktu. Diğerlerini de bu jofor'ların yardımıyla ayaklanmaya
sürüklediklerini iddia ediyordu.[124] Bu anlatılar ateşe körükle gitmek
demekti.
Osmanlı, kurtar bizi
İspanya diğer bir taraftan
Moriskoların Türklerle birlik olma ihtimalini hesaplıyor ve buna çareler
bulmaya çalışıyordu. 1541 yılında Granadalılar İstanbul'a içinde bulundukları
sefil durumu anlatan bir mektup göndermişlerdi. 1541, İspanya-Osmanlı düellosunda
trafiğin yoğun olduğu bir yıldı. Şarlken yıllar yılı planladığı meşhur Cezayir
seferini 1541'de gerçekleştirmiş, lakin bu 1535 Tunus zaferi gibi kendisine
zafer ve şan getirmek bir yana, büyük bir bozgun ve fiyasko olmuştu. Biz
mektuba dönelim. Granadalılar mektuplarının sonunda Barbaros'un Osmanlı
donanmasının başına geçerek Cezayir'e dönmesi ve kendilerine yardım etmesi için
yalvarıyorlardı. Mektuptan bir bölüm alalım:
50 komutanı Granada'da ve diğer
yerlerde meskûn olan ve sayısının 364.000 olduğu tahmin edilen, yaban ellerde
dört bir yana saçılan sefil ve bahtsız kullarınızın hepsi, bu
bahtsızlıklarından, çektiklerinden ve silahlarından dert yanıyorlar;
boyunlarını eğip Efendimiz Sultan'ın –Allah şerefini ve zaferlerini baki
kılsın– yardımı için yalvarıyorlar. Hepsi de din düşmanları tarafından nasıl
kovalandıklarını bildiriyorlar (...) Onları ateşlerde öldüren kâfirlerin gece
gündüz eksik olmayan saldırılar, zarar ve ihaneti (...) Efendimizden –Allah
kendisini muzaffer kılsın– zatıâlilerinden uygun gördüğü birisini bu ülkeye
göndermesini rica ediyoruz; bu tüm Müslüman nüfusun düze çıkmasını ve şeytan
saflarının gerilemesini sağlayacaktır. Müslüman cemaatimiz bu arzuhali İslam'ın
yüce sultanına –her daim şerefli ve muzaffer olsun– sunmak ve bize yardımını
dilemek için karar verdi.[125]
Granadalı Müslüman bir şair, XV.
yüzyıl başlarında kaleme aldığı manzum bir şikâyetnamede Moriskoların trajik
halinden dem vurmuş ve bu eserini II. Bayezid'e göndermiştir.[126] Osmanlı'nın bu dönemde İspanya'dan
kovulan Müslüman Araplara yaptığı en büyük iyilik onları topraklarına kabul
etmek olmuştur. Bunun dışında gözle görülür bir Osmanlı yardımının söz konusu
olamamasının sebebi 1499-1503 Osmanlı-Venedik savaşı ve akabinde Alevi-Türkmen
aşiretlerinin Anadolu'da ayaklanmasıdır.[127]
1492 öncesinde de İber
Yarımadası'ndan İstanbul'a gelen yardım çağrısına bir cevap verilememiştir.
1486 yılı ortasında Ben-i Ahmer Devleti'nin bir elçisi Osmanlı başkentine
gelmiş ve Ebu'l Beka Salih bin Şerif'in bir ağıtını padişaha sunarak yardım
istemiştir.[128] Osmanlı donanmasının sefere çıkacak
olmasının yanı sıra, Cem Sultan'ın Rodos Şövalyeleri'nin elinde bulunması
sebebiyle Akdeniz'in diğer ucuna yardım gönderilememiştir.[129] Lakin Kemal Reis'in, Osmanlı'nın
hizmetine resmen girmeden önce, 1487 yılında İspanya kıyılarında bulunduğu
bilinmektedir.
Cezayir Beylerbeyi Kılıç Ali Paşa
1568'de Alpujarras'ta ayaklanan Moriskolara küçük bir yardım eli uzatmış,
onlara silah ve mühimmat yollamıştır. Ancak yine ciddi bir engel vardır:
Osmanlı İmpararorluğu Kıbrıs seferine hazırlanmaktadır. Bunun arkasından gelen
İnebahtı savaşıyla birlikte yardım hayalleri yeniden suya düşmüştür. Haedo'nun da
dediği gibi Kılıç Ali bu arada Granada'dan ziyade Cezayir'le ilgilenmektedir.[130]
Moriskoların Granada'da verdiği
savaş için Kuzey Afrika'daki Müslümanlar da kolları sıvamıştı. Yahudi casusu
Manuel'in 6 Aralık 1569'da verdiği habere göre, Cezayir'de Moriskolara yardım
amacıyla gönderilmek üzere 50 kadırga donatılmıştı. Ertesi yılın 3 Şubatı'nda
ise aynı casus pek çok Morisko'nun karıları ve çocukları ile Cezayir'e
yerleştiğini, Murcia ve Valencia'da ayaklanan Moriskolar için Türk
donanmasından gelecek yardımı beklediklerini bildiriyordu.[131] Fas'tan da yardım beklenmişti.
Mektuplar gönderilmiş, yardım istenmiş, lakin sağlıklı bir sonuç elde
edilememişti. Fas'a haber gönderdiği tespit edilen isyankâr şeflerin başına
gelmedik kalmıyordu. D. Fernando Muley ve Garci López on yıl küreğe ve 200
kırbaç yemeye mahkûm edilmişlerdi.[132]
Luis de Herrera, Ceuta'dan
Granada'ya yolladığı 13 Şubat 1574 tarihli mektubunda Fas tahtına yeni geçen
bir şerifin İstanbul'a mektuplar gönderdiğini, "Büyük Türk"ün
hizmetinde çalışmak istediklerini belirttiğini yazıyordu. Herrera, şerifin
gönderdiği mektubun bir örneğini de bu mektupla birlikte Granada'ya
göndermişti. Yeni Fas kralı krallığında bulunan bütün askerleriyle Oran'ı
kuşatacaktı. Merselkebir'e girecek, böylece onlara gelecek yardıma engel
olacaktı. Bir kere Oran ele geçirildikten sonra Kuzey Afrika'nın ele
geçirilmesinin önünde bir engel kalmayacaktı. Don Juan'ın 1573 yılında yeniden
zapt ettiği Tunus bir yıl sonra artık kesinlikle Türklerin eline geçecektir.
Bazıları için ise Moriskoların İspanya'ya kazandırılması, onların Türklerle
yapacakları olası ittifakın önünü almakla eşanlamlıydı. Bu yüzden de daha
ılımlı bir politika izlenmesinden yanaydılar.
1609 yılında tüm Moriskoların
tamamen İspanya'dan kovulmasıyla Osmanlı yeniden araya girmiştir. I. Ahmed,
Cezayir, Tunus ve Trablusgarp beylerbeylerine Moriskolara ellerinden gelen
yardımda bulunmalarını emretmişti.[133] O dönemde dostane ilişkilerde
bulunduğu İngiltere, Fransa ve Venedik nezdinde de çalışmalara başladı. I.
Ahmed 1610'da İngiltere'ye bir elçi göndererek İngiltere'ye sığınan
Müslümanların İngiliz gemileriyle Osmanlı topraklarına yollanmasını rica etti.
Ayrıca İspanya'dan yola çıkan ve Venedik topraklarına uğrayan Moriskoları
güvenceye almak için 1614'te Venedik doçuna yazarak Osmanlı topraklarına
gelmekte olan bu Müslümanların uğradıkları yerlerde "kendilerine ve
davarlarına ve esbab u erzaklarına" ahitnameye muhalif bir saldırıda
bulunulmasına izin vermemelerini buyuruyordu.[134]
Moriskolar kurtuluşu Türklerde
buluyorlardı. Yine Engizisyon'a kadar giden şikâyetlerden biri, María de
Mendoza'nın Tanrı'nın inayetiyle Türk'ün gelip bütün Moriskoları götürmesini
dilediği, Moriskoların bu ülkede kendilerine kötü davranıldığını Türk'e şikâyet
ettiklerini söylemesiydi. Kadın ayrıca herkesin kendi dininde yaşayabileceği
bir yer hayal ediyor ve Türk'ü bu sebeple örnek gösteriyordu.[135]
Müslümanların zaferleriyle gurur
duymak da pek tabii yasaktı. Hatta bu içten gelen ve engellenemeyen coşku pek
çok gizli Müslüman'ın kendisini ele vermesine sebebiyet veriyordu. Cristóbal de
Cuéllar adlı çilingir Türklerin Hıristiyanlara karşı kazandığı zaferlerden
gurur duyduğu için Engizisyon'a şikâyet edilmişti.[136] Türklerin zaferlerine sevinme
cezası pek çok mahkeme kaydında görünmektedir.
İstihbarat ağları çok sağlam olan
Kral II. Felipe Moriskoların Türkler ve Mağribilerle irtibat halinde
olduklarından, onlara asker, casus ve tercüman olarak yardım edebileceklerini
hesaba katıyordu. Moriskoların bir kısmı gerçekten de istihbarat ağlarında çok
önemli roller oynadılar. Marsilya, Messina, Venedik, Zante ve daha pek çok
kesişme noktasından haberler gönderdiler. Dil bilmeleri onlara büyük avantajlar
kazandırdı. Sicilya ya da Sardinya'da engizitörlerin ellerine düşünce hemen
Türk ya da mühtedi taklidi yapıyorlardı.
Doktorların kaderi
1487'de Huesca şehrinde Moriskoların
şehir surları içinde tıpla iştigal etmeleri ve üniversitelerinde tıp okumaları
yasaklandı.[137] Moriskolar için eğitimin de sonu
gelmişti. Varlarını yoklarını biriktirip çocuklarının üniversite eğitimi için
gönderen zanaatkârlar ve tüccar Moriskolar artık boşa kürek çekiyorlardı. Yasak
1607'de Kastilya için de gündeme geldi. Bu yıl Kastilya'da toplanan Cortes'te
(İspanyol Divanı) Pedro de Vesga krala Moriskoların tıp fakültelerine
girmelerini ve doktor olmalarını yasaklamasını öneriyordu.[138] Alcalá ve Toledo Üniversitelerinde
pek çok Morisko tıp eğitimi alıyordu ve bunlar yakın zamanda doktor
çıkacaklardı.
Müslümanlar yıllar yılı kralların ve
diğer senyörlerin saraylarında başarıyla doktorluk mesleğini icra etmişlerdi.
Belki de tarihin oynadığı en ironik oyuna kurban giden Gandía'lı Morisko doktor
Jerónimo Pachet olmuştu. Bu Hıristiyan doktorların tedavi etmeyi
başaramadıkları sekiz yaşındaki bir çocuğu hayata döndürmüştü. O çocuk büyümüş,
III. Felipe olarak İspanya tahtına geçmiş ve bütün Moriskoları topraklarından
kovmuştu!
Doktorların bahtı o zaman da
bugünkünden hiç farklı değildi. İspanya'daki Morisko doktorların hali ise içler
acısıydı. Meşhur doktorların hemen hemen hepsi hayatlarını Engizisyon'un elinde
kaybetmişti. Önce Kastilya'da, sonra Aragon'da mesleğini icra eden Ramón
Ramírez; Gandía bölgesinde çalışan Jerónimo Tana; Arapça yazdığını, okuyup konuştuğunu
bildiğimiz, Valencia'da yaşayan Jerónimo Jover; Buñol'lu bir Morisko olan
Gaspar Capdal; Segovia, Guadalajara, Madrid ve Toledo'da da çalışan Francisco
de Córdova... Hepsi de Engizisyon mahkemesine çıkmış, hepsinin de dua ve
şeytanla anlaşma yapma yoluyla tedavilerini gerçekleştirdikleri iddia
edilmişti.[139] Çoğu masumiyetlerini ispatlayamadan
işkenceye tabi tutulmuş ve hücrelerde ölmüşlerdi. Bazıları ise daha hafif
cezalarla ölümden dönmüşlerdi. Gaspar Capdal 1605'te beş yıl içinde ülkeyi terk
etmek koşuluyla ölümden kurtulmuştu. Ama ölümünün sonuna dek bu mesleği icra
etmekten men edilmişti. Aragonlu bir Morisko olan Doktor Calabera biraz daha
şanslı çıkmıştı: Engizisyon'la bir derdi olmamıştı.
İntikam çanları çalarken
Tetuan'da yaşayan Morisko Juan
Alfonso İspanyollara olan nefretini şu mısralarla kusuyordu:
Kahrolası İspanyol kargası
Vebalı Kerberos[140]
Üç başıyla
Cehennem'in kapısında dikiliyor.[141]
Kerberos mitolojik anlatılarda
genelde üç başlı, ama bazı anlatılarda elli ya da yüz kafalı gösterilen bir
köpektir. Kuyruğu kocaman bir yılandır. Hades'in giriş kapısında zincirlerle
bağlı olduğu halde sadece korkunç havlamalarıyla bile ölü ruhları dehşete
düşürür.[142] Juan Alfonso'nun Katolik
İspanyolların İberya'yı bir cehennem bekçisi gibi korumalarını eleştirirken bu
motifi kullanması boşuna değildir.
Tunus'taki başka bir Morisko,
Hıristiyanların Endülüs'e hapis hayatı, işkence ve ölüm getirdiklerini
söylüyordu.[143] İntikam saati gelmişti. Üstelik bu
kelimelerle değil, eylemle kendini gösterecekti. Moriskoların kendilerine
toplum içinde yaşama şansı bırakmayan Eski Hıristiyanlara karşı biriken kinleri
çok yaratıcı şekillerde zuhur etmeye başlamıştı. Doğrulukları şüphe götüren
ithamların mutlaka mevcut olduğunu düşünsek de, pek çok tanık tarafından
doğrulanan taşkın hareketleri de kaydetmek gerekecektir. Bu denli baskının ve
gerginliğin yaşandığı bir dönemde bu çeşit saldırgan ve intikamcı hareketlerle
karşılaşmak şaşırtıcı olmasa gerek. Örneklere bakalım:
Yıl 1574. Zaragoza'ya bağlı Ricla'da
beş Morisko bir auto-da-fé'de halk içinde tövbe etmeye zorlanmışlardı.
Suçları bir gece yarısı ellerine insan dışkısıyla kaplanmış bir haç alıp Eski Hıristiyanların
köylerin girişlerine koydukları haçları pisletip kırarak yollarına devam
etmekti. Bunu gören Eski Hıristiyanlar zıvanadan çıkmışlar ve onları
bıçaklamaya kalkmışlardı. Marcos'un şahitliğine göre, onların elinden
kurtulmaları araya giren Engizisyon memurları sayesinde olmuştu.[144]
Engizisyon'a buna benzer
"kutsal haç"a saygısızlık vakaları nakledenlerin sayısı hayli
kabarıktı. 30 Mayıs 1564'te bir Morisko olan Ángela Miguela benzer bir olay
anlatıyordu. İtiraflarına göre imam herkesi üzerinde İsa figürü olan bir haçın
bulunduğu evde toplamıştı. Önce herkes haça elinden geldiğince tekme tokat
girişmişti. Sonra imam insan dışkısı getirilmesini emretmişti ve dışkıyı bir
sopayla alıp haçın deliklerinden içeri tıkmıştı. Bir sonraki cuma, hemen hemen
aynı saatte Ángela'yı da yanlarına alarak aynı eve gitmişler, haçı
kırbaçlamışlar, sonra bütün kadınlar eteklerini kaldırarak popolarını haça
göstermişlerdi.[145]
Ángela Miguela'nın anlatısı işte tam
bu noktada uhrevi bir hal kazanıyordu. Anlattığına göre, son cuma günü kadınlar
tam bu şekilde haça hakaret ettikleri anda gökyüzü açılmış, güneş çıkmış ve
gökten sayısız taş yağmaya başlamıştı. Bu bir süre devam etmişti. Üstelik
taşlar yumruk büyüklüğündeydi ve çok da can yakıyordu. Kiremitleri
mahvetmişler, tarlalar ve ağaçlarda da büyük hasara sebebiyet vermişlerdi. Daha
sonra bunları itiraf eden Ángela o anda bütün bunların Tanrı tarafından haça
yapılan hakaretin cezası olarak gönderildiğini anlamış ve çok korkmuştu.[146]
Rafael Carrasco'nun belirttiği üzere
bu türlü doğaüstü olaylara dair şahitliklere çok sık rastlanıyordu.
Guadalajara'lı Marcos benzer bir vaka anlatmıştı. Engizisyon mahkemesinde
verdiği ifadeye göre Morisko bir kadın, koca bir börek yapıp içine de bir haç
koymuş, bunu diğer ekmeklerle birlikte fırına vermişti. Börek ve ekmekler
pişince hepsini çıkarmış, haçın bu sıcak fırından en ufak bir zarar görmeden
çıktığına hayretle şahit olmuştu.[147]
Moriskoların zorla kabul etmeleri
gereken bir dine saygı göstermeleri beklenemezdi. 1565 yılında Pedro Guerrero
Moriskoların yaşadıkları sürece asla gerçek Hıristiyanlar olamayacaklarını
iddia ediyordu.[148] Bu iddiası pek çok Morisko için
geçerliydi. Kendi hür iradeleriyle bu dine geçmeyenlerin, Hıristiyanlığa
şiddetle yaklaştığı görülüyordu. Şiddet, alay, aşağılama gibi sürtüşme
çıkaracak davranışlarla Eski Hıristiyanların nefretini kazanıyor ve onların
kendilerini Engizisyon'a ispiyonlamasına yol açıyorlardı. Hatta bu sürtüşme,
neredeyse bir film sahnesi gibi Engizisyon hücrelerinde de devam ediyordu.
Cuenca'da hapishanede kalan Moriskolar yastıklardan kuştüyü çıkarıp bunlarla
haç yapıyor, sonra da yere atıp üstlerine basıyorlardı. Quintanar'lı Diego
Henríquez sandaletlerinin hizasında sallanan bir haçı kendine bir kemerle
bağlamıştı. Yürüdükçe onu peşinden yerde sürüklemiş oluyordu.[149] Socuéllamos'ta bir grup Morisko
toplanıp üzerinde İsa'nın çilesinin tasviri olan el işi bir ipek kumaşı
yakmışlardı.
Moriskolara pazar günkü ayinlerde
hayli ters ve nahoş gelen bir şey de İsa'nın kanı ve etinin kutsanmasıydı.
Bazılarının pazar ayinlerinde bunu protesto edip alaya aldıkları oluyordu.
Peder kutsamaya başlarken bazıları kafalarını eğiyor, sırtlarını dönüyor, alaya
aldıklarını gösteren el hareketlerinde bulunuyorlar, hatta pelerinlerinin
altından el hareketleri yapıyorlardı.[150] İsa Peygamber'in etini ve kanını
temsil eden kutsanmış ve şaraba batırılmış ekmek konusunda da hayli cüretkâr
kelimeler sarf edenler çıkmıştı. 1592'de bir Morisko Valencia'da "ayinin
kutsanmış ekmekle ya da ekmeksiz yapılması hiç de önemli değildir, çünkü
ağızdan giren zaten kıçtan çıkar" dediği için Engizisyon mahkemesi önünde
terlemek zorunda kalmıştı.[151] "Kilisede dağıtılan kutsal
mayasız ekmek (hostia) yoğrulmuş bir parça undan başka bir şey değildir.
Bunun içinde de Tanrı yoktur. Rahibin yaptığı bir şeyde Tanrı nasıl olur?"
diye karşı çıkacaktır Moriskolar buna.[152]
Hıristiyanların kutsal bulup saygı
duydukları tahtadan tasvirler de Moriskoların kabullenemedikleri bir şeydi. Ne
kiliseye gitmeye, ne de tahta parçalarına tapmaya ihtiyaç vardı onlara göre.
Haç üst üste konulmuş iki tahta parçasından başka bir şey değildi nazarlarında.
Ayrıca kutsal teslise inanmalarına da imkân yoktu. İsa Peygamber için "iyi
bir adamdır, ama ne Tanrı'dır, ne de oğlu" diyeceklerdir.[153]
Müslümanlar Hıristiyan ritüellerinin
izlerinden kurtulmak için sayısız yöntem geliştirdiler. Vaftiz yağlarını kilise
dönüşü yıkadılar, eve gelince geline Müslüman kıyafetleri giydirip ona Müslüman
geleneklerine göre nikâh kıydılar. Ama bu ikili din hayatı onlar için hiç de
kolay olmayacaktı. Kendilerini ne Hıristiyan, ne de Müslüman
hissedebiliyorlardı. Ölüm tehlikesi altında uygulanması gerekeni yaptılar:
takıyye.
Oran Müftüsü 1563 yılında verdiği
fetvayla Moriskoların içlerine su serpti. Müftü dinin uygulamalarının
değişmesinin söz konusu olabileceğini, ama sadece işaretlerle bile olsa, dua
edilmesi gerektiğini bildirdi. Zekât, gerekli aptesin alınması, kiliselerde
ibadet etmek ve putlara karşı bakmak zorunda kalındığında Tanrı'nın adının
kalpte yüceltilmesi, gerekiyorsa şarap da içilmesi ama hiçbir zaman bunun
ahlaksızlık olarak yapılmamasını salık verdi. Ayrıca gerektiğinde domuz eti
yemek ve diğer yasakları da çiğnemek gerekçeler çerçevesinde söz konusu
olabilirdi. Sonuç olarak eğer mümin İslam'dan başka bir şeye inanmak zorunda
bırakılıyorsa, bu dille söylenebilir, ama kalple inkâr edilebilirdi. Lakin
İslam'ı kolaylaştıran bu kurallar diğer bir Kuzey Afrikalı din adamı olan
Al-Wansharishi tarafından ihbar edilmişti. Çünkü o Moriskoları Dar-ül İslam'a
gelmek yerine İspanya'da Hıristiyan hükümdarların boyunduruğu altında kâfir
olarak yaşamaya devam ettikleri için suçlu buluyordu.[154] Diğer bir taraftan da Hz.
Muhammed'in eğer bir Müslüman kırk gün boyunca arkadaşlık erdemiyle kendini bir
Hıristiyan'la özdeşleştirir ve bu süre içinde ölürse bir kâfir olarak öleceğini
ve doğrudan cehenneme gideceğini belirttiği söyleniyordu.[155]
Kuzey Afrika topraklarına gitmek
zorunda olan Moriskoların ise intikamı daha farklı olacaktı. Buralardan gelecek
olan Mağribi ve Türk korsan saldırılarına rehberlik ederek yüzyıllardır
yaşadıkları topraklardan atılmalarının cezasını ödeteceklerdi Hıristiyanlara.
Valencia sahilleri bunların başını çekecekti, ne de olsa Moriskoların emek
verdikleri, her karışını bildikleri yerlerdi. 16 Eylül 1547 yılında Murviedro
yakınlarına sekiz Mağribi kadırgası yaklaşmıştı. Tam gece yarısı 200'den fazla
korsan "bizim Moriskolarımız tarafından yol gösterilerek" karaya
çıkmış ve Santo Espíritu Manastırı'na gitmişlerdi. Kiliseyi ve evleri
yağmalamış, üç pederi öldürmüş, diğerlerini de üstleri başlarıyla birlikte esir
almışlardı. Bir tanesi kaçmayı başarmış ve Murviedrolulara haber vermişti. Halk
Mağribilerin peşine düşmüş, bu sefer onlar Mağribileri esir almışlardı. Yöre
halkının eline geçince de Gilete yakınlarında bir köyün Moriskoları olduklarını
itiraf etmişlerdi. Lakin bu, Valencia valisinin onların dörde bölünmesi (descuartizados)
emrini vermesine engel olmamıştı.[156]
"Dilim Hıristiyan, ruhum Müslüman!"
Araplar için hazırlanan bir dizi
yasak içinde, kendi dillerini kullanma yasağı da vardı.
1526'da Granada'da verilen karara
göre İspanyolca Moriskolar için tek dil olarak belirlenmişti. 1564 yılında
Valencia Krallığı'nda ele geçen her türlü Arapça kitabın yakılması
emrediliyordu. 1566 yılında ise son olarak Moriskolara İspanyolca öğrenmek için
bir üç yıl müddet daha veriliyordu.[157] Pazarda, çarşıda, meydanlarda,
sokaklarda Hıristiyan halk tarafından anlaşılmayan Arapça bir tehdit olarak
görülmeye başlamıştı. Artık Moriskoların sadece İspanyolca kullanmaları
gerekiyordu. Pek çok yasak gibi bu da kapılı kapılar ardında önüne set
çekilemeyecek bir yasak olarak kalmaya mahkûmdu. İnsanları anadillerini unutup
bambaşka bir dili konuşmaya zorlamak da insafsızca bir talepti. Las Alpujarras
ayaklanmasında Aben Daud "Arap dilini kaybeden, kanununu kaybeder"
diyerek dilin yok olmasının kültürü de beraberinde karanlık bir kuyuya nasıl
sürüklediğini özetle ifade edecektir.
"Müslüman'ın evinde her zaman
Arapça konuşulur" İspanyol atasözü ise yine bu kapılı kapılar ardında
yaşanan hayatlardan türemiş olmalıydı. Morisko Miguel Jímenez, Engizisyon
hücresinde hücre arkadaşları tarafından Arapça konuşmakla suçlanınca
"Tanrı'nın kendisine bu dili verdiğini ve onu bırakması
gerekmediğini" söyler.[158] Francisco Ramírez ise şahitlerin
önünde, belki de hiç kendisini Engizisyon'a şikâyet edeceklerini aklına
getirmeden şöyle cesurca meydan okumuştu: "Dilim Hıristiyan, ruhum
Müslüman."[159]
Aile içinden Engizisyon'a yapılan
şikâyetlere örnek teşkil eden bir duruma bakalım. Eski Hıristiyan bir kadın,
kocasının "kendisine geceleri Arapça öğrettiğini" belirtir. Kadın
öğrenmek istememesine rağmen, kocası ısrar etmektedir ve "eğer Arapça
bilmediğini bilse onunla evlenmemiş olacağını" dile getirmiştir. Ayrıca
koca, Eski Hıristiyan olan karısının diğerleriyle toplanıp ayine gitmesine
karşı çıkar ve kadın bir gün kocasından ayine gitmek için izin istediğinde,
kocası ona "eğer gidecek olursa kemiklerini kıracağını" söyler. Başka
bir şahide göre Arcos'lu bir Morisko eşine dua etmesini öğretir.[160]
Arapça konuşmanın yasaklanması,
Moriskoların diğer dindaşlarıyla irtibatlarına sekte vurulması demekti.
Özellikle de büyük bir tehlike arz ettiğine inandıkları Mağrip'teki
Müslümanlarla. Böylelikle kendilerine karşı yapılan komplolardan da haberdar
olabileceklerdi. San Luis Bertrán ise "Müslümanlara Arapça konuşmalarının
yasaklanması, ceza olarak da bizim halk dilimizi konuşup anlayana kadar hem
erkekler, hem kadınlara evlenme yasağı konulması" gerektiğini
bildiriyordu.[161] Arapça kitaplar, özellikle de din
kitaplarının bulundurulması tamamen yasaktı. Bunlar Aragon'dan gizli gizli
getiriliyordu.
İspanyolların Algarabía
dedikleri, Al-Arabiyye, yani Arapça zaman içinde anlam değişikliğine uğramıştı.
Moriskoların konuştukları bu dil, değişimi esnasında bu grubun toplumsal olarak
dışlanma sebeplerini de barındırmaya devam etti. Bugün bile hâlâ İspanyol
dilinde kelimenin içerdiği farklı anlamlar dönemin Morisko sorununu dile
getirir. Algarabía ne olduğunu anlaşılmayan yazılı ya da sözlü
konuşmalardır. Hızla konuşmak ve ne olduğu anlaşılmayacak şekilde kelimeleri
yutmak da aynı kelimeyle ifade edilir. Ayrıca birkaç kişinin aynı anda
konuşması ve kaos yaratması da modern İspanyolcada aynı kelimeyle anlatılır.
Öte yandan Arapça öğrenmenin gereği
de savunulmuştur. Moriskolara hitap edebilmek için onlara kendi dillerinde
yaklaşıp kalplerini fethetmek gerekir. Aynen, ilk İspanyol dili gramer kitabını
yazan Nebrija'nın Yenidünya'daki yerlileri kazanmak ve amaçlarını deşifre etmek
için onların dillerinin öğrenilmesi gerektiğini iddia ettiği gibi.
Keşiş Pedro de Alcalá'nın bu amaçla
yazdığı kitabın başlığı bile bizi bunu gösterir niteliktedir: El arte para
ligeramente saver la lengua arabiga y el vocabulista arábigo: Arap dilini
ve kelime dağarcığını yüzeysel olarak bilme/öğrenme sanatı.
"Konuşmayacaksın, çünkü
Aragon'dasın"
Aragon Engizisyonu'nun ne denli sert
olduğu işte bu atasözünde ölümsüzleşmişti. Oysaki Aragon ve Valencia
topraklarının senyörleri, tarlalarında çalışan Moriskoların Engizisyon'a karşı
en sağlam kaleleri olmuşlardı. Senyörler bu kadar düşük ücretle çalışıp
çalışkanlıklarıyla ün salan, dolayısıyla kendileri için pek faydalı olan bu
kesime kol kanat germek zorunda hissetmişlerdi kendilerini. Aragon Krallığı
içinde Müslümanlar Ebro Vadisi'nde, Zaragoza çevresinde yoğun olarak
bulunuyorlardı. II. Felipe bunların Pirene sınırları için büyük bir tehlike
oluşturan Huguenotlarla (Fransız Protestanları) birlik olmalarından korkuyordu.
Valencia Krallığı'nda ise Moriskolar tarım yapılan bölgelerde ve dağlık
alanlarda yaşıyorlardı. II. Felipe Moriskoları olabildiğince kuzeye itmeye
çalışacaktı.
Tarımın can damarı olan Müslüman
Araplar burada senyörleri tarafından kollanıyorlardı.[162] Çalışkan, azla kanaat eden, uysal
işçiler olarak her zaman tercih sebebiydiler ve efendileri de onlar için
savaşmakta kararlıydı. Küçük işlere bakan, kötü beslenen, az para harcayan,
şarap içmeyen –bu da en büyük avantajları olarak gösteriliyordu– bir halk
olarak biliniyorlardı. Engizisyon'la yapılan müzakerelerde bu Müslümanları din
değiştirme zorunluluğundan kurtaramasalar da en azından onlar için bazı
avantajlar sağlamışlardı. 1526 Ocak ayının sonunda 40.000 escudo
karşılığında 10 yıl boyunca kendi dillerini ve kıyafetlerini kullanmak hakkını
kazanmışlardı.[163]
Moriskoların çalışkanlığı ve az
ücret talep etmesi Eski Hıristiyanları iş dünyasında rekabete itmişti.
Kendileri için yaşanılmaz sayılacak şartlarda yaşamaları, kabul edilmeyecek
şartları kabul etmeleri Eski Hırıstiyanları çileden çıkarıyordu. Diğer bir
taraftan Aragon'daki toprak sahiplerinin başı derde girmeye başlamıştı.
Müslüman işçilerini kanatları altına almak ve onlara Engizisyon tarafından
yasaklanan pek çok özgürlüğü sunmakla suçlu konumuna düşmüşlerdi. 1568 yılında Aragon
Krallığı'nın amirali Don Sancho de Cardona, emrinde çalışan Moriskoların bir
cami açmasına ve Ramazan ayında oruç tutmasına izin verdiği için yargılanmıştı.
Kendisine yemin ettirilerek bu davranışlardan vazgeçmesi sağlanmış, ayrıca 2000
duka da para cezası verilmişti.[164] Amiral Cardona'nın adamlarından
biri olan Fenollara, genel olarak Moriskoların senyörlerinin kendi
topraklarında uygulanan bu Engizisyon dehşetine karşı çıktıklarını, 1544
yılında yeterince etkili bir şekilde ifade ediyordu. Vaftiz edilmek ve
boğazlanmak arasında kalan bu Moriskolar haklı olarak vaftiz bile olmadan Kuzey
Afrika'ya kaçıyorlardı. Böylelikle hem amiral topraklarından aldığı geliri
kaybediyor, hem de Majesteleri büyük bir tebaasını yitirmiş oluyordu.[165] Ama Engizisyon takibinde
ısrarlıydı. Valencia'daki Engizisyon mahkemesi 1586-1595 yılları arasında
kendisini Yeni Hıristiyanları takip etmeye adamıştı. Faaliyetlerinin yüzde 84'ü
gizli Müslümanları kovalamaktan ibaretti.[166]
Valle de Ricote'de yaşayan Murcialı
Moriskolar için kovulmak hepsinden acı olmuştu. Zaten en son buranın halkı
kovulmuştu. Ne de olsa son ana kadar iyi Hıristiyanlar olduklarını
göstermişlerdi ve İspanya'dan kâfir sıfatıyla kovulmak istemiyorlardı.[167] Arşiv belgeleri bu halkın dini
otoriteler tarafından değil, askeri otoriteler tarafından kovulduğunu doğrular.
Zeytinyağı ve domuz yağının düellosu
Moriskolar ve Eski Hıristiyanların
sosyal çekişmesi masada da kendini gösteriyor, Katolikler dinlerine yeni geçen Müslümanları
damak zevkindeki farklar sebebiyle mahkemeye getiriyorlardı. Hıristiyanlar
yemeklerinde domuz yağı kullanmayı tercih ederlerken Moriskolar alışık
oldukları üzere zeytinyağı kullanmaya devam ediyorlardı. Bu da komşular için
isyan edecek yeni bir mesele yaratmış oluyordu. Zeytinyağının kötü koktuğunu ve
çok rahatsız olduklarını beyan etmek üzere Engizisyon kapılarına gitmişlerdi.[168]
Domuz eti doğal olarak en problemli
yiyecekti. Pek çok Yeni Hıristiyan sadece gösteriş olsun diye kasaptan domuz
eti alıyor ve tüketmiyordu. Moriskoların bu gösteriş dışında asla köy
kasabından et almadıklarını, hayvanları evlerinde İslami usule göre kestikleri
kimsenin gözünden kaçmıyordu. Pek tabii sadece helal hayvanlardı kestikleri.
Domuz etini ise yemek bir yana, koklamaya bile dayanamıyorlardı. Bu zaafları da
doğal olarak onları hemen ele veriyordu. Komşularını domuz eti yemeye zorlamak
Eski Hıristiyanların en sık uyguladıkları sınavlardan biriydi. Katolikler
Morisko komşularının küçük çocuklarını sırf kötülük olsun diye evlerine çağırıp
onlara gizli gizli domuz eti yediriyorlar, çocuklar ise ne yediklerinin
bilincinde olmuyorlardı. Ayrıca komşularını ramazan ayında yemeğe davet etmek,
onların gerçekten din değiştirip değiştirmediklerini ölçmek isteyen eski
Hıristiyanlar arasında hayli yaygındı.
Katolik İspanyolların milli yemeği
sayılan ve nohut, domuz eti ve sebzeyle yapılan bir tencere yemeği olan olla
da Müslüman ve Hıristiyanları ayıran bir yiyecek haline gelmişti. Takıntılı
Eski Hıristiyanlar Morisko komşularının olla'larına sadece soğan ve
zeytinyağı kattıklarını görüp şüpheye düşüyorlardı. Quevedo, Bir
Dolandırıcının Hayatı'nda bu konuyu hicvetmekten alamaz kendisini.
Kahramanımız Pablos kaldığı pansiyonun sahibini anlatırken, gizli Müslümanların
domuza gösterdikleri tepkiyi ele alır: "Ev sahibi Tanrı'ya gerçekten değil
de gösteriş olsun diye inananlardandı. Bu insanlara yarı-Müslüman derler. Bu
cins insanlar ya da koca burunlarıyla domuz eti koklayan insanlar hiç de az
değildir."[169]
Saplantılı Eski Hıristiyanlara domuz
eti yediğini, dolayısıyla içten bir Hıristiyan olduğunu ispatlamaya çalışan
Yeni Hıristiyanların Portekiz gastronomisine hediye ettikleri çok anlamlı bir
yiyecek olan alheira'yı unutmayalım. Eski Hıristiyanlar sucuklarını
yapıp damlara astıklarında, Hıristiyanlıklarını sorgulayanlara cevap veren Yeni
Hıristiyanlar onları uzaktan kandırmayı başarmışlardı. Onlar gibi doldurup
astıkları sucuklara domuz eti yerine pirinç ve baharat başta olmak üzere evde
bulduklarını koymuşlardı. Böylece hem üzerlerindeki şüphe dalgalarını
uzaklaştırmış, hem de bugün Portekiz masalarında tüketilen çok leziz bir
şarküteri ürününe hayat vermişlerdi: alheira'ya.
II
Üç anlatı
1
Vaka anlatıları
Tarih, şövalye romansları
okurken/dinlerken kendilerini bu dünyanın içinde buluveren, aklı dinledikleri
hikâyelerin dünyasıyla özdeşleşenlerden sıkça söz eder. Portekizli bir koca,
eve geldiğinde karısını gözyaşları içinde bulur. Kadın okuduğu şövalye romansının
kahramanının ölmesi üzerine gözyaşlarına gark olmuştur. XVI. yüzyılda bir
Norman arazi sahibi, Sieur de Gouberville, yağmur yağdığı zaman köylülere
yüksek sesle Amadis de Gaula okur. Herkesin can kulağıyla, hayal
dünyasının orta yerinde bir oraya bir buraya salınarak dinlediği anlatılardır
bunlar. Okurları, –daha ziyade dinleyicileri– ise her kesimden, her sınıftan,
her kültür düzeyinden insanlardır: Fakirler, zenginler, okuryazarlar, okuma
yazması olmayanlar...[1] Hanlar gibi farklı dünyalara ait
insanları kış günleri aynı ateş etrafında, yaz gecelerinde aynı ay ışığının
altında birleştirebilen hikâyelerdir bunlar.
Edebiyat tarihinin kaydettiği en
meşhur örnek ise Don Quijote'nin ta kendisidir. Okuduğu şövalye
romanslarından "beyni sulanan" kahramanımız Ortaçağ'ın geride kalıp
Yeniçağ'ın ortasına gelindiği bu dönemde romansların, novella'ların ve
diğer fantastik hikâyelerin okur/dinleyici kitleleri üzerindeki sıra dışı
etkisini ölümsüzleştirir. Bu anlatılar gerçekten de okuma yazma oranının hayli
düşük olduğu İspanya'da bile toplu okumalarla pek çok insana ulaşmış, büyük
kitleleri avcunun içine almıştır. IV. Felipe'nin kahkahalarla gülen bir öğrenci
görünce "Ya delirmiş ya da Don Quijote okuyor" demesi kâğıt
üzerinden yayılan eserlerin devrin insanını ne denli etkilediğini, halkın
nabzını yakalamayı başaran yazının nelere kadir olduğunu göstermesi açısından
ideal bir örnektir.
İslam'ın Türkler aracılığıyla
Balkanlar ve Akdeniz üzerinden Avrupa topraklarına yayılması, bu korkunun
oluştuğu bölgelerde düşmanı anlatan eserlerin kaleme alınıp hızla çoğalmasına
yol açmıştır. XVI. yüzyılda tehlikenin sabit kaldığı İber Yarımadası'nda ise
"vaka anlatısı" olarak çevirebileceğimiz relación de sucesos,
çoğu zaman meydana gelmiş ya da meydana gelmesi olası bir olayın üzerine,
yazarın hayal gücünü kullandığı, uydurmalar/eklemeler yaparak olayı
renklendirdiği anlatılardan ibaret olan bir tür olarak ön plana çıkmıştır.
Haber vermek amacıyla kullanıldığı gibi, zaman zaman hoş vakit geçirtmeyi ve
okuru/dinleyiciyi eğlendirmeyi de amaçlayan bu tür, konuya göre bazen fantastik
öğeleri de içerip haber amacından hayli sapar ve bir edebi türe dönüşür.
Türklere ve Mağriplilere dair relación'ların
Madrid ve Barcelona'nın yanı sıra Sevilla, Zaragoza, San Sebastian'da da
basılması, okur kitlesinin ne denli geniş olduğunu gösterdiği gibi, tehlikenin
söz konusu olmadığı şehirlerde bile –Atlas Okyanusu'na kıyısı olan San
Sebastian gibi– merakla takip edildiğini ortaya koyar. Bu relación'lar
tek bir konuyu ele aldıkları gibi tek bir savaşı anlatan ve farklı şehirlerde
basılan seriler de olabilirler. 1582 yılına ait bir anlatının son satırında
yazar olayları bu kitapçıklara sığdıramayışının sebebini şöyle açıklar:
"Bu relación'a haberi getirilen ilginç olayların hepsi
sığmadığından (özellikle de son postada), bunlar gelecek hafta tamamlanmaya
çalışılacaktır."[2]
Relación'lar genel olarak iki kategoride
toplanabilir: Birinci gruba giren eserler, şövalye romansları özellikleri
gösteren, bilgilendirmekten ziyade eğlendirmek amacı güden, gerçekten uzak
olaylar anlatan relación'lardır. İkinci gruba girenler de meydana gelen
bir vaka üzerine –genellikle bir savaş–, biraz da yazarın şahsi –zaman zaman da
abartılı– yorumlarını eklemeyi unutmadan süslediği anlatılardır.
Coğrafi olarak ele alındığında ise
özellikle Avusturya-Osmanlı toprakları arasında her daim sorun yaratan
bölgelerin ve de Akdeniz'in başı çektiği görülür. İnebahtı ve II. Viyana
Kuşatması sonraları üzerinde en çok relación yazılan vakalardandır. 1565
Malta Seferi de üzerine en çok relación hazırlanan konulardan biridir.
Ne de olsa Üstadıazam (gran maestro) komutasındaki saflar tam şövalye romanslarına
konu olabilecek epik ve neredeyse mitik bir direniş göstermiştir. Relación'lar
zaman zaman daha önce yazılmış –ya da yazarın yazıldığını iddia ettiği–
mektupları da barındırır. Sözgelimi, 1687 tarihli bir relación'un
arkasında 18 Eylül'de Pera'dan yazıldığı iddia edilen bir mektup da vardır.[3]
Kehanetler ve felaketler
Relación'lar içinde en çok okur çeken
anlatılar, muhtemelen felaketler ve doğaüstü olaylarla bağlantılı olarak
Türklerin cezalandırıldığı eserlerdi. Deprem, yangın, sel, fırtına gibi olaylar
Tanrı'nın gazabını üzerlerine çeken bu "kâfirlerin" hak ettiklerini
sonunda buldukları vakalar olarak açıklanırdı. Milagro (mucize)
kabilinden olaylar ise doğayla bağlantılı olduklarından prodigio olarak
anılıyorlardı. Etimolojisi Cicero'ya dayanan ve porro dicere, pre-dicere
(önceden söylemek) sözcüklerinden gelen prodigio'lar kehanetleri
anlatırlardı. Aslında kuyrukluyıldız vakalarının fantastik anlatımları olup
gökyüzünde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yok olacağı anlamına gelen dört kollu bir
haçın belirmesi gibi hikâyeler bu sınıfa girerdi. Türk ve Müslüman karşıtı
gruplar arasında büyük bir hızla yayıldığından şüphe olmayan bu apokaliptik ve
eskatolojik parçaların hepsi kitlelerin moralini yükseltmek amacıyla
kullanılırdı.
Bu tür yayınların başlıkları bile
içeriklerinin ne tür bir propaganda amacıyla oluşturulduğunu anlatmaya yeter.
Aşağıdaki başlık bu anlatıların uzun cümlelerle içeriklerini nasıl
özetlediklerini gösterdiği gibi, İstanbul'da meydana gelen/geldiği iddia edilen
meşum olayların ne amaçla kullanıldığına dair ipuçları verir:
İstanbul'da görülen mucizeler ve
harika alametler üzerine söylev. Ve şehirde hüküm süren veba ve ölümler. Ve
kasırgalar ve depremler, yeniçerilerin ayaklanması, evlerin ve malikânelerin
yıkılması ve bu şehrin ve imparatorunun şu anda içinde bulunduğu sefil durum.
Ordusunun Pers topraklarında mahvolması, son birkaç günde alınan diğer
haberler, karada ve denizde yenilen ordusuna levazım taşıyan büyük kadırga,
gemi ve insan kayıpları.[4]
Üçüncü sayfa haberleri niteliğindeki
bu haberler ilginç bir şekilde pek çok farklı relación'da
tekrarlanmaktadır. Söz konusu anlatı Venedikli tüccar Guido Uvaldo'nun
mektubundan alınan bir bölümdür. İstanbul, Pera'dan kardeşi Roma'daki Venedik
elçisinin uşağı Francisco Uvaldo'ya yazmıştır. Mektubu İspanyolcaya Pedro de
Dueñas çevirmiştir. Çevirmekle kalmamış, sonuna da bir Arapça pronóstico
eklemiştir. Kelimeyi "tahmin" ya da "kehanet" anlamında
kullandığı anlaşılıyor. Dueñas bütün bunları Madrid'de, metinden kim olduğu
anlaşılmayan "Zatı Samilerinin uşağı Ambrosio del Barco"ya
göndermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun sonunun
geldiğine dair kehanetler karabatak gibiydi. Düzensiz aralıklarla su yüzüne
çıkıyor, sonra yok oluyor, hiç beklenmedik bir anda yeniden beliriyordu. 1596
Eylülü'nde Avrupa'daki söylentiler yeniden canlanmıştı. Fugger'den Roma'ya
gönderilen bir mektup şu iddiayı taşıyordu: "Az sonra burada Osmanlı
İmparatorluğu'nun ve tahtta oturan Türk İmparatoru III. Mehmed'in çok geçmeden
ortadan kalkacaklarını ve İstanbul'un Hıristiyanların eline geçeceğini bildiren
bir el ilanı basılacaktır. Bütün peygamberlerin ve de mukaddes kitapların, aynı
zamanda Türklerin kehanetlerine göre bu, 1597'de ya da ondan biraz sonra
gerçekleşecektir."[5]
Türklerin yenilgilerine dair
haberler Avrupa'da moralleri yükseltiyordu. Avrupa'da dağıtılan gazeteler 1534
yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın çıktığı başarılı Irakeyn Seferi'ni,
Safevilerin zaferi olarak aktarıyordu. Newe Zeyttung von Kayserlicher
Maiestat, von dem Turcken, und von dem grossen Sophi (Majesteleri Kayzer,
Sultan ve Yüce Safevi Şahı'ndan Haberler) başlıklı 1535 yılına ait bir gazete,
İran topraklarında Türklerin nasıl hastalığa yakalandıklarını ve Safeviler
tarafından bozguna uğratıldıklarını yazıyordu. Bu gazetenin verdiği haberlerin
mahiyeti ise bunu takip eden satırlardan anlaşılıyordu zaten: Bu karışıklıktan
faydalanan Alman ordusu her an düşmesi beklenen İstanbul'a doğru ilerliyordu![6] 1536'da da benzer haberler
yayılmaktaydı. Bu konuda esas çarpıcı olan tam yetmiş yıl sonra, aynı uydurma
haberlerin, yani Şah Abbas'ın Türklere karşı zaferlerinin çok büyük bir
mutlulukla yayılmaya devam etmesiydi.[7]
Gökyüzünde beliren kanlı hançer
Bu anlatının detaylarına inince
satır aralarına gizlenmiş olan propagandayı çözmek hayli kolaylaşır. Relación'a
göre, kasım ayının dokuzunda İstanbul'da, Pera'da mucizevi belirtiler ve
çeşitli şekillerde kuyrukluyıldızlar hasıl olur ve bu da Türk'e (padişaha)
yeterince anlam ifade eder. Kâhinleri ve bilgeleri padişaha çeşitli yorumlarda
bulunurlar. Sultanın gururunu okşamak için hepsi de bu karanlık olayları çok
farklı şekilde yorumlarlar. Gökyüzünde meydana gelen belirtiler arasında en
ilgi çekici ve en çok korku saçanı, kanlı bir hançer tutan bir koldur. Hançerin
ucu Büyük Cami'nin tepesindeki hilale dokunmaktadır. Bu bahsi geçen Büyük
Cami'nin Hıristiyanların zamanında kilise olan Ayasofya olduğunu belirtiyor
yazar. Olay gecenin birinde cereyan eder ve hançer gökkubbede üç saat boyunca
böylece asılı kalır. Sonra da güzel bir avuç şeklini alır ve parmağının ucuyla
batıyı gösterir. Yavaş yavaş kaybolup gider ve güneş çıkana dek bir daha
görünmez. Bu birkaç gün boyunca böyle sürer. Bütün bu süre boyunca "bu
barbarlar" (Türkler) bu olaydan pek rahatsız olup farklı yorumlar yapmaya
devam ederler. Tüm bunlardan sonra bir akşam hayli "melankolik" olan
Büyük Türk biraz rahatlamak için Marmara Denizi kıyısına gider. Gökyüzünün pek
açık olduğu bir anda birdenbire korkunç bir fırtınaya yakalanır. Az kalsın
boğulacaktır ve büyük bir şans eseri kurtulur. Saraydan gelen bir kayıkla
saraya döner. Tam aslan kafeslerinin önünden geçerken bir aslan kükreyerek
dışarı çıkar. Sultan ve maiyetindekiler aslanın nasıl çıktığını anlayamadan
kaçmaya başlarlar. Bu esnada padişahın başından sarığı (turbante) düşer,
aslan onları kovalamaya devam eder ve sultanın sarığını kaparak kafesine geri
döner ve orada pençeleriyle sarığı parça parça yapar.
Başka bir relación'a göre,
diğer bir gün Büyük Türk halkla birlikte camiye gider. Hocalar dualarını
ederken, mihrabı örten seccade alev alır. Bu altın ve değerli taşlarla süslü
paha biçilmez seccade "nasıl olduğu anlaşılmaz bir şekilde"
yanıverir. Bu da büyük bir "skandal ve korku" yaratır. Tüm bunlar
yetmiyormuş gibi, aynı günün gecesi Medine şehrinden gelen bir ulak başimamın
mektuplarını getirir. Mektupta anlatıldığı üzere üç gün boyunca Hz. Muhammed'in
mezarından gürlemeler ve ulumalar duyulmuştur. Birdenbire "pek değerli ve
ince süslemeli olan" mezarın kulesi yıkılır. Aynı şekilde, Türk'ün
sarayının ana kapısını tutan, yazara göre "Osmanlı Mehmed"in, yani
Fatih'in eseri olan ve "uzun yıllardır burada bulunan" sütunlar da
yıkılıp parça parça olur. Bundan on-on iki gün sonra ücretleri ödenmediği için
yeniçeriler ayaklanırlar, aralarında Yahudilerin evleri de olan iki yüzden
fazla evi yağmalayıp yakarlar; David Morfu ve Abraham de Damasco'yu (Suriyeli
Avram) öldürürler. Sarayın hazinesini ateşe verirler. Yeniçerilerin sebep
oldukları olaylarla ilgili satırlar uzarken İran topraklarından başka kötü bir
haber gelir. Safeviler Osmanlı İmparatorluğu'yla yapılan savaşta on beş binden
fazla Türk'ü öldürmüşlerdir. Aynı gün bir mektup daha ulaşır. Malta kadırgaları
beş-altı yeri yağmalamış, pek çok esir almıştır. Tam bu esnada araya korsan
hikâyelerini çağrıştıran bir anlatı girer. İki gemiyle korsanlığa çıkan
Pirameto Caramano, Sicilya açıklarında görülür. Napoli'den gelen kadırgalar
Kahire'den getirdikleri garrama'yı ele geçirmişlerdir. Bununla birlikte
Kahire kadısını, beraberinde karısı ve pek güzel olan kızını da esir ederler.
Yukarıdaki relación'u
çözümleyecek olursak, gökyüzünde beliren ve gizemli bir el tarafından tutulan
hançerin yüzyıllar önce şövalye romanslarında imge olarak kullanıldığını
hatırlarız. Arthur romanslarının neredeyse başkahramanlarından biri sayılan
Excalibur adlı sihirli kılıcın ilk defa görünmesi de aynı şekilde olmuştur. Bir
gün Arthur göl kenarında kaybettiği kılıcının yenisini nasıl bulabileceğini
düşünürken birden beyaz kumaşa sarılı bir elin ve kolun su üzerinde
yükseldiğini görür. Hemen yanında beliren Göl Kraliçesi bu elin uzattığı
mücevherlerle süslü kılıcın kendisi için hazırlandığını söyler.[8] Hançerli elin belirmesi, büyük bir
ihtimalle Avrupa'nın birçok ülkesinde olduğu gibi İspanya'da da pek çok hayran
bulan bu romansa bir gönderme, Excalibur'u Arthur'a getiren elin çirkin bir
parodisidir.
Ve daha başka felaketler
Son olarak, relación'da
kullanılan Büyük Türk'ün "melankolik" olması ise hayli ilginç bir
tekrar olarak çıkar karşımıza. 1550'li yıllarda aviso'larda[9] (haber) resmedilen güçten düşmüş,
melankolik bir Kanuni'yi çağrıştıran bir tasvirdir bu. Hürrem'in kendisini
maslıkla avuttuğu yazılan bu haberleri toplayanların, sarayın kapalı kapılarının
ardında olanları maharetle çekip çıkarıp kıtanın diğer ucuna postaladıklarına
şahit olunur. Kanuni, melankolik, tedirgin, gergin, sadece geçmişin hüznüne
değil, geleceğin telaşına kapılmış bir hükümdar olarak sunulur ve bu tasvir de
diğer ayrıntılarla birlikte çöken imparatorluğun bir parçası olarak tabloyu
tamamlar.
1582 yılına ait başka bir relación
İstanbul'da kısa zamanda yayılan yangınlardan bahseder. Yazarın Eski Saray'da
(Saray-ı Atik) başladığını ve sarayın büyük bir kısmını harap ettiğini iddia
ettiği yangın bir felaket belirtisidir. "Ülke öyle etkili bir yıkım ve
öyle büyük bir sefalet içinde ki, çok sayıda Türk tüccar bir daha hiç dönmemek
üzere kenti terk ediyor. Diğerleri de aylar önce mallarını Asya'ya kaçırıp
kurtarmaya başladılar. Halk arasında söylendiğine göre onların (Türklerin)
Avrupa'dan çıkmaları Tanrı'nın dileğiymiş" yorumunda bulunur.[10] Pers ülkesinde batan dört şehir,
Kahire'de veba, İstanbul'da meydana gelen pek büyük fırtına gibi konular da
okura iletilmiştir. Lizbon'da Ajuda Kütüphanesi'nde bulunan relación'lar
arasında Osmanlı sınırları içinde meydana gelen depremleri konu alanlar
bulunmaktadır.
Bütün bu doğaüstü anlatıların
1580'lere denk gelmesi ise, kronolojik olarak bakıldığında açıklanması kolay
bir ayrıntıdır. 1580'de Portekiz'i de topraklarına katan II. Felipe, İber
Yarımadası'nda Katolik dünyayı çatısı altında birleştirmiştir. Yenilmez
donanmanın İngiltere karşısındaki korkunç yenilgisi, hazinenin uzun ve sonuç
getirmeyen savaşlarda tüketilmesi, ağır vergiler, sahilleri tehdit eden Türk ve
Mağripli korsanlara kalıcı bir çözüm bulunamaması ile halkın moralinin dibe
vurduğu bir zamanda Osmanlı'nın çökeceğine delalet eden bu garip olaylar
yarımada halkının moralini yükseltmek konusunda hayli başarılı olmuş olmalıdır.
Preveze Savaşı sonrasında, Napoli
kral naibi Don Pedro de Toledo, Levant'tan gelen mektuplardan ilginç bir haberi
paylaşıyordu. Ragusa üzerinden gelen haberler arasında Balkan semalarında parlak
bir ışığın belirdiği anlatılıyordu. 20 Eylül tarihli bu mektupta, aynı ayın on
üçünde, perşembe gecesi saat 1'de doğuda, gökyüzünde bir haç işaretinin
beliriverdiği ve haçın kocaman ve bembeyaz olduğu da iddia ediliyordu. Sonra bu
haç kızıllaşmış ve buralarda (Balkanlar'da) yaşayan halkın şaşkın bakışları
arasında aşağı kayıp gözden kaybolmuştu.
Relación'lar ve şövalye romansları
İlginç bir şekilde bu dönemde çıkan relación'lar
şövalye romanslarının tüm özelliklerini taşır ve hiçbiri Arthur romanslarından
daha az heyecanlı değildir. İspanya'da en çok okunan romansların en güvenilir
listesini bize Cervantes verir: Berber Nicolas ve papazı bu romansları okurken
aklını kaçırdığını düşündükleri için Don Quijote'yi odasına kapatıp
kitaplarını ateşe atarlar. Amadis de Gaula'dan Palmerin de Inglaterra'ya
uzanan bu geniş yelpazedeki romansların Türkleri anlatan relación'larla
konu ve biçim açısından benzerliği gerçekten dikkate şayandır. Ortaçağ şövalye
romanslarının beş temel özellik ve temasına baktığımızda, hepsinin relación'larda
da mevcut olduğunu görürüz: Yolculuk, aşk, erdem, insan ve Tanrı ilişkisi,
doğaüstü yaratıklar ve olaylar. Bu anlatılarda İstanbul adeta hayali başkent Camelot
gibidir. İnsan yiyen canavarlar, ruhunu şeytana satmak isteyenler, Tanrı adına
ölenler...
Şövalye romanslarında kahramanımızın
cesaretini ölçmek için bir araç olarak hikâye örgüsüne giren canavarlar,
–yukarıda da söylediğimiz gibi– bu anlatılarda artık Osmanlı İmparatorluğu'nun
son nefesini verdiğinin timsalidirler. Bu bağlamda 1607 yılında basılan bir relación,
Almancadan İspanyolcaya çevrilmiş olması açısından ilginçtir. Arnavutluk
sahillerinde Gelda adlı bir şehirde doğan korkunç bir canavar manzum olarak
anlatılmaktadır. Klasik olarak Dalmaçya sahillerine dair anlatıların pek
revaçta olmadığı devrin İspanyol yazınında bu coğrafyaya dair uydurulan
hikâyelerin Almanya üzerinden gitmesi daha anlaşılır bir durumdur. Sloven
tarihçi Jezernik Božidar'in Vahşi Avrupa adlı harika çalışmasında
incelediği gibi, Karadağ ve Arnavutluk başta olmak üzere Dalmaçya bölgesinde,
buranın sert mizaçlı insanı masallara kötü kahraman olur ve doğaüstü olmasa da
doğaya aykırı özellikleriyle sözlü ve yazılı anlatımda ölümsüzleşir. Memelerini
sırtlarına kadar uzatarak sırtlarında taşıdıkları çocukları emziren Karadağlı
anneler, 1854 gibi geç bir tarihte yayımlanan meşhur Albanische Studien
kitabında yer alan keçi kuyruklu ve atkuyruklu Arnavutlar gibi fantastik
anlatılar sıkça gündeme gelir.[11]
Özellikle mühtedileri konu alan
eserlerde bu özellikler bir arada bulunur. Ortaçağ İspanyası'ndaki Müslüman
imgeleminin devamı sayılabilecek bir çizgide kurgulanan hikâyelerde ölüm
ölümsüzlüğe ulaşmak için bir araç olarak karşımıza çıkar. Hatta ölüm bir
savunma sistemi olarak bile algılanabilir. Nefsin sınanmasını bu dairenin
ortasına yerleştiren aşk ve yasak teması ise Sir Gawain and the Green Knight'ta
(Sir Gawain ve Yeşil Şövalye) olduğundan farksız bir şekilde işlenir.[12] Dinden dönenlerin başrol
oynadıkları bu relación'larda Katoliklik, aşk ve şehitlik üçgeni,
şövalye romanslarındaki lord-lordun karısı ve şövalye üçgeninin uhrevi
versiyonudur. Dinler arası aşkın çatıyı oluşturduğu bu anlatıların pek tabii
hepsinde de Katolik inancın en gerçek, en ortodoks, yani en doğru yol olduğu
vurgulanır. Korsanlar tarafından ele geçirilen Hıristiyanlar, onlarla evlenmek
için din değiştiren Müslümanlar ve İslam'ı terk ettiği için dindaşları
tarafından öldürülen mürtediler etrafında dönen hikâyelerde Avrupa'da arketip
Türk ve Müslüman özellikleri sayılabilecek şehvet, kibir ve zulmü ince ince
işlerler.
Hoş ve nahoş ölümler
Şövalye romanslarındaki
hükümdarların ve şövalyelerin ölüm tasvirleriyle, relación'lardaki
sultan ölümleri karşılaştırıldığında anlatıların edebi yanından çok propaganda
özellikleri hemen kendini gösterir. Romanslardaki başkahramanların masalsı
ölümlerine kıyasla, sultanların akıl almayacak bir şekilde, zaman zaman
doğaüstü özellikler sergileyen, ancak çoğu zaman da olabildiğince çirkin ve
grotesk ölümleri, okura ne amaçla sunulduklarını bir kez daha hatırlatır
gibidir. Tam bu esnada Arthur'un romantik ölüm tasvirini hatırlayalım. Arthur
ölmek üzere olduğunu hissedince Sir Bedivere'den kendisini göle götürmesini
ister. Kıyıda simsiyah bir gemi belirir. Geminin içinde altından giysileriyle
yas tutanlar ve altın taçlarıyla Arthur'u kollamaya ant içen üç güzel kraliçe
vardır.[13] Bedivere Arthur'u onlara teslim
eder. Arthur altın renkli kumaşlarla örtülü yataklardan birine uzanır, altın
taçlı üç kraliçe yanına gelir ve gemi onu alıp uzaklara götürür. Sarı Saltık'ın
ölümü de neredeyse bu romanslardaki ölümleri çağrıştırır. Gaziler kendisini
kefenleyip tabuta koyduktan sonra tabut havaya kalkar ve musalla taşına kadar
kimsecikler dokunmadan gider.[14]
Şimdi de 1621 yılına ait bir relación'da
sultanın sadece üç yıl hüküm sürdükten sonra nasıl korkunç bir şekilde öldüğünü
anlatan bölüme bakalım. Türklerin, özellikle de sultanların ölümlerine dair
anlatılara karışan edebi öğeler, onları Doğu masallarına çevirir. Anonim yazar
padişahın adını yanlış verir ve Sultan Süleyman Bayezid der. Zaten anlatı da
fantastik özellikler taşır: "Burun delikleri şişti, vücudunun dört bir
yanında lekeler çıktı. Öyle kötü kokuyordu ki, kimsecikler bu kokuya
dayanamıyordu."[15] Bütün bu nahoş tasvirler arkasında
aslında göründüğünden çok daha derin anlamlar gizlidir. Başkahramanlarının iyi
Hıristiyanlar olduğu, insanın Tanrı'nın yolundan gittiği romanslardaki bu tatlı
ve huzurlu ölümlere kıyasla sultanların anlaşılmaz bir şekilde
cezalandırılması, İber Yarımadası'ndaki okurun/dinleyicinin bu "kâfirlerin"
korkunç ölümleri hak ettiğini, Tanrı'nın tüm bu cezalarının da aslında
Osmanlı'nın kaçınılmaz sona yaklaştığına bir delil olduğunu gösterir.
Kâfirle aşk
Bütün bu korkunç tasvirlerin yanı
sıra, özellikle Müslüman topraklarında gerçekleşen ve aşkla sonuçlanan bir
Hıristiyan-Müslüman karşılaşması da söz konusudur. Hikâye kahramanlarımızdan
Eredia'nın sevdiği erkeğe "Muhammed'in bu kötü dinini bırakıp da benim
mükemmel dinime geçerseniz"le başlayan cümlesine benzer ifadeler bu janrın
klasiği halini almıştır. "Doğru ve gerçek olan kanun İsa'nındır, seninki
ve diğerleri ise sahtedir" söylemi halkın pek cazip bulacağı aşk
hikâyeleri üzerinden verilir. Bazen de Müslümanlar Hıristiyan kızlara dünyevi
güzellikler sunar, masasına oturtur, güzel yemekler ikram eder ve
"özgürlük ve zenginlik" için dininden vazgeçmesini sağlar. Bir din
adamının kardeşi olan Valladolid'li bir kızın din değiştirip 26 yıl boyunca bir
Müslüman'la evli kalması bunlara sıradan bir örnektir.[16]
Bir esirin San Francisco
tarikatından akrabası olan bir din adamına İstanbul'dan gönderdiği, Hıristiyan
bir gencin ve Hıristiyan olup gizlice onunla evlenen asilzade bir Türk kızının
şehit edilmesinin konu edildiği anlatı başlıklı relación –relación'ların
başlıkları konularını özetleyecek kadar uzundur– bütün temaları tek anlatıda
birleştiren bir eserdir.
Bu dönemde şehitlik mertebesine
yükselenlerin relación'larda sıkça boy göstermesi pek tabii basit bir
tesadüf değildir. Reform karşısında Karşı Reform'u yaratan ve kendini hızla
yayılmakta olan Protestanlık ve beraberinde getirdiği diğer mezheplere karşı
savunarak tek parça kalmaya çalışan İspanya, kutsal bir imge yaratmak için
"kâfir Türk" motifini kullanmıştır. Türklerin elinde can veren
Hıristiyanların mitik hikâyeleri Karşı Reform ideolojisinin simgesel olarak
sunulmasında birinci dereceden önemli bir rol oynamıştır. Özellikle XVI.
yüzyılın son çeyreğine denk gelen bu anlatılar aziz kültüne de hizmet etmiştir.[17]
Meryem Ana'nın insanlara
görünmesinin başı çektiği mucizevi olaylar içeren ve Ortaçağ'da kuzeyden güneye
Avrupa'nın her bölgesinde halk tarafından heyecanla okunan keramet piyeslerinin
(miracle plays) bir devamı niteliğinde sayılabilecek olan bu relación'larda
baş kötü kahramanlar Lutherciler ve heretikler (din sapkınları, zındıklar)
değil Türkler ve Müslümanlardır. "Kutsal Katolik inancımızın düşmanı,
şeytana uymuş Türkler" ifadesi en sık karşılaşılan kelime öbekleridir.
Katolik İspanya, Katolik inancını ve cemaatinin bütünlüğünü korumak için kâfir
Türk simgesini kullanırken, birleştirici etkisi olan yeni edebi azizler ve
azizeler yaratmaya devam etmiştir.
Doğal olarak bu türde mevcut olan tek
ılımlı Müslüman imajı "gerçek inanca dönen Müslüman"dır. Vaftiz
edilmiş bir sultan kızı, diğer esirlerle birlikte bir Hıristiyan'ın
yardımlarıyla Cezayir'den İspanya'ya gelmeyi başarır. Engizisyon tarafından
affedilir. Ya da Hıristiyanlığa geçen bir Mağripli Müslüman tarafından
öldürülür ve şehit mertebesine ulaşır. Bu, Rum-Ortodoks Patrikhanesi'nin
özellikle XVIII. ve XIX. yüzyılda canlandırmaya çalıştığı
"Neomartirizm" (Yeni Şehitler) hareketinin Katolik bir versiyonu
gibidir. Ortak yanları, sıradan insanların kâfirlerin sebep olduğu sıradan
ölümlerinin propaganda amacıyla şehitlik unvanıyla taçlandırılmasıdır.
1614 yılında Avrupa'da dolaşan bir
Fransızca relación I. Ahmed'in Hıristiyanlığa geçtiğini anlatır.
Anlatının başlığı her şeyi özetler: Türklerin padişahı (Grand seigneur des
Turcs) Ağustos 1614 tarihinde kehanet kabilinden ve "admirable"
(takdire şayan) bir rüyet görmüş ve akabinde de din değiştirmiştir. Padişahın
din değiştirme anında yanında olan birisi bunu Fransızcadan Türkçeye
çevirmiştir.[18]
Dinden dönen Müslümanlar
1630 yılında basılan ve Türklerin ve
Mağriplilerin Hıristiyanlığa geçmesini konu alan üç sayfalık kısa bir relación
X. ve XI. yüzyıllarda tam anlamıyla olgunlaşmış olan bu Ortaçağ dini
piyeslerinin en temel özelliklerini taşır. Ermeni topraklarında bir Dominiken
keşiş olan Iacobo de Ambrosi'nin yazdığı iddia edilen bir mektup üzerine
kurulan anlatı, yolda giderken nasıl "oralarda yaşayan bir sürü Türk ve
Mağriplinin" Katolikliğe geçtiğini anlatır.[19]
Anlatıya göre Ambrosi yolda,
Aremoli(?) şehrinden gelen elli Türk ve Mağribi'ye rastlar. Yolda rahibi
görünce hemen etrafını sarar ve kendisine özel bir saygı gösterisinde bulunur,
ellerini, cüppesini, ayaklarını öpmeye başlarlar. Ambrosi,
"kâfirlere", Katolik düşmanları oldukları halde kendisine neden böyle
saygı gösterdiklerini sorar: Hz. Muhammed'in mezarının çöktüğü, kemiklerinin
ise izine rastlanmadığını söylerler. Böylelikle Müslümanlar arasında inanç
sorunları çıktığı, pek çok insanın İslam'a olan inancının sarsıldığı ortaya
çıkmıştır. İnananlar ve inanmayanlar bir gün hep birlikte camiye giderler.
Orada geçirdikleri iki saatin sonunda caminin duvarındaki çok eski zamanlardan
kalma Meryem Ana tasviri imama seslenmeye başlar. Onlara şüphelerinden arınmak
ve gerçeği öğrenmek için nehri takip etmelerini, belli bir yerde içinde beyaz,
üzerinde siyah giysi olan bir "kuluna" rastlayacaklarını söyler. Bu
kulunun söylediklerini yapmalarını, sözlerini doğru kabul etmelerini, ağzından
çıkanlara da "kurtuluşa erişmek için sarılmalarını" tavsiye eder.
Onlar da buraya geldiklerini ve tam da Meryem Ana'nın bahsettiği özellikleri
pederde bulduklarını anlatıp kendilerine "ruhları kaybolup gitmesin diye
ne yapmaları gerektiğini söylemesini" isterler. Sonra hep birlikte şehre
dönerler. Burada peder önce onları, daha sonraki üç gün içinde de iki yüz
kişiyi vaftiz eder. Müslüman kalan Türkler, bu Meryem'in göründüğü camiyi yerle
bir etmek isterler, ama güçleri yetmez. Şimdi, rahip bu mucizeler üreten
caminin kilise olması için çalışmaktadır. Relación keşişin kendilerine
yardım etmek üzere papadan Latince bilen rahipler göndermesini rica etmesiyle
sona erer. Bu relación genel hatlarıyla bir Ortaçağ kehanet piyesini
hatırlatır. Bu tür piyeslerde Meryem Ana bir deus ex machina gibi,
kendisini yardıma çağıran herkese koşup onları en zor durumlardan kurtarır.
1581 yılında basılan bir relación
ise Kudüs'te, Golgotha'da canlı canlı yakılan asilzade bir İspanyol kadınının
şehitlik hikâyesidir. Kadının İsa'nın çarmıha gerildiği yerde şehitlik
mertebesine yükselmesi tamamen semboliktir. İşin failleri "pek Kutsal
Katolik inancının düşmanları Türkler"dir.[20] İçerik, şekil ve amaca hizmet
bazında incelendiğinde hagiyografya/menakıbname kabilinden külliyata
eklenebilecek olan bu eserlere başka bir çarpıcı örnekte ise, Fransisken bir
keşiş İstanbul'da bir camide şehit edilir. Kudüs'ten Türklere Katolik inancı
konusunda vaaz vermek üzere geldiği belirtilen keşiş, katran ve barutla
yakılır. Keşiş alevler içindeyken bile hâlâ diz çökerek Tanrı'ya dua eder. Bu
mucizeyi izleyen Türkler kendi dinlerinden şüpheye düşerler. Paşa gözlerine
inanamaz ve yeniden alevlerin içine girmesini söyler. Keşiş de "O kâfir
halkın önünde, alevlerden geçerek zalim ateşin içine girer." İki değişik
versiyonu olan bu anlatı mucize hikâyelerinin en ılımlılarından sayılır.
Bir din adamının başkahramanı olduğu
diğer bir anlatıda da, esir düşen kardeşini kurtarmak için Oran'a giden bir
rahip yolda esir edilir. Cezayir'e götürülür ve orada bir dönmeye satılır.
Dönme, rahibi dininden dönmeye zorlar ve rahibin Monserrat Bakiresi'ni yardıma
çağırdığı bir anda sinirle bıçağını çıkararak göğsünü boydan boya keser,
karaciğerini çıkarır ve yeniden diker. Ciğerini rahibin eline vererek
"Bakalım bu denli inandığın Bakire seni kurtaracak mı?" der. Rahip
eline karaciğeri alıp minbere çıktığı anda çanlar çalmaya başlar. Relación
yazarının Osmanlı topraklarındaki kiliselerin çanlarının kullanılmadığından
haberi olup olmadığını bilemiyoruz. Durum her ne olursa olsun işitsel ve görsel
bir sembol olarak kullanılan kilise çanları burada da yerini bulur. Osmanlı'nın
"çanına ot tıkmak" tabirinin imgesel olarak ne denli güçlü olduğu da
bir kez daha su yüzüne çıkar. Relación klasik olarak "İşte böyle
kardeşlerim, onu her daim anmayı sakın ihmal etmeyin" uyarısıyla son
bulur.[21]
Şehitlik hikâyelerinde en çok
karşılaşılan ölüm şekli alevlerde can vermedir. Engizisyon'un dev ateşlerde
kurbanlarını ölüme gönderdiği bir devirde bu anlatılarda, yakarak öldürme cezasına
rağbet etmeyen Osmanlı'nın bu cezayı Katolikler üzerinde uyguladığının iddia
edilmesi ise hakkında uzun analizler yapılabilecek bir konudur.
Misyonerlik faaliyetlerine paralel
olarak, Türklerin ve Mağriplilerin Katolikliğe döndüğünü konu alan relación'lar
da İber Yarımadası'ndaki Moriskoları Hıristiyanlığa kazandırmak için yazılan instrucción
(talimat) ve sermón'larla (vaaz) at başı gider. 1672 yılında basılan bir
relación Cizvit papazlarının 44 Türk ve Mağripliyi vaftiz etmelerini
anlatır.[22] Müslümanlara dinlerini değiştirmek
için yapılan özendirmeler dini ve siyasi niteliklidir. Din değiştirip Katolik
oldukları iddia edilen şahısların sıradan insanlar yerine hükümdar ailesinden
fertler olmaya başlaması yine hiçbir şeyin tesadüf olmadığını gösterir. Bu
anlatıların III. Felipe zamanında zirveye çıkması doğal olarak 1609 yılında
ülkedeki bütün Moriskoların din değiştirmek, ülkeyi terk etmek ya da ölüm
arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmalarıyla açıklanmalıdır. Ayrıca
İstanbul'daki Hıristiyan misyonerlerin çalışmalarını hızlandırdıkları devirle
eşzamanlı olması da Akdeniz'in iki uç noktasının aslında hiç de birbirinden
kopuk olmadığını gösterir. Relación'larda din değiştirdiği iddia edilen
tarihi simaların en çarpıcısı pek tabii Büyük Türk'ün ta kendisidir; ayrıca
Büyük Türk'ün oğlu, Büyük Türk'ün damadı, Tunus Kralı, Kudüs valisi, şehzadeler
de bu anlatılara konu olurlar.
2
İstanbul Mektupları
(Lettere di Costantinopoli)
Bugün bir kopyası Atina'da Gennadius
Kütüphanesi'nde bulunan, 1622 yılında Venedik'te yazılan bir mektup (lettera)
10 Eylül tarihinde İstanbul'da vuku bulan ilginç bir haberi bildiriyordu.
Kanallar Şehri'ne gönderilen mektupta tam bu tarihte sultanın başkentinde,
günbatımında Ayasofya'nın üzerinde üç meşale görülmüştü. Bu üç meşale boşluktan
ilerleyerek sarayın üzerine kadar varmış, orada semada asılı kalmıştı.[23] Bir süre herkesin net olarak
görebileceği bir şekilde kaldıktan sonra birdenbire yok oluvermişti. Venedikli
kalemin "Gerçekten üzerinde çok düşünülmesi gereken bir mucize" diye
tanımladığı bu olay şehirde farklı yorumların gündeme gelmesine sebep olmuştu.
Bazıları bu garip vakayı üç meşalenin Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh'u simgelediği,
Ayasofya'dan çıkıp Osmanlı sarayının tepesinde gezerek Yüce Sultan'ın kalbini
aydınlatmak ve onu kendi inançlarını tanımaya davet etmek istediği şeklinde
yorumlamıştı.
Venedik'e gönderilen bu gizem dolu
mektubun devamında yine benzer bir vaka anlatılıyordu. Haberi verene göre aynı
ay içinde "çok canavarca ve çok büyük şaşkınlık yaratacak" başka bir
olay daha olmuştu. Paşalardan birinin eşi olan bir Türk kadın hamile kalmış,
doğum vakti gelince de kadınlar doğuma yardımcı olmak üzere etrafına
toplanmıştı. Kadından "canavar gibi ve kaba" bir yaratık çıkmış,
kadın da bu yaratığa can verir vermez ölmüştü. Bunun hemen akabinde kadın ve
doğurduğu canavar büyük bir hızla gözden kayboluvermişlerdi. Orada bulunan
kadınlar ise tarif edilmez bir şaşkınlık içinde avazları çıktığı kadar
bağırmaya başlamışlardı. Daha sonra bu canavarın tasvirini yapanlar da yine o
kadınlar olacaktı. Şahitliklerine göre gerçekten yeni doğmuş bir bebek büyüklüğünde,
ama kapkara bir şeydi. Kafasının köpek kafası gibi olduğunu ve üzerinde iki
tane de boynuz bulunduğunu söylemişlerdi.
Canavarın gözleri iki ateş parçası
gibiymiş, kuyruğu bir kol uzunluğunda, bacakları kuş bacağı, tırnakları ise
akbaba pençesine benziyormuş. Kolları insan koluna benzemekle birlikte elleri
bir karakurbağasının ellerini andırıyormuş. Upuzun ve kıllı kulakları, yarasa
gibi kanatları varmış. Uzun lafın kısası o kadar "vahşi ve korkunç
görünüyormuş ki orada bulunanlar böylesine ürkütücü bir şeye
bakamamışlar."[24] Yeni doğan bu canavar üzerine de
yorumlar eksik olmamıştı. Kimilerine göre bu "Tanrı'nın bu imansız
insanlara karşı olan hiddetinin" bir göstergesiydi ve onlara böylesine
mucizeler göndererek kendi ilahi gücünün farkına varmasını ve her zaman
yaptıkları gibi kendisine hakaret etmelerine bir son vermeyi amaçlıyordu.
Böylelikle Tanrı "müminlere" yani Hıristiyanlara da bir ders vererek
onlara günahtan ırak kalmaları gerektiğini gösteriyormuş. Bu hikâyenin vaka
anlatılarında (relación de sucesos) da tekrarlanması ve yorumların da
hemen hemen aynı olması bu tür anlatıların Avrupa'da hızlı bir şekilde
dolaştığını gösterir. Aynı hikâyenin birden çok versiyonu kısa zamanda farklı
coğrafyalarda zuhur eder. Hepsinin de artık Osmanlı İmparatorluğu'nun son
günlerine yaklaştığı şeklinde yorumlanması halka bir umut ışığı vermek, moral
yükseltmek gibi amaçlar taşır.
İstanbul Mektupları (Lettere di
Costantinopoli) olarak anılan ve İtalyan dilinde yazılan buna benzer bir
dizi mektup XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yapılan
yazılı bir propaganda silsilesinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Relación'larla
büyük benzerlikler gösteren lettera'lar Avrupa'dan Türklere dair haber
bekleyen meraklı okur/dinleyici kitlesinin susuzluğunu giderecek niteliktedir.
Bu devirde dolaşan sahte haberlerle dolu gazetta'larla aynı kategoride
incelenebilecek olan bu mektuplar, Osmanlı'nın çöküşünü dört gözle bekleyen
Avrupalı için o hayali kurulan felaketin habercisi olan doğaüstü olayları basit
bir dille anlatırlar.
Biz bu tuhaf lettera'nın
İstanbul'dan Venedik'e gönderildiği/gönderildiğinin iddia edildiği, daha
doğrusu basıldığı 1622 yılında, İstanbul'a gelen İngiliz elçisi Sir Thomas
Roe'nun imparatorluğun çökmekte olduğunu ispatlamaya çalıştığı mektubuna göz
atalım:
Yabancı bir el onu dağılmaya
götürecek olmasa bile imparatorluğun ayakta kalması imkânsız... Büyük Türk'ün
bütün toprakları adalet talebiyle ya da şiddetli baskı yüzünden nüfus
kaybetmekte. Yunanistan'da ve Anadolu'da bir insan 3-4, hatta bazen 6 gün
boyunca yol aldığı halde ne kendini, ne de atını besleyecek bir köy
bulabiliyor. Gelir öyle azalmış ki, askerlerin maaşlarını ödemeye ve sarayı
beslemeye yetecek kadar paraları yok... Söyleyecek başka sözüm yok, bu içten
içe ilerleyen hastalık bu imparatorluğu çökertmeli. Her gün başka
değişikliklerin olacağı beklentisi içindeyiz.[25]
Doğaüstü olaylarla süslenen çöküş
anlatılarının büsbütün uydurma olmadığı aşikârdır. Osmanlı topraklarında ters
giden her şey, kaybedilen her savaş bir kılıfa sokulup bu masalsı kurgulara
konu olabilir. Sir Thomas Roe'nun devlete gönderdiği, gözlemlerini içeren rapor
sıradan halka masalsı öğelerle karıştırılıp veriliyordu. Kim masal dinlemeyi
sevmez ki! XVII. yüzyıl ortalarında, Kâtip Çelebi'nin Osmanlı'nın
"ihtiyarlık dönemine girdiğini" söylemesi ve "devleti temelinden
sarsacak hareketlerden kaçınması" konusunda uyarıda bulunması tesadüf
değildir.[26]
Olağanüstü yaratıklar ve canavarlar
1674 yılında Jacques-Paul Babin adlı
Cizvit papazı Atina'nın topoğrafyasını anlatan bir eser yayımladı. Bu eser şehrin
topografik detaylarını veren en güvenilir kaynak olmakla birlikte, içinde
yukarıdaki detayları andıran bir anlatı da barındırıyordu. Babin'in "Zaman
zaman bu şehirde, aynı eskiden olduğu gibi, olağanüstü şeyler ve canavarlar
görülebiliyor" diye başladığı anlatısı 1665 yılında bir Türk kadının
Akropolis'te bir canavar doğurduğu iddiasıyla devam ediyordu. Canavar dünyaya
geldiğinde birdenbire yere atlamış ve yürümeye, bağırmaya, köpek havlamasına
benzer kelimeler telaffuz etmeye başlamıştı.[27] Tavşan gibi düz kulakları, bir
aslanınki gibi ağzı vardı, gözleri ateş saçıyor, ağzından iki sivri diş
fırlıyordu. Ayakları bebek ayakları, elleri ise grifone elleriydi.
Dışarıdan bakılınca cinsiyeti hemen anlaşılıyordu. Anlatıya göre yerel yönetim
onun derhal öldürülmesine karar vermişti, canavar derin bir kuyuya atılmış ve
kayalıklar altına da gömülmüştü.
Yine sembollerle yüklü bir canavar
profili mi, yoksa Cizvit'in o bölgede yaratılmış bir halk hikâyesini doğrudan
nakletmesiyle mi karşı karşıyayız, bilemiyoruz. Tavşan gibi üreyen, çoğalan ve
klasik olarak "kötü otlar gibi çoğaldığı" iddia edilen Müslümanlara
bir gönderme miydi bu tavşan kulakları? Biz sık sık karşımıza çıkan grifone'yle
ilgilenelim. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Ortaçağ'da İsa Peygamber'in
timsali olan bazen köpek, bazen de aslan gövdeli gösterilen mitolojik kuşlar
burada farklı bir simge taşıyor olsalar gerek. Grifone'ler
Hyberboreliler ülkesinde İskitlerin elinde bulunan kutsal altınlara bekçilik
ederler.[28] Bunun sembolik uzantıları bizi
Avrupa'da, Yeniçağ'da, Türklerin doğrudan İskitlerden geldiklerine dair genel
kanıya götürür mü? Bu gerçekten halkın hayal gücüyle doğmuş bir canavarsa,
Osmanlı döneminde pek çok alanda karanlık çağlarını yaşadığı iddia edilen
Atina'da doğmuş olabilir mi? Bu pek mümkün görünmüyor.
1647 yılında Madrid'de yayımlanan
"Türkiye'de üç boynuzlu, üç gözlü, eşek kulaklı, tek delikli burnu olan ve
ayakları ile bacakları ters bir çocuk" doğduğu haberini veren relación
daha pek çok defa farklı varyantlarla karşımıza gelen bir hikâye anlatır. Bu da
klasik olarak Osmanlı'nın sonu klişesiyle yorumlanmıştır. Peki bu canavarlar
nereden geliyordu? Doğu'nun ve Batı'nın canavarlarını inceleyen Christopher
Dell'in düşündüğü gibi "ta içimizde yatan doğaüstü yapıya bir anlam"
mı veriyordu? Yoksa sadece düzen ve kaos arasındaki, iyi ve kötü arasındaki
kavgayı Tanrı'yla birlikte mi somutlaştırıyordu?[29] Ortaçağ Avrupası'nın folklorunda ve
dini tasvirlerinde en şaşaalı dönemini yaşayan canavarların genel olarak
Doğu'da ve uzak topraklarda yaşadığını düşünürsek bu lettera'lara kadar
sirayet eden çılgın dimağların mahsullerinin arkaplanını da görürüz.[30] Canavarların düzenin en büyük
düşmanları oldukları gerçeğinden yola çıkarak Osmanlı'nın Avrupa'nın düzenini
bozan bir varlık olarak gösterilmeye çalışıldığını iddia etmek yanlış olmaz.
Bundan yedi yıl sonra benzer bir lettera
yine İstanbul'dan Venedik'e gidiyordu.[31] "Son günlerde size yazmadım,
bu doğru, ama bu benim tembelliğimden değil, buralarda kayda değer, yazmaya
layık bir şeyin meydana gelmediğinden kaynaklanıyor" diye başlayan mektup
gerçekten de kaleme almaya değer bir mucizeyle devam ediyordu. Anlatıya göre
İstanbul'da ve bu imparatorluğun birçok yerinde havada pek çok işaret
görülüyordu. Son olarak da sultanın bazı rüyetler gördüğünün altını çiziyordu.
Diğerlerinin dediği gibi Nisan'ın 10'unda değil, 18'inde fırtınalar kopmuş,
ağaçları köklerinden sökmüş, evleri yerle bir etmişti. Bu şiddetli rüzgâr
sultanın savaş alanına giden dört ulağının da ölümüne sebep olmuştu. Hatta
tepeden tırnağa silaha bürünmüş bir komutanı da uçurup götürmüştü; sonrasında
kendisinden hiçbir haber alınamamıştı.
Ateş gibi bir kuyrukluyıldız
Bu mucizevi olayların anlatıldığı
satırlar heyecanın gittikçe arttığı bir film gibi ilerliyordu. Mektubun yazarı
devasa bir şimşeğin çaktığını, çok büyük bir kuraklığın başladığını ve
İstanbul'un bir bölümünü kuruttuğunu bildiriyordu. Tam bu arada bir nebze daha
heyecan katıyordu anlatısına: Koskoca bir kuyruğu olan iki tane ateş gibi
kuyrukluyıldız belirmişti semada. Öyle kızgın görünüyordu ki, gökyüzü tepeden
tırnağa ateşe bürünmüş gibi bir manzara sergilemişti. Bunlardan biri gecenin
ikisinde sultanın sarayının tepesinde görünmüştü. Diğeri de saat üç sularında
görünmüş, iki saat boyunca gözden kaybolmamıştı. Bu da tam Ayasofya Camii
üzerinde konuşlanmıştı. Yazar pek tabii cami kelimesi yerine tapınak (tempio)
kelimesini kullanmayı tercih etmişti.
Kuyrukluyıldızlar hem doğu, hem batı
anlatılarında hayalle gerçek, tabii olanla doğaüstü arasında bir yerde
kalmıştır. Cardano ise 1525'te Fransa'yı yenen, I. François'yı Pavia'da
hezimete uğratan Şarlken'i neler beklediğini görmüştü. Pronostico
(Kehanet) adlı eser imparatorun gelecekteki zaferlerinden ziyade, onun ölümüyle
birlikte ortaya çıkacak kuyrukluyıldızları ve diğer alametleri işler.[32] Kuyrukluyıldızlar genel olarak
meşum vakalara delalet ederlerdi. 1577 yılında Akdeniz'in diğer ucunda beliren
kuyrukluyıldız Portekiz Krallığı'nı bekleyen bedbahtlıkların habercisidir. Genç
kral Sebastião'nun trajik sonuna da işaret etmiştir adeta. Relación'larda
"Bazı matematikçiler ve bu bilimde uzman kişilere göre bütün evrende
şimdiye dek görülen en korkunç kuyrukluyıldız" şeklinde tabirlere
rastlanır. 1604 Ekimi'nin ilk günlerinde Meksika semalarında kocaman bir
kuyrukluyıldız belirir. Bu bir yıldan fazla sürer. Sevilla'lı bir beyefendinin
İstanbul'dan yazdığı mektup üzerinden kurulan bir relación'da (relación'lara
ne kadar güvenilebileceğini hatırlarsak) "Osmanlı İmparatorluğu'nu tehdit
eden, bugüne dek görülmüş en korkunç kuyrukluyıldızdan" bahsedilir.[33]
Lettera'mıza devam edelim. Aynı ayın
12'sinde saat üç sularında başka bir vaka meydana gelmişti. Sultan rüyasında
bir sürü aslanın kendisine saldırdığını, bunlardan en büyüğünün de kendisini
vargücüyle göğsünden yakalayıverdiğini görmüştü. Sultan öyle bir çığlık
koparmıştı ki içoğlanları ve nöbette olan yeniçeriler silahlarını kapıp
sultanın odasına koşmuşlardı. Sultana neden böyle bir çığlık attığını
sorduklarında, o da rüyetini anlatmış, sonra da önemli bir şey olmadığını,
artık kendi odalarına gidebileceklerini söylemiş ve yeniden uykuya dalmıştı.
Gün doğumuna yakın bir saatte de başka bir rüya görmüştü. Rüyasında bir sürü
yarısı at, yarısı insan olan mitolojik varlık Kentavrosla savaşıyordu. Tam bu
esnada batı tarafından bir kartalın öncülüğünde pek çok kartal başlı aslanın
geldiğini görmüştü. Bu hayvanlar Kentavroslara öyle bir saldırmışlardı ki,
onlar da çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Kentavroslar canlarını kurtarmak için bir
mağaraya sığınmışlardı. Can havliyle buraya sığınan Kentavrosları gören sultan
merhamete gelmiş ve onları bu canavarlardan korumak için kılıcını çekerek
üstlerine yürümüştü. Tam onlara saldıracağı sırada kartal başlı aslanların
başını çeken kartal, sultanın elinden kılıcını alıvermişti.
Anlatının bu kısmı sembolik önem arz
etmektedir. Kanımca kartal başlı aslanlar tesadüfi bir mitolojik öğe olmanın
çok ötesindedir. Kartal, Habsburg İmparatorluğu'nun kartalı; aslan ise San
Marco üzerinden Venedik'i temsil eden aslan olmalıdır. Kitabın bir Venedikli
tarafından kaleme alındığı da düşünülürse, tarafsızlığını pek çok defa sırtını
Habsburg güçlerine dayayarak bozan Venedik'in böylesine güçlü bir tablo ile
temsil edilmesi benzetmeyi doğrulayan bir nitelik kazanır. Osmanlı padişahının
Kentavrosları rüyasında görecek kadar Yunan mitolojisi bilgisine sahip olup
olmadığı ise kuşkuludur, hatta gerçekten hayli uzaktır. Lettera'mızın
yazarı Kentavrosları neden bu anlatıya layık bulmuştur? Yarı at, yarı insan bu
mitolojik yaratıklar yoksa yabanıl ve azgın oldukları ve çiğ et yedikleri için
mi Türklere yakıştırılıp bu rüyada boy göstermişlerdir?
Müneccimler işbaşında
Anlatıya göre sultan bütün gördüğü
bu rüyetler/rüyaların ve daha önce meydana gelen kuyrukluyıldız vakasının nasıl
yorumlanması gerektiğini merak ettiği için memleketindeki bütün gökbilimcilere
ve müneccimlere haber salmış ve on gün içinde İstanbul'da toplanmalarını
buyurmuştu. Bütün bu uzmanlar bir araya geldiklerinde onlara gördüklerini
anlatmış ve hiçbir saygı gösterisinde bulunmaya çalışmadan, tüm doğruluk ve
içtenlikleriyle üç gün içinde onlara anlattığı bu rüyaları yorumlamalarını
istemişti. Ayrıca günler öncesinde ülkesinin semalarında görülen
kuyrukluyıldızı da açıklığa kavuşturmalarını buyurmuştu. Bu şahıslar da
toplanıp ortak düşüncelerini bir kıtaya sığdırmayı başarmış ve bunu aralarında
en bilge ve yaşlı olana bildirmişlerdi. Mısır kökenli bu bilge hepsinin adına
sultanın huzuruna çıkacaktı. "Muzaffer sultanımız, zatıâlileri bizlere
saygıyı göz ardı edip bu rüyalar ve kuyrukluyıldızlar hakkında sadece gerçeği
söyleme yetkisi verdikleri için biz de her şeyi büyük bir ihtimamla çalışıp
gezegenlerin o vakitteki duruşlarını da göz önüne aldık" diye söze
başlayacaktı.
Müneccimin yorumuna göre, aslanlar
Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir araya gelen ve kısa bir süre içinde sultanın
topraklarından bir kısmını ele geçirmeyi amaçlayan Hıristiyanlardır. Onu
göğsünden yakalayan aslan "Hıristiyanların muzaffer imparatoru"dur.
Kentavroslar ise sultanın tebaasıdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere İtalyan
yazar tarafından yabanilikleriyle Osmanlı'ya yakıştırılmış olmalıdır. Grifone'ler
silahlı Hıristiyan askerlerini, kuyrukluyıldız ise muzaffer imparatorun gücünü
simgelemektedir. Anlatıcının, sultanın münecciminin ağzından okura ilettiği bu
yorumların ardında yukarıda belirttiğimiz metaforik öğelerin olduğu yadsınamaz.
Hikâye bu şekilde uzayıp gider.
Mitolojik kahramanlar ve doğaüstü olayların okurun ilgisini çekmenin yanı sıra
sembolik anlamlarla yüklü oldukları için eklendiği şüphesizdir. Osmanlı
İmparatorluğu'nun çöküşüne delalet ettiği iddia edilen bir dizi garip vakanın
böyle süslü bir şekilde anlatılması geleneği daha çok uzun süre ayakta
kalacaktır. İstanbul'un ise sultanın başkenti olarak bu masalımsı anlatıların
ev sahipliğini yapması yadırganacak bir şey değildir.
1590 yılına ait Viyana'dan
gönderilen bir mektupta ise ağustosun ikinci haftasında gece saat 10'da
gökyüzünde dehşet verici bir manzaraya şahit olunduğu bildiriliyordu.[34] Gökyüzü ikiye ayrılmıştı ve bu
açılan boşluktan içeri atlı arabaların, orduların, sarı, beyaz, kırmızı ve
siyah sancaklı atlıların sanki birbiriyle savaşıyorlarmış gibi geçtikleri
görülmüştü. Bu "korkunç ve olağanüstü görüntü (visione)"
gecenin ikisine dek devam etmişti. Dehşet içinde izlenmiş, insanların
cesaretini kırmıştı. Anonim yazar bunu "hüsnükabul göstererek masum
insanların kanının dökülmesine engel olacak her şeye kadir Tanrı"nın
kanıtına yormuştu.
3
Balkan anlatıları
Sırp halk ozanları –yani gooss'ları–
ve kahramanlarını ölümsüz kıldıkları baladları (yoonachke pesme) eski
Sırp kahramanları ile krallarının milli hafızada baki kalmalarını
sağlıyorlardı. Bu sadece ileriki yüzyıllarda milli bir birlik ve beraberlik
bilinci yaratmakla kalmayacak, siyasi bir oluşuma da yol açacaktı. Her köyde,
hatta her küçük akraba grubunda milli türküleri bir sonraki nesillere geçirecek
yaşlı ya da genç bir adam bulunuyordu.[35] Basit bir müzik enstrümanı olan goosle
ile seslendirdikleri türkülerini bir köyden diğerine götürüyor, krallar ve
çarlar zamanından kalma kahramanların destanlarını ölümsüzleştiriyorlardı.
Doğal olarak bu kralların ve
kahraman figürlerinin karşısında her zaman bir Türk bulunuyordu. Diğer
mitolojik öyküler ve kilisenin dini hikâyelerin yanı sıra Türklere karşı
verilen mücadelede milli ve dini kahramanlara dönüşen destansı figürlerden en
çok ön plana çıkanlar arasında Prens Marko, Kral Lazar, Miloš Obilić, Kral
Stefan Dušan, Vuk Branković gibi unutulmayan adamlar vardı. Türklerin daha
ciddi bir tehlike uyandırmadığı zamanlarda, 1326 yılında, Sırp topraklarında
diplomatik bir görev yüzünden bulunan Bizanslı tarihçi Nicephoras Gregoras,
Sırpların milli kahramanlık türkülerine pek meraklı olduklarını yazıyordu.
Doğal olarak Türklerin yakın varlığıyla birlikte eşsiz bir kahramanlık temasına
kavuşacaklardı. Sırp filolog Karadžićde, jenske pesme (kadınların
şarkıları) olarak anılan, kızlar ve genç kadınlar tarafından söylenilen pek çok
türküyü yazıya geçirmişti.
XV. yüzyılda Balkanlar'daki Osmanlı
ilerleyişi Sırp edebiyatında hemen kendini göstermiş, yeni temalar oluşmasını
sağlamıştı. Nostaljinin ve ağıtsal bir tonun hâkim olduğu türler ortaya çıkmaya
başlamıştı. Kosova Savaşı bu tür kahramanlık destanlarının doğmasında en önemli
rolü oynamıştı. Sırpların iki büyük efsanesinden biri Kosova, diğeri de Marko
Kraljević destanıdır. Banašević de bu iki destanın Ortaçağ Fransız yiğitlik
destanlarından (chansons de geste) etkilendiğini iddia eder.[36] Diğer bir iddia da zaten var olan
bir formun üzerinde bu chanson'ların etkilerinin görülmesidir.
Kosova miti erken dönem Hıristiyan
şehitlerinin anlatılarından da etkilenmişti. Şehitlik yoluyla aziz mertebesine
yükselme kavramı sık sık tekrarlanmaktaydı.[37] Kosova'yla birlikte mitler,
Hıristiyanlık erdemleri, kendini feda etme, vatanseverlik, hükümdara sadakat,
şeref, görev bilinci vs temalar etrafında dönmeye başlamıştı. Bütün bunların
yanı sıra 15-16 hecelik uzun mısralardan oluşan bir türkü şekli sayılan ve
genel olarak epik temalar işleyen bugarštica janrı doğmuştu. Bunlar
bilinen en eski kahramanlık destanı türüydü ve XV. yüzyılda yazıya
geçirilmişti.[38]
1463'te Bosna ve 1482'de Hersek'in
düşmesiyle Dalmaçya sahilleri Türklere karşı savunmasız kalmıştı. 1459-99
yılları arası Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar'daki bütün engelleri aşarak
Adriyatik sahillerini ele geçirmişti. Bundan anlaşma yoluyla tek kurtulan
Ragusa olmuştu ve bağımsızlığını 1806'da Napolyon birlikleri gelene dek
korumuştu.[39] Ne de olsa Osmanlı İmparatorluğu'na
tek set coğrafi engellerdi: dağlar ve deniz. Hırvat edebiyatında ölümsüzleştiği
üzere Osmanlı işgalinden geriye "kara taşlar ve yapraksız çam
ağaçları" kalacaktı.[40] Marko Marulić'in bu satırları Türk
ilerleyişini olumsuz şekilde ölümsüzleştiren dönem edebiyatından klasik bir
örnektir. Balkan uluslarının edebiyatı kısa zamanda "acımasız Türk"
motifiyle dolmuştur.[41] Dönem için klişe sayılan bu
antipropaganda ile bir savunma seti örmeye çalışan Balkan ulusları uzun süreli
bir direnç gösterememiştir. Osmanlı Balkanlar'daki siyasi, sosyal ve ekonomik
kargaşa arasında, istimalet politikası güderek kolaylıkla ilerleyip Adriyatik'e
çıkmıştır.
Çöle dönen topraklar
Osmanlı İmparatorluğu'nun Dalmaçya
sahillerine ulaşmasıyla panik dalgaları daha da büyür. 1501 yılında Zadar
komutanı Jacomo de Molin tarafından verilen rakamlara göre Türklerin yaptığı üç
yağma ve ortaya çıkan veba salgını sonunda 10.000 esir, 80.000 de hayvan telef
olur.[42] Split'li bir Hırvat 1522 yılında
Papa VI. Adrianus'a şunları yazıyordu:
Kâfir Türklerin her günkü
saldırıları yüzünden tedirginiz; bizi sürekli taciz ediyorlar, kimini
öldürüyorlar, kimilerini esir ediyorlar; malımız mülkümüz yağmalanıyor,
hayvanlarımız götürülüyor, köylerimiz ve yerleşim yerlerimiz ateşe veriliyor,
hayatımızı kazandığımız tarlalarımız kısmen çöplük içinde bırakılıyor, kısmen
de çöle çevriliyor, buralarda bir zamanlar çalışanlar alınıp götürülüyor, meyve
yerine böğürtlen topluyorlar. Biz güvenliğimizi sadece surlarımızla
sağlayabiliyoruz ve Dalmaçya'daki şehirlerimiz sözüm ona bir barış antlaşmasına
dayanarak hâlâ kuşatılmadığı ve saldırıya uğramadığımız için memnunuz. Ancak
sadece şehirler kurtarılmış durumda ve diğer yerler olduğu gibi yağma ve çapula
açık.[43]
Bütün bu ve bunun benzeri resmi
postalarda dolaşan şiddet unsurları edebiyatta kendine çok kalıcı bir yer
edinecek ve bu tasvirler XIX. yüzyılda Balkan halklarının bağımsızlık savaşında
kullanılacaktı.
Kleftika (Κλέφτικα) olarak bilinen Yunan
halk şarkıları, Robin Hood benzeri kleft'lerin (κλέφτες) dağlara çıkıp
buradan milli bağımsızlıklarını kazanana kadar nasıl bir savaş verdiklerini
anlatır.[44] Balkan baladları genel olarak orta
uzunlukta olmalarına rağmen, bunların içinden sivrilen Sırp kahramanlık
şiirleri uzunluklarıyla bilinir. Sırp baladlarındaki haydukların Yunan halk
şarkılarındaki karşılığı kleft'lerdir.[45]
Hayduklar, şövalyeler gibidirler.
Sırp haydukları arasında en ön planda olan Marko Kraljević gücü, kararlılığı,
zaman zaman nükseden gaddarlığı, cesurluğu ile bir şövalyeyi andırır. İçinde
her daim bulunan Türk nefreti ise bir Batı Avrupa şövalyesinin Sarazen
düşmanlığına denk gelir. Marko her zaman güçsüzden yanadır.[46] İçkiye pek meraklıdır. Hatta saygın
bir şarap ehlikeyfidir. Yalnız, tek başına içmez: Atı Sharatz'la içkisini
paylaşır. "Yarısını kendi içer, yarısını Sharatz'a verir."
Burada Sarazen kelimesine bir
açıklık getirmek gerekir. Sarazen, Batı'nın Emevi ve Abbasi halifeliği
sınırlarında yaşayan halklara verdiği isimdir. Kelime Arapça
"Şarkiyyin" kelimesinin Yunanca'ya "sarakenoi" olarak
geçmesiyle Batı'daki macerasına başlamış, zaman içinde büyük değişimler
geçirmiştir. Özellikle Haçlı seferleri zamanında anlam genişlemesine uğrayarak
tüm Müslümanlar için kullanılan bir kelime haline gelmiştir. Kelimenin bilinen
en eski kullanımı MÖ II. yüzyılda Ptolemaios'a (Batlamyus) aittir ve Petra ve
Mısır arasında uzanan toprakları Saraceni olarak adlandırır.[47]
Efsaneye göre bir akşam Marko'nun
annesi onun kanlı gömleklerini yıkamaktan bitap düşmüştür ve öküzleri alıp
tarlayı sürmesini ister. Marko çiftçilik işinden hiç anlamaz. Sabanı alır,
toprağı sürmeye başlar, "çarın yolunu" mahveder. Bu arada oradan
geçen yeniçeriler kendisini görürler. Yanlarında üç torba altın vardır.
"Prens Marko, çarın yolunda çift sürme" derler. "Hey, siz
Türkler, benim sürdüğüm yeri mahvetmeyin" diye cevap verir. Aynı sahne iki
kez tekrarlanır. Marko yine aynı cevabı verince ve iyiden iyiye sinirlendiği
için sabanı bırakıp yeniçerileri tek bir ok darbesiyle vurur. Üç torba altını
da anasına götürür. "Bak, ana, bugün çift sürmem sana ne kazandırdı"
der.[48]
Balkanlar'ın şövalyesi: Marko
Kraljević
Chedo Mijatovich Sırpların milli
kahramanlarının başında gelen Marko Kraljević hakkında söyleyecek bir sözü
olmayan Sırp bulmanın imkânsız olduğunu iddia eder. Marko mitolojik bir figür
ya da var olmayan bir destan kahramanı değil, etten ve kemikten bir tarihi
şahıstır. Lakin pek çok destana, destansı öğelerle karışmıştır. XIV. yüzyılın
ikinci yarısında yaşayan Makedonya Kralı Vukašin'in büyük oğlu ve aynı zamanda
meşhur Sırp Çarı Stefan Dušan'ın da akrabasıdır.[49] Marko kendine ait topraklarla
sultanın tebaası olarak ona tabi olduğu için onunla savaşlara da katılmak
durumunda kalmıştı. 1399'da Romanya'daki Rovine Savaşı'nda kendisi gibi Türk
tarafında savaşan Sırp asilzade Konstantin Dragaš'a şöyle dediği rivayet
edilir: "Tanrı'ya zaferi Hıristiyanlara bahşetmesi için dua ediyorum. Bunu
kendi kanımla ödemek zorunda kalacak olsam bile!" Bu savaşı Hıristiyanlar
kazanır ve o da bu savaşta ölümle tanışır.[50]
Şövalye romansları kahramanları gibi
o da atletik, güçlü bir erkek olarak tasvir edilir. Esas silahı 60 pound
demir, 30 pound gümüş, 9 pound altından mürekkep bir topuzdur
(bozdoğan). Yoldaşı Šarac, dünyanın en hızlı atıdır. Marko, dış dünyadan gelen
insanlara, özellikle de Türklere karşı hayli kaba ve de zalimce davranır.[51] İçki içmeyi iyi bilir, hiç sarhoş
olmaz. Yanına kırmızı şarap dolu bir tulum almadan da asla yola çıkmaz. Bunu
ağır topuzunun ağırlığını eşitlesin diye Sharatz'ın diğer tarafına yükler.
Sırp ozanları Marko'yu insanüstü,
mükemmel bir varlık olarak tasvir etmez, onu tanrılaştırmazlar. O her şeyden
önce "Türklerin çarı" olarak hizmet etmek zorunda kalmıştır. Bir halk
inanışına göre Makro ölmemiştir: Bir mağaraya uyumaya gitmiştir ve hâlâ da o
mağarada uyumaya devam etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Kral Arthur'un
romantik ölümünü çağrıştıran bir ölümdür bu. Ya da genç kral Sebastião'nun
ölümünü. Oysaki bu, ölmeyip uyuyan kral öyküsü yakıştırılan Sebastião'nun
öldüğünün görülmemesi ve hayatını Portekiz'de kaybetmemesinden kaynaklanmıştır.[52]
Evlilik haracı, gerdek resmi
Chedo Mijatovich'in ham olarak
bizlere aktardığı Marko'nun evlilik haracını (gerdek resmini) kaldırmasını konu
alan hikâyeye bakalım.[53] Anlatıya göre Marko bir sabah
erkenden Kosova meydanında atını sürerek yola çıkar. Daha anlatının başından,
olay için seçilen mekânın "gerçek anavatan" olarak yüzyıllar sonra
başkent Belgrad'dan yüzlerce kilometre uzakta Kosova'nın olması, Kosova mitine
ait olduğunu gösterir. Ne de olsa Kosova, Sırp halk edebiyatında bir milattır:
Türk boyunduruğuna girip özgürlüğe veda etmenin miladı!
Marko, Servani Çayı'na gelince
burada Kosovalı bir kızla karşılaşır. Kız neredeyse yere değecek kadar eğilip,
saygı gösterisinde bulunur. Marko şaşkındır. Bu uzun boylu, gül yanaklı ve asil
bakışlı güzeller güzeli bir kızdır. Lakin saçları akla doludur. Marko bunun
sebebini sorar, annesi mi yoksa yaşlı babası mıdır sebep? Kimdir onu böyle
üzen, saçına aklar düşüren? Kız dertlerinin sebebinin Kosova'nın hâkimi olan
bir zenci, yani bir Arap olduğunu söyler. Tam dokuz yıl önce denizlerin
ötesinden gelen bu Arap, Çar'dan Kosova düzlüğünü alır ve akabinde her türlü
zulmü etmeye başlar. Kosova'dan yediği içtiği yetmiyormuş gibi bir de evlilik
haracına bağlar halkı. Gelin 30 duka, damat 30 duka haraç vermek zorunda kalır.
Hal böyle olunca da sadece parası olan evlenebilir.[54] Söz konusu olan daha önce hiç
evlenmemiş kızlardan 30 akçe, dullardan 15 akçe alınan gerdek resmi olmalıdır.[55]
Kosovalı kızın ağabeyleri ise
fakirdir, kız kardeşlerini evlendirecek paraları yoktur. Kızcağız parasızlıktan
gençliğinde evlenememiş, kız arkadaşlarından geri kalmış, şimdi de bütün
şansını kaybetmiştir. (Burada Osmanlı'nın vergi sisteminin ağırlığına bir
gönderme vardır. Oysaki Balkan halklarının Osmanlı yönetiminde eski
efendilerine ödedikleri vergiden çok daha azını ödedikleri bir gerçektir.)
Zalim Arap bütün bunlardan gayrı, bir de her gece kendisine biri evli, biri
bekâr iki kadın gönderilmesini emretmiştir. Yeni evli kadınları hizmetçilerine
bırakır, bakireleri de çadırına alır. O gece de kızın sırası gelmiştir ve
Arap'ın çadırına gitmekten başka çaresi yoktur. Kendini nehre atmaz ya da
oracıkta asıvermezse son seçenek çadıra gitmektir. "Ülkemizin düşmanına
metres olmaktansa yaşamaktan vazgeçmeyi tercih ederim" der.[56]
Kötü kahramanımız Arap, aslında
Türk'ten başkası değildir. Sultanın edebi olarak çizilen profilinde, zalim,
açgözlü, kadın düşkünü, şehvet peşinde koşan Türk figürü yansıtılır. Burada
Arap motifi arkasına saklanan Türk baskısı, Hıristiyanlara en büyük günahı
işleten zalim olarak sahneye gelir: İntihar. Marko, Kosovalı kızın bu ölümcül
günahı işlemesine engel olmak için Arap'ın şatosunun nerede olduğunu sorar ve
ona bizzat gideceğini söyler. Marko cebinden 30 duka çıkarır. Kıza bu parayı
alıp evine gitmesini, iyi talihi kendisini bulana dek, –yani evlenene dek–
kendi kendisine bakmasını söyler. Arap'ın şatosuna gidip kızın evlilik haracını
kendisinin ödeyeceğini söyler. Kosova'yı satın alacak parası vardır, zavallı
bir kızın haracını mı ödeyemeyecektir!
Tam bu noktada ilginç bir ayrıntı
girer anlatıya. Kız, ta uzakta bir bayrak göstererek Arap'ın şatosu olmadığını,
orada yeşil toprakların üzerinde bir çadırda yaşadığını söyler. Şövalye
romanslarının olmazsa olmazı şato, Doğu'dan gelen zalim bir hükümdarın
çadırıyla çarpışır. Batı'nın gözünde medeniyetin, medeni bir yaşamın,
hükümdarın, güç merkezinin timsali olan şato, Doğu'dan gelen ve barbarlığın
timsali olan Arap karakterinde canlandırılan Türk'ün çadırını yokluğuyla ezer. "Onun
şatosu yok, bir çadırda yaşıyor" ifadesi bile kendi başına ne çok şey
söyler! Üstelik çadırın etrafında Arap'ın kestiği kelleler sergilenmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'da ilerlerken yaptığını bildiğimiz kelle
yığma gösterisinin sözlü edebiyata sirayet etmiş sayısız örneğinden sadece
biridir bu. Hikâye diğer Kosova anlatıları gibi 1389'dan yıllarca, hatta birkaç
yüzyıl sonra vücut bulduğuna göre Orta Avrupa ve Balkanlar için bir kâbusa
dönüşen Mohaç Savaşı'ndaki sahneler de halkın kolektif hafızasına kazınmış
olabilir.[57] Anlatıya göre daha bir hafta önce
Arap, Kosova Meydanı'nda 77 genç damadı öldürmüştür. Bu sembolik bir anlatıdır.
Kellesi uçan damatlar, büyük ihtimalle parası olmadığı için evlenemeyen genç
Sırp erkeklerini temsil etmektedir.
Marko, Kosova Ovası'nda atını
mahmuzlayıp Arap'ın çadırına doğru dörtnala gider. Kendi zıvanadan çıkmış
olduğu için atı da buhran geçirir. Tüm şövalye romanslarının atları gibi şövalyenin
en büyük yoldaşı olan atı Sharatz bir insanı andırır. Şaha kalktıkça burnundan
mavi alevler saçar. Marko'nun gözlerinden yaşlar akar. Dehşetle haykırır:
"Yazık, yazık! Yazık sana Kosova Ovası! Ne acı günler yaşadın! Cesur
çarımızdan sonra artık senin sahibin zenciler! Ben ne bu utanca katlanabilirim,
ne de zencilerin bu insanlara ettikleri zulme, yeni evlileri ve bakireleri
sevmelerinin bana verdiği acıya dayanabilirim! Kardeşlerim, bugün ya intikamımı
alacağım, ya da öleceğim!"[58]
Arap'ın hizmetkârları kendilerine
doğru yaklaşan Marko'yu görünce Arap'a haber verirler. Gelenin kendilerine
saldırmaya niyetli olduğunu hissedip bunu dile getirirler. Arap bunun üzerine
"hiç kimsenin kendisine saldırmaya cesaret edemeyeceğini" temin eder.
Bir kez daha mağrur, vakur, kendisinden emin, korkusuz Türk imgesi karşımıza
çıkar. Evlenmek istediği için haracını vermeye gelen bir erkek olarak algılar
onu. Arap'a göre, hışımla gelmektedir, çünkü bu haracı vermek istemez.
Hizmetçisine bu gelen adamı (Marko'yu) nazikçe karşılamasını, atından inmesine
yardım etmesini, atını ve silahlarını alıp onu çadıra buyur etmesini söyler.
"Parasını istemiyorum, kellesini alacağım" der. Burada şövalye
romanslarındaki erdem kodu çakışan başka bir özellik yedirilmiştir metne: hain,
arkadan vuran Türk. Bu doğal olarak şövalyelerin erdemlerinden biri değildir ve
saygın bir şövalyeye asla yakışmaz. Şövalye romanslarında şövalyelerin
kendileri gibi cesur, erdemli kişilerle savaşıp çoğu zaman galip geldiklerini
hatırlayacak olursak, burada hain hükümdar motifinin bu seviyenin altında,
korkunç bir şekilde tasvir edildiğini görürüz. "Hain düşman" motifi
devam eder. Arap'ın 40 adamı Marko'yu görünce öyle bir korkuya kapılırlar ki,
onu dışarıda karşılamak yerine hemen Arap'ın arkasına saklanırlar ve silahlı
olduklarını da ondan gizlemek için kılıçlarını pelerinlerinin altına saklarlar.
Silahını saklayan şövalye nerede görülmüş!
Marko cesurca çadıra tek başına
gider. İçeri girdiğinde Arap'ı oturmuş, kendisine soğuk şarap sunan bir gelin
ve bakireyle bulur. Sahne Doğu masallarını çağrıştırmasının yanı sıra, kendi
dininin yasaklarını çiğneyerek yasak içkiden içen bir hükümdar portresidir.
Arap onu kendisiyle birlikte oturup içki içmeye davet eder. Marko içki içecek
vakti olmadığını, düğün için gelen misafirlerini yolda bırakıp geldiğini,
sadece evlilik haracını vermeye geldiğini söyler.[59] "Ne kadardır bu evlilik
vergisi?" diye sorar. Arap cevap verir: "Ne kadar olduğunu çok iyi
biliyorsun, gelinlere 30 duka, damatlara 34 dukadır. Sen de bir şövalyeye
benziyorsun, sana yakışanı 100 duka ödemektir." Marko cebinden 3 duka
çıkarıp Arap'ın önüne atar. "Sana verecek başka param yok, ama benim gelin
evinden dönmemi beklersen, sana pek çok hediye getiririm" der.
Arap zehirli bir yılan gibi yerinden
sıçrar ve "ben veresiye evlilik haracı vermiyorum" diyerek topuzunu
çıkarıp üç dört defa Marko'ya vurur. Marko bir kahkaha atar. "Şakadan mı
vuruyorsun, yoksa gerçekten mi?" der. Arap gerçekten vurduğunu söyleyince,
Marko kendisinin de bir topuzu olduğunu ve şimdi ona aynı sertlikle vuracağını
söyler. "Bundan sonra da dışarı çıkıp düello yapacağız" der.
İyi bir şövalye romansı okuru bu
sahneyi daha önce bir yerde gördüğünü hatırlayacaktır. Sir Gawain and the
Green Knight'da şövalyelerle dolu masaya meydan okuyan Yeşil Şövalye de
aynısını yapmıştır. Ama bizim hikâyemiz hiç de böyle devam edecek gibi
değildir. Çünkü Marko topuzunu çıkarıp tek bir darbede Arap'ı öldürür. Ayrıca
diğer kırk hizmetçiden dördünü canlı bırakıp kalanların kafasını uçurur. Ne de
olsa bu hikâyeyi anlatacak, dilden dile dolaşmasını sağlayacak birileri
lazımdır. Arap'ın bahçesinde duran damatların kellelerini alır ve kartallar ve
kuzgunların gazabından korumak için onları layık oldukları şekilde gömer. Canlı
kalan dört adamı da Kosova Ovası'ndan dört farklı istikamete gönderir. Onları
bağıra bağıra şunları söylemekle görevlendirir: "Evlenecek yaşta olan her
kız, kendisine bir koca bulsun, henüz gençken evlensin. Her genç delikanlı
kendisine bir karı bulsun ve evlensin. Marko herkes için sonsuza dek evlilik
haracını ödedi!"
İslam'ın rengi, gölgeli giysi
Sırp folklorunda da rengin takıntılı
bir önemi vardır. Türkler bir yana, Araplara karşı daha büyük bir nefret söz
konusudur. Her daim "kara" olan Araplar, diğer bir taraftan Sırp
mitolojisindeki renklerin anlamıyla da bütünleşir. Ne de olsa siyah yeraltı
tanrılarının ve şeytanlarının rengidir.[60] İslam'ın genel olarak siyah renkle
bağdaştırılması ise yine aynı şekilde hem ten rengi, hem de siyahın
çağrıştırdığı kötücül öğelerle birlikte gelir. Yunanlılar çok beyaz buldukları
için Galyalılara, gala (süt) kelimesinden Gal adını layık görmüş,
Araplara da mauro (siyah) adını vermişlerdir. Zamanla Latin dillerine moro
olarak geçecek bu kelime bugün bile hâlâ pek çok Latin dilinde kimi zaman
Müslüman, kimi zaman da Arap'la eşanlamlı olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Bugün Moritanya'nın adı da aynı kökten gelmektedir. İslam'ın Hıristiyanlar
gözündeki rengi siyahtır. Bu Ortaçağ'dan beri böyledir. Chanson de Roland'da
Sarazenlerle birlikte savaşan halkların "mürekkepten da kara lanetli
adamlar" olarak anılması da bundandır.[61] Romansta Sarazenlerin liderleri de
kaynamış katrana benzetilir.
Bunun edebiyat tarihindeki en güzel
örneği şüphesiz Othello'dur. Shakespeare sadece ten rengini değil,
beraberinde İslam üzerinden Avrupa'nın gözünde farklılaşan Müslümanların yine
kendilerine yakıştırılan renkle değerlendirilmesini biraz da alaylı bir şekilde
eleştirmiş olsa gerek. Othello'ya "Evet, karayım belki. O kibar züppeler
gibi/Bilmiyorum konuşma inceliklerini" dedirtirken Avrupa'nın dimağında
İslam'la bütünleşen vahşi ve medeniyetten uzak yaşam siluetine de dokunmuş
oluyordu.[62] Brabantio'nun dudaklarına Othello'yu
karalamak için "zevk yerine korku veren bir herifin kurum karası
kucağı" sözlerini yapıştırdığında ise ileride esir hayatlarında da
göreceğimiz üzere koyu ten renginin cinsel çağrışımlarına da gönderme yapıyor
olmalıydı.
Shakespeare, döneminin siyah fobisini
her fırsatta dile getirir. II. Richard'da Carlisle piskoposunun ağzından
Hıristiyanlığın düşmanlarını sıralarken "Kara putperestler, Türkler ve
Sarazenler" diyecektir.[63] Ama ten rengiyle gelen ayrımcılığın
da huzursuzluğunu yaşadığını en açık olarak Venedik Taciri'nde ispatlar
okura. Fas prensi, evleneceği adamı seçmek için taliplerini davet eden Poria'ya
gelir, kendini damat adayı olarak beğendirmeye çalışırken, sözlerine şöyle başlar:
Tenimin rengine bakıp da beni
beğenmezlik etmeyin;
Yanı başında yaşadığım, yakınında
yetiştiğim güneşin,
Alev alev yanan güneşin verdiği
gölgeli giysim o benim.[64]
"Yüzümün rengi asla değişsin
istemem" sözlerine devam eder gururlu kahraman. İnsanoğlunun ciğerini
bilen bu muhteşem İngiliz şair, aynı şekilde Othello'da Cassio da
"yürekli bir insandı çünkü Othello" diyerek Elizabeth devrinin pek de
adil olmayan değer yargılarına çuvaldızı batırır. Leonardo da Vinci'nin
sarayında çalışan Sforza Dükü Ludovico ise "Il Moro" lakabını hiç de
utançla taşımamıştır.
Müslümanlar her gittikleri yerde
beraberlerinde siyah korkusu götürürler. Moriskoların da kovulmasından sonra
artık büsbütün nükseden İslam karşıtı hisler, siyah nefretini de beraberinde
getirecektir. 1549 yılına ait bir noter kaydında Cuenca Valisi Bartolomé del
Pozo yeni aldığı bir esirin fiziksel tasvirini yaparken onun için "Morisko
renginde" diyordu.[65] Lope de Vega, La villana de
Getafe adlı eserinde Ramírez'in ağzından dönemin korkusunu dile
getiriyordu:
Lope'den hep korkardım,
Julia, Morisko olduğundan
Yanık bir yüzü var.[66]
Yine hiçbir anonim eser, Lazarillo
de Tormés (Tormés'li Lazarillo) kadar rengin İslam'la bağlantısını kurarken
bunun içerdiği çelişkiyi hicvedemez. Lazarillo'nun babası Mağriplilere karşı
bir savaşta ölünce, annesi Zaide adlı bir zenciyle yakınlık kurmaya başlar.
İroni de burada başlar zaten. Bir gün bu zenciden bir çocuğu olur. Ufaklık da
babasıyla oynarken annesinin ve Lazarillo'nun beyaz, ama babasının siyah
olduğunu fark edip "birden korkuya kapılır" ve "Anne,
şeytan!" diye bağırır. O da sırıtarak cevap verir: "Seni gidi veled-i
zina!" Lazarillo'nun o küçük aklıyla bütün bu ironiyi çözmesi sadece edebi
bir kurgu olmamalıdır: "Henüz küçük bir çocuk olmama rağmen, ufak
kardeşimin dedikleri üzerinde çok düşündüm ve kendi kendime sordum: Acaba
dünyada kendine bakmadan başkalarından kaçan kaç insan daha vardı?"[67]
Osman'da ölümsüzleşen Türkler
Ragusa, Slavca adıyla Dubrovnik, Ortaçağ'ın
son devresinde Doğu ve Batı arasında tarafsız bir tavır sergilemiş, XVI.
yüzyılda doruğa çıkan inceden ve tüm ayrıntıları hesaplanmış politikasıyla
Osmanlı'nın şiddetinden sıyrılıp, dimdik ayakta kalmıştı. Doğu'yu gücendirmeden
Batı'yla olan ilişkilerini devam ettirmiş, her rüzgârda yüzen gemileri bu küçük
ama refah içindeki şehir devletinin tüccarlarını Adriyatik'ten çıkarıp Akdeniz
sularına taşımıştır. Ragusa Osmanlı'nın Balkan fütuhatı sırasında tek istila
görmeyen toprak olarak kalmayı başarmıştı. Ahitnamelerde yeniden düzenlenen ve
güvenceye alınan ilişkiler hiçbir savaş sırasında bozulmamıştı. Ragusa ve
Osmanlı arasındaki ilk antlaşma 1458 yılında imzalanmıştı. Balkan halkları
topraklarını Osmanlı devletine teslim etmek zorunda kalırken, Ragusa zekice
politikasıyla tüccar ve zararsız bir devlet olduğunu ispatlamıştı.
Ragusa ayrıca Balkanlar'ın belki de
Rönesans kapısı olmuştu. Adriyatik kıyısında bir İtalyan şehir devleti
özellikleri barındırırken, kültürel ve siyasi olarak üç dilin –Latince,
İtalyanca-Slovence/Hırvatça– kullanıldığı topraklarında Balkanlar'dan Rönesans
İtalyası'na açılan bir eşik gibiydi.[68] Rönesans adamları yetiştiren bu
görkemli Adriyatik şehrinden mimarlar, yazarlar, diplomatlar, ressamlar ve daha
pek çok adını duyuracak önemli şahsiyet çıkmıştı. Burası bugün bile hâlâ adı
sadece Dubrovnik'te değil, tüm Hırvatistan'da saygıyla anılan büyük yazar Ivan
Gundulić'in (1589-1638) vatanıdır. Eski ve büyük patrisyen ailelerden birinden
gelen Gundulić, Tasso'nun Gerusalem Liberata (Kurtarılmış Kudüs) adlı
eserini stilistik olarak takip ederek yazdığı Osman destanıyla
hatırlanacaktı. II. Osman'ın trajik hikâyesini konu almakla birlikte nazımın
içinde yer alan Rumen, Leh ve Slav kadın ve erkek kahramanların yanı sıra
Stefan Dušan gibi daha önceki yüzyılların önde gelen figürlerini de
ölümsüzleştirmişti.[69] Pek tabii doğduğu şehri de
yüceltmek için bulunmaz bir fırsattı bu.
Bu eserinde Gundulić, Hıristiyanlık
ve İslamiyet, Avrupa ve Türkler, Doğu ve Batı arasındaki farkları ortaya koyar.
20 kantodan oluşan eserin 14 ve 15. kantoları kayıptır. Eser, aynı zamanda
Hırvat dilinin bir standart kazanması konusunda da önemli rol oynamıştır.
Gundulić bir Slav destanı yazmayı
amaçlamıştır. Seçtiği savaş ise II. Osman'ın 1621 Hotin Seferi'dir. Slavlar
için bir zafer olmayan bu savaşın seçilmesi çok şaşırtıcı değildir, çünkü bu
neredeyse Balkan edebiyatı içinde stilistik bir anlatım haline gelmiştir:
Hezimetten doğan destanlar. Yüzyıllarca yazılagelen Kosova destanları da bu
çerçevede değerlendirilebilir. Bu manzum eser Bulgarlar, Sırplar, Macarlar,
Arnavutlar ve Lehlerin Osmanlı öncesi şaşaalı dönemlerini anlatır. Hikâyeye
göre II. Osman, Ali Paşa'yı barış antlaşması için, kızlar ağasını da hangi Leh
asilzade kadının evlenmeye daha uygun olduğunu keşfetmesi için Lehistan'a
gönderir. Bu ikilinin seyahatini anlatan Gundulić bu arada Hotin Savaşı'na ait
ayrıntılar verir ve Osmanlı'nın Slavları nasıl esir aldığından uzun uzun
bahseder. Yazar bu eserinde Lehistan Kralı IV. Vladislav Vasa'yı Slav halkları
için yeni bir umut ışığı olarak gösterir. Katolik Lehistan ordularının tüm Slav
dünyasını kurtarması hayalinin canlandırıldığı bir eserdir bu. Bu da
Karşı-Reformcu olan Gundulić'in, bir Katolik olduğu halde neden Lehleri
kahraman seçtiğini açıklar. Bu eserde Ortodoks Balkanlar'ın, Hırvatlar gibi
Katolik olan Lehler tarafından Osmanlı boyunduruğundan kurtarılması ana
temadır. Başka bir deyişle Ortodoksların boyun eğdiği Osmanlı İmparatorluğu'na
karşı Balkanlar'ı ve Hıristiyanlık dünyasını savunacak olan Katolik Slavlardır.[70] I. kantonun açılış kıtası Genç
Osman'ın ölümüne, dolayısıyla da bunun devamında Osmanlı'nın çöküşüne bir
göndermedir.
İnsan gururu, neden boş yere
Kibirlenir durursun?
Kanatlarını ne kadar büyük açarsan
O kadar büyük olur düşüşün.[71]
Kleftika (kleftika tragoudia) olarak
bilinen Yunan halk şarkıları martolos, hayduk ve Robin Hood karışımı kleft'lerin
dağlara çıkıp buradan milli bağımsızlıklarını kazanana kadar nasıl bir savaş
verdiklerini anlatır. Dağlarda çarpışan Armatolos'lar (armatoli) da bu
edebiyatın gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. XV. yüzyıldan beri varolan
Armatoloslar Agrafa Dağları gibi coğrafyanın geçit vermediği kapalı bölgelerde
savaş vermişlerdir. Özellikle Epir ve Mora'da yaygın olan bu türkülerin kötü
kahramanları Türklerdir.
Kleftika edebiyatında genel olarak Türklerle
yaşamaktansa vahşi hayvanlarla dağda bulunmanın daha hayırlı olduğu öne
sürülür. Kleftler Bizans'ın iki başlı kartalını bayraklarında kullanıp,
dağlarda savaşırlar. Agrafa bölgesi kleft'lerinden kalma bir halk
şiirinde kendilerini "kurtlara" benzetirler. Hep benzer temalar
ertafında döner, sınırlı bir kelime dağarcığı kullanırlar. En çok tekrar edilen
kelimeler tüfek, barut, vezir, paşa, Türkler, özgürlük, savaş benzeri
kelimelerdir.
Bu arada hemen bir mukayese yapmayı
unutmayalım. Slav halklarının gelmelerinden önce bile bölgede bulunan
hayduk'lar, Türklerin Balkanlara uzanmasıyla bambaşka bir rol üstlenmişlerdir.
Epik bir karakter olan hayduk Starina Novak'ı anlatan türküye bakalım. Esaret
hayatı olarak nitelendirdiği hayata ve yüksek vergilere (haraca) karşı
ayaklanan Novak şöyle seslenir:
Kılıç ve tüfeğim anamla babam
Onların abla ve ağabeyi ise iki
küçük silah
İtaatkâr aşkları kılıçlarını biledi
Sert kayalar onlara yumuşacık yastık
oldu.
Sloven tarihçi Jezernik Božidar,
Balkan halklarının "Türk barbarlığı" hikâyesini kendilerini Avrupalı
yani medeni halk olarak tanıtma mücadelesinin bir parçası olarak gördüğünü
yazacaktı. "Batı kervanına katılma mücadelesi verip, Doğu'ya tekrar
dönmemeye kati surette kararlıydılar" der.
III
Üç büyülü
anlatı
1
Harikalar
Değerli taşlar, inciler, şifalı
otlardan yapılan merhemler, baharatlar, meyveler, renkli halılar, Granada ipeği,
Mısır keteni, Suriye ve Mısır pamuğu, saten, damask kumaş, kadife, tavus kuşu
tüyü, samur kürkler, kıymetli deriler, esirler ve altınlar... Mağripli
tüccarların üç aydan fazla bir süre gemide yaşayarak taşıdıkları mallar...[1] Basra'ya yanaşan, Hindistan'dan
gelen "güzel kumaşlar, demir, kereste, biber, balmumu, amber, tarçın,
karanfil, ceviz ve manyok, aselbent" taşıyan kırk gemi. Tarçın, portakal,
limon, Hint hurması, firavun inciri, hurma ağaçları... Ağaçların arasında gezen
bukalemunlar...[2]
İskenderiye'nin taş ve kireçten
yapılmış evleri, yeşime benzer taşlarla süslü eski binaları, Şiraz'ın
büyüleyici suyolları, sularının cennetten geldiğine inanılan Nil Nehri,
Mısır'ın fil, aslan ve hatta timsahın bile satıldığı pazarları, zürafalar, tek
ve çift hörgüçlü develer ve daha neler neler... Sisam'da sünger avcıları,
Timur'un filleri, Sibirya'da eşek büyüklüğünde olup aynı zamanda etleri de
yenen köpekler, Nuh'un gemisinin bulunduğuna inanılan Ağrı Dağı, "çok
büyük ve olağanüstü" Şam, nüfusu farklı dinlerden ve mezheplerden oluşan
şehirler, kasabalar, farklı milletlerden tacirler, aktarlar, hiçbir işi gücü
olmayan insanlar, kum çölleri, haber getirip götüren posta güvercinleri... Nuh
tufanından önce dikildikleri ve başka ağaçların varlığına katlanamadığı
söylenen Lübnan'daki sedir ağaçları...[3]
Herodotos zamanlarından beri
Doğu'nun gizemleri seyyahların defterlerini, bunları okuyup dinleyenlerin de
hayallerini süslemiştir. Avrupalının dimağında yarattığı Doğu masal ülkesi
cebinde para, kalbinde cesaret olan maceraperestleri yollara dökmüş, geriye döndüklerinde
yüzlerce sayfa kaleme almalarını sağlamıştır. Dünyanın tam olarak nerede
bittiğinden pek de emin olmayan insanlar, sadece kuzey yarıküreyi gösteren[4] haritalardaki yetersiz bilgilerle
sonu bilinmedik seyahatleri göze almıştır. İspanya sınırları içinde, Galicia
bölgesindeki Finisterre Ortaçağ insanı için batıda dünyanın bittiği yerdi. Finisterre:
Dünyanın Sonu. Oysaki diğer tarafta, uçsuz bucaksız ve nereye dek uzandığı
bilinmeyen doğu topraklarında dünyanın nerede bittiği bile bilinmiyordu.
Doğu'ya yapılan seyahatler
sonrasında kaleme alınan seyahatnamelerin en kaçınılmaz unsuru abartı
eğilimleridir. "Yalancı seyyah" figürü sadece Ortaçağ'da değil, Elizabeth
dönemi edebiyatında da sık sık komik bir figür olarak karşımıza çıkar.
Anlatıları mübalağa ve fantastik öğelerle dolu olan bu seyyahlar özellikle Doğu
söz konusu olduğunda abartının çıtasını biraz daha yükseltirler. Vücutları
kadar bir tek ayağı olan, sırtüstü yattıkları zaman bu ayakla kendilerini
güneşten koruyan insanlar, mitolojik figürleri çağrıştıran kurt kafalı adamlar,
gravürlere yansıyan çift başlı çocuklar Doğu'nun egzotikliğini abartan
seyahatnamelerin tepe noktalarındandır.[5] Bu metamorfoza uğramış canlılar
Yeniçağ'da da kitapları süslemeye devam edecektir. 1540 yılında Basel'de
basılan Ptolemaios'in Coğrafya'sında Asya bir sciapod, bir cynocephalus
ve başları boyunlarından aşağı doğru büyüyen iki adam ve akşam yemekleri için
bir insan bedeni kemiren bir çift yamyamla işaret edilmiştir.
Caxton'ın XIII. yüzyıl bir Fransız
manzum eserinden çevirdiği ve geç Ortaçağ'da popüler olan Mirrour of the
World (Dünyanın Aynası) adlı kitabı da benzer doğaüstü varlıklarla doludur.
Buna göre dünya üzerindeki cennet Asya'dadır, bunu koruyanlar ise ateş ve
devlerdir. Etiyopya gündüz donan, gece yanan bir nehirdir. Hatta geceleri öyle
bir kaynar ki hayvanlar buradan su içemezler.[6] İşte bunun gibi anlatılar evlerinde
oturan Avrupalılara sadece eğlenceli saatler geçirtmiyor, onların meraklarını
kamçılıyor, yola çıkmaya teşvik ediyordu.
Chaucer'in hacıların yalana pek
meyilli olduklarını söylemesi de boşuna değildir. Seyahat dinlemeye meraklı,
hikâyeye aç kulaklar için koca koca yalanlar geri getirir. Schiltberger'in
okuru Fırat'ın cennetten çıkan ırmaklardan biri olduğuna inandırmaya çalışması,
on iki bin fırın bulunduğunu iddia ettiği Kahire'de Allankassar adı verilen
şövalyenin bir günde tam on iki bin ekmek yediğini anlatması da bu ekolün bir
parçasıdır.[7] Esir-seyyahın anlatısı burada
bitmez. Bu dev şövalyenin baldır kemiğinin Arabistan'da dağlık bir yerde iki
tepe arasında durduğunu, arasından da su aktığını anlatır. Su çok derindir,
görünmez, çağıltısı duyulur. Bu vadi üzerinde devin baldır kemiği köprü görevi
yapar.[8] Baldır kemiğinin uzunluğu bir ok
atımı, hatta daha fazladır.
Bir yılan hikâyesi
Schiltberger'in fantastik hikâyeleri
bitmek bilmez. "Samsun'da heyecan verici, mucizevi bir olay yaşandı"
diyerek birinci elden şahit olarak anlattığı vaka bize Ortaçağ seyyahının bir
vakanüvis gibi olay kaydetmekten çok, heyecanla okunmayı arzuladığı için
anılarını doğaüstü olaylarla süsleyerek kaleme aldığının kanıtıdır. Ne de olsa
doğaüstü olaylar ve yaratıklar, Ortaçağ'ın en çok okunan/dinlenen edebi türü
olan şövalye romanslarının beş temel kaidesinden biridir.
Biz Schiltberger'in anlatısına
dönelim. Yılan ve engerekler ovayı kuşatır. Bir kısmı denizden bir kısmı da
karadan gelen bu yılanlar "burun buruna gelip sabahtan güneşin batışına
kadar" savaşırlar. Canik Beyi kale kapılarından birini açtırır ve küçük
bir grupla atlı olarak şehrin önüne çıkar ve bu savaşı izler. Denizyılanları
orman yılanlarına yenilir. Ertesi gün bulunan ölü yılan sayısı sekiz bindir![9] Bu haber Bayezid'e ulaşınca, orman
yılanlarının deniz yılanlarını yendiğini görüp bunu denizlerin de kudretli bir
hükümdarı olacağına yorar. Schiltberger duyduğu hikâyelere kendisini tanık gibi
göstererek meşruiyet kazandırmaya çalışan sayısız seyyahtan sadece biridir.
Schiltberger en azından Türklere
esir düşmüş, kurtulunca da esaretini kaleme almış bir esaret güncesi yazarıdır.
Fantastik hikâyeler, gerçek yaşamöyküsünün sadece kenar süslerini oluşturur.
Bunun yanında bir de varlıkları bile şüpheli olan seyahatname yazarları vardır.
Sir John Mandeville bunlardan biridir. 1357-1371 yılları arasında Avrupa'yı
aşıp Doğu'ya geldiğini iddia eden Mandeville tam bir muammadır. Büyük bir kısmı
gerçek seyyahların kaleme aldıkları anlatılarından derlenen bu eser pek çok
dile çevrilmiş ve aklı Doğu'da kalan yolculara şevk vermiştir. Eser aslen
öncelikle Kudüs'ü ziyaret etmek isteyenler için yazılmıştır. Peki bu tür
seyahatleri kaleme alanlar, aynı Marco Polo'nun yaptığı gibi "pek çok
kayda değer ve sıra dışı şey" vaat etmek zorunda hissediyorlar mıydı
kendilerini?[10] Kesinlikle evet.
Doğu'ya uzanan meraklı ruhlar
Ortaçağ'dan Yeniçağ'a geçildiğinde
yüzyıllar sonra bile konuşulacak bir seyahatname belirir: Kristof Kolomb'un
günlükleri. Bu seyahat sonrasında keşfedilen zengin topraklar bile Doğu'ya
duyulan merakı dindirmez. Bu yeni çağ da Doğu'ya meraklı ruhların sınır
tanımadığına şahit olacaktır. Bu açgözlülük ve oburluğu her zamanki nükteli
diliyle anlatan Peter Burke, XVII. yüzyıl İngilteresi'nde "öylesine bir
haşlama ve ızgara, öylesine bir kavurma ve kızartma, öylesine bir pişirme ve
mayalama, öylesine bir ekmek pişirme, et doğrama, kesme, hırsla yemek yeme ve
pisboğazlık vardı ki, halkın iki aylık iaşelerini hemen mideye indirip, sonra
göbekleri et ve yağ ile dolu olarak İstanbul ve Batı Hint Adalarına uzun bir
yolculuğa çıkacaklarını düşünürdünüz" şeklinde dile getiriyordu.[11]
1553'te bir grup İngiliz,
yaşadıkları dönem için fazlasıyla maceralı bir yolculuğa çıkmışlar, Çin'e giden
yeni yollar keşfetmek hayalinde olan Willoughby ve Chancelor'ın komutasında ilk
kutup yolculuğunu organize etmişlerdir.[12] Ama yine de Avrupalının
tasavvurunda sıcak iklimlere, özellikle de Doğu'ya yapılan yolculuklar daha
"egzotik" olmaya devam edecekti. Doğu'nun tatları, insanları,
renkleri ruhları büyülemeye devam ediyordu. Bir grup Hollandalı seyyah
Mocha'dan Chenna'ya (Ziraja?) geldiklerinde burada paşanın bahçesinde bir masal
ülkesine düştüklerini sanırlar. Badem, şeftali, portakal, limon ağaçları,
asmalar, güller, güzel çadırlar, çeşmelerin yanı sıra bir de sanki bir
köpekmişçesine, masadan yemek yiyip kimselere zarar vermeyen bir leopar vardır.[13] Esaret hayatı yaşayan Heberer bu
ruh hali içindeyken bile ne denli etkilendiğini dile getirmekten geri kalmaz.
Şam'daki meyve tüketimine şaşırıp kalır, Kızıldeniz'in derinliklerinde taşların
oluşturduğu şekillerin güzelliğini bir heykeltıraşın yaratabileceğine ihtimal
verir.[14] Fransız seyyahlar da Halep'teki
meyve cennetini rüya sanırlar. Meyve ağaçları düzensiz bir şekilde,
karmakarışık dikilmiştir. Narenciye ormanı gibidir. Özellikle karpuzların
bereketine şaşarlar. Her sınıfın, özellikle de fakirlerin aşırı derecede karpuz
tüketmesine dikkat ederler. D'Arvieux dizanteri ve benzer hastalıkların aşırı
meyve tüketiminden kaynaklandığını iddia eder.[15]
Meyvenin pek değerli ve bol olmaktan
uzak olduğu Avrupa'yı düşündüğümüzde bu cennet tasvirlerini daha iyi kavrarız.
Ortaçağ'da meyvenin Avrupa için altın değerinde olduğunu, imparatorlar, papalar
ve krallar arasında saygın bir hediye olarak meyve sepetleri gidip geldiğini
hatırlayalım. "Köylüye sakın peynirin yanına armudun güzel gittiğini
söyleme" (al contadino non far sapere quanto è buono il formaggio con
le pere) atasözünü analiz etmek için koskoca bir kitap yazan muhteşem
İtalyan yemek tarihçisi Massimo Montanari bu eserinde (Il formaggio con le
pere/Peynirle Armut) Charlemagne zamanında dikilen meyve
ağaçlarından bahseder.[16] Meyveye olan düşkünlüğün sadece
gastronomik değil, aynı zamanda sosyal bir uzantısı olduğunu da iddia eder
Montanari. Meyve bir nobilitazione (asilleştirme) öğesidir, sosyal
statüyü yükseltir, prestij sağlar. Doğu'ya gidenlerin her şeyden önce bu meyve
zenginliğine dikkati çekmelerinin altında yatan da bu olmalıdır.
Sayfalarca harikalar
Doğu'ya doğru yollara düşenler
sadece Doğu'nun fantastik öğelerini değil, yol üzerinde onları şaşkına çeviren
her şeyi defterlerine not etmekten geri durmazlar. Heberer XVI. yüzyıl sonunda
Marsilya üzerinden İstanbul'a giderken Sardinya'da Latince adı Rabunculum
olan bir otun varlığını öğrenir. Yiyenin gülme nöbetleri geçirdiği ve sonunda
gülmekten katılarak öldüğü rivayet edilen bu otu, Romalıların eskiden
kullandıkları Sardiniae risus (Sardinya gülüşü) deyimiyle bağdaştırır.[17]
Ve pek tabii sıradan ya da gündelik
olmayan manzaraları da heyecanla kaydederler defterlerine. Thévenot, Nil'in
kabarma şenliklerine şahit olmuştur: havai fişekler, içi meyve ve şekerleme
dolu olan kayıklar, bunların suya atılması, onları toplamak için suya
atlayanlar, bendin yıkılması, suyun yayılması... Boydan boya kandillerle
süslenmiş bir Kahire: haçlar, camiler, yıldızlar, Malta haçları, ağaçlar ve
bundan başka sayısız şekil oluşturan kandiller. Thévenot, tüm gece yanık kalan
bu kandillerin ışığında, nehri bir uçtan diğerine geçerken bir elinde kahve,
bir elinde de tütün çubuğu tutar. Masallardan fırlamış bir sahne gibidir.[18]
1572'de yayımlanan A brief
collection and compendious extract of straunge and memorable thinges, gathered
out of the cosmographye of Sebastian Munster (Sebastian Munster'in
kozmografi kitabından derlenen garip ve unutulmaz şeylerden kısa bir derleme ve
özet çalışması) adlı eser de bütün bu yarı kurgu anlatıların bir devamı
niteliğindeydi. Buna göre Carmania (?) denen yerde, hiçbir erkek düşmanının kafasını
kesmeden evlenmeye hak kazanamıyordu. Bu bize başka bir Ortaçağ masa adabını
hatırlatıyor: Asker sınıfına ait hiçbir asil erkek evladın düşmanını yenilgiye
uğratmadan babasıyla aynı masaya oturmaya hak kazanmaması.[19] İnebahtı'dan bir yıl sonra
yayımlanan bu esere göre erkek, düşmanını öldürünce kafasını kralına götürür,
dilini küçük parçalara ayırarak ekmekle karıştırarak aile eşrafına yedirir.
Daha neler yoktur neler... Etiyopya'da yedi boynuzlu hayvanlar, beyaz ayılar,
iki boynuzlu atlar, yavrularını beslemek için öküz ve atlar taşıyan kuşlar,
boynuzlu adamlar, bir önde, iki arkada gözü olan adamlar, ana-babalarını yiyen
adamlar, at ayaklı adamlar, Amazonlar...[20]
1613'te İstanbul'a gelen İngiliz
seyyah ve yazar Thomas Coryate hayatının en büyük şaşkınlıklarından birisini
büyükelçiyle kaptan-ı deryaya yaptığı ziyaretin sonrasında yaşamış olsa gerek.
Saraydan dönerlerken, büyükelçi Pindar sarayın duvarları altında, deniz
kenarında balık tutan bir adam görür. Onu hemen tanır. Sultanın müneccimbaşısı
Rama'dır bu. Coryate bu fırsatı kaçırmayacaktır. Bir tercüman aracılığıyla
geleceğinden haber alma şansını elde eder. Rama yeşil bir taşın üzerine bir
şeyler yazar ve tercümanın da aracılığıyla kendisine şunlar söylenir: Arzu
ettiği gibi uzak yerlere seyahat edecektir, dini yüzünden başı belaya
girecektir, bu tehlikelerden sıyrılacak ve sonunda da büyük bir şehre (Londra?)
gelecektir. Bu şehirde bir sürü insan onun seyahatlerinde gördüklerini ve
yaptıklarını dinlemek için toplanacaktır. Müneccimbaşı parasını aldıktan sonra
şöyle bir ek daha yapar: Coryate bir seyahat güncesi yazacak ve kendi
vatandaşları ve binlerce insan için bunu yayımlayacaktır. İstanbul'a yolu düşen
bir yabancı için tüm bunlar çok ihtimal dışı şeyler olmasa ve bunları söylemek
için müneccimbaşı olmak gerekmese de Coryate bundan etkilenmiş olmalıdır.[21]
Seyyahlar bazen bakar görmez, bazen
de görmeden yazarlar. Mekke'yi gördüğünü iddia eden Avrupalıların verdikleri
coğrafi detaylar kendilerini ele verir niteliktedir. Von Harff Kızıldeniz'e
doğru akan "hoş ve uzun bir nehir"den bahseder. Genelde Hıristiyan
seyyahlar sel baskınlarını nehir sanmışlardır. Ayrıca Mekke'deki sel gibi akan
sular şehrin "arkasından" akmaz.[22]
2
Kehanet anlatıları (pronóstico)
Çünkü insanlar görmedikleri
şeyler
hakkında hikâye dinlemeye
bayılırlar.
Politiki Kouzina
(İstanbul Mutfağı/Bir Tutam
Baharat)
İslam'a karşı doğaüstü olaylar
üzerinden kitlesel bir etki uyandıracak mitler ve kötü söylentiler yaratma
geleneği Haçlı savaşlarından da önce, Bizans'ın ilerleyen İslam karşısında
düştüğü şaşkınlık döneminde başlamış, bu Ortaçağ ve Yeniçağ'da iyiden iyiye
şekillenmişti. Ortaçağ'da Sarazenler üzerinden kurulan bu mitler, Yeniçağ'da
Osmanlılar üzerinden kurulur olmuştu. Osmanlılar hakkında öne sürülen ve geniş
bir coğrafyada dolaşması için çalışılan kehanetlerin ortak bir amacı vardı: Bu
tüyler ürpertici hikâyelerle zaten tedirginlik içinde bekleyen halkı iyiden
iyiye korkuya gark etmek ve geniş çaplı bir psikolojik savunma duvarı oluşturmak.
Dominiken Keşiş Giovanni Nanni da Viterbo 1480 yılında Papa IV. Sixtus, Fransa,
İspanya, Sicilya, Macaristan kralları ve Cenova hükümetine sunduğu kehanet
kitabında Hıristiyanların Türkler karşısında kaybettikleri toprakları yeniden
kazanacaklarını umutla belirtiyordu. Nanni'ye göre Osmanlı İmparatorluğu
yedinci sultanın hükümdarlığı zamanında çökecekti. Ruhani ve doğaüstü
örneklerle etkileyici hale getirilmeye çalışılan bu anlatılar XVI. yüzyılda da
aynı amaca hizmet etmeye devam edecekti. Kehanet anlatıları ya birtakım
doğaüstü olaylar ya da doğal afetler zinciriyle birlikte geliyordu. İstanbul'un
fethiyle doruk noktasına çıkan bu hikâyeler, Avrupa'ya yayılarak Hıristiyanlık
âleminin başına daha neler geleceğinin örnekleri olarak bir korku dalgası
yarattı. Bizans kroniklerinde sıkça yer alan bu kehanetler, bunu takip eden
yüzyıllarda edebi türlere dönüşecek anlatıların da öncüsü sayılır.
Kritovulos'un kurduğu cümleleri düşünürsek bunların relación türünü ne
denli çağrıştırdığını fark ederiz: Fatih'in hem doğumunda, hem de tahta
geçtiğinde "olağanüstü birtakım durumlar" olduğunu heyecanla okura
aktaran Bizanslı kronik yazarı şöyle devam eder: "Deprem, toprağın
erimesi, gök gürültüsü ve şimşek ile kuzey kızıllığı gibi belirtiler, dünyanın
halinde değişiklik ve yenilikler olacağının habercisiydi. Kâhinler, falcılar,
evliyalar ve gaipten haber veren kim varsa, yakın zamanda büyük şeyler
olacağını; yeni padişahın bahtı açık, başarıları büyük bir şahsiyet olacağını
ve onun kılıcıyla dünyada büyük olaylar meydana geleceğini haber verdi."
Kritovulos ayrıca İstanbul kuşatması sırasında yaşanan olağanüstü olayların
Bizanslıların manevi kuvvetlerini nasıl kırdığını da anlatır.[23] "Şiddetli depremler ve toprak
kayması, ardı arkası kesilmeyen şimşek ve çokça yağan yağmurlardan meydana
gelen seller, sert rüzgârlar ve gökyüzünde gezip duran yıldızların
belirmesi" yine vurgulanan belirtiler olarak karşımıza çıkar.[24] Bu alametlerden başka
tapınaklardaki en eski azizlerin tasvirleri, mezar taşları ve de heykellerinin
terlediğini de iddia eder.
Önce korkunç bir yağmur sele sebep
olur, ardından da korkunç bir sis bütün şehri sarar ve sabahtan akşama kadar
bütün şehri kaplar. Bu da "Tanrı'nın şehirden ayrıldığının, şehri kendi
haline bıraktığının, bu şehre arkasını döndüğünün bir işareti" olarak
algılanır.[25] Başka bir rivayete göre de fetih
sırasında Balıklı Manastırı'nda bulunan papazlar balık kızartırken şehrin
Türklerin eline geçtiğinin haberini almışlar ve buna inanmamaları üzerine
"Tavadaki bu balıklar şu havuza fırlarsa, İstanbul'un alındığına o zaman
inanırız" demişler. Bunun üzerine balıklar yarı pişmiş olarak tavadan
sıçrayıp havuza düşmüşler.[26] Kritovulos'un aktardığı başka bir
hikâyeye göre şehrin üzerine yapılacak ilk büyük hücumdan evvel "büyükler
ve halk" Tanrı'ya yalvararak, ellerinde Meryem Ana'nın tasviriyle dua ede
ede sokakları dolaşırlar. Bu resim "hiçbir sebep olmaksızın"
taşıyanların ellerinden yüzüstü yere düşer.[27] Çünkü Tanrı bir bulutun arkasına
saklanmış olarak gelir ve yine öyle döner.
Türklere esir düşen Macar György'nin
de bu meşum kehanetlere sık sık yer vermesi geçirdiği nahoş yılların sonucudur.
György İncil'den örnek vererek, "sapkınlığın son derecesinin doğası bize,
yerden çıkan, kuzununkileri andıran iki boynuzlu, ejderha gibi sesler çıkaran
bir canavar biçiminde tasvir edilmiştir" diyerek Deccal'ı anlatır.
"Gerçekten de bu canavar topraktan çıkmıştır; çünkü Hıristiyan dininin
dayanışmasından ve sağlamlığından doğmuştur. Kuzununkileri andıran iki boynuzu
vardır; çünkü iman görüntüsü altında kösnül arzuya ve itaatkârlık ve
alçakgönüllülük kisvesi altında sapkın kibre sahiptir. Ejderha gibi sesler
çıkarmaktadır çünkü şeytani gücü sayesinde sahte mucizeler yaratan olarak
göstermiştir kendisini" diyerek yorumlar kehaneti.[28] Luther de Türkler hakkında aynı
iddiayla çıkıp gelecektir: "Tanrı'nın cezası, şeytanın aracı, inanç
düşmanı, düzen bozucusu, kısaca Deccal olarak gelmiştir."[29] György kehanetin artık gerçekleşmiş
olduğuna olan inancını şöyle dile getirir:
Korkunç ejderha ve canavar
görüntüleri, göğün ve gök cisimlerinin insanı dehşete düşüren hareketleri ve
cennetteki ruhların tuhaf davranışları yoluyla, Eski ve Yeni Ahit'te geleceği
önceden bildirilen ve açıklanan, insanların değil, şeytanın işi olan tüm bu
korkunç kıyımları, tüm bu işkenceleri, sıkıntıları kıyametin gelmiş olmasından
dolayı duyulan korkuları, işte tüm bunları şimdiye kadar yalnızca kitapları
okuyarak öğrendik. Ancak bugün, bütün bunları görebilmemiz için kitaplara
ihtiyacımız kalmadı. Aslında şimdi, tüm bu dehşetin, gözleri kör eden bir
ışıkla ve çok açık işaretlerle kapılarımıza dayanmış olduğunu ve hiç kuşkusuz
çok yakın bir zamanda kafalarımızı uçurmak için hazır beklediğini
görebiliyoruz.[30]
Mohaç Savaşı'ndan sonra sarayın
kuyumcusu Ahmed Tekelü bu zaferin anısına Kanuni Sultan Süleyman'a bir yatağan
hazırlamıştı. Bu görkemli silahın her iki tarafını süsleyen altın kabartmalar,
ejderhaya karşı savaşan bir anka kuşunu resmeder. Macar tarihçi István Vigh,
anka kuşunun tamamının altın varak olmasına rağmen, ejderhanın kısmen altın
kaplı ve büyük kısmının ise siyah kalmasının bir tesadüf olmadığını söyler.[31] Vigh, anka kuşunun Kanuni Sultan
Süleyman'ı, ejderhanın ise Macar Kralı Layos'u simgelediğini, anka kuşunun
doğaüstü gücüyle karanlık güçlerin, yani Hıristiyanlık âleminin üstesinden
geldiğini belirttiğini iddia eder. Pál Fodor ise, 1390-1533 yılları arasındaki
Osmanlı-Macar ilişkilerini incelediği makalesini bu ayrıntıyla kapatır ve şu
yorumla sözlerine son verir: "Kehanet doğru çıkmadı: Ejderhanın yeni
kafaları çıktı ve Osmanlı'nın anka kuşu ise kırık kanatlarla saldırmaya devam
etti."
Bütün bu anlatılar İngiltere'deki News
from/Newes from (...'den haberler) janrına tekabül ediyordu. Türklerin bu
dünyadan silineceklerine dair kehanetler de hayli popülerdi. Osmanlı
askerlerinin Safevi ordusu karşısındaki bir yenilgisi Türklerin yenilmez
olmadığını göstermekle kalmamış, aynı zamanda İstanbul'un da düşeceğine dair
bir kehanet olarak görülmüştü.[32] Sadece dört folyoluk küçük bir
kitap bu tür kehanetlerden birine örnek gösteriyordu. Başlık şöyleydi: Muhammed'in
mezarının bulunduğu Madinat al-Nabi'de elinde bir kitapla gökyüzünde aslı
görülen bir kadın ve 21 gün boyunca sürekli gökte görülen silahlı askerlere
dair İstanbul'daki İngiliz büyükelçimize gönderilen Türkiye'den garip ve mucizevi
haberler ve bunları açıklarken hayatını kaybeden bir Müslüman din adamı
tarafından yapılan kehanet kabilinden bir yorum. 1642.[33] Pek tabii, gökte beliren kadın
Meryem Ana, elindeki kitap ise Kitabı Mukaddes'tir.
Türklere dair bu garip hikâyelerin,
Hıristiyanlık dünyasının moral yükselten bu kitapların hazır bir pazarı vardır.
1607'de çıkan bir kitap II. Mehmed'in birtakım devlet büyükleriyle
mektuplaşmasını konu alır: The Turkes Secretarie (Padişahın özel
kalemi). Doğruluğu bariz bir şekilde şüphe götüren bu eserin Latince versiyonu
XVI. yüzyılda Avrupa'da dolaşmaktadır.[34]
Rodos'un düştüğü gün, Roma'da Papa
VI. Hadrianus'un başına ilahi bir olay gelir. Sarayın şapeline Noel duası için
girerken, kapının mermer kirişi düşmüş, orada nöbette bulunan birkaç kişi de
ölmüştür.[35] Türk korkusunu imgelendirmek ve
kötü bir efsaneye dönüştürmek isteyen Avrupa, hiçbir fırsatı kaçırmadığı gibi
bunu da kaçırmaz ve olay, ilahi bir sembolizmin ürünü gibi, tüm kıtada dalga
dalga yayılmaya başlar. Aynı şekilde Portekiz Kralı Afonso Enriques'in Santa
Cruz de Coimbra'daki manastırında saklanan kılıç ve kalkanının tam iki kez yere
düşmesi de pek tabii meşum vakaların belirtileri olarak algılanır. Kılıcın ilk
düşmesinde III. João'nun ölüm haberi alınır, ikincisinde ise 1576 yılında
yakışıklı ve genç kral Sebastião'nun Mevlayı Muhammed'in ordularına saldırma
kararı aldığı tarihe denk gelir ki bu karar sonun başlangıcı olacaktır.[36]
Osmanlıların sonu
Almanya'da doğup Meksika'ya kadar
giden ve 1606'da Tarih Çizelgesi başlıklı eserini burada basan Heinrich
Martin meslekten yetişmiş bir tarihçi olmasa da Osmanlı tarihiyle pek yakından
ilgilenir. Esas amacı Osmanlı'nın geleceğine dair o devirlerde iyice ayyuka
çıkan kehanetlerin doğru olup olmadığını öğrenmektir.[37] Martin'in savı akıl almayacak kadar
gariptir. Ona göre Osmanlı İmparatorluğu'nun sona yaklaştığının en tartışmasız
göstergesi sultanların birbiri ardına tahta geçmeleridir. Ayrıca I. Ahmed'in
son sultan olacağını da iddia eder. Osmanlı İmparatorluğu'nun ne zaman yok
olacağıyla da pek yakından ilgilenen Martin, Atlas Okyanusu'nun diğer
yakasındaki okurlarına bu konuyla ilgili bilgiler vermeye çalışır.
Alman kaynaklar arasında da kehanet
eserleri azımsanacak sayıda değildir. 1430 yılında Magdebourg'da ortaya çıkan
"gizemli" belgeler karmaşık ve huzursuz bir dönem geçiren Kilise'yi
Karl adlı bir prensin kurtaracağına dair kehanette bulunur. Buna göre, bu korkunç
yıkımdan sonra Kartal ve Aslan dünyanın hâkimi olacak ve Hıristiyanlar Asya'yı
boylu boyunca kat edeceklerdir.[38] Asya'nın boydan boya kat edilmesi
pek tabii Müslümanların, her şeyden önce de Türklerin düşüşüne delalet olarak
algılanmaktaydı.
Antonio Torquato de Ferrare'nin ve
Martin'in kehanetlerinin ortak yanı şudur: Tahta çıkan on dördüncü ya da on
beşinci Osmanlı sultanı Hıristiyanlığın başına olmadık felaketler getirecek,
karada ve denizde Hıristiyanların mahvına sebep olacaktı. Ancak Hıristiyanlar
aralarında anlaşmayı başaracak ve onu alaşağı edeceklerdi.[39] Torquata ayrıca 1534 yılında
basılan Prognosticon (Kehanet) adlı eserinde elikulağında bir Türk
saldırısının bütün Avrupa'yı yıkacağını, ama sonunda ilahi gücün araya girip
nihai zaferi Almanlara vereceğini de yazıyordu.[40] İki kehanet de gerçekleşmedi.
Martin, III. Murad'ın gördüğü bir
rüyayı konu alır. Bir ayağı İstanbul'daki büyük caminin minaresinde, diğer
ayağı denizde olan büyük bir dev görmüştür. Söz konusu cami Ayasofya olmalıdır.
Kolları göğe doğru açılmış bu dev, bir elinde Güneş'i diğerinde Ay'ı tutar.
Korkunç dev ayağını caminin minaresine koyarak onu ve sonra da sultanın
sarayını yerle yeksan eder. Sultan korku içinde uyanır. Sultanın müneccimleri
bu rüyanın Hıristiyanlara yönelik bir felaket haberine delalet ettiğini iddia
edip onu rahatlatmaya çalışırlar.[41] Pek tabii Martin'in bunu okura
aktarmadan önce bütün bu yorumlara müdahale etmesi gerekecektir. Kendi yorumunu
beklentilerine göre yapma lüksüne sahiptir ne de olsa. Kendi yorumuna göre, dev
pek tabii Müslümanlardır. Ay Hıristiyanlar, Güneş de Tanrı'dır. Camiyle sarayın
yerle bir edilmesi ise hayli açıktır: "Lanetlenmiş dinin" ve
"Türk imparatorluk monarşisinin" yıkılmasını sembolize eder.[42] Aynı yukarıda gördüğümüz Lettere
di Costantinopoli (İstanbul'dan Mektuplar) türünden seçtiğimiz örnekte
olduğu gibi yazar okurun algılamasını arzuladığı rüya/rüyet tabirini onun
yerine yapıverir.
Sultanların astrolojik haritaları
Avrupa Osmanlıların hareketlerini
kestirebilmek için astrolojiye de başvurmuştu. Özellikle de korkunun iyice
büyüdüğü Kanuni devrinde, çağdaşı olan astrolog Cardano'nun ağzından çıkanlar
altın değerinde olmaya başlamıştı.
Cardano, Balık ve Koç burçlarının
1524 ve 1525'teki kavuşumunun Kilise'nin yıkılışına işaret ettiğini savundu.
Kilise yıkılmadı belki ama uzun süren İspanya-Fransa savaşının Şarlken'in
zaferiyle son bulmasıyla Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'na yaklaşıp Hıristiyan
birliğini büsbütün bozmuş, yeni bir güç dengesi yaratmış oldu. Meşhur astroloğa
göre 1564 kavuşumu ise "Hıristiyanlık ve İslamiyet'in yenilenişini
gösteriyordu."[43] Bu sefer pek de tutturamamıştı. Söz
konusu olan 1565 yılı olsa belki Osmanlı'nın başarısız Malta kuşatmasından
zaferle çıkan Malta Şövalyeleri'nin Avrupa'ya yayılan zafer sarhoşluğundan dem
vurulabilirdi.
Ünlü astrolog Luca Gaurico'nun
öğrencilerinden Joannes de Rogeriis 1537 yılının sonunda I. François'ya sunduğu
kehanette şunları iddia ediyordu: Türk padişahı bu yılın sonunda, İtalya'daki
Hıristiyanlara saldırmayacak ve hiçbir kanlı savaş yaşanmayacaktı.[44] Bilindiği üzere bu hiç de isabetli
bir tahmin olmadı. Cardano da bu yıla dair astrolojik verileri
değerlendirmişti. Cosimo de' Medici'ye baktığı falda ise eskisinden de
isabetsiz bir tahminde bulundu: Artık Floransa'yı yönetmeyecekti, Papa II.
Paulus genel bir konsil toplayacaktı ve her şeyden önemlisi 1538 yılı sona
ermeden Türk'ün imparatorluğu yıkılacak ve günahkâr ruhu bir daha dönmemek
üzere yeraltının korkunç bataklıklarında kaybolacaktı. Bilindiği üzere 1538
yılı Barbaros'un Andrea Doria karşısında kazandığı Preveze Deniz Zaferi ile
noktalandı.
Cardano, her şeyden önce
gezegenlerin I. François'nın falında, Şarlken'in falındakinin tam zıddı yönde
dizildiğini belirterek şöyle diyordu: "Zıtlık ve çelişki içindeki
gezegenlerin tüm İtalya'yı, hatta tüm Avrupa'yı kâfir tehdidine maruz kalma
noktasına kadar getirmesi şaşırtıcı değildir." Satürn'ün ve Jüpiter'in
Hıristiyanlığın ve İslamiyet'in doğuşunu belirleyen büyük kavuşumlarının, o sıradaki
durumu da belirlediğini ve Fransız kralının Şarlken karşısında neden yenilmek
zorunda olduğunu da açıklıyordu.[45]
Cardano Kanuni'nin doğum haritası
üzerinde de çalışmıştı. Ayrıntılara dair kesin bir bilgisi olmadığını ve bu
yüzden de normalde söyleyebileceğinden daha azını söylediğini itiraf ederek
başlıyordu. Uzun uzun onun Hıristiyanlığın düşmanı olduğunu anlatıyor, uzun ve
sağlıklı bir ömür geçireceğini iddia ediyor, "hafif küfürler"
eşliğinde karakterini övüyordu. "Söz konusu olan bir düşman bile olsa,
erdeme hak ettiği değer verilmelidir. Ya gerçek duygularını gizlediği ya da
hakikaten öyle olduğu için atalarından daha iyidir, düşmanlarına daima güven
telkin eder ve daha az barbar ve zalimdir."[46] İtalyan astroloğun bu ifadeleri
onun Paolo Giovio'nun Commentario delle cose dei Turchi adlı eserini
okuduğunu gösteriyor.
Cardano, diğer bir taraftan Jüpiter ve
Satürn'ün kavuşumunun gelecek yılların İslamiyet'in zafer yılları olacağına
delalet ettiğini söylüyordu: "1524'te Balık'ta ve 1544'te Akrep'te meydana
gelen kavuşumları unutmamak gerekir: Bunların her ikisi de büyük dinlerin
lehineydi, çünkü Yengeç Koç'tan, Akrep Aslan'dan ve Balık da Yay'dan sonraki
dördüncü burçtu. Bu yüzden başınızı kaldırın ey insanlar ve sizi bekleyen
tehlikeye karşı inanç ve erdemle karşı koyun; çünkü göklerin hâkimi göklerin
üstündedir. Ve korkuyu da tehlikeyi de tanımayan ancak o erdemdir ki, ölümü ve
cenazeyi de tanımaz."[47] Satürn ve Mars'ın kavuşması korkunç
savaşlar ve pek çok insanın ölümüyle sonuçlanacaktı. Ayrıca Gaurico da, Büyük
Türk'ün 1572 yılında öleceğini ve devletinin de yıkılacağını haber veriyordu.
Birincisi için iki yıllık, ikincisi için de sadece 351 yıllık bir sapma vardı![48]
Gaurico ise Şarlken'in kardeşi
Arşidük Ferdinand'a fal bakmıştı. Ferdinand'a Osmanlı İmparatorluğu'na karşı
Viyana kapılarında başarıyla savaş verdikleri ve imparatorluğun doğu sınırını
mükemmelen savundukları bu dönemde, Şarlken'in Yuste'ye çekilmesinden yıllar
önce, onun Türkleri yeneceğini, sultanı ellerini arkasına bağlayarak
götüreceğini ve Şarlken'den daha önemli olacağını söylemişti.[49] Şarlken gerçekten de 1555'te
imparatorluk tahtından feragat etmiş, oğlu Felipe'ye İspanya kralı unvanını
bırakıp onun II. Felipe olarak tarihe geçmesini sağlamış, kardeşi Ferdinand'a
da imparatorluk tacını bırakmıştı. Lakin sultanın ellerini bağlayarak zafere
ulaşacağı ise sadece falın fantastik bir kısmı olarak kaldı. Luther bile bu
kehanetlere katılmış ve "1600 yılında Türk gelecek ve bütün Almanya'yı
harap edecektir" iddiasında bulunmuştur.[50]
3
Romanslar
Emevilerin İber Yarımadası'na
girdikleri 711 yılından sadece yedi yıl sonra, 718'de İspanya'nın kuzey
noktasındaki Covadonga'da Müslümanlar geri püskürtülmeye başlamıştır. Araplar
İspanya topraklarına büyük bir asker grubu olarak gelmişler ve Hıristiyan kadınlarla
evlenmişlerdi. Diğer İslam uygarlıklarından kopuk bir şekilde, Avrupa'nın ta
diğer ucunda yaşamına devam ederken İber Yarımadası'ndaki Mozárabe'lerle
(Arap hâkimiyetinde yaşayan Hıristiyanlar) karışmaya başlamışlardı.
İspanya'nın en büyük destan kahramanı
olan Cid zamanında, güneydeki Müslüman kesim ile kuzeydeki Hıristiyan kesim
arasında ciddi bir ayrılık yoktu.[51] Menéndez Pidal'ın da savunduğu gibi
bu iki kesim arasındaki fark, birlikte yaşamla çözülecek derecede önemsizdi.
1002'de Córdoba Halifeliği'nin kendi içinde küçük krallıklara bölünmesi (taifas/
tavaif-i müluk) siyasi profili değiştirdi; XII. yüzyılda Almoravid
(Murabıtlar) ve Almohade'ların (Muvahhidler) gelmesiyle Hıristiyan
İspanya, "İslam tehlikesi" yaşamaya başladı. El Mansur (Almanzor)
zamanında ordudaki Hıristiyan askerlerin çokluğu sebebiyle pazar günü de tatil
ilan edildi.[52]
İber Yarımadası'nda kuzeye büyük bir
hızla çıkan Müslüman Araplar çok kısa zamanda Hıristiyan İspanyollar tarafından
güneye itilmeye başladılar. Karşılıklı kıyım ve savaş mütemadiyen devam etti.
Söz gelimi 865 yılında tan vakti başlayıp öğlene dek süren savaşta Emir Muhammed,
Alava'da büyük bir zafere imza attı. Bu da savaşın sonunda meydanda –Arap
kroniklerine göre– tam 20.474 kesik kafanın bulunması anlamına geliyordu.[53]
Hıristiyanlar da kıyım konusunda
geri kalmıyordu. Ne de olsa savaş her şeyi mubah kılıyordu. III. Abdurrahman'ın
anonim kroniğinde belirtildiği üzere 913 yılında bugün Portekiz sınırları
içinde bulunan Evora şehrinde yapılan savaş sonrasında Hıristiyanlar,
aralarında kadınlar ve çocukların da bulunduğu 4000 esir ele geçirmişlerdi.[54] 700 erkek de ölmüştü. Meydana
gelenler üst üste yığılmış cesetlerle karşılaşıyorlardı. Manzara hayli korkunç
olmalıydı: Surların dibine kadar gelen alanda iki adam boyu yüksekliğinde
cesetler yığılıydı.
Ama İberya'nın Pireneler ötesindeki
Frenklerle ilişkileri savaştan ibaret değildi. Ortaçağ'da Córdoba ve Karolenj
toprakları arasında gidip gelenlerin profilleri çok farklıydı. Din adamları,
her dönemde olduğu gibi, nüfusun seyahat edebilen nadir kısmını
oluşturuyorlardı. 858'de Saint Germain des Pres Manastırı'nda iki Frenk keşiş
kutsal emanetler bulmak göreviyle İspanya'ya gönderilir. Barcelona'ya
geldiklerinde bu emanetlerin artık Valencia'da değil, Córdoba'da olduğunu haber
aldıkları için bu şehre doğru yola koyulmaya karar verirler. Ancak bunun öncesinde
Barcelona kontunun Zaragoza'daki Müslüman yönetimden yardım istemesini rica
ederler. İstenilen mektup gider. Zaragoza'dan başkente, Córdoba'ya giden kutsal
emanet avcılarına rehberlik yapmak üzere Müslüman seyyahlar gönderirler.
Keşişler aradıkları emanetleri bulup Fransa'ya dönmek üzere yola çıkarlar.
Toledo'da emire karşı ayaklanan asilere karşı bir sefer düzenleyen bir Emevi
ordusuna karışarak yolculuklarına başlarlar.[55]
Aynı şekilde Abbasiler ve
Karolenjler arasında da diplomatik ilişkiler devam eder. Saraylar arasında
hediyeler gidip gelir. Kayravan'daki Aglabiler Şarlman'a (Charlemagne)
yolladıkları bir heyetle birlikte bir fil de göndermeyi ihmal etmezler.[56] Fil önce denizi sonra da Alpleri
geçerek Aachen'a kadar gelir. İşte birbirinden bu denli uzak iki dünyanın
birbirine yaklaşıp uzaklaşması edebiyat dünyasını zenginleştirecektir.
Şövalyeler ve Sarazenler
1500'lerde zırhlı şövalyeler sadece
kurgularda kalmıştı. Savoylu Prens Eugene, Roland gibi, "cesur
kahraman" ve "soylu şövalye" olarak geçiyor ve Türklere karşı
"aslanlar gibi dövüştüğü" için övülüyordu.[57] Ama bunun öncesindeki üç yüz yıl
boyunca Batı Avrupa'da doğan şövalye romanslarını Sarazenler süslemişti.
Hıristiyan Avrupa'nın Küdüs'ü geri almak ve daha sonraki yüzyıllarda da
Türkleri Avrupa'dan püskürtmek hayalleriyle birlikte şövalye romanslarında boy
göstermeye başlayan Türkler/Sarazenler bu türün olmazsa olmazı oldular.
Ortaçağ'ın savaşçı toplumlarını anlatan şövalye romansları (romans de
chevaliere, novelas de cabellería, chivalric romances) Fransızca, Latince,
Almanca, İtalyanca, İngilizce, İzlandaca, daha sonra Portekizce, İspanyolca ve
diğer Latin dilleri ve diyalektlerinde yüzyıllarca Hıristiyan ahlakını ve
savaşı yüceltmiş, çoğunluğun okuma-yazma bilmediği zamanlarda insanları bir
araya getiren toplantılarda okunmuştur. Kahramanlarının yürekli krallar ve
şövalyeler olduğu macera dolu anlatılar, cesur adamların hikâyelerini
ölümsüzleştirmiş, ağızdan ağza, kulaktan kulağa yayılmasını sağlamıştır.
Savaşın, ölümün, şölenlerin, avın, erdemin peşinde süren amansız bir koşunun, haksızlıkları
düzeltme sevdasının ve pek tabii güzel Doğulu prenseslerin yer aldığı bu
romanslarda aşk da eksik olmaz.
Soylu aşkların kahramanları,
efsanevi tekboynuz, Arthur'un yuvarlak masası, Beawulf gibi tek vuruşta devin
başını gövdesinden ayıran kahramanlar, sihirler, büyüler, mucizeler, Şarlman ve
El Cid gibi kahramanlaşmış yarı efsanevi tarihi kişiler, ağızlarından ateş
çıkaran, dev atların üstünde kara sancaklarıyla giden kapkara şövalyelerle dolu
bir dönemin anlatıları da rüya gibidir. Atlar şövalye romanslarında hareketi
sembolize ederler. At, şövalyenin sadece en yakın yoldaşı değil, aynı zamanda
dünyayı gezip görmesini, tanımasını sağlayan bir araçtır. İyiyle kötü, doğruyla
yanlış, sayısız tezat, büyülü Ortaçağ dünyasının hayal gücüyle süslenmiş hikâyelerde
ölümsüzleşip halka ders ve heyecan dolu anlar olarak dönerken Sarazenler de bu
tezatta rollerini oynarlar. Orlando Innamorato'da (Sevdalı Orlando)
Boiardo'nun Torindo'nun bedenindeki Türk'e "iyi" demesinin sebebi
onun Hıristiyanlarla ittifak kurmasından başka bir şey değildir.[58]
Şövalyelerin cesaretleri, fiziksel
güçleri Müslümanlara karşı gösterdikleri performansla ölçülür. "Her gün
Müslüman öldüren Calatravalı Maestre" büyük bir şövalye olarak anılır.
Krala, kumandana bir Arap kafası getirmek en büyük marifettir. "Benim
şövalyelerimden hangisi bana o Müslüman'ın kafasını getirip en değerli adamım
olacak?" benzeri teşvik dolu, kışkırtıcı ifadeler romanslara girer. Adenet
tarafından yazılan bir XIII. yüzyıl epiği de Şarlman'nın Danimarkalı şövalyesi
Ogier'in dev Sarazen'le ettiği mücadeleyi ölümsüzleştirir. Anlatıya göre bu
hizmetleri karşılığında İngiltere Prensesi Clarice ile evlenerek bu ülkeye kral
olur. Le Morte d'Arthur'da (Arthur'un Ölümü) şövalyeler Romalılar ve
Sarazenlerle savaşırlar. XIII. yüzyıl İtalyan gezgin ozanlarından (trovatore)
olduğu bilinen Cenovalı Lanfranco Cigala'nın Provansal dilinde yazılış bir
eserinde işte şöyle meydan okunur:
... Hey şövalyeler, ölümden mi
korkuyorsunuz?
Türklerin bayrağından kaçar
gibisiniz,
Yoksa Sardinya geyiği misiniz?[59]
Bütün kahramanlıkları
Müslümanlar/Türkler üzerinden anlatılır. Hayatta kalan şövalyeler Kutsal
Topraklar'a giderek kâfirlerle yani Türklerle savaşır ve Tanrı uğruna ölürler.[60]
Bir Sarazen'in gözleri için
XIII. yüzyılda Franko-İtalyan
dilinde adı bilinmeyen bir Padovalı ozan tarafından yazılan L'Entrée
d'Espagne (İspanya'nın Girişi) adlı eserde kahraman Orlando, Şarlman'ı ve
Frenkleri İspanya'daki savaşın ortasında bırakarak "bir Sarazen'in gözleri
için" Doğu'ya yola çıkar.[61] Maceralarının ilki, dev Sarazen
Feragu'ya (Ferraù) karşıdır. Devin bedenini kalbine dek parçalar. Düşmanın
sadece dev ya da Sarazen değil, ikisini varlığında barındıran bir yaratık
olması çarpıcıdır. Kötülüğün ve fiziksel gücün timsali bir devin bedeninde bir
"kâfir" Sarazen!
Burada olduğu gibi Sarazen
prensesler pek çok romansın da uğruna savaşılan, peşinden koşulan
kahramanlarındandır. Guillaume d'Orange'ın karısı Guibourc gibi.[62] Hıristiyan ve Müslümanların
romantize edilmiş aşkları okuru sürükleyen temalar arasında yer alır. Bir XIII.
yüzyıl romansı olan Floire et Blancheflor (Floire ve Blancheflor),
Santiago de Compostela'ya giderken esir edilen bir hacının kızı olan ve
Müslümanlar arasında yetiştirilen genç bir Hıristiyan kızın, Blancheflor'un
hikâyesidir. Sevgilisi Floire de kralın oğludur. Kral bir kâfirin, üstelik de
esirin kızı olduğu için oğlunun Blancheflor'a olan aşkını kabullenmez ve
âşıkları ayırır. Floire aşkını aramak için İspanya'dan Macaristan'a uzanan uzun
yolculuklara çıkar.[63] Sonunda onu bulur ve aşkları iki
devletin bir ortak yol aramasına sebep olur.
Scandiano Kontu Matteo Maria
Boiardo, Ferrara topraklarında Padania ve Emiliano lehçesine kaçan bir
İtalyanca ile başyapıtı Orlando Innamorato'yu kaleme almış, bir Breton
ve Karolenj geleneğini devam ettirerek Hıristiyan ve Müslüman savaşçılar
arasındaki mücadeleye değinmişti. Bunda da tüm şövalye romanslarında olduğu
gibi savaşçılar, şövalyeler, orduların yanı sıra canavarlar, devler, periler
vardı. Zengin bir düello, savaş ve büyü hikâyesiydi.[64] Başkahramanımız Orlando sevdiceği
Angelica'ya elinden geldiğince çok sayıda Müslüman ve putperest öldüreceğine
dair söz veriyordu.
Arap eserlerinde de Hıristiyanların
Müslümanların kafalarını nasıl zafer işareti olarak mızraklarının ucuna
taktıkları konu edilmeye başlanır. "Hanımefendilerin önünde, krala teslim
edilen" kesik kafalar nefretin timsalidir. Vahşet de bu temalar arasında
sıkça kendini göstermeye başlar. Romance del moro Calaínos'ta (Mağripli
Calaínos'un Romansı) olduğu gibi bir Müslüman'ın öldürülmesini, sonra da
kafasının kesilmesini izleyen 12 kişi bundan "apayrı bir zevk"
duyarlar. Sayının 12 olması hem şövalye romanslarını, hem de havarileri
çağrıştırır.
Romanlardaki ve destanlardaki
Sarazenler ilk zamanlarda cesur erkekler olarak tasvir edilirler. Ne de olsa
zafer ancak cesur ve başarılı askerler karşısında alındığı sürece gerçek
değerine kavuşur. Lakin zaman içinde düşman figürü de değişir. Romance del obispo
don Gonzalo'da (Piskopos Don Gonzalo'nun Romansı) olduğu gibi artık
Müslüman figürü o eski saygın düşman değildir. Artık pek çok Müslüman'a bir
Hıristiyan yetmektedir. Bu romansta olduğu gibi bir Hıristiyan on Müslüman'ı
rahatlıkla öldürür.
Müslümanlar için kadınların
kutsallığı da anlatılara karışır. Kadın, düşmanın en değerli ve kutsal varlığı
olduğu için Hıristiyan işe onu kazanmakla başlar. Arap kızlar, Hıristiyan
erkekler tarafından kandırılırlar. Romance de la morilla burlada'da
(Kandırılan/Dalga geçilen Arap kızcağızın romansı) kahraman kız aileden biri
geldi sanarak kapıyı bir Hıristiyan delikanlıya açar ve ölüm tehlikesiyle karşı
karşıya kalır.[65]
Şeytan'ın pis ortağının öpücükleri
Sarazenlerin şehvetperestliği de
daha bu dönemde gündeme gelmeye başlamıştır bile. Anlatıya göre Sarazen
hükümdar III. Abdurrahman "tensel bir şehvet ile lekelenmiş"tir ve
Hıristiyan bir delikanlı olan Pelagius'u baştan çıkarmaya çalışır. Pelagius
buna "vaftizle arınmış bir Hıristiyan'ın barbarca bir aşka boyun eğmesinin
uygun olmadığını" söyleyerek karşı koyar.[66] "Kutsal yağla yağlanmış bir
Hıristiyan, Şeytan'ın pis ortağının öpücüklerine esir" düşmemelidir.
"Sizin köleniz olan putlarınız dostunuz olsun" deyince Abdurrahman
"Tanrılarına" küfür edenlerinin cezasının kafalarının uçurulması
olduğunu söyler ve yine de eğilerek onu boynundan öpmek ister. Pelagius ona
öyle bir yumruk savurur ki kan hükümdarın sakallarından süzülür. Hükümdar
hiddetle delikanlının şehir surlarından nehir kıyısına fırlatılmasını buyurur.
Pelagius en ufak bir yara almadan düşer kıyıya. Abdurrahman'ın adamları daha
sonra silahlarının da ona işlemediğini görüp şaşırırlar. Ancak sonunda İsa
delikanlının kellesinin kesilmesine razı olur ve melekler yeni azizi cennete
taşırlar.[67] Hrotsvitha'ya göre hükümdarın
şehvet merakı, putlarına taptığı şeytanın işidir.
Şarlman: Uzun boylu dev kral ve
Chanson de Roland
Şarlman'ın başvekili Piskopos
Turpin'in "vakayiname"lerine göre Şarlman tüm Avrupa'yı ele
geçirdikten sonra huzur içinde sarayına çekilir. Bir akşam yıldızları izlerken,
parlak bir yıldız kümesinin "Frizya denizinden, Almanya ve Fransa yoluyla
Galicia içlerine" hareket ettiğini görür. Bu mucize tam iki kez
tekrarlanır. Gördüğü rüyada Aziz Jacques (Santiago) kendisine bu gizemli olayı
çözecek bilgiyi verir. Yıldızların hareketi Hıristiyan ordusunun İspanya'ya
ilerleyişini simgelemektedir. İmparatora iki kez topraklarını Sarazenlerin
elinden kurtarmasını emreder.[68] Bu Şarlman'ı konu alan sayısız
hikâyeden sadece biridir. Erken Ortaçağ'da pek çok efsane, romansa konu olmuş,
ozanların dilinde ölümsüzleşen en önde gelen figür şüphesiz Şarlman'dır; chanson
de geste'lerin (yiğitlik destanları) en renkli kahramanıdır. Papanın isteği
üzerine Lombardları fethetmiş, İspanya'daki Sarazenleri yenmesiyle doğal olarak
Hıristiyanlığın kalkanı olmuştur. Şarl Martel gibi seleflerinin kahramanca
başarıları da kendisine atfedilmiştir.[69] Bu kahramanlıklarına yakışır bir
şekilde fiziksel olarak abartılı tasvirlerle ölümsüzleştirilmiştir. Şarlman
romanslarda dev bir adam olarak tasvir edilir. Altı metre boyundadır, bir
salonda uyur, yatağının etrafında yüz mum yanar ve kılıcını çekmiş yüz şövalye
onu bekler.
Şarl Martel 732 yılında Loire vadisi
tarafında Araplar karşısındaki başarısıyla Merovenjlerin yerine geçen
Karolenjlerin prestijini sağlama alır. Bundan 45 yıl sonra Puvatya'da
(Poitiers) tarih yazan komutanın torunu Şarlman, Paderborn'da kendilerine Zaragoza'yı
teklif eden Córdobalı emirin elçilerini kabul eder.[70] Lakin sefer bir fiyasko olur,
Zaragoza valisi şehri vermemekte direnir ve Frenkler de dönüş yolunda
Roncesvalles'de hezimete uğrarlar.
Yıllar sonra yazılan La Chanson
de Roland (Roland Destanı) bu dönemde olanları sadık bir şekilde anlatan
bir eser değildir. Karolenj ordusunun Müslüman hükümdarlara karşı yaptığı
savaşları anlatan bu eserin kendisi gibi, yazarı da karanlıkta kalmıştır.
Fransızca metnin yazarının Turdoldus olduğu sanılmaktadır.[71] Orijinali dört bin dizeden oluşan
eser zaman içinde kırk bin dizeyi bulmuştur. Anlatı gerçeği saptırır ve üzerine
eklenen efsanevi öğelerle bir çığ gibi büyür gider. Şövalyeleri Roland, Oliver,
Ogier, Renaud de Mortauban'ın kahramanlıkları da ayrı destanlar olur, pek çok
Avrupa dillerine çevrilir ve evrilerek dolaşır. Şarlman'ın hikâyelerini
anlatanlar onun İspanya'daki Araplarla olan maceralarıyla yetinmemiş, ona
Levant'ta daha garip maceralar yakıştırmışlardı.
Hem Arap, hem de Frenk kronikler
Arapların 778 yılında İspanya'ya bir sefer düzenlediğini doğrular. Doğu'da
Abbasilerle, Batı'da Emevilerle savaşmak zordur. Endülüs Emevilerinin kurucusu
I. Abdurrahman güneyde Córdoba'da kurmuştur sarayını. Arap vakanüvis İbn-ül
Esir, Şarlman'ın Zaragoza Valisi el-Arabi'nin ricası üzerine böyle bir sefere
çıktığını yazar.[72] Karolenj kronikleri ise
el-Arabi'nin ve diğer emirlerin Paderborn'a gelip Şarlman'a sadakatlarını
sunduklarını yazarlar. Diğer taraftan Arap vakayinameleri bize bu heyetin asıl
amacının Frenk kralının, I. Abdurrahman'a karşı ittifaka katılmasını sağlamak
olduğunu iddia ederler.
Barcelona Valisi Süleyman bin
el-Arabi Córdoba'ya karşı yardım karşılığında, kendisinin ve Zaragoza şehrinin
desteğini sunar. Oysaki bu figür Chanson'da hayli saptırılmış bir
şekilde karşımıza çıkar. Romanstaki anlatıya göre Şarlman yedi koca yıl
İspanya'da kalır. Denize kadar uzanan bütün toprakları ele geçirir. "Ona
karşı koyan tek bir şato" bile yoktur: Zaragoza hariç.[73] Bu şehirde Kral Marsil şehri
kurtarmak için Şarlman'ı kandırma planı yapar. Plan çerçevesinde krala ayılar,
aslanlar, köpekler, 700 deve ve bin atmaca, altın ve gümüş yüklü 400 katır
teklif eder. Şarlman bu hediyelerle askerlerinin ücretlerini ödeyebilir. Bu
topraklarda savaştığı yere, artık Fransa'ya, Aix La Chapelle'e dönme zamanı
gelmiştir.[74]
Yine de Frenkler arasında hem barış,
hem de savaş yanlıları vardır. Şarlman, Zaragoza'ya Kont Ganelon'u elçi olarak
gönderir. O da Marsil tarafından imparatorun yeğeni Roland'ı öldürme planına
dahil edilir. Anlaşmaya göre Ganelon Fransa'ya dönünce Şarlman'ı Roland'ı artçı
birliklerin başına koyması için ikna etmeye zorlar. O da böylece Müslüman
askerlerinin saldırısına uğrayacaktır. Roland gerçek bir şövalye gibi savaşır.
Atıyla birlikte iki kutsal varlığından biri olan kılıcıyla –elbette kılıcın bir
adı da vardır: Durandal (Durandarte)– pek çok kâfirin ölüm fermanını imzalar.
Ne şahsi cesareti, ne de kılıcının kabzasını süsleyen kutsal emanetler –Aziz
Petrus'un dişi, Aziz Basileo'nun kanı, senyör Aziz Dionís'in saçları ve Meryem
Ana'nın elbisesinden bir parça– ölümüne engel olamaz. İmparator onun için çok
gözyaşı döker.
"Arkadaşım Roland!" der.
Yüce hükümdarların şövalye romanslarında kendileriyle birlikte savaşan
şövalyeleri tebaalarından biri gibi değil de, cesaretleri ve inançlarıyla
kendilerine denk figürler olarak gördüklerinin en hoş kanıtlarından biridir bu.
Arthur'un masasının yuvarlak olması da o yüzden değil midir? Herkes masada
merkeze eşit uzaklıkta olsun diye. Başka bir deyişle, tüm şövalyelerin
erdemleriyle aslında hükümdarlarına denk olduklarını figüratif olarak göstermek
için... Ya da El Cid'i kendisine denk olduğunu göstermek için dudaklarından öpen
kral gibi.
"Tanrı sana merhamet
göstersin" diye devam eder Şarlman.[75] "...Tanrı senin ruhunu
çiçekler arasında mübarek adamlarla (bienaventurados) birlikte cennete
koysun. Ne kötü bir efendiyle geldin sen İspanya'ya! Bir günüm buna ağlamadan
geçmeyecek..." İki eliyle saçlarını yolar. 100.000 Frenk öyle büyük bir
acı çeker ki, dert içinde ağlamayan yoktur aralarında... "Laon'a sarayıma
vardığımda, yabancılar gelip bana soracaklar: 'Nerede büyük kumandan?' diye.
Onlara İspanya'da öldüğünü söyleyeceğim."
Şarlman, Navarra'yı fethetmesinin
ardından Güney İspanya'ya ilerlerken Sarazenler davul çalıp sancak sallayarak
onun atlarını ürkütürler. Bu kısmen başarılı olunca, Şarlman atlarının kulaklarını
balmumuyla doldurur ve gözlerini bağlatır. Bu parlak fikir sayesinde
Sarazenleri yener.[76] Lakin genel olarak kimi zaman Türk,
kimi zaman da Arap olarak anılan Sarazenler güçlü, cesur askerler olarak
gösterilirler. Bunlardan biri dehşetten beyazlamış "çiçeğe benzeyen"
yüzü, kıvırcık saçları ve her savaşta sınanan cesaretiyle "keşke
Hıristiyan olsaydı" dedirtir yazara.[77]
Pagan Müslümanlar
Haçlı savaşları zamanında tutulan
kronikler arasında kurgusal olanları da vardır. Raoul de Caen'in XII. yüzyılın
başında kaleme aldığı, nesrin nazımla karıştığı Gesta Tancredi
(Tancred'in Türküsü) adlı eserinde, Tancred'in bir tapınağa girdiğini ve burada
Hz. Muhammed'in gümüşten yapılmış devasa bir heykelinin olduğunu yazar. Tancred
onu yıkıp gümüşe de el koyar. "Şimdi Deccal'ı ayağımla ezeceğim" der.[78] Kurgusal da olsa, tarihsel gerçeği
takip de etse bu Ortaçağ anlatılarının ortak yönü Müslümanların pagan olarak
gösterilmesidir. İslam bir kitabi din olarak gösterilmez. Genel olarak
Müslümanların pagan olduğu kanısı mevcuttur. Sarazenleri, Romalılarınkine
benzer bir putperestlikle suçlayan romanslar yayılmıştı. Sarazenlerin tek farkı
tenlerinin koyu renk olması ve başlarına sarık takmalarıydı. Bunun yanı sıra
bir peygamber olarak Hz. Muhammed ve Tanrı kavramı hakkında da ciddi bir kafa
karışıklığı içindeydiler.
Chanson de Roland'da Kral Marsil Şarlman'dan kaçıp
Zaragoza'ya gelir. Kan revan içinde kalmıştır. Kendisi ve adamları, kendilerine
yardıma gelmeyen tanrılarına kızgındırlar. Metin, Ortaçağ insanının İslam
konusunda aşırı derecede bilgisiz olduğunu gösterir. Esere göre Müslümanlar
tanrıları olan Apollin'e (Apollon) kızarlar, binlerce hakaret ederler.
"Ah, kahrolası Tanrı, neden bize böyle bir utanç verdin?" diyerek
tanrılarına isyan ederler. Apollin'den asasını ve tacını alırlar, sopalarla
dövüp bir güzel kırar, parça parça ederler. Tergavan da lal taşını kaybeder.
Muhammed'i de bir hendeğe atarlar, domuzlar ve köpekler üzerinden geçer ve onu
yiyip bitirirler.[79] Bu yüzyıllar sonra yine gündeme
gelecek bir görüştür. XVI. yüzyılda Juan del Encina, Trivagia adlı
eserinde Türklere "perros paganos" (pagan Türkler) der. Burada
"pagan", "putperest"ten ziyade "kâfir" anlamında
olsa da, eski inanışa bir atfın yanı sıra İslam'ın kitap dinlerinden biri
olduğunu inkâr etme eğilimi de gösterir.
Tanrılar Apollon, Macone ve
Trevigante'dir. Chanson de Roland'da "Tanrı'yı sevmeyen biri olan
Kral Marsil'e ait Zaragoza kalmıştır bir tek" ve "Marsil, Muhammed'e
hizmet eder ve Apollin'e dua eder."[80] Metinde hem pagan tanrı Apollon,
hem Hz. Muhammed, hem de şeytanların başı Termagant vardır. Lakin genelde Tanrı
olarak en sık Hz. Muhammed'in ismi tekrarlanır. Orlando'nun yolda karşılaştığı
iki kâfirin tanrıları "Apollin" (Apollon) adına onu selamladığını
anımsayalım.[81] Tancred camiye çevrilen Kudüs
Tapınağı'na girdiğinde orada altın, gümüş ve değerli taşlarla süslenmiş ve
yüksek bir tahtın üzerine konulmuş bir Hz. Muhammed heykeli bulur. Piskopos
Turpin'e atfedilen vakayiname Cádiz'de tapıldığı söylenen bir Mahound
tanrısından (Hz. Muhammed) bahseder. "Enfes bir altından yapılmış, insan
şeklinde yüksek bir taş kaide üzerinde dikilir."[82] Cervantes de Don Quijote'de,
başkahramanının ağzından "en çok Rinaldo'yu sevdiğini, çünkü tepeden
tırnağa altından olan Muhammed heykelini kaldırttığını" söyler.[83] Keramet piyeslerinde de Türklerden
ve Mahound, Mahowndes adı verilen Hz. Muhammed'den bahsedilir.
XIII. yüzyılda yazılan Alexandre du
Pont'nun Roman de Mahomet'inde, Hz. Muhammed bir derebeyi olarak
gösterilir. Sonradan kardinal olmuştur. Papalık seçimlerinde kaybettiği için
intikamını yeni bir din yaratarak almıştır.[84] Bu Fransızca eserde şair onu bir
dolandırıcı, hırsız ve büyücü olarak gösterir. Diğer pek çok Fransız romansında
olduğu gibi bedeni domuzlarca yenilip bitirilir. Rönesans yazarları tarafından
sık tekrarlanan bir tema da Hz. Muhammed'in havarileri tarafından zehirlendiği
hikâyesidir. Amaçları ise yeniden dünyaya geleceği konusundaki kehanetin
gerçekliğini sınamaktır.[85]
Hz. Muhammed romanslarda çoğu zaman
İsa Peygamber gibi Tanrı'yla bir tutulur. Roland ve Ferragus'ta, Roland
Ferragus'un savunmasız bir noktasına darbe savurur. Dev Hz. Muhammed'den yardım
isteyerek düşer; Roland ise gülmektedir. Bu tür romansların klasik sonuyla
Hıristiyanlar galip gelirler.[86]
İspanyol topraklarında
Lope de Vega'nın kelimeleriyle
"Homeros'suz bir İlyada" olan romancero[87] İspanyol edebiyatının en önde gelen
türlerinden olmuş, içinden pek çok başka edebi türler çıkmıştır. Victor Hugo
ise yıllar sonra Morisko ve İspanyol romancero'larını ayırmak için
"İki İlyada, biri Morisko, diğeri İspanyol" diyecektir. Romancero'lar
İngiliz baladlarını çağrıştırırlar. Ortaçağ boyunca dilden dile söylenegelen
uzun epik şiirlerdir: İlyada, Chanson de Roland, Nibelungen, Poema
del Cid gibidirler.[88]
Hıristiyanlarla Sarazenlerin
yüzyıllar süren savaşları Ortaçağ boyunca hem Pireneler'in kuzeyinde, hem de
güneyinde ozanlar (juglares) tarafından ölümsüzleştirilmiştir. Son
Vizigot Kralı Don Rodrigo, León'lu Bernardo del Carpio, Şarlman ve on iki
şövalyesinin kahramanlıkları en çok dile gelen temalar olmuştur.[89] Vizigot geleneğinden gelen bu epik
anlatılar askeri sınıfın şiiri sayılırdı. XIV. ve XV. yüzyılda yavaş yavaş
düşüşe geçmeye başlarken yerini yeni türlere bırakacaktır. Ve pek tabii
Müslümanlar bu yeni türlerin de kahramanları, daha ziyade kötü kahramanları
olmaya devam edeceklerdir.
Seni sakalından çekeceğim
İber Yarımadası'nda halklar ve
dinler arasındaki gerginlik zaman içinde tırmanmaya başlamıştı. XV. yüzyılda
bunun doruğu olmuştu. Kastilya Kralı II. Juan Müslümanlara karşı sert kanunlar
çıkarmaya başlamıştı. Diğer pek çok yasak arasında ilginç bir şekilde
sakallarını kesmesini cezaya tabi olacak şekilde yasaklamış ve Müslümanları sağ
omuzlarında bir işaret taşımaya zorunlu kılmıştı.[90] Osmanlıların günlük hayatta
Hıristiyanların sakal bırakmasına izin vermemesini andırıyordu bu yasak.
Osmanlı bunu kutsal saydığı gerekçesiyle yaparken, Katolik İspanya kralları
Müslümanların toplum içinde kolayca tanınması, başka bir deyişle ayrımcılığın
bir parçası olarak yapıyordu.
Araplar kendilerine baskı uygulayan
Hıristiyan İspanyollar karşısında tepkilerini göstermeye başlamışlardı. Bu
tepkiler sadece kendi kaleme aldıkları, ya da dilden dile dolaştırdıkları
eserlerle değil, aynı zamanda İspanyolların yazdıkları eserlerle de
ölümsüzleşiyordu. İspanyollar kızgın ve nefret dolu Arapları romanslarına
kahraman yapıyorlar, onların içlerindeki kızgınlığı kendi mısralarında
ölümsüzleştiriyorlardı. Mesela Romance del moro Alatar'da (Müslüman
Alatar'ın Romansı) Müslüman kahraman "köpek Hıristiyan seni, seni
sakalından çekeceğim" diyordu.[91]
Şu mısralar, Hıristiyan İspanya'nın
en büyük kahramanlık destanı olan Cantar del mío Cid'in (Cid'imin
Türküsü) kahramanlarını ayaklar altına serer, kutsallıklarını ve
saygınlıklarını elinden alıverir:
O Cid denen köpeği sakalından çekeceğim
Karısı Doña Jimena'yı esir edeceğim
Kızı Urraca Hernando olacak sevgilim
benim
Ondan bıktığımda, onu yoldaşıma
vereceğim.[92]
Şarlman'ın da hep "beyaz gür
sakallı kral" olarak anılması bundandır. Sakal, şeref ve güç sembolüdür.
Erkekliğin simgesi olmasından da kaynaklanan bu anlam yükleme yüzyıllar sonra V.
Henry'de Shakespeare tarafından kullanılır. Kral, gelin adayına yarı
Fransız yarı Türk bir çocuk yapmayı önerir. Bu çocuktan ilk beklentileri ise
"İstanbul'a gidip Türk'ü sakalından yakalaması"dır.[93]
Ortaçağ İspanyası'nda ölümcül
hakaretlerden biri de, bir erkeğin sakalını yolmaktır. Hatta Cid, Ordoñéz'i
sakalından çeker ve bir tutamını yolar.[94] Cantar del mío Cid'de
Cid'den merhamet dileyenler ona şöyle seslenir:
Senden merhamet diliyoruz
Uzun sakallı Cid![95]
İspanyol edebiyatının en büyük epik
şiiri El Cid, yani Rodrigo Diaz de Vivar (1043-1099) İber Yarımadası'ndaki
Müslümanlara karşı savaşmış bir halk kahramanıdır. Reconquista'nın en
önemli figürüdür. Soylu sınıftan bir şövalye olan Cid, kahramanlık göstererek
Hıristiyan topraklarından Müslüman topraklarına geçer. Çıplak eliyle kullandığı
kılıcıyla yoluna çıkan on beş Mağribi'yi haklar.[96] Alfonso'nun düşmanca tavırlarına
rağmen Cid hep ona sadık bir adam olarak kalmıştır. Kışkırtmalara cevap vermez.[97] Parolası da şudur:
Mağriplilerle savaşmazsak
Ekmeğimizi kazanamayız.[98]
IV
Doğu
gezginleri
1
Seyyahlar
İnsan seyahat edene kadar hiç kimse
değildir.
The case is altered, Ben Jonson
XVI. yüzyıl sonu ile XVII. yüzyıl başlarında
yaşayan, Nürnbergli bir gravür sanatçısı ve yayıncı olan Christoph Weigel
"Bir şey görüp öğrenmek isteği tüm insanların doğasında vardır. Bu istek
öyle güçlüdür ki onları, sadece başka insanların davranış ve âdetlerini
bilebilmek ya da farklı ülkelerde doğa ve sanatın yarattığı mükemmellikleri
görebilmek için, uzun ve yorucu seyahatlere iter. Bunu yaşama fırsatını
bulamayanlar ise, karşılaşılan yenilikleri ve yapılan keşifleri anlatan
seyahatnameleri okuyarak yetinirler" derken her dönem insanının içinde
yaşayan ve onu hayallerini gerçekleştirmeye iten isteği ne de güzel tasvir
eder.[1]
Ama aslolan insanın kendisini
geliştirmeden geri dönmemesidir. Çıplak ayaklı Karmelit peder Leandro di S.
Cecilia, Doğu'da gördüğü Filistin, İran, Mezopotamya topraklarından dönünce
sadece 600 sayfalık bir seyahatname kaleme almamış, aynı zamanda her gezginin
ders çıkarması gereken küçük bir de not düşmüştü sayfaları arasına. 1730
yılında Roma'dan yola çıkarken "bir insan memleketinde mi yaşamalı, yoksa
dünyayı mı gezmeli?" sorusunu sormuş ve cevabını da akabinde şöyle
vermişti: "Gururlu bir adam diğer ülkelerin farklılık gösteren şeylerini
gözlemlemeden doğduğu semanın altına dönmekten utanmalı!"[2]
Henry Blount 7 Mayıs 1634 günü
İngiltere'den yola çıkmış, Venedik üzerinden Balkanlar'ı geçip Trakya ve Rodos
üzerinden Mısır'a, Büyük Kahire'ye ulaşmıştır. Dünyayı tanımak için uzun
yolculuklara çıkanlardandır. Asil bir aileden geldiği için cüzdanı bu pek
masraflı yolculuğa yetecek kadar kabarıktır.[3] Kadırganın tek Hıristiyanı'dır ve
bundan çok memnundur, çünkü birlikte yolculuk yapmanın, yatacak yeri ve
yemekleri paylaşmanın insanların geleneklerinin açığa çıkması açısından
bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünür. Alpler'den yüksek ve dik olan Dogliana
Dağları'nı geçer. "Bir yolcu, sadece kendi gözleriyle, kulaklarıyla ve
algılama becerisiyle olayları gözlemler" diyen Blount bu meşakkatli
seyahatin sebebini ise yıllar sonra şöyle açıklayacaktır:
Türk ulusu hakkında biraz bilgi
sahibi olmak isteyince, bu tür kitaplarda yer alan bilgilerle yetinmeyecek,
aksine (yolculuğun tüm tehlikesi ve zorluğuna rağmen) herhangi bir duygunun,
önyargının veya insanın zihnini meşgul eden ve nesnenin, sahte camlar gibi
süslenerek orantısız bir şekilde sunulduğu ilmi donukluğa kapılmaksızın, durumu
kendi gözlemlerimle algılayacaktım.[4]
Shakespeare'in çağdaşı Thomas
Coryate, yazar, durmak ve yorulmak bilmez bir seyyah, Ben Jonson, Inigo Jones,
John Donne, Sir Thomas Roe gibi devrinin önemli figürleriyle tanışmış bir
zattır.[5] Akdeniz'in doğu sahillerinden İran,
Afganistan üzerinden Moğol topaklarına kadar uzanmıştır. Kısacık hayatının son
on yılını seyahatlerle geçirmiştir. 1613 yılının Martı'nda İstanbul'a
gelmiştir.
Bu dönemde insanları bu hem gizemli,
hem de tehlikelerle dolu gördükleri Doğu topraklarına sürükleyen pek tabii
sadece merak ve bilgi susuzluğu değildir. Yolculuk bir zaruret olduğunda
seyahatin rengi değişir, bu da yolcunun bakış açısını değiştirir, gezdiği
topraklara buğulu camlar ardından bakmasına yol açar. Peki, bu dönemde
seyyahlardan başka Doğu'yu buğulu camlar ardından kimler görür? Hacılar,
ulaklar, ajanlar, iki tarafa hizmet eden ajanlar, üç tarafa hizmet eden
ajanlar, muhbirler, diplomatlar, tüccarlar, mühtediler, kaptanlar, farklı
tarikatlara mensup din adamları, sürgündekiler başta olmak üzere, seyahatin
beraberinde getirdiği tehlikelere göğüs gerebilenler yola koyulur. Salvatore
Bono "İtalyan doktorların Mağrip Yolculuğu" makalesinde bu gruba
doktorlar ve botanikçileri de ekler. 1667 Baharı'nda Toscana Grand Dükü III.
Ferdinand'ın Hafsi Tunus Beyi Murad'ın kardeşi Muhammed'e gönderdiği doktoru
hatırlamak kâfi olacaktır.[6]
XI. yüzyıldan kalma, Runik
karakterle yazılmış İsveç ve Norveç dilindeki bazı kitabeler Haçlı savaşları
döneminde Türklerin yaşadıkları topraklara seyahat eden Batılıların belki de en
eski kayıtlarındandır. Bu maceraperestlerin yolculuklarını ölümsüzleştiren yazı
işte şöyle der: "Böylelikle altın aramak için cesurca uzaklara gittiler;
doğuda kartalın avı oldular, Türkiye'nin güneyinde öldüler."[7] Bu yazı aynı zamanda zenginlik
peşinde Doğu'ya ilerleme çılgınlığının ilginç bir örneğidir. Ortaçağ'da Haçlı
savaşlarıyla doruğa çıkan bu maceraperest ve zenginlik düşkünü ruh, Yeniçağ'da
yerini daha ziyade dini bir misyonla, dünya gözüyle Kutsal Topraklar'ı görme
arzusuna bırakmıştır.
Türk ve Moğol tehlikesi Avrupa'yı
harekete geçirince elçilere uzun yollar görünmüştür. 1246'da Papa V.
Innocentius'un elçisi olarak Tatarlara gönderilen Johannes de Plano Carpini, on
beş ay Tatarların arasında yaşar. Carpini ile adamları, Bohemya Polonya ve
Rusya'yı geçerek, kar ve soğukta, büyük zorlukları aşarak Kiev yakınlarındaki
Tatar sınırlarına gelirler.[8] Günlerce at üzerinde seyahat
ettikten sonra Don ve Volga nehirlerini geçerler ve Batu Han'ın sarayına
varırlar. Başka bir uzun yol yolcusu Rubruck, Bulgaristan'da Müslümanları
görünce "Muhammed'in dinini buralara hangi şeytanın getirdiğine
şaşıyorum" sözlerini düşer defterine.[9]
Antik para koleksiyoncuları, krallar
için antikalar toplamak için yollara düşenler de vardır. İstanbul'da büyükelçi
olarak bulunan Sir Thomas Roe da antika toplayanlar kervanındandır. Diğer
yolcular arasında büyük adamlara eşlik edenleri sayabiliriz. Efendisi Berhard
von Breydenbach'a hac ziyaretinde eşlik eden Alman sanatçı Erhard Reuwich bu
seyahatinin anısına bir de resimli Kutsal Topraklar rehberi bırakmıştır.[10] Botanikçiler arasında ise Pierre
Belon'u saymak gerekir. Yunan topraklarında, sonra da 1546-1549 yılları
arasında Ortadoğu'da bulunmuştu. Amacı tıbbi değeri olan bitkilerin izini
sürmekti. Tecrübelerini Observations (Gözlemler) adlı bir eserde
toplamıştı.[11]
1600 yılında İngiltere'den iki
tüccar, bir kuyumcu ve bir de beyzade ile yola çıkan William Biddulph,
Halep'teki bir grup tüccarın vaizi olmak amacıyla bu yolu göze almıştır.
İstanbul'da İngiliz Büyükelçisi Henry Lello'yla tanışmışlardır. Vaaz vermek
için Doğu topraklarına giden pek çok din adamı vardır. Shakespeare ile
Cervantes'in öldüğü 1616 yılında East India Company için papaz olarak gönderilen
Edward Terry de bu gruptandır.[12] Diğer bir vaiz mesleğini Halep'te
icra edecek olan Charles Robson'dır. Akdeniz üzerinden yaptığı yolculukta Ege
adalarında klasik Yunancayla yerlilerle konuşmaya çalışır ve pek tabii
karşılıklı tek kelime anlamazlar. Dört yüz yıl sonra Gabriele Salvatores buna
benzer bir sahneyi Akdeniz (Mediterraneo) filmine koyacaktır.
Ekim 1653'te 18 yaşındayken
Marsilya'dan yola çıkan Laurent d'Arvieux'nün tek bir hayali vardır. Levant
ticaretinde rol alarak para kazanıp saygın bir yer edinmek: Pek tabii maddi
dünyada. 1697 yılına kadar Osmanlı topraklarının birçok yerinde hareket halinde
olan, oradan oraya koşturan d'Arvieux gerçek bir gezgin, bir maceraperesttir.
Bulunduğu topraklarda yaşayan halkları anlamaya çalışır, Türklere karşı hayli
ılımlıdır. Saldırgan ve tenkitçi bir yaklaşımdan ziyade her zaman uzlaşmacı,
anlayışlı, Doğu tavırlarını anlayabilen ve buna uyum sağlamayı tercih eden bir
tutum sergiler.
Athanasio Georgiceo (Atanazije
Jurjevic) ise Habsburgların tercümanı, diplomat ve aynı zamanda dini konularda
yazan biridir. Yaptığı yolculuk sonrasında kâğıda aktardığı deneyimleri üç
bölümde toplamıştır. Bosna'daki kasabaları anlattığı ve Türklerin Macaristan'ı
ele geçirmesinin kısa bir özeti ile Georgiceo'nun Budin'den başlayıp Güney
Macaristan, Slovenya ve Bosna kasabası Banja Luca'ya yaptığı seyahati konu
aldığı bölümler bizi doğrudan ilgilendirir.[13]
Pantaleão Samaria, Galile, Şam,
Beyrut, Tir, Sayda ve Trablus'a gider, Marunilerin patriğini görmek için
dağlara çıkar. Trablus'tan Kıbrıs'a yelken açar, oradan da çizmenin topuğundaki
Gallipoli'ye varır. Eşyalarını Venedik'ten alınmaları üzere gemide bırakır.
Kendisi de bir Yahudi dönmesi olduğu
için kitabında Yahudilere ilişkin hayli yüklü bilgi vardır. Hatta bir keresinde
bir Yahudi sünnet törenine bile katılır. Ne Türkçe, ne Arapça, ne de Yunanca
bilir. Pantaleão bir cristão novo, yani Yeni Hıristiyan olduğu için
dünyanın diğer topraklarında Yahudilerin nasıl yaşadıklarıyla doğrudan
ilgilenir, onların yaşamını ister istemez İber Yarımadası'nda çektikleriyle
kıyaslar. Bunu açık açık yapmaz. Söz gelimi Korfu'ya indiğinde burada pek çok
Yahudi'nin "özgürlük içinde" yaşadığını görür. Çok büyük bir
sinagogları olduğunu, her cumartesi ayinlerini yaptıklarını gıptayla kaydeder.[14]
Pantaleão ayrıca Suriye'ye geçecek
bir grup İtalyan tüccarın da peşine takılarak bölgeyi gezmiştir. Bunlar
Kahire'den getirdikleri lüks ticari malları satan zengin tüccarlardır.
Yanlarında Türk kadırgalarından kaçmış bir Fransız vardır ve Arapça ve Türkçe
bildiği için onlara tercümanlık yapmaktadır.[15]
Mekke'ye giden hacıları gören
seyyahlar için seyirlik bir manzara doğmuş olur. Portekizli diğer bir seyyah
Antonio Tenreiro, Müslüman hacıların bonkörlüğüne şaşırır: "Ellerindeki
paranın çoğunu burada harcıyorlar. Her şeyi tedarik ediyorlar; yüz gün süren
bir yolculuk ve dönüşü için gerekli olan develeri hazırlıyorlar, su alıyorlar.
Oraya bolluk içinde gitmek bir gelenek, hatta bir şeref meselesi"
yorumunda bulunur. Yanlarında, Kâbe'de bırakılmak üzere altın armağanlar,
ipekli işlemeler ve sırmalı kumaşlar götürmelerine şaşar.[16] Hac yolculukları farklı iki dinin
mensuplarının birbirlerini izlemesi şaşkınlıkla sonuçlanır. İspanya'nın
kuzeyinde bulunan hac yeri Santiago de Compostela'ya giden Hıristiyan hacıları
hayal edelim. Batı Avrupa'nın dört bir yerinden yürüyerek aylarca süren sefil
bir yolculuğun sonunda şehri süsleyen muhteşem katedrale vardıklarında ayakları
su toplamış, davul gibi şişmiş olur. Hiç yıkanamadan hanlarda ve manastırlarda
kalarak geçirdikleri uzun yolculuğun sonunda leş gibi koktukları için hac
yerinin son noktası olan Compostela Katedrali'ne vardıklarında bu korkunç
kokuyu biraz olsun çekilir hale getirmek için asılan bota fumeiro adlı
devasa şişenin altında toplanırlar. Yolu Compostela'ya düşen yolcuların bugün
de görebilecekleri, katedralin ortasında asılı olan engin boyutlardaki şişe
yüzyıllar boyunca içinde yakılan tütsüyle bu kokuyu gidermek için iki yana
sallanmıştır. Diğer taraftan develerle, paha biçilmez kumaşlar taşıyarak
Mekke'ye giden Müslümanlar Hıristiyanların gözlerinin faltaşı gibi açılmasına
sebep olur.
Adımı yazdım taşlara
Seyahat, kaderin cilvelerine ve
yolun rahatsızlıklarına karşı koyabilecek güç gerektiriyordu her şeyden önce.
Thomas Nashe Bahtsız Seyyah (The Unfortunate Traveller) adlı eserinde
kahramanı Jack Wilton'ın ağzından şöyle diyordu: "Yolcu denen adamın sırtı
eşek gibi her şeye katlanabilmeli, her şeyi pohpohlamak için köpek kuyruğu gibi
dili olmalı, önüne konulan her şeyi yiyebilecek domuz gibi bir ağzı olmalı, her
şeyi duyacak –ama tek kelime etmeyecek– bir tüccar kulağı olmalı."[17]
Tehlikenin nereden geleceğini
bilemeyen yolcunun, somut tedbirlerden önce ruhani olarak kendini güvenceye
alması gerekir. Yolda yolculuğun ve yolcuların selameti için dualar edilir,
ayinler yapılır. Hem de bu ilk yapılan iştir! Canaye güneşin doğuşundan bir
saat sonra Notcier'in sözlerini tekrar ederek dua ettiklerini söyler.
Yolcuya psikolojik olarak iyi gelen bir şey daha olur bu Doğu yollarında:
Türklerin hezimetlerine ev sahipliği yapan mekânları ziyaret etmek. "İki
yıl önce Müttefik donanmanın [Kutsal İttifak donanması] Türk donanmasını yok
ettiği yeri büyük bir sevinç ve hayranlıkla seyrettik" diyen Canaye
farkında olmadan bunun da psikolojik bir tedbir olduğunu dile getirmiş olur.[18]
Seyahatnameler modern okuru bile
şaşkına çeviren ayrıntılarla doludur. Çoğu zaman, yüzyıllar sonra bile
değişmeyen bir gezgin profiliyle karşılaşılır. Bugün Kiklad takımadalarından
Andiparos'un tepesindeki mağaraya inen bir yolcu, bundan 250 yıl önce, duvarlara
kazınmış tarihleri ve burada yolculuklarını ölümsüzleştiren gezginlerin
isimlerini görünce hayrete düşer. Oysa bu yolcu "sporu"nun daha da
eski olduğunu gösteren eserler karşımıza çıkmaya devam eder. XVI. yüzyılda bir
elçilik heyetiyle Osmanlı topraklarına gelen Hans Ulrich Krafft da kilisede
merasim masasının üstüne çıkarak ismini Almanca ve Welsch diliyle masanın
arkasındaki duvara tebeşirle yazar. Bütün İtalyanlar ve Fransızlar onun
Protestan olduğunu bilirler ve Krafft onların özenle yazdığı adını
silmelerinden korkar. Gerçekten de, bir buçuk yıl bile geçmeden aynı kiliseye
yeniden uğrayan Dr. Leonhard Rauwolf adının ne kilisede ne de manastırda yazılı
olduğunu söyler ona.[19] Crailsheimli Adam ve yanındakiler
ise Rodop Dağları'nı geçtikten sonra dinlendikleri Geldiderbent Köyü'nde yol
kenarındaki mermer çeşmeye daha önce buradan geçen İstanbul yolcularının
isimlerini kazıdıklarını görür ve bu geleneği devam ettirirler.[20]
1579'da John Newbery adlı bir
Londralı Doğu'ya ilk seyahatini yaparken iki amaç gütmüştü. Hem Kutsal
Topraklar'ı ziyaret edecek, hem de dünyanın bu kısmındaki ticari koşulları
inceleyecekti.[21] Newbery'nin yol arkadaşlarından
biri Ralph Fitch, diğeri de John Eldred'di. Onlara bu tehlikeli ve macera dolu
yolculukta eşlik eden James Story ise aslen ressamdı. Gioa'da Cizvitler
tarafından kendisine kiliselerini süsleme görevi verilmişti. Bu seyahatte Goa
yolundan sonra Fitch'ten hiç haber alınamamıştı. Büyük ihtimalle ya bir
hastalıktan ölmüş ya da katledilmişti.
Seyahat etmek için biraz da varlıklı
olmak gerekirdi elbette. Moryson yürüyerek seyahate kalkışanları hiç tasvip
etmeyerek, kendileri için "evlerinde otursunlar, dünyayı haritadan
görsünler" diyordu.[22]
Min-el-aşk
Doğu'da her zaman zenginlik, kutsal
savaş, kâfirlere karşı kazanılan zaferle gelen ün aranmıyordu. Bazen çok daha
romantik sebepler insanları binlerce kilometre uzaklara sürüklüyordu: Aşk! XII.
yüzyılda Blaye Senyörü Jaufré Rudel, II. Haçlı Seferi'ne katıldığında Suriye
Kontesi Odierna ya da onun kızı Melisena olduğu sanılan bir güzele âşık
olmuştu.[23] "Uzaktaki Prenses"e
duyduğu bu aşk kulaktan kulağa, dilden dile yayılıp efsanevi bir özellik
kazanıvermişti. Aşkı chanson'larda ölümsüzleşen Rudel umutsuz aşkı
Batı'dan Doğu'ya uzanan sayısız kahramandan birine dönüşmüştü.
Hep böyle güçsüzüm işte
Tutuşup gitsem ne çıkar
Çünkü ne soylu Hıristiyan
Oldum ne Yahudi ne Müslüman,
Tanrı da istemedi bunu.
Onun aşkını birazcık tadan
İksirle dolup taşar her zaman.
1614 yılında İtalya'dan gemiyle
macera dolu yolculuğuna koyulan Pietro della Valle'nin yola çıkma amacı ise, bu
bilinmeyen ve Avrupalının kalbinde her zaman bir nebze korku uyandıran
topraklara gitmeye karar veren klasik bir Yeniçağ seyyahınınkinden çok
farklıydı.[24] Etnik kimliğini saklayamayacak
kadar "İtalyan" olan Valle koyu renkli gözleri, keçisakalı ve tek
kulağında küpesiyle aşk için, daha ziyade kalbinde yanan aşk acısını dindirmek
için yollara düşmüştü. Beatrice adında bu güzeli –Petrarca'nın ve de Dante'nin
soneler düzdüğü güzelin adı da bu değil miydi!– tam on iki yıl beklemiş ve
sonunda onun başka biriyle evlendiğine şahit olmak zorunda kalmıştı. 1611'de
ilk defa bu acıyı dindirmek için İspanyol filosuyla Mağrip sahillerinin
vurulmasına katılmıştı. Pietro della Valle dönemin âlimlerindendi. Sadece
zengin değil, aynı zamanda kitaplara meraklı biriydi. Sözgelimi İstanbul'a
gelmeden önce Petrus Gillius'un –metinde Pierto Gillio olarak anar onu– De
Topographia Constantinopoleos (İstanbul Topoğrafyası) adlı şaheserini
okumuştu. Ayrıca "Umoristi" adlı bir hümanist cemaatin de üyesiydi.
Cemaatte "Fantastico" adıyla biliniyordu. Umutsuz aşk hikâyesinden
sonra adını "Pellegrino" (hacı) olarak değiştirmişti.[25]
Pietro yakın dostu Doktor Mario'yla
şöyle anlaşmıştı: O Mario'ya gitiği yerlerden mektuplar gönderecek, Mario da bu
mektupları edebi bir anlatıyla süsleyecekti. Yola çıkmadan önce Napoli'de bir
hacı tuniği giyip, hacı fuları takarak Kutsal Topraklar'ı ziyaret edene kadar
bunları hiç çıkarmayacağına dair yemin etti ve 8 Haziran 1614 tarihinde
Venedik'ten Gran Delfino adlı gemiyle İstanbul'un yolunu tuttu.[26]
Min-ez-zaman
Avrupalı seyyahlar Müslüman
ülkesinde insanların zamanı saatlerle ve millerle değil, günlerle
hesapladıklarına şaşarlar. Doğu'da gün değil, konaklama sayılır. Yollar
menzillerle ölçülür. Devrin şartlarında yolculuklardan örneklere bakalım:
Şirvan'dan İran Şahı Tahmasp'ın başşehri olan Kazvin'e seyahat 28 gün sürmüştü.
Heberer'in kadırgası İstanbul-İskenderiye yolunu 12 günde almıştı. Marsilya'dan
İstanbul'a deniz yolculuğu ise 15 ila 20 gün sürüyordu. Ama bu bazen 40 güne
çıkabilirdi. 1706'da bahtsız bir yolcu İskenderiye-Trablusgarp yolunu tam 34
günde almıştı.[27] 1580'li yılların ortalarında, Salih
Özbaran'ın tahminiyle, kazalar dışında Hürmüz'den Halep'e 60 günden daha az,
Venedik'ten Hürmüz'e ise aşağı yukarı dört aylık bir zamanda gidileceği var
sayılıyordu. 1580'de Portekiz'in mesajlarını Venedik ile Hindistan arasında
taşımak için anlaşma yapan Venedikli Altano şirketi, adamlarından Halep'ten
Hürmüz'e kırk günden daha kısa bir zamanda gitmelerini istemişti. Kırk günü
aşarsa her gün için bir duka kesilecekti. Lizbon'dan Hindistan'a karayoluyla
gönderilen mesajların altı aydan daha kısa bir zamanda, yani Ümit Burnu'ndan
dolaşarak mümkün olacağından daha kısa bir sürede ulaşması demekti.[28] Hacılar ise 200 millik Halep-Şam
yolunu 10 günde alıyorlardı. Bu yol boyunca bulunan kervansaraylar arasında,
1000 yolcunun hayvanları ve eşyalarıyla birlikte konaklayabildiği kadar büyük
olanları vardı.
Seyahatnamelerin gücü
Thévenot kendisini yollarda
bulmasının sebebini açıklarken seyahatnamelerin gücünü şu sözlerle aktarıyordu:
"Güzel şeylere eğilim duymayacak, seyahatnamelerin öğrettikleri güzel
şeylerden etkilenmeyecek hiç kimse yoktur." Ayrıca "dünyanın her
bölümünde karşılaşılan seyyahların kabarık sayısı" ve "yirmi yıldır
basılan güzel seyahatnamelerin miktarı"nı da vurguluyordu. Evlerinden
hayali yolculuğa çıkanların tek şansı olan bu seyahatnameler diğer taraftan
cebi biraz para ve yüreği de cesaretle dolu olanlara ilk teşviki sağlıyordu.
Şöyle devam ediyordu Thévenot: "Aklıma seyahat fikrini ilk sokan da bu
güzel seyahatnameler olmuştu ve 1652 yılında seyahate çıkmamı engelleyebilecek
kadar önemli bir işim de bulunmadığından, bu kitapların uyandırdıkları heyecana
ve duygulara kendimi bırakıp merakımı gidermeye karar verdim."[29] Fransız seyyah İngiltere, Hollanda,
Almanya, Napoli derken Roma'da Levant konusunda bilgili birisiyle karşılaşınca
yeni yolculuğunun istikameti de çizilmiş olur. Cività Vecchia'dan bir
kadırgayla yola çıkar, Malta'da Levant konusunda derin bilgi sahibi olduğu için
birlikte seyahat etmeyi pek arzuladığı Mösyö d'Herbelot'yu tam beş ay bekler.
Seyyahların yazdıklarından dönemin çoksatanları
arasına giren kitaplar doğuyordu. York şehri başpiskopusu George Sandys'in
1610'da Yunan topraklarında yaptığı gezinin ürünü olan Relation of a Journey
(Bir Seyahatin Anlatısı) XVII. yüzyılda tam dokuz baskı yapmıştı.[30] İslam topraklarından geçen Avrupalı
seyyahların kaleme aldıkları satırlar, bu dönemin portresinin çıkarılması
açısından birinci dereceden önemli ayrıntılar sunar. Çok çeşitli amaçlara
hizmet eden bu geziler, Ottavio Sapienza, Diego Galán, Selene Benedetto,
Ramberti, Favolio, Contarini ve o dönemde Osmanlı şehirlerinden geçen daha pek
çok şahsın bıraktığı eserlerde ölümsüzleşir ve birbirinden farklı özellikler
taşıyarak seyahatname türünün oluşmasında da büyük rol oynarlar. Dursteler,
incelediği bu dönemde yazılan 449 seyahatnamenin yüzde yirmisinin Venedikliler
tarafından yazıldığını beyan eder.[31] Gerçekten de, ticaret, diplomatik
görev, hac, seyahat, casusluk ya da ne sebeple olursa olsun Venedikliler
kendilerini Doğu'nun büyülü şehrine atmak için her fırsatı
değerlendirmişlerdir.
İngiliz din adamı William Biddulp
soğuk sulardan Akdeniz'e inmiş ve bu sıcak şehirlerde sekiz yıldan fazla kalmıştı.
Halep'te Protestan vaiz olarak görev almış, Kudüs'te bulunmuş, İstanbul'da
diplomatlar arasına karışmıştı.[32] Maceralarını topladığı Travels
adlı eseri ilk defa 1609'da basıldı. Sadece üç yıl sonra ikinci baskısı
yapıldı! Lakin kendini ifşa etmek yerine bu satırların içinde adını hiç
geçirmemeyi tercih etti. Akıl almayacak bir şekilde "Teophilus
Lavender" adıyla bambaşka bir kimlikle ortaya çıkıp kitabın da kendi isteği
dışında basıldığını iddia etti. Bir din adamına yakışacak bir ad olan Teophilus'u,
yani "Tanrıperest"i seçmişti.
Tedbiri elden bırakmadan...
Ortaçağ'da olduğu gibi Yeniçağ'da da
seyahat hep macerayla eşanlamlı olmuştu. Anselmo Adorno 1468 yılında Cenova'dan
Hac yolcuğuna çıkmadan uzun zaman önce arkadaşlarına gemi yolculuğu, gemi
tipleri, fırtınalar, olası korsan saldırılarıyla ilgili sorular sormaya
başlamıştı bile.[33] Hele hele korsanların cirit attığı
Akdeniz sularında seyahat söz konusuysa, seyyahın korkusu doğal olarak ikiye
katlanıyordu. En sağlıklı çözümlerden biri, insanoğlunun çok uzun zaman önce,
farklı coğrafyalarda aynı sıralarda keşfettiği şekilde kalabalık gruplar
halinde hareket etmekti: Konvoy, kervan, vs. Yolculukların en pahalısı doğal
olarak kara yolculuğuydu. Bütün yolculuklar arasında ise belki en güvenli ve
kısmen rahat olanı nehir yolculuklarıydı. Albert Dürer'in 1520'de Nürnberg'den
Anvers'e yaptığı yolculuk bunlara örnektir.
Ayrıca seyyah her daim tetikte,
tedbirli olmalıydı. Fynes Moryson handa kalan bir yolcunun şöyle uykuya dalması
gerektiğini söyler: kılıcı yanı başında, para kesesi yastığın altında. (Osmanlı
topraklarında silah taşınmamasını söyleyen de ta kendisi olduğuna göre,
imparatorluk toprakları dışındaki yolculuktan bahsediyor olmalıdır.) Ayrıca bu
para kesesi insanın sabah ilk ihtiyacı olan şeyle –çorap bağı gibi–
sarılmalıdır ki, yolcu onu orada unutmasın.
Venedik başta olmak üzere liman
şehirlerinden gemiyle yola çıkacaklara ise ziftten ve düşmekten kurtulmak için
geminin orta taraflarında bir yer seçmeleri ve böylelikle "beyinlerini ve
midelerini mutedil" tutmaları öneriliyordu. İşi şansa bırakmamak için
hacının yanına alması gereken şeyler de belirtilmişti: bir varil su, bir varil
şarap, peksimet, ekmek, peynir. Böylelikle eğer kaptan size "azıcık ekmek,
azıcık şarap ve pis kokulu su verirse" tedbiriniz sizi kurtarıyordu.
Joseph Hall ise seyahatlerin somut
tehlikelerinden ziyade, soyut tehlikelerini gündeme getirir.[34] Hall'a göre insan ahlakını
bozabilecek her türlü tehlikeden uzak durmak gerekir. Genel kanı gençlerin,
henüz olgunluğa erişmemiş kişilerin seyahat etmemelerinden yanadır. Ne de olsa
bu toy şahıslar gördükleri dünyayı özümseyebilecek yaşta olmadıkları gibi, bazı
yanlış etkilere kapılıp yoldan sapabilirler.
Doğu yolcularının hayatları üzerine
bahis:
Ya dönemezsem?
Ben Jonson'un kurgu kahramanı
Puntarvolo'ya kulak verelim: "Seyahate çıkmaya niyetlendim. İstanbul'daki
Türk'ün sarayından karım ve köpeğimle birlikte dönüşümde bire beş verilmek
üzere beş bin pound koyuyorum."[35] Elizabeth dönemi İngilteresi'nde
söz konusu olan çok ilginç bir seyyah geleneğidir bu. Yolcu, yola çıkmadan önce
bir miktar para koyar. Orada bulunanlar ve bu bahse –buna bir bahis denebilirse
eğer– katılanlar, dönüşünde kendisine belirlenen oranda para verirler.[36] Parası iki ila beş katına
çıkabilir. Eğer yolcu dönmeyecek olursa, koyduğu para bu kişiler tarafından
paylaşılır. Bu bir bahis, bir şans oyunu olarak görülebileceği gibi o dönem için
hayli tehlikeli sayılabilecek bir seyahatten sapasağlam dönen bir dostun mevcut
parasını birkaç katına katlayarak onu ödüllendirmek, bu şekilde onun dönüşünü
kutlamak için verilen bir hediye olarak da görülebilir. Zaten beş kuruşsuz
dönen yolcu için bu hem bir kutlama, hem avuntu, hem de yeniden maddi olarak
kendine gelebilmek için bir başlangıç vesilesi sayılabilir. Belirtmeyi
unutmamak gerekir ki bu Levant'a giden seyyahlara mahsus bir gelenektir.
Fynes Moryson, Levant'tan döndüğünde
koyduğu para bire üç oranında katlanmıştır. Öte yandan, Henry Moryson bu kadar
şanslı olamamıştır. İstanbul üzerinden Kudüs'e gitmek için yola çıkarken
dönüşünde 12 bin pound olarak ödenmek üzere 4 bin pound koymuştur. Ancak bu
yolculukta hayatını kaybetmiş ve para bu riski üzerlerine alan arkadaşlarına
kalmıştır.[37]
Eğer bir yolcu bir kış günü
Balkanlar'da...
1624'te yayımlanan Baron des Hayes
de Courmenin'in Voiage du Levant (Doğu Gezisi) adlı eserinde Avrupa'dan
İstanbul'a giden dört rota kıyaslanır. Deniz yolu en ucuzu, ancak en
tehlikelisidir: fırtınalar, kayalık sahiller, korsanlar. Tuna yolu en uzunu,
ama en rahatıdır. İtalya'ya gidip buradan Yunan toprakları üzerinden gelmenin
avantajı ise seyahatin büyük bir kısmını Hıristiyan topraklarında yapmış
olmaktır. Diğer bir yol ise Ancona ya da Bari'den Adriyatik üzerinden Split'e
ya da Ragusa'ya geçmek ve karadan devam etmektir. Engebeli, ama korunaklı bir
yoldur, çünkü her zaman silahlı koruması olan bir kervana katılma şansı vardır.[38]
Ragusa Osmanlılarla dostane
ilişkileri sayesinde, İstanbul'a yapılacak yolculukların önemli bir durağı
haline gelmişti. Daha sonra Osmanlı'ya esir düşen Benedetto Ramberti'nin de
yolu Ragusa'dan geçmişti.[39] Aynı şekilde Bonsignori de
İstanbul'a gelirken Ragusa yolunu kullanmıştır.[40] Bu durum XVI. yüzyıl boyunca
değişmemiştir. Farklı görevler üstlenen pek çok yolcu, sultanın başkentine bu
şehir üzerinden gitmeyi tercih etmişti: Favolio (1545-46), Du Frense-Canaye
(1573), Ranzo (1575-76), Contarini (1580-1583), Bernardo (1591) ve daha pek
çokları.[41]
Tavernier Ragusa'dan Ancona'ya her
hafta birçok barça kalktığını yazar. Ancak Venedik'ten Ragusa'ya kalkan tekne
sayısı bundan çok daha azdır. Ragusa'dan Draç'a deniz yoluyla gelinir, buradan
da kara yoluyla devam edilir. Sonra da Elbasan, Manastır, Sofya, Filibe, Edirne
ve Silivri üzerinden İstanbul'a gelinir.[42] 14 Ocak 1573'te bir Ragusa gemisine
binerek yola çıkan Fresne Canaye'nin Levant Seyahatnamesi Balkanlar'ı
geçmeye Ragusa'dan başlayan bir yolcunun klasik duraklarını anlatır.[43]
Tavernier İstanbul'a giden yollar
üzerine de yorum yapar. İstanbul-Viyana karayolundan daha az yeğlenen, ama daha
meşakkatsiz ve tehlikesiz bir rota olarak Venedik üzerinden Ancona'ya giden
yolu gösterir. Burada Marsilya ve Livorno'dan gemiye binilince karşılaşılan
Mağripli korsanlar yoktur, ayrıca imparatordan alınacak izne de gerek kalmaz.[44] Osmanlıların Körfez adını verdiği
Adriyatik Denizi'ni "korsanların hiç girmediği körfez" olarak
tanımlar. Tavernier, Marsilya ya da Livorno'dan gelen yol kullanılacak ve
Akdeniz'de cesur bir seyahat yapılacaksa, bunun için ilkbaharda ve sonbaharda
Livorno'ya uğrayan İngiliz ya da Hollanda donanmasından birinin geçişini
beklemek gerektiğini belirtir. Yolcu eğer donanmanın kalkmasını beklemek
istemiyorsa, "kıyıdan uzaklaşmadan ve her gece uyumak için karaya
çıkarak" Livorno-Napoli-Messina arasında çektiri ile yolculuk edebilir.[45]
Ragusa üzerinden İstanbul'a gelen
Hıristiyanların en meşhurlarından biri Gracia Mendes'tir. Venedik'te kaldığı
süre içinde Ragusa'yla yapılan yazışmalarda "Beatrice de Luna" ismini
kullanacaktı. Hatta İstanbul'a doğru yola çıkarken bu soyadını kullanmaya devam
edecekti.[46] Mendes uzun bir süre Ragusa'da
kalarak bu şehrin sunduğu özgürlüklerden yararlanmış, ticari hayatına başarıyla
devam etmişti.
Adam Werner ise Avrupa'nın
doğusundan ziyade Doğu'nun Osmanlı toprakları olan Balkanlar'dan geçerken büyük
kentler, köyler ve konakladıkları yerler dışında bazen iki-üç ay boyunca doğru
dürüst ev ve köy görmediklerinden dert yanar. Özellikle Sırbistan ve
Bulgaristan'da "Hıristiyanlar için ne bir kilise, ne de bir din görevlisi
mevcut"tur, "insanlar, ibadetlerini, dualarını tahtadan yapılmış
basit bir haçın karşısına geçerek yerine getiriyor" der. Dağlarda yer yer
böyle bir haçın dikilmiş olduğunu görürler.[47] Arnavutlar ise "hiç disipline
gelmeyen kaba saba insanlar" olarak Balkanlar'da yol tepenlerin korkulu
rüyalarından olurlar.[48]
Yolu Balkanlar'dan geçen sayısız
insandan biri olan Lippomano'nun hikâyesine göz atalım.[49] İstanbul'da Venedik elçisi olarak
bulunan Girolamo Lippomano büyük bir ihanetle suçlanmış ve On'lar Meclisi (Consiglio
dei Dieci) tarafından gıyaben ölüme mahkûm edilmişti. Daha önce İstanbul'da
elçi olan Senatör Lorenzo Bernardo (1584-1587) da bu cezanın yerine getirilmesi
vazifesiyle İstanbul'a gönderilir. 26 Nisan 1591 yılında Venedik'ten gemiyle
yola çıkar. Arnavutluk'a vardığında görevin gizliliğini korumak amacıyla çok az
kullanılan bir rotayı takip eder. Sonunda Lippomano yakalanıp Venedik'e
götürülmek üzere gemiye bindirilir. Anlatısının sonunda geminin Lido'ya
varmasıyla Lippomano'nun nasıl denize atlayıp boğulduğunu anlatır.
Ayrıntılardan anlaşılan, Venedik
elçilerinin de Osmanlı'ya bağlı topraklarda seyahat ederken geçtikleri
sancakların beylerinden bir tavsiye mektubu/izin belgesi almak zorunda
olduklarıdır. Diğer seyahatnamelerde gördüğümüz gibi, yolculara yol boyunca
rehber ve koruma sıfatıyla atlı yeniçeriler de eşlik ederler. Pek tabii ücret
mukabilinde! Dragoman Spinelli de bu yolculuğa çağrılır. Sekiz adet de
tahtırevan hamalı görevlendirilir, çünkü yolun büyük bir kısmı "geleneksel
olarak" bu şekilde alınacaktır.
Spinelli kendisine gönderilen
gemiyle Kotor'dan Dubrovnik'e gelir. Yolda kendisine eşlik edecek yeniçeri
bulamayınca bir kervan lideri bulur, İstanbul'a kadar götürmek üzere her biri
950 akçeden 36 at kiralar. Yolda kendilerine Slav dilinde tercümanlık edecek
olan Pitkovic de katılır.
Lezha'da bir kervansarayda
konaklarlar. Bernardo'nun tanımına göre "rahat olmayan ve kötü
durumda" bir yerdir burası. Genel olarak Osmanlı sınırları içinde seyahat
eden seyyahlar kervansarayda üç günlük konaklama için ücret alınmamasını
şaşkınlıkla karşılarlar. Lakin bu metinlerde ortak olarak ön plana çıkarılan
hoşnutsuzluk, bu mekânların rahatsızlığıyla ilgilidir. Manastır'daki
kervansaray için de "atlar için iyi, ancak insanlar için değil" der.
Polonyalı Simeon, Boğdan sınırları
içindeki Kalas'ta Tuna'yı görür ve onu "deniz kadar büyük, korkunç ve
süratli akan" bir nehir olarak tanımlar.[50] Balkanlar, adı üzerinde, hayli
dağlık bir coğrafya olduğu için yolcuların korkulu rüyalarındandır. Balkan
yollarında, Polonyalı Simeon'un tabiriyle "iki dağ arası dar ve taşlık
olduğundan pek çok zor geçit" bulunur.[51] "Yol o kadar sarptır ki araba
binbir müşkülatla" ilerleyebiliyordur.[52]
Kervansaraylar...
Şövalye romansları okumaktan beyni
sulanan Don Quijote ilk macerasına atıldığında, kaldığı handan ayrılırken hancı
kendisine yanında para olup olmadığını sorar. Kahramanımız da yanında metelik
olmadığını söyler, ne de olsa okuduğu kitaplarda gezginci şövalyelerin
yanlarında para taşıdıklarını görmemiştir: "İşte bunda
yanılıyorsunuz" der hancı, "kitaplarda bu konuda hiç laf yoktur,
çünkü yazarlar para ve yedek çamaşır gibi pek gerekli şeyleri taşımaktan söz
etmeyi gereksiz saymışlardır."[53] Başka bir paragrafta yine ısrarla
konaklama ücretini isteyerek, şövalye romanslarında geceleri şatolarda geçiren
şövalyelerin hikâyelerini zihninde taze tutan Don Quijote'yi bir kez daha bu
masal dünyasından çıkarmaya çalışır: "Sayın şövalye, benim bütün
istediğim, hanımda geçirdiğiniz gecenin masrafını ödemenizdir: yani,
hayvanlarınız için ot ve arpa, sizin için de yemek ve yatak parası."[54]
Biz gözlerimizi Doğu'ya çevirelim.
Bakalım Osmanlı İmparatorluğu'nun yoldan geçenleri üç gün bedavadan ağırlayan
kervansarayları Avrupalı seyyahı nasıl hayrete düşürüyor. Kervansarayları
taştan manastırlar gibi geleneksel hayır kurumları olarak algılayan Batılı
seyyahlar buralarda sadece Müslümanların değil, farklı dinlerden yolcuların da
ağırlanmasına şaşırırlar. Gezginlerin defterlerine düştükleri bu notlar onların
yolculukları boyunca çok çeşitli kervansaraylarda kaldıklarını gösterir: konforlu,
konforsuz, kötü yemekler sunan, ziyafet veren, temiz, pis...
Batılı damaklar çoğu zaman
karşılığında para istenmeyen yemek servisinden memnun kalmazlar. Oysaki bu
mekânlar çoğu zaman et bile sunarlar. Tavernier de bu müşkülpesent
yolculardandır. "Asya'da ne düzenli barınaklar ne de yolcuları barındırma
ve onlara iyi bakma kaygısı güden hancılar bulunuyor. En iyi barınağınız
–özellikle de Türkiye'de– taşıdığınız çadırdır, hancılarınız ise iyi kentlerden
satın aldığınız yiyeceklerle yemeğinizi hazırlayan hizmetkârlarınızdır"
diyerek hoşnutsuzluğunu dile getirir.[55] Ona göre İran'daki kervansaraylar
Türkiye'dekilere oranla sayıca daha fazla ve daha rahattır.
Portekizli Nicolau de Orta Rebelo da
XVII. yüzyılın başında yaptığı seyahat sonrasında İran'daki kervansarayları
öven notlar bırakmıştı. Şiraz'daki kervansaraylar "mükemmel düzenlenmiş,
ferah odalarıyla, gelip geçen yolculardan ziyade soylulara yaraşır bir malikâne
gibiydi. Geniş ve hoş bir iç avlusu olan yapı, manastır yatakhanelerini
hatırlatan dört köşe bir şekle sahip; ortasında bir çeşmesi var, çeşme
hayvanların içeri girmesini önleyen, güzel tuğlalarla örülü bir duvarla
çevrilmiş" diyecekti.[56] Bu mekânlar insan çeşitliliğiyle de
dikkate değerdi: İranlılar, Araplar, Türkler, Hindistanlılar, Venedikliler,
Yunanlılar, Ermeniler, Macarlar, Yahudiler ve Portekizliler...
Bu gezi defterlerinde yaşayan
tasvirler de çok çeşitlidir. Adam Werner kaldığı kervansaraylardan birini,
ortada bulunan geniş alanda yüklerin indirilip bekletildiği bir yer olarak
tasvir etmiş, bu alanın çevresinin ise üç ayak yüksekliğinde ve dört ayak
genişliğinde bir setten oluşan duvarla kuşatıldığını yazmıştır.[57] Duvarın alt tarafına ise halkalarla
hayvanlar bağlanır.
Canaye hiç hazzetmemiştir bu tip bir
konaklamadan. "Bu yerler büyük bir ahırdan başka bir şey değil, çünkü insanlar
ve atlar burada birlikte yatıyor. Ne var ki, atlar yerde yiyorlar; çevredeyse,
biraz daha yüksekte, yemek pişirmek için ocakların bulunduğu koridorlar var;
herkes efendice kendi eşyalarını yerleştiriyor ve bir yatağı olan burada rahat
ediyor; yatağı yoksa döşemenin üstüne uzanıyor, çünkü bu kervansaraylarda
herhangi bir konfor aramak yersiz."[58] Bu binaları "pis ve
rahatsız", ayrıca "bakımsız" bulmuştur.
İstanbul'dan Edirne'ye kadar uzanan
yolda bahçeler, serviler, çeşmeler, nefis sular bulunan menzillerde günde iki
defa pilav, yahni, zerde ve iki fodula ekmeğinden ibaret yemek çıktığını
Polonyalı Simeon'dan öğreniyoruz. "Kervan bin kişilik de olsa buralarda
konaklar ve herkes, hayvanlar da dahil olmak üzere yer, içer, istirahat eder,
istediği vakit hamamda yıkanır ve sonra yoluna devam eder."[59]
Yolcu umduğunu değil...
Schweigger de az müşkülpesent
değildir. Niş yolu üzerinde Sipahiköy adlı bir yerleşim yerinde halk o kadar
fakirdir ki, akşam yemeği için tuz bile veremezler. Bütün köyün altını üstüne
getirdikten sonra ihtiyaçları olan tuzu güçlükle sağlarlar.[60] Doğu'ya seyahat yapan
kahramanlarımız arasında tuzun yokluğunu dile getiren çok azdır. Ne de olsa
suyun, ekmeğin zor bulunduğu ıssız yollarda tuzun yokluğu söz konusu bile
olamaz.
Ginny adlı İngiliz gemisinin rahibi
Teonge 4 Şubat 1676'da gemideki akşam yemeği mönüsünü şöyle kaydetmişti:
"Harika bir pişmiş puding, enfes bir domuz budu, karnabahar, domuz
paçasından hazırlanmış enfes bir yemek, iki fırın domuz, hindi, domuz kellesi
rostosu, ördek, şamfıstığı, hurma ve sağlam bir şarap stoku."[61] Teonge bu dönemde seyahat edenlerin
arasında en şanslılarından sayılırdı. Ne de olsa bunlar değil yolcuların sefil
sofralarını, şölen masalarını süsleyen yiyeceklerdi. Bir yolcu açlıktan ölmeden
gideceği yere varırsa haline şükretmeliydi.
1573'ün Ağustos ayı sonunda
Marsilya'dan Trablusşam'a doğru yola çıkan gemide Krafft ve yol arkadaşları
yanlarına "domuz pastırması, hindili börek ve güzel pişirilip hazırlanmış
nefis şeyler, özellikle kaliteli, kuvvetli iki damacana şarap ve üzüm
sirkesi" alırlar. "Birçok faydalı ilacı" da unutmazlar.[62] Yolculuğun başında doğal olarak
stoklar sağlamdır, her şeyden önce de yolcunun yeme alışkanlıklarına aykırı
olmayan yiyecekler bulunur. Krafft "sığır eti, canlı koyun, tavuk,
yumurta, salamura balık, peksimet, şarap, su ve diğer günlük gıdaları" da
sayar.[63] Lakin azıklar tükendikçe, yolcular
midelerini şenlendirmek yerine açlıklarını bastıracak yiyeceklere talim
ederler.
Anthony Jenkinson 1557'de Moskova
Kumpanyası adlı şirketle Rusya'ya gitmekte olan gemilerden birine biner ve
seyahati başlar. Astrahan şehrinde analarının babalarının çocukları yok
pahasına sattıklarını, beş on kuruşluk bir ekmek somunu mukabilinde bir kız ya
da oğlan verdiklerini söyler. Sözlerine şöyle son verir: "Fakat bizim o
zaman yiyeceğe böyle bir ticaret eşyasından daha fazla ihtiyacımız vardı."[64] Jenkinson hükümdarın huzuruna
çıkar, geçiş izni ister. Timur Han kendisine iyi muamele eder, bir mektup bir
de at vermekle kalmaz, ona et ve kımızla bir ziyafet çeker. Lakin bundan sonra
büyük belalar onları bekler. Susuzluk içinde çölleri geçerler, yolda açlıktan
develerini ve atlarını kesip yerler.[65]
Canaye kervansaraylarda din ayrımı
yapılmadan herkese üç gün boyunca bulgur pilavı, birkaç parça haşlanmış et ve
dört ekmek verildiğini söyler.[66] Buralarda verilen yemekleri
beğenmeyenlerin alternatifleri ise yiyeceklerini yanlarında bulundurmalarıdır.
"Çünkü bütün Türkiye'de bir tek lokanta bulamazlar" diyerek sızlanır
Werner.[67] Fynes Moryson ise 1596 yılında
Yunan adalarından İstanbul'a vardığı yolculuğunun Kiklad adaları ayağında büyük
tehlikeler atlatmış, soğan, sarmısak ve balık bazlı diyetiyle açlıktan ölmekten
kurtulmuştu.
Seyyahlar için hayat her daim
sürprizlerle doludur. Fransız ticaret sitesinin (fondaco) önünde geceyi
geçirmeleri gerektiğinde kafileden Lutz şakadan yiyecek istediğinde beklenmedik
bir sürpriz sepetiyle karşılaşır: "İpe bağlı bir sepetle yanan bir mum,
ekmek ve şarap, kızartılmış bir kekliği küçük bir masa örtüsüne sarılmış
olarak" pencereden aşağı sarkıtırlar.[68]
Şarapsız yolculuk, susuz ağaç...
Hıristiyan bir yolcunun yoldaki en
büyük ihtiyacı ekmek ve şaraptır. Pek tabii bu sadece şarap ve ekmeğin takdis
ayini için değildir. Ekmek-şarap-zeytinyağı üzerine kurulan ve sofra
alışkanlıklarından asla vazgeçmeyen Akdeniz toplumları için bu öyle büyük bir
ihtiyaç olmalıdır ki, seyyahların yolculuk defterlerine düştükleri notlarda
yolculuk boyunca şarap ve ekmek bulamama korkusu sık sık gündeme getirilmiştir.
Bernardo da aynı şekilde "satın alınabilecek şarap ve ekmek"
olmadığından dert yanar.
Bugün de sadece Ortodoks papazların
bulunduğu, yüzyıllardır içeri dişi hayvanların bile alınmadığı Aynaroz'dan
geçen başka bir seyyah, Belon (1547) bu minik yarımadada yaşayan keşişlerin
bağlar, zeytin ağaçları, incir ağaçları, soğan ve baklagil yetiştirip oradan
geçen balıkçılarla ürünlerini değiş tokuş yaptıklarını söyler. Bernardo ise
(1591) Makedonya, Langada ve Vassilaki'de keşişlerin çok güzel ekmek ve şarap
yapıp sattıklarını yazar.[69] Manastırlar yolcunun şarap
susuzluğunu giderme konusunda garantili noktalardır. Krafft ve yol arkadaşları
1574 Nisan'ında Lübnan'da manastırlarda kalırlar, keşişler tarafından dostça
ağırlanırlar. Keşişlerin beklentilerinin ötesindeki cömertlikleri karşısında
söyleyecek sözleri yoktur: "Hemen hararetimizi söndürmek için güzel, sarı,
pahalı, son derece lezzetli bir şarap getirdiklerinde buna hayret ettik."[70] Krafft şaraba büyük yer ayırır:
"Şarap o kadar kuvvetli ve nefisti. Bize bir de denememiz için iyi bir
kırmızı şarap verdiler. Fakat sarı olanı daha üstündü. Onu ancak bir bardağın
beşte biri şarap olmak üzere sulandırıp içmemize müsaade vardı. Bununla
birlikte bu karışım yine de nefis ve kuvvetli bir şarap idi."[71]
Şarap çile dolu yolda en büyük
avuntudur. Hepsi de iyi şarabın yolunu tutar, haritasını takip eder gibidirler.
Rålamb "Macaristan'ın en iyi şaraplarını veren Tokay bağlarının bulunduğu
Tokay kasabası"ndan geçer.[72] Eflâk topraklarında da hâlâ acısını
dindirecek kadar şarap bulabilir: "Burası yolcular için pek uygun bir yer
sayılmaz, çünkü günlerce yol alındığı halde tek bir köye rastlanmayabiliyor.
Olsa olsa, ikişer mil arayla, saman kaplı bir kulübede parası karşılığında
istediği kadar şarap bulabilir, ama yiyeceğini kendisinin taşıması
gerekir."[73]
Tebdirli seyyahlar şarap bulmakta
güçlük çekeceklerini bildikleri için önceden tedarik çalışmalarına başlarlar.
Canaye, "şişe şişe şarap" almayı ihmal etmez.[74] Yoksa şerbete talim etmek zorunda
kalırlar. "Şarap yerine, porselen kaplar içine konmuş çok tatlı ve güzel
kokulu bir şerbet içtik" diye avunur aynı seyyah.[75]
Werner ve yol arkadaşları ise
İstanbul'a giderken Balkanlar'da aynı dertten mustarip olurlar. Dragoman'dan
sonra buralarda üç gün boyunca hiç şarap içemezler. Küçük köylerde şarap
bulabilmekle birlikte, bunlar o bölgenin âdeti olarak keçi derisinden
tulumlarda saklandığından ya da ateşe yakın yerlerde bulundurulduğundan çok
ekşimiştir ve içilemeyecek haldedir. Onun yerine erimiş kar suyuyla idare
ederler. Belgrad'dan İstanbul'a kadar hiç iyi şarap bulamazlar. "Hepsi
kırmızı ile beyaz şarap arası tatsız bir sudan" başka bir şey değildir.[76] Yolda Hıristiyanlara ellerindeki koyun,
sığır, tavuk, özellikle de şarabı vermeleri konusunda baskı yapılır. Güzellikle
alınamayınca zora başvurulur. Hıristiyanlar ürettikleri şarabı çok gizli
yerlerde veya duvara örülü mahzenlerde saklamaktadır.[77] Alınanların karşılığında Türk
elçinin uygun gördüğü bir miktar para verilir.
Geç kalmış tüccar-seyyahlar:
Hollandalılar
Hollandalıların misyonerlikten uzak,
sadece ticarete yoğunlaşmış bir millet olarak bilinmeleri sayesinde Asya
topraklarında diğer milletlerden çok daha büyük bir rahatlık ve özgürlükle
hareket ettikleri görülür. Asya'nın öteki ucunda, yabancı korkusu içinde
yaşayan Japonya bile topraklarına kimsecikleri sokmadığı bu dönemde
Hollandalıların girmesinde bir beis görmez. Hollandalılar Osmanlı topraklarına
İngilizlerden sonra gelmişlerdir. Düşman Portekizlilerden çok sonra ise
Kızıldeniz ve Hint sularındaki İstanbul'a bağlı topraklarda ticari faaliyetler
göstermeye başlamışlardır. Hollandalılar Portekizliler gibi buralarda kalıcı
bir varlık sürdürmek yerine, sadece ticarete yoğunlaşmışlardır. Daha içerideki
topraklar söz konusu olduğunda da San'a Paşalığı'ndan öte gitmemiş, Arabistan
topraklarını da sadece ticari amaçlarla ziyaret etmişlerdir. Haçlılar gibi davranan,
çoğu zaman misyonerler barındıran Portekizlilerden farklıdırlar. Ne Haçlı ruhu
taşımışlar, ne de misyonerlik kaygısı gütmüşlerdir.[78] Bu topraklarda yeni ticari yollar
açma hayali beslememiş, var olanlar üzerinde ticaret yapmışlardır.
Bu topraklara ilk gelen
Hollandalılardan olan Pieter van der Broecke bu maceralarını eserinde
ölümsüzleştirmiştir. Arabistan'a gidecek ilk gemi 1615'te yola çıkar. Pieter
van der Broecke kaptan seçilir. 2 Ağustos'ta Malindi'den yola çıkan gemi 26
Ağustos'ta Aden sahillerine varır. Van der Broecke bölge valisine bir adamını
göndererek ne amaçla geldiklerini anlatır. Vali de onları karşılaması için aynı
adamı bolca balık ve besili koyunlarla geri gönderir.[79] Genel olarak Hollandalı tüccarlar
bu bölgede ciddi şekilde onurlandırılırlar. Hilat giydirilir, yedirilip
içirilirler. Broecke, Ziraja'da paşanın kâtibi tarafından ağırlanır. Ziyafette
erkek karaca, tavşan, keklikler, bıldırcın, hamur işi içinde güvercinler,
fırınlanmış etler, her türlü meyve, tatlı ve bademezmesinin yanı sıra kırmızı
şarap da vardır.[80] Broecke adamlarını Mokka'da bırakıp
ilerlemek istediğini belirtince paşa buna izin vermez. "Yavaş yavaş
peygamberlerinin gömülü olduğu Mekke'ye yaklaşmamızdan korkuyorlardı"
yorumunda bulunur.[81]
Mekke Avrupalıların girmesine izin
verilmeyen bir şehirdi. Bunu ilk başaranlar arasında Ludovico di Varthema
vardı. Bu seyahati 1503 yılında yapmıştı. Ondan önce Portekizli Pêro da Covilhã
ise 1490 yılından önce orada uzun süre bulunmuştu. 1471'de Uzun Hasan'a
gönderilen Venedik elçisi Catarin Zen ise Şam'da ölmeden önce Basra, Mekke ve
İran'a seyahatler yapan Messer Dragon Zen'in oğluydu.[82]
1502'de yollara düşen Bolognalı
Ludovico Varthema da Venedik'ten yola çıkmıştı. Kısa bir süre Mısır'da
kaldıktan sonra Suriye'ye geçmiş ve burada Arapça öğrenmişti. Ludovico o
dönemde kimseciklerin cesaret edemeyeceği bir delilik yapmış, Müslüman kıyafetleriyle
hac kervanına katılmıştı. Kendisi Mekke'ye ulaşabilen ilk Avrupalı olarak
biliniyordu.[83] Üstelik bununla da yetinmemiş,
camilerde yapılan tüm ibadetlere katılmıştı. Varthema buradan Cidde'ye geçmiş,
oradan da Müslüman ticaret gemileriyle Yemen, Aden, İran, Hindistan ve Hint
takımadalarından da Moluk Adaları'na kadar gitmişti.[84]
Antik şehirler
Seyyahlar çoğu zaman hayal
kırıklığına uğrarlar. Özellikle Antik Yunan edebiyatı ve felsefesi okuyup
başları dönen, o büyülü dünyanın izini sürmek için Türklerin –ve kısmen
Venediklilerin– elinde olan toprakları görme hayaliyle uzun yollar kat eden
Avrupalılar görmek istediklerini göremeden, çoğu zaman da yanlarında rehberleri
de olsa aradıklarını bulamadan geri giderler. Dönerken yanlarına pek de ufak
tefek sayılmayan anı objeleri almayı ihmal etmezler. Yunan dünyası hayaliyle
gelip, başka sürprizlerle karşılaşan seyyahlar zaman zaman yanılsamalar bile
yaşarlar.
Antik şehirleri gezen, buradaki
kalıntıları gören Avrupalı seyyahlarda cüretkâr bir sahiplenme hissi hasıl
olur. Bunları almayı, gizlice kaçırmayı, hatta çalmak için yardım istemeyi
kendilerine hak gördüklerini alenen beyan ederler. Yedikule yakınlarındaki
Porta Aurea'da bazıları rölyef olarak kullanılan 12 parça mermeri gözüne
kestiren Sir Thomas Roe bunlardan sadece biridir. Niyeti mermerleri
Buckingham'a götürmektir. Gönderdiği bir mektupta şöyle yazar: "Söz
verdimse de beceremeyeceğim, çünkü tam eski kapının önünde duruyorlar."
Pek tabii padişahın korkusundan mermerleri "çalmayı teklif etmeye"
korkar. Bunları güzel güzel istemek de "imkânsızdır." Bulduğu çözüm
şudur: Yolsuzluk yapabilecek din adamlarını bu işe katıp bunların dine karşı
olduğuna inandırmak, onları özel bir yere getirtmek, olay unutulmaya
başlandıktan sonra da buradan aldırmak.[85]
Polonyalı Simeon da hac yolcuğu esnasında
kendine düşen payı almıştır. Ama parasıyla!
İzmir harabelerinde hafriyat yaparak
çıkardıkları güzel heykelleri kendi memleketlerine nakletmişlerdir. Bugün de
eski eserler bulunmaktadır; fakat Türkler çıkardıkları heykellerin yüz ve
azalarını tahrip ederler. Çok pahalıya satın aldığım sert beyaz taştan yapılmış
ve Rodos Heykeli kadar büyük bir heykeli Paris'e gönderdiğimde, onun çok önemli
bir şey olduğunu öğrendim.[86]
İşte böyle savunur kendini Simeon.
Türklerin Antik kentlerdeki sanat eserlerini tahrip ettikleri pek çok seyyahın
ortak kanısıdır. Kimileri bunların doğrudan tahrip edildiğini belirtir,
kimileri de yeni eserlerde devşirildiklerini kabul ederler. George Sandys,
Türklerin Troya harabelerini günbegün azalttığını, çünkü "paşaların büyük
binalarını süslemek için buradan İstanbul'a sütunlar ve taşlar
taşıdıklarını" üzüntüyle kaydeder.[87] William Lithgow da Yunan
topraklarını görüp hayal kırıklığına uğrayanlardandır. Çünkü Antik Yunan yazar
ve filozoflarının yazdıklarına dair hiçbir şey kalmadığını, "Türklerin ve
zamanın Antikçağ'ın bütün anıtlarını tahrif ettiğini" görmüştü.[88] Zante'den gemiyle Girit'e, oradan
da Kıbrıs'ta Paphos'a gelen Anthony Sherley de burada tarihi eserlerin
"barbar Türkler ve zaman tarafından harap edildiğini" söyler. Diğer
bir taraftan Sandys'ten iki asır önce, 1435-39 yılları arasında iş ve elçilik
göreviyle Akdeniz'i geçen İspanyol Pero Tafur, Anadolu'da Türklerin antik
uygarlıktan kalan eserlere değer verdiklerini, hiçbir şeyi harap etmedikleri,
ama evlerini bu eserlere dayayarak yaptıklarını belirtir.[89]
1609'da İskoç William Lithgow Painefull
Peregrinations (Çileli Hac Yolculukları) olarak isimlendirdiği, tam on
dokuz yıl süren yolcuğuna başlayacaktı. Bir Türk gemisinin saldırısına uğramış,
Arcadia'da açlıktan bitap düşmüş, kötü rehberlerin eline düştüğü için Mora
Yarımadası'nda gezdiği antik şehirlerde ne gördüğünü anlamamıştı.[90]
Aşk acısıyla yollara düşen Pietro
della Valle, Mısır'da belki de uzun yolculuğunun en heyecan verici anlarını
yaşamış, çok değerli parçalar bulmuştur. Mısır'da piramitleri gören Pietro
hayranlığını "Belon az bile söylemiş" diyerek belirtir ve şunları
ekler: "Benim İtalya'dan, Roma'dan geldiğimi ekleyecek olursam, bunun
gerçekliğini kabul edebilirsiniz."[91] Ve içine girip de Belon'un tasvir
ettiği koridordan yürüyünce şaşkınlığının daha da arttığını söyler.
Karanlık çökünce, köylülerden biri
Pietro'nun yanındaki tercümanı çağırır, kulağına çok güzel bir mumyası
olduğunu, eğer isterlerse onu kendilerine gösterebileceğini söyler. Bunu diğer
köylülerin bilmesini istemediği açıktır. Pietro çok heyecanlanır ve yanına çevirmeni
Tommaso'yu da alıp köylü ve beraberindeki bir iki akrabasıyla birlikte
karanlıkta yola çıkarlar. Birkaç kilometre yol yürürler. Sonunda kazılmış bir
kuyunun yanına gelirler. Adam bu kuyuları iki üç gün önce keşfettiğini söyler.
Kumun altında sakladığı bir mumyayı çıkartır. Çok iyi korunmuş ve süslenmiş bir
mumyadır bu. Pietro gerçekten bilgili bir İtalyan'dır: "Güzel ve
zarif" bulduğu bu mumyanın bitüm (bitumen) adlı bir kimyasalla
muhafaza edildiğini söyler.[92]
Maceraperest bir Portekizli
Portekizli Gregorio da Quadra'nın
Kuzey Afrika'yı geçerek Medine'ye, oradan da Irak'a yaptığı seyahat de az
heyecanlı değildir. Cizvit tarikatından Pedro Paez ile Antonio de Montserrat Hadamut'tan
Marib ve oradan da San'a'ya gitmişlerdir.[93] Da Quadra 1509 Ağustosu'nda bir
gemiyle Malindi'den yola çıkmış ve Afrika'ya geçmiştir. Mogadişu'ya varmışlar
ve gece demir atacaklarken geminin palamarı kopmuştur. Herkes uykudadır, akıntı
gemiyi sürükler ve mürettebat uyandığında nerede olduğunu bile anlayamaz.[94] Zeila'ya vardıklarında esir
düşerler. Zaten pek çok esiri olan Aden Kralı Emir Abdulvahab'a hediye olarak
gönderilirler. Da Quadra burada Arapça öğrenir ve arkadaşlarıyla birlikte
renkli başlıklar yaparak hayatta kalır. Birkaç yıl sonra Aden kralının komşusu
hükümdar Şerif Ebu Muhammed Numay'a yenilmesiyle Da Quadra ve diğer beş
Portekizli esir serbest bırakılır.
Macera tam da burada başlar. Da
Quadra dini bütün bir Müslüman taklidi yaparak yeni kralına Medine'ye kadar
eşlik eder. Şam'dan gelen kervan oradan ayrıldıktan iki gün sonra şehre
varırlar. Da Quadra, Hz. Muhammed'in torunlarının türbelerini ziyaret etme
bahanesiyle kervanı yakalamak istediğini söyler ve kendisine sadece izin değil,
yemek ve para da verilir. Kervanı yakalamayı başaramaz ve çölün ortasında
açlıktan ve sıcaktan bitap düşer, sersefil olur. Sonunda Tanrı'nın günahlarını
affetmesi için diz çökerek ona yalvarır. Sonra kum tepelerinin üzerinde
devesiyle birlikte bir adam görür. Biraz yaklaşınca bunun aradığı kervanın bir
parçası olduğunu anlar. Kendisine çok iyi davranırlar: Pek tabii saygın bir
mümin olduğunu sandıkları için! Kervan onu Babil'e, yani Batılıların
karıştırdıkları şekliyle Bağdat'a götürür, oradan da Basra ve Hürmüz'e geçer.[95] Burada Dom Garcia Coutinho onu
şefkatle karşılar, onurlandırır ve Hindistan'a geçiş izni verir. Yeniden
Portekiz'ine kavuştuğunda yıl 1520'dir. Yani tam 11 yıl geçmiştir!
Da Quadra'nın bu çılgın yolculuğunun
sonunda ülkesine döndüğünde Portekiz Kralı Manoel'i nasıl etkilemeyi başardığını
Goes kaydeder. Gördüklerini, duyduklarıyla birleştirerek –her seyyah gibi–
anlattığı renkli hikâyeler Manoel'i o kadar etkiler ki onu Kongo'ya elçi olarak
gönderir. Etiyopya, Nil, Kongo üzerine anlattıkları kralı büyülemiş olmalıdır.
Kralın niyeti kendisini Kongo üzerinden karadan Etiyopya'ya ulaştırmaktır.
Lakin Kongo kralı karadan daha fazla ilerlemesine izin vermez ve onu Portekiz'e
geri gönderir. Da Quadra bir Kapuçin rahibi olarak ölür.[96]
Hz. Muhammed'in mucizevi mezarı
1432'de Şam'da bulunan Burgonyalı
Broquière kendisine bir Bulgar dönme tarafından verilen bilgiyi okuruna aktarır
ve Hz. Muhammed'in Mekke'de gömülü olduğunu, doğruluğundan şüphelenmeden
nakleder. Hıristiyanlar genel olarak İslam'ın peygamberinin Mekke'de
defnedildiğini sanmaktadırlar. William Biddulp da aynı yanılgıya düşen
Batılılar sınıfına dahildir. Hacıların Mekke'de Hz. Muhammed'in mezarını görmek
için yola koyulduklarını yazar.[97] Barros, Couto, Castanheda, Correa
bu hataya düşen sayısız Avrupalıdan sadece birkaçıdır.
1481-83 yıllarında Filistin'de
bulunan keşiş Felix Fabri bu mezara dair verdiği bilgilerle bu efsaneyi bir
adım ileri götürür. Naklettiğine göre Hz. Muhammed'in tabutunun havada ilahi
bir güç tarafından asılı tutulduğu doğru değildir, çünkü tabut tepede mıknatıs
taşlarıyla tutturulmuş bir şekilde, tonozlu çatı arasına asılıdır. Dini bütün
olmayan Hıristiyanların bu sözde mucizevi olay karşısında şaşkınlığa düşüp
İslam'a geçtiklerini kaydeder. Anlatısı burada da bitmez. Güya maalesef ilahi
intikam devreye girmiş ve 1480 yılında bir yangın ve gökten yağan taşlarla bu
tapınak "yeryüzünden silinmiş ve cehennemi boylamıştır."
"Böylece Sarazenler hem kutsal emanetlerinden, hem de sahte
peygamberlerinin naaşından olmuşlardır."[98] Fabri'nin bu hikâyesi ilgi çekmiş
olmalı ki, 1507 yılında Levant'a gelen Martin Baumgarten bu "mucizevi
ceza"nın tarihini 1470 olarak göstererek tekrar eder.
Elizabeth devri yazar ve şairleri bu
Ortaçağ anlatılarından beslenmişlerdir. Marlowe "Mekke tapınağının
tepesinde asılı" olan bu tabuttan bahseder. Goa'da altı yıl geçiren Hollandalı
Linschoten de Hz. Muhammed'in havada asılı duran tabutunu anlatır. O da pek çok
çağdaşı gibi mezarın Mekke'de olduğunu söyleyip yanlış bilgi verir. Thévenot da
Türklerin bundan bahsedildiğinde nasıl güldüklerini anlatıp aynı düşünceyi
paylaşır: "Hz. Muhammed'in mezarının duvarları mıknatısla kaplı bir odada
bulunduğu ve demirden yapılmış sandukanın onu her yönden çeken mıknatısların
marifetiyle havada durduğu şeklinde zihinlerde yer etmiş uydurmanın ise nereden
çıktığını anlamış değilim."[99]
Henry Smith ise saldırgan ve kınayan
vaazında Hz. Muhammed'e dair Ortaçağ halk inanışlarını yeniden canlandırarak
İslam'ın peygamberinin gübre içinde öldüğünü, naaşının leş gibi kokana kadar 30
gün saklandığını söyler.[100] İnanışın devamı şöyledir: Hz.
Muhammed'in yoldaşları, onun yeniden dirilmesi konusunda umutsuzluğa düşerek
onu bir çelik tabutun içine defnederler, Mekke'deki "meşhur tapınağa"
getirirler, tapınağın tepesine çok dayanıklı mıknatıs taşları yerleştirirler,
bu çelik tabutu havaya kaldırırlar ve orada asılı kalır.[101] Bu inanış Avrupa'da XI. yüzyıla
kadar etkisini sürdürür.
1510 yılında Goa üssünü kuran
Portekizli Amiral Afonso de Albuquerque, daha sonra Malakka'yı fetheder,
Endonezya ve Çin'e giden yolu açar. 1515 yılında ölmeden önce Arap rakiplerini
saf dışı etmek için bir plan önerir. Plan, Azor Adaları'nda (Os açores)
şekerkamışı plantasyonunda çalışan, kazma konusunda becerikli işçileri getirip
Nil'i Kızıldeniz'e akıtmaktır. Bu hırslı planın akıbeti Don ve Volga'yı
birleştirme projesininkinden öte gitmez. Ama Albuquerque'nin diğer planı
gerçekten yukarıda saydığımız efsanelerden etkilenmiş olsa gerek: Hz.
Muhammed'in naaşını Mekke'den çalıp karşılığında Kudüs'e özgürlük verilmesini
istemek![102] Bu bittabi Nil'i Kızıldeniz'le
birleştirmekten de daha çılgın bir hayaldir! Ama aynı ortak saplantıyı
gösterir.
Doğu'nun tüccarları
1620'lerde Isfahan'ı ziyaret eden
Sir Thomas Herbert buradaki 200 bin kişilik nüfusun bir kısmını oluşturan
yabancı tüccarları sayarken şu milletleri sıralar: İngiliz, Hollandalı,
Portekizli, Lehler, Ruslar, Hintliler, Araplar, Ermeniler, Gürcüler, Türkler ve
Yahudiler.[103] Coryate ise Halep için "Doğu
dünyasının gerçek ticaret merkezi" diyordu. Türkler, Rumlar, Ermeniler ve
Yahudilerin yanı sıra Venedikli, Fransız, İngiliz ve Hollandalı tüccarlar
vardı. Bu şehrin kozmopolitliğinin en gerçek örneği Hıristiyanların ata
binebilmesiydi. Bu da sultanın şehirlerinde gerçek bir ayrıcalık sayılırdı.[104] XVII. yüzyılda ise İzmir Halep'in
yerini almaya başlayacaktı. Coryate'e göre Şam da yeryüzünde bir cennetti.
Gölgeli sokaklarda bin tane kanaldan pırıl pırıl suların aktığı, sınırsız ve
lezzetli meyvelerin çok ucuza satıldığı bir kentti.
Levant Company (Levant Şirketi) 1581
yılında kurulmuştu. Amacı Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ticaret yapmak
olmakla birlikte, İngilizlerin o dönem en büyük düşmanları olan İspanyollara
karşı Türklerle yakınlaşmak da hedefleniyordu. İngiliz tüccarların Akdeniz
sularında maceraları bitmek bilmiyordu. Büyük tehlikeler atlatıyorlardı. Kuzey
Afrika korsanları her yıl ortalama bir düzine İngiliz tüccar gemisi ele
geçiriyordu. Onlar için hayatın diğer zorlukları arasında düzenli bir evlilik
hayatının imkânsızlığı da vardı. Bu durumda onlar da yerli kadınlarla
evleniyorlardı.[105] Türkler veba önlemleri
almıyorlardı, ortam malaryanın yayılmasına uygundu. Ayrıca sultanın elçilere
nasıl davrandığını bilmeyen yoktu. Pietro della Valle 4 Eylül 1615 tarihli
mektubunda vebanın sona erdiğini yazıyordu. Her gün üç bin kişinin öldüğünü ve
hâlâ da insanların ölmeye devam ettiğini ekliyordu. Verdiği rakamlara göre son
iki ayda ve üç haftada 120.000 Türk, 2.000 Yahudi ve 18.000 de Hıristiyan
ölmüştü.[106] Galata'da kaldığı odalar dışında
vebanın girmediği bir yer olmadığını iddia ediyordu.
Roma'da Romalılar gibi
Sağduyu sahibi olan her seyyah İslam
topraklarında "nazik" konulara dikkat etmek zorunda olduğunun
bilincindeydi. Hasbelkader yola çıkmak, Müslümanların ihtimam gösterdiği
noktaları es geçmek ya da bu konuda bilgisiz olmak acı deneyimlere kapı
açabiliyordu. Bu yüzden de Roma'da, Romalılar gibi davranmak gerekiyordu.
Krafft'ın şansı yaver gitmişti. Huzuruna çıktıkları bey hayli anlayışlıydı ve
kendilerine bir Avrupalının ihtiyacı olan şeyleri getirtmişti. "Kaptanımız
Türk âdetlerini kısmen bildiği için, ayakkabılarını çıkarıp halının ucuna kumandanın
karşısına oturdu" diyordu. "Fakat Dr. Rauwolf ile ben, halının
berisinde, getirilen iskemlelerde oturduk."[107] Huzurdan ayrılırken ise ince
seremoni ayrıntılarına dikkat etmişlerdi: "Üçümüz tekrar şapkalarımızı
usulümüze göre giyip, oradaki âdet gereğince başlarımızı eğip, sağ elimizi
göğsümüze koyarak, birkaç adım geri gittik, sonra yolumuza koyulmak üzere
döndük."[108]
2
Hacılar
Nantes yakınlarındaki
Saint-Sébastien dolaylarından gelen altı hacı düşman korkusundan gece bir
bahçede lahanalar ve marullar arasına saklanırlar. Bu zavallı hacılar gecenin
bir yarısı salata yapmaya kalkışan Gargantua'nın salatasına karışıp zeytinyağı,
sirke ve tuzla birlikte onun dünyayı alan karanlık midesini boylayıverirler.[109] Rabelais'nin uçsuz bucaksız hayal
gücüyle bunu yazarken hacıların başlarına gelen felaketlere bir gönderme yapıp
yapmadığını bilemesek de, Tanrı katında saygın bir yer kazanmak isteyen
Hıristiyan hacıların, bu kurgu kahramanı hacılardan daha da büyük badireler
atlattıklarını iddia edebiliriz.
Ortaçağ'dan itibaren hac hep revaçta
bir sevap şekli olmuştu. Kuzey Avrupa'nın aziz tapınak yerleri, İspanya'nın
kuzeydoğusundaki Santiago de Compostela ve pek tabii Roma da kutsal varış
noktası olarak baki kalmıştı. Dönemin İtalyan kronikleri her yıl 200.000
hacının Roma'ya ayak bastığını yazıyordu. Aynı yıl binlerce hacı vebadan ve
izdihamdan telef olmuştu.[110] Bütün bunların yanı sıra en cazip
hac mekânı şüphesiz Kutsal Topraklar olmaya devam edecekti. Papa II. Silvester'in
mahşer vaazının da bu çılgın insan kalabalığında birinci dereceden rolü vardı.
Hâlâ en sağlam endüljanslar Kitabı Mukaddes'te adı geçen topraklarda
alınıyordu.
Ortaçağ'da yollara dökülen hacılar
doğal olarak tüm diğer yolculardan sayıca fazlaydı. Yolcunun başına gelebilecek
sayısız felaketten bazıları soyguncular, hacı kılığındaki hırsızlar, şehvet
peşinde koşanlar, kadınların kötü yola düşmesi, kötü hava şartları ve
hastalıklardı.[111] Hacı bir kez yemin edip yola çıksa
da, yolda başına gelen felaketler yüzünden pişmanlık duyacak olursa bu işi
serfine ya da borçlusuna devredebilirdi.[112] Hac seyahati uzun mesafeli ve çıkar
gözetilmeyen yolculuklar sınıfına giriyordu. Peki Hıristiyanlar için zorunlu
olmayan bu hac ziyaretini yapanlar neden bu tehlikeli yolculuğu göze alıp
yollara düşüyorlardı? Üstelik en büyük korkularına ev sahipliği yapan İslam
topraklarına ayak basarak. Fynes Moryson okurlarına "günahlarından arınmak
ya da sevap kazanmak için değil sadece gıpta ve meraktan gittiğini", ancak
Kutsal Topraklar'a vardığında içine bir Tanrı korkusu düştüğünü söyler.[113] Moryson bu badire dolu yolculuğa
gözü kapalı atılanlar arasında yer alır. Bu işe maceraperest ruhu tarafından
itilen sayılı insandan biri olmalıydı. Hıristiyanların büyük bir kısmı Kutsal
Topraklar'a hâlâ uhrevi sebeplerle gidiyordu. Cizvit tarikatının kurucusu
Ignacio de Loyola da hac seyahati yapmıştı.[114]
Kaleme alınan kutsal adımlar
Bu meşakkatli ve macera dolu
yolculuğu kolaylaştıracak, hacılara yol gösterecek rehberler mevcuttu. Hacılara
bu yolculuk boyunca uymaları gereken kurallar, dikkate almaları gereken
tavsiyeler sunan anlatılar bir edebi türe dönüşmüştü. Wynken de Worde'ün 1498
yılında yayımladığı Informacon for pylgrymes unto the holy londe (Kutsal
Topraklara Giden Hacılara Bilgiler) bunlardan biridir ve hacıları bekleyen kötü
şartlarla almaları gereken tedbirler konusunda onları uyarır.[115] 1517'de basılan Infomacon for
pylgrymes (Hacılar İçin Bilgiler) ise pusuda bekleyen Türk kadırgaları ve
fustaları konusunda ısrarlı hatırlatmalarda bulunur. 1458 ve 1462 yılında
yaptığı hac ziyaretlerinde edindiği deneyimleri bir rehber kitap halinde sunan
William Wey'in Itineraries'i daha sonra anonim yazarlarca kopyalanmış ve
bundan başka rehber eserler türetilmişti.[116] 1392 yılında Guines kale dizdarı ve
sonradan da Bordeaux belediye başkanı olacak Sir Thomas de Swynburne,
İskenderiye, Sina, Gaza ve Hebron yoluyla Kudüs'e gitmiş ve Şam ve Beyrut
üzerinden dönmüştü.[117] Yol arkadaşı William Wey bu
yolcuğuna ilişkin notları geride bırakmıştı. 1517'de hac seyahatini yapan
Mulberton in Norfolk Papazı Sir Richard Torkington da hac deneyimini kaleme
alanlardandı. Henry Timberlake'in True and Strange Discourse of the Travels
of two English Pilgrims (İki İngiliz Hacının Seyahatlerinin Doğru ve Garip
Anlatısı) adlı hac anlatısı 1603 yılında basılmış, 1700 yılına dek uzanan
sürede tam 7 baskı yapmıştı.[118] William Lithgow da Painefull
Peregrinations (Çileli Hac Yolculukları) adlı eserinin giriş kısmına
"Pilgrim's Mourning Ditty" (Hacının Matem Mânisi) adlı bir şiir
koymuştur.[119]
1600'lerin başlarında William
Biddulph ve Gulielmus Biddulph tarafından İstanbul, Halep ve Kudüs'ten yazılan
dört mektuptan ibaret olan bir gezi güncesi Türkler, Mağripliler, Araplar,
Rumlar, Ermeniler ve bu bölgede yaşayan diğer milletlerin tasvirlerini ihtiva
eder.[120] Protestan bir rahip olan William
Biddulph Levant Company tarafından Halep'te görevlendirilen ilk din
görevlilerindendir. Kutsal Topraklar'da uzun bir seyahat yapmasına rağmen kendisinin
bir hacı olmadığını iddia eder. 1529'da Kutsal Topraklar'daki dört manastırda
görevli bulunan papazlardan görevi devralmak için yola çıkanlardan biri olan
keşiş Antonio de Aranda da 1533'te yaşadıklarını kaleme almıştır.[121]
Yola çıkmadan önce
1480 yılında Kutsal Topraklar'a
gitmek üzere yola çıkan Milanolu Santo Brasca, seyyahın yanında iki çanta
taşıdığını söyler: Birisi sabırla, diğeri 200 Venedik dukasıyla doludur.[122] Başka bir yolcu da gemiye biner
binmez kaptanla dostluk kurulması gerektiğini, böylelikle iyi bir yerde
yolculuk edebileceğini, sıcaktan ve pis kokudan yolculuğu zorlaştıran güverte
altında gitmekten kurtulacağını söyler.
Bir hacının bu yolda yanına alması
gerekenler nelerdir? Uyku şilteleri, peksimet, şarap, zeytinyağı, sirke, tuz ve
mum... Sirke pek tabii yemekleri şenlendirmek için değil içilmesi mümkün
olmayan suları biraz daha hijyenik hale getirerek içilebilmesini sağlamak için
alınmaktadır. Çölde mutlaka ama mutlaka içecek su taşınmalıdır. Bu yolcukta
bunlara ilaveten neler taşınması gerektiğini bu rehberlerden öğreniriz.
"İçine eşyalarınızı koymak için bir sandık almalısınız" der tecrübeli
hacı rehber kitabında. "Ekmek, peynir, kazan, kızartma tavası, kuştüyü
yatak, şilte, yastık, iki çift çarşaf, yorgan (Yatak takımını Venedik'teki San
Marco Meydanı arkasındaki bir adamdan tanesini üç dukaya alın, dönüşte bir
buçuk dukaya satarsınız), bir torba tavuk yemi, en az altı tavuğa yetecek
büyüklükte bir kafes..."
Ayrıca, kadırgada güvertenin üst
tarafında havadar bir yer seçmek gerekir. Limanda ise kavun ve benzer
meyvelerden sakınmak. Çünkü hazmı kolay değildir ve vücuttaki dolaşıma iyi
gelmez. "Yafa'da yeterince su ve şarap ikmali yapın, diğer hacılardan
hızlı koşup en iyi katırı kapın (hepsi aynı fiyattır), bıçağınıza sahip olun,
çünkü Sarazenler sizi kandırıp aldatmaya çalışacaktır" diye de uyarmayı unutmaz.[123]
Seigneur de Villamont'un 1589
yılında çıktığı yolculuğun kayıtları da Yeniçağ'da bir hacının akıl defteri
niteliğini taşır. Villamont da yola Venedik'ten çıkan bütün diğer hacılar gibi
Venedik'te gemi beklerken bu muhteşem şehri gezme fırsatı bulmuştur.
Trablusşam'a giden bir gemi bulmuş ve kaptanla fiyat konusunda anlaşmıştır.
Kaptanın masasında yemek yenecek olursa, –ki kendisi bunun için ayda 49 libra
ödemiştir– bunun et, balık, pirinç, peksimet ve yarı yarıya su katılmış şaraba
ortak olunacağı anlamına geldiğini ondan öğreniyoruz. Yolda hasta olup kusma
halinde önerisi ise zencefil gibi mideyi rahatlatan besinlerdir. Kaptanın
masasındaki yemeklerin ağır gelmesi ihtimalini göze alarak yolcunun yanında
"bir kilo şeker, 2-2,5 kilogram Şam kuru üzümü, 2,5-3 kilogram büyük erik
ve Venedik'te bulunabilecek diğer meyvelerden" alması gerektiğini
belirtir.[124] Yolcunun yanına bir varil de şarap
alması gerekir, böylelikle sabahları peksimetle birkaç yudum içebilir. Ayrıca
bir varil su da alınmalıdır, çünkü gemide verilen su herkese eşit oranda
dağıtıldığı için, zaman zaman yetersiz gelebilir.
Villamont'a göre geminin en güzel
yeri pupadır ve kaptanla önceden konuşularak burada oturulabilir. Pek tabii
daha önceden onun masasında yemek yemek üzere gereken parayı verdiyseniz!
Burası, rüzgâr her yönden esse de yağmur almaz. Üstelik burada geminin korkunç
kokusundan ve sizi rahatsız eden insan kalabalığından da uzak kalma lüksüne
sahip olursunuz. Eğer bir fırtına çıkıp da gemi sallanacak olursa, hemen
geminin ortasına geçilmesi gerekir, nitekim burada sallantı nispeten az
olduğundan kusma hissi azalır. Ayrıca seyyah yanına bir de Kıbrıs pamuklusundan
mamul bir şilte almalıdır. "Bazı yabancı milletlerin kısa elbiselerden
korktuğunu" hatırlatıp "Türk stili ucuz, uzun bir elbise"
almanın da ihmal edilmemesi gerektiğini belirtir.
Esas tehlike çanları İslam
topraklarındaki çok yaygın olarak bilinmeyen yasakların çiğnenmesiyle çalmaya
başlıyordu. Avrupalı seyyahların dikkat etmesi gereken diğer bir şey de yeşil
giymemekti. Moryson'a İstanbul'da eşlik eden Sir Edward Barton ona bu duruma
dair nahoş bir hikâye anlatmıştı. Bir Hıristiyan "cahilce bir çift yeşil
ayakkabı bağı taktığı için" sopayla dövülmüştü. Biddulph da benzer bir
tecrübeye şahit olmuştu. Cüppesinin altında yeşil külot pantolon giyen bir
adamın pantolonu kesilmiş, o da küfretmiş ve dayağı yemişti.
Yolda mütevazı bir görüntü
sergilemek, değerli ve göze takılan eşyalardan sakınmak gerekirdi, çünkü
Villamont'un iddiasına göre "Türkler, Mağripliler ve Araplar bunları alıp
kaçmaya pek meraklılar"dı.[125] Yolculukta yanına fazla iç çamaşırı
aldığını, gemileri basan haşarattan kurtulmanın en iyi yolunun temizlik
olduğunu, denizcilerle ve temizlikten uzak, fakir yolcularla temastan
kaçınılması gerektiğini de vurguluyordu. Villamont ayrıca içinde bulunduğu gemiyi
en ince ayrıntısına dek tasvir etmişti.
Kutsal Topraklar'a çıkan yollar
Arap korsanlarının Akdeniz'de cirit
attığı dönemlerde, özellikle XI. yüzyılın başında Kutsal Topraklar'a giden en
sağlıklı rota, Roma üzerinden Balkanlar'ı geçerek Selanik'e varan yoldu. Bu yol
Roma döneminden beri doğuyla batıyı birleştiren ana arter olan Via Egnatia'dan
geçiyordu. Diğer klasik yol ise Venedik'e gelip gemiye binmekle başlıyordu.
Buradan haziran ayından eylüle kadar Filistin topraklarına düzenli seferler
yapılıyordu. 1227 yılından itibaren Venedik bu hac yoluyla ilgili belli
kurallar getirmeye başlamıştı. Gemiler istiap haddini aşamazdı, kaptan hacıları
nereye isterlerse götürmek zorundaydı, kontratta belirtilmemişse yolda
ticaretle iştigal etmeleri de yasaktı.[126]
Yedi haftalık bir yolculukla İstirya
ve Dalmaçya'yı geçip İyon adalarından geçiyorlar, o zamanlar bir Venedik
toprağı olan Modon'dan başlayarak Mora, Çerigo, Kandiye, Rodos, Kıbrıs üzerinden
Yafa'ya varıyorlardı. Bu topraklardaki kutsal gezi bitince Sina Dağı'nda Azize
Katerina ziyaret ediliyor, oradan da İskenderiye Limanı'ndan Venedik'e
dönülüyordu.[127] İyon Denizi'nde hacı gemilerinin
izledikleri rotanın ilk üç durağı Korfu, Kefalonya ve Zante adaları idi. Mora
Yarımadası'nın güneyindeki Çerigo Girit'e devam eden yol üzerinde önemli bir
duraktı. Buradan Rodos, Anadolu sahilleri, Kıbrıs yoluyla devam ediliyordu. Bundan
başka, bir de kuzeyden, Ege Denizi'nden giden bir deniz yolu vardı.[128] Hırvat topraklarından geçen hacılar
İstirya'dan Ragusa'ya kadar olan bölgedeki kiliseleri geziyor, kutsal
emanetlere bakıyorlardı. Protestan hacılar, diğerlerinden farklı olarak bu
emanetlerle dalga geçiyorlardı.[129]
Ortaçağ'ın son çeyreğinde çok
çeşitli seyahat tipleri mevcut olmasına rağmen hâlâ düzenli bir yolculuk
sistemi yoktu. Tek istisna her sene Venedik'ten tüm hacıları toplayıp Kutsal
Topraklar'a çıkan kadırga idi. Fynes Moryson'un belirttiğine göre
"eskiden" Kutsal Topraklar'a gidecek bir kadırga her sene İsa Peygamber'in
göğe yükseliş gününde Venedik Limanı'ndan yola çıkardı, ama Türklerin sebebiyet
verdiği zararlardan ötürü artık kimse bu yolculuğa cesaret edemiyordu. Hacı
gemisi geleneğinin bırakılmasıyla hacılar tüccar gemilerinde seyahat etmeye
başladılar.
Hacı kadırgasında seyahat etmek,
tüccar kadırgalarında seyahat etmekten çok daha zordu. Ne de olsa hacılar
kadırganın içinde istif halinde yolculuk etmek zorunda kalıyorlardı. Üstelik bu
hacıların çoğu hayatlarında ilk defa deniz yolculuğuna çıkıyorlardı! Gerçekten
de hac yolcuğunda insan kalabalığı içinde yol almak sanıldığı kadar kolay
olmamalıdır. Ulm'lu Dominiken bir papaz olan Felix de Faber bu yolculuğu 1480
ve 1483 yıllarında iki kez gerçekleştirmiştir. Hacıların yedek elbise
taşımamalarından, çok pis koktuklarından; elbiselerinin, saçlarının ve
sakallarının pislikten hastalık taşıyacak hale gelmesinden dert yanıyordu.
Santiago de Compostela'da hac yolculuklarını tamamlayan hacıların, haccın son
durağı olan şehir katedralinde birbirlerinin kötü kokularından bayılmamaları
için yukarıda bahsettiğimiz, Kilise'nin bulduğu harika çözümü hatırlayalım:
tepede asılı olan ve iki yana sallandıkça içindeki tütsüyü etrafa yayan devasa
bir şişe!
Bu gemiler çoğu zaman Nuh'un
Gemisi'ni andırıyordu. İçinde her dinden, her milleten yolcu oluyordu ve ister
istemez kaynaşarak gitmek durumunda kalıyorlardı. 1470 yılında Cenova'ya ait
bir gemide Kutsal Topraklar'a giden bir Hıristiyan hacı beraberlerinde kadınlı
erkekli yüz Mağriplinin, zeytinyağı tüccarlarının, Mekke'ye giden Müslüman hacıların
ve Yahudilerin seyahat ettiğini yazıyordu.[130] Bu gemide haftada üç dini gün
vardı: Hıristiyanlar için pazar, Yahudiler için cumartesi, Müslümanlar için
cuma.
Hac yolunda binbir tehlike
Hacılar, sıradan yolcuların başına
gelebilecek her türlü felakete uğrayabilirlerdi. 1494 yılında Venedik üzerinden
hac yolculuğuna çıkan Pietro Casola, arkadaşı Fra Francesco ile birlikte
Heraklion'da San Francesco Manastırı'nda bir doğal felaketle karşı karşıya
kalır. Manastır çatır çatır çatlar, kirişlerin yerlerinden çıktığı görülür.
Bütün keşişler "Misericordia" (merhamet) çığlıkları atarlar. Deprem
hacıları öyle çok korkutur ki hepsi gerisingeri kadırgalara dönerek orada
uyumaya karar verirler. Öncekinden daha sert bir kadeh içki daha yuvarlayıp
olanları unutmaya çalışırlar.[131]
7 Mayıs 1470'te Cenovalı Anselmo
Adorno, oğlu ve beş arkadaşıyla birlikte Kutsal Topraklar'a gitmek için
"düşman Türklere ve korsanlara" karşı koymak üzere silahlarla
donatılmış ve 110 kişilik mürettebatı olan yaklaşık 700 tonluk bir gemiyle yola
çıkmıştı.[132] Yüksekliği, ağırlığı, silah
donanımı, geniş mürettebatı ile ele geçirilmesi pek zor görünen bu geminin
yolcusu olan hacıları başka bir sürpriz bekliyordu. Sardinya'da bu devasa gemi
Alguer Limanı'na giremediği için hacılar şalupalarla sahile taşınmışlardı.
Hacılar yeniden gemiye dönmek için beklerlerken korsanlar peşlerine düşmüş ve
yollarını kesmişlerdi. Cenovalı kaptan onlara silahlı 80 kişiyle birlikte iki
küçük gemi göndermiş ve toplarla saldırıya geçmelerini emretmişti. Bu
bombardıman ve trompetlerin sesleriyle gemiye ulaşmayı başarmışlar ve bu
korsanlardan kıl payı kurtulmuşlardı.[133]
William Biddulph ve beraberindekiler
de denizde heyecanlı saatler yaşamışlardı. Kiklad adaları açıklarında bir fırtınaya
tutulmuşlardı. Beceriksiz denizcilerin kurbanı olmalarına ramak kalmıştı. Tek
çare kaptanın daha önce Kudüs'ten getirdiği kutsal emanetlerin yardımıyla
fırtınayı durdurmaya çalışmak olacaktı. Biddulph'un deyimiyle "batıl
papacılar" için ağlamak, elleri göklere kaldırıp yalvarmaktan gayrı bir
çare kalmamıştı. Kaptan bu arada durmadan kitap okuyup "şeytani
işlerle" ilgilendiği için, fırtınanın çıkmasına sebep olduğunu iddia
ettiği doktoru suçlamıştı. Tam gemiciler bu durumdan kurtulmak için onu denize
atmaya karar verdiklerinde fırtına dinmişti.[134] Biddulph ayrıca eğer kurtulacak
olurlarsa kilise için geminin direği kadar bir mum alacağını vaat eden başka
bir kaptandan da bahsetmişti.
Hac seyahatinden memleketine
dönerken Akdeniz sularında korsanların eline düşenler de vardı. 1730 yılında
Trablusgarplı bir korsanın eline düşen Juan del Santísimo Sacramento bunlardan
biriydi. İçinde kendisinden başka 100 kişinin daha inlediği bir zindana
atılmıştı. "O zindanda iniltilerden başka bir şey duyulmuyordu. Kimileri
özgürlük için ağlıyor, kimileri vatan için. Ama hepsi de kendilerini bir türlü
kurtarmayan akrabaları ve arkadaşlarının umarsızlığından dert yanıyordu."[135]
Karada maceraya devam
Hacılar gemi yolculuğunun sonunda
sapasağlam karaya indiklerinde ne yapıyorlardı? Bugün bile pek değişmeden
varlığını sürdüren bir geleneği takip ederek kendilerini yere atıp toprağı
öpüyorlardı. Henry Moryson da kendini heyecan içinde yere atanlardandı. Hatta
öyle bir şevkle atmıştı ki kendini yere, duruma şahit olan Fynes Moryson
güncesinde "burnu kan içinde kaldı" notunu düşmek zorunda kalmıştı.
Ayrıca sağ salim karaya ulaşınca doğal olarak uzun uzun dualar edilip ilahiler
okunuyordu.
Karaya ayak basan hacılar için yeni
bir macera ve korku dönemi başlıyordu. Denizin korsanları yerini karanın
eşkıyalarına ve hırsız Bedevilerine bırakıyordu. Bu görev tesliminden sonra
Arapların çalıp çırpma merakı ve açgözlülüğü XI. yüzyıldan beri Batı
kitaplarında ölümsüzleşmişti. "Sarazenler seninle sohbet edip giderler ve
sana güzelce eşlik ederlerse de elinde avucunda ne varsa ellerinden geldiğince
çalıp çırparlar" diye kaydediyordu bir şahit.[136]
Hacılar karadan yollarına kervan ve
konvoy şeklinde hareket edip kendilerini güvence altına alarak devam ederlerdi.
Genel olarak kervan yola çıkmadan önce hacıların isimleri kaydedilirdi. Coryate
İstanbul'dan yola çıkmış ve Halep'te toplanan hac kervanlarından birine
katılmıştı. Paskalya zamanı Kudüs'e varmıştı. Ona göre bu diğer alternatifler
arasında hem en güvenilir, hem de en ucuz yoldu. Diğer iki rota: Kahire'den
Sina Çölü üzerinden varmak ve denizden Yafa üzerinden gitmekti.[137] 1585'e kadar Yafa üzerinden gelen
yol Avrupalılar arasında en revaçta olanıydı. Deniz yolunun tehlikelerle dolu
olması ve Türk otoritelerin beklenmedik haraçları bu yolu zorlu bir hale
getirmişti. Fynes Moryson ve kardeşi Henry İngiltere'den yola çıkmış, hiç de
lüks içinde seyahat etmedikleri halde 500 pound ödemişlerdi. Henry dönüş
yolunda Halep'te ölmemiş olsaydı, bu rakam daha da büyük olurdu şüphesiz.
Kervana Türkler de katılabiliyordu.
Coryate'in katıldığı kervanda Şam'dan Kahire'ye giden tüccarlar vardı. Bu
kervanlara Türk kuvvetleri eşlik ediyordu. İki yıl önce Halep'ten Kudüs'e giden
kervanda kadınlı erkekli 900 Ermeni hacı, 600 Türk tüccar, 100 asker, 6
yeniçeri ve 3 de çavuş vardı.[138] Ama bir Hıristiyan'ın hac ziyareti
yapan Müslümanların kervanına katılması düşünülemez bir şeydi. Mekke
yakınlarında yakalanan birisi bir keresinde diri diri yakılmıştı.[139]
Çöl iklimi Avrupa'dan gelen ve
hararete hiç de alışık olmayan bedenlerin kolay kaldırabileceği şartlar sunmaz.
Hacıların en büyük dertlerinden biri yolda susuz kalmalarıydı. Thévenot çöl
sıcağında, o kızgın rüzgârın altında nefes alabilmek için durmadan ters dönmek
zorunda kalmış, bu sıcağın ağzı yakacak bir hale getirdiği içme suyunu da ancak
akşam serinliği çökünce içebilmiştir. Çöl yerlileri için hiç de zor gelmeyecek
bu yolculuk şartları, ülkelerinden belki de ilk defa çıkan zavallı hacılar için
yıllar sonra uzun uzun anlatılmaya değecek hikâyeler teşkil eder.
Araplardan beteri de vardır: asi
Araplar. Hem insanı soyar, hem esir ederlerdi. Polonyalı Simeon ve
beraberindekiler Ürdün'de iki dağ arasında bir geçitte iki yüz süvariyle
karşılaşırlar. Adam başı iki buçuk kuruş toplanır. "Devletlu kimselerin
müdahalesiyle" fakirler yarımşar kuruş vererek kurtulurlar.[140] Yolda yürüyüşün ağırlığı, yakıcı
sıcak ve susuzluk altı can alır. Biri de yaşlı bir papazdır.
D'Arvieux ise Paskalya'yı Kudüs'te
geçirmeye karar verir. Bu pek tabii yeni bir maceranın başlangıcı demektir.
Önce Akka'ya doğru yola çıkarlar. Bugünkü Port Said'in (Bur Said) olduğu yere
gelmeden bir korsana yakalanırlar. Korsanlar bir ellerinde kılıç, diğer
ellerinde silahla karşılarına çıkarlar. Sandıklara ve el koyulabilecek neyi
varsa el koyarlar. D'Arvieux'nün Türk stili kıyafetleri ve uzun sakalı bu sefer
başına bela olacaktır. Fransız olduğuna inandıramayınca, o da son çare olarak
kurtuluşu sünnetli olmadığını göstermekte bulur! Yanlarında para olmadığına
inanana kadar onları salıvermezler.[141]
İspanyol Rönesansı öncesi
figürlerinden Juan del Encina, müzik, şiir ve tiyatro eserlerinin yanı sıra bir
de döneme ait siyasi düşüncelerini bıraktığı bir kitap içinde bu kutsal
seyahate ait anılarını paylaşmıştır. Klasik hacı seyahatnamesi örneklerinden
biridir bu. Mağripliler olarak adlandırdığı aşikâr bir şekilde yerli
Araplardır. Kendisine Ürdün'e kadar eşlik eden, daha ziyade rehberlik yapan
Arap'ın her Hıristiyan hacıdan bir buçuk duka aldığını beyan eder.[142] Ağustos ayının 19'unda öfke içinde
gemiye binerler, çünkü gemi reisleri kıyıdaki Arapları üstlerine salarak onları
üç marquete daha ödemeye zorlarlar. Hatta bazıları tam üç defa ödemek
zorunda kalmıştır. O ise sadece iki defa ödediğinden, onu kollarından yakalayıp
gemiye sokarlar. Üç marquete'si daha kalıp kalmadığına bakar, olmadığını
anlayana kadar da salmazlar. "Oysaki anlaşma kuralları gereği hiçbir şey ödemek
zorunluluğumuz yoktu" diye dert yanar Encina. Böylelikle Josaphat
(Yehoşafat) Vadisi'nde, Zeytin Dağı'nda, Beytüllahim'de, Beytüllahim yolunda,
Bethanya'da ve diğer pek çok yerde ceplerinden para çıkarmak zorunda kalırlar.
Eşekle gidenlerden 24 maidine (ki 6 marcel, 180 marevedi
eder), yük hayvanı ile gidenlerden 4 marcel alırlar. Encina sürekli
olarak para ödemek zorunda kalmaktan çok "bıktıklarını"nın da altını
çizmeden geçmez.
Kudüs'te Batı Avrupa'dan gelen
hacılar Fransisken manastırında yetkili papaz olan padre guardiano
tarafından karşılanıyordu. Yemek ve konaklama küçük ve sabit bir ücret
karşılığında sağlanıyordu. Rehberlik hizmeti ise bedavaydı ve sadece şehrin
kutsal mekânlarını değil, yakın bölgelerdeki kutsal yerleri de kapsıyordu.
Keşişler bu hizmeti Katolik hükümdarlarla yapılan kutsal mekânların korunmasına
dair anlaşma gereğince veriyorlardı.[143] Timberlake'den ise kraliçesi
Elizabeth'in bu hizmette maddi bir katkıda bulunmadığı gerekçesiyle ücret
alınmıştı.
Halep'te Kudüs hacılarını karşılama
âdeti vardı. Halk, etrafındaki piskopos, vardapet ve papazlarla, oturan
katolikosun elini öptükten sonra, herkes hacıların içinde bulunan dost ve
akrabalarını bulurdu. Sevinçle birbirlerine sarılır, öpüşürlerdi. Rakı, şarap
ve yemekler ikram edilir; yol boyunca bu hep böyle devam ederdi. Yolda
rastladıkları bütün şehir ve köylerdeki Ermeniler "Kudüs hacıları
geliyor" diyerek onları hürmetle karşılar ve hatta ağlarlardı.[144]
Turizm sektörünün atası
Hac belki de erken dönemin ilk
turizm sektörünü yaratan kurumdu. Venedik'te hacılar için hazırlanıp satılan
Yunanca-Latince-İtalyanca-İbranice sözlükler ve konuşma kılavuzları bunun en
canlı göstergesiydi.[145] Hac ziyareti de genel hatlarıyla
turistik bir ziyareti, hatta modern bir turu anımsatıyordu. Bu hacıların –her
ne kadar turizmden ziyade, kutsal ve ruhani bir amaçla gelmiş olsalar da– ilk
turist kafileleri olduklarını iddia etmek yanlış olmaz. Hacıların Kutsal
Topraklar'a varmalarından birkaç gün sonra yerli bir rahip, onları toplayarak
listede tespit edilen mukaddes yerlerde dolaştırıyordu. Modern bir tur rehberi
gibi buraların tarihçesini anlatıp hacılara nasihatler veriyordu.[146] Önceden belirlenen yerlerde
ilahiler okunuyor, rahip bunca zorluğa göğüs gererek bu topraklara kadar
geldikleri, bu kutsal yerleri görme bahtiyarlığına eriştikleri için onları
tebrik ediyordu. Hacılar akşama dek ziyaretlerini yapıp akşam da kaldıkları
yere dönüyorlardı.
Kudüs gerçekten de turistik bir
şehir havasındaydı. Hacılar şehri doldururdu. Özellikle Paskalya'da şehir çok
kalabalık olurdu. Simeon'un orada bulunduğu sene, yani 1617'de, binden fazla
hacı vardı.[147] Hediyelik eşya satıcıları bile
vardı. Hatta Beytüllahim'de yerli halk geçimini hediyelik eşya satarak
sağlıyordu.[148] Paskalya haftası günlerinde Kamame
(Diriliş) Kilisesi'nin meydanında kurulan pazar da bunu doğrulardı.
"Roma'da San Pietro kapısında 'agnus', tespih gibi şeyler satıldığı gibi
burada da kutsal eşya satışı yapılır" der Simeon.[149] John Sanderson fakir bir
Hıristiyan'dan haçlar, pater-noster (Göklerdeki Babamız) duaları,
tespihler almıştı. Söylediğine göre hepsi de Zeytin Dağı ağaçlarından
yapılmıştı.[150] Ayrıca rahibelerden de tığ işi
örtüler almıştı. Moryson bu satılan "hediyelik eşyaların"
ayrıntılarına girer. Aralarında Hz. Âdem'in yaratıldığı çamurdan yapıldığı
iddia edilen haçlar bile vardır! Her adımda kutsal bir mekânın bulunması, bütün
dinler için kutsal olan bir coğrafyanın tam da orta yerinde yer alınması bütün
bu mübalağalı iddiaları çoğaltıyordu.
Farktan doğan kavgalar
Farklı Hıristiyan tarikatları
arasında çıkan anlaşmazlıkların yanı sıra Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında
çıkan kavgalar Kutsal Topraklar'da haccın olmazsa olmazıydı. Müslümanlar
Hıristiyanların kendilerine hayli garip gelen bu ritüellerine her zaman saygı
gösteremiyordu. Ayrıca başka gerginlik de olmuyor değildi. Polonyalı Simeon her
gittikleri ziyaretgâhta Arapların "siz mukaddes yerlere ayak basmaya layık
değilsiniz" diyerek onları izaç ettiklerini, "kefaret vermekle
yakalarını kurtardıklarını" yazıyordu.[151]
Ufak gerginliklerin ciddi
çatışmalara dönüştüğü de oluyordu. Lithgow'un şahitliğine göre 1612'de Doğu
Kilisesi'ne ait 6000 Hıristiyan, İsa Peygamber'in Kudüs'e girişini kutlayan
Söğütlü Pazar gösterilerinde çok fazla gürültü yaparlar.[152] Padre guardiano bir eşek
üzerinde, halkın yükselen bağırış çağırışı arasında şehre girer. Ama gürültü
iyiden iyiye kontrolden çıkınca Müslümanlar onlara sopalarıyla vurmaya
başlarlar. Padre guardiano'yu eşeğinden indirip "gaddarca"
döverler.[153] Müslümanların Hıristiyan hacıların
ayinlerine gülmeleri ve bu düzensizlik anlarında onları sopalarla dövmeleri bu
tür anlatılarda sık sık tekrarlanır.
Paskalya haftası törenlerine
gelince, Siemon ilginç ayrıntılar sunmaya devam eder. Kutsal cuma gününden
sonraki cumartesi, İsa'nın kefenlendiği mahalle inerek cenaze ayini yapılır.
Meşale ve kandillerle birlikte İsa'nın sembolik naaşını sümbül-i rumi, pelesenk
ve diğer nefis kokulu yağlarla takdis ederler. "Günlük ve yağların
rayihası bütün şehri kaplar ve Kamame Kilisesi'nin kapıları önünde biriken halk
baygınlık geçirir. Kokuyu duyan Müslümanlar da "Allah, Allah" diyerek
kilise kapısına koşarlar, birçokları içeri girer ve krallarda bile bulunmayan
bu nefis ve paha biçilmez günlüğe hayran kalırlar."[154]
D'Arvieux'nün hac seyahati ise tam
bir hayal kırıklığıdır. Zeytin Dağı'na çıkması ise kötü anı olarak kalacaktır.
"Tepeden tırnağa üzerinde tek bir ot bitmeyen çorak bir dağ"dır. Sefil
bir şekilde çıkıp inerler. İnişte morali çok bozuktur; "alaylı bir şekilde
tepede bir hazine bulup bulamadıklarını soran Türkler ve Araplar" da
cabasıdır. Ancak iki kadeh şarap içince yeniden konuşmaya başlayabilir.[155]
Protestanlar Kutsal Topraklar'da
Katoliklerin hışımlarına uğruyorlardı. Onlar da Kitabı Mukaddes'te adı geçen
yerleri merak ediyorlardı doğal olarak. Protestan Moryson "En ufak bir
günahımdan bile arınmayı düşünmedim" diyordu. Pek tabii, bunca Katolik
arasında pek de huzur içinde oldukları söylenemezdi. Hatta beş İngiliz'in
Katolik papazlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğüne dair bilgiler bile
mevcuttur.[156] Bu tür anlatılar ruhani amaçla
seyahat eden hacıların yolculuklarının dünyevi kısmını örgütlemek ve onlara
rehberlik etmek amacıyla kaleme alınıyordu.
John Sanderson Kutsal Mezar
Kilisesi'ne "Papacı keşişlerle uzlaşmazlığa düştüğü için" girmemişti.
Ortalığı yıkmasına Rum patriği engel olmuştu.[157] Söğütlü Pazar'da (Palm Sunday) ise
yetkili papaz Lithgow'a "skandal yaratmaktan ve ayinlerimiz ve
geleneklerimizle dalga geçmekten kaçınması" için yalvarmak zorunda
kalmıştır. Lithgow verdiği sözü tutar. Lakin Lithgow zaman zaman kendisine
gülünç ve abartılı gelen bu ayinlere güldüğünü itiraf eder: Üstelik bunu
yaparken yalnız da değildir. Hem diğer Protestanlar, hem de Türkler ona eşlik
ederler.
Polonyalı Simeon
Aslen Kefeli bir Ermeni ailesine
mensup olan Polonyalı Simeon, 1584'te Zamotsa şehrinde doğmuştur.[158] Bir din adamı olduğu seyahatnamesi
boyunca açık bir şekilde görülmektedir. Lemberg'ten yola çıkar ve Eylül 1609'da
İstanbul'a varır. Uzun yolculuklar yapar. Geriye bıraktığı notlarında hac
seyahatinin tüm aşamalarını anlatır. Hacıların girdikleri her kilise ve
gördükleri kutsal mekânlar için para vermek zorunda kalmalarından duydukları
rahatsızlığı dile getirir. "Ziyaret ettiğimiz bütün bu büyük kutsal yerler
için adamına göre rub, para, kuruş ve altın olarak hediyeler vermek
lazımdır" diye yakınır.[159] "Fakir veya zengin, az veya
çok sayıda olsun ne kadar hacı gelirse, bey, subaşı ve şeyhler bundan dolayı
patriğe tebrik haberi gönderirler, o da mukabilinde büyük peşkeşler yollamaya
mecbur olur."[160]
Söz gelimi Kaname (Diriliş)
Kilisesi'nin hac ziyaretine açılması için gereken işlemler zincirine bakalım:
Kudüs Ermeni patriği Baronder, Süleyman mabedinde bulunan şeyhlerin pirine
haber gönderir, büyük şeyh mührü, kadı da anahtarı alarak, subaşı ve kâhya bey
ile beraber gelir ve kiliseyi açarlar.[161] 1617 yılında kiliseye giriş ücreti
olarak erkek ve kadınlardan adam başına üç, papazlardan ikişer altın alınır,
lakin keşiş, piskopos ve bilumum rahipten para alınmaz.[162] Frenklerden ve Lehlerden –reaya
olmadıkları takdirde– dokuzar altın alınır ve karşılığında bir tezkere verilir.
Kapı açılır, herkes tezkeresini göstererek içeri girer. Tezkeresi olmayanlar
dışarıda kalır. Kilise, Paskalya yortusunda ve hacıların kalabalık olduğu
zamanlar açılır; beş altı kişi için açılmaz.[163] Rüşvet pek tabii burada da
geçerlidir. Mesela Simeon ve arkadaşları zaman zaman kapıcıya birer para
bahşiş vererek içeri girerler. Patrik ve beraberindeki ruhaniler cüppelerini
giyerler, hacılar ellerinde mumlar, meşaleler, haçlar, buhurdanlar ve çeşitli
ayin eşyası ile toplanırlar.[164]
Hacılarınki tam bir coşku ve
kendinden geçme halidir. İsa Peygamber'in "hayatbahş kabrinin" olduğu
kısma girince hacılar kendilerini kaybederler. Yere kapanıp ağlayanlar, İsa'nın
kabrini defalarca öpenler, oradan uzaklaşmak istemeyenler, "kabirden neşet
eden nefis kokudan" baygınlık geçirenler... Kimse bu uhrevi mekândan
ayrılmak istemez. Olabildiğince uzun kalmak için ellerinden geleni yaparlar.
Ancak dışarıda, içeriye gitmek için bekleyen bir kalabalık olduğundan kimse
gereğinden fazla vakit geçiremez. Simeon manzarayı şöyle tasvir eder:
"Dışarıda sabırsızlıkla sırasını bekleyen halk, vaktin geç olması üzerine
içeri girerek yaka paça bizi dışarı çıkarmaya gayret ettiler. Üstbaş
yırtıldığı, saç sakal yolunduğu halde, kimse yerinden kımıldamıyordu." Nihayet
yasakçılar gelir ve "Burası yalnız size değil, herkese aittir, dışarı
çıkın ki başkaları da girebilsin" diyerek hacıları sopalarla dışarı
çıkarırlar.[165]
Kayseri'de Simeon'un şehre vardığı
günlerde Hıristiyanlar için bir talihsizlik yaşanır. "Hıristiyan düşmanı
zalim bir kadı" gelir ve kiliselerde mum yakılmasını, düğünlerde davul ve
zurna çalınmasını ve ata binilmesini yasak eder.[166] Zaten İslam din kitaplarında
gayrimüslimlerin sokakta gürültülü ayin yapmaları her zaman yasaktır. Ürdün
yollarında, Simeon ve diğer hacılar satın aldıkları tuzlu ve acı suyu içtikçe
daha çok susarlar, dilleri damakları kurur.[167] Ama Kudüs'te sudan da güzel bir
sıvı vardır tabii: "Bütün şarapları beyaz cinsten olup ucuz olduğu kadar
da keskindir ve susuz içilmez."[168]
Bu hac ziyareti sonunda hacılara bu
kutsal ziyareti sona erdirdiklerini ispatlayabilecekleri bir çeşit sertifika
verilir. Bu sertifika Fransisken manastırının damgasını taşır. Üzerinde İsa
Peygamber ve havarileri vardır. Sertifikanın sahibine ait olduğunu belgelemek
için de bu kâğıtta hacının ayırt edici fiziksel özellikleri not edilir.[169]
Kudüs kimin?
Hıristiyanlar için kutsal olan
toprakların Osmanlı sınırları içinde kalmış olması Avrupa'nın uzun süre
hazmetmekte zorlandığı bir durumdur. İspanya'dan bakıldığında Granada'nın
fethini müteakiben atılması gereken en önemli adımın Kutsal Topraklar'ın fethi
olduğu sık sık gündeme gelir. Genel düşünce Kudüs'ün ele geçmesi için önce
İstanbul'un fethedilmesi gerektiğidir.[170] Katolik hükümdar Fernando'nun
Kudüs'e kadar varıp Beytüllahim'i ele geçireceği inancı yaygındır. XVI. yüzyılın
önemli eserlerinden Tasso'nun Kurtarılmış Kudüs (Gerusalemme Liberata)
adlı nazım eseri de dönemin saplantısını fazlasıyla dile getirir. Şarlken'in
1535 yılında Barbaros karşısındaki galibiyeti aynı şekilde bir sonraki etabın
Kudüs ve İstanbul olması gerektiği savının Kutsal Roma İmparatorluğu içinde
dolaşmasını ve her türlü siyasi, edebi, dini anlatıya girmesini sağlamıştır.
"Kudüs'ün Yeniden Fethi"
olarak literatüre geçen bu arzu, bölgeye giden hacıların dönüşte kaleme
aldıkları seyahatnamelerde kendini gösterir ve sadece hac bölgesi değil,
dönemin Ortadoğusu üzerine Avrupalının bakış açısını ortaya koyar.[171] Juan del Encina'nın satırlarına
bakalım: "Hıristiyan hükümdarlar, haddimi aşarsam beni mazur görsünler,
lakin ben bir Hıristiyan olarak asla bu pagan köpeklerin elinden çektiklerimi
affetmeyeceğim. Sultan, –ya da Büyük Türk– Kudüs'ün yüce gizemlerini, Yahuda
dağını, Bethanya, Beytüllahim, Ürdün, Nasıra'yı elinde bulunduruyor bütün
[Hıristiyan] dini törenler de burada yapılıyor."[172] "Kutsal toprakların diğer
kısmı bu Tanrı düşmanı kâfirlerin, düşmanların, sapkınların, gaddarların
elinde. Gök, yer ve deniz bile bizim bu tembelliğimiz karşısında dehşete düşmüş
durumda. Bu paganların kendileri bile bizim Tanrımıza (peygamberimize) ait olan
bu toprakları ellerinde tuttukları, kimse de kılını bile kıpırdatmadığı ve de
ayaklanmadığı için bizimle alay ediyorlar. (...) Buraları yeniden ele geçirmek
zor iş değil. Müslümanlar fakir insanlar, sefalet içindeler. Pek az bir insan,
(buraya giden hacılar) bile orayı geri alabilir."[173] Juan del Encina'ya göre önemli olan
sadece burayı ele geçirmek de değil, aynı zamanda "elde tutmayı
bilmek"tir.
Genelde nesir olarak kayda geçirilen
bu anlatılar içinde nazım olanları çok nadirdir. Alonso Gómez de Figueroa'nın
1514'te Valencia'da basılan hac seyahatnamesi bu nadir forma örnektir. Türün
klasik bir formatı olarak girişte papaya ve Hıristiyan hükümdarlara seslenilir
ve bu toprakların Türklerin elinden kurtarılması için dua edilir. Figueroa'nın
eserinde nazım olan bu kısım şöyle başlar:
Bize ait olanların
Türk'ün elinde olduğunu hatırlayın.[174]
3
Elçiler
İstanbul'da 7 Şubat 1633 yılında
hayret uyandırıcı başka bir olay cereyan eder. Ragusalı dragoman Vicko
Bratutti'nin diğer elçiler Bobali ve Sorgo ile birlikte, Venedik'in Lokrum,
Molunat ve Sušac Adaları üzerinde hak etme meselesini bir çözüme kavuşturmak
için Osmanlı başkentinde görevli olduğu bir dönemdir. Avusturya'nın
Dersaadet'teki daimi elçisi Rudolf Schmid, Bratutti'yi öğle yemeğine davet
eder. Yemeğin ortasında elçinin hizmetçisi Bratutti'ye bir bardak şarap ikram
eder: Şarap pek tabii zehirlidir. İçmesiyle midesinin tutuşması bir olan
Bratutti, hemen kusmaya başlar. Yardım çağrısına kimsecikler koşmaz. Hatta
zehrin etkisini göstermesi için onu orada daha da uzun süre tutmaya çalışırlar.
Bratutti, kendisini tutması için elçinin çağırdığı bir yeniçeriye karşı savaş
verdikten sonra, kendi hizmetçisinin yardımıyla elçilik konutundan kaçar, kendi
konutuna ulaşır ve panzehirlerle kendini tedavi eder. Elçinin bütün bunları bir
sarhoşluk gibi göstermeye çalışacağından emin olduğu için de on tane şahit çağırarak
zehirlendiğini onaylatır. Günlerce ateşler içinde yatar ve son olarak Fransız
konsolosunun doktoru tarafından tedavi edilir.[175]
Bu vaka bu alevli dönemde diplomatik
bir görevle, özellikle İstanbul gibi diplomasinin kalbinin attığı bir şehirde
bulunmanın ne denli tehlikeli olduğunu göstermeye yeter. Burada görevde
bulunmak ince bir ip üstünde yürümek gibidir. İstanbul'a gönderilecek her
balyosa vazife başına resmen getirilmeden önce kendisine Venedik
Cumhuriyeti'nin ihtiyacı halinde kullanılması için altın dolu bir sandık ve bir
şişe de zehir verilirdi.[176]
Maria Pia Pedani, yabancı elçilerin
sultanın karşısında hissettikleri psikolojik baskıyı Venedik doçunun elçi
kabulüyle kıyasladığında ortaya farklı bir manzara çıkar. "Büyükelçiyi
Senato üyeleri arasında karşılayan doç çok daha insancıldı" der.[177] Ne de olsa doç büyükelçiyle sadece
devlet işlerinden konuşmaz, moda ve av gibi konularda sohbet başlatırdı.
Voltaire yıllar sonra Osmanlı'nın diplomasi anlayışını kısa ve yeterli bir
şekilde özetleyecekti:
Bizler her zaman Türklerin ayağına
gideriz, onlar bir defa olsun Batı'ya gelmezler; bu bizim ihtiyacımızın açık
bir belirtisidir. Doğu iskeleleri ticaret filolarımızla doludur. Bütün Avrupa
devletlerinin orada konsoloslukları vardır. Hepsinin Babıâli'de elçileri olduğu
halde Türklerin Batı'da bir tek temsilcileri yoktur. Babıâli bu duruma, muhtaç
Avrupalıların kendi haşmetine karşı bir nevi yağcılığı diye bakar. Bu elçilere
zaman zaman öyle hakaretler edilir ki, Avrupa prensleri arasında bunların bir
nebzesinden harbe tutuşulurdu.[178]
Göreve giden yolda
Elçileri ülkelerinden Dersaadet'e
uzanan yolda meşakkatli bir yolculuk bekler. Avrupa'nın dört bir yanından yola
çıkan, çoğunlukla da kalabalık bir maiyetle geldikleri için kara yolunu tercih
eden diplomatik görevliler ayaklarının tozuyla maceraya başlarlar. Ne de olsa
gösterişli arabalarıyla yolda her türlü haydut, eşkıya ve hırsızın hedef
tahtası olacakları aşikârdır. Üstelik bir devletin elçisi olarak yol boyunca uğradıkları
yerlerde hediyeler dağıtmak zorundadırlar. Yani, tehlikeli olduğu kadar
masraflı bir yoldur bu.
20 Şubat 1616 tarihinde Prag'dan
yola çıkan heyet de bu çetrefil yolculuklardan birine hazırlanıyordu. Altı kupa
arabası, iki yük arabası ve bunlara eşlik eden şövalyeler ve hizmetlilerle
birlikte yola çıkan Maximilian'ın elçileri şanlarına uygun şekilde masraf
kapılarına hazırdılar.[179] Üstelik "Hizmetlilerin
görevlerinin önemine uygun kıyafetlerle donatılması" gerekiyordu. Ama
verdiklerinin karşılığını alırlar. Yolda konakladıkları yerlerde, çayırlarda
çok sayıda çadır kurulur ve Türkler onlar için "bol bol yiyecek ve
şarap" temin ederler.[180] Werner selamlaşmadan ve kısa bir
sohbetten sonra, Estergon Beyi'nin "çok güzel porselen ve çini kâseler
içinde şerbet" ikram ettirdiğini, kafileye kaleyi gezdirip gösterdiğini,
sonra da yeniden gemilerine döndüklerini kaydeder.[181]
Werner'in bu yolculuğunda akla
hayale gelmedik şanssızlıklar yaşanır. Maiyetten Ferdinand Rudolff
Lechantzcki'nin hizmetinde bulunan 18 yaşlarındaki Bartel Huebner geminin kıç
tarafında kenara yakın bir yerde otururken uykuya dalar ve Tuna Nehri'ne
düşerek boğulur. Efendisi delikanlıyı aramak için iki şayka gönderdiyse de
çocuk ölü ya da diri bulunamaz.[182] Sırp kökenli bir gemi kürekçisi de
Huebner'den daha şanslı değildir. Atlarla gemiye dönülürken yolda vurulur.
Katili ele geçirmek mümkün olmaz. Öldüğünün ertesi günü din adamlarından biri
tarafından bir tören düzenlenir. Ölü gömülür ve başucuna da bir testi şarap
bırakılır.[183]
Ortalıkta başıboş dolaşan hayduklar
ganimet hevesiyle ansızın saldırmasın diye çok dikkatli davranmak, geceleri
etrafa nöbetçiler dikmek zorunda kalırlar.[184] Belgrad'dan sonra "havanın
sağlığa zararlı oluşu", soludukları tozlar, içtikleri kardan ve buzdan
elde edilen sular yüzünden kafilede pek çok kişi hastalanır. Ayrıca Türklerin
göndermeye söz verdikleri erzak da zamanında ve düzenli olarak gönderilmez.[185]
Budin yakınlarında bir sürü Çingene
kemanları ve çeşitli sazları ile kıyıda toplanıp bir ağızdan bağıra çağıra Türk
hükümdarlarının kahramanlıklarını, zaferlerini öven destanlar söylemeye
koyulurlar. Pek tabii bunlara da bir miktar para vererek "başlarından
savmaları" gerekir.[186] Ayrıca yol üzerinde Macar köylüleri
elçiye çok güzel Macar şarapları, tavuklar ve koyunlar gönderir. Dolayısıyla
kesenin ağzı bir kez daha açılır.[187]
Werner konakladıkları yerlerde Türkler
tarafından karşılanmalarına da değinir. Tam bir güç gösterisidir bu. Yıllar
önce Avusturya İmparatorluk elçisi Busbecq'in yaşadığı şaşkınlığı akla getirir
bu satırlar. İşte Budin'de böyle karşılanmışlardır:
Bin kadar Türk askeri, güzel
çapraklar [eyer örtüleri] örtülü atlarının üstünde, gümüş ya da altınla
kaplanmış, değerli taşlarla süslü kılıçlarını, palalarını, bozdoğanlarını
kuşanmış, omuzlarında oklukları ve yaylarıyla gösterişli bir biçimde
silahlanmış olarak Tuna Nehri'nin her iki yakasından bizim hizamıza doğru
yaklaştılar ve bir savaş oyunu sergilediler. Bir yandan da Plockhuss ve Peşte
kalelerinden toplar atılıyordu (keskin nişancılar ses çıkaran mermilerini
gemilerimizin üzerinden aşırıyorlardı.) Böylece hem karada hem denizde büyük ve
gürültülü gösterilerle karşılandık.[188]
Yolun sonuna doğru, İstanbul'a yarım
mil mesafedeyken Türkler elçilik heyetini karşılamak için "çok güzel ve
özenle hazırlanmış 50 kadar atı" o noktaya getirirler. Bunun yanı sıra
Fransa, İngiltere, Venedik ve Hollanda elçilerinin temsilcileri de at üzerinde
elçiyi selamlamaya gelirler. Yola hep birlikte devam edilir, şehre birlikte
girilir.[189] Sarayda onları bekleyen daha büyük
bir gösteri vardır:
Türklerin usulünce zemine halılar
döşenmiş, üzerine çeşitli yemek kapları konmuştu. Burada çeşitli yemekler ve
şerbet ikram edildi. Biz, Türklerde âdet olduğu üzere halının üzerine bağdaş
kurup yemek yerken, develere binmiş iki kişi, kocaman davulları yüklenmiş
olarak avluya girdi. Yanlarında birçok Türk askeri ve birbirlerine zincirlerle
bağlanmış beş İranlı tutsak vardı. Ayrıca beraberlerinde yüz kadar adam
getirmişlerdi. Bunların her biri elinde tırmığa benzer, sivri dişleri yukarıya
çevrilmiş birer değnek tutmaktaydı ve bunlara da içi samanla doldurulmuş üç,
dört veya beş İranlı kafası oturtulmuştu. Böylece üçüncü kapıya [Bâbüssaâde]
kadar geldiler ve sol tarafta durdular. Bu arada yemek şöleni de devam
etmekteydi.[190]
Elçi ve maiyeti, sultanın huzuruna
çıktıktan sonra birinci avluya kadar geçirilirler ve burada atlarına binerler.
"Vezirlerin, paşaların, beylerin, ağaların ve diğer saygın Türklerin, iki
bin yeniçerinin önlerinden geçmesini" beklerler. "Yeniçerilerin
bazıları omuzlarının üzerine büyük torbalar atmışlardı, bunların içinde
kendilerine verilen maaşı taşıyorlardı. Arkasından kesik kafaları taşıyanlar
geçti. Daha önce bu kafaları avluda oradan oraya atarak vakit geçirmişlerdi.
Şimdi de tutsakları padişahın zindanına götüreceklerdi."[191]
Ayrıca elçiler diğer zamanlarda padişahın
bulunduğu şehre kadar gitmek durumundaydılar. Venedik balyosları ve fevkalade
elçilerin en sık ve en uzun süreli ikametleri, Edirne'de oluyordu.[192] Kış aylarında istirahat ya da av
amacıyla buraya çekilmeyi tercih eden padişahların peşinden buraya
geliyorlardı. Busbecq'in ise Kanuni'nin huzuruna çıkabilmek için Amasya'ya
kadar gittiğini hatırlayalım.
Armağansız adım atmak
Osmanlı'nın armağana düşkünlüğü
Avrupa'dan gelen delegelerin en çok vurguladıkları eleştirilerden biriydi.
Sadece Osmanlı başkentinde değil, başkente giden yollarda armağansız adım
atmak, yol almak mümkün değildi. Armağan her kapıyı açan sihirli bir anahtardı
sanki. Bu Doğu dünyasının hediye sevdası bir taraftan getirdiği ağır maddi
külfetle cepleri boşaltırken, diğer taraftan da açılması zor kapıları açıyordu.
Armağan karşılıklı ilişkilerin ilk etabını teşkil eder, varılacak anlaşmanın
sonunu belirlemekte yardımcı olurdu. Basit, sıradan bir hediyeyle önemli bir meselenin
halledilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu da her iki tarafın da kesenin ağzını
açması anlamına gelir. Biz bu dönemde taraflar arasında gidip gelen
armağanlardan birkaçına göz atalım.
Şarlken'in vakanüvisi Sandoval
vakayinamesinde Barbaros'un I. François'ya gönderdiği bir heyetten bahseder ve
şöyle der: "Barbaros 1534'te François'ya haber salıp, arasında aslanlar ve
kaplanlar da olan armağanlar gönderdi ve kendisine yardım teklifinde
bulundu."[193] Barbaros, Fransız kralıyla bu
yakınlaşmadan sonra Puglia kıyılarına saldırır. Madrid Milli Kütüphanesi'nde
bulunan bir elyazmasında Kanuni'nin Şarlken'in oğlu II. Felipe'ye gönderdiği
hediyelerin listesi mevcuttur.[194] Tarihi belli olmayan bu belge,
muhtemelen Şarlken'in öldüğü ve Felipe'nin tahta çıktığı yıla denk gelmektedir.
Süleyman'ın Felipe'ye hediye göndermesi, o zamana kadar izlediği saldırgan
politikanın sonu olarak algılanmamalıdır. İmparator unvanını devralmayan
Felipe'yle Kanuni bir cihan tahtı kavgasına girmeyecektir; sultan gücünün bir
göstergesi olarak bütün bu paha biçilmez armağanları göndermektedir. Hükümdarın
büyükelçisinin Majesteleri'ne getirdiği armağanların listesi şöyledir:
Boyunlarında altın zincirlerle
Majesteleri'nin arması asılı olan dört şahane (Krallara layık) arslan.
Altın sapı ve zinciriyle on iki Şam
işi hançer.
Üzeri mücevherlerle süslü dört altın
bıçak.
Her biri on altı karışlık, üzerine
Majesteleri'nin arması kazınmış altın saplı on iki fildişi.
İçinde rengârenk tüyler ve üzeri
imparatorluk tahtına geçtiğinden beri ordularının ve donanmasının kazandığı
zaferlerin anlatıldığı altın ve ipek işlemeli yirmi duvar halısı olan iki altın
sanduka.
Kristal ve altından yapılmış yeşil
bir kadırga oturağı, üzerinde Majesteleri'nin kral olduktan sonra kazandığı
zaferleri konu alan iki perde, sırmayla işlenmiş bir cibinlik.
Her biri en az 14 onsluk kırk
değerli taşla süslenmiş kristal bir vazo.
Bernardino de Guzmán 1625 yılında
Madrid'de çıkan bir kitabında, 28 Kasım 1624'te Floransa kadırgalarının Cezayir
Beyi'nin Gran Turco'ya (Büyük Türk) göndereceği hediyelerle dolu
kadırgaları nasıl ele geçirdiğini anlatır. Hediye, Garp Ocakları'ndan (Tunus,
Cezayir, Trablusgarp) topladığı iki milyonluk vergi, otuz Hıristiyan esir,
sekiz Calabria'lı genç kızdan ibarettir.[195]
5 Mart 1603 yılında, Safevi
sarayından bir elçi, Fethi Bey gösterişli bir elçilik delegasyonu ile birlikte
Venedik'e gelir. Amaç ticari ilişkileri güçlendirmektir. Venedik Senatosu gelen
hediyeler arasındaki enfes halının bayram günlerinde San Marco Meydanı'nda
sergilenmesini emreder. Bu elçilik ziyaretinin ölümsüzleştirilmesi için Doç
Marino Grimani Gabriele Caliari'ye bir tablo ısmarlar. Bu ziyaretin
resmedildiği eser bugün hâlâ Dukalık Sarayı'nda (Palazzo Ducale) Quattro
Porte salonunda durmaktadır.[196]
XVII. yüzyılda Osmanlı
padişahlarının İspanya'ya gönderdiği hediyelerin daha düzenli bir şekilde
kaydedilmesi, artık bu yüzyılda rekabetin ilk döneminde yaşanan sıcak ve soğuk
savaşların geride kalarak bu süre içinde had safhaya çıkan gerginliğin yerini
bir uzlaşma sürecine bıraktığını gösteriyordu.[197] Bu geleneğe vereceğimiz son örnek
haraç toplamak için Kiklad takımadalarından Siros'ta karaya çıkan bir Osmanlı
kadırgasıdır. Durumu kaydeden Cizvitler "bizim de küçük bir hediyeyle
kadırgaya girmemiz gerekti" diyerek dert yanar.[198]
Sıradışı bir hediye
"İşte size, Büyük Türk'e giden,
kuşku yok ki üzerinde çok konuşulacak, başka uluslar, özellikle de Almanlar
arasında ileri geri konuşmalara yol açacak, onları son derece utandıracak büyük
ve sıra dışı bir armağan." 31 Ocak 1599 tarihli belge Londra'dan
İstanbul'a doğru yola çıkacak olan ve Osmanlı sarayında o güne dek hiç
görülmedik bir hediyeyi, –devasa bir orgu– böyle tasvir ediyordu.[199] Kraliçe Elizabeth'in III. Mehmed'e
bu muhteşem parçayı göndermekteki amacı gün gibi açıktı: Büyük tehdit uyandıran
İspanya'ya karşı Osmanlı İmparatorluğu'yla birlik olmak. Bunun yanı sıra Levant
Company'yle başlayan ticari iltimaslardan daha fazlasını koparmak.
Olay Shakespeare İngilteresi'nde
geçer. Kraliçe ayrıca III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan'a pek süslü bir
fayton yollamıştı. Bu muhteşem hediyeyi İstanbul'a götürüp çalmakla
görevlendirilen Thomas Dallam'a sultanın sarayında gösterilen ihtimam
İstanbul'da bulunan İngiliz Büyükelçisi Henry Lello'yu kıskandırmıştı. Dallam
daha orguyla İstanbul'a gelmeden önce yolda konserler verip gönülleri kazanmaya
başlamıştı bile. İlk küçük konserini Rodos'ta gemi bağlıyken vermişti, ama
orgla değil, klavsenle. "Türklerle Yahudiler gelip gördüklerinde bu ne
diye sual ettiler; ama ben çalınca daha fazla meraklandılar. Kimileri beni
kollarına alıp buselere boğdular, onlarla yaşamaklığım için murat
eylediler."[200] Böyle şeylere pek alışık olmadığı
daha sonra onu kollarına alan tanımadığı adamlardan rahatsız olmasından
anlaşılacaktır. Dallam'ın binlerce kilometre yol gelen orgu şehre vardığında
çalınabilecek halde değildir. Bunu esefle fark eden İngiliz üstat hemen onu
onarmak için kolları sıvar ve bunda pek de zorlanmaz. Bu operasyon on gün
sürer. Ve beklenen gün gelir. Sultanın karşısında org çalmak, gemide klavsen
çalmaya benzemez. Ne de olsa III. Mehmed, Avrupa'da yayılan kötü şöhretiyle
Hıristiyanların gözünde hayli korkutucu bir figürdür. On dokuz kardeşini
öldürten bir cani olarak görülmenin yanı sıra, kadınlara işkence eden,
zevkperest bir sultan olarak adı dilden dile dolaşmaktadır zaten. Bu da
Dallam'ı heyecanlandırmak için fazlasıyla yeterlidir.
Dallam'ın performansı hayal bile
edemeyeceği kadar başarılı geçer. Sultan bu küçük konseri beğenmekle kalmaz,
Dallam'dan bir kez daha çalmasını bile ister. Hatta ona İstanbul'da kalması
için karşı konulamayacak vaatlerde bulunur. Sultan, Dallam'a kendi
cariyelerinden iki kadın ya da kendi seçeceği iki bakire önerisiyle gelir.[201] Lakin İngiliz müzisyen Londra'da
karısını ve çocuklarını bırakıp geldiğini söyleyerek bu vaadi kibarca
reddetmenin en zekice yolunu bulmuş ve kuyruklu bir yalanla müstakbel
belalardan sıyrılmış olur. Dallam ülkesine döndüğünde kasım ayında yediği
üzümlerin tadını unutmayacaktır. Sarayda yediği yemeklerinkini de. "Bir ay
esnasında her gün sarayda taam etmek, her seferinde et, peşinden üzüm
yemek" unutulur gibi değildir onun için.[202]
Sorunlar, sorunlar, sorunlar
"Pek çok asilzade genç şövalye,
Osmanlı topraklarına seyahat etmeyi hedef almış ve buralardaki elçiliklerde
görev yapmak istemiştir. Diplomatlara İstanbul'a kadar eşlik etmek büyük bir
onurdur"[203] diyordu bir diplomat. Haklıydı, ama
hayat bu topraklarda bir diplomat için hiç de kolay değildir. Friedrich Seidel
bunu gayet açıkça belirtiyordu: "Bu barbarlar devletinde başka
hükümdarların elçileri eğer olumsuz haberler verirler, padişahın ve vezirlerin
isteklerine uygun davranmazlarsa hainlikle ve casuslukla suçlanarak çok
şiddetli cezalara çarptırılırlar."[204]
Elçiler göreve başladıklarında
sorunlar peşi sıra gelmeye başlıyordu. En ciddi sorun bir tercüman aracılığıyla
anlaşmanın getirdiği zorluklardı. Aynı dili konuşmamanın yarattığı güçlükler
çoğu zaman gerginliklerle son buluyordu. Daniello de'Ludovisi 1533 yılında
sunduğu raporda Türkçenin tek geçerli dil olmasından yakınıyor ve "Hepsi
tek bir dile indirgenmiş durumda" diyordu.[205] Bernardo Navagero da aynı şekilde
dilin diplomasi için büyük bir engel olduğunu dile getiriyor ve "Bu
Kapı'yla (Babıâli) müzakere etmek öyle büyük güçlüklerde gebe ki. Bir kez daha
tekrarlıyorum ki bu en önde gelen ve önemli zorluklardan biri ve buna da hemen
bir çözüm buluyorum: Balyoslar ve büyükelçiler Türk dilini bilemedikleri için,
kendilerine söyleneni rapor etmeleri gerekli."[206] Fransa, Venedik'teki giovanni
della lingua'yı (dil oğlanları) örnek alıp XIV. Loius zamanında Paris'te
aynı isimle –Juenes de Langues– dil okulu kurmuştu. Osmanlı ve Doğu
dillerini öğrenen gençler elçilik ve konsolosluklarda hizmet verecekti.[207]
Venedik balyosun görevlerinden biri
de Osmanlılara esir düşen vatandaşlarının kurtarılmasıydı. Resmi olarak bütün
Venedikli asiller, vatandaşlar, tebaa ve Venedik hizmetinde olan herkesin esir
düştükten sonra hemen iade edilmesi gerekiyorsa da pratik olarak her zaman bu
uygulanmıyordu. Özellikle bir kez tersaneye esir düşen şahsın iade edilmesi hiç
de kolay olmuyordu. Bunun gibi esirlerin kurtarılması uzun zaman ve kayda değer
miktarda para gerektiriyordu. 1588 yılında 2500 esirin kurtarılmasında olduğu
gibi.[208]
Daimi elçiliği idame ettirmek de hiç
ucuz bir şey değildir. Mısır'da konsolosların masraflarla başı derttedir.
Kutlamaların sokaklara taştığı günlerde "kiralanması gereken yüzlerce
fener, kilim ve kumaşlar dışında, evin önünde sergilenenleri görmeye gelen
herkese kahve ikram etmek de âdettendir."[209] Konsolosluk, büyükelçilik ve
balyosluklarda verilen yemekler çoğu zaman ülkelerin ceplerinde delik açacak
kadar masraflı oluyordu. 1675 yılında İskenderiye'deki Fransız konsolosluğunda
"hükümdarlara layık" bir akşam yemeği verilir. Lakin davetliler
herkesin sağlığına içtikten sonra kadehleri yerlere atıp kırarlar. Böylece bir
sandık dolusu harika Venedik kadehi bir gecede yok oluverir.[210] Fransa'da edinilen her zafer,
Levant'ta şaşaalı bir ziyafetle kutlanıyordu. Özellikle XIV. Louis'nin en önemsiz
zaferleri bu kutlamaları ve dolayısıyla da kaçınılmaz masrafları artırıyordu.
Sonunda Marsilya Ticaret Odası tasdik olmadan hiçbir kutlama yapılmaması emrini
verdi. Bütün bu uyarılara rağmen, 1692'de Mons'un ele geçirilmesini kutlamak
üzere verilen ziyafette Échelles tek başına Provence'ın bütün şehir ve
kasabalarına denk gelece bir masraf çıkarır.[211] (Les échelles du Levant
Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu Akdeniz limanlarına verilen addır.) Ayrıca
yabancı elçilikler Osmanlı'nın şehre taşan tüm zafer kutlamalarında kendilerini
ziyaret eden halka sunulmak üzere her zaman kahve, şerbet ve tütün bulundurmak
zorundaydılar: Yenilen kendi ülkeleri olsa bile![212]
Sürekli hediye vermek zorunda olmak,
Doğulu hükümdarla irtibatını korumak isteyen Batılı diplomatlar için bir kâbusa
dönüşür. Geleneksel olarak elçi kabulü için getirilen dizi dizi hediye
paketleri bir yana, her fırsatta hediye bekleyen Osmanlı devlet adamlarından
bıkmıştır Batı. Sultan III. Murad zamanından beri bir gelenek haline gelen ve avanie
olarak adlandırılan hediye geleneği elçilikleri batırır. Artık her türlü ufak
ve önemsiz görünen mesele için hediye beklemeye başlar Osmanlı: Akan bir
şapelin izinsiz onarılması avanies demektir. Kışkırtıcı unsur ne olursa
olsun bir Müslüman'a vurmak, bir Türk zaferi sonrasında evinizi ışıklandırmayı
unutmak, devletin sayısız fermanlarından birini yerine getirmemek de.[213]
Elçilerin, çalıştıkları şehre gelen
vatandaşlarına yardım etmek gibi bir görevleri de vardır. Hele bir de saygın
biriyse! Pietro della Valle İstanbul'a geldiğinde, İtalyan olmasına rağmen
Fransa Büyükelçisi Sancy Baronu Achill Harlay'den büyük misafirperverlik görür.
Büyükelçi Pietro'nun evinde kalması için ısrar bile eder.[214] Thomas Coryate, ilk iş olarak,
büyükelçi Paul Pindar'ı ziyaret etmiştir. İstanbul'a gelen seyyahların
büyükelçinin özel misafiri olması geleneği vardı. Moryson, Lithgow ve Sandys bu
özel misafirlerdendi. Ama uzak topraklarda ev sahipliği rolü elçiler için bir
külfet olmasa gerek. Kendi ülkelerinden üst sosyal tabakadan insanlar, kendi
dillerinden konuşabilme imkânı bile onları ülkelerinden uzakta biraz avutuyor
olmalıydı.
"İstanbul'da Frenklere karşı
büyük bir küstahlık" görülmediğini söyler Thévenot. "Bunun nedeni, ya
çok içli dışlı olunması veya herhangi bir zarar verirlerse kendilerini
kolaylıkla cezalandırma imkânı bulunmasıdır; yine de özellikle sarhoşlar gelip
geçerken bir değnek indirmekten geri kalmazlar" diye devam eder.[215] Şapkayı yere atmak ise çok sık
görülen bir hadisedir. Pratik olarak en kolay, zararsız saldırı olmasından
ziyade en sembolik hınç alma şeklidir aynı zamanda.
Galata'da hayat Frenkler için
nispeten kolay olsa da istisnai durumlar eksik olmaz. Kendini kısmen güvende
hisseden elçilik kafilesinden gruplar zaman zaman nahoş maceralar yaşarlar.
Werner'in elçilik heyetinden bir grup Galata'da Fransisken rahiplerinin ikindi
duasına giderken yolda rastladıkları Türkler, gruptan Retscin'in üzerine
saldırır. Tavus kuşu tüyleriyle süslü olan Macar stili şapkayı alır ve
kaçarlar. Grubun yanında bulunan yeniçerinin etraftan yardım istemesiyle adam
yakalanır. Adam da elindeki Hint kaması ve Bohemya bıçağı alınınca savunmasız
kalır, sonra da veziriazamın huzuruna çıkarılır. Elçilik görevlileri
şikâyetlerinde ısrar ederler. Sonuç olarak saldırgan cezasını ayak tabanlarına,
sırtına ve kaba etlerine yediği birkaç yüz değnekle çekmiş olur.[216] İstanbul sokaklarında dolaşan
elçilik heyeti ve diğer maiyete hep kollukçular eşlik eder.
Aynı elçilik heyetinden bazı
görevlilerin başına yine benzer bir saldırı gelir. Akşam üzeri şarap içmeye
gittikleri bir meyhaneden dönerken dört acemioğlanın saldırısına uğrarlar.
"Bre gidi gâvurlar" hakaretini işitirler.[217] Hakaretin üzerine Avusturyalılar da
saldırıya geçince kavga büyür. Heyet üyeleri bıçak darbelerine maruz kalırlar,
hatta elçinin terzisi ölümcül yaralar alır. Olay Elçi Han'ın yakınında meydana
geldiğinden olayı duyanlar yardıma gelmeye kalkışınca acemioğlanlar sırra kadem
basarlar.[218] Buna benzer gerginlikler zaman
zaman imparatorluğun diğer bölgelerinde de yaşanır. Yabancı tüccarlar için bir
cennet sayılan İzmir bile bir eskort yeniçeri olmadan pek de rahat
dolaşılabilecek bir yer değildir. Bir koruma olmadığı zaman "köylüler
tarafından hakarete uğrama korkusu" oluyordu.[219] Schweigger de aynı hakarete maruz
kalmıştı. Edirne'ye girerken Türk kabadayıları "Gâvur, gâvur!" diye
bağrışarak elçi heyetini kartopuna tutmuşlardı. Bu kartoplarından biri
Schweigger'in efendisine isabet etmişti ve yeniçeriler bile bu başıbozuk grubun
saldırılarına engel olamamışlardı.[220]
Aynı heyet Tatarpazarı'ndaki
kervansaray önünde benzer bir nahoş olay yaşar. Pazar yerine giden elçi
kafilesi yine Türklerin sözlü saldırısına maruz kalır. Ancak heyetteki
görevliler her zamanki gibi mülayim davranmayıp karşılık verirler. Türkler de
toplanıp onları kervansaraya kadar kovalarlar. Kavga yine büyür, taraflar
birbirlerine taş atmaya başlar. Heyettekiler de demir çubuklar ve kılıçlarla
karşı saldırıya geçer.[221] Elçi dışarı çıkarak heyeti
sakinleştirir ve diğer refakatçiler de Türkleri kovunca ortalık sakinleşir.
Bayramın ilk üç günü sokakta
dolaşmak Hıristiyanlar için tehlikeli olabilmektedir. Thévenot, bayramın ikinci
günü sokağa çıkma cesareti gösterir. Üstelik de Fransız kıyafetleri içinde. Bir
sürü küfür dışında herhangi bir kötü muameleyle karşılaşmaz. "Yine de bu
yaptığımın pek akıllıca olmadığını, daha ziyade talihimin yaver gittiğini
söylemeyim" diyerek devam eder. "Frenklerin" bugünlerde sokağa
çıkmamaları için bir nedenleri daha olduğunu söyler gezginimiz. Bu üç gün
boyunca yeniçerilerden oluşan insan kalabalıkları yolları tutar ve ellerinde
bir şişe ile gelip geçene gülsuyu ikram eder ve pek tabii bunun akabinde de
ellerini açıp bahşiş beklerler.[222] Vermeden yürüyüp gidenlerin de
yollarını keserler.
Elçilikler
Habsburg elçilerini bekleyen mekân
bellidir: Elçi Han. İstanbul kent sınırları içinde ikamet eden tek büyükelçi
Kutsal Roma İmparatorluğu büyükelçisiydi. Pek tabii ki bu bir ayrıcalık
tanımaktan çok, kronik düşman sayılan bir devletin diplomatlarını yakın markaja
almak anlamına geliyordu.
Werner burada kalan pek çok diplomat
gibi mevcut şartları protesto eder. İçeride ne bir yatak ne de herhangi bir
eşya bulunmaktadır. Burada yatabilmek için bir şilte ve battaniye temin etmek
zorundadır. Türkiye'de kuştüyü yatağın bulunmadığını da eklemeyi unutmaz.[223] Kuştüyü yatak yoktur, ama
"buna karşılık odalarda börtü böcekten yana –üzerinize afiyet– hiçbir
eksik yoktu" diye bitirir sözünü. Ama binanın güneye bakan odaları bütün
bu kusurları örtecek niteliktedir. Harika bir manzarası vardır, İstanbul'a
gelen ve şehirden çıkan gemiler, "sürüler halinde oynaşan, sıçrayıp havada
takla atan yunuslar", hatta ta uzaktan Uludağ bile görünür. Elçilik maiyetinin
güvenliğini sağlamak için bir çavuş ve sekiz de yeniçeri görevlendirilir.[224]
İngiliz Büyükelçiliği "tepenin
başında, geniş bir arazi içinde ve duvarla çevrili hoş bahçeler içinde"ydi.[225] Levant Company, büyükelçilikte
çalışan ve Pera'da bulunan diğer İngilizlerin fiziksel ve ruhsal sağlıklarını
güvene almak için bir papaz ve bir de doktor görevlendirmişti. Otoriteler bu
diplomatların evlenmesine hiç hoş bakmıyorlardı, ne de olsa kadınlar ve
çocuklar ciddi bir işi engelleyecek kadar sorun getirebilirlerdi. Ama pek tabii
bu diplomatların kadınlardan uzak kaldıkları anlamına gelmiyordu. Sandys'in de
dediği gibi "özgürlük ve bolluk içinde" yaşıyorlardı. "Kadınlara
çok kolay ulaşıldığı bu yerde çoğu yalnız ölmeyecekti."[226] Ayrıca esir pazarları da vardı.
Levant'ta hayat
1650'lerin sonu ve 1660'ların
başlarında Halep'te komisyonculuk yapan Richard Lake annesine, kız kardeşine,
metresine, patronlarına ve yakın arkadaşlarına düzinelerce mektup yazmış ve tek
isteğinin bir an önce zengin olup İngiltere'ye dönmek olduğunu belirtmişti.[227]
Oysa Levant'ta hayat hiç de sandığı
gibi değildi. Doğu'nun büyüsü ve paranın pırıltısıyla başı dönen pek çok
Avrupalı geri dönmek istemeyecek, kendisine bu topraklardan güzel bir kadın
bulup yerleşecekti. Levant'ta hayat gerçekten çok cazip olmalıydı. Çünkü 1713
istatistiklerine bakılırsa, gelen her 100 adamdan 90'ı burada ölüyor, üçü
–eskisinden daha fakir ya da zengin olarak– Fransa'ya dönüyor, ikisi de iflas
ediyordu.[228]
XVII. yüzyılın son çeyreğinde
Doğu'ya seyahatte bulunan peder Antonio Maria Nacchi İzmir'i "çok
hareketli bir şehir" (città di gran traffico) olarak nitelendirir.[229] Burada konsoloslarıyla birlikte
yaşayan Fransızlar, İngilizler, Hollandalılar, Flamanların yanı sıra Türkler,
Rumlar, Museviler ve de Ermeniler görmüştür. Bütün bu farklı milletlerle şehir
dolup taşar ve insanlar buradan bütün Doğu topraklarına geçerler. Ahşap
evlerden oluşan İzmir'de toprağın pek verimli olduğunu, harika et ve şarabın
bulunduğunu, şehrin deniz kenarının yemyeşil bahçelerle dolu olduğunu da ekler.
İzmir'de gece gündüz açık olan
kabareler vardır. Burada "Fransız, Rum ve Türk stili danslar"
yapılır.[230] Hayat renkli ve eğlencelidir ve
bariz bir şekilde Avrupa'nın çok az yerinde var olan bir serbestlik söz
konusudur. Zengin tüccarların, bir tabiat şaheseri olan, müreffeh bir deniz
kıyısı kentinde, ciddi bir merkezi kontrole maruz kalmadan yaşadığı bir cennet
bahçesi olduğunu iddia edebiliriz. Bereketli topraklar, zeytin ve meyve
bahçeleri arasında av ve piknik partileri.
Müslüman topraklarında Frenk usulü
eğlence...
D'Arvieux bu çevrelerde verilen
partilerin müdavimlerindendir. "Tanınmış bir tüccar olan Bay Edouard'ın
evindeki toplantılara çok geceler katılanlardan biriydim... (Eşi) genç ve
güzeldi ve kendisine, gençlik ve güzellikte ondan aşağı kalmayan ve biz
gençlerin iç çekişlerine neden olan dört kız hizmet ediyordu... Genellikle önce
dans, ardından da akşam yemeği olurdu. Rum hanımlar da davet edilir... Bu
davete uyar ve toplantının tadını çıkarırlardı... Başlangıçta bunlar karşısında
şaşkınlığa düşen Türk konuklar sonradan alıştılar."[231] Levant'ta yabancıların sakal
bırakmasına izin verildiğini de d'Arvieux'den öğreniyoruz. Yasak bir yana,
1679'da Halep müsellemi kendisini yemeğe davet etmiş, yemek sonrasında da diğer
pek çok hediyeyle birlikte bir de balık dişinden yapılmış bir tarak vermiştir.[232]
Pek tabii en fiyakalı eğlenceler
Galata'da düzenlenirdi. Sokaklara taşan bu büyük şölenler sadece elçiliklerin
değil, Venedikli, Floransalı ve Cenevizli tüccarların girişimiyle hayata
geçerdi. Bu tür şenlikleri günlüğüne kaydeden Sanuto'dan öğrendiğimize göre, on
üç Venedikli tarafından kurulan bir şirketin açılışı Galata'daki San Pietro
Kilisesi'nde tantanalı bir dini törenle yapılmış ve akabinde de sofralar
kurulmuş, ziyafetler verilmiştir.[233] Floransalılar da bundan geri kalmaz
ve büyük bir eğlence de onlar tertipler. Bir salon tutup bir tarafına Güneş'i,
bir tarafına da Ay'ı simgeleyen işaretler koyup ortasına Medicilerden Papa VII.
Clemens'in armasını yerleştirirler. Şeref konukları arasında Beyoğlu'na adını
verecek olan Doç Andrea Gritti'nin oğlu Alvise de vardır. Diğer konuklar tüm
Venedikliler, bazı Türkler, Ragusalılar, Rumlar ve Pera'nın ileri gelenleridir.[234] Üç yüz kişilik davetli kadrosuna
çok zengin bir mönü sunulur ve dört saat süren ziyafet sonunda eğlence dans
eden Türk kadınlarıyla devam eder. "Adeta bir mermeri bile eritecek
sıcaklıktaki" hareketlerle dans eden bu güzeller daracık elbiseler içinde
çalar söylerler.
D'Arvieux'nün İzmir'deki
Fransızların yaşamları üzerine verdiği ayrıntılar çoğu zaman şaşırtıcıdır.
Karnaval zamanının burada da, aynı Avrupa'da olduğu gibi yaşanması İzmir'de
diğer Osmanlı şehirlerinden çok daha farklı ve hoşgörülü bir ortam bulunduğunu
gösterir. İşte tam bu zamanda biraz daha rahat edebilmek için kadıya şöyle
okkalı bir hediye vermek gerekir.
Karnavalın Avrupa'da olduğu gibi tam
bir deşarj mekanizması olarak hizmet ettiğini, bir çılgınlık içinde
kutlandığını yine seyyahların güncelerinden öğreniyoruz. Masson'a göre
"Fransa'da bile söz konu olmayan bir özgürlükle" kutlanır. Herkes
masklar içinde, –hatta bazen çıplak halde– koşturur. Kendilerini siyaha
boyayarak Mağripli kılığına girenler bile vardır. Rumların evlerine girer,
orada sabaha kadar içip kemanlar eşliğinde dans ederler.[235]
Fransa'da bir Türk
Charles de Secondat, daha bilinen
adıyla Baron de Montesquieu, İran Mektupları (Lettres Persanes)
adını verdiği eserinde hayali iki Farsi karakterin XIV. Louis'nin
hükümdarlığının son döneminde Paris'e yaptıkları yolculuktan İran'daki
arkadaşlarına gönderdikleri hayali mektuplardan oluşur. Rica'nın, İzmir'deki
Iben'e gönderdiği mektup, tam bir Osmanlı sefirinin Paris'te ya da başka bir
Avrupa başkentinde karşılanmasını çağrıştırır. Montesquieu'nun koyduğu tarih
1712'dir. Paris'e geldiğinde yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk herkesin
kendisini görmek için yarıştığını, sokağa çıktığında pencerelere üşüştüklerini
yazar. Kendisine "gökyüzünden inmiş" gibi davranırlar.[236] Kadınlar "gökkuşağının
renklerinden bir çember" oluştururlar etrafında. Montesquieu'nun koyduğu
tarihten sekiz yıl sonra Paris'e Osmanlı sefiri olarak gelecek olan Yirmisekiz
Mehmed Çelebi, Sefaratname'sinde tuhaf bir şekilde buna benzer tasvirler
yapacaktır.
Güneş Kral XIV. Louis'ye gönderilen
elçi Süleyman'ı görmek için de Parisliler akın etmişlerdi. Sadece erkekler
değil kadınlar da onu ziyarete gelmişti. Bahçede yürürken peşinden gidiyorlar,
dua ederken izliyorlar, sanki saray maiyetine yeni katılmış gibi yemek yerken
onu tenkit ediyorlardı. Sonunda Louis biraz rahat etmesi için ona özel bir
koruma vermişti.[237] Süleyman Fransa'da şok yaratmıştı.
XIV. Louis'nin huzuruna çıkınca, sultandan getirdiği mektubun kral tarafından
ancak ve ancak ayağa kalkmak suretiyle alınabileceğini söylemişti. Uzun müzakerelerin
sonunda bir orta yol bulunmuş ve Süleyman'ın St. Germain'de huzura çıkması
kararlaştırılmıştı. Ancak kral sonunda mektubu yerinden kalkmadan almıştı.
Süleyman hayli vakurdu. Kendisi için
hazırlanan hiçbir gösterişten etkilenmemişti. Saray maiyetinden biri kendisine
kralın pırlantalarının çokluğuna ve güzelliğine dikkat edip etmediğini sorunca
kendi sultanının atının tören günlerinde bundan daha fazla pırlantayla
süslendiğini söylemekle yetinmişti.[238]
Ragusa: Gemileri her rüzgârda
yüzenler[239]
Ragusa Osmanlı topraklarından
Avrupa'ya açılan ticaret yolunda önemli bir duraktı.
Bursa-Edirne-Ragusa-Ancola-Floransa ticaret yolu XV. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren "gittikçe artan bir önem" kazanmıştı.[240] Ragusa'nın ise en önemli ticari kolonileri
Belgrad, Saraybosna, Yeni Pazar, Tırnova, Filibe ve Sofya'dı.[241] Osmanlı İmparatorluğu'ndan en çok
ithal ettiği ürünler hayvan postu, deri, yün ve ipekti. Hersek'ten ise canlı
öküz, inek, koyun ve keçi getiriyordu. Ragusa'nın ihraç ürünleri genellikle
mamul ürünler, bunların başında gelen de tekstil ürünleriydi. Fermanlarda
Osmanlı topraklarına kumaşlarını satmak için gelen tüccarların çok sık bahsi
geçiyordu.[242] Ayrıca Osmanlı'nın Balkanlar'daki
nüfusuna kumaş, silah (örneğin Toledo kılıçları) satıyordu. Egzotik ürünler de
eksik olmuyordu: Harem kadınları Ragusalılara papağan ısmarlıyorlardı.[243]
Ragusa-Osmanlı ilişkilerinin çarpıcı
bir yanı da Ragusa'nın her yıl Osmanlı'ya ticari konuları ve çıkarları konuşmak
üzere özel delegeler göndermesiydi. Bunun yanı sıra, gemilerini kendi bayrağı
altında yüzdürmesi, istediği şehirlerde büyükelçilik bulundurması, dış
devletlerle antlaşmalar yapması gibi unsurlar göz önüne alındığında Ragusa'nın
bağımsız bir ülke gibi hareket etme yetkisine sahip olduğu görülür.[244] Bütün bunların karşılığında
Osmanlılar Adriyatik'te bir limana daha sahip olma dışında "Batı'ya açılan
pencere" olarak, her şeyden önce istihbarat alanında Ragusa'nın sunduğu
hizmetlerden yararlanıyorlardı.[245]
Ragusa Osmanlı topraklarında
konsoloslukları olan bir şehirdi. III. Murad zamanında İskenderiye, Avlonya ve
Sakız Adası'nda konsolosları bulunuyordu. Osmanlı yönetimi, Ragusalı elçilerin
diğer devletlerin elçileriyle iletişim halinde bulunmalarını istemiyordu.
Oysaki Ragusalı elçiler meslektaşlarıyla eşit şartlarda görev alıyorlardı.
Sultan Ragusalıları coğrafi olarak ayırmış, Venediklilerin Pera'daki
yerleşkesine karşı onları Haliç'in diğer tarafında Fener'de yerleştirmişti.[246] Bunun çeşitli sebepleri olabilirdi.
Büyük bir ihtimalle, her şeyden önce Osmanlı Ragusa'ya verilen ayrıcalıkların
elçiler tarafından sık sık dile getirilerek diğer devletlerin taleplerini
artırma ihtimallerinden tedirgin oluyordu.
Diğer taraftan Ragusalılar
çoğunlukta olan Ortodoks Balkan halklarından farklı olarak Katoliktiler.
Ragusalılar aynı zamanda Balkanlar'ın önde gelen Katolik cemaatine sahip
oldukları için İstanbul'da diğer küçük Katolik cemaatlerin de sözcülüğünü
yapmakla yükümlüydüler. Bosnalı Katolikler bunların başında geliyordu. Bosnalı
Fransiskenler zaman zaman İstanbul'a giden Ragusa elçilerinden kendileri için
Osmanlı'ya bir arzuhal göndermelerini rica edebiliyorlardı.[247]
Ragusa, Batı Avrupa'dan Levant'a ve
daha da ötesine giden yolcuların da tercih ettiği bir güzergâhın başlangıç
noktasıydı. Aynı şekilde Balkanlar'ın da Adriyatik üzerinden Akdeniz'e açıldığı
en önemli limandı. 1573 yılındaki antlaşmadan sonra Türk ve Hıristiyan
esirlerin değiş tokuşu da buradan yapılır olmuştu.[248] Arnavut ve Uskok korsanların eline
düşen Türkler otoritelere burada teslim ediliyordu. Ragusalılar fidye gelene
dek evlerinde bu esirleri saklıyorlardı. Ancak bu esir değiş tokuşu Ragusa'nın
başına beladan başka bir şey getirmiyordu.
Brèves Kontu François Savary,
Türklerin elinde esir bulunan altı Malta Şövalyesi olduğunu haber almış ve
bunları kurtarmak için kolları sıvamıştı. Veziriazamdan bunların 30 Türk esir
karşılığında salınıverileceğine dair söz almıştı. 1590 Ekimi'nde veziriazam bu
iş için "Dubrovnik Beyleri"ni görevlendirmişti. Bahsi geçen 30 Türk
esir gelene kadar bu Malta Şövalyeleri'ni ellerinde tutmakla yükümlüydüler.[249] Eğer bunlardan biri kaçacak olursa,
Ragusa her biri için 30.000 altın ödeyecekti.
V
Seyahatin üç
yüzü
1
Bahtsız yolcular
Akdeniz açıklarında bir gemi.
Yaklaşmakta olan korsan gemilerini görünce delirmiş gibi kesesindeki altın
paraları çıkarıp teker teker yutan, akli dengesi yerinde değilmiş izlenimi
veren bir Fransız seyyah. Bu manzara pekâlâ XX. yüzyılın sonunda yeniden
canlanan korsan romanlarından bir sahne olabilir. Ama bu gerçek bir hikâyeydi
ve XVII. yüzyılda hiç de rastlanmayacak bir durum değildi.
Lyon'lu fizikçi Jacob Spon ile
botanikçi ve antikacı George Wheler'in yol arkadaşları Vaillant, başına en
teatral olaylar gelen seyyahlar listesinde kesinlikle en üst sıralarda yer
almalıdır. Vaillant bir keresinde korsanların eline düşmüştür. İçi altın para
dolu kesesiyle birlikte salıverilmesine rağmen, bu felaket sinirlerini öyle çok
bozmuştur ki, korsanlar yeniden ufukta göründüklerinde kesesindeki altınları
yutuvermiştir. Bu sefer boş yere yutmuştur. Ama neyse ki doğa kendisine
altınları geri vermiştir![1]
Denizden gelen tehlike
Rother, Prenses Oda'yı gelin olarak
almak üzere kılık değiştirerek Konstantinopolis'e gitmeye karar verir. En uzun
boylu on bir adamını yanına alarak gemiye biner; tatlı yaz günleri ve gecelerinde
rüya şehrine yelken açar. Güvertede oturup arpını çalarken denizkızları dipten
çıkıp gelerek gemisinin etrafında dans ederler. Bu pek tabii bir Ortaçağ
romansından karedir. Doğu'ya giden gemilerin etrafında dolaşan denizkızları
yerini çoktan devrin korkunç korsanlarına bırakmıştır.
Denizlerde korsanların kol gezdiği
bir dönemde seyahati güvenceye almanın en güzel yolu daha önce de belirttiğimiz
gibi korsanları caydıracak büyüklükte, ayrıca her türlü saldırıya hazır şekilde
silahlandırılmış gemilerde seyahat etmektir. Menavino ve yol arkadaşları
Cenova'dan yola çıkıp "ne rüzgârdan ne de başkalarının fikirlerinden
yararlanarak" kendilerini Korsika'da bulurlar.[2] Ümitlerini aralarında büyük bir
Ceneviz gemisi de olan bir filoya bağlamalarına rağmen "büyük gemi ya
tesadüfen ya da gelecek kötülükleri evvelden görerek o esnada" onlardan
uzaklaşır. Olanları Menavino'nun ağzından dinleyelim: "Tam o sırada engin
denizde o zamanların büyük korsanı Chiamalli'ye (Kemal) ait üç düşman Türk
kadırgası görüldü. Hem av yakalama arzusuyla hem de büyük bir cesaretle süratle
bize yaklaştılar. İyice yaklaşınca mağrur tavırlarla yelkenleri indirmemizi
söylediler. Fakat bizim bedbaht gemimizin kumandanı olan babam, şansından
ziyade cesaretine güvendiğinden savaşa hazırdı. Sağlam iplerle hemen serenleri
bağlattı. Türklerin elinde uzun süre köle olarak kalmaktansa sadık
Hıristiyanlar arasında hızlı ölümü seçti."[3] Ateş açılınca gemidekiler
kendilerini denize atarlar. Korsanlar da denize düşenleri toplarlar.
Simeon, Uruc-u Meryem Yortusu'nda
hacca gideceklerin gemi tutacaklarını öğrenir, karadan gitmekten çok daha ucuza
geleceği için bu yolla gitmeye karar verir. Rodos'u geçtikten sonra belalar
başlar. Bir düşman/korsan gemisi görülünce hemen toplar doldurulur, tüfekler
kurulur, bir telaştır kopar.[4] Herkes silaha sarılır. Bu hacı
gemilerinin sık sık savaş gemileri gibi silahlandırılmak zorunda kalmaları
hayat kurtarır. Kıyamet kopar. Bağırmalar, ağlamalar, her türlü korsan
gemisiyle karşılaşan sıradan halkın gösterdiği klasik tepki görülür. Herkesi ambara
doldurup kapıyı kapatırlar. Havasızlıktan bayılanlar olur. Ambarın üzerinde
ise, bir savaş gemisinde olduğu gibi, kılıç, mızrak, yay ve okla pek çok insan
koşturmaktadır. Ancak rüzgâr bizimkilerin lehinde eser ve ters rüzgârda
ilerleyemeyen düşman gemisi saldırıya geçemeden orada kalakalır. Simeon'un da
içinde olduğu gemilerden üçü Kıbrıs'a iltica eder, diğer biri de ağır
olduğundan ve de geri kaldığından "Frenklerin eline" düşer. Gemi
düşmanın takibinden kurtulunca ambardan çıkan halkla birlikte kurbanlar
kesilir, şenlikler yapılır ve toplar atılır.
1432 Baharı'nda Jacques Coeur,
Sainte-Marie-Sanit-Paul kalyonuyla Narbonne'dan yola çıkmış, Beyrut ve
İskenderiye'ye gitmişti. Dönüşte kötü kader onu Korsika sularında yakalamış ve
Calvi yakınlarında gemisi batmıştı.[5] Calvi halkı onları ele geçirmiş,
mallarını ve kıyafetleri almış, hatta üzerindeki gömlekleri bile çıkarıp onları
çırılçıplak ortada bırakıvermişti. Bazılarını bir mağaraya, bazılarını da
zindana atmışlardı. Geminin sahibi Jean Vidal 14 ay esir kalmış ve fidyesi için
800 altın dukanın gelmesini sağlayıp kurtulmuştu.
Manuel Godinho, 1663 yılında çıktığı
yolculuğunda Hürmüz çevresinde karşılaşılan zorlukları dile getirir. "Arkasından
fırtına patladı. Hava karardı, gökyüzü açıldı, karada her yerde ateşler
saçılıyordu. Biz bu şimşekleri yağmur işareti diye düşündük, ama bu bir fırtına
işaretiymiş. Bizi gafil avladı, aniden yelkenleri sürükledi ve gemi direkleri
çıplak kaldı. İçimizde bir kişi bile yoktu ki kendini kaybetmiş olmasın. Bu
denizde en deneyimli olanlar yaşamlarından daha az umutluydu, çünkü onlar,
oralarda kaybolan hiç kimsenin sağ dönmediğini biliyorlardı" diyerek
Akdeniz'in tek tehlike noktası olmadığını gösterir.[6] Gemi İran kayalıklarına doğru
sürüklenirken manzarayı şöyle özetler Portekizli: "Kadınların feryadı,
çocukların ağlamaları, denizcilerin haykırışları, görevliler arasındaki
şaşkınlık, fırtınanın yarattığı şiddet, dalgaların getirdiği hiddet,
yıldırımların parlayışı, gecenin zifiri karanlığı, şiddetli gök gürültüsü,
tekrarlanan şimşekler, denizlerin taşkınlığı, gemi donanımından çıkan ıslık ve
ölüm korkusu."[7]
Tavernier, İstanbul-Trabzon arası
yolun denizden de alınabileceğini, lakin pek de tavsiye edilemeyeceğini
bildirirken şunları yazar: "Bu çok tehlikeli bir deniz yolculuğu ve ender
olarak başvurulabilir, çünkü geçilen deniz sislerle dolu ve fırtınalara sahne
oluyor; kumların renginden çok, işte bu nedenden ötürü Karadeniz adıyla
anılıyor: Uğursuz ve karanlık olan her şey, yaşayan ve ölü bütün dillerin
evrensel öngörüsüyle 'kara' diye adlandırılır."[8]
Sınırsız badireler ve enseye
katranla
yapıştırılan paracıklar
Denizden gelen tehlikenin haddi
hesabı yoktur. Thévenot'un gemisi karaya oturma tehlikesiyle karşı karşıya
kalır.[9] Balkanlar'da ise kâbus farklı
gelişir. Canaye, kıyıya bağlanan palamarların gece Arnavutlarca kesildiğini
görür. "Arnavutlar bunu geminin yakınlarındaki kayalıklarda parçalanacağı
ve daha sonra da gelip bizi soyabilecekler, umuduyla yapmışlardı" der
Canaye.[10] Deniz haberlerin gecikmesine sebep
olur. Yolda beklenen mektuplar da türlü badireler sebebiyle gecikir. Canaye'nin
ters rüzgârlar yüzünden iki ay denizde kalan mektubu gibi.[11]
Canaye'ye Ragusa'dan Osmanlı
başkentine gelirken ters esen rüzgârlardan batma tehlikesi geçirirler ve iki
defa dönmek zorunda kalırlar.[12] "Herkes ruhunu kadiri mutlak
Tanrı'ya teslim ettikten sonra, kimi dümen yekesine baktı, kimi bir yere, kimi
başka bir yere koştu ve koşulların zorlaması nedeniyle hepimiz eşsiz denizciler
gibi görev yaptık" der Canaye.[13] Daha sonra bütün bunların acısını
bolca yaptığı çapkınlıkla çıkaracak, "arkalarında bıraktıkları genç
kızları" özlemle anacaktır.[14]
Bahtsız kahramanımız Heberer'in de
içinde bulunduğu gemi Bizerte'ye demir atar atmaz geminin kaptanı "bu
açgözlü barbarların yüklü rüşvetler almadan" onları serbest bırakmayacaklarını
biliyordu." Yerli otoritelere her ne kadar bir miktar duka verilse,
yolcuların doğma büyüme Fransız oldukları söylense de, Fransa ve Osmanlı
arasındaki antlaşma hatırlatılsa da operasyon hiç de kolay olmaz. Ne de olsa bu
sınır görevlileri her zaman fırsatı ganimet bilmişlerdir. Bunun dışında geçiş
izinlerini temin eden yeniçeriye iki duka verilir. Paşaya gönderilmek üzere
hediyeler hazırlanır: Felemenk keteni ve başka eşya. Ancak bütün bu
operasyondan sonra yola çıkabilirler. Lakin Tunus Limanı'nda aynı operasyon
tekrar edilecek, pamuk ellere cebe inecek, dukalar sayılmaya başlanacaktır.[15]
Kara bahtı Heberer'in yakasını
denizde de bırakmaz. Gemiyi su basmaya başlayınca herkes delikleri tıkamak için
canla başla çalışmaya başlar. Yükü hafifletmek için pirinç, şeker, baharat gibi
ağır erzak çuvallarını "kudurmuş denize" fırlatırlar.[16] Gemiden atlayıp karaya çıkmak
kurtuluşları olur. Ama bu sefer de karadaki felaket silsilesi başlayacaktır.
Bir film karesi gibidir Heberer'in anlatısı. Islanmış elbiseleri çıkarıp kızgın
kumlara sererler ve orada kalakalırlar. Tam uykuya daldıklarında elinde
silahlarıyla Afrikalılar beliriverir. Onları üçer dörder kişilik gruplara
ayırır, paralarını ve kalan giysilerini alırlar. Heberer pantolonunu bir
Fransız'a verdiğinden, gömleğinin iki ucunu bacaklarının arasında birbirine
bağlar ve kendisine pantolon yapar.[17] Heberer'in gemisinden bir barça ile
ayrılan şövalyeler de İskenderiye'nin yaklaşık 50 mil uzağında karaya çıkarlar.
Onlar da saldırıya uğrarlar. Lakin bu kurnaz Malta Şövalyeleri paralarını ve
mücevherlerini katranla enselerine topladıkları saçlarının altına
yapıştırırlar. Heberer bu korkunç yolculuk sonunda Mısır'da esir düşer!
D'Arvieux 1665 Haziranı'nda
Marsilya'ya vardığında burada da karantinaya maruz kalır. Zante'de Osmanlı
limanlarından gelen gemi mürettebatı karantinaya alınır. Penceresiz bir odada,
saman ve sert kokulu otların yakılıp tütsülendiği bir yerde geçirir
karantinayı. Ama neyse ki karantina adının gerektirdiği gibi kırk gün değil,
sadece beş gün sürer. Vebalı bir limandan geldiği için elindeki kâğıtlar sirke
dolu kaplara batırılıp çıkarılır.[18]
Lucas ise İzmir'den Sakız Adası'na
giderken iki günlük yolculukta "doksan kadının fasılasız bıdı
bıdısından" uykusuz kalmıştır. Üstelik gemide ışık yakmak ve sigara içmek
yasaktır. Tüm bunların yanı sıra zaten engin denizde fındıkkabuğu gibi sallanan
gemiler alışık olmayan her mideyi altüst etmeye yeter. Krafft'ın başına da
aynısı gelir. "Dr. Rauwolf'a öyle bir isteksizlik, istikrah ve tiksinti
geldi ki, haşa huzurda, ikimiz de kustuk" der. "Bu kuvvetli deniz
havasından ve geminin sallanmasından kaynaklanıyordu. O akşam her ikimiz de o
kadar hastalandık ve gece o derece halsizdik ki hiçbirimiz, geceyi nasıl geçirdiğimizi
bilmiyorduk. O kadar çok ve sık kustum ki içimde mercimek tanesi kadar bile
yemek atığı kalmış olamazdı."[19]
Kara korsanları
Yol her zaman seyyah için
tehlikelerle doludur. Bir yolcunun en büyük korkularından biri pek tabii eşkıya
ve hırsızlardır. Bu dönemde dünyanın hiçbir yerinde olmayan tek şey güvencedir
aslında. Londra'nın uzak semtlerindeki yol kesenler, Katalonya ve Endülüs'te
–birbirinden çok farklı sebeplerle– ayyuka çıkan eşkıyalar, Balkanlar'da ve
Orta Avrupa'da hayduklar, Adriyatik'te Uskoklar... Dönemin İspanyası'nda olduğu
gibi Osmanlı topraklarında da diğerlerinden daha tehlikeli olan bölgeler
vardır. Söz gelimi Altın Çağ İspanyası'nın eşkıyası bol olan Granada ve büyük aileler
arasındaki kan davasından kaynaklanan eşkıya gruplarıyla tümden güvensiz hale
gelen Katalonya yollarının bir benzeri de Arnavutluk'tadır. Bernardo, Tiran
düzlüğüne gelmeden önce uğradıkları Zheja'nın yerlilerinin "ormana
indikleri, büyük bir grup halinde seyahat etmeyen yolcuları soyup
öldürdükleri"ni yazar.
Blount da Orta Avrupa'nın
tehlikelerinden payına düşeni alır. Macaristan sınırları içinde "küçük ve
sevimli bir kent" olarak tanımladığı Valjevo'ya varırlar. Bir orman
geçidine geldiklerinde akıllarına bir fikir gelir. Yollarda hırsızların bulunma
ihtimali çok yüksek olduğundan seksen atlık kervanlarını ikiye bölerler.
Yarısını insanlarla ve daha az değerli mallarla birlikte bir gün önce
gönderirler. Planları onları haklı çıkarır. Gerçekten de geçit hırsız
yuvasıdır. Çatışmada bir hırsız ve onlardan da iki kişi ölür. Çok yüksek
değerde mal da elden gider. Ertesi gün onlar yola çıktığında on altı hırsızla
karşılaşırlar. Arkebüz ve pistollarla korunarak grubun diğer kısmını geçitten
sapasağlam geçirirler ve Belgrad'a ulaşırlar.[20] Krafft da St. Espirit'te haydutluk
yapan Huguenotlar konusunda uyarılır.[21]
Balkanlar hiç de tekin olmayan
güzergâhlardan oluşur. Çoğu zaman seyyahlar yollarda ellerinde silahla
ilerlemek zorunda kalırlar. Arnavut katiller ve soyguncular kol gezer. Canaye
"Bunlar birkaç gün önce beş kadıyı bütün maiyetiyle birlikte öldürmüşler"
diye not düşer dehşet içinde[22] "Korkularımızı daha da
artıran, anlamadığımız bir Slav diliyle konuşmalarıydı!" diye de ekler.[23] Anlaşılmayan bir dil her zaman
birinci dereceden rahatsızlık ve korku unsurudur.
Coryate 1611 Eylülü'nde Halep'ten
Isfahan'a doğru yola çıkar. Yolda ne soğuktan, ne uykusuz gecelerden, ne
sineklerden, ne haşarattan, ne de toz topraktan yakınır. Yakındığı başlıca şey
"kurtlar gibi sinsi sinsi dolaşan" Kürt aşiretleridir. Bunlar
kervanların yollarını gözleyip yol kesmeyi beklerler. Kürtlerin ateşleri
silahları bilmediğini iddia eder ve bu yüzden de onlara karşı savunma aracı
olarak bunları kullanırlar.[24] Polonyalı Simeon da Kürt eşkıyadan
çok çekmiştir. Palu kasabasından sonra Kuars (?) köyüne gelirler. Köy sakinleri
olan Kürtler onlara yemek getirir. Ama hikâye bu tatlılıkla bitmez:
"Kürtler, âdetleri veçhile, yanlarında konaklayan yolculara ikramda
bulunurlar, fakat onlar evlerinden uzaklaşınca arkalarından yetişerek,
Arapların yaptıkları gibi onları soyarlar."[25]
Rålamb Haemus dağlarında benzer
tehlikelerin arifesindedir. Yolları kötü olan, eşkıya dolu bu dağlardan geçer.
Karşılarına eşkıyadan on kadarı çıkar ama saldırmaya cesaret edemeyip orman
içlerine kaçarlar.[26] Yolculara kurt gibi saldıran
eşkıyalar yüzünden "Kurt Vadisi" adında bir vadiden geçerler.[27] Rålamb kısacık bir cümleyle
herkesin ortak derdini dillendirmiş olur: "O dönemde yolculuk etmek hayli
sıkıntılı bir işti: Yollar çok bozuktu ve sık sık çamura saplanan arabaları
çıkartmak için epey zorlanılıyordu."[28] Yollar hep dağ, su ve çamurdan
geçtiği için "kötü"ydü. Eflâk'ı Erdel'den ayıran dağlardan akan sel
suları yüzünden yolların üzerine keresteden köprüler yapılmıştı. Köprüler yer
yer sular tarafından süpürüldüğü için, buralardan geçmek "büyük
tehlikeleri göze almayı gerektirir."[29]
Tavernier, 1631 yılı başlarında
İstanbul'a gelir ve tam on dört ay buradan İran'a geçmek için bir kervan
bekler.[30] "Asya'da seyahatler,
Avrupa'daki gibi ne her saatte ne de aynı kolaylıkta yapılıyor. Her hafta
kentten kente ve eyaletten eyalete giden arabalar yok ve ülkeler Avrupa'dan çok
farklı. Asya'da iklim ve toprak özellikleri ya da çalışmaktansa yoksul yaşamayı
yeğleyen insanların tembelliği nedeniyle hiç işlenmemiş ve ıssız yerlere
rastlanıyor."[31]
"Hilekârlıkta eşleri bulunmayan
Arapların kara yollarında yaptıkları fenalık ve kurdukları tuzaklar, su
üzerinde yaptıklarını kat kat geçer" diye başlar Simeon karada
çektiklerini anlatmaya. Gece yürüyüşünde uyku basınca bazı yolcular
hayvanlarının üzerinde uykuya dalar, bazıları da uyumamak için iner ve
hayvanlarına göz kulak olurlar. Araplar bu esnada usulca yanaşır, hayvanın
başından yuları çıkarır ve hayvanı kaçırırlar. Portekizli Antonio Tenreiro da
Arapların ayaklarının çabukluğuna, ellerinin hafifliğine şahit olmuştur istemeden.
Naklettiğine göre soyguncular "adaletin önüne getirilseler de bu işi
yapmayı sürdürüyorlar; çünkü Araplar soygunculuğa bir hayli yatkınlar; bu
ülkede ve bölgede sonsuz denecek kadar çoklar ve bu iş onlara çok uygun ve
kârlı geliyor."[32]
Çölde geceler de gündüzler kadar
tehlikelidir. Atlı eşkıyalar, yaya soyguncular... Kervanda geride kalmak,
belayı davet etmek demektir. Zira sürüden ayrılanı kurt kapar. Simeon'un
deyimiyle "kumların içinden pireler gibi çıkan hırsızlar" yolcunun
eşeğini ve eşyasını kapıp sırra kadem basarlar. Biraz daha fazla cüretkâr
olanları mal yüklü devlere de yaklaşırlar.[33] Blount, Kahire'den geçerken
mağaralarda genellikle insanları öldüren veya soyup soğana çeviren
serserilerden korktuklarından, yolda bir ellerine mum, diğer ellerine
pistollarını aldıklarını söyler.[34]
Yolu Mısır'a düşenlerin ise Nil
kıyısına geldiklerinde gördükleri karşısında ağızları bir karış açık
kalacaktır. Bu denli eline, ayağına çabuk soyguncular görmemişlerdir. Bu
Araplar gördükleri en becerikli yüzücülerdir. Thévenot "Bu düzenbaz
adamlar, kimse kendilerini tutmasın diye, çırılçıplak soyunduktan sonra bütün
bedenlerinin yağlarlar ve kente böyle gelirler; ellerine geçen her şeyi
çalarlar ve peşlerine düşüldüğünde nehre atlayıp yüzerek karşı kıyıya
geçerler" diyerek gördüğü manzarayı hayretle anlatır.[35]
Sadece nehir kenarında değil, gece
Nil üzerinde bir gemide konaklarken de tedbiri elden bırakmamak gerekir. Nil
üzerinde giden bir gemi kiraladıklarında Simeon'u hemen fellahlara karşı
uyarırlar. Gemilere binip, insanları götürdüklerini söylerler ve gemi kenarında
değil de serenin altında durmasını salık verirler.
Bozuk yollar
Lewis, bu XVII. yüzyıl Fransız
seyyahlarının gezi notlarının, Osmanlı İmparatorluğu'nun genel olarak yıkık
köprüler ve Haçlılardan kalma virane kalelerle bir zamanların büyük
şehirlerinin hâlâ üzerinde adları yazılı olan mermer kalıntılarıyla
"melankolik ve monoton" bir ülke olduğu hissini hep yansıttığını öne
sürer.[36] Şehrin dışına çıkmak her türlü
bozuk yolla savaşmanın başlangıcıdır. Hele hele seyyahın yolculuğu Doğu'ya
uzanıyorsa burada bilmediği iklimlerin beraberinde getirdiği belalar da
mevcuttur. Antonio Tenreiro develerin yarı bellerine kadar battıkları çok ince
ve gevşek kum tepeleri boyunca tırmanır. Öyle ki kum fırtınası çıksa tamamen
gömülüp, denizdeki gibi kaybolacaktır.[37] Blount da yolculuğunu zehir eden bu
kum belasını işte şöyle tasvir eder: "Çeşitli zamanlarda yolcular bu kum
fırtınalarında kayboluyorlar, insanlar ve hayvanlar ancak yıllar sonra başka
bir rüzgâr sayesinde bulunabiliyorlardı. Tek çaremiz develerimizin arka
taraflarını rüzgâra doğru çevirmek ve durdukları yerin onların kolaylıkla
çıkabileceği bir çukur haline gelmesini sağlamak, sonra biraz ileri gidip
hayvanları bir daha durdurmak ve yine etrafımızın kumla sarılmasını
beklemekti."[38]
Şiraz'da ise Tenreiro'yu tehlikeli
ve uçurumlu yollar beklemektedir. Portekizli seyyahların çilesi Anadolu'ya
uzanan topraklarda başka bir şekil alır. Diyarbakır'dan Dumbuli'ye gelirler,
oradan yola çıkarlar. Bulundukları yollar çok daha zorlu ve bataklıktır; bunlar
pek çok yerde (eskiden gevşek toprak olduğundan) çamur içindedir, hayvanlar
içine batar, yükleriyle birlikte devrilir. "Bu bize bitmek tükenmek
bilmeyen zorluklar çıkardı" der seyyah, üstelik bu birden fazla defa
cereyan eder.[39]
Bataklıklar her yolun olmazsa
olmazıdır. Tavernier, Sapanca'dan sonra girdiği yolda bataklıklar arasında,
tahta köprüler üzerinde ve şoselerde bütün gün yürüdüğünü söyler.[40] Bataklıklar Portekizli
seyyahlarımızı neredeyse gittikleri her yerde takip eder. Urfa yakınlarında da
bu belaya yakalanırlar. Yüksek, çok çamurlu bir yer olduğundan yağmur
yağdığında hayvanlar batar, geçmek mümkün olmaz. Bu çok sık meydana geldiği
için tacirler ve kervanlar buna pratik, ancak yolculuğu hayli uzatan bir çözüm
üretirler: Yolculuğa ara verip, bir veya iki hafta mağaralarda beklemek zorunda
kalırlar.[41]
Krafft'ın kafilesinde yükü atlar
çeker. Montélimar'da dinlenmiş posta arabaları sağlayamayınca iş atların başına
kalır. Uzun yol tepmiş, yorgun ve yola çıkacak vaziyette olmamalarına rağmen
başka çare kalmamıştır. Atlara şarap ve ekmek yedirerek çaresiz yollarına devam
ederler.[42] Atlara iyi bakmak gerekir. Canaye
ve yol arkadaşları da yolda cimri arabacılar yüzünden yorgunluktan ölecek hale
gelen atlarının yükünü hafifletmek için "en berbat ve kötü geçitlerde,
çamur içinde ve yokuşlarda" yürümek zorunda kalırlar.[43] Seidel'in iki yoldaşı Niş'e
vardıklarında atlarıyla suya girer, fakat çevreyi tanımadıkları için derin bir
çukura düşerler. Atlar yüzerek karaya çıkarlar, arkadaşları ise kurtulamazlar.[44]
Bitler, pireler ve diğerleri
Seyyahların en büyük dertlerinden
biri de bu kervansaraylarda bulunan ufak, ama korkunç haşere ile boğuşmak
zorunda kalmaktır. D'Arvieux, Eden adlı bir köyde pirelerden kaçmak için açık
havada uyumak zoruna kalmıştır. Fransızların en müşkülpesendi olan elçi Nointel
ise kaldığı kervansaraylarda hayvan nüfusundan "insan aşçısını ararken bir
deveyle çarpışıyor, hizmetçisini ararken katırla yüz yüze geliyor" diyerek
şikâyet eder.[45] Tabii ki bunlar masum rahatsızlık
öğeleridir. Üzerinde çatı olmayan yolcu daha vahşi saldırılara maruz
kalacaktır. Kana susamış aslan ve kaplanların korkusu içinde seyyahlar ovanın
orta yerinde uyurlar. Çöl, Bedevilerin olduğu kadar vahşi hayvanların da
yuvasıdır.
Sıcak, rahat bir yatak, yolcunun
ancak evine döndüğünde kavuşabileceği bir hayaldir. Yol boyunca seyyah kafasını
sokabileceği bir yer bulduğuna şükretmelidir. Doğu'da Batı'yı özler her yolcu.
Masanın olmadığı, şarabın zor bulunduğu topraklarda kendini evden iyice uzakta
hisseder. Canaye "Hıristiyan evinden çok bir Türk kervansarayına
benzeyen" bir handa kalır yol arkadaşlarıyla. Burada çok rahatsız
olduklarından her gün Saporto'ya giderek "tıpkı başka hiçbir eğlenceleri olmayan
Ragusalılar gibi kenti gezerler."[46] Korfu'ya 30 mil uzaktaki Marlera'da
"Hıristiyan usulü masalar ve yataklar" bulduklarında sevinçten
uçarlar. "Bu durum bizim açımızdan olağandışıydı. Çünkü uzun süredir
Türkler gibi uyuma ve yeme alışkanlıkları edinmiştik" derken Osmanlı
topraklarında uzun yollar gidecek olan yolcunun daha yolun en başında hiç
alışık olmadığı yatma, yeme, oturma ve hareket etme şekline alışmak zorunda kaldığını
gösterir.[47]
Kervansarayların, hanların varlığı
çoğu zaman lükse girer. Ne de olsa dağlar, çöller, uçsuz bucaksız ovalar
geçerken bir çatı altında konaklamak şans işidir. Yol boyunca kervansarayların
olmadığı yerlerde, korunaklı bir şehirden uzak yerde de olsa, açık havada
çadırlarda kamp kurmaktan başka çare kalmayabilir. Deve tezeğinden yapılan
ateşte yemekler pişirilir, pis sularla temizlenilir.[48] Yolcular yerde yatar, altlarına
yatak yerine bir halı, ya da yanlarında ne varsa sererler. Hayvanın semerini de
yastık yaparak uyurlar. "Hayvanların yemlerini yerken çıkardıkları hışırtı
sesleri sahiplerinin doğal yoldan uykuya dalmalarını sağlar."[49]
Çölde susuz kalmak ölümlerden ölüm
beğenmektir. Portekizli Manuel Godinho çölün ortasında bir damla su bulamayınca
yaratıcılığına başvurur: Ağzına dilini ıslak tutması için mermiler yerleştirir,
ama bu önlem de bir işe yaramaz. Kurşun rutubetini yitirmiş gibidir. Diğer
Portekizli ise o kadar susamıştır ki balgam çıkarırken kan tükürür.[50] Ama susuzluk çöle mahsus bir dert
değildir. Yolcu daha yola çıkmadan tedbirini almalıdır. Mısır'dan hareket
etmeden önce Simeon'a yanına şeker, limon ve sirke almasını tavsiye ederler.
Yolda su bulunmaz, bulunsa da çok acı ve kokmuş olduğundan ancak şeker ve limon
karıştırılarak içilebilir.[51] Canaye, Korfu'da hastalık kapma
kuşkusundan adadan içecek hiçbir şey –su bile– alamaz ve dolayısıyla dört aydır
fıçılarda saklanan İstanbul suyundan içerler.[52]
Manuel Godinho'nun yolda bulup
yanına aldığı çıkında kötü pişirildiği için hamur kokan peksimetler, biraz
peynir ve soğan, su tulumları vardır.[53] Sancho Panza'nın çıkınından da
peynir, soğan ve ekmek çıkmaz mı?
Maceraperest bir ruhun bedeli
"Tüccarlara has bir
alışkanlıkla mallarımızla birlikte neşeyle yol alarak birkaç gün içinde Venedik
hudutlarına varmayı arzuluyorduk. Lakin öte yandan, başkalarıyla alakalı
işlerdeki planlarımızı her zaman kıskanan düşman kader, tabii ki başka bir plan
hazırlayarak bizim gayemizi engelledi."[54] Menavino bir yolcunun en büyük
düşmanının kaderi olduğunu işte böyle anlatır. Gerçekten de yol boyunca başına
gelmedik kalmaz.
Giovan Battista, 10 Mart'ta 1682'de
11 kişilik Kalvinist Hollandalı bir tüccar grubuyla Galata'dan yola çıkmıştır.
Karadeniz'de Kazak korsanların varlığından haberdar olduğunda iş işten
geçmiştir. Karadeniz'in karasularında 40-50 tanesi bir araya gelip hayvan
derileri altına saklanarak gemilere saldıran korsanlar kol gezmektedir.[55] "Merakını gidermek" için
göze aldığı yollar ona korku dolu anlar olarak geri dönecektir.
Krafft "kuvvetli ve kaba bir
Türk"ten yüzünün sol tarafına sağlam bir yumruk yer: "Gözümde
şimşekler çaktı, gözümün önünde on dört gündür yaşadığım hatıralar
canlandı" diyerek dramatize eder durumu. Adam onu yere fırlatır, bozdoğan
ve topuz ile işi bitirmek istiyordur.[56] Ama sonuçta kahramanlarımız sapasağlam
dönerler. Çünkü –pikaresk romanlarda olduğu gibi– bütün bu maceraları
anlatabilmek için yaşamaları gerekir.
Yolcu Doğu'ya giderken yerli halkla
paylaştığı kamusal alanda serinkanlılığını korumak zorundadır. Her zaman
karşısına kendisini kışkırtacak bir yerli çıkacaktır ne de olsa. Günlük hayata
dair dinler ve milletler arasındaki farklar alay konusu edilince gerilim
kaçınılmaz olur. Bu da yolun düsturudur. Canaye karşılaştığı Türklerin bu
duruma örnek provokatif davranışlarına maruz kalır. Bir Türk, Canaye'nin
grubundan bir askerin uzun çoraplarını ve yırtmaçlı poturunu görünce gülmeye
başlar ve bu yırtmaçlı poturlarıyla bir Türk'ü öldürmeye yetecek cesareti olup
olmadığını sorar.[57] Asker "evet" yanıtını
verince, onu uzak bir yere götürür ve "bu aptal ve sarhoş Türk"ü
öldürür. Canaye "İstanbul'dakilerin her gün zavallı gâvurlarla alay
edişlerinin aynısını burada biz yapmış olsaydık, elbette seyahatimiz daha
güvenli ve daha az eziyetli olacaktı" yorumunda bulunur. Bu çok uç bir
örnektir. Çünkü İslam topraklarına doğru yola çıkanlar genelde tedbiri elden
bırakmaz ve bu derece cüretkâr davranışlarda bulunmazlar.
İran topraklarının bittiği yerde
Safevi memurlar Şah'ın kanunlarını çok sıkı bir şekilde uygularlar. Ülkeye
giren tüccarlara yumuşak muamele edilmesine rağmen, Hindistan'a gidenler çok
sıkı bir sorguya çekilir ve araştırmaya tabi tutulur.[58] Esirler ve atlar dışarı çıkarılmaz.
Sınır dışına altın ve gümüş çıkarmak ise ölümle cezalandırılır. Hatta bazı
seyyahlar çırılçıplak soyulurlar. Coryate'in "gizli köşeleri" bile
aranır![59]
1523 yılında Hindistan Genel Valisi
Duarte de Menezes'in Şah İsmail'e gönderdiği elçilik heyetinde bulunan Antonio
Tenreiro, Hürmüz'den yola çıkar. Diyarbakır'da beklenmedik bir şey olur.
"O gece beni ayaklarımdan prangaya vurup zincirlediler; özür dilediler ve
çok üzgün olduklarını belirttiler; bunu beylerbeyinin emriyle yaptıklarını
söylediler. Öylece birkaç gün geçirdim orada."[60] Safed'de de kader aynı oyunu oynar.
Burada bir İspanyol Yahudisi'nin evinde uyurlar. Onunla konuştuğunu ve
birbirleriyle iyi anlaştıklarını gören Türkler onu zincire vururlar.[61]
Yolcunun sıcak ve güvenli evinden
çıkarken içinde büyümeye başlayan korku yetmiyormuş gibi bir de hiç bilmediği
topraklarda, hiç görmediği âdetlerin verdiği tedirginlik buna eklenir. Henry
Blount "Türkiye'nin büyük bir bölümünde, özellikle Slovenya, Bosna,
Macaristan, Makedonya ve Trakya'da, bütün halka açık yerlere insanları
korkutmak amacıyla demir kazıklar" yerleştirildiğini yazar.[62] Bu korku silsilesinin sadece
başlangıcıdır. Çünkü Arapların yaşadıkları topraklarda gördükleri ona bunları
unutturacaktır.
Blount, Reşit ile İskenderiye
arasında soygun yapan üç Arap'ın infazına şahit olur. "Arap haydutlar
toprağın üzerine çıplak ve yüzüstü olarak yatırılmışlardı. Elleri ve ayakları
açılarak kazıklara bağlanmıştı. Sonra, cellat geldi ve kendi kısa kargılarının
uçlarını haydutların anüslerine soktu, kargı yavaşça başlarından ve
omuzlarından çıkıncaya kadar batırdı." Haydutların ikisi hemen ölür,
diğeri biraz daha yaşar. Ancak etrafındakiler adamın beynini oyarlar. Sonra üç
Arap dik bir şekilde yola çakılan kazıklara bağlanır ve öylece bırakılır.[63]
Tanrı aşkıyla dolu kalbin cezasını
çeken ayaklar
Polonyalı Simeon ve
beraberindekiler, Üsküp yakınlarında Yenipazar'da bir uçurumun ortasından
geçerler. Geçtikleri dağlardan biri o kadar yüksek ve sisle kaplıdır ki, gök ve
güneş görünmez. Ağustos ayının ortasında bulundukları halde sis ve soğuk
rüzgârdan dolayı donarlar ve hayvanlarından inmek zorunda kalırlar. Aralarından
pek çok kişi hastalanır. Dertleri bununla da bitmez, yolları büyük bir
"korku ve dehşet içinde" kat etmek zorunda kalırlar, çünkü bölük
halinde ortalarda dolaşan haramiler, köy ve kasabaları yakar ve bazı köyleri de
haraca bağlarlar.[64]
Kilis'te (Hırvatistan'daki Klis) de
eşkıya korkusu yaşarlar. "Yolculuk o kadar müşküldü ki beş altı yüz
kişilik kafileler bile bu yolculuğa cesaret edemezlerdi."[65] Yine Kilis yakınlarında sivri bir
dağa tırmanırlar. Tamamen kayalık ve taşlık olan bu dağın üzerinde ayak basacak
yer bile yoktur. Odundan basamaklar vardır ve ancak katır ile tepeye çıkmak
mümkün olur.[66]
Esas kötü sürpriz onları bugün
Hırvatistan sınırları içinde olan Split'te (Spalato) bekler. Split kalesine
geldiklerinde askerlerle karşı karşıya kalırlar. "Bize iltifat
edeceklerini zannettik; fakat onlar, bizi, Nezaret denilen bir hana götürüp
oraya tıktılar" der Simeon. Üstelik kapıları kilitleyerek uzaklaşırlar.
Dillerini bilmedikleri için iletişim de kuramazlar, akşama kadar ağlarlar.
Akşam tıkıldıkları bu mekânda yalnız olmadıklarını anlarlar. Zira pencereden
dışarı bakınca İstanbul, Ankara, Culfa ve pek çok başka yerden gelen Hıristiyan
ve Müslüman tüccarlar görürler ve neden kapatıldıklarını sorarlar. Burada
"nizamın böyle olduğunu, padişah bile gelse nezaret altında kalmaya mecbur
tutulacağını" öğrenirler.[67]
Ertesi gün bir gardiyan gelir, ancak
dil bilmedikleri için yine anlaşamazlar. İşaretlerle konuşarak anlaşmaya
çalışırlar. İstedikleri yiyecek ve içecek pencereden verilir, parasını dışarı
atarlar. Simeon burada çektiği acılardan feyz alarak bir şiir kaleme alır. Son
satırlarına yaklaşınca işin iç yüzü anlaşılır. "Bu merhametsiz insanlar
bizi kırk gün mevkuf tuttular." Bu mısra durumun bir karantina olduğunu
gün ışığına çıkarır.
Her hafta gelip postallarını ve
kumaşlarını yoklar ve akşama kadar da ipte asılı bırakılar. Simeon burada
nezarette kalma süresinin muhtelif olduğunu öğrenir. Edindiği bilgiye göre
yanlarında balmumu, deri, sahtiyan gibi tüysüz eşya bulunanlar 25; kebe, sof ve
tüylü eşyası olanlar 40, hiçbir eşyası bulunmayan ise 20 gün bekletilmektedir.
Simeon'la birlikte gelen Vardapet'in yanında birkaç top hediyelik sof bulunması
büsbütün kötü talihin eseridir, bu da 40 gün orada tıkılı kalmak zorunda
oldukları anlamına gelir.[68]
Bitki örtüsü farklı, hayvan türleri
farklı iklimlerde fersahlar kat etmek her maceraperestin alnının akıyla
çıkabileceği bir iş değil. Portekizli seyyahımız Manuel Godinho'nun Cascais'ten
Portekiz topraklarına girince kalemine sarılıp kaydettiği şu satırlar ne güzel
anlatır her şeyi: "Tanrı beni, denizde ve karada çok tuhaf yollarından
geçtiğim, insanlarından ve hayvanlarından kaynaklanan tehlikeleri göğüslediğim
birçok barbar ülkesinden sağ salim bu krallığa getirdi."[69]
2
Kılık değiştirenler
Theatrum vitae, theatrum mundi
Şarlken'in kronik yazarı Sandoval,
bize XVI. yüzyılda Fransa'nın Hıristiyanlık âlemindeki imajına dair sıradışı ve
önemli bir ayrıntı sunar. I. François, 1525 Pavia yenilgisinden sonra bir gece
hapsedildiği Madrid şatosunda, yattığı odada bulunan şömineden aldığı
kömürlerle boyanır, uşağının kıyafetlerini alıp zenci kılığına girerek kaçmaya
çalışır.[70] Hayli alaycı ve grotesk bir portre
sunan bu anlatının ne denli doğru olduğunu bilemesek de devrin Akdeniz'ine dair
pek çok gerçeği su yüzüne çıkardığından emin olabiliriz. Öncelikle bu küçük
bölüm, kılık değiştirmenin tiyatronun bir ihtiyaç halini aldığı Napoli
sokaklarından, bir halk eğlencesinden ya da dini bir gösteriden çıkmış manzara olmaktan
ziyade, hayatın ve hayatta kalma gerçeğinin en kayda değer parçası olduğunu
gösterir. Gerçekten de Akdeniz devasa bir sahne olmuştur ve Shakespeare'in
kahramanına söylettiği gibi dünya bir sahneye, kadın ve erkekler de oyunculara
dönüşmüştür. Bu yeni dünyada maske her zaman en geçerli kurtarıcıdır. Yeniçeri
kılığına girmiş Hıristiyanlar, İtalyan balıkçı kılığına giren Türk köylüleri,
tüccar kılığına giren muhbirler, papaz kılığına girenler ve daha niceleri
Akdeniz'i gerçek bir tiyatro sahnesine dönüştürürler.
Sandoval'ın bu çarpıcı anlatısının
bize sunduğu ikinci ve en önemli veri de Fransız karşıtı grupların Fransız
kralını karikatürize etmek için hiçbir fırsatı kaçırmamalarıdır.
Fransız-Osmanlı ittifakının, bu karikatürizasyonun geliştirilmesi ve Fransa
için "Hıristiyanlık âleminin haini" imajının yaratılmasında
Fransa'nın düşmanlarının eline koz verdiğini iddia etmek hiç de mübalağalı
olmaz.
Yeniçağ'da, öncesinde olduğu ve
sonrasında da olacağı gibi, o ya da bu sebeple kılık değiştirmek, pek çok yasak
kapıdan geçip, yasak noktaya ulaşmak için benzersiz bir yöntemdi. Özellikle
yasakların büyük bir kısmının din tarafından belirlendiği İslam topraklarında
"başka insanların maskeleriyle" dolaşmak pek çok sorunu kısa yoldan
çözüyordu. Başarılı olduğu takdirde tabii. Ancak, elimizdeki örneklerin çoğunda
göreceğimiz gibi, yabancıları cezalandırma hiç de azımsanmayacak ölçüde
şiddetli olabildiği ve içerdiği "ibret-i âlem"in Avrupa'da kulaktan
kulağa yayılarak çoğu zaman karanlık bir efsane boyutuna ulaştığı bu dönemde
buna cesaret edebilen insanların ortak hedefi Osmanlı İmparatorluğu sınırları
içinde dikkat çekmeden rahatça hareket edebilmekti. Yani, "Roma'da
Romalılar gibi davran" atasözü uyarınca "yabancı"ya hiç de
sempatik bakmayan bir halkın arasında "öteki" olmadan dolaşma
özgürlüğüdür söz konusu olan.
Türk kılığına girmenin verdiği
rahatlık
Bu dönemde Osmanlı toprakları farklı
sebeplerle pek çok yabancının gezi rotası içinde yer almıştır: Kudüs'e hac
yolculuğu, ticaret, İstanbul ve Levant şehirlerine diplomatik yolculuklar,
ajanlar, din adamı olarak atanan şahısların görev mekânına ulaşmak için kat
ettiği yol, seyahat için seyahat vs. Daha başka sayısız sebeple yola düşen
yabancı, karadan ya da denizden yaptığı bu macera dolu yolculukta "yerli
halk" maskesiyle nispi bir dolaşma özgürlüğü yaratmıştır kendisine.
Unutmadan geçmememiz gereken nokta, Avrupa kaynaklarında "Türk
kıyafeti" olarak geçen tanımın aslında çoğu zaman "Müslüman
kıyafeti" ya da en azından Doğu stili kıyafetlere karşılık geldiğidir. Bu dönemde
"Türk" ve "Müslüman" kelimelerinin eşanlamlı olarak
kullanıldığını hatırlamamızda fayda var.
En erken örneklerden biri XV.
yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu'na yolu düşen Burgonyalı
Bertrandon de la Broquière'dir. 1433 yılında dönüş yolunda, yani Filistin,
Suriye, Osmanlı toprakları ve Balkanlar'dan sonra Viyana'ya geldiğinde Türk
kılığındaydı ve aşikâr bir şekilde Türk işi olduğu görülen silahlar taşıyordu.
Üzerindeki Türk kıyafetiyle tüm bu yolu kısmen rahat almıştı. Lakin hesaplamayı
belki de akıl edemediği bir şey vardı: Bu kıyafetlerin Avusturya topraklarında
hiç de sempatik karşılanmayacağı. Dolayısıyla Viyana'daki hancıların onun kâfir
olduğunu zannettiklerini ve onlara Hıristiyan olduğunu ispatlayana kadar
konaklamasına izin vermediklerini söyler.[71]
Broquière şanslıydı. Lakin Şarlken,
I. Ferdinand ve II. Maximilian'ın hükümdarlıkları sırasında saray divanı ve
saray meclis başkanlığı yapan Siegmund von Herberstein o denli şanslı
olmayacaktı. Herberstein Osmanlı topraklarında seyahat etmiş bir elçiydi.
Farklı iddialar arasında, –Ferdinand Raisp'in iddiasına göre– kendisi Doğu
kıyafetleri giydiği için, komşu köylüler onu Türk zannedip öldürmüşlerdi.[72] Sloven topraklarının Habsburg ve
Osmanlı toprakları arasında sürekli sınır çatışmalarının bulunduğu hareketli
bir bölge olduğunu hatırlarsak, bu iddianın doğru olabileceğine kanaat
getiririz.
Bir Hıristiyan'ın başına yeterince
bela alması için, sokaktaki Türk tebaaya sözle tacizde bulunması ya da onlarla
laf dalaşına girmesine bile gerek yoktu. Yolda Avrupalı kıyafetler içinde
gezinmek bile belaya yeterince davet çıkarmak demekti. Bu nedenle bütün Frenk
tacirler sokakta Türk kıyafetleri giyiyorlardı.[73] Hatta bazıları uzun bıyıklarla
kıyafetlerini destekliyorlardı. Ama özellikle Fransızlar, yere kadar inen
kıyafetlerine rağmen her zaman davranışlarıyla kendilerini ele veriyorlardı.
Yolda tehlikeyi en aza indirgemenin
kurallarından biri de yerli halkın gözüne batmamaya çalışmaktı. Bunun için
bazen Türk kılığına girmeye bile gerek kalmazdı. Batı Avrupalı bir Hıristiyan
gibi görünmemek bile çoğu zaman sorunu çözerdi. Osmanlı topraklarında seyahat
eden İngiliz Fynes Moryson özellikle Türkler söz konusu olduğu zaman buna çok
dikkat edilmesi gerektiğini beyan eder. Bir Hıristiyan yanında silah taşımamalı
ya da Türklerin gözlerinin içine bakmamalıdır. İkincisinin cezası, iddia
ettiğine göre, falakadır.[74]
Pek tabii Türk kılığına girmek
diplomatların da sıkça başvurdukları bir güvenlik yöntemiydi. 1578'de
Londra'dan İstanbul'a gelmek üzere yola çıkan İngiliz diplomat yanında kılavuz
olarak Joseph Clemens ve bir de uşakla Hamburg üzerinden Polonya'ya varmıştı.
Bu ülkenin Osmanlı sınırında bulunan Kamaniçe şehrinden geçmek için Leh
kralından izin almıştı. Kendisi, kılavuzu ve uşağı burada Türk kıyafetleri
satın alıp kılık değiştirmişlerdi.[75] Bir diplomatın kılık değiştirmesi,
onun için sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha az masraflı bir seyahat
demekti. Şaşaalı maiyetleriyle Tuna boyundan gelen elçiler, daha İstanbul'a
varamadan paralarının ve hediyelerinin bir kısmını yol kesip bir şeyler vererek
karşılığını bekleyen tebaaya bırakmak zorunda kalıyorlardı.
Osmanlı tebaasının Batı stili
kıyafetleri hayli komik bulduğu, bunu saklamaktan çekinmediği, Osmanlı
şehirlerinde kendi kıyafetleriyle dolaşan Batılılara zaman zaman sözlü tacizde
bulunduğu yalan değildi. Fransız seyyah, Sieur François La Boullaye-le-Gouz da
Doğu'ya birkaç seyahatte bulunmuştu. Isfahan'da elçilik görevindeyken vefat
etmişti. 1640'ta Midilli'deyken tuhaf bir şey ilgisini çekmişti. Kendisinin ve
arkadaşlarının kısa kıyafetleri onların adalılar tarafından maymun olarak
görülmelerine yol açmıştı.[76] Osmanlı İmparatorluğu'nun
Hıristiyan tebaasının kılık kıyafetine alışan Müslüman halk, Batı Avrupa'nın daracık
külot pantolonlarını kabullenmekte zorlanıyor olmalıydı.
Osmanlı tebaası olan
gayrimüslimlerin Doğu topraklarının rahat ve bol kıyafetlerini tercih etmesinin
sebebi, geleneksel olarak Doğu stilinin bir uzantısı olması dışında, muhtemelen
dinlerin, dolayısıyla ümmetlerin birlikte var olduğu bu coğrafyada keskin
farklar yaratmak istememeleriydi. Bernald Randolph, XVII. yüzyılın ikinci
yarısında Atina körfezi girişindeki Termia'da Rum Ortodoks tebaanın
kıyafetlerini tasvir ederken ilginç bir ayrıntı sunar: "Erkeklerin
kıyafetleri ise çeşitlidir" der. "Hali vakti yerinde olanlar ayak
bileklerine kadar inen astarlı uzun yelek giyer, bellerine kuşak sarar. Gömlek
kolu bilekte düğümlenir. Üstlerine siyah kumaştan, bol dökümlü geniş kollu lâta
geçirirler. Bu kılıklarıyla Türklere benzedikleri için Hıristiyan kardeşlerine
üstünlük taslarlar. Başları tıraşlıdır."[77] Gezginimiz hâkim gücün kılığını
kabullenmenin beraberinde getirdiği psikolojik üstünlüğe dikkat çeker.
Hans Ulrich Krafft da İstanbul
yolunda bir elçilik maiyetindedir. Montélimar'da on iki Gaskonyalı nişancı
tepeye çıktıklarında onları Alman stili kıyafetleri yüzünden haydut
zannederler. Nişancılar tüfeklerini ateşe hazırlayıp doğrulturlar. Lanetler
yağdırır ve nihayetinde kim olduklarını sormayı akıl ederler. Ancak durum
anlaşılınca geçmelerine izin verirler.[78]
Krafft ile beraberindekiler,
Trablusşam'dan hareket eder, Halep'e doğru yola koyulurlar. Kırktan fazla katır
olan, yirmi altı kişilik bir kervandadırlar. Doğru yolu göstermek, haydutlardan
korunmak ve sapasağlam Halep'e ulaşmak için ihtiyaçları olan tek şey bir
rehberdir. Trablus valisi rehber olarak iyi Türkçe bilen bir Arap gönderir
kendilerine, pek tabii ücreti karşılığında. Ama Krafft rehber bir yana, kendi
kendini güvenceye almıştır zaten. "Başımda, memlekette oturmakta olan
Hıristiyanların yapması gerektiği gibi, kırmızı ve mavi çizgileri olan bir Türk
türbanı (sarık) vardı" der. "Ayrıca tamamen Türk giysileri içinde
idim."[79]
Portekizli Mestre Afonso 1565-1566
yıllarında kraliyet hizmetinde bulunan bir cerrahtır. Yolculuğu sırasında önce
Venedikli, sonraları da Ermeni kılığına girerek gizlenen Mestre Afonso'nun
"tiyatro" oyunundan çok hoşlandığı ve hayli cesur olduğu anlaşılıyor.
Ya da kendisine çok güvendiği![80] 1608'de, pek çok dil konuşabilen
Antonio Jorge de önce İranlı sonra da Türk kılığına girer. Bu bize Türkçe,
Arapça, Farsça gibi bu bölgelerde konuşulan dilleri bilmedikleri halde Müslüman
kılığına girmeye cesaret eden insanların gerçekten de hayli korkusuz –ya da
çaresiz?– olduklarını gösterir. Oynadıkları bu oyun süresince bu dilleri
konuşmak zorunda kalmadan, kendilerini ele vermeden nasıl başarıyorlardı bunu?
İşte buna dair şimdilik elimizde en ufak bir veri yok. Juan Baptista Morales de
1641'de Basra'dan Bağdat'a sandalla Türk kıyafetine bürünerek geçer.[81]
XVIII. yüzyıl başına kadar Kahire'de
Batı kıyafetiyle dolaşmak hiç de güvenli bir hareket değildi. D'Arvieux'nün ve
arkadaşlarının Türk kıyafetleri içinde dolaştığı ve sakal uzattıklarını
biliyoruz.[82] Yabancıların sakal bırakmasının
zaman zaman şiddetle yasaklanıp cezalandırıldığını tanıkların ifadesinden
bilmemize rağmen, pek çok konuda sosyal hayatın farklı şekilde seyrettiği
Mısır'da bu yasağın da delindiğini görüyoruz.
Bu dönemde sadece Doğu'ya değil,
nereye olursa olsun, yolculuk demek biraz da şehir içindeki kısmi güvenliğin
dışında kalan vahşeti görmek demekti. Merkezden biraz uzaklaşınca asayişin sonu
gelir ve herkes kendi canını kendi kurtarırdı. Henry Blount da Osmanlı
topraklarına yolculuğunun Balkanlar ayağında nahoş vakalarla karşılaşır.
Yolculuğunun ikinci gününde "Türk tarzında" giyinerek iki Türk'le
birlikte kervanın bir saat önünde atla ilerler. Nehrin kenarında yemek yiyen
dört tımarlı sipahiyle karşılaşırlar. Başına bakarak Hıristiyan olduğunu
anlarlar.[83] Kendileri bir şekilde yabancıya
uygulanan şiddetten kurtulurlar, ama daha sonra Türk stili kıyafetler giymeyi
akıl edemeyip bu cezadan kurtulamayan bir Dubrovniklinin başına gelenlere şahit
olurlar. Sipahiler "Kaliteli bir tacir olan ve İstanbul'a gitmek üzere
Split'te [kervana] katılan Dubrovnikli"nin bulunduğu kervanı karşılarlar
ve üzerinde İtalyan tarzı kıyafet bulunduğu için onu tartaklarlar.
"Dubrovnikli, ortamın kendi durumunu ne kadar değiştirdiğini
anlamadığından kendi durumunu müdafaa etmekte" ısrar edince olanlar olur.
Sipahiler baltaları ve demir topuzlarıyla iki kaburgasını kırarlar. Zavallıyı
"yarı ölü bir şekilde" geride bırakmak zorunda kalırlar. "Ya
kendi olanaklarıyla dönmeye çalışacaktı, ya da hayvanlara yem olacaktı"
der Blount.[84]
Mekke'de imkânsızı başarmak
Osmanlı topraklarında Türk ya da
Müslüman kılığında dolaşacaklar arasında en çok riski göze alanlar ve en cesur
olanlar, şüphesiz bunu Mekke'de yapanlardı; ne de olsa cezası ölümdü.
Gayrimüslimlerin bu dönemde Mekke'ye değil girmesine, yaklaşmasına bile izin
verilmiyordu. Müslümanlar Hıristiyanların Kutsal Topraklar'da yaptıkları hac
ziyaretini izleyebilir hatta gördüğümüz gibi zaman zaman küçük çaplı
sabotajlarda da bulunabilirlerdi; ancak gayrimüslimler için Mekke hayal
edilemeyecek bir seyahat noktasıydı.
Büyük Cabot'ın Mekke yolculuğu
yaptığı söylenir. Buna dair elimizde tek bilgi Milano Dükü'nün Londra'daki
büyükelçisi Raimondo di Soncino'nun 18 Aralık 1497 tarihli mektubudur. Bu
mektupta Cabot'ın daha önce Mekke'yi ziyaret etme şansı elde ettiği ve burada
baharat tüccarlarıyla konuştuğu bildirilir.[85] Bunun ne derece güvenilir bir bilgi
olduğu tartışma götürür. Harrisse, Cabot'ın Mekke'ye bir ziyaret
gerçekleştirmesinin, ancak ve ancak kılık değiştirmesiyle mümkün olabileceğini
söyler. Gerçekten de bu tek ihtimaldir. Hayli tehlikeli olan bu sergüzeşt büyük
ihtimalle Cabot'ın döneminde, daha sonraki neslin döneminde olduğundan çok daha
az tehlikelidir. Ne de olsa Portekizlilerin Arap ve Hint sularına girmeleriyle
hem casus, hem de müşrik olma ihtimalleri yüzünden, bu coğrafyada Portekizliler
üzerinden bir yabancı düşmanlığı gelişmiştir.
Büyükelçi Raimondo di Soncino
mektubunda Cabot'ın satırlarını naklederken "daha önce birkaç sefer
Mekke'de bulunduğunu" belirtir. Her ne kadar kılık değiştirerek bu
maceraya atılsa da bunu birden fazla sefer yapma ihtimali çok da yüksek olmasa
gerek.[86] Cabot'ın Mekke'ye gittiğini
söylediğini ifade eden bu mektupta, kendisi baharatın uzak ülkelerden Mekke'ye
kervanlarla getirildiğini belirtir. Cabot tüccarlara bunların nerelerden
getirildiğini sorduğunda tüccarlar nereden geldiklerini bilmediklerini, ama
uzak ülkelerden geldiğini söylemişlerdir. Cabot ise bunların Japonya gibi uzak
topraklardan geldiğini sanmıştır. Oysaki Mekke'deki tüccarlarla konuşan birisi
bunların deniz yoluyla geldiğini, Mekke'ye gelen kervanların da uzak yerlerden
değil, Cidde'den, yani bir iki günlük yoldan geldiğini söylerdi.[87]
Tüccarlık sultanlık!
Gerlach günlüğünde Kanije'deki
yöneticinin hizmetkârı olan bir Ragusalının tüccar kılığına bürünüp, üzerine
şüphe çekmeden başka Ragusalılarla birlikte bütün Türkiye'yi dolaşmakta
olduğunu yazar.[88] Portekizli seyyah Covilhã da tüccar
olarak yol alma lüksünden yararlananlardandı. Üstelik Arapça biliyordu ve daha
önce Fas'a iki misyon seyahatinde bulunmuştu. Tüccar kılığında arkadaşı Afonso
de Paiva'yla birlikte İskenderiye'ye ve Kahire'ye gitmişti. Sonra Mağriplilerle
birlikte Tor, Suakin ve Aden'e gitmişti. Burada yolları ayrılmış; Paiva
Etiyopya'ya, Covilhã ise Cananor, Kalküta, Goa, Sofala ve Ormuz'a gitmişti.
Covilhã, Paiva'yla sözleştiği için Kahire'ye döndüğünde arkadaşının öldüğü
haberini almıştı.[89]
Bazen ajanlar tüccar kılığında
görevlerini yaparken, bazen de tüccarlar ajanlık yapabiliyordu. Fransız
saflarından İmparatorluk saflarına geçerek Şarlken'in amiralliği görevini
üstlenen Andrea Doria, imparatora yazdığı bir mektubunda, bazı tüccarların
kendisine Doğu'da olup bitenlerle ilgili mektuplar gönderdiklerini belirtir.[90] Macar tarihçi Sándor Takáts da
tüccarların istihbarat toplamakta ne denli başarılı ve şanslı olduklarının
altını çizer. Ne de olsa tüccarlar diplomasi dünyasına mensup şahısların tabi
oldukları kısıtlamalara tabi değillerdi ve ticaretin kendilerine sunduğu
özgürlükten yararlanıyorlardı. Takáts özellikle Osmanlı sınırlarında bunun
yoğun olarak görüldüğünü ortaya koyar. Tüccarlar rahatça karargâhlara
girebilmektedir. Macar tarihçi ayrıca 1565 yılında Komoran'da bulunan yaya
askerlerle tacir sınıfının gemiyle Keve'ye gittiklerini, dönerken de Peşte
taraflarından karaya çıkıp Türk karargâhına uğrayarak etrafı dolaştıklarını
yazar. Bu esnada 40-50-60 öküz koşulu büyük topları şaşkınlık içinde seyretmiş,
arabaları saymış, askerlerle sohbet etmişlerdi.
Hayat bir sahnedir!
Shakespeare Venedik Taciri'nde
kadın kahramanlarını erkek kılığına sokup Portia'nın ağzından Nerissa'ya,
"Görecekler. Ama öyle bir kılıkta olacağız ki/ Aslında bizde olmayan şeyi
var sanacaklar" dedirtir.[91] Bu iki kadının karnaval ve maskelerle
anılagelen Venedik'in sokaklarında dolaşmaları da hayli anlamlıdır. Bu
"olmayan şeyi var" gösterme operasyonu bu dönemde her iki cins
tarafından uygulanmıştır. İhtiyaç baş gösterdiğinde Osmanlı'da pratiğe dökülen
bu yöntemin en meşhur örneği, Osman Gazi'nin fetih amacıyla bir grup
savaşçısına kadın kıyafeti giydirerek düğün yerine gelmesidir.[92] At Meydanı'ndaki şenliklere gelen
Osmanlı kadınları da çoğu zaman sultanın iznine tabi oldukları için, izin
çıkmayan zamanlarda kendi yöntemlerine başvurup erkek kılığında boy
göstemişlerdir![93]
Canaye, Curzolalı kadınları örnek
verir. Kocaları ada dışında olan bu kadınlar kenti kahramanca savunup Türklere
kenti askerle dolu olduğu ve kolay ele geçirilemeyeceği izlenimini vermek için
erkek gibi giyinmişlerdir. "Sonunda Türkler geldikleri gibi
gitmişler"dir.[94]
Hayat bazıları için zaman zaman
değil, her zaman bir tiyatro idi. Her fırsatta, şartların gereğine göre din
değiştirenler vardı. Din gereği kıyafet değiştirmek söz konusu olduğunda, uç
örnekler de mevcuttu. Dönme bir Yahudi olan Righetto'nun yolda Venedikli bir
devlet memuru görünce bütün Yahudilerin giymesi gereken sarı şapkasını taktığı,
memur geçtikten sonra da onu çıkarıp kolunun altına aldığı ve yerine siyah bir
şapka taktığı biliniyordu.[95]
Bu uzun süreli kılık değiştirme
oyuna katılmak zorunda kalanlardan biri ta İskandinav topraklarından İstanbul
yoluna düşen elçi Rålamb'dı. İsveç'ten Osmanlı'ya gönderilen ilk resmi temsilci
olan Rålamb'ın seyahati tam bir tiyatro oyunu havasında geçer. Tanınmadan
yolculuk etmesi gerekmektedir. Ne zaman yola çıkacağı, hangi güzergâhı
izleyeceği bir sır gibi saklanır. Kendisine öğrenci sıfatıyla Alman
şehirlerinden geçmesi için Pomeranya hükümetinden pasaport verilir.[96] Uşakları bile sadece Prusya'ya
gittiğini bilmektedir. Rålamb, Leipzig postasıyla Berlin'den Wittenberg'e
gider. Bu şehirde kaldığı handa iki memleketlisiyle karşılaşır. Lakin bu iki
İsveçli öğrenci onun kim olduğunu bilemez. Çünkü Rålamb siyah bir peruk
takmıştır! Rålamb gerçek bir oyuncudur. Gece konakladığı yerde casus olduğundan
şüphelendiği bir şahsa tüccar olduğunu kanıtlamak için dört bıçak çıkartır ve
kendisine satmayı önerir.[97] Kendisini kandırmakta zorlanmadığı
anlaşılır.
Keşiş kılığı
Başka bir Ortaçağ romansında, Aymon
ve Büyücü Malagigi'yi anlatan farklı versiyonlarda karşımıza kara cüppenin
altında hedefe ulaşan kahramanlar çıkar. Annelerini görmek isteyen dört genç,
keşiş kıyafetleri içinde Pierlepont kalesine girerler.[98] XIV. ve XV. yüzyılda sevilerek
okunan bu anlatılar aslında her dönemin gerçeklerinden doğmuşlardır.
Biz bir şehit anlatısındaki örneğe
bakalım. Müslümanların elinde şehit mertebesine yükselenlerden biri de II.
Andronikos Palaiologos zamanında Mısır'da şehit olan Aziz Genç Mihail idi. Vita'sı
(hayat hikâyesi) Bizans devlet adamı Theodore Metechites tarafından yazılmıştı.[99] İzmir'de doğan Mihail, daha genç
bir delikanlıyla yakalanmış ve Mısır'a götürülüp esir olarak satılmıştı.
Sonunda din değiştirmiş, Müslüman olmuş ve Memlûk ordusuna katılmıştı. Çok
başarılı bir asker olmuş, ödüllendirilmişti. Ancak dinine ihanet ettiği için
vicdan azabı çekmiş ve Memlûk Sultanı'na bir Bizans delegesi gelince keşiş
kılığına girip, Bizans elçileriyle birlikte ülkeden kaçmaya çalışmıştı. Şansı
yaver gitmemiş, Müslümanlar tarafından yakalanmıştı. Önce kendisini vaatlerle
dönmeye ikna etmeye çalışmışlar, başarılı olamayınca da tehdit etmişlerdi.
Mihail direnmiş, zindana atılmış, işkence görmüş ve sonunda da başı vurulmuştu.[100]
Her zaman başkaları din adamı
kılığına girmez, bazen de din adamları kendilerini daha güvende hissettikleri
kılıklara girerler. Cizvit rahipler Paez ve Montserrat'ın hikâyesi Da
Quadra'nınkinden hiç geri kalır nitelikte değildir. Paez ve Montserrat
Etiyopya'ya varmak üzere Muskat'tan Zeila'ya yelken açarlar. 1590 yılının
Şubatı'nda Kuria Muria Adaları'ndan yola çıkmışlardır. Kılık değiştirmişlerdir.[101] Ne kılığına girdiklerini bilmesek
de tahmin hakkımızı kullanıp, yabancılardan hoşlanmayan bu topraklarda tüccar
yerine Müslüman kılığına girmiş olduklarını söyleyebiliriz.
Heberer, Marsilya sahillerinde her
gün hacı kıyafetleri içinde "iki boylu poslu genç adamın"
görüldüğünü, bu kişilerin özellikle de deniz kenarında veya liman civarında
dolaştıklarını yazar. Bu adamların karaya sokulan üç kadırgayla işbirliği içinde
çalıştıklarını düşünür. Tüm bunların İspanyolların Fransa'dan sahile
çıkacakları bir kapı açmak için yapılan çalışmalarla ilgili olmasından
şüphelenir.[102] Yıllar önce bu Kemal Reis'in de
uyguladığı iddia edilen bir taktiktir. Kendisi hacı kıyafeti giyip birkaç
yeniçeri ile Fayyum'a baskın düzenlemiş ve akabinde İskenderiye'yi ele
geçirmiştir. Venedik balyosuna göre bu söylenti gerçekleşmemiştir.[103]
Bir şekilde sadece
"başkası" olmak
Yabancı düşmanlığının hüküm sürdüğü
ortamlarda yabancıdan yabancıya da fark vardır. Frenklerin de daha az veya daha
çok sevilenleri mevcuttur. Söz gelimi XVI. yüzyılın sonunda Kutsal Topraklar'a
hac ziyaretine giden Francisco Guerrero, Ürdün'de bir kiliseye girmeden önce
tercüman adını sorduğunda, "İspanyolcaya değil de Almancaya benzesin
diye" adının Alberto olduğu söyler. Oysaki Albert demek istemiştir.
Mazereti durumu yeterince açıklar: "İspanyol olduğumuzun anlaşılması çok
tehlikeli bir şey, çünkü bizi ajan sanabilir ve esir alabilirler."
İspanyol esir Diego Galán'ın da dediği gibi Osmanlı topraklarında "ajan
sanılmaktansa kaçmış bir köle olarak yakayı ele vermek yeğdir."[104]
Blount, Rodos'ta karaya çıkınca bir
heykel görür ve çok hoşuna gider. Blount'un nereli olduğunu bilmeyen bir Türk
bunun bir yıl önce iki İngiliz gemisi tarafından ele geçirilip katledilen Kaptan
Paşa'nın heykeli olduğunu söyler. "Ülkemizden bu şekilde bahsedilmesi ve
gittikleri her yerde tehdit oluşturmaları nedeniyle, sorulduğu zaman kendimi
İskoçyalı olarak tanıtmak zorunda kaldım. Bu adı bilmedikleri için
kurtuldum" diyerek bu zorlu tiyatro oyunundan kolayca sıyrılmış olur.[105]
Bu sınırları hayli geniş olan
tiyatro dünyası gerçekten zaman zaman sürprizli sahneler çıkarır karşımıza.
Tlemsenli bir grup tüccar eşkıyaları atlatabilmek için yüzlerini çamur ve
küllerle sıvayıp cüzamlı kılığına girmişlerdi. Oyunları bozulmadan istedikleri
yere ulaşmayı da başarmışlardır.[106]
Bu oyun bazen tehlikeli de olmaya
başlayabilir. Ölüme ya da sürekli esarete bir alternatif olarak
"hekimcilik" rolüne bürünmek zorunda kalan mühtediler başkalarının
hayatlarıyla nasıl oynadıklarını düşünecek durumda olmazlar. Bu da genel olarak
Yeniçağ'da dönmelere yakıştırılan çıkarcılık, ahlaksızlık ve düşüncesizlik gibi
sıfatları kısmen doğrular niteliktedir.
Thévenot Türklerin
hastalandıklarında Frenk ve Yahudi hekimlere gittiklerini iddia eder ve şöyle
devam eder: "Eğer ortalıkta hiç hekim yoksa içlerinden mutlaka hekim
kılığına girip pek çok insanın canı pahasına bu mesleği öğrenmeye başlayan
birilerinin çıktığı dönmelere başvuruyorlar."[107] Bu da bize Viaje de Turquía'nın
(Türkiye Seyahati) Pedro'sunun hekimlik macerasını hatırlatır. Pedro çok daha
büyük bir sınav vermek zorunda kalmış ve Mihrimah Sultan'ı tedavi etmeye
kalkışmıştır. Sultanın zindanındaki diğer bir İspanyol esir ise sarayın
hapishanesinde hekimlik yaptığı ve tedavilerinde başarılı olduğu için
salıverilir.[108] Sene 1758'dir.
Hayali bir gezgin olan Mandeville'in
de kılık değiştirmeye dair anlatacağı bir şey vardır. Anlatısına göre Memlûk
sultanı kendisine "Halkınız bayram günlerinde, Tanrı'ya ibadet için
kiliseye gidecek yerde meyhanelere gidiyor. Orada bütün gün ve gece kalarak
oburluk ediyor. Akıldan mahrum hayvanlar gibi yiyip içiyorlar, ne zaman
doyduklarını bilmiyorlar. Hıristiyanlar ellerinden geldiği kadar birbirleriyle
boğuşmaya, birbirlerini aldatmaya çalışıyorlar. Hem de o kadar mağrurlar ki
nasıl elbise giyeceklerini bilmiyorlar. Bazen uzun, kısa, bazen geniş, bazen
kılıçlı, bazen hançerli binbir kılığa giriyorlar" der.[109] Mandeville Memlûk sultanına bütün
bunları nereden bildiğini sorunca sultan da ona bütün Hıristiyan kralların
saraylarının iç yüzünü, halkın durumunu öğrenmek için ülkelerine mücevher,
kıymetli kumaş ve saire satan tüccarlar kılığında adamlar gönderdiğini söyler.[110]
Denizlerde maskeler
Deniz maske kullanımını gerektiren
en büyük sahneydi. Korsanlık esaret, esaret de özgürlüğe doğru giden yolda her
şeyi denemek demekti. Osmanlı donanmasının Augusta'ya çıkartma yaptığı 15
Temmuz 1550 tarihinde donanmadan kaçan Cenovalı Cesaro Fabiano de San Remo da
hayatı pahasına bu maceraya atılan cesur yüreklilerdendi.[111] Sinan Paşa'nın kadırgasında aşçı
olarak çalışan Cesaro, gemiler Sicilya'da Augusta sahiline çıkıp yağmaya
başladıklarında yeniçeri kılığına girip kaçmayı başarmıştır.[112]
"Çanak çömlek patlıyordu"
bazen de. Oyun bütün sahneye yayılıyordu. 1617 yılında meydana gelen bir olay,
bir kılık değiştirme vakasının ne denli büyük bir boyuta taşınabileceğinin en
çarpıcı örneğiydi. Osuna Dükü'nün kadırgalarındaki mürettebat sarık (turbante),
cepken, Türk stili pantolon ve palalarla, bir karnaval havasında yola
çıkmıştır. Üstelik başarı sağlar, Türk korsanları kandırırlar. Türk korsan
gemileri mürettebatın Müslüman olduğunu sandığı için saldırıya geçmez, ama
gemiler birbirine yaklaştıklarında Türk kılığındaki İspanyol mürettebat
saldırıya geçer ve "onların kolaylıkla teslim olmasını sağlar."[113] Bu pek tabii hayli mübalağalı bir
anlatıdır. Bütün mürettebatın kılık değiştirmiş olduğuna inanmamız biraz zor.
Ancak bu ön saflarda görülen kalabalık bir grubun yeniçeri kılığına girmiş
olması şeklinde açıklanabilir.
Türklere esir düşen İspanyol Diego
de Galán da gemi mürettebatının nasıl kılık değiştirdiğine şahit olmuştur. Bir
gün ançuez avlayan dört balıkçı gemisi yakalarlar. Bu gemilerden birine on iki
Türk, balıkçı kılığıyla girer. Dört kadırgaya da Hıristiyanları kandırmak için
"Hıristiyan sancağı" çekerler. Böylece karadan görülecek şekilde Colunas
Boğazı'na kadar ilerler, Cotron'u geçip İspanyol garnizonunun bulunduğu
Calabria'ya varırlar. Bu arada içinde Türklerin olduğu balıkçı teknesi iyice
karaya yaklaşınca sahil halkı onların Calabrialı balıkçılar olduğunu zanneder
ve harekete geçmez. Sahile vardıklarında on iki Türk karaya çıkıp ne bulurlarsa
ele geçirirler.
Malta seferi öncesinde bu sefer
Türkler kılık değiştirip bilgi sağlamak üzere adaya sızmışlardı. Malta
Şövalyeleri'nin Üstadıazamı La Valetta İstanbul'daki casuslarından görünmez
mürekkeple –belki de limon suyuyla– yazılmış mektuplar alırken, Kanuni de
adamlarını aynı görevle adaya göndermişti. İki uzman Türk, balıkçı kılığına
girip uzun oltalarını mezura olarak kullanarak kale burçları ve kale
duvarlarının yüksekliğini, surların kalınlığını ve hendeklerin derinliğini
ölçmüşlerdi. Adanın koyları, limanları ve surlarının güvenilir haritalarını
çıkarmış ve başkente dönmüşlerdi.[114]
Bazen zengin, bazen fakir
Bazen "bir başkası" olmak
sosyal tabakada yer değiştirmekle de başarılabilir. Daha güçlü ya da daha
zengin görünmek bir korku ve güç unsuru olarak işe yarayabilir. Schweigger,
İstanbul'a doğru yola çıktığında Orta Avrupa'da gördüğü bir grup Türk'ün
kıyafetlerinin güç gösterisi amacı taşıdığına inanır. "Bunlar hepsi
omuzlarına vaşak, leopar ve başka yırtıcı hayvanların kürklerini
atmışlardı" der. "Amaç, hem refah içinde olduklarını göstermek, hem
de gerekirse bir darbeye karşı korunmak, ayrıca düşmanlarını ve onların
atlarını bu kürklerle ürkütmektir. Macar yamaklar da bu çeşit giysilerle
dolaşmaktadırlar, sadece başlıkları farklıdır."[115]
Zaman zaman da tam tersi bir görünüm
gerektirir şartlar. Henry Blount da bunu uygulayanlardandır. Ne de olsa
zenginlik genel olarak başa beladır; soyulmaya davettir. Blount durumunu ve
kıyafetini sorguladıklarında, –"ki bu sık sık oluyordu" diye ekler–
bulunduğu yer ve soranlara bağlı olarak farklı hikâyeler uydurur. Aslında
zenginken kendi hatası olmaksızın yoksullaşmış olarak gösterir kendisini.
"Bu hikâyelere göre, bütün arkadaşlarım ölmüştü ve hiçbir kazanç olanağım
kalmadığından İstanbul'dan ve Kahire'den döndükten sonra servetimden kalan
küçük varlıklarımı kullanmıştım."[116]
Şüphe kurtları uyanınca
Şüphe korkunç sona doğru giden yolun
ilk adımıydı. Ufak farkların şüphe uyandırmaya başladığı zamanlarda oyunun da
sonuna gelinmiş oluyordu. Avignon'da Yahudiler d'Arvieux'nün bazı İbranice
yazıları okuyabildiğini fark edince onu şövalye kılığına girmiş bir Yahudi
zannederler. Aralarında bunu yayarlar ve akşam cemaatin başı kendisini yemeğe
davet eder ve ona Levi kabilesinden olup olmadığını sorar.[117]
Tavernier Tokat'tan yola çıkıp
Erzurum'a giderken yolda maiyetiyle avdan dönen sadrazama rastlar. Sadrazam
kervancıbaşını yanına çağırarak yolcuların kim olduklarını sorar, o da
"Frenkler"in sadrazamın üzerinde nahoş bir etki yapabileceğini
düşünerek onları Yahudi olarak tanıtır. Vezir de Yahudi'ye hiç benzemediklerini
söylemekle yetinir.[118] Tavernier ve yanındakiler ucuz
kurtulmuştur.
Diyarbakır'da kervansarayda kalan
bazı Müslümanlar, Farsçayı çok iyi konuşamamasından ve üzerindeki giysilerden
şüphelenerek Portekizli Antonio Tenreiro'nun tutuklanmasını isterler.[119] O da başı belaya girmeden kurtulur.
1531'in ilk haftası, Lope de Soria,
Avusturya Arşidükü I. Ferdinand'a gönderdiği mektupta Viyana'dan
ayrılmalarından önce, iki İtalyan'ın Macar kılığında yanlarına geldiğini ve
şüphe uyandırdıkları için yakalandıklarını yazar. Hemen "herhangi bir ödül
almadan" itirafta bulunmuşlar ve Luigi Gritti'nin büyük oğlu tarafından
gönderildiklerini söylemişlerdi. Bir tanesi bilgili görgülü bir papazdı.[120]
Ya yakalanırsa?
İşte yolun sonu. Cesaretin işe
yaramadığı nokta. Ya cüretkâr oyuncumuz yakalanacak olursa? Elimizde bu
maceraperestlerin ait olmadıkları kimlik, milliyet, dine mensup kılıklarıyla ne
kadar yol alabildiklerine dair bir veri yok. Aksi belirtilmediği sürece bu
cüretkâr yolcularımızın –ya da esir, kaçak, diplomat vs– sapsağlam hedeflerine
ulaştıklarını varsayabiliriz. Elimizde olan az sayıdaki örneğe bakarak bu
oyunun olabilecek en kötü şekilde sona ermesi halinde neler yaşanabileceği
konusunda bir fikir edinebilir, ancak bir genelleme yapamayız. Örneklerimize
bakalım.
26 Ağustos 1757'de La Valetta
doğumlu genç bir Maltalı esir, Rum bir rahip ile kadın kılığına girerek
zindandan firar eder. Rahibin sonu trajiktir: Yakalanır ve zindan kapısına
asılır. Kendisini Rum addeden bu genç yakalanınca hayatta kalması için mevcut
olan son çareye başvurur: Müslüman olmak.[121]
D'Arvieux döneminden başka bir
örnek. Sultanın sarayına gizlice girmeyi başaran bir adam vardır. Şaraplarıyla
ünlü Marmara Adası'ndan gelmektedir. Bu adanın nüfusunun dörtte üçünün
"sağlam içici" olduğu söylenir. 1672'de bu kaçakçı suçüstü
yakalanmıştır. Omzunda asılı olan küçük bir şarap haznesinden saraydaki
müşterilerine sokak satıcısı kılığında bu yasak içkiyi satmaktadır.[122] Adamın sık sık gelip gitmesi doğal
olarak şüphe uyandırmaya başlar. Durumdan şüphelenen bir hadım hazneyi
açmasında ısrar eder. Suçu deşifre edilince cezasını çekmek zorunda kalır: 500
sopa! İçine sarayı ve yasak bir içkiyi alan bir "tiyatro oyunu" için
hayli hafif bir cezadır bu. Belki de bu cezanın bu denli hafif olması doğrudan
hadımın merhametine dayanır.
Werner'in heyeti İstanbul'dan
dönerken Edirnekapı'da birçok Rum ve Türk, kaçan kölelerini geri almak için
yollarını keserler. Üç köle tanınmamak için kılık değiştirip üstü açık arabada
saklanmıştır, ama nafile. Arabaların üstünün açık olmasını güvence olarak görüp
kuşku uyandırmayacağı sanmışlardır. Köleler yakalanır. Sonrasını bilmiyoruz.[123]
3
Korsanlar
Gemim hazinemdir; Tanrım ise
özgürlüğüm;
Kanunum, gücüm ve rüzgâr; Tek
vatanım denizler!
Espronceda[124]
"Denizden babam çıksa
soyarım"
1605-1606'da Fransız hükümeti
Cezayir ve Tunus'a bir delege göndererek korsanlık faaliyetlerine bir çözüm
bulunmasını ister. Bu arada Fransız esirlerin de geri verilmesini talep
ederler. Bu Fransız delegesinin başı, Korsan Ward'la Tunus'ta La Goleta'da
(Halkü'l-Vaâd) görüşmüştür. Bu görüşmeye dair, belki de bir şehir efsanesi
olabilecek bir anlatı kalır geriye: "Ben Fransızlara neden lütufkâr
davranayım ki?" diye çıkışır Ward, "Size şöyle diyeyim, eğer denizde
babamı bulsam, onu da soyar ve satardım."[125] Ward'a dair başka bir anlatı daha
vardır. Türk çavuş Mustafa İngiltere'ye giderken Ward'a affedilmesi ve ülkesine
dönebilmesi için bir şey yapıp yapamayacağını sorar ve o da asla İngiltere'yi
görmeyeceğini, öldüğünde denize gömülmek istediğini söyler.[126]
Bu iki küçük anekdot korsanlığın
doğasını ayna gibi göstermeye yeter. Braudel'in "tarih kadar eski"
olduğunu söylediği korsanlığın Müslüman kanadı da bundan farklı değildir.
Ritüelleri İslam'a uygun olsa da aslında Kuzey Afrika'yı üs belleyen Türk ve
Mağribi korsanlar Arapların romantik bir şekilde "beyaz köpüklü
deniz" olarak tabir ettikleri Akdeniz'de hiç de romantik sayılmayacak
aktiviteler peşinde koştururlar. Cezayirli Türk şairlerin gaza mısraları
düzmelerine, bütün bu sınır tanımayan korsanlık faaliyetlerini kutsal bir
savaşın parçası olarak gösterip meşru kılmaya çalışmalarına rağmen, durum
pratikte bir hayatta kalma savaşından başka bir şey değildir. Cezayir'in başını
çektiği Kuzey Afrika sahil şehirlerinin ve buralardan saldırıya geçen
korsanların, Osmanlı Devleti ile ahitnamesi olmayan Hıristiyan gemilerinin
kâbusu haline gelmesini Cervantes La Galatea'da kahramanlarını La
Goleta'nın "yeni yıkılmış duvarları" yakınından gemi içinde
geçirirken ne de güzel dile getirir![127] Don Quijote'nin ilk
bölümünde de bundan bahsetmiştir zaten. "Gemide gidenler az ürkmüyorlardı
hani, eğer rüzgâr biraz daha azacak olursa, düşman toprağına çıkmak zorunda
kalmaktan korkuyorlardı" derken hücrelere işleyen korkuyu edebi olarak
sunar.[128]
Pek tabii korsanlık sadece
Müslümanların elinde değildi. XVI. yüzyılda Mağribi korsanlarının zirveye
yerleştiği döneme kadar Venedikliler, Pisalılar, Cenovalılar, Provence'lılar,
Katalanlar, Valencialılar, Mayorkalılar ve diğer pek çok şehir ve adaya ait
Hıristiyan halkı denizlerde cirit atmıştır.[129] Her ne kadar Hıristiyan korsanlar
konumuz dahilinde olmasa da, verilmesi gereken bir örneği atlamayalım.
İbizalıların korsanlar arasında en tehlikelisi olduğunu, çünkü annelerin küçük
bebeklerini Mağribi nefretiyle büyüttüklerini unutmayalım. Abartılı anlatılara
göre, daha memeden yeni kesilen bebeklerin ellerine bıçak verilir ve onlara
"haydi, git Mağribileri öldür" denir. İspanya Kralı III. Carlos'a
yazdığı 11 Ekim 1765 tarihli mektubunda bunu bildiren Bartolomé Tur sözlerine
şöyle devam eder: "Şüphesiz bu konudan uzak söz Majesteleri'ne bir nevi
masal gibi gelebilir, ama bu gerçeğin ta kendisinden başka bir şey değildir. Bu
şekilde İbizalılar güçlü savaşçılar olarak, Mağribi kovalamak üzere büyürler."[130]
Mağribilerin korsanlık faaliyeti,
sadece şehirlerarası ticarete sekte vurmakla kalmaz, aynı zamanda korsanlardan
kurtulmak üzere denize silahlı asker çıkaracak Mayorkalılar, İbizalılar ve
Katalanlar için de büyük bir engel yaratır. Ama engeller aşılmak içindir.
Jacques Heers'nin değindiği gibi, Henri Pirenne'nin 1930'larda gündeme
getirdiği, Müslümanların fetihlerinin Doğu ve Batı arasındaki bağları kestiği,
Akdeniz'deki ticareti yüzyıllarca sekteye uğrattığı iddiasını artık kimse
desteklemiyor.[131] Cenovalı ve Pisalı İtalyanlar,
Provence'lılar, Katalanlar Kuzey Afrika limanlarından tahıl, deri, yün ve altın
getiriyorlardı. Sudan'dan ziyade, daha da içeriden, Senegal Nehri'nin
üzerindeki vadilerden gelen altın, Arap tüccarlarca kervanlarla Mağrip
limanlarına taşınıyordu. Bona, Merselkebir, Tunus gibi sahillerden çıkan
mercan, düğme ya da tespih olarak başta Beyrut olmak üzere Levant limanlarından
Çin'e doğru uzun bir yolculuğa çıkıyordu.[132]
1460 ve 70'lerde Becaye (Bugía)
gerçek bir deniz kurdu olan bir korsanın merkeziydi: Muhammed bin Ali Mehdi.
Tlemsen'de ise Katalan kökenli bir dönme vardı: Berthomeu Perpinya. Cezayir ise
pek yakında bütün şehirleri geride bırakacaktı. 1472'de Cezayir'den yola çıkan
bir filo Toscana sahillerine saldırmış, başka bir filo da 1475'te Fréjus'ta
karaya çıkmıştı. 1503 yılında Cullera'ya çıkan Mağripliler de 30 kişiyi
öldürmüşler, pek çoğunu esir almışlar, kiliseyi yakmışlar ve pek tabii bu
işlemden önce kiliselerde kullanılan kudas kapları, değerli haçları ve
papazların ayin cüppelerini de heybeye atmışlardı.[133] Kiliselerin korsanların ilk
durakları olması çok mantıklıydı: köy fakir olsa da burada her zaman değerli
mal bulma garantisi vardı. Üstelik değerli parçalar aramak için ev ev, sokak
sokak dolaşmak zorunda da kalınmıyordu: Kilise her yerleşim yerinin her yerden
görünebilen, kendini gösteren binasıydı.
Mağrip'te Hollanda fabrikalarında
üretilen mallar, İngiltere barutu ve silahları, Venedik camları, Fransa
mumları, demir döküm eşyalar ve dökme toplar, İspanya kumaşları, yünü ve
balıkları iyi bir pazar buluyordu. Böylelikle çoğu zaman Mağrip'e fidye olarak
akan para Müslümanlarla ticaret yasağına rağmen bu pazarlara yine nakit olarak
geri dönüyordu.[134] Ayrıca burada en büyük ihtiyaç
sayılan ürünler de çok iyi bir fiyata satın alınabiliyordu: tahıl, boya,
balmumu, şeker, deri, hayvan.
Cenova Dükü'ne yazılan 8 Temmuz 1454
tarihli bir mektup Floransalı bir vatandaşın Livorno'ya ait bir gemide
mallarından, kitaplarından, elbiselerinden, yüzüklerinden ve paracıklarından
olduğunu kaydetmişti.[135] 1457'de Liguria asıllı bir korsan
Palermo'da Pisa'ya ait bir gemiyi ele geçirmiş, bu geminin taşıdığı 6000 altın
duka değerindeki tereyağı, peynir ve tahılı Savona ve Cenova'da sattırmıştı.[136] Ofisleri meydanlarda ve
mendireklerde olan Pisa ve Cenovalı noterler bu kayıpları kaydediyorlar, tüccar
ve denizcilerin şahitlerini dinliyorlardı. Buralarda çalınan malları
özelliklerini, ağırlıklarını, değerlerini ve hangi şartlarda çalındıklarını da
ekleyerek kayda geçiyorlardı.[137]
Katalonya sahilleri de açgözlü
korsanlardan payını fazlasıyla alıyordu. 1527 Temmuzu'nda Sant Pere Pescador
köyünü yine kötü bir sürpriz bekliyordu. Besòs yakınlarında sekiz Türk fusta'sı
belirivermişti. Levant'a yaptıkları "gezi"den dönen bu Türkler
Cadaquers è Roses'de birkaç gemi ele geçirmişlerdi.
O gün de köyden 17 kişinin yanı sıra
bir de bergantin ele geçirmişlerdi. Korsanlar büyük bir sakinlik ve
korkusuzlukla üç gün boyunca kalıp fidye pazarlığı yapmış, köyün birlik ve
beraberlik içinde parayı toplamasını beklemişlerdi. Bütün bu pazarlıktan sonra
1551 dukanın yanı sıra elbise de almışlardı. İşleri bitince de fazla zaman
kaybetmeden Levant sahillerine doğru yola koyulmuşlardı.[138]
Roman gibi hayatlar
1393 yılında, Haziran ayının
ortasında iki Toscanalı denizin ortasında saldırıya uğramıştı. Estève Michel'in
gemisinde giderlerken "Cenova tebaası ve sürgünü" olan iki
Bonifacio'lunun kadırgası ve kalyonu tarafından yapılmıştı bu saldırı.
Kıyafetleri, teçhizatları ve kitapları çalınmıştı.[139] Aynı yıl Estève'nin kardeşi Pierre
Michel için de kötü sürprizlerle doluydu. Arles'ten ayrılmış ve bir
"góndola" Hyères sularında onları gafil avlamıştı. Mutfak araç
gereçlerine varana dek her şeylerini almışlar, gömleklerine dek soymuşlar ve
değerli bir şey saklayıp saklamadıklarını öğrenmek için onlara uzun uzun
işkence yapmışlardı. Michel kardeşlerin hepsi de korsanlardan çekmişlerdi.
Diğer kardeşleri Barthélemy de Cenovalı olduğunu düşündüğü korsanlara gemisini
kaptırmıştı.[140]
Romanları aratmayacak, hatta belki
de bir romanda bile okura inanılmaz gelecek hayat hikâyeleri vardır denizde.
Burgos alayı teğmeni José Martínez Navarro İtalya seferine katılır, yaralanır
ve esir düşer. İyileşip de özgürlüğüne kavuştuktan sonra, İspanya'ya dönerken
yolda diğer askerlerle birlikte bu sefer bir Tunus kalyotasının esiri olur ve
Tunus'a götürülür. Bey diğer askerlerden onun üst düzey memur olduğunu
anlayınca, onu sultana hediye olarak İstanbul'a gönderir. Navarro, burada yirmi
yıl mühendis olarak sultanın hizmetinde çalışır. 1770'lerin başında limanın
yeniden yapılandırılması işini yönetmek üzere Tunus'a döner. Hizmetine verilen
Sale'li bir Mağribi'yle Oran şehrinden kaçmayı planlar. 200 fersahlık yolu
başarıyla giderler, ama kaderin cilvesi olarak son 15 fersahta, uykuya
daldıkları bir ara beş Cezayirli tarafından yakalanır ve Mascara Beyi'ne
götürülürler. Sale'li Mağribi hayatını tehlikeye atmamak için beye İspanyol'un
Oran'dan kaçtığını, onu bu yakınlarda ele geçirdiğini, ama Sale'de kaçan
Hıristiyanları kabul etmedikleri için, onu beraberinde götürdüğünü söyler. Bu
açıklamaya inanan bey, Sale'liye 12 peso verir, o da memleketine döner. Bu
arada başkahramanımız Martínez Navarro, Mascara'da Oran'dan kaçmış bir esir
sıfatıyla esaret hayatını sürdürür. Ama bahtı ona bir kez daha kötü bir oyun
oynar: Bu uzak Fas topraklarında onu 20 yıl öncesinden tanıyan bir asker çıkıp
onun teğmen olduğunu söyler. Bunun üzerine bey, Cezayir Dayısı'na İspanya
kralının birliklerinde çalışan bir memurunu kendisine geri gönderdiğine dair
bir mektup yollar. Kahramanımız da Oran'dan kaçmış bir esir olsa da, onu bu
şehirde tanıdıkları için, hayatını kurtarmak üzere Sale'linin dediklerini tekrarlar.[141]
Müslüman korsanlara dair ruhani
hikâyeler de dolaşmaktaydı. 1470 yılında Manastır'a giden Cenovalı bir seyyah
ilginç bir halk hikâyesini aktarıyordu. Mağriplilerin kendisine aktardığına
göre, limana saldırmak ve buranın halkını ele geçirmek için gelen Hıristiyan
gemileri karşısına Müslüman din adamları çıkmış ve bu saldırganların hemen o
anda taşa dönüşmesini emretmişlerdi.[142] Cenovalı cesur seyyah bunu,
muhtemelen her Doğu'ya giden yolcu gibi okurlarını büyülemek için uydurmuştu ya
da kulağına gelen bu masala daha çok okuru inandırmak için olaya kendisi şahit
olmuş gibi yapmıştı.
Bu korsan üslerinde Türkler, Araplar
ve Berberiler kadar Müslümanlığa geçen Hıristiyanlar da yer alıyorlardı. Diego
Haedo, burayı üs olarak kullanan korsanların bazılarının Türk, bazılarının
Mağripli, ama çoğunun her türlü milletten gelen mühtediler olduğunu söyler.[143] XVII. yüzyılın başından itibaren bu
sıcak sulardaki büyük çaplı ava Akdeniz halklarının yanı sıra bolca Kuzeyli
katılmaya başlamıştı. Bunlar sadece yönetimde yer almakla kalmıyor, teknolojik
olarak da katkı sağlıyorlardı. Söz gelimi 1617 yılının Ocak ayında Dolphin
adlı bir İngiliz gemisi altı Mağripli geminin saldırısına uğrar. Hatta bu
gemilerden üçünün kaptanı Türklerle birlik olan İngilizlerdir.[144] XVII. yüzyılın başlarında korku
salan iki korsan Cezayir üslü çalışan ve Simon Danzer olarak da anılan
Hollandalı Dansker (Dansiker/Danseur) ile Tunus üslü saldırılarda bulunan
Ward'dı. Bu iki korsanın "kâfirlere" navigasyon sanatının
inceliklerini öğrettikleri ve bu şekilde Avrupa'ya zarar verdikleri
söyleniyordu.[145]
Korsanlığın başkenti Cezayir'de
Francisco Márquez Villanueva'nın da
iddia ettiği gibi Cezayir ve Sevilla olmadan Cervantes Cervantes olmazdı.[146] Ekonominin atardamarları olan bu
iki şehir, denizi avuçlarının içine almışlardı. Sevilla, Guadalquivir Nehri
üzerinden gelen Yenidünya'nın altın ve gümüşüyle sadece İspanya'nın değil
Avrupa'nın ve Osmanlı'nın da ekonomisini etkilerken, Cezayir Akdeniz'in orta
yerinde kendi çarklarını kendisi döndürüyordu. Her ikisi de bir Babil Kulesi
gibi dillerin ve ırkların buluştuğu kozmopolit merkezler olmuşlardı.
Cezayir pek çok açıdan İspanya'nın
tam tersi bir yerleşim yeri haline gelmişti. İspanya'da olmayan her şey vardı:
serbestlik, din, dil, millet karışımı... Machiavelli'nin de üzerinde durduğu
Osmanlı pragmatizmi burada işliyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun da
periferisinde kalması sayesinde rahat bir toplum oluşmuştu burada. 1492
yılından başlayarak düzenli olarak buraya akın halinde gelen Endülüslü
Müslümanlar ve Moriskoların nüfusta ciddi bir ağırlığı olmuştu.
İspanya'dan Cezayir'e geçen Müslüman
sayısı konusunda XVIII. yüzyılda Hasan bin Yusuf el-Hasikavi'ye ait bir
elyazması şunları nakledecektir: Endülüslüler Barbaros'a mektup gönderip
denizin öteki kıyısına geçmek istediklerini bildirmişlerdi. Barbaros da
elindeki tüm bahriye kuvvetlerini seferber ederek İspanyol mudejar'ları
(müdeccen) Cezayir'e ve beylerbeyliğe bağlı diğer yerlere getirmişti. Verdiği
sayı 70.000'dir ve böylelikle 1529'dan sonra Cezayir'in esas nüfusunu
Endülüslüler oluşturmuştu.[147]
1510-1517 yılları arasında Cezayir'i
ziyaret eden Afrikalı Leo bize Osmanlı yerleşimi öncesinde buradaki kentsel
yerleşim hakkında bilgi verir. Cezayir'in büyük, enfes ve pek kuvvetli surları,
"güzel evleri" vardır. Diğer pek çok bina arasında deniz kenarında
harika bir camisi bulunur.[148] Ayrıca Cezayir'de sinagoglar,
kiliseler, hatta esirler için hayır kurumu olan Hıristiyan hastaneleri bile
mevcuttur.[149] İdrisî'nin daha XII. yüzyılda
bildirdiğine göre bu dönemde Cezayir "kazanç getiren bir nüfusu olan,
yoğun nüfuslu ve müreffeh bir şehir"dir.[150] Pazarları çok faal ve kısmetlidir,
zanaat gelişmiştir. Dağlar arasındaki bu şehir Berberi kabilelerinin tarımla
iştigal ettiği bir yerdir. Bal, tereyağı ve tuz başta olmak üzere her türlü
gıda bulunur.[151] Demografik olarak verilen rakamlar
ise XVI. yüzyılda 100.000 ve üstü iken, XVII. yüzyılda 100.000'den aşağı doğru
iner.[152]
Samuel Purchas Cezayir için,
"Bu denizlerin girdabı, korsanlığın tahtı, ticaretin yalağı ve esaretin
leş kokusu, av kuşlarının kafesi, deniz şeytanlarının mekânı, Tanrı'nın
dönmelerinin mahfazası, ülkelerinin hainleri" diyerek tüm nefretini
kusacaktır.[153] Cezayir'in Avrupalıların
hafızasında fazlasıyla vahşi bir coğrafya olarak kazındığı bu dönemde, burada
esir bulunan Diego de Haedo'nun kaleme aldığı Topografía de Argel
(Cezayir Topoğrafyası) bu Mağrip topraklarında korsanlık müessesesinin en ince
detaylarını veren, en güvenilir eserdir. Üstelik Haedo, İnebahtı Savaşı
sonrasında buraya sürüklenen Cervantes'le aynı zamanda Cezayir'de bulunmuştur!
Diego de Haedo'nun aslında Doktor
Sosa olabileceğini hesaba katmak gerekir.[154] Başpiskopos Diego de Haedo'nun,
1577 yılında San Pablo adlı kadırgada esir alınan Malta tarikatından Portekizli
din adamı Antonio de Sosa olduğu iddia edilir. Daha sonra yapılan araştırmalar
Dr. Antonio de Sosa'nın 1577-1581 yılları arasında şehirdeki esareti esnasında
bir kitap yazdığını ortaya çıkarmıştır.
Haedo'nun korsanları
1612 yılında Wapping'de ele
geçirilen 12 korsan asılır. Bu korsanların mahkemesi ve infaz edilmesi
Londra'da büyük bir yankı uyandırmış olmalıdır. Robert Daborne'ı da John Ward'u
konu olan bir tiyatro eseri yazmaya iten belki de bu manzaradır: A Christian
turn'd Turk.[155] Peki Haedo'yu tam üç cilt halinde
yayımladığı Cezayir anılarını yazmaya iten nedir?
1612'de basılan eser Mağribi
korsanlığın en az bilinen noktalarına ışık tutar. Haedo bu vahşi toprakların
korsanlığa dair bilgilerini paylaşmaya kullandıkları gemilerin hafif kadırgalar
ve bergantin'ler ("onların –Müslümanların– fragata/fırkateyn dediği
gemi") olduğunu belirterek başlar. Dönemin bergantin'i 8 ila 13
oturaklı gemidir. Hıristiyanları avlamakta kullanılacak olan bu gemiler
Cezayir'de tersanede ya da limandaki adada yapılır; bu ada da küçük bir
mendirekle karaya bağlıdır. Bunları yapanlar ise común ya da almagacén'lerden
gelen Hıristiyanlardır, patronları da yeniçerilerdir. Haedo, bu bahsi geçen común
ya da almagacén denen yerde kalafatçılar, marangozlar ve benzeri
zanaatlarla iştigal eden insanlar olduğunu söyler. "Umumi" anlamına
gelen común ile Arapça al-mahzan'dan bozma (Türkçeye de mahzen
ve mağaza olarak geçen kelimenin ta kendisidir bu) olup, depo görevi
gören bu yerlerin Tersane-i Âmire'de bulunan esir nüfusunun kışın gemi inşa
ettiği ve her türlü denizcilik malzemesini yaptığı üretim alanı olduğu
anlaşılıyor.[156]
Haedo'ya göre bu gemilerin yapıldığı
kereste hem çok bol, hem de çok iyi kalitedir. Özellikle meşe ve çam
kullanılır. Bunları yine Hıristiyan esirler ya da Sargel dağlarından gelenler
keserler. Kereste genelde deve olmak üzere yük hayvanlarıyla, zaman zaman da
insanların omzunda taşınır. Bunları limana yığar ve altı fersahlık bir yol
yaparlar. Yazarımızın altını çizdiği diğer bir nokta gemilerin "ne Türk,
ne de Mağripli eli değmeden" hazırlanmasıdır. Şu istisnayı da atlamaz:
Sadece kalafatçılar ve gemi küreği yapan Moriskolar Müslüman'dır. Haedo'nun
deyişiyle eğer Türkler için çalışan bu Hıristiyanlar olmasa, bir tek gemi
yapılmaz.[157]
Özellikle bir korsan gemisinin nasıl
suya indirildiği ve nasıl sefere çıktığı konusunda naklettiği ayrıntılara başka
bir yerde rastlamak mümkün değildir. Bugün elimizde olan yüzlerce esaret
anlatısında bile yeterince incelenmeyen bu ritüel, resim gibi anlatılır. Geminin
denize indirildiği gün, gemi sahibi ustabaşlarına hediyeler verir. Bütün
işçilere ve gemiyi denize indirmek için kol gücü sarf etmeye gelenlere de yemek
sunar. Geminin içine bir Türk ya da mühtedi girer ve geminin payandasında bir,
iki, bazen de üç koyun kurban edilir, kanı akıtılır. Tam bu esnada gemiyi
karadan denize iterler, koyunları de deniz atarlar, suyu kana bularlar. Diğer
bir taraftan da kalenin burcundan top atışları yapılır. Bu büyük bir kutlama ve
neşe kaynağıdır. Haedo, Türklerin bunu şu şekilde açıkladıklarını söyler:
Gemide koyunları kesip kanlarını akıttıkları gibi, denizi de Hıristiyanların
kanıyla boyayacaklardır.
Gemiler denize açılınca ritüelin
ikinci kısmı başlar. Müslüman bir din adamı gemiye girer; "Hıristiyanları
soyarak, onların mallarını ve zenginliklerini ele geçirerek" kendi
dinlerini zenginleştirmiş, geliştirmiş olduklarına dair bir vaaz verir.
Korsanların yola çıktığı günler eğer bir bayram ve kutlama gününe denk
geliyorsa, çalışanlara çeşitli hediyeler verilip teşvik edilirler. Bu hediye
para, ya da damask, saten ya da kadifeden Türk stili bir elbise olabilir.
Bunları gemi bayrak çekince halatlar üzerine asıp gösterirler.[158] Bu hediyeler zaman zaman 200-300 escudo
değerinde olabilir. Pek tabii ustabaşılar bunların büyük bir kısmına el
koyarlar.
Gelelim oturakları doldurarak
küreklere asılacaklara. Her kürekte üç ya da dört Hıristiyan olurdu, eğer reis
çalışacak Hıristiyan bulamayacak olursa tüccarlardan Hıristiyan kiralardı.
Farklı tüccarlardan farklı sayılarda Hıristiyan kiralanır ve her birine
yolculuk başına iki altın duka verilirdi. Yerli Mağribilere de kürek çektikleri
için aynı ücreti verilirdi. Bunlara bagarín deniyordu. Gemideki adam
sayısı doğal olarak geminin büyüklüğüyle orantılıydı. Eğer gemi sahibi bir
gemiyi donatacak adama ve maddi güce sahip değilse, birkaç kişi birleşip bir
gemi donatır, sefer sonunda ganimeti de aynı oranda paylaşırlardı. Bütün
bunları tek tek kaydeden biri vardı, buna da "Hoca" derlerdi. İşte
daha da ilginç bir bilgi: Korsanlığa çıkan yeniçeriler, yeniçeri ağasının
iznini alırlardı. Bu işle geçinen leventlerin maaşları ya da ücretleri yoktu,
sadece ganimetten pay alırlardı.
Yola çıkmak için seçilebilecek iki
gün vardı: cuma ya da pazar. Akşam karanlığı çökmeden yola çıkılmazdı. Yola
çıkmadan önce bir etap daha vardı. Yük gemisi ya da korsan gemisi, her türlü
gemi denize açılmadan önce Babazón (Bab Azun) kapısı dışında bulunan bir
türbeyi ziyaret etmek zorundaydı. Bütün korsanlar orada toplanır ve yüksek
sesle "Tanrı adına" diye bağırarak dua ederlerdi. Kendileri dua
etmekle yetinmez, Hıristiyanların da dua etmelerini isterlerdi.
Gemiler takip edecekleri rotaya ve
varacakları yerlere göre farklı limanlarda toplanırlardı. Mayorka, Minorka
İspanya ve tüm İspanya Levantı'na (Doğu sahillerine) gidecek olan gemiler
Cezayir'in yirmi fersah batısında Sargel'den yola çıkardı. Batıya gidecek
olanlar, –yani Korsika, Sardinya, Sicilya, Calabria, Napoli, Roma sahillerine,
Toscana, Cenova'ya yola çıkacak olan gemiler– Becaye, Bona, Bizerta,
Puertofarina, Calabria, Sus ya da Los Gelves'te (Djerba/Cerbe) demir alırdı.[159]
Çıkılacak yolculukta kaderin payını
da ölçmek gerekirdi. Her nereye gidecek olurlarsa olsunlar, her şeyden önce
kitaba başvururlardı. Bu Hafız Divanı'ndan fal bakmak gibi bir şeydi. Bir
Hıristiyan gemisiyle savaşa tutuşmadan, bir yeri yağmalamaya gitmeden, bir
yerde dinlenmek için demir almadan önce hep bunu yaparlardı. Haedo'nun
iddiasına göre Müslümanlar Şeytan'ın bu işlere karıştığını düşünüyorlardı, bu
yüzden de kitap ve fal elzemdi. Bu kitaba Kuran-ı Kerim gibi itaat ettiklerini
ve saygı duyduklarını, kitabın gösterdiğine harfi harfine uyduklarını söyler
Haedo. Bahsi geçen kitap neydi acaba?
Korsanlığın genel olarak
meteorolojiyle bir bağlantısı olmasa da korsanların kış aylarını çok tercih
etmedikleri bilinir. Bunların yanı sıra Mayorkalılar ve İbizalılar gibi yaz kış
korsanlığa çıkan Mağribi korsanlar da vardı.[160] Bütün yaz ve kış boyunca seyrüsefer
ederlerdi. "Korkusuzca" doğu ve batı sularında giderler,
"Hıristiyan kadırgalarıyla alay ederler"di. "Hıristiyan
sahillerinde onlar şölen verirken, oynarken ve boru çalarken" onları gafil
avlarlardı. "Sanki tavşan avlar gibi, birini orada birini burada
öldürürler"di.[161] Bütün bu faaliyetleri bu
kadırgaların "pek hazırlıklı, düzen içinde ve hafif"; diğer yanda
Hıristiyan kadırgalarının ise "pek ağır, kargaşa ve telaş içinde"
olması sayesinde başarıyla sona erdirirlerdi. Cezayir sahillerine
"zenginleşmiş" ve "esir dolu" gemilerle dönerlerdi.
Seferlerin sene içinde dağılımlarına
gelince, Haedo senede üç ya da dört, hatta bazen daha da fazla sefer
yaptıklarını söyler. Özellikle de kış aylarında, ele geçirilecek gemi
bulamazlar, kötü havaya ya da fırtınaya yakalanırlar. Ganimet doğrudan reisin
ve gemiyi donatmaya yardım eden diğer kişilerindir. Ele geçirilen kıyafetler
ise leventlere gider. Bunlar eşit bir şekilde aralarında paylaşılır.
Korsan geleneklerine göre teslim
olmak istemeyen bir Hıristiyan gemisine denk gelirlerse, bu gemiye ilk giren ve
onu teslim olmaya zorlayan Türk istediği Hıristiyanları esir olarak alabilir.
Eğer bir yerleşim yerini yağmaladılarsa, yakaladıkları her Hıristiyan için reis
ve diğer gemi ortakları leventlere 10 escudo verirler.[162] Eğer gemi savaşmadan teslim olursa,
esirlerden pay almazlar, sadece kıyafetlerle yetinirler. Bey (Beylerbeyi) bütün
esirlerin yedide biri –ki seçimi kendisi yapar–, ele geçen kıyafetler, para,
her türlü ticari mal, aslında bu geminin donatıldığı "limanın beyine"
aittir, yani Cezayir, Tunus ya da Trablusgarp beylerbeylerine.
Korsanların bir kaptanları,
kumandanları vardır. Bunu da Cezayir, Tunus ve Trablusgarp beylerbeyi seçer. Bu
kaptan korsanlığa çıktığı zaman onun istediği herkes ona eşlik etmek zorundadır,
onun izni olmadan ayrılamaz ve yola çıkamazlar. Bu kaptanın payı ise on beşte
birdir: Hıristiyan esirler, kıyafet, para, ticari mal üzerinden...
Ziyafet çanları çalınca
Korsanlar yeniden çıktıkları limana
ayak bastıklarında ilk işleri kürekleri almagacén'e götürmek olurdu. O
gün, daha sonra herkes ele geçirdiği Hıristiyan esirleri evine götürürdü. Bunun
akabinde reisler ve leventler şölene başlarlardı: Buna sosfia (ziyafet)
denirdi. Şarap ve arrequín olurdu. Haedo bunun bir çeşit aguardiente
olduğunu söyler, ama bu arak, yani rakının kökü olmalıdır. Haedo, iddiasını
biraz daha ileri seviyeye taşıyıp burada her çeşit şehvet oyunu döndüğünü
belirtir. Ayrıca bu şölenlerde yolda ne kazandılarsa hepsini harcarlar.
"Her şey yemek, içmek ve zafer kutlamaktan ibarettir" der.[163]
Haedo "O zaman bütün Cezayir
mutlu olur" derken aslında kendi içinde dönen bir sistemin işlemeye devam
ettiğini açıklamak ister gibidir. Tüccarlar, esirleri ve korsanların
getirdikleri malları satın alırlar. Ayrıca dükkân sahipleri de burada denizden
gelenlere kıyafet ve levazım satarlar. Cezayir'in örnek olarak gösterildiği bu
korsan ekonomisindeki çarkın dişlilerinin nasıl çalıştıkça yerini bulduğu ve
tıkır tıkır işlediğini birkaç sayfaya mükemmelen sığdırmıştır Haedo. Neredeyse
hiçbir soruya mahal bırakmayacak kadar kapsamlıdır anlatısı.
Papazımız ayrıca 1581 yılında hangi
korsanın kaç tane gemisi olduğunu tek tek kaydeder. Kaydettiği 35 gemiden
bazılarını aktaralım:
1- Kral (beylerbeyi) Cafer, Macar
mühtedi, 24 oturaklı bir kalyota.
2- Arnavut Mami, kaptan, Arnavut
mühtedi, 22 oturaklı bir kalyota.
3- Fransız Murat, aynı kaptanın
mühtedisi, 22 oturaklı bir kalyota.
4- Dali Mami (Deli Memi), Yunan
mühtedi, 22 oturaklı bir kalyota.
5- Büyük Murat Reis, Arnavut
mühtedi, 2 adet 24 oturaklı kalyota.
6- Feru (Faruk? Farruh?) Reis,
Cenovalı mühtedi, 18 oturaklı bir kalyota.
Saydığı diğer gemi sahipleri
arasındaki bu milliyet ve şehir sakinlerine ek olarak İspanyol, Türk, Yahudi,
Venedikli, Korsikalı, Calabrialı, Sicilyalı, Napolililer vardır.[164] Haedo, tüm bu büyük çaplı korsanlık
tasviri dışında, açık havalarda İspanya kıyılarının görüldüğü iddia edilen
topraklara yapılan küçük deniz akınlarını da irdeler. Bilindiği üzere küçük fusta'larla
sahile çıkıp malları ele geçirdikten sonra, korsanların başı gece bu ganimeti
kimseciklere yakalanmadan, kontrole takılmadan kaçırır; ganimet katırlarla pazara
kadar taşınır, burada nereden geldiği bilinmeden mallar satılır.[165] Cezayir'den İspanya sahillerine
yapılan akınlar aynı zamanda intikam akınlarıdır. Müslümanlar kovuldukları vatan
topraklarını çok iyi bildikleri için diğerlerine de rehberlik ederler. Üstelik
haksız yere kovulmuş olmanın verdiği acı derinlerinde yer ettiği için bunu
büyük bir keyifle yapıyor olmalıdırlar.
Küçük gemilerle mesleklerini icra
eden korsanlara Haedo "bergantin korsanları" der. 8-13
oturaklı olan bu daha küçük gemiler Sargel'de inşa edilir, çünkü burada bu
gemilerin yapımı için uygun olan her türlü kereste mevcuttur.[166] Bu işin uzmanları ise Granada,
Valencia ve Aragon'dan gelen Moriskolardır. Aynı zamanda bunlar gemilerin de
reisleridir, çünkü İspanya'da doğdukları için limanlarını, denizlerini ve
sahillerini iyi tanırlar. Bunların en tehlikelileri Sargel Moriskolarıdır,
İspanya sahillerinde "akrabaları, kardeşleri ve arkadaşları" olduğu
için buraları avuçlarının içi gibi bilirler.
Bu fırkateynlerin reisleri arasında
Türkler ve mühtediler de vardır. Çünkü bir levent, ya da herhangi bir denizci
150-200 duka bulsa, başkalarıyla ortak olur ve bir fırkateyn donatır.[167]
İspanya sahillerinin kurdu olan bu
korsanlar kıyıya çıktıklarında fırkateyni kum altına ya da bir kuyu ya da büyük
bir çukura saklarlar ve tiyatro başlar: Hıristiyan kılığında (en hábito
cristianesco) karaya çıkarlar, çok iyi İspanyolca bildiklerinden diğer
Moriskoların olduğu yerlerde pek iyi ağırlanırlar, özellikle geceleri yolları
kapatırlar, karşılaştıkları Hıristiyanları ele geçirirler, buradan da fırkateyne
bindirir, yola çıkarlar.
Bu gemiler çok küçük olduklarından,
küçük koylarda ve burunlarda kolayca saklanabilirler, böylece kule
görevlilerini de kandırmış olurlar, hatta güpegündüz bile Hıristiyan kılığında
kasabaya indikleri olur. Bu yüzden bu gemiler en tehlikelileridir, çünkü yaz
kış gidip gelirler. Çok sık yola çıktıklarından ve bu işten çok para
kazandıklarından reisleri kısa zamanda kalyota reisi olurlar. Bu gemilerde
kürek çekenler mühtediler, Türkler ya da Mağriplilerdir. Hepsinin de yanında
silahları, arkebüzleri, ok ve yayları vardır. Ayrıca bagarino adı
verilen küçük gemiler de kiralarlar. Bu gemilerin sayısı hakkında Haedo kesin
bir şey söyleyemeyeceğini belirtir. Cezayir ve Sargel'de inşa edilenlerin 20-25
tane olabileceğini söyler. Âdetleri, gelenekleri ise diğer korsanlarla aynıdır.[168]
Ya sonra?
García Navarro 1725'te Tunus'u şöyle
tanımlıyordu: "Ticaretin çok gelişmiş olduğu ve her türlü millete açık bir
liman. Öyle ki düşman milletlerin bile konsolosları var."[169] XVI. yüzyılın sonundan itibaren
Akdeniz'deki korsan tehlikesinin giderek azaldığı doğru olsa da, bu sahil
kasabaları ve gemi yolcuları için korsan kâbusunun sona erdiği anlamına gelmez.
Yukarıda Navarro'nun gözleminde de söz konusu olduğu üzere, bu dönem itibarıyla
saldırıya maruz kalan devletler, gemilerini korumak ve esirlerini kurtarmak
için iki temel çareye başvurmuştur: Konsolosluklar kurmak ya da doğrudan savaş
açmak.
14 Nisan 1717'de iki Cezayirli
korsan Navarra alayına ait 120 kişiyi ele geçirir. Aralarında memurlar,
askerler ve hizmetkârlar vardır ve bu zavallılar bir Fransız gemisiyle
Barcelona'dan Valencia'ya geçerken kaderin kurbanı olmuşlardır.[170] 1723'te ise korsanlar 100'den
fazlası asker olmak üzere 240 İspanyol ele geçirirler. Bu saldırılar 1735-36
yıllarında iyice ayyuka çıkar. "Hiçbir zaman görülmedik bir yüzsüzlükle,
güpegündüz, ya da eskiden yaptıkları gibi gecenin bir yarısı, mühtediler köylü
kılığına girerek karaya çıkıyorlar" notu düşülür tarihe.[171]
Mağrip'in en batı ucunda, Fas'ta ise
korsanların kendilerine seçtikleri kentler Tetuan, Tanger (Tanca) ve özellikle
de Sale'dir. Bu şehirlerin ortak özelliği İspanya'dan kovulan Moriskoların
toplu olarak geldikleri şehirlerden olmalarıdır. Özellikle Sale'de küçük cumhuriyetlerini
oluşturmuşlardır. Atlantik sularında korsan yetiştiren bu şehrin korsanlarının
operasyon sahası Kanaryalar'dan Finisterre'ye kadar uzanır.[172]
XVII. yüzyıla gelindiğinde Avrupa
ülkeleri Mağrip korsanları tehlikesine bir son verme konusunda kararlıydı. Bu
sebeple Mağrip'in önde gelen bölgelerine saldırmaya başlamıştı. Bunu ilk
deneyen 1661 ve 1665 yıllarında Cezayir'i bombardımana tutan Fransa olmuştu.[173] Hollanda ve İngiltere de bunu
Sale'de yapmışlardı. İspanya ise Oran'ı ve Merselkebir'i ancak 1732 yılında
yeniden fethedecekti. Korsan saldırılarının hiçbir şekilde kesilmemesi
karşısında Fransa 1763 yılında yeniden Fas'a saldıracak, ama bu operasyondan
bir sonuç alamayacaktı.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nun deniz
gücünü kuvvetlendiren, XVI. yüzyılda onun Akdeniz'in hâkimi olmasında birinci
dereceden rol oynayan Fransa'nın ta kendisiydi. Babıâli'yle işbirliğinin en
önemli yanı Osmanlı donanmasının Fransa limanlarında kışlaması olmuştu. Bu da
kışın burada kalan gemilerin boş durmaması, İspanya ve İtalya sahillerine
saldırması anlamına geliyordu. Sardinya engizitörü Alonso de Lorca 1574'te Türklerin
La Goleta ve Tunus'u ele geçirmesi üzerine Fransızları Osmanlılara çeşitli
şekillerde destek olmakla suçlamıştı. Engizisyon da Fransa'daki iki kalenin
Cezayir'deki Bona'yla birlikte Marsilya'da yaşayan Fransızlar ve Korsikalılar
tarafından yönetildiğine dair haberler geldiğini bildiriyor, bunların
"Hıristiyanlık âlemine çok büyük tehlike oluşturduğunu" söylüyordu.[174] Çünkü Müslümanlara demir, halat,
yelken, güherçile, sirke, barut ve diğer yasak malzemeler satıyorlardı.
Fransızlar gönderdikleri istihbaratla Türklerin Tunus'u ve La Goleta'yı
almasını sağlamışlardı. Bu kalelerin en önde gelen adamlarından biri olan Antón
Lencho adında bir Fransız'ın Marsilya'dan Kılıç Ali Paşa'ya mektup yazdığını,
Don Juan de Austria'nın donanmasının Osmanlılara saldıracak durumda olmadığını,
çünkü Milano'da bulunduğunu belirtmişlerdi. Bu önemli haberde söz konusu olan
korsanlar değil, resmi donanmadır.
Diğer bir taraftan Cezayir
korsanları da XVII. yüzyıldan itibaren eksen değiştirip okyanus sularına
kaymışlardır. Kanarya Adaları, Azorlar başta olmak üzere şanslarını okyanus
sahillerinde ve sularında denerler. Portekiz, İngiliz ve diğer kuzey halklarına
ait gemileri avlamaya başlarlar. Buradan da kuzeyin soğuk sularına doğru
ilerler ve korku dalgalarını yukarılara taşımaya başlarlar.
Kuzeyde de heyecanlı bir devir
başlamış olur. XVII. yüzyılın ilk yarısında Elizabeth adlı bir İngiliz
gemisi Manş Denizi girişinde üç Türk gemisine rastlar. İngilizler bu Türk
korsanları kovarlar. Türkler "Muhammed'in adını anıp dert yanarak"
uzaklaşırlar.[175] İngilizler de hayli neşeli bir
tavırla öldürdükleri domuzları kaldırıp Türklere gösterirler ve onları
"biraz domuz yemek için gemilerine davet" ederler. Taylor bundan bir
mesel çıkarır: Gemi Kilise'dir, üç Türk gemisi de Dünya, Et ve Şeytan, İsa Peygamber
ise çapadır.[176] Haedo da buna benzer bir korsan
âdeti anlatır. Cezayirli korsanların Hıristiyan kadırgalarını ele
geçirdiklerinde, onlarla dalga geçmek için "korsan töresine göre pek sık yapıldığı
gibi" popolarını gösterdiklerini yazar![177]
Kuzeyden gelip güneyde avlananlar
Kuzeyin soğuk sularından gelen
İngilizler de sıcak sularda avlanıyorlardı. Korsanların eline düşen İngilizler
için hayat daha da zordu, çünkü sadece Müslümanlar değil,
"Papacılardan" yani Katoliklerden de çekiyorlardı. John Fox bu
sayısız bahtsız maceraperestten sadece biriydi. The Three Half Moons (Üç
Yarımay) adlı İngiliz gemisinde bir gemiciydi. Gemi 1563 yılında sekiz Türk
kadırgasının saldırısına uğramıştı. İngilizler kahramanca karşı koymuşlar, ama
bu acı sonu değiştirmemişti. Esirler İskenderiye'ye taşınıp zindana
tıkılmışlardı. Fox bu zindanda tam 14 yılını çürütmüştü.[178] Gardiyanının güvenini kazanmış ve
hapishanenin berberi olarak çalışmaya başlamıştı. Yakın arkadaşı olan bir
İspanyol'la bir plan hazırlamışlardı. Bu haber bütün esirler arasında dolaşmış,
herkes verilecek olan emri bekler olmuştu. Beklenen haber gelince hepsi birden
saldırıya geçmiş, gardiyanları öldürmüşlerdi. Gizli bir yerde saklanan İspanyol
dukaları da ele geçirilmişti. Zindan sahile yakın olduğundan operasyon daha
kolay olmuştu. Şehir halkı durumu anlamadan acilen bir kadırgaya levazım
yükleme imkânı da bulmuşlardı. Bu çatışma sırasında hayatını kaybeden birkaç
esir dışında diğer esirler denize açılmıştı bile. Ama belki de asıl macera
şimdi başlıyordu, ne de olsa Petrarca'nın da dediği gibi deniz gerçekten de en
büyük canavardı. Sadece fırtınayla değil, açlıkla da boğuşmak zorunda
kalmışlar, aralarından bazıları açlığa teslim olmuştu. Bu çılgın yolculuğun
sonunda Kandiye'ye varmışlar, burada keşişler tarafından beslenmiş ve ölümden
dönmüşlerdi. Taranto'da ise grup dağılmış, herkes kendi yoluna gitmişti. 266
kişilik hapishane firarisinden büyük bir kısmı evine sapasağlam ulaşmıştı. Bu
heyecan dolu yolculuğu ise yıllar sonra Anthony Munday kaleme almıştı.[179]
Tunus korsanlarının eline düşen
Davies ise dokuz yıl esir kalmıştı. Bu arada kocasına ihanet eden bir kadının
çuvala konulup denize atılmasına ilk şahit olan İngilizlerden olmuştu.[180] Davies'in yaşadığı acıları kâğıda
dökme sebebi ise tam hayırlı bir Hıristiyan olduğunu gösterir nitelikteydi:
"Böyle bir sefaletten" kaçabildiği için Tanrı'ya olan şükranını
hafızasında taze tutabilmek; diğer bir taraftan da okurlarının böyle biçare
kalmadıkları, kendi ülkelerinde, kendi milletleri arasında yaşadıkları için
Tanrı'ya şükretmeleri gerektiğini hatırlatmak için yazmıştı.[181]
Savunma yolları
Heberer bir İtalyan atasözü aktarır:
"Deniz tıpkı balta girmemiş bir orman gibidir."[182] Bu özellikle de Mağripli ve Türk
korsanların Akdeniz'de cirit attığı ve korkunun zirveye ulaştığı zamanlar için
pek geçerli olsa gerek. Müslüman gemilerinden küreklere asılmak zorunda kalan
Heberer tehlikelerden kaçınmak, en azından eli kulağında bir tehlikeyi denizde
tespit etmek için uygulanan bir yöntemden bahseder. Maltalılardan gördüğü bu
yönteme göre, geminin serenlerinden birine bir denizci bağlanır, gemi direğinin
tepesine kadar onu kaldırırlar ve direğe sıkıca tuttururlar. Bir kuleden bakar
gibi etrafı kolaçan eden bu denizcinin 40 millik bir alanı incelemesi mümkün
olur.[183]
Heberer ufukta bir gemi görülmesi
üzerine gemide yapılan hazırlıkları da bizimle paylaşır. Korsanlara karşı
yapılabilecek ilk şey Tanrı'ya sığınmaktır, bu yüzden de sabah kalkar kalkmaz
ilk iş sabah duası etmektir. Bunun akabinde kadırganın ön kısımlarına ve yan
taraflarına paravanlar çakılır. Ön saflara şövalyeler ve yüksek rütbeliler
dizilirler. Sonra askerler yerlerini alırlar, bundan sonra da Türklere karşı
daha başarılı bir savunma oluşturabilmek için esirlerin de bağları çözülür. Bonavolio
denen savaş gönüllüleri de silahlandırılır.[184] Bir yolcu gemisinin kısacık bir
süre içinde nasıl savaş gemisine dönüştüğünü görmek şaşırtıcıdır.
Bazen de en güzel savunma yöntemi
saldırıdır. Savunmayı beklemek zorunda kalmadan yapılan saldırı gözdağı
vereceği için daha çabuk ve kesin sonuç getirebilir. Heberer geminin
oturaklarına bağlı olduğu yıllarda bunu bizzat yaşamıştır. Bir keresinde Türk
gemisine yaklaşıp ilk saldıran Heberer'in gemisi olur. İki gemi de birbirlerini
top ateşine tutarlar. Hatta kahramanımızın gemisinden asker Türk gemisine
atlayıp "karşılarına çıkanları silahlarıyla yere sermeye" başlarlar.
Kendilerini azimle savunmalarına rağmen alt edilirler, hayatta kalanlar da
çareyi teslim olmakta bulurlar. Lakin büyük bir karamürsel gemisi daha vardır
savaş bekleyen. Kara Kadırga adında başka bir gemi yardımlarına gelir.
Kadırgaları düşman gemisine yaklaşıp baş tarafıyla ona çarpar. Baş taraftaki
gemiciler Türk gemisine atlar, o tarafa koşar ve denizciler denize düşerler:
Hepsi boğulurlar. Sonunda sayıca az olduklarını gören Türkler ve Araplar teslim
olurlar. Bu sefer de yağma başlar. Esir alınan Türkler ve ganimet kayıklarla
gemiye nakledilmeye başlanır. Bu gemileri izleyen İskenderiye'deki sahil koruma
gemilerinin baskınına uğramaktan korkarlar ve korktukları başlarına gelir.[185]
Korsan saldırılarında saldırılan
tarafın önce ciddi bir savunma seti oluşturduğu görülüyor. Hacıların ve diğer
seyyahların büyük bir kısmının yolda korsanlar tarafından saldırıya uğradığını,
ancak bu gemilerde her türlü tehlikeye karşı tedbir alındığı için çoğu zaman
savaşlardan galip çıktıklarını öğreniyoruz.
Silahsız ve tedbirsiz yolculuk
etmekse bile bile faka basmaktan başka bir şey değildir bu deneyimli gemiler
için. 1765'te bir İspanyol gemisi bu hataya düşer. Kalyotanın mürettebatı
silahsız yakalanır. Savunmaya geçemedikleri için suya atlarlar. Bir kısmı da
ambar kapağının altına saklanır. Kaptan savaşırken hayatını kaybeder, diğerleri
ise silahları olmadığı için iyiden iyiye gafil avlanır ve teslim olurlar.[186]
Marsilya'da yetkililer Müslüman
korsanların korkusuyla balıkçıların gece balık avlamaya çıkmalarını
yasaklamıştı.[187] Papa X. Leon'un da Tiren
sahillerinde balık avlarken az kalsın Türk korsanların eline düşeceğini
hatırlarsak bu tedirginliğe hak veririz. Ama yine de en güzel çare, tokada
karşı tokattır. Söz gelimi, Mağribi korsanlara karşı savunmaya geçmek için
Malta'daki İspanyol elçiler Maltalılara on adet korsan patenti verirler. Ancak
Roma buna kısa süre sonra karşı çıkar. Malta Şövalyeleri'nin şövalye bayrağı
dışında bir bayrakla Akdeniz sularında korsanlık yapmaları kendisine hayli ters
gelmiştir. Çünkü daha önce de bu bayrak altında hem Katolikleri hem de
şizmatikleri ele geçirerek sorun yaratmışlardır.[188]
Türk korsanların saldırılarından
bıkan sadece Akdeniz'deki adalar ve sahiller değildir. Polonyalı Simeon, Kutsal
Topraklar'a giden yolda Güzelhisar'dan sonra yola devam etmiş, Patmos Adası'na
geçmeyi arzu etmiş, ama ada bulundukları yere üç günlük bir mesafede olduğu
halde "birçok levendin kayıklarla orada dolaşmakta olduklarını"
duyunca korkudan gidememiştir.[189] Thévenot, Ege adaları üzerinden
yaptığı İstanbul seyahatinde Sakız Adası'nın köylerinde yaşayan halkın da aynı
dertten mustarip olduğunu anlatır. Bu sefer Batı Anadolu'dan gelen korsanlardır
korku salan. Otuz, elli, yüz kişilik küçük köyler sadece on sekiz mil uzaktaki
karadan gelen ve "adamları ve yükleri kaldıran Türkler" tarafından
devamlı hırpalanmaktadır. Bu nedenle köylerin üçü dördü bir araya gelerek
kendilerini korumak üzere kaleler veya hisarlar inşa etme kararını alırlar.
Ağaçları ve köyleri korumak için, adanın çevresine üçer dörder mil aralıklarla
burçlar inşa ederler. Civardaki her köy nöbet tutmak üzere bu burçlara ikişer
kişi gönderir ve nöbetçiler birkaç kayık, gemi veya kadırganın yaklaştığını
görür görmez herkese haber verir, adalılar da içerilere çekilir veya
kendilerini savunurlar."[190]
Bernard Randolph, 1670'lerde ziyaret
ettiği takımadalardan Andros'ta (Endros) evlerin birbirine bitişik olduğunu,
"daracık yolların sonunda korsanların girişini engellemek için büyük
kapılar" yapıldığını yazar.[191] "Dağlardaki birkaç köy,
düşmanı ta uzaktan fark edecek şekilde kurulmuştur. Ahali böylelikle canlarını
ve mallarını, en iyi ürünlerini kayalar içinde hazırladıkları yerlere saklamaya
yetecek zaman bulabilirler" diye devam eder.[192] 1706 yılında Gökçeada'yı ziyaret
eden bir seyyah Ege'deki adalıların korsanlardan bıkıp usandıkları için çareyi
adanın içlerine kaçmakta bulduklarını, kapıları üçüncü katta olan kulelerde
yaşadıklarını ve merdivenleri de geceleri kaldırdıklarını yazar.[193]
Korsanlardan kaçmak için karadan
gitmek de bir çare değildir. Mesela Tunus'tan Kahire'ye gitmek için deniz yolu
tercih ediliyordu, çünkü Barca Dağları'nda ikamet eden Araplar karada bu
tüccarlar için büyük bir tehlike arz ediyorlardı.[194]
Bordada hayat
Heberer, bulunduğu gemide 92
Hıristiyan, 24 de Türk ve Arap olduğunu, ayrıca 12 farklı dil konuşulduğunu
yazar.[195] Korsan gemileri, örnekte görüldüğü
gibi küçük Babil Kuleleri gibidir. Türk Korkusu'nda forsaların korkunç
yaşam koşullarına bir bölüm ayırdığımız için, burada sadece eksik kalan ayrıntıları
paylaşacağız. İngiliz Saunders'in anlatısına bakalım: "Yerde tahtalar
üzerinde yatıyorduk. Verdikleri örtü yalnız omuzlarımızı kaplıyordu. Zorla
başımızı ve sakalımızı tıraş ettiler. Üç gün sonra ben ve altı arkadaşım,
seksen kadar İtalyan ve İspanyol'la birlikte bir kalyonla Afrika'ya zenci
çalmaya gelen bir Yunan gemisini zapta gönderildik."[196]
Bazen bordada tuhaf anlar yaşanırdı.
Heberer'in kürek çektiği İskenderiye'den İstanbul'a giden gemide, fırtına
yüzünden heyecanlı dakikalar yaşanmaya başlanınca, gemideki Türkler büyük bir
korkuya kapılır, Hıristiyanlardan ilginç bir istekte bulunurlar: Kendi
dinlerinde dua edip Tanrı'ya yalvarmaları!
Haedo, Hıristiyan esir ve forsaların
gördüğü işkenceyi şöyle özetler: "Bunu anlatmaya insan dili, yazmaya kalem
yetmez." Sopa, yumruk, tekme, kırbaç, açlık, susuzluk ve "sınırsız
insanlık dışı zulüm..."[197] İddiasına göre yarım saatçik bile
dinlenmelerine izin vermezler, "zalimce sırtlarına yarık açarlar,
kanlarını çekerler, gözlerini oyarlar, kollarını kırarlar, kemiklerini ezerler,
kulaklarını koparırlar, burunlarını keserler, vahşice boğazlarlar, kafalarını
keserler, denize atarlar..." Her ne kadar abartılı ve belki de kısmen
gerçekten uzak da olsa XVII. yüzyılda bu satırları okuyan İspanyolların bunlara
doğrudan inandığını unutmayalım. XVI. yüzyılda kaleme alınan Viaje de
Turquía'nın (Türkiye Seyahati) Pedro'sunun bunun tam tersini beyan eden
sözlerini göz önüne alalım. Pedro sultanın gemilerinde forsalara insanca
davranıldığını yazar.
Jerónimo, patronu Memi Paşa'nın
(Reis) kürek başında yorulan bir forsanın kafasına topuz indirdiğini, başka bir
forsanın kafasının da patronu tarafından kesildiğini yazar.[198] Başka biri de tabağını kırdığı için
esirini damdan atıp parça parça yapmıştır. Ramazan ayında durumun daha da kötü
olduğu anlaşılır. Eğer esirler oruç tutmazlarsa, bunun bedelini çok ağır
öderler. Genel olarak cezalar karna vurulan sopa, ayaklara kalın sopalarla
dayaktır. Sopa yerine bazen öküz siniri de kullanılır. "Türklerin onlara
vurdukları sopalar, kırbaçlar yetmiyormuş gibi, (...) onun ve diğerlerinin
kırbaçlanması ya da boynuna kement takılması, çekmesi ya da boğulması için
küreğe bağlanması"nın normal olduğunu söyler.[199] Geceleri yatmadan önce de
kendilerine giymeleri için kaba yünlü kumaştan bir yelek, yatmak için de taş
gibi ottan sedir verdiklerini yazar.
Kadınların hayatın ufkunda bile
olmadığı açık sularda erkeklerin birbirine ilgi duyması doğaldır. Buna şahit
olan Hıristiyan din adamları şiddetle karşı çıkarlar ve bu tür hareketleri
lanetlerler. Burada Ángel Rodríguez Sánchez'in Hacerse Nadie (Hiç Kimse
Olmamak) adlı eserini ve Katolik din adamlarının arşiv belgeleriyle ortaya
konulan sodomist ilişkilerini de anmadan geçmeyelim.
Heberer'in gemisinde Sicilya doğumlu
bir Catania'lının başka bir delikanlı ile "utanç verici" bir ilişkiye
girdiği haberi yayılınca adam sorguya çekilir. İtiraf edince de ayakları
bağlanarak kendisine verilecek ceza konusunda tartışmaya başlarlar. Bazıları
onun eli ayağı bağlı halde denize atılması gerektiğine kanaat getirir, çünkü
böyle bir günahkârı yanlarında barındırmakla Tanrı'nın gazabına uğrayıp,
başlarına daha da kötü şeylerin gelmesinden korkarlar.[200] Sonunda daha insaflı bir cezaya
karar verilir ve adam 200 kırbaçla kurtulur.
Katolik olan Haedo ise Cezayir'de
bulunduğu süre içinde kim bilir kaç örnek görmüştür. Bir Katolik, üstelik bir
de din adamı olarak bile şahit olduğu bu manzaraları doğallıkla –ama yine de
esefle– anlatması sanırım kuşkularımızı giderir. Reislerin leventlerin gönlünü
kazanabilmek, onlarla yeniden seyrüsefere çıkabilmek için onları evlerine davet
ettiklerini, onlara sofra kurup hediyeler verdiklerini naklettikten sonra daha
çarpıcı bilgilere geçer. Anlattığına göre, reisler ve vezirler oğlanlarına (garzón)
–ki Haedo bunlara "sakallı kadınlar" der–, damask, saten ve kadifeden
kıyafetler giydirirler, altın ve gümüş işlemeli bıçaklarla, süslerle, şık
ayakkabılarla onları kadınlardan güzel olacak şekilde süsleyip püslerler. Kim
daha çok sayıda, güzel ve şık oğlana sahipse o derece muteber sayılır. Bunlarla
dolaşmaya çıkarlar, deniz kenarına inerler. Bu onlar için bir itibar
derecesidir, Haedo "erkekler arasında böyle utanmadan ve alenen yapılan
bir şeyin olması"nı "ağlamaya değer" bulur.
Sefaletin tadı
Devrin bir forsası şunları
kaydetmişti: "Bize günde 250 gram ekmek ve sudan başka hiçbir türlü
yiyecek verilmiyordu. Yanımızda iğne, çuvaldız, bıçak yahut bir silah bulunması
yasaktı. Bulunursa yüz değnek cezası vardı."[201] Forsaların boğazlarından geçen
yemeğin Akdeniz çapında genel olarak peksimet ve su bazlı olduğu aşikârdı.
Fazladan yiyip içtikleri ise yanlarına kâr kalıyordu. Tek tip beslenme pek çok
hastalığın başında, korsan hastalığı olarak bilinen iskorbüte sebep oluyordu.
Jerónimo da burada Mağrip'te esirlerin yediklerinin iki küçük arpa ya da
simsiyah tahıl ekmeği olduğunu yazacak, denizde kürek çekiyorlarsa da "pek
az ve leş kokulu kara peksimete" kadar düşeceklerini ekleyecekti.[202]
Hatta çoğu zaman temiz su bulmak
bile bir lükstü. Heberer bu tabloyu da pek canlı tasvir eder. Gardiyanlardan
biri elinde torbayla sıraların arasından geçerek kürek çeken dört kişiye
aralarında paylaşmaları için iki pound (1 kilogram) peksimet dağıtır.
Onun bulunduğu oturaktaki iki Arap, peksimetlerin en iyilerini seçerler, ona da
farelerin ve kurtların kemirdiği parçalar kalır. Araplar suyun da iyisini içer,
hatta "kara suratlarını" yıkarlar. Kalan tortulu su da Heberer'e
kısmet olur. Dil bilmediği için bütün bunlara katlanmak zorunda kalmaktan başka
çaresi yoktur.[203] Bir keresinde de denizde yüzen koca
bir deniz kaplumbağası görür, onu yakalar, pişirir, afiyetle yerler. Heberer'in
tavuk eti gibi bembeyaz ve pek lezzetli bulduğu bu etin bir kısmını da bir
Yahudi'ye satarlar.[204]
Heberer nasıl topak donyağı
aşırdıklarını ve sefil hayatlarını mütevazı bir şekilde renklendirdiklerini
anlatır. Bazen kendilerine verilen peksimetleri öğütüp un haline getirir, içine
soğan doğrar, donyağı katıp kaynatırlar. "Böylece elde ettiğimiz yulaf
lapasına benzer yemek, bize özgürlüğümüz sırasında yediğimiz en güzel sebze
yemeğinden daha lezzetli geliyordu" der.[205] Başka bir seyrüseferinde ise kürek
çektiği kadırga Sakız Adası'na çıkınca forsalar açlıktan otlara saldırırlar.
Ada halkı da dindaşlarına ekmek gönderir.
Heberer yemeğe dair başka sıradışı
bir hikâye paylaşır. Kadırgasındaki iki İtalyan, Venedik konsolosu ve birkaç
tüccarın da yardımıyla özgürlüklerine kavuşur. Zincirlerinden kurtulunca ilk
yaptıkları kendilerini yemeğe vermek olur. Yıllardır midelerine sıcak yemek
girmediği için, tüm özlemlerini oburca giderirler. Öyle bir yiyip içerler ki
zavallı mideleri bu şoka katlanamaz ve sekiz gün içinde ikisi de ölüverir.[206]
Haedo reislerin leventlere peksimet,
zeytinyağı ve sirke vermekle yükümlü olduğunu doğrular. Herkese verilen belli
bir porsiyon vardır. Levazım olarak her geminin götürdüğü azık bellidir:
peksimet, pirinç, bulgur, zeytinyağı, sirke, peynir, tereyağı, zeytin ve kuru
üzüm.[207] Kürekçilere ve leventlere her gün
verilen şey peksimet, sulandırılmış sirke, birkaç damla zeytinyağından başka
bir şey değildir.
Kadırgalarda forsaların neler
yediklerini bu işe hayli mesai harcayan İtalyan tarihçi Salvatore Bono'dan
öğreniyoruz. 1721 Ekimi'nde Papalık kadırgalarında kürek çeken forsaların
haftalık mönüsüne bir göz atalım:
Pazar: 200 gram taze et, 70 gram
pirinç (7 gram tuz).
Pazartesi: 150 gram bakla, tuz ve
yağ ile tatlandırılmış.
Salı: 70 gram "peksimet
çorbası" yağlı ya da domuz yağı ve tuz ile tatlandırılmış.
Çarşamba: pazartesi gibi
Perşembe: 70 gram buğday, sardalya
balığı ve tuz ile çeşnilendirilmiş.
Cuma: 70 gram "peksimet
çorbası" her zamanki gibi yağlı.
Cumartesi: pazartesi gibi.[208]
Ayrıca her gün üç libre (1
libre: 443.49 gr) ekmek, bir ringa ya da salamura ya da dört sardalya ve bir pinta[209] da şarap; her ay yarım pinta
sirke ile yarım libre de tuz. Bu tek tip beslenme yıllar boyu sürebiliyordu. 10
yıl kadırgaya mahkûm olan bir forsanın nelerden mahrum kaldığını hesap etmek,
bu beslenme şeklinin hastalıklara nasıl da davetiye çıkardığını gösterir. Meyve
söz konusu bile değildir. Listeyi inceleyecek olursak taşınması ve saklanması
kolay gıdalar görürüz. Özellikle hem protein deposu, hem de kurutularak
saklanması, sonra da peksimet gibi ıslatılarak tüketilmesi kolay olan bakla
ilgimizi çeker. Yağın yanı sıra tuzun da bulunması ise hayatın tadının
oturaklara taşındığını gösterir. "Sale, utile come il sole" (Tuz,
güneş gibi yararlıdır) diyen İtalyan atasözünün yanı sıra, eski Roma
lejyonlarında maaşların tuz üzerinden verildiğini de unutmayalım.[210]
Bono, Venedik kadırgalarında, diğer
İtalyan kuvvetlerine göre daha iyi yemek dağıtıldığını iddia eder. Cristoforo
Canale'nin 1540 yılında kaydettiğine göre Batılı diğer kadırgalar forsalara çok
nadir olarak çorba, genel olarak da pirinç ve ekmek ve de vücutlarını
temizlemek için bir çorba verirlerken, Venedik'in kürek mahkûmlarına her sabah
bakladan yapılmış bir çorba, akşamları da yağla kavrulmuş peksimet, yanında da
ekmek verdiğini beyan eder. Ayrıca uzun süre kürek çektiklerinde ve yorulduklarında
da şarap verildiğini ekler.[211] Aynı şekilde Papalık kadırgalarında
da fazladan mesai ve yorgunluk halinde fazladan şarap ödül olarak
sunulmaktadır. Bu Müslüman forsalarca da memnuniyetle kabul ediliyordu.[212] Genel olarak fazladan yapılan iş
yemekle ödüllendiriliyordu. Aylarca, yıllarca yemeğe hasret bir mideyle kürek
çeken biri için bundan daha gönülçelen bir armağan olmasa gerek! Papalık
kadırgası Santa Lucia'da yelkenleri toplayan iki köleye fazladan et, peynir ve
şarap verilmişti.[213]
Bunların yanı sıra forsaların
denizin sunduğu nimetlerden de yararlandığını biliyoruz. Kaptan Fabroni'nin
eskizlerinden birinde bir Toscana kadırgasında geminin küpeştesinden yukarı
doğru güzel bir balık çeken köle betimlenmiştir.[214]
Hıristiyan korsanların çilesi
1708 yılında Paul Lucas, Fransa
Kralı XIV. Louis'ye antika almak üzere çıktığı seyahatten dönerken, tam da
Korsika'ya kadar yaklaşmışken Fransız korsanların eline düşer. "Hışımları
ve açgözlülükleriyle kâfirlerden yüz kat beter olan" bu korsanlara Fransa
kralının bendesi olduğunu, onlar gibi kendisinin de Fransız olduğunu söyler, kaptana
kralın verdiği belgeleri gösterir. Aldığı cevap bu belgelerin Marsilya'da
yapılmış sahte belgeler olduğudur. Bunları 30 sous veren herkes
alabiliyordur! Lucas elinde avcunda ne varsa kaybeder. Kral için topladığı 222
madalya da korsanların elinde kalır. Üstüne üstlük korsanlar onu Livorno
sahilinde salıverdiklerinde Fransız Konsolosu'ndan gördüğü muamele korsanın ve
konsolosun işbirliği içinde çalıştıklarını anlamasını sağlar.[215]
1680 Eylülü'nde İtalyan korsan
Anzolo Mario İskenderiye'den gelen yüklü bir ganimeti ele geçirir ve Mikonos'a
götürür. Arkadaşları arasında malı taksim eder. Anzolo'nun faaliyetleri Kaplan
Paşa'nın kulağına gidince çılgınca bir araştırma başlar. Paşa adadaki keşişlere
Anzolo'nun adamlarının bulundukları yeri bildirmeyenleri aforoz etmelerini
emreder.[216] Çoğu Venedikli ve Slovenyalı olan
arkadaşları sabaha kadar zincire vurulur, şehirdeki evler didik didik edilir,
kilise mahzenleri ve sandıklar karıştırılır. Anzolo'nun hekimi de paşanın
gazabından payını alır. Biz Randolph'un güncesine dönelim:
Hekim üç günden beri Anzolo'yu
görmediğini söyleyince, kaba etlerine ve karnına iki yüzer kırbaç yer. Acıdan
bayılınca, götürürler. Tam üç gün boyunca aynı ceza tekrarlanıp durur. Hekimin
ayakları paramparça olmuştur. Karnında yaralar açılmış, derisi su toplamıştır.
Kaba etleri simsiyahtır. Ben hekimi tamamen iyileşmeden görmüştüm. Bu macerayı
hem ondan, hem de İhtiyar Heyeti'nden dinledim. Anzolo Mario'nun karısı ile
kayınvalidesi de itirafta bulunmadıkları için şu cezaya çarptırılmış: Kadınları
soyup kollarının altına kadar şalvar giydirmişler, ellerini de direğe
bağlamışlar. Şalvarın içine vahşi, yırtıcı kedileri atmışlar. Kediler sopayı
yedikçe şalvarın içinde aşağı yukarı hareket etmeye başlamış; kadınları sivri
tırnaklarıyla paramparça etmişler. Tam üç defa bu ceza tekrarlanmış, paşa bir
hafta boyunca eziyetini sürdürmüş. Sonunda Anzolo, Mario'ya ait olduğunu
sandığı tüm ganimet ve serveti alıp gitmiş.[217]
Uydurulamayacak kadar detaylı, değil
mi?
Kaçmak
Heberer'in esareti boyunca kader
arkadaşı olan Pomeranyalı dostu kendisine kısa bir not yazar, eski bir gömleğin
içine koyar ve Hıristiyan forsaların yardımıyla Heberer'e ulaştırır.
Kendisinden yanında taşıdığı demir eğesini istemektedir. Aklına güzel bir fikir
gelmiştir. İki taler'lik şarap alır, arkadaşlarına, gardiyana ve oturduğu
sıranın başında nöbet tutan Türk askerlerine içirir. Alışık olmayan Türkler de
sarhoş olup derin bir uykuya dalarlar. O da demir eğesiyle zincirini kesip
kendini denize atar. Ama operasyon başarısız olur, çünkü nöbetçilerin
ayışığında kol gezdiklerini görür ve çaresiz gerisingeri gemiye çıkar,
zincirini ayağına bağlar ve fark edilmesin diye üzerini de katranlar.
Esaretten yüzerek kaçmak ise hayli
klasik bir yöntem olmakla birlikte genel olarak sonuç vermez. Heberer'in
Mısır'daki esareti sırasında bir kadırgaya zincirleneceğini öğrenen Pomeranyalı
dostu çok korkmuş ve o gece kaçmayı denemeye karar vermiştir. İyi bir yüzücü
olduğuna güvendiği için yüzerek Nil'i geçebileceğini düşünür.[218] Ama burası sıradan bir nehir değil,
Nil'dir ve etrafı fellahlarla doludur. Üstelik iyi yüzücü olan bu fellahların
nasıl balık gibi bir kıyıdan diğerine geçtiklerine, gemilere saldırdıklarına,
ayaklarının çabukluğu, ellerinin hafifliğiyle herkesi soyup soğana
çevirdiklerine defalarca şahit olmuştur. Heberer de bunu bildiğinden arkadaşını
ikna eder. Pek tabii kaybedecek, çalınacak değerli bir eşyası yoktur; bir canı
vardır yalnızca.
Heberer tuzlu suda da benzer bir
teşebbüse şahit olmuştur. İskenderiye'den İstanbul'a yola çıkan kadırgasında
Hıristiyanlardan biri, beş forsanın zincirlerinin bağlı olduğu halkayı yerinden
sökmeyi başarıp zincirlerle birlikte kendini denize atar. Ağır zincirler doğal
olarak kurtuluşuna engel olur ve boğularak ölür.[219]
Kulak ve burun kesmek kadırgalarda
da klasik cezalardandı. Firara teşebbüs edenlerin burunları ve kulakları bedenlerinden
ayrılmakla kalmıyordu, bunlar ibret-i âlem olması için sürekli göz önünde
dolaştırılıyordu. Heberer bu şekilde ceza çekmiş on Hıristiyan kölenin her gün
gözlerinin önünde bulundurulduğunu yazar.[220]
Hayalle gerçek arasında hayatlar
Kelamın piri Cervantes'in El
amante Liberal'de (Özgür Âşık) yarattığı Leonisa figürü de bizi esaret
hikâyelerine götürür. Asil bir Sicilyalı olan Leonisa mühtedi Yzuf (Yusuf)
tarafından bir akında ele geçirilir. Niyeti onu çok pahalıya satmak olsa da
bunu bir türlü yapmak istemez ve sonunda onu Müslüman yapıp onunla evlenmeye
karar verir. Yzuf gemisi batarak boğulunca, Leonisa yedi Türk'le bir adaya
çıkar, hepsi de ona "kendi kardeşiymişçesine saygı gösterirler." Ama
bir Türk gemisi gelip de onları ele geçirince bu sefer kızı zengin bir Yahudi
tüccara satarlar. Tüccar onu baştan çıkarmak ister, başaramayınca da satmayı
tercih eder.[221]
İspanyol edebiyatının altın devrinde
basılıp okura ulaşan başka egzotik bir esere bakalım: Francisco de Lugo y
Dávila'nın Premiado el amor constante adlı romanına... Başkahramanımız
Zara/Leonora, Barbaros Paşa'nın yaptığı bir saldırıda esir düşen hamile bir
kadının kızıdır. Babası savaşta ölmüştür. Doğumdan kısa bir süre sonra annesini
kızının öldüğüne inandırarak onu fidye yoluyla satar. Zara, Barbaros'un kızı
gibi büyütülür. Büyüdükçe güzelleşir. Babası bildiği Barbaros doğal olarak onu
kendi dini ve geleneklerine göre yetiştirir ve kızı olduğuna inandırır. Onu o
kadar çok sever ki, öldükten sonra Tunus'un yönetimini kendisine bırakacağını
söyler.[222]
Ve Barbaros için meşum yıl gelip de
1535'te Şarlken Tunus'a çıkartma yaptığında Zara Alman askerlerin eline düşer.
Sonra sevgilisi Celimo/Carlos tarafından kurtarılır ve yeniden imparatorluk
birliklerinin esiri oluverir. Şarlken savaş esirlerinin huzuruna çıkarılmasını
buyurduğunda Zara'yı da getirirler. Majesteleri kızın Aguilar Markisi'ne
verilmesini buyurur. Kızın güzelliğiyle değil, ruhuyla ilgilenmiştir.
Böylelikle kız "gerçek inanca döndürülüp vaftiz edilecektir." Kızın,
yazarın "Muhammed'in iğrenç ve ahlaksız dini" olarak adlandırdığı
İslam'dan Hıristiyanlığa geçmesi pek de uzun sürmez.
Yeniden esir düştüğünde Kanuni
Sultan Süleyman'ın huzurunda bulur kendisini. Zara, "kara bahtım yüzünden
bana âşık oldu ve beni hayatımın ilk hatalarına geri döndürdü" der.
Hürrem'in kıskançlığı sayesinde ve çift taraflı bir casusun yardımlarıyla Zara
İstanbul'dan kaçmayı başarır ve sevgilisi Celimo/Carlos'la buluşur.
Kara talih kuzey sularına çıkarsa:
1627
Mağripli korsanların sıcak sularla
yetinmedikleri zamanlar da oluyordu. Özellikle XVII. yüzyılda Cebelitarık'ı
geçip Atlas Okyanusu'na açılmaya başlayan korsanlar, Portekiz ve Fas
açıklarındaki adalardan sonra artık kuzey sularını da keşfetmişlerdi.
Rehberleri pek tabii kendi otoriteleri altında bulunan Kuzey Avrupalı
esirlerdi. Bunlar kendilerine verilen özgürlük vaadiyle hareket ediyor ve
Mağrip'ten buraya kadar gelen gemilerin kendi vatandaşlarıyla dolu olarak
Akdeniz'e inmesinde bir beis görmüyorlardı.
1627 yılında İzlandalıları bir şok
bekliyordu. Hayatlarında görmedikleri bir insan kalabalığını sahillerinde
bulunca buna bir anlam vermeleri herhalde zor olmuştu. Hem de kendilerine hiç
benzemeyen korsanlardı bunlar. Kahramanımız Ólafr Egilsson bu bahtsız saldırı
esnasında 1627'de hamile karısı ve iki çocuğuyla birlikte esir edilip Cezayir'e
götürülür. Bir ay sonra kendisi döner ve ailesi için fidye toplamak üzere
çalışmaya başlar. Karısı ise ancak 1634'te dönebilir. Ólafr Vestmannaejar'da
korsanlar tarafından kaçırılmalarını kaleme alır, ancak eser 1852 yılında
basılabilir.
Trajik olaydan iki yüzyıl sonra
Ólafr'ın 1643'te kaleme aldığı vakayı yayıma hazırlayan Björn Jonson of
Skardsá, bu eser için yazdığı önsözde "bundan on altı yıl önce meydana
gelen kötü şöhretli olay, ülkemizin kuzeyliler tarafından kurulmasından beri
–ki bu yaklaşık sekiz yüzyıllık bir zaman dilimidir– ülkemizde vuku bulmamış
bir şeydir. Buraya öldürmek, esir almak ve neyimiz var neyimiz yok çalmak için
gelen şeytani ayaktakımına Türkler deniyor ve bunlar dünyanın Afrika denen
güney kısmından geliyorlar" diyecektir.[223] Bu dünyanın büyük bir kısmından
soyutlanmış bir halde yaşayan İzlandalıların coğrafya bilgisine de ışık tutar.
Çok sayıda Mağriplinin şüphesiz yer aldığı bu saldırı, anlatıda sadece Türklere
mal edilmiştir.
Björn bunu yazmasındaki sebepleri
açıklarken ilk sebep olarak "insanlıkdışı, insafsız saldırıların yarattığı
sarsıntının hatırlanması gerektiğini" ileri sürer.[224] Bu da kolektif hafızaya alınan pek
çok diğer olay gibi, meşum bir vaka olarak tarihe kaydedilecektir.
"Değerli malları çaldılar, yağmaladılar, tüfekle ve diğer silahlarla
öldürdüler, binalara ve hayvanlara zarar verdiler ve daha başka pek çok ağza alınamayacak
şeyler yaptılar" derken "bu ayaktakımı halkın şeytani işlerle meşhur
olduğunun bilindiğini" belirterek Türklere hakaret etmeyi de ihmal etmez.[225] Bu saldırının Mağrip'ten gelen ilk
saldırı olduğunu ileri sürer.
Saldırının mühendislerinden olan
diğer bir kahramanımız da Páll adında bir Danimarkalıdır. Mağrip'te uzun
zamandır esir olarak bulunduğundan yapacağı rehberlik karşılığında kendisine
vaat edilen özgürlüğün cazibesine kapılmıştır. Bu her ne kadar sadece bir vaat
de olsa bir kurtuluş ümididir ve ümit, İspanyolların da dediği gibi en son
kaybedilen şeydir. Páll, Türk korsanlara İzlandalıların savaşçı bir halk
olmadığını, savaşa alışık olmadıklarını, bu yüzden de ele geçirilmelerinde bir
zorluk çıkmayacağını söyleyerek onları ikna etmiştir. Daha önce pek çok defa
Danimarkalılarla birlikte oralarda gemiyle seyrüsefer ettiği için de yolları
bilmektedir.
20 Haziran 1627'de bir Türk gemisi
küçük bir çiftçi kasabası olan Grindavik'e demir atar ve acı hikâye burada
başlamış olur. Türkler diğer bir gemiyi de Danimarka bayrağı çekerek kandırır
ve ele geçirirler. Gemideki tüm İzlandalı ve Danimarkalılar yakalanırlar ve
boyunlarına zincir vurulur. Dört kişi bir arada zincirlenir. Amiral Murat Reis
kendisine yardım eden adamlara vaat ettiği özgürlüğü verir. Ama saldırı burada
bitmez. Buralara kadar gelinmişken eli boş dönmek olmayacağından yola devam
edilir. Grindavik'i yağmalayan gemi, diğer gemilerle birlikte başka sahillere
yol alır. Çatışmalar olur. Alınan esirler gemilere doldurulur.
Yolda talihsizlikler devam eder. Bu
hayli maceralı seyahatte kavgalar, dövüşler de eksik olmaz. Daha ziyade esirler
için geçerlidir bu tabii. Sefer devam ettikçe esirlerin açlıkları dayanılmaz
bir hale gelir. Her İzlandalıya kişi başına yarım Danimarka ekmeği verilir. Her
on kişi de yarım varil birayı paylaşırlar. Bu muhtemelen Mağripli Müslümanların
birayla ilk karşılaşmalarından biridir. İspanya'da bile Şarlken'in beraberinde
getirdiği Flaman bira yapımcılarının İber Yarımadası'nda birayı tanıttıkları,
lakin sevdirmeyi başaramadıkları düşünülürse bu pek de iddialı bir sav olmaktan
çıkar.
İz süren tazılar
5 Temmuz'da gemiler Berufjördur
tarafına gelirler. Türk korsanlar kayıklarla tarlaya inerler. Tarlalardan işe
yarayabilecek her şeyi alırlar, sandıkları ve kapıları kırarak 600 parça eşyaya
el koyarlar. Başka bir yerde korsanlar vadiye yayılınca, savaşçı olmaktan uzak
olan ada halkı durumu kavrayamadığı için kaçmaya yeltenmez. Bu da Türk
korsanların işini kolaylaştırır. Böylelikle Türkler farklı sahillerden karaya
çıkarak eşya ve insan toplaya toplaya ilerlerler.
Diğer bir limanda esir ettikleri
hasta bir dilenci çocuğun boynunu ve elini boydan boya keserler. Karılar,
kocalar, çocuklar, hizmetçiler, her yaştan, her sosyal sınıftan insanın
bulunduğu bu kalabalık içinde kimseyi ayırt etmeden, seçmeden almaya devam
ederler. Korkudan saklanan halkı saklandıkları yerlerde bile bulurlar. Bir
seferinde saklandıkları yerde uyuyup kalan halkı kılıçlarıyla ve haykırışlarla
uyandırırlar. Giyinmelerini söylerler, ama onlara giyinmek için vakit
tanımazlar. Şapele gidip oradan da esir alırlar. Sonra yine "âdetleri
olduğu üzere" hepsini birbirlerine bağlarlar.
Vahşet ve acımasızlık sahneleri de
eksik olmaz. Bir korsan hasta bir kadına yürüyemediği için silahıyla vurur ve
kadın kafasına aldığı darbeyle yere yığılır. Ölen kadını oracıkta bırakıp yola
devam ederler. Sadece canlılara yönelik değildir bu saldırılar. Háls
Kilisesi'ndeki kitapları mahvederler, mihrabı yıkar ve kilisenin kapısından
atarlar. Değerli eşyalarını saklamaya çalışan halkın bütün gayretleri boşa
gider, çünkü Türklerden bir şey saklamanın imkânı yoktur. Korsanlar
sandıklardaki gümüşleri alıp sandıkları parça parça ederek bırakırlar.
"İstedikleri ve taşıyabildikleri her şeyi" alırlar. Bütün bunlar 7
Temmuz sabahı vuku bulur.
8 Temmuz'da korsanlar kilisede iki
ateş yakarlar. Tarlalarda buldukları kuzu ve tavukları pişirdikleri, dışarı
attıkları kuzu postlarından ve diğer artıklardan anlaşılır. Burada da mihrabı
ortadan ikiye ayırırlar. Tarlayı yakmaya çalışsalar da bunu başaramazlar.
Yazarımız işte tam da bu bölümde kelime dağarcığındaki bütün hakaret kabilinden
kelimeleri sıralar: "Bu kundakçılar (pyromaniacs)",
"vandallar", "katil köpekler", "kana susamış Türkler",
"kötü ruhlu adamlar", "iz süren tazılar." Türkler 13 boğa
ve 80 de koyun alırlar. Kazanları ve kuru balıkları da unutmazlar...
Korsanlar, bir çocuğun kafasını
uçurur ve vücudunun yan kesimlerini boylu boyunca keserler... Peki, bunca
şiddetin açıklaması ne olabilir? Hem de bu denli uzak topraklarda. Dönemin
tanıklarının özellikle mühtedilere atfettikleri şiddet sevdasının da bir
uzantısı mıdır bu? Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşın her şeyi mubah kıldığı
gerekçesiyle uyguladığı şiddetin bir açıklaması vardır elbette. Her savaşta
olduğu gibi savaşın gereğinden ziyade, bu Osmanlı'nın ilerlediği topraklarda
uyguladığı korku siyasetinin bir parçasıdır. Moğolların artlarında bıraktıkları
kafatası tepeleri gibi Osmanlı'nın da benzer görsel şiddet örneklerini
"ibret-i âlem" babında ardında bırakması da bunu çağrıştırır.
Korkunun ordudan önce fethedilecek bölgeye ulaşması pek çok kalenin vira
yoluyla, yani anahtar teslimiyle ele geçirilmesi demektir. Bu da cephane,
levazım ve daha pek çok savaş gerecinin boşa harcanmaması anlamına gelir. Ama
burada, merkezden ve hatta periferiden dahi böylesine uzak bir toprakta, bu
şiddet ne şekilde açıklanabilir? Anlatının içerdiği abartıyı da hesaba katmak
gerekir elbette.
17 Temmuz'da yine karaya
indiklerinde üç gruba ayrılırlar. 200 kişiden mürekkep olan en büyük grup
Danimarkalıların evlerine doğru koşar. Hiç zorlanmadan evlere girerler. Diğer
iki grup da ortaya öyle "delice bir hareket" içinde saçılırlar ki
"av köpekleri" gibi saldırırlar. Üstelik her birinin iki üç silahı
vardır.[226] Kiliseyi "yazılması ve tasvir
edilmesi mümkün olmayan bir şekilde kepaze ederler." "Bütün bu vuku
bulanları yazmak çok acı" der yazarımız. "Şeytan bu kana susamış
adamları sonsuz bir acıya gark ederek cezalarını verecek."[227] İddiasına göre kadınları
saçlarından sürüklerler, elbiselerini çıkarırlar, yaşlı adamları çocuklarla
birlikte ateşe atarlar, ateşten sürünerek çıkmaya çalışanları da yeniden
mızraklarıyla iterek ateşe sürüklerler, böylece bedenlerini parça parça
yaparlar. Tam bir vahşet tablosudur kelimelerinde canlanan.
Üstelik saldırıya uğrayan halk
Tanrı'nın adını anıp onu yardıma çağırınca Türkler daha çok bağırmaya ve
gülmeye başlarlar. Bir kadını kıyma gibi doğrarlar. Diğer korsanlar yolda
buldukları bir kıza tecavüz ederler. Sonra onu ata bindirip Danimarkalıların
evlerinin önlerinden geçirirler. Başka bir adamı kayalardan aşağı yuvarlarlar.
"Özellikle de yaşlı adamları mümkün olduğunca küçük parçalara ayırmak en
büyük arzuları ve eğlenceleriydi" der Ólafr.[228] "Onları kelimelerin tasvir
edemeyeceği şekillerde baltayla kesip, parçaladılar ve bıçakla lime lime
yaptılar." Ne denli abartılı olduğunu kestiremediğimiz anlatı devam eder:
"Bu alçak herifler kadınlara da erkeklere yaptıklarının aynısını yaptılar.
Kapılarının önünde en yüz kızartıcı şekilde ölü bulundular."[229] Ve şöyle ekler: "Ölüler oraya
buraya yayılmış, saçılmış bir şekilde duruyordu."
17 Temmuz kıyımından sonra Mağripli
korsanlar yeniden gemilere binerek yola koyulurlar. İzlandalılara bu sefer
küreklere asılmak düşer. Kendi kanından insanları esarete götürmek üzere kürek
çekmeye, sıcak sulara doğru inmeye başlarlar. "Türkler çocuklarla
eğlendiler, ne de olsa onları kendi istedikleri gibi yetiştirmek ve kötü
dinlerine döndürmek en büyük eğlence kaynakları" der yazar.[230]
Ada gerçekten günümüzün korku
filmlerinden bir sahneye dönüşmüştür. Bir grup İzlandalı saklanmak üzere
mağaraya gelir. Orada bir peder dualar okur ve onları teselli eder. Papaz
mağaranın dışına çıkınca mağaranın tepesinden aşağıya kan damladığını görür.
Bu, dışarıda beklemeyi tercih eden İzlandalılardan birinin acı sonudur: Snorri
Eyjolfsson'un. Türkler buldukları yerde onun kafasını uçurmuşlardır.
Korsanlar, Danimarkalıların
yaşadıkları evleri meşalelerle yakıp içindekilerle birlikte alevlere gark
ederler. Özellikle Türklerin pek de götürmeye gönüllü olmadığı yaşlı insanlar
evlerin içinde yanarlar. Bu yaşlı insanların kemikleri ve ateşte kızarmış bedenleri
bulunur. Ólafr, hayli ironik bir ifadeyle "Türkler herkese eşit
davrandılar" yorumunda bulunur; yani eşit derecede vahşice.
"Vestmannaeyjar'da insanları öldüren katillerin Türklerin dinine dönen
Hıristiyan dönmeler olduğu söyleniyor ve gerçekten de en kötü davranışı onlar
sergiledi. Bu çeşit dönmeler Hıristiyanlığa karşı en zalimce davrananlar
olduklarından buna alışıklardır."[231]
Yukarıda değindiğimiz noktaya geldik
yeniden. Mühtedilere yakıştırılan bu zalim insan portresi bir klasiğe dönüşür.
Diğer bir taraftan açıklanması gereken bir nokta daha vardır. Vakayı kaleme
alan yazarın "Türkler" olarak bahsettiği korsanlar daha önce de
benzer örnekler vesilesiyle açıkladığımız üzere Mağrip'te ikamet eden Müslüman
halkların bir karışımıdır. Aralarında Araplar, Berberiler, Moriskolar ve çok
sayıda mühtedi vardır. "Türk"ün "Müslüman"la neredeyse
eşanlamlı olduğu dönemdir yine bu.
19 Temmuz'da yola çıkılır. 30 adet
gaz lambası yakılır. Yataklar yapılır, yemek dağıtılır. Adalardan çalınan
biralar içilir. Bir varil bira, bir varil de mead (bal şarabı)
çalınmıştır. Hatta sabah Türkler bir damla Danimarka brandy'si bile verirler.
Türkler ise sudan başka bir şey içmemişlerdir anlatıya göre.
Mesafenin uzunluğu gemide yerleşik
ortamdakine benzer bir hayatın sürdürülmesini gerektirir. Ne de olsa Kuzey
Denizi'nden Akdeniz'e inen yol, Akdeniz'deki kısa mesafe sayılan yolculuklarla
mukayese bile edilemez. 30 Temmuz'da bir kadın gemide doğurur. Kilise papazı
onu vaftiz eder. Bu, Müslüman korsanlar arasındaki geleneğin bir uzantısıdır.
Her türlü şiddete maruz bıraksalar da, esirlerin başında bir din adamı olmasına
izin verirler. Türkler yeni doğan çocuklar için eski gömlekler verirler. Başka
iki kadın da gemide çocuklarını dünyaya getirir. Bu iki kadın da İzlanda'nın
doğusundan geçerken yolda ölürler. Bedenleri eski bezlere sarılarak denize
atılır.[232]
Türk korsanlardan birinin sık sık
yıkanması esirlerin dikkatini çeker. Bütün bir ay boyunca yıkanmayı hiç ihmal
etmez. Margrjet adlı bir kadın ise kocasını öldüren bu adamın ne kadar
yıkanırsa yıkansın temiz olamayacağını söyler.[233] Özellikle Türklerde görülen ve her
zaman takdir gören temizlik konusundaki özenin bordada da devam ettiğine bir
örnektir bu.
"Bir kediyi öldürmek için kaç
fare gerekir?"
Çıkan fırtınada Danimarka tüccar
gemisi Türk gemisinden ayrılır ve bir hafta sonra İspanya açıklarında
karşılaşana kadar birbirlerinden haber alamazlar. Bu gemide 14-15 Türk'e
mukabil bir sürü İzlandalı vardır. Dolayısıyla çaresiz İzlandalıların aklından
Türkleri öldürmek geçer. Zaten hepsi gemide bir arada bulunmaktadır. Jaspar
aklına gelen bu fikri Páll'a sorar: "Bir kediyi öldürmek için kaç fare
gerekir?" Ama Páll'dan gelen cevap hiç de iç acıcı değildir. Hemen Páll'ı
susturur. Bunun üzerine İzlandalılar zincirlere vurulurlar. Páll bu konuşmayı
Türklere aktarmakta gecikmemiştir.
Páll'ın hikâyesi de bu iki dünya
arasında kalan insanların ömürlerine yayılan ikircikli duruma bir örnek teşkil
eder. Kendisine göre önce Türkleri İzlanda'ya yönlendirdiği için ilk günahı
işlemiştir. Türkler Páll'a ülkesi Danimarka'ya dönme sözü vermişlerdir. Lakin
bütün bu yaptıklarından sonra kendi halkından "işkence görmeden"
ülkesine dönemeyeceğine kanaat getirir ve başka bir çözüm bulur: Türklerin
dinine dönmek! Páll İslam'ı kabul eder. Bu peşi sıra, akıl sır ermez bir olayı
da beraberinde getirecektir. Bir gece, geç saatlerde gemide bir ruh belirir!
Kimse daha önce böyle bir şeye şahit olmamıştır gemide. Ruh güvertede insanlara
görünür. Páll'la konuştuğuna tanık olurlar. "Artık benimsin" der ruh;
"Seni almaya geldim." Bu vakadan sonra bir süre denizin üzerinde
yürüdüğünü görürler şaşkınlıkla. Ertesi sabah, Hıristiyan gemileri Türk
gemisine geçer. Savaş çıkar, toplar patlar. Páll bu esnada hayatını kaybeder.
Hem de öyle böyle bir ölüm değildir: Kafası bedeninden ayrılıp uçar! İşin
ilginç yanı koskoca gemide ondan başka ölen olmaz. Bundan hemen bir ders
çıkarır kuzeyliler. "Bunun gibi kötü kahramanlar işte böyle
ölmelidir" der Ólafr.
9 Ağustos'ta gemiler İspanya
sahillerine ulaşır; 15 Ağustos'ta da Cezayir'e varır. Yani altı hafta sonra
Mağrip sahillerine varmış olurlar. Sahile vardıklarında on iki top atışıyla
bunu kutlarlar. Hıristiyan esirler karaya çıkarılır, başlarına da bir Türk
verilir. Ólafr esirlere ekmek verildiğini, ama sularını kendileri almak zorunda
olduklarını söyler. Esirleri görmek için gelen Türkler de onları rahatsız
etmekten geri kalmazlar. Esir pazarına getirilenlerin "dört ayaklı hayvan
gibi" satışa çıkarıldıklarını yazar. "Gürültülü sokaklardan"
"yalınayak, başı kabak" geçirildiklerini, bu esir dolaştırma
işleminin tüm esirler bitene dek devam ettiğini söyler. "Arkadaşlar
birbirinden ayrılır, çocuklar ebeveynlerinden koparılır, sokaklarda koşturulur,
evden eve sürüklenirler."
Her ne kadar mübalağa payını hesaba
katsak da, Akdeniz'in dört bir yanındaki anlatılarda olduğu gibi bu soğuk kuzey
sularındaki korsan çıkartması da kanlı bir anı bırakmıştır geride.
VI
Kaynayan
kazan
1
Esirler
Bu kitabı okuyan veya okunurken
dinleyen herkesin,
benim Tanrı'ya karşı durumumu iyice
düşünmelerini ve
böylece ağır ve Hıristiyan âlemi
dışındaki bir tutsaklığa
düşmekten korunmalarını Tanrı'dan
dilerim. AMEN.[1]
Schiltberger
İşte Schiltberger böyle başlıyordu
esaret güncesine. Yine XV. yüzyılda Güney Macaristan topraklarında ele
geçirilen bir marangozun esareti süresince şöyle dua ettiği kaydedilmişti.
"Tanrım, beni Hıristiyanların düşmanlarının ellerinden kurtar ki Katolik
inancımı kaybetmeyeyim.(...) ve sonsuz lanete düşmeyeyim."[2] Benzer bir şekilde Türklere esir
düşen Giovan Antonio Menavino Osmanlı sultanının büyük yardımlarıyla Pera'da
babasıyla buluşur. Babası ona "bilhassa Türkler arasında Hıristiyan dinini
unutmamasını nasihat" eder.[3] Kendisine lazım olan mutlak
itaattir. Luther Türklere karşı edilecek olan dualarda çocukların elzem bir
rolü olduğunu vurgular. Bütün bu savaş hengâmesi arasında çocukların her an
esir düşme ihtimalleri söz konusuyken kendilerine gerekli din bilgisinin
verilmesi gerektiğini ifade eder.[4] Çocukların ağzından dökülen bu
duaların siperlerden, tüfeklerden ve hükümdarlardan daha etkili olacağına
inanır. Bunun arka planında esir düşen çocukların din değiştirmemesi için
verilen savaş yatar elbette.
Dinini kaybetmek bir yana, insan
esir düştüğünde benliğini kaybediyordu. Philip Gosse'un dediği gibi
"Cezayir'in zindanlarında bir Hıristiyan'ın değeri bir soğan kadar bile
etmiyordu." Bu insana verilen manevi değerin dramatik anlatımıydı. Ne de
olsa bu esirlerin çil çil altın cinsinden değerleri hiç de azımsanacak gibi
değildi. Bu altınlar kıyının karşı tarafındaki kurtarma tarikatlarınca
toplanana kadar esirler hiç de değer kaybetmiyorlardı. Yukarıda bahsi geçen,
1627'de İzlanda'dan alınıp götürülen Ólafr Egilsson'u bu topraklarda en çok
üzen şey, bir kadın hizmetçisi için kendisinden çok daha yüksek bir fidye
istenmesi olmuştu.[5] Esaret ölümlerden ölüm beğenmek
demekti. 1601 yılında Bartolomeo Crescenzio deniz günlüğünde esir düşen
Karadağlıların büyük çoğunluğunun melankoli ve dik başlılıktan öldüğünü
yazıyordu.[6]
Nicelik
Bu dönemdeki esir sayısıyla ilgili
sağlıklı bir rakama ulaşmak hayli zordur. Biz en azından mevcut olan birkaç
veriyi sunup esaretin bölgedeki boyutları ve uzandığı coğrafyadaki dağılımı
hakkında bir fikir verelim. Son çalışmalar Akdeniz'de 1530-1780 yılları
arasında Mağrip'te 1.5 milyon esir bulunduğunu gösteriyor.[7] XVI. yüzyılın sonunda Mağrip'te
esir olan Jerónimo Gracián de la Madre de Dios, Trablusgarp, Sus, Tunus,
Bizerta, Bona ve Cezayir kentlerinde 20.000'den fazla esir olduğunu beyan eder.
1626 yılında İngiltere'de 2000 kadın, kral, Buckingham dükü ve parlamentoya
Müslümanlara esir düşen kocalarının kurtarılması için başvurmuştu. İstanbul,
Fas, Marakeş ve Tetuan'dakiler bu rakama dahil değildir.[8] Tunus'taki esir sayısı genel olarak
Cezayir'den az oluyordu. Ancak Tunus'taki esir sayısı 1721'de Cezayir'i
geçmişti. Esirlerin çoğu Katolikti ve sayıları 5000'i geçiyordu. Aynı dönemde
Cezayir'de ise "çoğunluğu Lutherci Felemenkler ve diğer şizmatik
milletler"den oluşan esirlerin sayısı 3500'ü bulmuştu. 1730'dan sonra bu
sayı düşecek, yüzyılın ortasında 1500'e inecektir.[9] 1796'da 800 iken, 1805'te tekrar
2000'e çıkar. Salle'de 600-800, tüm Mağrip'te 4500 İngiliz esir vardı.[10]
Bir yıl içindeki hareketliliği
göstermesi açısından Jerónimo'nun verdiği rakamlara bakalım. Tunus'a geldiği
1593 yılından, 1594'ün Ağustosu'na kadar geçen on ayda gördüklerini söyle sıralar:
3 kalyota ve 6 fragata, Roma sahilinden ve Napoli Körfezi'nden 200 kişi
almıştı. Sonra Tunus yakınlarında başka bir fragata 14 adam götürmüştü.
Bu arada Lutherciler paşaya, savaşırken ölenler hariç, 30 esirle birlikte büyük
bir tahıl gemisi satarlar. (Bunu Luthercileri lekelemek için söylemiş olma
ihtimali de yok değildir.) Bu gemide iki de Dominiken İspanyol rahip ölmüştür.
Mayıs ortasında Bizerta'ya Baba Ali (Babalí) adında bir reisin iki
fırkatası gelir. Bu reisin bir arkadaşı da 90 adet esir getirir. Ay sonunda ise
4 adet fragata toplam 100 kişi getirir. Liste bu şekilde devam eder.
Haedo'nun verdiği liste gibi Jerónimo da bu dönemde burada bulunan reislerin
gemilerini ve kapasitelerini belirtir.
Halil İnalcık ise 1568 yılında
İstanbul'daki esir, savaş esiri ve devşirmelerin 60.000'e ulaştığını belirtir.
Kanuni devrinde defterdar İskender Çelebi'nin 6.000-7.000 kölesi vardı.[11] Savaş esirlerinin sayısı Karlofça
Antlaşması'ndan sonra azalır.[12] XIX. yüzyıl başında ise zindandaki
esirlerin sayısı iyiden iyiye düşer. 1860'tan sonra rahibeler de zindanlara
girip esirlere yardım etmeye başlarlar.
Kadın esirler
XIII. yüzyılda arkadaşı Ebu'l
Baka'el-Rundi'ye yazan Endülüslü yazar Ebu Bekir el-Barda, esir pazarına
gittiğini, sıra dışı bir güzelliğe sahip bir esir kıza bakakaldığını söyler ve
onun büyüleyici güzelliğini tasvir eder. Açık artırma başlar ve hepsi de kızı
görebilmek için ayaklarının ucunda yükselirler. Zenginler onu satın alabilmek
için durmadan fiyatı yükseltirler. Hepsi de bu "arzu nesnesi"ne sahip
olabilmek için çılgınca bir yarışa girerler. Fakat sonunda onu tüm kalbiyle
isteyen delikanlı alır. Yazarımız mektubunu şöyle bitirir: "Dostunun
aşkından ölüp yıkılıp düştüğünü görmeden önce onun derdine bir derman bul, onu
ölüme terk ettiğin için vicdan azabı çekmeden önce ona bir köle satın al."
Mektubun şakacı bir hava taşıdığı su götürmese de kadın esirlerin ev hizmeti
dışında bir arzu nesnesi olarak değer bulduklarını ortaya koymuş olur.[13]
Endülüs dünyasındaki kadın esirler,
bunu takip eden çağdaki esirlerden farklı olarak yüksek kültür sahibi,
efendisiyle oturup sohbet eden, edebi bilgisi olan, güzel ve zeki Hıristiyan
kadınlardır. Bu esirler edebiyatta da ölümsüzleşmiştir. Yeniçağ'a gelindiğinde
romantik sayılabilecek bu esaret anlayışı yerini, ev işleri başta olmak üzere
fiziksel iş yapmayı gerektiren köleliğe bırakır.
Diğer taraftan kadınların ve
erkeklerin esareti bir bakıma farklıdır. Kadın esirlerin çoğu kez İslam'ı seçip
efendileriyle evlendikleri görülür. Nikâhsız olarak da efendilerine hizmet
ettikleri ise bilinmedik bir şey değildir. Evdeki bir kadın köle çoğu zaman
efendiye yapılan cinsel hizmetle de eşanlamlı olabiliyordu. Erkeklerin köle
kadınlarla evlenmesi söz konusu olduğunda, İslam erkekleri "erdemli"
kölelerle evlenmeye teşvik eder.[14]
Kadın esirlerin en güzelleri doğal
olarak hükümdar sarayları başta olmak üzere beyler, beylerbeyleri, vezirler ve
diğer saray eşrafının saray ve konaklarına gönderiliyorlardı. Barbaros,
kaptan-ı derya unvanını aldıktan sonra 1534'te Osmanlı donanmasıyla ilk
seferine çıktığında Süleyman'a göndermeyi arzuladığı en nadide hediyeyi ele
geçirme fırsatını kaçırır: Güzelliği pek çok Rönesans tablosu, heykeli ve
şiirinde ölümsüzleştirilen Tragetto düşesi ve Fondi kontesi Giulia Gonzaga.
İspanyol vakanüvis Francisco López de Gómara vakayinamesinde Barbaros'un Fondi
şehrine 2000 Türk gönderdiğini, şehrin dört saat içinde talan edildiğini ve
şehirli bir dönmenin yardımıyla Gonzaga'nın bulunduğunu nakleder. Barbaros için
bu seferin en paha biçilmez ganimeti ve Süleyman için en eşsiz hediye olacak bu
güzeller güzeli İtalyan Venüsü'nün kaçırılması gerçekleştirilemez. Uşaklarından
biri onu gecenin karanlığında atının terkisine atarak kaçırır. İbrahim Paşa'nın
Barbaros'tan sarayda hükmeden Hürrem Sultan'ın forsunu azaltmak için Giulia
Gonzaga'nın kaçırılmasını özellikle rica ettiği dedikodusu ortalığı sarmakta
gecikmez.
Bunun tersi de yaşanır. Yani
kadınlar da kendileri için erkek esirler alırlar. "Burada [Osmanlı
İmparatorluğu'nda] yabancı ülkelerden gelen Hıristiyanlar, tek başına veya
sadece iki kişi olarak yanlarında onları koruyacak kimse olmaksızın ortalıkta
dolaşırlarsa, onlara yollarını kaybettirirler ve kolayca kaçırırlar."
Böyle iddia ediyordu Werner. Bu itham şu cümleyle daha da ilginç bir hal alır:
"Birtakım aracı kişiler, böyle yabancı ve güzel bir insanı görürlerse, onu
ele geçirmek için her türlü yola ve çareye başvururlar, daha sonra da Türk
kadınlarına satarlar. Bunlar da canları istediği kadar o esirleri yanlarında
tutarlar ve ilerde izini kaybettirirler."[15] Söz konusu olan kadınlar için
saklanan genç erkek esirlerdir. Bu Ortaçağ'da türlü anlatılara da konu
olmuştur. Verilebilecek pek çok örnek arasında Masuccio Salernitano'nun XV.
yüzyıl ortasına ait hikâyelerden derlediği Il Novellino'dan bir hikâyeyi
seçelim. Elia (İlyas) adlı bir erkek esiri korsan saldırılarının birinde ele
geçiren Nicola'nın karısı zaman içinde bu genç erkekten hoşlanmaya başlar.
Sosyal sınıf, görünüm ve din farkına rağmen onu baştan çıkarmaya karar verir.
Bu tür kısa romanların baş konularından biri olan zina ve ihanet yine gündeme
gelmiş olur.[16]
Roman gibi esaret hayatları
Esaret hayatına dair günümüze gelen
esaret günceleri, notlar, belgeler, aviso'lar (haber folyoları), edebi
eserler bu acı hayatı anlatan çok farklı profiller çizmektedir. Bu da doğal
olarak, bu bilgileri bize ulaştıran şahısların çektikleri acılarla doğru
orantılıdır. Bunun yanı sıra esirlerin bulundukları coğrafya da sürdükleri
yaşam üzerinde etkilidir. Sıcakla, nemle, kalabalık ve pislikle boğuşmak
zorunda kalan Kuzey Afrika'daki esirlerle Orta Avrupa'da çeşitli sebeplerle
esarete düşmüş bahtsızların hayatları arasında farklılıklar söz konusudur.
Macar kaynakları Türk zindanlarından esirlere mum ve yakacak verildiğini
bildirir.[17] Hatta nüfuzlu esirlere şarap
verilir.
Esaret anılarındaki abartıların
açıklanabilir bir özelliği vardı: Bunlar halkın merhamet duygularını
uyandırmak, dindaşlarının zindanlardan kurtarılması için gerekli parayı
vermelerini sağlamak için kaleme alınıyorlardı her şeyden önce. Polonyalı bir
soylu ve teolog Bartolomeus Georgiević, Türklere esir düşmüştü.[18] İlk defa 1555 yılında Napoli'de
basılan bu eser 1558'de Türk Kitapçığı adıyla Latinceden Almancaya
çevrildi. Eser 1544'ten 1600 yılına kadar farklı dillerde tam 43 baskı yaptı!
Aslen topçu olan Webb'in çalıştığı
gemi Türklerin eline geçince kaderi değişir. Kendini çırılçıplak küreklere
asılırken bulur. Topçulukta uzman olduğunu ispatlayınca kürekten kurtulur ve
Suriye, Filistin ve Mısır seferlerinden sonra Goa'ya, sonra da İstanbul'a
gelir. Kara bahtı onu yeniden zindana sürükler. Yaşadığı kısa özgürlük
döneminde III. Murad'ın oğlu Mehmed'in sünnet düğünü şenliklerinin tadını
çıkarma fırsatını elde eder.[19] Yedi gün süren şenlikte cambazlar,
akrobatlar, güreşçiler ve hokkabazların yanı sıra geceleri yapılan donanma
şenliklerini seyreder. Bu donanma şenliklerinden birini düzenlemeyi vaat ederek
yeniden tatlı özgürlüğüne kavuşur. Tasarladığı ateş saçan iki ejderha onu
sadece şenlik süresince kurtarabilir ve maalesef yeniden karanlık zindanları
boylar.[20] Fidyesi İngiliz Büyükelçiliği
tarafından ödendiğinde çilesini tamamlar.
Johannes Schiltberger 1396'da
Niğbolu Savaşı'nda esir düşer. Savaş sonrası çok trajik bir sahnenin içinde
buluverir kendisini. Bozgundan sonra kaçmaya çalışan Hıristiyan taraf Tuna
üzerindeki gemilere binmek ister. Herkes gemilere binmek istediğinden gemiler
dolmuştur. Gemilerdekiler, can havliyle gemilere çıkmaya uğraşanların ellerini
keserek boğulmalarına neden olurlar. Ayrıca Tuna'ya doğru kaçarken yamaçlardan
yuvarlanarak ölenler de çoktur.[21]
Kendisi ise esir düşünce iple
bağlanarak Bayezid'in önüne getirilir. Sultan herkesin kendi tutsağını
öldürmesini emreder. Eğer bunu kendileri yapamayacaksa, onların adına başkası
yapacaktır. Schiltberger'in beraber alınıp aynı ipe dizildiği diğer iki
tutsağın kafaları kesilir. O ise şanslıdır: Şehzade onun hayatının
bağışlanmasını rica eder. İddiasına göre yirmi yaşından küçükler öldürülmez. O
ise o sırada daha on altı yaşında bile değildir.[22] Schiltberger'den ayrıca Bayezid
dönemindeki esirlerin durumlarına dair başka bilgiler ediniyoruz. Altı yıl
sonra bir binek hayvanına sahip olma hakkını elde etmesi gibi.
Macaristanlı György'nin Türklerin
Genelekleri, Görenekleri ve Hinlikleri Üzerine adlı esaret güncesi 1481'de
Roma'da basılmıştır. 1438 yılında II. Murad'ın ordusuyla karşılaşıp kendisini
kurtarmak için bir grup Hıristiyan'la birlikte bir gözetleme kulesine sığınır.
Türkler kuleyi ele geçiremeyince ateşe verirler. Büyük bir kısmı
"fırındaki ekmek gibi" canlı canlı yanarlar, kaçanlardan biri de
kahramanımız György'dir.[23]
Türklere esir düşenlerden, bıraktığı
anılarıyla adlı hâlâ hatırlarda olan Giovan Maria Angiolello'yu da anmak
yerinde olacaktır. 1451 yılında Vicenza'da doğan, Venedik'in hizmetine giren
Angiolello 1470 yılında Eğriboz'un fethinde Osmanlılara esir düşer. Şansı yaver
gider ve şehzade Mustafa'nın esiri olur. Mustafa'nın 1474'te ölümü üzerine
İstanbul'a gönderilir.[24] Fatih'in dikkatini çeker ve
saraydaki hazinede kendisine bir görev verilir. Fatih'in ölümünden sonra
yaptığı kaçma planıyla 1483'te İtalya'ya ulaşır.
Palermolu Vincenzo Guarino di
Ciminna 24 Mayıs 1598'de Arciconfraternita per la redenzione dei cattivi'ye
(Esirlerin Kurtarılması İçin Kardeşlik/Dayanışma Derneği) yazdığı mektubunda şunları
belirtiyordu: Filippo adındaki erkek kardeşi "kâfirlerin elinde"ydi.
"Don Juan de Austria'nın zaferinde" ele geçirilmişti, yani
İnebahtı'da. Savaşmak için Kılıç Ali'nin kadırgasına atlamıştı. Kendi kadırgası
savaştıktan sonra kaçıp gidince o da Kılıç Ali'nin kadırgasında kalakalmış ve
doğal olarak Türklerin eline düşmüştü.[25]
Korsanlara karşı çalışanlar
korsanların eline düşerse
XVI. yüzyılın son çeyreğinde Sicilya
örneğine bakalım. 1570-1601 yılları arasında kaydedilen 138 saldırı olmuştu.
Sicilya'da alınıp götürülen esirler önce Tunus'ta toplanmış, sonra Osmanlı
İmparatorluğu'nun farklı yerlerine gönderilmişti: Bizerta, Cezayir, İstanbul,
Trablusgarp, Sakız, İskenderiye, Rodos ve Levant.[26] Mağrip'in pek de uzağında olmayan
bu sahillere uzanmak için büyük gemiler bile gerekmez. 1570 yılında Türkler
Sciacca toprakları yakınlarında karaya çıkmışlar ve bölgeden pek çok esir
götürmüşlerdi. Aynı yıl Burgio topraklarına da uğramışlardı. 1596 yılına ait
bir kayıtta ise yine Burgio topraklarında on yaşındaki Giuseppe d'Oliveri ele
geçmişti: Gece vakti, pek çok başka delikanlıyla birlikte.[27]
1578'de Mondello yakınlarında keçi
sürülerini otlatan çobanlar Türklerin eline düşmüştü. 1579'da Trapani ve
Catania şehirlerinde balık avlayan balıkçılar da korsanlara esir düşmüştü.
1580'de başka bir korsan dalgası daha bu bölgeyi vurmuştu. Aynı yıl Milanolu
bir dönme olan Caito Salim kumandasındaki bir gemi, Terranova Limanı'ndaki bir
gemiyi yolcularıyla birlikte yakalamıştı.[28] İki yıl sonra yine aynı şehrin
sahillerinde altı Türk gemisi beliriyor ve 80 sakini esir alıp gidiyordu.
1582 yılının 12 Ağustosu'nda mühtedi
Hasan Paşa tarafından kumanda edilen bir grup korsan Augusta şehrine girmeyi
başarmıştı. Klasik olarak şehri yağmalamış ve "zavallı
Hıristiyanları" götürmüşlerdi.[29] Bu II. Felipe'nin "Yenilmez
Donanma"yla (La Armada Invencible) felakete uğradığı yıla denk
geliyordu. Dolayısıyla deniz güçlerini kuzeyde İngilizlerin bulunduğu yerlere
yığmıştı. Bu donanmanın bir kısmını Sicilya gemileri oluşturuyordu.
Murad Reis de artık sahilleri daha
sıklıkla ve daha büyük bir cesaretle yağmalar olmuştu. 16 Mayıs 1591 tarihinde
beş kadırgasıyla Taormina Denizi'ne ulaşmıştı. 5 ila 12 yaşları arasında bir
sürü çocuk da götürmüştü. Hatta üçü erkek, biri kız olmak üzere bir ailenin tüm
evlatlarını esir almıştı.[30]
22 Eylül 1592 tarihli bir kayıt
aynen şöyle diyordu: "Rasigelbi muhafız birliğinde Majesteleri'nin
hizmetinde çalışan 54 yaşındaki Masi Luchisi di Cefalù ve 17 yaşındaki oğlu Jo
Maria, aynı kuleden esir olarak götürüldüler."[31] Hatta diğer muhafız Stefano di
Bartolomeo'yu da yanlarına almışlardı. Türk ve Mağripli korsanlar karşısında
savunma sistemleri işe yaramıyordu. Türkler gözetleme kulelerinde çalışanları
da alıp götürüyorlardı!
Buna benzer sayısız kayıt arşivleri
doldurmaktadır. Deniz her zaman ilginç vakalara gebeydi. 1597 yılında
Napoli'den yola çıkan Ottavio d'Orilia ve pek çok denizciyi taşıyan bir filika
Solanto Denizi'nde bir Fransız tartana'sı[32] tarafından ele geçirilmişti. Bu da
sonradan Türklerin eline geçmişti. Türkler, Fransızları tartana'larıyla
birlikte serbest bırakmış, sadece Sicilya Krallığı'na ait vatandaşları alıp
götürmüşlerdi.[33] 1601 yılında Marsilyalı Francesco
Viglialba üç Kapuçin rahip ve üç İspanyolla birlikte Türk korsanların eline
düşmüştü.
1597 yılında Archiconfraternita
della Redenzione dei cattivi'ye sunulan bir dilekçede Fransızlar, Türkler
ve Sicilya Krallığı vatandaşları arasında gidip gelen raporlara dair bilgi
veriliyordu. Kimlerin ne zaman ele geçirildiği, yaşları, kendilerine ait özlük
bilgileri ile birlikte bu defterlere kaydediliyordu.
Esir pazarları
Savaş esirlerinin İstanbul'a
getirilip şehir içinde dolaştırılması sayısız seyahatname ve elçi raporunda
anlatılır. Banker Fuggerler'in Avrupa içinde dolaşan ve haber niteliği taşıyan
mektuplarından 5 Eylül 1587 tarihli olanı, 28 Ağustos'ta Budin yakınlarında ele
geçirilen savaş esirlerinin şaşaalı bir şekilde getirilip şehirde
dolaştırılmasını anlatır.[34] "Her türlü silah taşıyan
askerler" tarafından sevinç ve zafer çığlıkları arasında getirilen bu
esirlerin yanı sıra bu geçitte aralarında Habsburgların siyah kartallı bayrağı
da bulunan 18 bayrak ve Avusturya silahları da getirilmiştir. Çalınan köslerin
arkasından çoğu Alman olan, elleri kelepçeli 160 kadar esir gelmektedir. Her
mızrak üzerinde dört ya da beş kesik kafa vardır. Söylenene göre böyle 700'den
fazla kafa bulunmaktadır. Bir "gazete" niteliği taşıyan bu mektubun
burada sayıyı biraz abarttığı anlaşılıyor, çünkü bu tür sahneleri çok canlı
anlatan Schweigger, Gerlach gibi şahitler bu sayılara çıkmıyorlar. Bütün seçkin
saray adamlarının da katıldığı bu gösteriler Kutsal Roma İmparatorluğu'nun
büyükelçilik binasının önünde yapılmıştır. Anlatıya göre birkaç defa Divan'a
getirilen esirleri sultan bir pencereden izlemiştir. Daha sonra bu kesik
kafalardan tepeler yapılmış, etrafları da bayraklarla desteklenmiştir. "Ne
sultanın oğlunun sünnet düğününde, ne de İran elçisinin kabulünde böyle bir
insan kalabalığı" görülmüştür.[35]
Kuzey Afrika şehirlerine getirilen
esirlerle İstanbul'a getirilen esirlerin karaya ayak bastıklarında şehir içinde
dolaştırılmalarının amaçları farklıdır. İstanbul'da bu bir gövde gösterisinin
parçasıdır. Başkentteki diplomatlara gözdağı vermenin en güzel yoludur. Tunus,
Cezayir başta olmak üzere Mağrip şehirlerinde sokak sokak gezdirilmelerindeki
amaç ise daha ziyade esir alacaklara haber ulaştırmak, halkı esir pazarına
çağırmaktır.
Alıcıların esirlere zıplayıp
koşmaları ve çevikliklerini göstermeleri için sopayla vurduklarını Mağrip'te
buna şahit olanlar da tekrarlar. Esirin olası hastalıklarını keşfetmeye
çalışmak için dişlerine, fizyonomisini çözmek için gözlerine ve bakışlarına
dikkat ederler. Cezayir'de esir düşen Manuel de Aranda ise alıcılarını atlatmak
için türlü numaralara girişen esirleri temsil eder: "Beni satın almayı
kafalarına koyanlar hangi ülkeden olduğumu, adımı ve mesleğimi soruyorlardı;
ben de bu sorularına daha önceden hazırladığım yalanları sıralayarak cevap
veriyordum: Dunkerque'nin yerlisi olduğumu, mesleğimin de askerlik olduğunu
söylüyordum. Ellerimi çırptırıp sert ve nasırlı olup olmadıklarına
bakıyorlardı. Bazıları da kadırgalarda verilen peksimeti yiyip yiyemeyeceğimi
görmek için ağzımı açtırıyorlardı."[36]
Thévenot Kahire'de, Han Halil'in
yanında pazar kurulan günler –yani pazartesi ve perşembe günleri–
"isteyenlere satılmak üzere kölelerin küçük bir sokakta duvar boyunca
dizildiğini" ve "her geçenin onlara istediği gibi dokunabildiğini,
bir kusurları var mı yok mu anlamak için at alır gibi muayene
edebildiklerini" yazar.[37] Anlattığına göre köleler kalın
zincirlerle bağlanır, namaz vakitlerinde böyle zincirlenmiş halde camiye
götürülürler.
Halep'teki esir pazarında yaşlı
erkekler, kuvvetli erkekler, yirmi yaşında veya daha genç delikanlılar, yaşı
ilerlemiş kadınlar, genç kadınlar ve kızlar ayrı ayrı dururlar. Her grup ayrı
bir küme teşkil eder, kadınlar ve kızlar yan yana, arkaya doğru uzun bir sıra
halinde dikilirler.[38] Yaşlı adamların hayvanlara ve
korunması gereken şeylere göz kulak olmakla, yaşlı kadınların ev işleriyle
ilgilenmekle –iyi yemek pişiriyorlarsa daha iyi muamele görürler–, genç
erkekler ve kuvvetli delikanlıların da atlar, sığırlar ve tarlalarla meşgul
olduklarını söyler Krafft. Genç kadınlar ve gücü kuvveti yerinde olan kızlar
ağır ev işleri görürler ve "özellikle geceleri kullanılmayanlar bütün gün
çalışır."[39] Şöyle devam eder:
Bir kimse güzel bir kadın veya kıza
kendi şahsı için veya diğer faydalı kabiliyetleri yüzünden sahip olmak
istiyorsa (muayene için) sadece ellerini eline alabilir. Zira bütün kadınlar,
yumuşak ipekli veya pamukludan bir örtü ile yüzlerini örttüklerinden, bir kadın
satın almaya niyetli bir kimse, esir pazarında (peçesini) kaldırıp yüzüne
bakabilir. İlgilenmeye devam edip de, satın alma işi ciddileşince artık onun,
kadının göğüslerini yoklamasına izin verilir, başka şeylere izin verilmez.
Bunun üzerine, alım-satım işi tamamlanır veya kadın başkasına nasip olur.[40]
Simeon'un anlattığına göre
bedestenin ikinci kapısı muhtelif milletlerden esirlerin satıldığı bir
mahaldir. "İhtiyar, erkek ve kadın esirler oturmuş vaziyette beklerler;
kız ve erkek çocuklar, gençler ve güzel yüzlü kadınlar ise, tellaklar
tarafından ellerinden tutulup gezdirilir ve satılırlar. Esirlerden bir kısmı da
mandırada birikmiş koyun sürüsü gibi bir sahada toplanmış bulunuyordu. Alıcılar
yaklaşarak bakire kızların yüz ve göğüslerini açıyor ve yara bere bulunup bulunmadığını
anlamak için vücutlarını baştan aşağıya kadar yokluyorlardı. Sonra da, sessiz
sedasız duran esirlerden beğendiklerini satın alarak baba, anne ve kardeşi
birbirinden ayırarak alıp götürüyorlardı." Sözlerini dramatik bir şekilde
bitirir: "Ben ömrümde bu kadar acıklı bir manzara görmemiş olduğumdan
bütün vücudum sarsıldı. Esirlerin dilini bildiğim halde, korkudan onlara
yaklaşmaya ve sual sormaya cesaret edemedim."[41]
Macar esir György ise bambaşka bir
coğrafyadaki esir pazarlarının pek de farklı olmadığını gösterir: "Bu
zavallılar bu meydanda sergilenir, incelenir, soyulur, evrilip çevrilir;
Tanrı'nın kendi suretinde yarattığı, akıl ve mantıkla donattığı bu güzel
varlık, akıldan yoksun bir hayvan gibi buralarda aşağılık fiyatlara
satılır" der. "Burada bunu söylemeye utanıyorum, erkeklerin ve
kadınların mahrem yerleri uluorta açılır, gösterilir ve herkese sergilenir.
Hatta erkek ya da kadın, yaşlı ya da genç, bakire ya da dul olsun bütün köleler
herkesin önünde çırılçıplak vaziyette koşmaya, yürümeye ve oradan oraya
zıplamaya zorlanır."[42]
Esir pazarlarında alıcının görüşünü
engellemek, onu kandırmaya yönelik her türlü hareket yasaktı. Söz gelimi
esirleri süslü kıyafetlere bürümek, onları güzelleştirmek için makyaj yapmak
yasaklanmıştı, ama bu yasağa uymayanlar da yok değildi.
Bir ailenin bireyleri farklı
yerlerde ya da aynı pazarda farklı kişilere satılıyordu. 1718 yılında Cezayirli
korsanların ele geçirdikleri bir gemide giden ailenin kaderi de onları böyle
bir acıya sürüklemişti. Bir tüccar kadın Tunus'a götürülmüş, burada ölmüştü.
Başkâtip büyük kızı satın almıştı, kız Müslüman olmuş ve başkâtiple evlenmişti.
Babaları ve iki küçük kız ise başka kişilere satılmışlar ve 1723 yılında fidye
ile kurtulmuşlardı.[43]
Genel olarak rakamlar bölgesel ve
dönemsel değişiklikler gösterse de esaretin tavan yaptığı bu dönemde 25-35 yaş
arası erkekler 100 dukaya alıcı buluyorlardı. Genç delikanlıların ve kadınların
fiyatı ise iki katına çıkıyordu.[44] Peder Dan'ın dediği gibi Hıristiyanlar
nasıl paralarını değerlendirmek için yatırım yapıyorlarsa Mağripli Müslümanlar
da paralarını esirlere yatırarak değerlendiriyorlardı.[45]
Esirler elden ele geçebiliyorlardı.
İzmirli Maria'yı Dominicus Grimani Türklerden satın almış ve Julianus
Vassalo'ya iki hyper'e satmıştı. Bir gün sonra Vassalo da onu Nicolaus
Boca'ya aynı fiyata satmıştı. Ertesi gün, hem de aynı paraya satmasının sebebi
ne olabilirdi?
Küçük mutluluklar
Esirlerin ufak tefek işler bulup,
biraz para kazanmasına karşı çıkılmaz. Heberer'in Mısır'daki esaretinden
öğrendiğimize göre Araplar çalışkanlıklarından memnun oldukları için esirlerin
koltuklarının altına sığdırabilecekleri kadar ufak tahtaları ve çıtaları toplayıp
satmalarına seslerini çıkarmazlar. Hapsedilen Webbe, kar toplama vaktine kadar
hapishanede herkesin kendi sanatı ile ilgili şeyler yapıp, para karşılığı
sattığını, kar toplamanın yılda bir kez tekrarlanan bir geleneğe dönüştüğünü,
toplandıktan sonra halka parayla satıldığını yazar.[46]
Georgiević de ufak çaplı ticarete
soyunanlardandır: "Fakat ben de kurnaz olmuştum" der, "efendimin
malını kendi kesemin menfaatine işletiyordum. Yakınımızda bir Müslüman vardı. O
bütün cemaatin tayin ettiği çobanıydı. Ona, kendi sürümden birçok hayvan,
takriben 20 tane, sattım. Bazılarını para karşılığında, bazılarını da pişmiş
etinden almak için sattım; zira efendim, benim rahipten de daha zahid olarak (sadece
su ve ekmekle) yaşamamı istiyordu. Doldurduğum para kesesiyle kendimi kaçışa
hazırlıyordum ki, buna fırsat bulamadan efendim öldü."[47]
Esirlerin de kendi aralarında küçük ziyafetleri
olur. Heberer Kahire'deki esaretinde böyle günlerini şenlendiren minik bir
şöleni kaleme alır. Kalenin arkasındaki surlardan düşüp ölen bir manda
Müslümanlar tarafından haram sayıldığından esirlere kısmet olur. Hemen
kasaplığa soyunup, hayvanı bir güzel kesip pişirirler. Bu onlar için iki günlük
şölen demektir. "Bu ziyafet bize çok iyi geldi, çünkü Mısır'a ayak
bastığımızdan beri ilk defa et yememiz nasip olmuştu" der Heberer.[48]
Ölümlerden ölüm: zindan
Bagno/baño (hamam) adı verilen zindanlar büyük
bir avlunun etrafında toplanmış geniş mekânlardı. İçinde masaları ve sıraları
dışarı taşan meyhaneler (tabernas) vardı. Gemiciler, askerler, aylaklar
burada yer içer, sigaralarını tüttürürlerdi. Şarkı söyler, hatta zaman zaman
düzenbazlık peşinde koşarlardı. Esirler bu tavernaları işletme hakkına bile
sahipti, ancak sadece zengin esirler bunu yapabilirdi, çünkü fiyatlar çok
yüksekti.[49]
Avlunun sonunda, kapıya bakan
şekilde üç orta bölümlü bir kiliseye benzeyen esir barakası vardı. Bu
kiliselerin orta bölümlerinden birinde şapel bulunurdu. Esirler burada büyük
bir özgürlük içinde ayinlerini yapabilirlerdi. Diğer iki bölüm ise esirlerin
uyuduğu yataklarla doluydu. Yataklar üst üste ranza şeklindeydi, sadece uyumak
için değil, aynı zamanda esirlerin eşyalarını saklamalarına da yetecek kadar
büyüktü. Bagno'da yemek yenmezdi. Esirler efendilerinin evinden yemek
getirmekle yükümlüydü.[50] Haklarında en az bilgiye sahip
olduğumuz esir tipi, daimi olarak efendilerinin evinde yaşayan esirlerdir.
D'Arvieux esirlerin hayatlarını korkunç bulmasa bile zindanları ürkütücü bulur.
Dört bir yandan yemek kokusu, gürültü, bağırış çağırış gelir; kargaşa vardır.
Herkes Hıristiyan esirlerin "profesyonel hırsızlar" olduğunu bilir.
Heberer de Kahire'de kaldıkları
zindanı tasvir eder. Penceresi yoktur, hava tepedeki büyük delikten gelir.
Millet üst üste yatar, havasızlık ve bedenlerden çıkan pis kokularla ortam
dayanılmaz hale gelir. "Ayrıca yiyecek ve içecek kıtlığı, açlık, keder ve
bir sürü haşerat sebebiyle hemen hemen hepimiz, aynı zamanda değilse bile, peş
peşe hastalanıyorduk" diye dert yanar Heberer.[51] Bu hastalıklar sebebiyle pek çok
arkadaşlarının cansız bedenlerini denize atmak zorunda kalırlar.
Çeşitli işlere koşturulurlar.
Limanlarda, tarlalarda ve de kamu alanında en zor işlerde çalıştırılırlar.
Fas'taki esirlerin durumu da diğerlerinden iyi değildir. Özellikle de XVIII.
yüzyılın ilk yarısında. Eğer yerlerinde bulamayacak olurlarsa başlarına ne
geldiğini bir şahitten dinleyelim: "Bulup getirip öyle bir
cezalandırıyorlardı ki, yarı ölü bir halde bırakıyorlardı onları. Hastanede
hasta yatanları bile aramaya gidiyorlardı. Kalkamayacaklarını görünce
bırakıyorlardı. Bazılarının yataklarında öldüklerini, bazılarının da yolda
taşlanarak ölüme mahkûm olduklarını gözlerimle gördüm."[52]
İstanbul'da bulunan üç büyük
zindandan en büyüğü Kasımpaşa'daydı. Diğer ikisi Tophane ve Beşiktaş'taydı.
Burada bulunan esirlerin sayısı çeşitli dönemlere göre değişiklik gösterir.
1592'de 3.000-4.000, 1664'te 2.000, 1686-89'da 3.000, 1712'de 4.000-5.000 esir
vardır.[53] Bu zindanın Türk Korkusu
adlı eserde tüm detaylarıyla anlattığımız özelliklerini geçerek esirlerin
ibadetlerine yeniden değinelim.
Zindanın içinde esirlerin ibadet
edecekleri bir kilise bulunmakla kalmaz, pazar ve bayram günleri gelen pederler
Aşai Rabbani ayini yapar, günah çıkartır, onları teselli eder ve dini bilgiler
verirler. Hatta 1765 yılında zindan içinde tam üç kilise vardır. İstanbul Papa
Vekili Monsenyör Biagio Pauli rahiplerin burada yaptıkları faaliyetleri aynı
yıl kaleme aldığı anlatısında dile getirir. Rahip burada iki ayin yapar; sabah
erkenden işe gidenler için gece ayini, büyük zindanda kalanlar içinde sabah
ayini.[54] Geceyi zindanda esirlerin
yakınmalarını dinleyerek geçirir, onları teselli eder. Aziz Antoine'a atfedilen
bu kilisede günah çıkartma kabini bile mevcuttur, kendi sözleriyle
"ayinlerin uygun bir biçimde icra edilmesi için her şeye sahiptir."[55] Esirler hasta oldukları zaman da
yine iş rahiplere düşer; onları tedavi ederler, ilaç sağlarlar, hatta vebaya
yakalandıkları zaman bile onları yalnız bırakmazlar. Senede iki defa
kadırgalara biner, –Noel'de ve Paskalya'da– kutsal ayini icra eder, esirlere
sadaka, ilaç ve ihtiyaç duydukları şeyleri dağıtırlar.[56]
Schweigger, özellikle Katolik
esirlere verilen imtiyazlardan şikâyetçi görünür. Pazar günleri San Francesco
ve San Pietro kiliselerine giderek ayine katılma ve vaaz dinleme haklarının
olmasına rağmen "Protestan mezhebinden olan zavallı Almanlar ve
Macarlar"ın böyle kolaylıklara sahip olmadığından dert yanar.
"Onların bir kiliseye gidip kendi inançlarına göre dua etmelerine, vaaz
dinleyip kutsanmalarına olanak yoktur" der. Ama bu eksikleri gidermek için
elçilik bir çözüm bulmuştur bile. İstanbul'a gelen Protestanlar için Almanca
dua ve ilahi kitapları ya da "bunun gibi teselli verici metinler"
tedarik eder. Schweigger de bütün bunlardan etkilenerek Luther ve Brentius'un
din öğretisini İtalyancaya çevirme kararı alır. Würtemberg Dükü Ludwig bu işin
masraflarını üstlenir, kitap basılır ve tutsakların okuyabilmeleri için
İstanbul'a gönderilir.[57]
D'Arvieux Kuzey Afrika'da esarete
mahkûm olanların insanlık dışı bir muameleye maruz kaldığının sanıldığını, oysa
bunun çok yanlış bir kanı olduğunu söyler. Her şeyden önce ibadetlerini büyük
bir özgürlük içinde yaptıklarını görür. Müslümanların esirlerini "kendi doğru
inançlarını" kabul etmeye teşvik ettikleri doğrudur. Ama metot olarak
"vaat, şevk ve baştan çıkarıcı her şey"i kullanırlar. Her zaman
sahile eski efendilerinden ekmek, şarap, et, tavuk ve meyve dolu kasaların
geldiğini; "Onlara evlatları gibi davranıldığını, efendileriyle yemek
yediklerini ve zamanı gelince şefkatle birbirlerinden ayrıldıklarını"
görür.[58] Ne de olsa İslamiyet kölelere iyi
davranılmasını emreder. Onlara "kölem" yerine "oğlum",
"kızım" şeklinde hitap edilmesi gerektiğini de beyan eder.[59] Hanefilerde bir köleyi öldüren
kimsenin cezası da ölümdür.
Heberer İskenderiye'ye kadırgalara
yerleştirilirken merhamet dolu bir sahneye şahit olur. Demir perçinlerle
oturaklarını tespit etmeye başladıkları zaman esirler arasında "yürek
parçalayan bir vaveyla" kopar. Kimi ağlar, kimi inler, kimi haykırır.
"Bu manzara karşısında Napoli doğumlu bir dönme olan gardiyanımızın bile
gözleri doldu" der Heberer. Gardiyan, önlerinin kış olduğunu düşünüp
"denizin soğuk havasında çıplak bedenlerimizi ikişer ikişer örtüp
ısınabilmemiz için onlara yünlü battaniyeler" hediye etmiştir. "Sonra
da dertli dertli içini çekerek, bize yaptığı bu iyilik karşılığında Tanrı'ya
kendisi için dua etmemizi istedi."[60]
Vaftiz olmamış köpekler arasında
"Bana bir cevap yazmanız için
size yalvarıyorum, böylelikle mektubunuzu görünce yokluğunuzu düşünerek sürekli
acı gözyaşları döken sefil kalbim biraz neşelenecektir." Palermolu Filipo
di Salvatore, 24 Nisan 1595 tarihli mektubunda annesine işte bu acıklı satırları
yazıyordu. "Bana ilk fırsatta nasıl olduğunuzu, kimin sağ olduğunu, kimin
öldüğünü, kardeşlerimin, torunlarımın, kuzenlerimin, akrabalarımın nasıl
olduğunu haber edin." Bundan bir gün sonrasının tarihini taşıyan
mektubunda Pietro Lupo da aynı dokunaklı sözlerle başlıyordu mektubuna:
"Sevgili babacığım, dert ve gözyaşı dolu bu acı mektubumla size şahsen iyi
olduğumu, fakat yaşamaktan çok ölmek isteyen kalbimin mutsuzluk içinde olduğunu
bildiririm."[61] "Bu vaftiz olmamış
köpekler" arasında çektiklerini olabildiğince umutsuzluk yüklü kelimelerle
satırlara dökerler. Bu dramatik mektupları yazan Sicilyalı esirlerin, sıradan,
çoğu zaman okuma-yazması olmayan insanlar olduklarını hatırlamakta fayda
vardır. Köylüler, balıkçılar, küçük çaplı tüccarlar, zanaatkârlar... Aralarında
okuma-yazma bilen birine yazdırmış, ya da bir kâtip tutmuş olmalıdırlar.[62]
Nocentio de Messina, 4 Mayıs 1592'de
annesine ve ağabeyine şöyle sesleniyordu: "Bahtsızlığımdan ve günahlarım
yüzünden şu içinde bulunduğumuz nisan ayı içinde Türklere esir düştüm."
Kendisini Bizerta'ya getirmiş ve 100 escudo'ya satmışlardı. Mektuptan
anlaşıldığı üzere Nocentio pek de fakir sayılmaz. En azından başını sokacak bir
evi vardır; annesi ve ağabeyinden evini satmalarını ve "onu özgürlüğüne
kavuşturmak için ellerinden geleni" yapmalarını rica eder.[63] Mastro Andria'nın hep yaptığı gibi
şehirde dolaşıp yardım toplamasını ister. Bernardino di Simoni'den de yardım
istemelerini önerir ve bütün bu iyilikleri tek tek geri ödeyeceğini eklemeyi de
unutmaz. Aklına gelen en iyi çözüm oradan bir Türk esir almaları ve buraya
göndermeleridir. Ne de olsa takas her daim işleyen bir usuldür.
Vincenzo di Caro'nun 23 Ocak 1593'te
çaresizlikle sarıldığı kalemden çıkan satırlar da ana-babasına aynı acı dolu
ruh halini yansıtır: "Bu mektubu sizlere ne kadar kötü durumda olduğumu
haber vermek için yazıyorum: şahsen, yeme içme ve para konusunda, her konuda
halim harap. Anam, babam ve kardeşlerim tarafından terk edildim."
Merhametli insanların yapacakları yardım son çaresidir. Eğer onu "bu
cehennemden" kurtarırlarsa o da özgürlüğüne kavuşunca sonsuza dek
kendilerine iyi bir oğul ve köle olacağını söyler. "Yemiyorum,
yaşamıyorum, uyumuyorum" der ve bir tanecik oğullarını nasıl böyle
bırakabildiklerini sorar.[64]
Bir sonraki mektubumuza bakalım.
Lazaro Conforto'dan, 20 Nisan 1593 tarihli. "Sevgili anneciğim" diye
seslenir. Diğerlerinin aksine, ne kadar kötü olduğunu söyleyerek değil
sağlığının yerinde olduğunu bildirerek, onlar için de aynısını umarak başlar
sözlerine. Ama bunu müteakiben hemen acılarına girer: Sonsuz acılar içindedir,
öyle ki çektiklerinin binde birini bile anlatmasına imkân yoktur. Gece gündüz
ağlamaktadır, "hep sizleri hatırlayarak kalbimde acı taşıyorum" der.
Tanrı'ya ya kendisini öldürmesi ya da bir an önce özgürlüğe kavuşturması için
yalvarmaktadır. "Ayaklarımda iki pranga, ellerimde zincirler, sürekli öyle
bir sopa yiyip kötü muamele görüyorum ki tarif etmem imkânsız!" Mektup bir
asker mektubu gibi devam eder: "Kız kardeşime, bacanağıma, torunum Arasmo
ve Francesco'ya selam, büyükannemin ellerinden binlerce defa öpüyorum, onun
hayır duasını diliyorum, teyzem Margaritella ve kuzenim Novella'ya da benden
selam söyleyin. Siracusa'lı Antoni'nin de ellerinden öpüyorum. Tüm akrabalara, dostlara,
komşulara, Mastro Pauolo'ya, karısına, tüm ev ahalisine, Vicenzo Garbaldo'ya
selamlar..." Liste uzayıp gitmektedir.[65] Mektubunun sonuna eklediği son
cümle hayli ilginçtir: "Eğer mektup yazacak olursanız, doğru dürüst yazın
çünkü Türkler mektuplara bakıyorlar."
Girolamo da Alia 5 Ağustos 1593'te
"sevgili arkadaşı Miranda"ya yazdığı mektuba kendisine gece gündüz ne
denli kötü davranıldığını anlatarak başlıyordu. "Büyük acılar içinde 40
halkalı bir zincir taşımakta"ydı.[66] Arkadaşından kendisine karısından
ve çocuklarından haber göndermesini istiyordu, çünkü "sağ mı, ölü mü"
olduklarını bile bilmiyordu. "Tanrı aşkına beni yalnız bırakmayın"
diyordu. Palermo'dan yardım toplayıp onu "Türklerin elinden
kurtarmaları" için yalvarıyordu.
15 Ocak 1594'te Inocentio di Messina
da "sevgili kardeşim" diyerek erkek kardeşine sesleniyordu.
"Daha önce pek çok mektup yazdım, ama hiçbir cevap alamadım, Tanrı aşkına
bana haberlerinizi gönderin." Bu esir mektuplarının büyük bir kısmında
bulunan bir ifadedir. Aynı zamanda umutsuzca, bir cevap alamadan yazmaya devam
ettiklerinin de göstergesidir. "Tanrı aşkına beni böyle kaderime terk
etmeyin, siz de bunu yaparsanız büsbütün terk edilmiş olacağım" der.
Giuseppe di Alberto, aynı yılın 24
Temmuzu'nda yazdığı acı dolu satırlarla annesine seslenir. "Size dana önce
yazmış ve fidyem için eğer kadırgalarda bir esir bulabilirseniz haber verin
demiştim, ama hiçbir haber alamadım" diye serzenişte bulunur. Takas
edilecek bir esir bulunamadan kurtarılmasının söz konusu olmadığını hatırlatır.
"Mektubumu alınca Cezayir'in efendisi (capo) Murat Reis'in kardeşi
olan Hasan Reis'in zindanına mektup göndermeyi ihmal etmeyin."[67]
Mektuplar genel olarak aynı tonda,
aynı kelime dağarcığıyla, aynı dokunaklı kelimelerle yazılmıştır. Ağır bir
Sicilya lehçesinde yazılan bu mektupların ne kadarının esirlerin ailelerine,
yakınlarına ulaştığını bilemiyoruz. Onların gönderdikleri cevapların,
yazdıkları mektupların kaçta kaçı ellerine geçiyordu? Yoksa zincirlere mahkûm
edilen bu aile fertlerini, yakınlarını gözden mi çıkarıyorlardı? Sicilya'nın
küçük, fakir balıkçı köylerini düşündüğümüzde bu dönemde sıradan bir balıkçının
ya da fırıncının, hatta bir kasabın bu fidyeyi toplamak için ömür boyu
çalışması bile yetmeyebiliyordu. "Esaretimin süresi uzadıkça, beni
kurtaracağınıza dair olan umudum da azalıyor" gibi ifadeler de bunu
gösteriyordu. Esirler bu yüzden yazdıkları mektuplara bir cevap alamıyorlardı
belki de!
Sırra kadem ya da firar...
Herkes doğal olarak özgürlüğüne
kavuşmak ister. Umutsuzluk esirlere cesaret verir. Ne de olsa hayatlarından başka
kaybedecek bir şeyleri kalmamıştır. Böyle bir hayata da hayat denilemeyeceğine
göre, kollar sıvanır. Biz masalları anımsatan, kimi tatlı kimi acı hayatlara
göz atmaya devam edelim.
Schiltberger de özgürlük için
hayatını ortaya koyanlardandır. Esirler hep beraber anlaşıp "hürriyete ya
da ölüme" birlikte gideceklerine karar verir ve yemin ederler.[68] Atlarını tepelere doğru sürüp bu
planı gerçekleştirirler. Ama şansları yaver gitmez ve sultanın kuvvetleri
onlara yetişip teslim olmalarını ister. Bayezid arkalarından asker göndererek
geri getirilmelerini emreder. Hürriyete doğru koştuklarından ve bu konuda
kararlı olduklarından atlarından inip yaya olarak kendilerini savunurlar.
Onları geri getirmekle yükümlü olan komutan öne çıkarak ateşkes teklif eder ve
teslim olmaları halinde hayatlarının bağışlanacağına söz verir. Hıristiyan
esirler sultanın gazabından korktuklarını ve bu riske girmek istemediklerini
bildirirler. Komutan hayatlarını garanti edince esirler de teslim olurlar. Aynı
komutan, sultanın karşısına çıkınca da "Ben merhametinizden emindim ve
onların hayatlarının bağışlanacağını vaat ettim" der. Bir zarara yol
açmadıkları da ortaya çıkınca Yıldırım Bayezid bunu kabul eder. Cezaları dokuz
ay zindandır. Ancak bu arada içlerinden on ikisi vefat eder. Ramazan bayramında
cezaları affedilir, üstelik kendilerine at verilir, ayrıca aylıkları da
yükseltilir. Bir daha da kaçmayacaklarına söz verirler. Bu çok sık rastlanan
bir durum değildir. Ciddi bir miktarda fidye beklentisi olmadığı sürece toplu
halde kaçan esirler bu kadar kolay bağışlanmazlar.
İstanbul'daki zindana ait kayıtlara
göre 28 Nisan 1751 tarihinde bir İspanyol, macera dolu kaçma operasyonuna
soyunmuştu. Bu gözü pek İspanyol esir, bir demir parçasıyla zindanın
duvarlarının altına bir tünel kazarak sırra kadem basmıştı. Üstelik tek başına
da değildi: 24 kişi onun peşi sıra kaçmıştı. Hiçbiri Katolik olmayan bu esirler
şanslı gruptandı, çünkü bunları takip edecek diğer esirlerin başına hiç
beklenmedik bir şey gelmişti. Çok şişman bir Türk ne ilerleyebildiği, ne de
geri adım atabildiği için oracıkta sıkışıp kalmış ve kaçış yolunu tıkamıştı.
İspanyol'un peşinden kaçan 24 esirden altısı tekrar yakalanmıştı.[69] Bundan yedi yıl sonra dördü
İspanyol, biri Fransız beş esir yine aynı şekilde firar etmişti.[70]
Kaçmaya çalışmak, yakalanınca
başlarına gelebilecek katmerli felaketleri bildikleri halde buna yeltenmek, bir
esaretin umutsuzluk derecesiyle orantılı görünmektedir. Heberer de kaçmayı
dener. Kahire'den İskenderiye'ye vardıklarında yeniden hapishanelerine
yerleşirler. Buradan kurtulmak için duvardaki taşları sivri tahta parçalarıyla
gevşetmeye başlarlar. Hayli kalın olan duvarda birkaç gece uğraşıp didinerek
bir delik açmayı başarırlar. Hatta duvarın öte tarafındaki aydınlığı bile
görürler. Sabaha karşı deliğin nereye açıldığını gördüklerinde hayal
kırıklıkları çok büyük olur: bir Yahudi'nin avlusuna! Hemen başlarına daha
büyük bir bela açmamak için taşları usul usul yerleştirirler.[71]
Ancak Heberer İskenderiye'de
bulunduğu süre içinde başka bir firar teşebbüsüne şahit olur. Ülkeyi çok az
tanıyan, dilini az bilen bir esir, Müslüman olmaya zorlanan başka bir gençle
birlikte kaçmaya karar verir. Niyeti ortaya çıkınca Heberer'in hapishanesine
tıkılır. Ceza olarak da her gün çıplak bedenine ıslak urganla yüz kırbaç yer.
Bu on gün boyunca devam eder. Sonunda da acıdan, kan kaybından, korkudan, açlık
ve susuzluktan ruhunu teslim eder.[72] Bu olay pek tabii bir ibret dersi
olur.
Gemilerden yüzerek kaçanlar da
vardı. 3 Ekim 1757 kayıtlı bir firara göre bir Venedikli bir Türk gemisinden bu
şekilde kaçmıştı. Türkler ve diğer esirler onun boğulduğunu sanmışlardı.[73] Donanmaya ait olmayan Türk gemileri
de kaçış operasyonlarında bulunabiliyorlardı. 1760 Ağustosu'nda Sinop'tan
Rusya'ya doğru yol alan bir gemiden on kadar esir kaçmıştı.[74]
Bu dünyadaki günahlar...
Yıl 1600, Haziran ayı... Tunus
şehrinde akla hayale gelmedik bir olay meydana gelir. Arşiv kayıtlarından
çıkarılmamış olsa, bunun bir esaret romanının çarpıcı bir parçası olduğu zannı
uyanabilir. Ama her şey kayda geçmiştir. Mağrip'in bu şehrindeki Hıristiyan
esirler hayatlarından bezdiklerinden ve kurtarılma umutlarını da
yitirdiklerinden, klasik olarak son çare olan kaçışa başvururlar. "Padron
Giò" adlı gemi sahibi bir Fransız'la karşılaşırlar. Dönemde gemi
işletenlere verilen ad budur zaten: Padron. Adam onlara bir geçiş izni
bulup, Mağrip'ten kurtaracak kadar yetenekli bir adam gibi görünmektedir. Fidye
meselesini halletmek için bir yol bulacaktır. Tüccarlar, gemi sahipleri hep
birlikte Goleta'ya (Halkü'l-Vaad) gelir karaya çıkarlar ve biraz içeride kalan
şehre doğru yürürler.[75]
Yeniçeriler için önemli olan
paranın, yani fidyenin gelmesidir. Nasıl geldiğiyle ilgilenmezler.
Mektuplardaki sansür ise çok sıkıdır. "Bu vaftiz olmamış köpekler"
gibi ifadeler kullanmamakta fayda vardır. Padron Giò'nun da iyi bir Hıristiyan
olması dışında bu işten bir çıkarı vardır pek tabii. Bir gemi satın almayı
hayal etmektedir. Her şeyi hesaplamıştır. Ama bunun hâlâ çok riskli bir
operasyon olduğunun da farkındadır. Esirler aralarında 70 altın escudo
toplarlar ve gemi, levazım ve diğer ihtiyaçları alması için kendisine verirler.
Aynı ayın içinde, bir cumartesi günü Padron Giò, söz verdiği gibi, esirlere
kaçış için her şeyin hazır olduğunu, ertesi sabah yani pazar günü onları Goleta
kalesine yaklaşık 8 mil uzaklıkta olan tuz gölünde beklediğini söyler.
Esirler bahtları bu denli yaver
giderken, Tanrı'nın da desteğini almayı arzularlar. Minori Osservanti
tarikatından olan keşiş Geronimo da Palermo'yu bulurlar. O da kendileri gibi
esirdir, lakin büyük ihtimalle efendisi Kadir Paşa'nın de casusudur. Esirler
hem günah çıkartmak, hem de yüce Tanrı'dan yardım dilemek için kendisine
giderler. Esirler "bu dünyadaki" günahlarını söyleyiverirler. Bu
şekilde kaçmanın bir günah olup olmadığını bile sorarlar bütün saflıklarıyla.
Keşiş Geronimo kendilerinden çok yakın arkadaşı olan keşiş Vincenzo di
Palermo'yu da özgürlüğüne kavuşturmalarını rica eder. Her daim gözaltında olan
ve yeniçerilerden uzaklaşıp kaçma ihtimali olmayan Vincenzo'nun bu operasyona
katılması onlar için çok tehlikeli olacağından bu işi yapamayacaklarını, yoksa
hepsinin tuzağa düşeceğini söylerler.
Keşiş Geronimo beklemediği bu ret
cevabı karşısında ne yapacağını şaşırır. Esirlerin oradan ayrılmasını bekler.
İntikamı acı olacaktır. Hem de hiç din adamına yakışmayacak şekilde! Esirlerin
ayrıldığı günün gecesinde bu kaçış planını bütün şehre duyurmuştur bile. Hem de
kendisine günah çıkartmaya gelenler aracılığıyla![76] Olay tahmin edildiği gibi sona
erer. Zavallı esirler yüzlerine gözlerine bulaşan bu planlarının cezasını
katlanarak gelen sopalarla öderler.
Örtümüz bit ve pireden mürekkep
yelkenler
Jerónimo, Tunus'taki diğer
Hıristiyanlardan kötü masalları anımsatan söylentiler duyar. Kulaktan kulağa
dolaşan bu tüyler ürpertici iddiaya göre Türkler İstanbul'a götürdükleri
seçilmiş esirleri Karadeniz sahilindeki kulelere kapatıp ölene dek orada
tutmaktadırlar. Diğer kralların süslü püslü kafesler içinde aslanlar ve nadir
kuşlar besledikleri gibi, Büyük Türk de ahşaptan bir kafes içinde seçilmiş
adamlar beslemektedir güya. Bunu duyunca Jerónimo doğal olarak umudunu
kaybeder.[77] İşte o anda kendisini kafesteki kuş
gibi hisseder. Ayrıca daha kötü şeyler de çalınmıştır kulağına. Burası pek
soğuktur, bir kerede ölmesinler diye esirlerin önce ayaklarını keserler! Bu
karanlık efsanelerle gerçek arasındaki çizgi zaman zaman çok ince olabiliyordu.
Zaten esirlerin yaşam koşulları yeterince korkulu bir masaldı.
XVII. yüzyılın başında James
Wadsworth Mağripliler tarafından yakalanmış ve Sale'de satılmıştı. Kadırgalarda
kürek çekip tüyler ürpertici borda hayatını yaşamamışsa benzer güçlüklere
karada göğüs germek zorunda kalmıştı.[78] Yaşam koşullarını anlattığı
satırlar, çektiklerini yeterince ifade eder mi, bilemeyiz. "Yataklarımız
yere konulan çürümüş samandı, örtümüz ise milyonlarca bit ve pireyle dolu eski
yelkenlerdi." Zavallı Wadsworth bu zorlu yaşam şartları karşısında öyle
savunmasız, öyle çaresiz kalakalmıştı ki hasta ve bitap düşmüştü. Haline acıyan
efendisi bir Fransız tüccarı onun fidyesini ödemesi için ikna etmişti. Bu da
durumu büsbütün değiştirecekti. Çünkü Katolik bir Fransız tarafından
özgürlüğüne kavuştuğu için mezhebini değiştirmek zorunda kalacaktı. Hayat,
Yeniçağ'daki dinler arasında gidip gelirken bambaşka kapılardan geçen binlerce
insana olduğu gibi, ona da sürpriz dolu bir yol hazırlamıştı. Fas'tan
İspanya'ya geçmiş, burada beklenmedik bir yükselme fırsatı ele geçirmiş ve
sonunda veliaht Maria'nın hocası olmuştu.[79] Ülkesine kavuştuğunda İngiliz
Kilisesi'ne yeniden dönmüş ve doğduğu mezhepte ölmüştü.
Esirler çeşitli şekillerde esaretten
kurtulabiliyorlardı. İhtiyar ve hasta oldukları için fidye ödenmeye gerek
kalmadan kurtulanlar, hayır derneklerinin, zenginlerin, dindaşları arasında
toplanan sadaka ya da hayırsever din adamlarının yardımlarıyla kurtulanlar, iyi
hizmetinden dolayı kurtulanlar, efendisinin ölümü üzerine kurtulanlar, bağlı
olduğu ulus/hükümdarın yardımlarıyla kurtulanlar...[80] Bazıları değiş tokuş edilerek
özgürlüğüne kavuşuyordu, bazıları da o son ve en tehlikeli yönteme korkusuzca
başvuruyor, yani kaçıyordu.
Bazen de esirler, Müslüman
topraklarında ticaretle iştigal eden tüccarları kendilerine borç para vermeleri
için ikna ediyorlardı. Sicilyalı bir tüccar olan Marco'nun durumu böyleydi. I.
Marti tarafından kendisine verilen dilenme ruhsatına göre İslam'a dönmek
istemediği için onu esir edenler sol elini kesmişlerdi.[81] Sonunda Tunus'ta bulunan bazı
Hıristiyan tüccarların ona 60 flori borç vermeleri sayesinde esaretten
kurtulabilmişti. Büyük ihtimalle kurtulduktan sonra da güzel bir hayat onu
beklememekteydi, çünkü tüccarlardan ödünç aldığı parayı toplamak için hayatının
kalan kısmını Aragon ve Katalonya köylerinde dilenerek geçirmiş olmalıydı.
Michael Heberer de işlediği
günahlardan ötürü Tanrı'nın onun kâfirlerin eline düşmesini reva gördüğünü
belirtir esaret güncesinin önsözünde. "Ama sonra [Tanrı] beni onların
elinden ve demir zincirlerimden kurtarmakla kalmamış, karada ve denizde
yaptığım birçok tehlikeli yolculuk sırasında beni bir baba gibi korumuş,
esirgemiş ve sonunda sağ salim sevgili vatanıma kavuşturmuştur."[82] Onu esas kurtaran çelik gibi sabrı
ve dirayetiydi.
Esir kurtarma operasyonları
Üç yüzyıl öncesine giderek organize
şekilde başlayan esir kurtarma operasyonları ve bu amaç için kurulan
teşkilatlara bakalım. Santo Domingo de Silos, Müslümanların elinden Hıristiyan
esirleri kurtaran bir azizdi. 1232-1293 yılları arasında Siloslu bir keşiş olan
Pero Marin bu azize ait pek çok mucizeyi kaleme almıştı. Çoğu mucize de esir
kurtarmaya yönelik olaylarla ilgiliydi.[83] Bu metinlerden öğrendiğimiz
kadarıyla bu mutlu olaylar manastırda kutlanıyordu. Kurtulan bir esirin gelip
Silos'ta kendini göstermesi gerekiyordu. İçeri girdiğinde çanlar çalınıyor ve
manastırdaki cemaat azizin mezarına giderek ona şükran borcunu ödeyip onu
övüyordu. Esir beraberinde zincirlerini de getiriyor ve yakınlarda bir yere
asıyordu.
Bu iş pek tabii azizlerin
ruhaniyetle ve mucizelerle üzerinden gelebileceği bir şey değildi.
XII. yüzyıl sonu ve XIII. yüzyılda
artık esirleri kurtarmak için toplum ciddi çabalar göstermeye başlamıştı. Ele
geçirilen Hıristiyanları kurtarmak için dini tarikatların kurulmaya başlanması
bu döneme denk geliyordu. Santiago Şövalyeleri ve Kutsal Redeemer Hospital
kurtarıcı kurumlar olarak çok az bir süre hizmet verebildiler.[84] Esas görevi 1198'de kurulan
Triniterler ve 1218'de kurulan Mercederyenler aldılar.
Fidyeyle esir kurtarma operasyonları
için halk kolları sıvıyordu. Biz örnek bir bölge olarak Aragon'un Ortaçağ'daki
kurtarma operasyonlarını inceleyelim. Ramon Llull'un Blanquerna'sında
olduğu gibi trajik sahneler yaşanıyordu. Anlatıya göre çok sevdiği kocası esir
düşen bir kadın, fidye için astronomik bir fiyat biçilince kendisine ve
kocasına ait bütün mal varlığını satar, bu da yeterli gelmeyince şehrin ana
meydanlarında dilenmeye çıkar. Hem dilenir, hem ağlar, beraberinde dört
çocuğunu da götürür. Ona acıyan halk da hem onu teselli etmeye çalışır, hem de
para yardımı yapar.[85]
Ortaçağ İspanyası'nda Katalan
sahillerinde ticaretle uğraşan şehirler buradaki esir ticaretini körüklüyordu. İspanya'nın
üç dinli yapısı gereği, bu esaret-fidye meselesine üç farklı dinden insanlar
karışabiliyordu.[86] İber Yarımadası'nda sadece sahil
kıyısında bulunan şehirlerde değil, kara içlerinde de esir alınıyordu. XI.
yüzyıldan itibaren tüm hızıyla devam eden savaşlar, kuşatmalar, saldırılar her
iki taraftan asker ve halkın esir alınmasıyla sonuçlanıyordu. Ateşkes zamanında
ise sahildeki korsan saldırıları devam ediyordu. Bu bahtsızlar denizciler,
balıkçılar, çiftçiler, papazlar, anneler, çocuklar, seyyahlar, hacılar,
tüccarlar olabiliyordu. Jarbel Rodríguez'in kıvrak söylemiyle "yanlış dine
ait olduğu için" esir alınan insanlardı bunlar.[87]
Sonuç olarak esir düşen için
neredeyse bütün halk seferber oluyordu. Sadece bu bahsi geçen dini tarikatlar
değil devletin kendisi, belediye konseyleri, yerel kiliseler kurtarma
operasyonunda rol alıyorlardı. Bu kurumlar da hayırsever halktan gelen para
yardımıyla çalışıyorlardı. Bu elden verilen bir para, vasiyetname yoluyla
bırakılan bir meblağ ya da diğer türlü para yardımları olabilirdi.[88]
Fidyeler gerçekten çok yüksekti ve
sıradan halkın ödeme gücünün çok ötesindeydi. İbn Haldun, Müslümanların
elindeki Hıristiyan esirlerden bahsederken fidyelerin gerçekten Hıristiyanların
çok zor toplayabileceği meblağlara tekabül ettiğini söyler. Bu fidyeleri meslek
sahiplerine ve maaşlara göre hesaplayan Jarbel, vasıfsız bir işçinin tüm
maaşıyla bu fidyeyi 25 yılda ödeyebileceğini, iyi para alan bir kürekçinin ise
hayatı boyunca ödeyemeyeceğini, çünkü bunun 35 yıllık bir birikim
gerektirdiğini belirtir.[89]
Erkeklerin esir düşmesi halinde
durum daha çetrefil oluyordu. Evin erkeği gidince parayı toplamak diğer aile
fertlerine düşüyordu ki bu da çoğu zaman daha önce çalışmayan ev ahalisinin iş
bulması gerektiği anlamına geliyordu. Borç almak da iyi bir fikirdi. Daha
önceki örnekte gördüğümüz gibi sokaklarda dilenmek, din adamlarından ve devlet
görevlilerinden yardım istemek de sık başvurulan bir çareydi.
Dilenmek Aragon Krallığı'nca
düzenlenmiş, kontrol altına alınmış bir faaliyetti. Sokaklara dökülmeden önce
bir dilenme izin belgesi çıkarmak gerekiyordu. Bu belgeyi kralın kendisi,
kralın vekili, zaman zaman da ruhban sınıfından kişiler verilebiliyordu.[90] Bu tip ruhsatlar üzerinde dilenen
kişinin ve esirin isimleri bulunurdu.
Papalık bu fidye toplama
faaliyetlerine destek olmaya başladı. 1245 yılında Papa IV. Innocentius,
Mercederyenler ve Triniterlere para yardımında bulunanların cezalarını
indireceğini açıkladı.[91] XIV. yüzyılda ise olay farklı ve
daha geniş bir boyut kazandı ve Kilise fidye için para yardımında bulunan
herkese endülüjans dağıtmaya başladı.[92] Bunların dışında lonca teşkilatları
da aralarında dindaşları için yardım toplama operasyonlarına giriştiler. Aragon
krallığında terziler, demirciler, dericiler, kasaplar, gümüş işçileri, marangozlar
loncaları aracılığıyla yardım için kolları sıvadılar.[93] Sarazenlere karşı Haçlı savaşına
girişmek için kurulan dayanışma dernekleri vardı. Barcelona krallık kardeşlik
derneği Katalonya'nın zengin vatandaşları tarafından kurulmuştu ve hedefleri
"Katolik inancını yüceltmek ve şeytani Müslüman dininin zararıyla
savaşmak"tı. Bu kardeşlik derneği dağılacak olursa tüm mal varlığı
fidyeler için kullanılacaktı.[94]
Şehir kıyısındaki şehirler fidyeyle
esir kurtarma konusunda çok daha düzenli çalışıyorlardı. Söz gelimi Valencia
şehrinde, coğrafi konumu sebebiyle, 1323 yılından beri belediyenin yürüttüğü
ciddi bir fidyeyle esir kurtarma sistemi mevcuttu. Halktan para yardımı alma,
mahalle kiliselerinde para toplama, sokaklarda dolaşıp para toplayan şahıslar
aracılığıyla ve vasiyetname yoluyla gelen paralar kullanılıyordu.[95] Bu daha sonraki yıllarda da devam
edecekti. Esirleri kurtarmak için para toplamak amacıyla kiliselerden kâse,
bardak ve mücevherler satılacaktı.[96]
Kurtarma ekipleri
Bu esir kurtarma operasyonları
Avrupa-Mağrip arasında ciddi bir fidye ağı kurulmasını gerektirmişti. Tunus
Kadısı Cafer (Giaffer), Marsilya'daki kuzeni ve Cenova'daki kardeşi ile
birlikte merkezinde kendisinin bulunduğu bir esir değiş-tokuşu ticari sistemi
geliştirmişti.[97] Mağrip otoriteleri ve Hıristiyan
devletler arasında esir alışverişi için delegasyonlar gidip geliyordu. 1625
baharında Müslüman bir elçi Londra'ya gelmişti. Beraberinde krala atlar,
kaplanlar ve aslanlar da getirmişti.[98] Birkaç defa Charles'ın huzuruna
çıkmış, sonbahara dek ülkede kalsa da pek de memnun ayrılmamıştı. Krallar da
doğrudan inisiyatiflerini kullanıp esirleri kurtarabiliyorlardı. Fransa Kralı
IV. Henri'nin aracılığıyla, Cezayir'de esir düşen İspanyol Cizvit tarikatının
en şanlı ve başarılı papazlarından Jerónimo López kurtarılmıştı.[99]
1628'de Sale'den gelen başka bir
delegeyle çalışmalar başlamıştı. Geçici bir antlaşmaya varılmıştı, ayrıca
İngiltere için küçük düşürücü maddeler söz konusuydu. Antlaşmaya göre,
esirlerin fidyesinin bir kısmı nakit değil de, mühimmat olarak verilmişti. Pek
tabii bütün bu cephane yine İngilizlere karşı kullanılmıştı![100]
1585 yılında Sicilya parlamentosu
ardı arkası kesilmek bilmeyen korsan saldırılarına son vermek için bir çare
bulma zorunluluğu hissetmişti. İspanya Kralı II. Felipe'den, İspanya'da ve
Majesteleri'nin diğer krallıklarında olduğu gibi bir esir kurtarma projesi
geliştirilmesini istemişti.[101] Kral da bunun üzerine Napoli ve
Venedik'te olduğu gibi bir Redenzione dei cattivi (Esirlerin
Kurtarılması) kurumunu model alarak bir yöntem geliştirmişti. Bu kurumun ilk on
yılındaki faaliyetlerine dair çok detaylı bilgi yokken, 1595 yılında veriler
ortaya çıkar. Bağışlar, miras yoluyla kalan paralar, depozitolar, fonlar ve
diğer şekilde ulaşan finansal yardım...
Esir kurtarma amacıyla kurulan dini
tarikatlar ve diğer kurumlar, adamlarını Müslüman topraklarına göndererek
esirlerin kurtarılması için gerekli operasyonu başlatıyorlardı. Sicilya'dan
1599 yılının ikinci yarısında yola çıkan din adamları Iacopo Marcone ile Elia
Di Stefano Sicilya'dan Tunus'a yapılan ilk kurumsal esir kurtarma operasyonuna
imza atıyorlardı. Sicilya kral naibi krallığındaki tüm resmi görevlilere, esir
kurtarma işinde görevli olanlar için kolaylık sağlanmasını, bunların hiçbir
şekilde gümrük gibi ödemelere tabi tutulmamasını bildirdi.[102]
Resmi sayılan bu görüşmelerin ne
şekilde gerçekleştiğini görmek açısından Sicilya'dan yola çıkan bu delegasyonu
ele alalım. Palermo'dan ayrılan kurtarma ekibi, Tunus ve Bizerta'da lazım
olacak her şeyi yanlarına alarak önce Bizerta'ya varır. Önce yeniçeri ağasını
ziyaret ederek ona hediye olarak Şam işi bir baston, iki kutu şeker, bir düzine
kaşkaval peyniri götürür. Tunus'ta da Paşa'ya en iyilerinden dört Şam işi
baston, dört kutu şeker ve altı kaşkaval peyniri hediye eder. Liste aynı
hediyelerin başka kişilere farklı sayılarda verilmesi şeklinde devam eder,
böylece paşanın vekili, buradaki yeniçeri ağası, onun vekili, kadı ve daha pek
çok kişi bu hediyelerden nasiplenir. Hediyeler arasında bir şişe şarap da
vardır.[103]
Çok yüksek bir meblağın harcandığı
bu operasyonda ücret kısmen nakit, kısmen de emtia olarak ödenmiştir. Tunus'ta
kaldıkları dört ay boyunca 25 esiri kurtarmayı başarmışlardır. Esirlerin
menşeleri çok farklıdır. Palermo, Messina, Trapani, Termini Imerese, Scicli,
Mistretta, Pettineo, Giusa, Siacca, Napoli, Cenova'dan gelen İtalyanların yanı
sıra üç İspanyol, bir Portekizli, bir de Macar Sicilyalı ekip sayesinde
özgürlüğüne kavuşmuştur.[104]
Kurtarmanın diğer yolları
1455-56 yıllarında İngiliz devlet
hazinesi sürgündeki dört Yunanlıya bir miktar para vermişti. XVI. yüzyıl
başında İngiltere'de Türklerin elindeki esirleri kurtarmak için fidye toplama
geleneği başlamıştı.[105] 1563'te Oxford'daki Yunan sürgünler
Yunanca elyazmaları satıyorlardı. Bunlardan biri kraliçenin müstensihi olma
hayalini kuruyordu.
Bir Venedik asilzadesi olan
Gianantonio Barozzi 1593 yılında On'lar Meclisi tarafından "ciddi bir
suçla" sürgün edilmişti. Önce Macaristan'da paralı asker olarak
çalışmıştı. Sonra esir düşmüş ve onu gizlice kaçıran bir yeniçeri ağası
tarafından İstanbul'a getirilmişti. Haber Marco Venier'in kulağına gelmiş, o da
delikanlının bir Venedik asilzadesi olduğunu saklayarak onu bu esaretten kurtarmıştı.
Durumun açığa çıkması ve çocuğun sosyal statüsünün öğrenilmesi halinde
Osmanlıların çok daha yüksek bir fidye isteyeceği muhakkaktı.[106]
Osmanlı İmparatorluğu Venedik'le
olan antlaşması dolayısıyla Venedik esirlerini geri vermek zorunluluğunda
olduğu için bu işten çoğu zaman bu esirleri saklayarak sıyrılıyordu.[107] Balyos Alvise Contarini'nin
iddiasına göre ya bu esirleri şehir dışında saklıyorlar ya da gemilerde
alıkoyarak balyosla iletişim kurmalarına engel oluyorlardı. Pera Bağları'ndaki
balyosluk sarayında kurtarılan esirlerin Kandiye ve Zante'ye gönderilmek üzere
gemiye bindirilmeden önce saklandığı gizli bir geçit vardı.[108]
Osmanlı başkentinde yapılan Esir
Alayı sonunda Divan'da huzura çıkarılan esirlerle birlikte esirlerin ait
oldukları memleketlerin elçileri de bulunurlardı. Kendilerine her zaman esaret
hayatının getireceği belalardan kurtulmak için son bir şans verilirdi: Müslüman
olmayı kabul etmek. Kuran'a el basıp şahadet getirenler serbest bırakılırdı.
Serbest bırakılmaları için başka bir seçenek daha vardı. Eğer kendi işleri
güçleriyle uğraşırken esir düşmüşlerse, hemen salınıverilir ya da Türk
esirleriyle değiştirilirlerdi.[109]
Esaret geçici bir durumdu. Kimse
sonsuza dek esir olarak kalmıyordu. Birkaç ay, hatta birkaç haftadan başlamak
üzere yirmi yılı aşkın bir süreye kadar uzanabiliyordu bu bahtsız devre.
Tersanede marangoz olan bir esir yeteneğinin kurbanı olmuştu. Pek işe yarar bir
adam olması yüzünden 18 yıl esir tutulmuştu. Famagosta'da ele geçirilen diğer
bir esir ise 22 yıl esir kalmıştı. 26 yıl esaret hayatına katlanmak zorunda
kalanlar bile vardı.[110] "Kurtulmalık ödenerek geri
alınan esirlerin dönüşü her zaman halkın coşkulu kutlamalarına vesile olurdu.
Kurtarıcı din adamları, zincirlere vurulmuş, aşağılanmış esirleri melekler
arasında gösteren en etkileyici sahnelemelerle halkın önünden
geçirtirlerdi."[111]
2
Mühtediler
Jean Bodin 1576 yılında yayımladığı Les
six livres de la république (Cumhuriyetin Altı Kitabı) adlı eserinde,
Fransa'daki din savaşlarının en şiddetli zamanında Türklerin diğer dinlere
gösterdikleri toleransa övgüler düzüyor, "Avrupa'nın büyük bir kısmına
hükmeden Türk hükümdarın dinlerin ayinlerini koruma altına aldığını"
yazıyordu. Hoşgörü pek çok defa gündeme getirilen bir konu olmaya devam
edecekti. XVI. yüzyılın saygın doğabilimcilerinden Pierra Belon "Türklerin
kimseyi kendileri gibi yaşamaya zorlamayıp bütün Hıristiyanlara kendi
kanunlarını uygulama hakkı tanımasından" etkilendiğini belirtiyordu.[112]
1522 yılında Luther, "Türk ne
kötülük yapıyor ki? Ülkeyi ele geçirip geçici bir süre yönetiyor. Aynı şeyi
Papa'dan dolayı da çekmek zorundayız. Üstelik papa ruhumuza ve bedenimize
eziyet ediyor, Türk ise bunu yapmıyor. Ayrıca Türkler kimseyi din değiştirmeye
zorlamıyor" diyordu. Peki buna rağmen insanlar neden din değiştirip
İslam'ı seçiyorlardı? Fakirlik, cehalet, baskı, daha iyi koşullarda yaşam imkânı,
hayaller? Kayıtlara bakılırsa, din değiştirmenin çok farklı sebepleri vardı.
Her şeyden önce bu dönem için hatırda tutmamız gereken şey "To turn
Turk" (Tornarse/farsi turco) deyiminin Türk olmak değil, Müslüman
olmak anlamında kullanıldığıdır. Daborne'un tiyatro eseri A Christian Turn'd
Turk (Türk/Müslüman olan Hıristiyan) ise dini ve siyasi olmak üzere çift
anlam içermektedir: Başkahraman Captain Ward hem İngiltere'ye ihanet eder, hem
de İslam'a geçer. Hayat pek çok sebeple insanların kendi dinlerini bırakıp
İslam'a geçmeleri için fırsat sunmuştur. Gizli Müslüman olan bir Morisko'yla
evlenip de Müslüman olan Hıristiyan kadınlar kaydedilmiştir.[113] Tersi de geçerlidir tabii. Rüyalarında
gördükleri için İslam'a geçenler bile vardır![114] Rahat bir hayat ve duruma, ihtiyaca
ve çevreye göre din değiştirenler arasında belki de en heyecanlı hayat Faslı
Yahudi olarak bilinen Samuel Pallache'nin hayatıdır.[115]
Mühtediler Osmanlı sınırları
içindeki bu hareket halinde olan nüfusun büyük bir kısmını oluşturuyorlardı.
Bazıları "misyon yüklü gezginler" sayılabilirken, bazıları da sadece
hayatta kalmaya çalışıyorlardı. İstanbul özellikle Engizisyon'dan canlarını
kurtaranlar için göreli özgürlüğün söz konusu olduğu bir şehirdi. Şehir aynı
zamanda uzun yıllar süren kovalamadan sonra rahat nefes alınacak bir yer ve
diğer şehirlere bir geçiş noktasıydı. Elimizde Osmanlı topraklarına geçince
gerçek inançlarını itiraf eden sayısız mühtediye ait kayıtlar mevcut. Bunların
büyük bir kısmı Osmanlı topraklarını hayatlarını idame ettirecekleri, hatta
rahat bir yaşam sürecekleri bir yer olarak görüyorlardı.
Özellikle Mağriplilere katılarak
servet kazanmak istediklerini Engizisyon mahkemesinde itiraf edenlerin
ifadelerine göre, Mağrip zenginliklere kolay ulaşabilinen bir yer anlamı
taşıyordu. Bazen insanın açlıktan ölmeyecek kadar bir şeyler kazanma umudu bile
bu tehlikeli yolculuğu göze alması için yeterli olabiliyordu. Bazıları yemeğin,
kadının ve göreli özgürlüğün olduğu Mağrip'te "kolay hayat"ın
peşinden gidiyordu. Fransız bir mühtedi olan Domingo Grimaldi baskın ihtiyacı
birkaç kelimeyle şöyle tasvir etmişti: "Dini inkâr ederek fakirliğe çare
bulunur."[116] Engizisyon mahkemesinde kendisine
neden Mayorka'yı terk edip Mağrip'e gittiği sorulan Juan Bautista'nın cevabı
ise çok basittir: Çünkü o topraklarda "daha iyi bir hayat" mevcuttur.
Mayorkalı mahkeme görevlileri kendisine "daha iyi bir hayat"tan ne
anladığını sorduklarında ise şöyle demişti: "Beş kuruş vermeden iyi yemek
ve içmek. Ne de olsa hükümdarları onların masraflarını karşılıyor ve onları dış
tehlikelerden koruyor."[117]
Öte yandan çok talihli sayılabilecek
bazı mühtediler, kendileri için sıradışı olan sosyal ve ekonomik ayrıcalıklara
kavuştuklarından kendi dinlerine yeniden dönme ihtiyacı içinde olmuyorlardı.
Polonyalı Simon (daha önce bahsini ettiğimiz Polonyalı Simeon'dan farklı biri)
bunlardandı. 1620 yılında Osmanlı-Leh savaşında Türkler tarafından ele
geçirilmişti. Okuma ve yazma bilen sıradışı bir tutsaktı. Ama asıl farkı silah
yapımında uzman olmasından kaynaklanıyordu. İstanbullu bir Türk olan efendisi
onun için Sakız'da bir silah dükkânı açmıştı. Doğal olarak gelirinin bir
kısmını efendisine vermesi gerekiyordu. Bu muhteşem koşullar altında
Hıristiyanlığa dönme ihtiyacı hissetmedi.[118]
Bu mühtedilerden bazıları
Müslümanlardan daha Müslüman çıktılar. Korkunç bir korsan olan Midillili Juan
Bautista bunlardan biriydi. Söylemi şuydu: "Eğer Türk olursan (Müslüman
olursan) zengin olursun." Müslümanların Hıristiyanlar hakkında
düşündüklerini ironik bir şekilde bir adım ileri götürerek şunları şöylüyordu:
"Eğer Hıristiyan'san, eşek cehennemine gidersin."[119]
Bartolome ve Lucile Bennasar, Les
Chrétiens d'Allah (Allah'ın Hıristiyanları) adlı araştırma kitaplarında
Güneydoğu Avrupa kökenli 297 Avrupalı mühtedinin 128'inin İstanbul'da
yaşadığını, 816 İtalyan ve İspanyol mühtedinin İstanbul'u "geçiş
noktası" olarak kullandığını belirtirler.[120] Bunlar Engizisyon mahkemesinin
kaydettiği rakamlardır. Özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı
başkenti espiyonaj ve sabotaj ağlarının kurulduğu bir merkez haline geldi. Bu
ağların birini idare eden İtalyan kökenli, San Remo doğumlu olan Juan Maria
Renzo'nun faaliyetleri sadece istihbarat ve espiyonajla sınırlı değildi.
Sabotaj ve rüşvet ağlarının da örülmesinde büyük katkısı vardı.[121] Bu ve buna benzer ağlarda
çalışanların büyük bir kısmı mühtedilerdi.
Osmanlı-Venedik Savaşı'ndan sonra Kandiye'den
gelenler arasında İslam'a geçenler de vardı. Balyos Simone Contarini
raporlarında "gözlerinin önünde Türk (Müslüman) olanlar"dan
bahsediyordu.[122] Contarini'ye göre bu adamlar
Osmanlı'ya marangoz, rehber ve denizci olarak hizmet vermekten öte, aynı
zamanda muhbir olarak da çalışarak daha büyük tehlike arz ediyorlardı.[123]
Hıristiyanlar, dindaşlarının Hz.
Muhammed'in dinini seçmelerinin esas sebebini diledikleri kadar kadınla
evlenebilme sevdasına bağlamayı tercih ediyorlardı. Dönemin edebiyatı bu
örneklerle doludur. Din değiştirmenin sayısız sebepleri arasında istenmeyen
kocalardan ya da karılardan kurtulmayı da unutmamak gerek. 1722 yılında
Arnavutluk'ta, Korca'da üçüncü eşini de kaybeden Nikodimos dördüncü defa
evlenebilmek için Müslümanlığa geçer. Çünkü Ortodoksluk en çok üç evliliğe izin
vermektedir.[124]
Genelde din değiştirmek bireysel bir
eylemdi. Nadir de olsa kitlesel olarak din değiştiren gruplar oluyordu. Söz
gelimi Macar topraklarında Habsburg sınırlarını koruyan Fransız paralı
askerlerden oluşan bir destek kuvvetler grubu 1600 yılında aylardır ücretlerini
alamadıkları için din değiştirmişlerdi.[125] 1579-80'de Suriye'de beş Maruni
köyü kitlesel olarak din değiştirmişti. Kitlesel olarak din değiştirmelerden en
ilginci belki de Sakız Adası'nda halka açık bir şekilde, törenle İslam'a geçen
300 Hıristiyan'dı. Cizvitlerin de onayını almışlardı. Lakin işin aslı başkaydı:
Bunlar gizli gizli kendi inançlarını sürdüreceklerdi.[126]
1488-1491 tarihli Cizye Defteri'ne
göre üç yılda 255 kişi din değiştirmişti. Devşirmeler bu sayıya dahil değildir.
Büyük gruplar içinde ise Boşnaklar, Arnavut Müslümanlar ve Pomaklar dikkat
çeker.[127] Balkanlar'da durum farklıdır.
İstimalet politikası bu coğrafyada çok etkin olmuştur. Bu istimalet
politikasının bir uzantısı sayılmasa da, çok nadir olmakla birlikte bireysel
"aydınlanma" örnekleri vardır elimizde. Mesela Venedikli asil
ailelerden Querini'lerden bir fert İslam hukuku okumuş, sonra da Mekke'ye hacca
gitmiş ve İslam öğretilerinden etkilenmişti. Venedikli bir asilzade olarak
hayatın çok daha güvenli olduğunu, lakin burada en azından ruhunu kurtaracağını
bildiriyordu.[128]
Daha rahat bir hayat
Jerónimo daha büyük bir özgürlük
içinde olacakları ve böylece Hıristiyan topraklarına dönebilecekleri
düşüncesiyle dinden dönenlerin çok yanlış yol izlediklerini düşünür. Çünkü
bunlar burada evlenirler ve karılarına olan aşkları, çocuklarına olan
sevgileriyle toprağa ve İslam'a bağlanırlar.[129] Forsalardan da büyük bir kısmının
kürekleri bıraktıktan sonra dinlerine döndüklerini belirtir. Amaç şartların
gerektirdiği şekilde yaşamak ve bedenin kaldıramayacağı baskıya ruhtan taviz
vererek acıyı hafifletmekten başka bir şey değildir.
Kendi hür iradesiyle Müslüman olan
pek çok İngiliz vardı. Ward, Bishop, Sakell ve Jennings bunlardan sadece
birkaçıydı. Mağrip'te korsan olarak "sanatlarını" icra ediyorlardı.
İskoç seyyah 1615'te Tunus'ta ikamet eden Ward'la karşılaşmıştı. Ward Müslüman
olmuştu ve bu topraklarda yaşayan bir dönmenin sahip olabileceği tüm
avantajlardan sonuna dek yararlanıyordu: Kendine bir saray inşa etmiş, on beş
kişilik bir çeteye kumanda ediyordu.[130]
Müslümanlığı hür iradesiyle seçen
Ortodokslar da vardır. 1815 yılında Müslümanların nezaketlerinden etkilenen
ayakkabıcı Akakios ve hizmetçi Yerasimos bunlardandır.[131] Bu gruba en ilginç örnek Varnalı
keşiş Prolopios'tur. Lakin Ortodokslar arasında da, Katoliklerde olduğu gibi
İslam dünyasında Müslüman olarak yaşamanın maddi avantajlarından yararlanmak
için din değiştirenler eksik değildir.
Yaşadığı işkence dolu hayata daha
fazla dayanamayanlardan biri de İngiliz Joseph Pitts'ti. Exeter'li bu genç
denizci 1678 yılında Cezayirli korsanların eline düşmüştü. Cezayir şehrinde
açık artırmada satılmış, bu esnada soğukkanlılığını korumuştu. Üç defa efendi
değiştirmişti. Pitts öyle çok dayak yemiş ve sopaya maruz kalmıştı ki, sonunda
çareyi dinden dönmekte bulmuştu. Yıllar sonra şu sözleri sarf edecekti:
"Ben o zamanlar genç olduğum için daha fazla dayanamadım ve tüm bunlardan
kurtulmak için Türk (Müslüman) oldum."[132] Bu itiraflarının sonunda ise
"Tanrı benim gibi bir günahkâra merhamet etsin!" diyordu. Pitts'in
sıradan dönmelerden daha farklı bir konumu vardı: Hacca gitmişti! Ancak bundan
sonra özgürlüğüne kavuşmuştu. Bir kere hacı olduktan sonra esir olarak değil,
hizmetkâr olarak düzenli ücret almaya başlamıştı.[133]
1806 yılında hapse giren terzi
Argiris bu cezadan kurtulmak için İslam'ı seçmişti. Aynı Sakızlı Yorgo gibi.[134] Savaş tutuklusuyken özgürlüğüne
kavuşmak için din değiştiren Ortodokslar da vardı. Moralı Dimitri 1794 yılında
hiç de sıradan olmayan bir din değiştirme vakasıyla çıkar karşımıza: Sarhoşken
İslam'ı seçmiştir.[135] Ama içkiyi fazla kaçırıp, kendinden
geçtikten sonra din değiştiren tek örnek o değildir. Lefkoşalı bir tüccar olan
Polydoros ve Yeni Efesli Yorgo'nun akıbeti de aynıdır.
Kahire'de yaşayan Niccolò Algarotti
adlı Venedikli bir tüccar yaptığı çılgın harcamalara Müslümanlarla oynadığı
kumarın kayıpları da eklenince mahvolmuştu. Kadının kendisine daha insaflı
davranacağı hayaliyle din değiştirmeyi akıl etmişti.[136] Bernard Randolph da 1676'da
Eğriboz'a (Negroponte/Euboea) uğradığında yakalanan bir kaçağın hikâyesini
şöyle anlatır:
Bu, Girit Adası'nda doğmuş bir
Rum'du. Vezirin Girit'i kuşatması sırasında Türk olmuş, daha sonra Sakız
Adası'nda evlenmiş ve iyi bir yaşam sürmüştü. Ancak herhangi bir hoşnutsuzluk
yüzünden Sakız'dan kaçmış ve Malta korsanlarına ulaşmıştı. Onların arasında
birkaç yıl yaşadıktan sonra bu adaya gelmişti. Fakat birkaç arkadaşı ile
birlikte hiç beklenmedik bir şekilde tutuklandı. Arkadaşları kadırgada kürek
cezasına çarptırılırken, o top ateşine tutulup can verdi. Hüküm derhal yerine
getirilmişti.[137]
Özendirme ve mükâfat
XIII. yüzyılda yaşayan bir halk
kahramanı, veli olan Sarı Saltık'ın kâfirlerle mücadelesi onları İslam'a davet
etmeye yöneliktir.[138] Bu yarı efsanevi kişilik, İspanyol relación'larındaki
mucizelerle insanları Hıristiyanlığa dönmeye ikna eden kahramanları çağrıştır.
Tuhaf bir şekilde Saltıknâme aslında Hıristiyan düşüncesini ince ince
işleyen şövalye romanslarının özelliklerini de taşır. Sarı Saltık'ın atı ve
silahları şövalyelerinki gibi doğaüstü özellikler gösterir, işin içine
kâfirler, cinler, cadılar karışır. Sarı Saltık yendiği kişilere Müslüman
olmalarını teklif eder, olmazlarsa kılıcı onların cezasını verir.[139]
Sarı Saltık rahip kıyafetleri içinde
manastırlara ve kiliselere gider, onların dillerinde konuşur, teolojik bilgisi
aracılığıyla onları Müslümanlığı kabule davet eder. "Kıyafetine/suretine
girme" elbise değiştirmekten ziyade onun fizyonomisine bürünmek anlamı
taşır.[140] Havaya yükselip düşmemek, su
üstünde seccadeyle gitmek, ateşe veya kaynar su dolu kazana girip yanmamak gibi
doğaüstü yetenekleriyle Ortaçağ anlatılarının kahramanlarını çağrıştırır.[141] İşte tam anlamıyla bir şövalye
romansının en sık rastlanan sahnelerinde biri. Lakin anlatı bir Batı romansından
değil, Saltıknâme'den geliyor: Sarı Saltık tahta kılıcıyla ejderhanın
başını keserek kral kızlarını kurtarır. Kılavuzluk yapan papaz, ejderin iki
kulağını ve dilini keserek krala gider ve ejderi kendisinin öldürdüğünü iddia
eder.[142]
Bu yarı efsanevi anlatılarda
ölümsüzleşen Müslümanlığa çağrı, özendirme, ikna etme Yeniçağ'da pratik olarak
devam eder. Müslümanların Hıristiyanları zorla değil, özendirme ve
mükâfatlandırma yoluyla İslam'a çağırma çalışmaları edebi ve tarihsel metinlerde
çok sık karşımıza çıkar. Santa Croce markisinin gemisinde yolculuk yaparken
esir edilen Flaman Giovanni Snel Engizisyon'a yaptığı savunmada İslam'a dönüş
nedeninin efendisinin kendisine gösterdiği şefkat ve ilgi olduğunu
belirtmiştir.[143] Sekiz yıl esir hayatı yaşadıktan
sonta 14 yaşında Müslümanlığı seçen Giorgio Manzagaro ise efendisinin kendisine
çok tatlı davrandığını ve bundan sonra da kendisine bir evlat gibi davranmaya
söz verdiğini söylemiştir.[144]
Esareti sonunda anılarını yazan
Jerónimo'nun konuya değin söylediklerine göz atalım: Türkler sakalı çıkmamış
delikanlıları, –bir miço ya da daha alt sınıftan olsa bile– satın alırlar. Alır
almaz hemen ona pahalı giysiler giydirir, hediyeler verir ve Müslüman olması
için ikna etmeye çalışırlar.[145] Onlar da zaten yeterince esaretten
acı çektikleri ve diğer Hıristiyanların başına gelenleri gördükleri için
çaresiz kabul ederler. Jerónimo, esir olarak gittiği kadırgada onunla beraber
esir düşen iki delikanlının aralarında konuştuklarını duymuştur. Onları
kamaradaki bölgede hiç de zorla olmayacak bir şekilde tutarlar. Biri diğerine
şöyle der: "Yardımcı comitre'nin bizden geçen gün istediği şeye
karşı çıksan ne olur, çıkmasan ne olur? Bu zaten zorla olacak. Burada bize
istediğimiz kadar yemek verecekler. Bizi de bu etlerine kadar işleyen zincirlerle
tuttukları ve ne peksimet ne de su vermedikleri bedbahtlarla birlikte zindana
mı götürsünler istiyorsun? Dinle bak, nasıl da inliyorlar!"[146]
Jerónimo bunu duyduktan kısa bir
süre sonra bu iki adamın dinden döndüklerini öğrenir. Eğer direnecek olurlarsa
da çok kötü muamale gördüklerini iddia eder. "Gemilerde hizmet eden ve
Korsika'da koyun güden zavallılar"ın buna karşı koyamadıklarına şaşmaz.
"İpeklere boğulunca, yemek içinde yüzünce ve de patrón'un
kıymetlisi olunca" din değiştirmekte bir sakınca görmezler. İddia ettiğine
göre eğer direnecek olurlarsa, kurulan ilk sofrada ya da şölende, Türkler
sarhoş olunca bu çocukları zorla sünnet ederler.
Bir Portekizli kadın için kurtuluş
fidyesi olarak Jerónimo'nun eline 200 escudo geçmiştir, yaklaşık bir yıl
boyunca patronuna direndikten sonra Jerónimo'ya üzücü bir haber gelir:
Portekizli Müslüman olmuştur. Bunun arkasında yatan gerçek ise şudur:
Portekizlinin kocası yaşlı bir Müslüman kadının ağına düşmüştür. Yaşı ve
cüssesi yerinde olan Portekizliyi arasına alan diğer ihtiyar Müslüman kadınlar
ona "laf arasında" bir bardak ya da bir sürahi süt içirirler. Bu
olayın akabinde de adam din değiştirir. Jerónimo sütün içine ne kattıklarına
değinmez. Belki de bu masalsı bir anlatı olarak şehirde dolaşan bir büyücülük
hikâyesinden başka bir şey değildir. Bunu aktardığı paragraftaki diğer ilginç
bir ayrıntı da "bardaca" olarak kullandığı bardak sözcüğüdür.
Türklerin Kuzey Afrika'ya bıraktıkları geniş kelime dağarcığından sadece bir
örnektir bu.
György Türklerin kimseyi kendi
inancından dönmesi için zorlamadıklarını, ancak inançlarından zorlamadan
döndürdüklerinin sayısının hiç de az olmadığını söyler.[147] Bon'a göre ise mühtediler konusunda
en kötüsü şuydu: Bu adamlar dinlerine o kadar zayıf bağlarla bağlıydılar ki,
hayatlarını tehlikeye atacak en küçük nahoş bir durumda ya da bir çıkar söz
konusu olduğunda, pek kolayca Türk (Müslüman) oluveriyorlardı.[148] Dine zayıf bağlarla bağlı olmaya
ilişkin eklememiz gereken bir örnek daha vardır. Genel olarak mühtedilerin
Hıristiyanlara Müslümanlardan daha zalimce davrandıkları bilinmektedir. Lakin
istisnalar ihtida konusunda karanlık bir noktaya açıklık getiriyor. Mühtedi bir
esir Hıristiyanlara iyi davrandığı için efendisinin kendisini çok sevdiğini
belirtir. Ne de olsa efendisi de mühtedidir. Eski dindaşlarına merhametle
davranan mühtediler de yok değildir.[149]
Georgievic pazaryerine satılmaya
götürüldüğüne Anadolu'dan bir vezir gelir ve ne işten anladığını sorar.
Georgievic de ona çocukluğundan beri bilimle uğraştığını, başka iş bilmediğini
söyler. Bunun üzerine ona "Eğer Müslüman olursan, seni satın alırım ve at
bakıcısı olarak çalışırsın. Yanımda çalışan herkes sünnet olmuştur. Zaten
sünnet olmamış birini savaşa beraberimde götürmek yasaktır" der.[150]
Heberer, diğer esirlerle birlikte
Bulak'a varınca paşa onları sarayında ağırlar. Aralarından pek çoğuna Türk
olmak isteyip istemediklerini sorarlar. Müslüman olmayı kabul edenlerin de çok
iyi günler göreceklerini söyler. Ama kimse buna razı olmaz. Daha sonraları ise
biri fırıncı, diğeri terzi olan iki Fransız bunu kabul ederler.[151]
İslam'a dönen ve Murad bin Abdullah
adını alan Macar Hıristiyan mühtedi 1556-57'de Kitab-ı tesviyetü't-teveccüh
ila'l-hakk adlı eserini kaleme alıyor ve nasıl Hz. Muhammed'in dinini
seçtiğini, bu dinin Hıristiyanlık ve Yahudiliğe olan üstünlüklerini ve kendi
ihtida hikâyesini anlatıyordu.[152] Eserinin sonunda da bu yazdığı
tezkirenin Avrupa'nın farklı noktalarından Hıristiyanların Müslüman olmasını
sağlamayı umduğunu belirtiyordu. Eserini tamamladıktan on yıl sonra onu
Latinceye çevirmiş, Osmanlıca metnin marjinlerine bu Latince versiyonu
sıkıştırmış ve Frengistan'ın uzak yerlerindeki Hıristiyanların da bunu okuyup
anlamasını ümit etmişti.[153]
Kendi hür iradeleriyle
Hıristiyanlığa geçip, vaftiz olmak isteyen Mağribiler de vardı. Yaygın sebep
topluma adapte olma arzusuydu. Ticari strateji geliştirmenin de bir yoluydu bu.
Kilise kayıtlarındaki "Gittiği yolun yanlış olduğunu kabul edip kendi
isteğiyle bizim gerçek kutsal inancımıza geldi" şeklinde ibareler hiç de
az değildi.[154] İşte örnek bir kayıt:
"Oran'da, bu ayın 5'inde (5 Haziran 1571) şapel papazı Senyör Juan Ortiz,
Mağribi olan ve Hıristiyanlığı seçen, kendi ayaklarıyla kiliseye gelen Leonor
de Borja'yı vaftiz etti. Vaftiz babası don Juan de Silva, vaftiz annesi de
donya Isabel Alvares oldu."[155]
Müslüman olma töreni
Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş
töreni, farklı seyyahlar, dönmeler ve diğer görgü tanıkları tarafından çok
farklı şekilde anlatılmıştır. Safevi topraklarında İslam'a geçen Hıristiyanlar
için yapılan gösterilere şahit olan Arthur Edwards hiç de hoş anılar
kaydetmeyecektir defterine. William Davies ise bize bu küçük törenlerin
detaylarını sunar. Yeni dönme babasına ve annesine küfretmeye zorlanır. Bir at
üzerine, "yüzü kuyruğa gelecek şekilde" yani ters olarak bindirilir
ve sokak sokak dolaştırılır. Eline bir yay bir de ok verilir, bu okla bir
Müslüman'ın elinde başaşağı duran bir İsa Peygamber figürünü vurur. Ana
babasına, akrabalarına, vatandaşlarına küfrederek sünnet olacağı yere doğru
ilerler.[156] Mısır'da buna şahit olan Arnold von
Harff da bir Hıristiyanın din değiştirip Müslüman olunca İsa Peygamber'i ve
annesini inkâr etmesi, haça tükürmesi, ayakları altında haçın parçalanmasına
katlanması ve son olarak da onun üzerinde yürümesi gerektiğini kaydeder.[157]
Bu törenin İstanbul'da ne şekilde
yapıldığını ise Edward Grimestone'dan öğreniyoruz. Bu anlatıyı bize ikinci
elden yapan Grimestone "askerler tarafından Müslüman olacakları yere
götürülen alçak Rumlar"dan bahseder.[158] "Bu iğrenç, adi herifler"
padişahın huzuruna çıkarlar ve şapkalarını ayakları altına alırlar. Bu sadece
kendi kanunlarını değil aynı zamanda şereflerini de ayakları altına
aldıklarının göstergesidir yazara göre. Burada Müslüman bir din adamı
işaretparmaklarını kaldırmalarını söyler ve şahadet getirtir.
Trapana'lı Giacomo Lo Retundo
İstanbul'da Müslüman olmuş ve kendisi için verilen şölen tam 15 gün sürmüştür.
Bu süre içinde bir at üzerinde bütün başkentte dolaştırılmıştır. Eline dokuz
yaşında Müslüman olan Giovanni de la Ascia'nın anısına bir kırbaç almıştır.[159] Schiltberger de, benzer şekilde,
yeni Müslüman olmuş bir adama mükâfat olarak yapılan töreni şöyle tasvir eder:
Müslümanlığa geçen kimseyi bir ata
bindirirler, basit halk önden yürür, din adamları arkadan giderler. Bu arada
borular, davullar ve zurnalar çalarlar. İki hoca yüksek sesle "Thary
wirdur, messe chulochur, maria(lara) (kara) baschidur, machmet kassuldur"
diye bağırırlar ki anlamı şudur: "Tanrı birdir, Mesih (İsa) kuludur,
Meryem kızıdır, Muhammed en büyük peygamberdir." Mühtedi şehrin bütün sokaklarında
dolaştırıldıktan sonra, onu camiye götürür ve orada sünnet ederler. Fakirse
büyük ölçüde mal, eşya toplayıp kendisine verirler. En yüksek beyler, onu
özellikle onurlandırırlar ve zengin ederler. Bunu yapmalarının nedeni
Hıristiyanların, Müslümanlığa daha kolay dönmelerini sağlamaktır.
Peki ya İslamiyet'i kabul eden bir
kadınsa? Yine Schiltberger'i dinleyelim: "...Keza en yüksek papaza
(müftüye) götürülür, orada yukarıda belirtilen sözleri söylemek zorundadır.
Sonra müftü, kadının kemerini alır, parça parça keser, bundan bir haç yapar. Bu
haç'ı kadının üç defa çiğnemesi ve Hıristiyan inancından vazgeçtiğini ve adı
geçen sözleri söylemesi gerekir."[160]
Schiltberger ile maiyeti Budin'e
gittiklerinde Komorno'da yaşayan ve elçilik heyetine orada katılan bir İtalyan,
"Türk" yani Müslüman olmak istediğini açıklar. Türkler de büyük bir
sevinç içinde onu paşanın karşısına çıkarırlar. Paşa da ona güzel giysiler
giydirir. "Adam, kalabalık bir alay eşliğinde bütün kenti dolaştıktan
sonra bizim gemimize geldiğinde, üzerimize doğru tükürerek bizi 'köpekler' diye
aşağıladı. Türklerin dinini değiştirip Müslüman olan Yahudileri ve
Hıristiyanları nasıl herkese teşhir ettiklerini başka yazarlar da anlattıkları
için, ben bu konuda üzerinde fazla durmayacağım."[161]
Canaye de Köstence'de genç bir
adamın Müslüman olmak üzere sünnet edilmesine şahit olur.
"Türkleştirilme" olarak adlandırdığı bu işlem için yapılan şölen onu
şaşırtmış olsa gerek: Törene katılanların tümü tuhaf, yabani hayvan postlarına
bürünmüş, ellerine kınlarından sıyrılmış palalar almış ve başlarına büyük
kartal kanatları takmışlardı. Aralarında en yaşlı olanın meydanın ortasında ve
kamuya açık birkaç söz etmesinden sonra, çığlıklar ve hakaret sözleri savurarak
birbirlerine doğru saldırıya geçtiler."[162]
Akdeniz'in mühtedileri
Calendar of State Papers'da kaydedilen belgelere göre,
1630'lu yıllarda İngiliz hükümeti Mağrip'teki İngilizlerin Müslümanlığa
dönmesinden hayli müteessirdi.[163] Pek tabii konu sadece dini bazda
bir huzursuzluk değildi. İslam'a dönen İngilizler Müslüman korsanlarla birlik
olup İngiliz sularında tehlike yaratıyorlar ya da Akdeniz'de seyrüsefer eden
İngiliz gemilerindeki vatandaşlarını esir alıyorlardı. 1636 Eylülü'nde altı
sahil şehrinin tüccarları, Sale korsanlarının, İngiliz ve İrlandalı dönmelerin
rehberliğinde kanallarda tehlike yarattıklarından, buralarda ne gemilerin suya
inmeye cesaret edebildiğinden, ne de balıkçıların balığa çıkabildiklerinden
dert yanıyorlardı.[164] Lithgow'un iddiasına göre eğer
onlara top döken ve topçuluk sanatını öğreten Hıristiyan dönmeler olmasaydı,
tecrübesiz Mağribiler denizlerde başarısız olacaklardı, aynı "karadaki
aptal Etiyopyalılar gibi."[165] Müslüman gemilerine atlayıp İslam'ı
seçenler de yok değildi.[166]
Dini ve etnik köken olarak Türklük
bir yana, bir de "meslek olarak Türklük" vardı ki, bu da özellikle
Cezayir gibi korsanlığın bir meslekten ziyade yaşam tarzı haline geldiği
yerlerde sıkça kullanılan bir terimdi. Cervantes'le aynı dönemde Cezayir'de
esir olarak bulunan Diego de Haedo bu şehir halkının yarısından fazlasının
"Türklüğü meslek edindiğini" iddia eder. Turco de profesión
(Mesleği Türk) olarak tabir edilen bu kişiler çıkarları gereği Müslümanlığı
tercih eden kişiler, yani "dönmeler"dir. Haedo bunları şöyle
tanımlar: "Türklüğü meslek edinenler, Hıristiyan kanı taşıyıp, Hıristiyan
ana babaların çocuğu olan, kendi hür iradeleriyle Türk olan kişilerdir."
Ve daha da ilginç bir detay verir: "Sadece bu Türkler ve çocukları,
Cezayirli bütün diğer Türk, Mağripli ve Yahudilerden daha çoktur." Gerçekten
de İspanyol Altın Çağı eserleri, daha rahat bir yaşam sürmek için siyasi, dini
ve sosyal iktidarın dinine geçen ya da en azından geçmiş görünen edebi
kahramanlarla doludur.
Jerónimo doğuştan Türkler (turco
da nación) konusunda da bilgi verir. Mağrip'te pek çok asker bulunduğunu,
bunların büyük bir kısmının dönme, az bir kısmının da doğuştan Türk olduğunu
söyler. Bunların diğerleri kadar saygı görmediğini, üretici ve değerli
olmadıklarını, ama esir Hıristiyanlara daha az zalimce davrandıklarını belirtir.
Bir şekilde onları dönmelerin zulümlerinden koruduklarını söyler. Çünkü
dönmelerin büyük kısmının reis, comitre, comitre yardımcısı,
gardiyan olduklarını ve Hıristiyanlara zulmettiklerini iddia eder.[167]
Canaye Türk kadırgasıyla Venedik
kadırgasının nasıl karşılaştığını anlatır: "Bu süre içinde pek çok
Hıristiyan, Türklerin yanına kaçarak Katolik inancını bıraktı; ne var ki,
Kaptan paşa acele acele donanmaya koşanlardan on sekizini –ya bazı ihanetlerden
çekindiği ya da böylesine alçak tabansızlara değer vermediğini göstermek için–
zincirleterek balyosa gönderdi. Balyos onların hepsini bir kadırganın oturağına
bağlatarak, böylesine iğrenç ve adi bir niyetten vazgeçmelerini sağlamayı
amaçladı."[168]
Vicdan azabı, pişmanlık ve ölüm
Müslüman olmak zorunda kaldıktan
sonra vicdan azabıyla kendi dinlerine dönen Hıristiyanların vita'larından
(hayat hikâyeleri) çok fazla örnek vardır. Aziz Genç Theodore da bunlardan
biridir. Henüz Bizans hâkimiyeti altındayken Edirne'de doğan Theodore, Türk
akınları sırasında ele geçirildiğinde henüz küçük bir çocuktur.[169] Sultanönü sancağındaki Melagina'ya
götürülür. Küçükken Müslümanlığa geçen bu çocuk büyüyünce pişmanlık duymaya
başlar. Bir gün bir papazla tanışır ve derdini anlatır. Papaz kendisine iki
tavsiyede bulunur: Ya halk içine çıkıp aleni bir şekilde Hıristiyanlığa
döndüğünü söyleyecektir, ya da İstanbul'a gidip Patrik'i bulacak ve bu meseleyi
onunla görüşecektir. Theodore ikincisini yapmayı seçer. Patrik de kendisine
dinini değiştirdiği yer olan Melagina'ya dönmesini nasihat eder. Burada
çobanlık yaparak hayatını kazanan Theodore halk içine çıkıp din değiştirmek
istediğini söylemese de, arkadaş bildiği bir adama açılır. O da Theodore'u
Türklere şikâyet eder. Theodore hemen kadının huzuruna çıkarılır ve hakkında
soruşturma başlatılır. Türkler para, toprak, mal mülk ve güzel kadınlar teklif
ederek onu kararından döndürmeye çalışırlar.[170] Bütün bu baştan çıkarıcı tekliflere
karşı dimdik duran Theodore yakılır. Hikâyesi bundan pek de farklı olmayan
diğer bir aziz de Aziz Genç Mark'tır. Onun sonu da 1643 yılında yakılmak
olmuştur. İslam'a geçen ve sonradan akli olgunluğa erdiğinde bundan vicdan
azabı çeken çocuk denecek yaştaki Hıristiyanların anlatıları çok yaygındır.
Hıristiyanlar neden Müslüman olur?
Eğer Osmanlı topraklarında yaşıyorlarsa ve zimmî statüsünde iseler her şeyden
önce gayrimüslimlerin ödediği çeşitli vergilerden kurtulmak için. Sosyal
statülerini yükseltmek ve hükmedenler arasına girmek de ayrı bir cezbedici
noktadır. Nispeten utanç duydukları zimmî statüsünden sıyrılmak, bir bakıma
aidiyet kazanmak da geçerli bir sebep olsa gerektir.
1437 yılında, dönemin başkenti
Edirne'de benzer bir vakayla karşılaşılır.[171] Otuz yaşlarındaki Sofyalı zimmî
asker, yayını tamir ettirmek için bir yay ustasına gider. Adamın İsa
Peygamber'in sıradan bir insan olduğunu söylemesiyle gerginlik başlar. George
da sinirlenip Hz. Muhammed'e küfreder ve kendi sonunu hazırlamış olur.
Pazaryerindeki ehl-i Müslüman da olaya karışır, hemen George'un üzerine atlar,
bir güzel döverler. George kadıya götürülür, soruşturma başlatılır. Ertesi gün
ilahiyatçılar veziri ziyaret eder ve adamın ölüme mahkûm edilmesi gerektiği
söylerler. Vezir ise zimmîyi birkaç asker gözetiminde korumaya alır, onu dayak
yemekten kurtarır ve cezasının da en fazla kırbaç olması gerektiğini belirtir.
Fanatik ulema, kalabalığın da desteğini alarak adamı ateşe atar. Türkler bu arada
boş yere kendisine din değiştirirse kurtulacağı konusunda ısrar ederler.
Kilise Hıristiyanlıktan dönenlerin
yeniden kazandırılması için çeşitli çalışmalar yapıyordu. Bu Kiliseyle
uzlaştırma (reconciliation) faaliyetleri pek çok ülkenin kilisesi
tarafından uygulanıyordu. Dönmeler din adamları tarafından sorguya çekiliyor,
kendilerine neden "Kurtarıcılarını bırakıp Türk (Müslüman) oldukları"
soruluyordu. Piskopos Hall, başpiskopos Laud'a da başvurarak A Form of
Penance and Reconciliation of a Renegado, or Apostate from the Christian Church
to Turcism (Hıristiyan Kilisesi'nden Türklüğe /Müslümanlığa dönen bir
mühtedinin ya da dönmenin kefareti ve Kilise'yle uzlaştırılması için bir
yöntem) adında, rehber kitap niteliğinde bir eser yayımlamıştı.[172] Bu esere göre kiliseyle
uzlaştırılma şöyle gerçekleştiriliyordu. Tövbekâr pazar günü beyaz kıyafetler
içinde ve elinde beyaz bir asa ile mahalle kilisesinin sayvanında duruyordu.
Yoldan geçenler bu zavallı dönme için dua ediyorlardı. Ertesi pazar günü
sayvana kadar sokulmasına izin veriliyor, vaftiz kurnasının kaidesini öpmesi
isteniyordu. Bu arada pişmanlık ifadeleri ve affedilmesi için dualar da söz
konusuydu. Üçüncü pazar günü tövbekâr aynı beyaz kıyafetlerle papaz tarafından
kilise bankına kadar getiriliyor, burada halk içinde affedilmeyi diliyordu.
Papaz toplanan kalabalığa sesleniyor ve bu günahkâr dönmeyi cemaatine aldığını
belirtip "Bu iğrenç dinden dönme günahını affediyorum" diyordu.[173] Ve bu kişiyi bir sonraki Aşai
Rabbani'ye kabul edeceğini beyan ediyordu.
Yeni azizler
Hıristiyanlığın Müslümanlık
üzerindeki üstünlüğünü ispatlamak için azizlerin vita'ları birinci
dereceden malzeme sağlıyordu. Erken Hıristiyanlık dönemi azizlerine ek olarak,
Osmanlıların elinde ölenler ve işkence gören azizler doğmaya başlamıştı. Kilise
XVIII. yüzyılda ciddi bir şekilde aziz yaratma eğilimindeydi ve bir sonraki
yüzyılda da bunu yapmaya devam edecekti.[174]
Yeni azizler (Neo-Martyr)
XIII. ve XX. yüzyıllar arası Osmanlı İmparatorluğu'nda İslamiyet'i kabul ile
ölüm arasında bir seçim yapmak zorunda kalan ve sonunda ölümü seçen
Ortodokslara verilen addı.[175] Bu süre içinde tespit edilen yeni
aziz sayısının Osmanlı İmparatorluğu içinde coğrafi dağılımı şöyleydi: Bugünkü
Yunanistan sınırları için 98, Anadolu'da 31, Bulgaristan'da 15, İstanbul'da 7,
Romanya'da 7, Trakya'da 5, Suriye'de 5, Mısır'da 2, Arnavutluk'ta 2, Rusya'da
2, Kıbrıs'ta 2, Gürcistan'da 2, Sırbistan'da 2, Ukrayna'da 1. Bunların yanı
sıra menşeleri bilinmeyen 23 yeni aziz daha vardır.[176]
Elpidophoros Lambriniadis'e göre
Osmanlı İmparatorluğu'nda savaşların kaybedilmeye ve imparatorluğun çöküşe
geçmeye başlamasıyla tolerans da azalmıştır. Yeni azizlerden bazıları askeri
operasyonlar ve milli ayaklanmalar sırasında suçlanıp idam edilmişlerdi.
Bazıları Müslüman iken Hıristiyan oldukları ya da Müslümanları vaftiz ettikleri
için öldürülmüşlerdi. Bazıları da Hz. Muhammed'e ve İslam dinine hakaret
ettikleri için ölüme gönderilmişlerdi.[177]
Osmanlı İmparatorluğu'nda din
değiştirmek istemedikleri sürece Hıristiyanların camiye girmesi, Kuran okuması
ya da genel olarak İslami çalışmalar yapması yasaktı.[178] 1672 yılında Karpenisi'li bakkal
Nicholas bu yasağa karşı gelmenin neyle sonuçlandığını görmüştür. Besmele
çekerken görülen Nicholas kadıya getirilir ve bir seçim yapması gerektiği
söylenir: ya İslam'a geçecektir ya da ölecektir. Nicholas beklenmedik bir seçim
yapar ve dinini bırakmaktansa ölmeyi yeğler.[179]
Ölüme alternatif olarak İslamiyet
Kutsal Roma İmparatorluğu'nun
İstanbul'daki büyükelçiliğinde çalışan kâhya "ölümcül bir günah"
işlemiş, büyükelçiliğe kapatılınca camdan bağırıp "Türk (Müslüman)"
olmak istediğini söylemişti. Sonunda divana çıkarılmış ve kendisine fiyakalı
bir de devlet görevi verilmişti.[180] Ölümden kurtulmanın tek yolu din
değiştirip Müslüman olmaktır. Battista, Galacz yakınlarında böyle bir vaka
dinler. Bir Türk'ü öldüren Rum tebaa ölümden kurtulmak için İslam'a geçer.[181]
XVI. yüzyılda Trablus'ta kardeşi ile
ortak yağ alıp bir Türk'e borçlanan Romane Sonnings'in sonu da hiç iç açıcı
değildir. Başına gelen türlü felaketlerden sonra ölümden kurtulmak için
Müslüman olmaya karar verir, kelime-i şahadet getirir ve Müslüman olur. Ancak
bu onu maalesef ölümden kurtarmaz. "Artık şimdi Müslüman olarak
ölürsün" diyerek onu idam ederler.[182]
"Yüreğim İsa'nın örtüsü
altındadır"
Aslında Goa'lı olan ve birkaç yıldır
Müslüman olarak yaşayan yaşlı bir mühtediye bir Yahudi söyle bir soru sorar:
"Bana söyler misin, senin inancını konuşman mı belirliyor, yoksa kıyafetin
mi?" Dönme şöyle yanıt verir: "Bay Yahudi, dıştan beni bu şekilde
giyinmiş görüyorsun, ama benim yüreğim İsa'nın örtüsü altındadır."[183] Dönmeler çoğu zaman iki dünya
arasında kalırlar. Artlarında bıraktıkları dinin müminleri doğal olarak
kendilerine saygı duymayı bırakmak bir yana, bağlarını keserler. Yeni
girdikleri cemaat içindeyse her zaman dinini değiştiren, yani bir bakıma içinde
doğduğu dine bile ihanet eden bir insan olarak hatırlanırlar.
Gizli Hıristiyanlar pek tabii
Ortodoks dünyasında da vardır. Yunan bağımsızlığına giden süreçte Girit
ayaklanmaları sırasında Hıristiyan olduklarını beyan eden Angelis, Manuel,
Yorgo ve Nicholas bunlara örnektir.[184] XVIII. yüzyılda yaşayan bir
Marsilyalı din değiştirip Müslüman olan iki zattan bahsederken hâlâ şarap
içmeye ve domuz eti yemeye devam ettiklerini bildiriyordu.[185] Diğer biri de hasta olup da ölüme
yaklaştığını hissedince bir keşişten kendisi için ayin yapmasını rica etmişti.
Bu dönmeler arasında Portekizliler de vardı pek tabii. Hıristiyanlığı
seçenlerden biri şu sözlerle kendine benzeyenleri anlatıyordu: "Bu
Portekizlilerin stili şudur: Ferrara'ya giderler, sünnet olurlar; Venedik'e
gelirler, sonra Levant'a gidip dört beş yıl geçirirler, yeniden Venedik'e
döndüklerinde kafalarında Doğu stili türbanlar olur... Bu Portekizliler ne
Hıristiyan, ne Yahudi ne de Müslüman'dır... Diğer Yahudiler de onlardan nefret
ederler, çünkü onlar Yahudilerin 'şapka'larından başka bir şey
değillerdir." Simone Contarini mühtediler için "Türkler arasında
bile, değil dünyada, cehennemde dahi, bunlardan beter adamlar bulunmaz"
diyecekti.[186]
İstanbul suçluların ve sürgünlerin
de yaşama döndüğü bir yer olarak biliniyordu. Özellikle Venedik topraklarından
ve adalarından kaçan suçlu kesim İstanbul'daki Venedik balyosundan salvocondutto
(geçiş izni) alabilmek için bu şehirde zaman geçiriyordu. Ayrıca, balyoslardan
biri, bu eşkıyaların Osmanlı'nın başkentini tercih etmelerinin sebeplerini
sıralarken şunları söylüyordu: "Türk stili hayatın özgürlüğü, Türk
kadınlarının şehvet düşkünlüğü ve dönmelerin yozlaşmış gelenekleri bir azizi
bile şeytana dönüştürebilir."[187]
3
Misyonerler
Shakespeare Venedik Taciri'nde
Launcelot'un ağzından, kendisini Hıristiyan yapan kocasından bahseden
Jessica'ya şöyle dedirtir: "Yaptı da, iyi halt yedi. Sanki etrafta
Hıristiyan azmış gibi. Zaten olanlar zor yaşıyor hep birlikte. Böyle herkesi
Hıristiyan yapmaya devam ederlerse domuz fiyatlarını gör sen."[188] Shakespeare'in bu alaylı ifadesinin
içtenliği konusunda ciddi bir yorum yapmamız mümkün olmasa da, bireysel ve
toplu olarak çalışan misyonerlerin yanı sıra özendirme usulüyle bu konuda emek
sarf eden bireylerin sayılarının çokluğu ve çeşitliliği kayda değerdir. Cizvit
misyonerlerin 1630 yılında Gesù Nuovo Kilisesi'nde hazırladıkları presepe'nin
(İsa Peygamber'in doğumunu gösteren küçük maket) içine küçük Mağribi figürler
koymaları da bundandır. Hatta 1633 yılında Amedir (?) adlı bir Türk esirinin
noter Cassetta'nın hazırladığı presepe'nin etkisi altında kalıp
Hıristiyan olduğuna dair bir anlatı bile yayılmaya başlar.[189]
Müslümanların uysal bir şekilde,
ikna yoluyla Hıristiyanlığa kazandırılması Ortaçağ'dan beri var olan bir
çabadır. XII. yüzyılın ortasında Muhterem Pierre Müslümanların tuttukları
hatalı yolun gösterilmesiyle doğru yola getirilebileceklerini iddia ediyordu.
Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için şiddet kullanılmaması gerektiğini
düşünüyordu. Juan de Segovia'nın (1395-1458) yazdığı De mittendo gladio
spiritus in corda sarracenorum (Ruhun Kılıcı Sarazenlerin Kalbine Nasıl
Saplanır) şiddet yerine ikna yoluyla bu misyonun yerine getirilmesini
öneriyordu.[190]
Büyük bir ihtimalle kendisi bir
Yahudi dönmesi olan Juan de Segovia (1395-1458) zamanının en önemli
ilahiyatçılarından biriydi ve hayatının büyük bir kısmını Müslümanları
Hıristiyanlığa kazandırmaya adamıştı.[191] Ramon Llull'un metodunu kullanarak
bu yolda barışçı bir yöntem kullanmayı tercih etmişti. Segovia'lı mudejar
Isa de Yabir'in de yardımıyla üç dilli bir Kuran-ı Kerim çevirisi hazırlamıştı:
Arapça, Latince, İspanyolca. Tüm bu yumuşak metoduna rağmen en önemli eserinin
başlığından da anlaşıldığı üzere hiç de ılımlılık arz etmiyordu. Bu tür
kitaplar bunu takip eden yüzyıllarda da basılacak, Bernaldo Pérez de Chinchón'un
1535 yılında yayımlanan Altialcorán (Kuran Karşıtı) adlı eseri bunların
en popülerlerinden olacaktı.
Hıristiyan misyonerler Asya'nın
derinliklerine kadar sızmışlardı. Schiltberger Astrahan'dan sonra Setzaler
memleketinde Çıplak Ayaklılar tarikatından rahiplere rastlar. Latince vaaz
veren bu rahipler ilahileri ve duaları Tatarca söylerler: "Birçok
Müslüman, rahiplerin söyledikleri ilahileri ve okudukları şeyleri anladıkları
için Hıristiyanlığa geçiyorlar."[192]
Kutsal kitapların silahı
San Raimundo de Penyafort 1238
yılında Dominiken keşişlerin üçüncü başı oldu. Zamanında Hıristiyanlığın en
büyük hukukçularından biri olarak anıldı. Bologna'da medeni ve dini hukuk
konusunda eserler verdi. Papanın ve Aragon Kralı I. Jaime'nin danışmanlığını
yaptı. Fransiskenlerin pek de hazırlıklı olmadıkları halde, Müslümanları
Hıristiyanlığa özendirmek için çalışmalar yaptıkları dönemlerde, Dominikenler
düzgün bir planlamaya ve bu konuda eğitime inanıyorlardı.[193] Dinden döndürmek meşru olarak zorla
yapılamayacağı için vaiz yoluyla ve entelektüelliğe dayanan bir ikna
kabiliyetiyle olmalıydı. XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa'da
"kâfirlerle" sınır bölgelerde bulunan keşişlerin –Alman, Macar,
İspanyol gibi– vaazlarının etkin olması için halkın dilini bilmeleri
gerekiyordu. Bunun için de Arapça öğreten bir okul kurulmalıydı. İlk kurulan
okul –ya da en azından ilk kurulanlardan bir tanesi– Aragonluların dostane
ticari ilişkileri yürüttükleri Tunus'ta kurulmuştu.[194]
Hıristiyanların silahlarının İslam
karşısında âciz kalması, Arapçayı yeni bir silah olarak kullanmalarını
gerektirmişti. Vaiz papazlardan oluşan tarikatların Yahudiler ve Müslümanları
Hıristiyan dinine döndürmek için yeni buluşları, onları kendi dillerinde ikna
edebilme yetisiydi. Özellikle İber Yarımadası'nda bu ihtiyaç kendini daha fazla
göstermekteydi.
Barcelona'da İbranice ve Arapça
çalışmaları 1281 gibi erken bir tarihte başlamıştı bile.[195] Misyonerlik çalışmalarının parlak
isimlerinden Katalan Ramon Llull bir Arap esirle birlikte yaklaşık dokuz yıl
boyunca Arapça çalışmıştı ve on yıl boyunca da Miramar'daki Fransisken
manastırında bu dili öğretmişti. Misyonerlik çalışmaları için Filistin'de
Avrupa kolonileri kurulmasını öneren Fransız Philip du Bois XIV. yüzyılın
başında Doğu dillerinin önemini vurgulamıştı. 1248 yılında Papa IV. Innocentius
Paris Üniversitesi'nde on delikanlının Arapça öğrenmesi için masraflarını
karşılayacağını bildirmişti. Bunlar daha sonra ilahiyat öğrenecekler ve
misyoner olarak Doğu'ya gideceklerdi.[196]
Hernando de Talavera, İber
Yarımadası'ndaki Müslümanların barışçıl bir şekilde Hıristiyan yapılması için
Arapçanın önemini savunanlardandı. Arapça gramer kitapları ve sözlüklerin
yazılması gerektiğini belirtiyordu. Böylelikle bu işten sorumlu rahipler için
de işlem kolaylaşmış olacaktı. Hatta kendisi bile ilerlemiş yaşına rağmen
Arapçanın kurallarını öğrenmişti, başkalarına öğretecek kadar Arapça bilmek
için gözlerini bile feda edebileceğini söylüyordu.[197] Postel ise "Arapça bilen bir
insanın Hıristiyanlığın düşmanlarını kutsal kitapların silahıyla yenebileceğini
ve kendi dogmalarıyla çürütebileceğini, sadece dilbilgisiyle bütün dünyayla
iletişim kurabileceğini" iddia ediyordu.[198]
Clenardus 1542 yılında hayata
gözlerini yumduğunda otobiyografik eseri Tüm Hıristiyanlara Mektuplar'ı
bitirip Şarlken'e göndermişti bile. Bu eserinde Arapça öğrenme arzusunu ve bunu
Hıristiyanlığın yayılmasında kullanma emellerini paylaşıyordu. Tüm bunlara
rağmen 1543 yılında Kıta Avrupası'nın en eski üçüncü üniversitesi olan
Salamanca Üniversitesi'nde sadece üç tane Arapça öğrencisi vardı! Çünkü
"Barbar dilleri" gereksiz olarak nitelendiriliyordu!
"Dünya bizim evimiz"
"Biz keşiş değiliz!" der
Cizvit Jerónimo Nadal ve şöyle devam eder: "Dünya bizim evimiz."[199] Bu da ruhların Katolikliğe
kazandırılması için öngörülen coğrafi alanın genişliğini retorik olarak, ancak
hayli açık bir şekilde gösterir. XVI. yüzyıldan itibaren Cizvitler uzak yakın
demeden çalışmış, Japonya ve Çin'e kadar ulaşmış, dünyanın dört bir ucuna
yayılmıştır. Tarikatın kurucusu Ignacio Loyola, tarikatın anayasası sayılan
kitabına, üstleri tarafından görevlendirildiklerinde "dünyanın herhangi
bir yerine gitmeye hazırlıklı olmak" gerektiğini esas madde olarak
koymuştu.
Topluluk içinde yapılan ikna edici
konuşmalar, vaazlar ve söylevler için kesişen yollar, şehir meydanları ve
anayollar seçilmeli ve her daim bu görevli Cizvit'in yanında iki Ave Maria
(Selam Sana Meryem) duası okuyan ve çan çalan birisi olmalıydı. Salamanca'da
teolog olan Cizvit Tirso González de Santalla, 1686 yılında uzun süren
misyonerlik tecrübesini aktardığı bir elkitabı yazmıştı: Manual para
convertir los musulmanos (Müslümanları Dinden Döndürmek İçin Elkitabı).
Üstelik Salamanca Üniversitesi'nde İslam karşıtı dersler bile vermişti.[200]
Cizvitler 8 Kasım 1583'te İstanbul'a
gelirler. Bu ilk heyetin başında Peder Jules Mancinelli bulunur. Beş din adamı
ile birlikte bu pederi gönderen XIII. Gregorius'tur. Pera'ya vardıklarında
Fransa ve Venedik elçiliklerinin yardımlarına sığınırlar.[201] Galata'daki Saint Benoît kilise ve
manastırını teslim alırlar. Şehre varır varmaz hararetli bir çalışma içine
girerler. Her yerde vaaz verirler, Katolik ve şizmatikler için bir okul
açarlar, hastaneleri ve hapishaneleri ziyaret ederler, 4000 esirin bulunduğu
zindanda çalışacak vakit de bulurlar.[202] Zindanda çalışarak, buradaki
esirlerin maddi ve manevi acılarını dindirmekle kalmayıp daha da önemli bir
misyona soyunurlar. Umutsuzluğa düşen ve çareyi İslam'a dönmekte bulan pek çok
Hıristiyan esire, direnmeleri için manevi güç vermeye, onları teselli edip,
sabırlı olmaya davet etmeye başlarlar.[203] İstanbul'daki tek tarikat Cizvitler
değildir. III. Henri'nin isteği üzerine ve Papa V. Sixtus'un da izniyle 1587-89
arasında Cizvitlerin yerine Kapuçinler geçer. Cizvitlerin ikinci misyon grubu
1609'da Paris'ten yola çıkar.[204]
Ağırlıklı olarak esirlerin manevi
sorunlarıyla ilgilenerek onları kurtuluşa çağıran Cizvit rahipleri daha pek çok
işle iştigal ederler. Pazar ve bayram günleri erkenden zindanlara uğrayıp
kutsal ayin icra eder ve esirlere dini bilgiler vermeyi ihmal etmezler. Onları
ayine eşlik etmeye davet eder ve teselli ederler: "Onlara bu dayanılmaz
tutsaklığa sabırla dayanmaya yardım ederlerdi."[205] Bütün bu işleri sadece sıradan
değil, tehlike dolu günlerde de yaparlar. Söz gelimi Cizvit peder Jacques
Cachod, 1707 senesinde kadırga ambarında esirlerle birlikte kalarak günah
çıkartmış ve bütün geceyi vebalılarla geçirmişti. Günah çıkardığı elli iki esirden
on ikisi hastadır, hatta üçü daha kendisi bile oradan ayrılmadan vefat eder.
1616 yılının 28 Ağustosu'nda dört
Cizvit rahibi Galata'ya gizlice ve izinsiz girerken yakalanır. Bu rahiplerin
buradan İstanbul'a ve oradan da saraya sızmak istediklerinden kuşkulanıldığı
için, doğrudan Yedikule zindanlarına götürülürler.[206] Bunları kötü sondan Fransız elçisi
kurtarır. Onun arabuluculuğu ve ısrarlı ricaları üzerine serbest bırakılırlar.
Ertesi gün Galata'daki Fransisken manastırına zorla giren Türkler bir
Fransisken keşişi üzerinde şüpheli mektuplarla yakalarlar. Keşişi bağlayıp
denize atarlar.[207]
Cizvitler Ege adalarında da
faaliyette bulunmuşlardır. Bernard Randolph, Eğriboz'da Cizvitlerin yerleşim
alanlarından bahseder. Burada küçük bir manastırları vardır. Kadırgalarla
getirilen esirlerle ilgilenirler.[208] Thévenot ise Andros Adası'nda
"hiçbir ressam bu kadar güzel ve hoş bir vadi tablosu yapmayı
beceremez" şeklinde tasvir ettiği bir vadinin ucundaki düzlükte
Cizvitlerin yaşadığını nakleder. Her türlü meyve ağacıyla dolu bir bahçeye bakarlar
ve buradan her yıl "hatırı sayılır bir gelir" temin ederler.[209] XVII. yüzyılın ikinci yarısında
Fransız misyonerler –Cizvitler, ardından Kapuçinler– Atina'ya yerleşmeye
başlarlar. Kurdukları manastırda gelip geçen yolcuların konaklamalarını
sağlarlar.
Farklı mezheplerden grupların
birbirine düştüğü de oluyordu. 1599 yılının Ekim ayında Venedik sefiri Girolamo
Capello, Doç'a öfke dolu bir mektup yazarak İngiliz Büyükelçisi Henry Lello'nun
Galata'da İngiliz Kilisesi kurmayı tasarladığından yakındı: "Envai çeşit
hayali faraziyelerle meşgul, evvela Galata'daki kiliselerden birini beraberinde
getirdiği papazın hizmetine arz etmek üzere kendine bahşetmesini Büyük
Senyör'den (sultandan) ricada bulunma fikrinde."[210]
Gelin gibi süslenen kiliseler
XVI. ve XVII. yüzyılda basılan relación'lar
arasında İspanya'da yapılan toplu vaftizleri konu alan pek çok örnek vardır.
Bunlar gerçek vaftizlerin abartılmış versiyonlarıdır. Toplu olarak kiliselerde
yapılan vaftiz törenlerinin şehrin dört bir yanına yayılması, nedereyse bir
karnaval ya da Paskalya şenliği gibi büyük heyecanla kutlanması, yazarın
kaleminin kuvvetiyle ilgili olmalıdır. 1672'de Sevilla'da basılmış bir relación'u
sayısız relación arasından seçtik.[211] Anlatının mübalağalı çıkışları, bu
tür eserlerin halkı coşturmak, kilise etrafında birleştirmek ve daha çok
vaftize sebep olmak için yazıldığına delalet eder.
12 folyoluk eserimiz 1672'de
Sevilla'da 44 Türk ve Mağriplinin vaftiz edildiği törenleri en ince ayrıntısına
dek anlatıyor. Ağır bir misyoner diliyle yazılmış satırları değiştirmeden,
yazarın kaleminden sunalım. Başpiskoposun çalışması, misyoner rahiplerin
vaizleri, Sevillalıların dindarlığı ve doğal şefkati sayesinde bu şehirde 44
Türk ve Mağripli din değiştirmişti. Bu olaylar şehrin başkilisesinde Kül
Çarşambası günü başlamış, paskalya haftası boyunca da devam etmişti. Bu
çalışmalara asiller ve halk katılmıştı, vaftizler Sevilla'nın pek çok
kilisesinde yayılmıştı. Halk kiliseden sokaklara taşmış, insan selleri yollara
akmıştı. Dinleyenler öyle büyük coşkuya kapılmıştı ki yaş döktükleri ve avaz
avaz bağırdıkları yetmiyormuş gibi hıçkırıklar içinde kendilerini
tokatlamışlardı. Ancak pederlerin vaazları bitince kendilerine işkence etmekten
vazgeçmişlerdi. Gece çökünce şehir halkı misyoner rahiplerin şehrin farklı
kiliselerine bölünmelerini ve dualarına devam etmelerini istemişti. Ayrıca bu
faaliyetlere hemen hemen bütün asilzadeler de katılıyordu.[212] Bu yeni Hıristiyanların vaftiz
edilmesi için kilise bir gelin gibi süsleniyordu. Mihrap birinci kalite
süslerle donatılıyor, ortalık ışıl ışıl aydınlatılıyordu. Gümüş şamdanlar
çıkarılıyor, kilisenin bütün zenginliği ve şaşaası kullanılıyordu.
Bütün paskalya haftası boyunca
şehrin sokakları çöle dönmüştü. Sadece vaaz verilen kiliselerde insan vardı.
Halk dua etmeye ve günah çıkarmaya o kadar çok kendini vermişti ki başka bir
işle ilgilenmez olmuşlardı. Paskalya haftası boyunca yapılan özel günah çıkarma
seansları bitmek bilmemişti. Bu şehirdeki Türkler ve Mağribiler bu vaazları
dinleyince din değiştirmeye başlamışlardı. Misyoner rahipler herkese esirlerini
de alıp bu vaazlara getirmelerini söylemişlerdi. Yargıçlara ise bütün özgür
Müslümanları bir araya getirmelerini salık vermişlerdi. Bu Aziz Kardeşlik
Teşkilatı (Santa hermendad) Sevilla şehrinin asillerinden oluşuyordu,
bunlar da İspanya'nın ileri gelenlerindendi. Bu kardeşlik derneği hayır
işleriyle biliniyordu. Para topluyor, ihtiyacı olanlara yardım ediyor, onları
iyileştiriyor, giydiriyor, ölülerini gömüyorlar, kısacası bütün bir yıl boyunca
çalışıyorlardı.
Relación'umuzun anlatısının perspektifinden
olayları izlemeye devam edelim. Müslümanların tatlılıkla Hıristiyanlığa
döndürülmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bunu adaletin değil şefkatin yapması
gerekiyordu. Misyoner rahipler 70 şövalyeyi görevlendirmiş ve bunları şehrin
dört bir yanına salmış, Müslümanları efendilerinin evinden çıkartmakla yükümlü
tutmuşlardı. Özgür olanları da iğrenç ve sefil odalarından çıkaracaklardı. Bu
çok büyük bir şefkatle yapıldı. Şövalyeler esirleri arabalarında taşıdılar.
Böylelikle Müslümanlar severek geldiler. Sevilla şehrinde misyoner pederlerin
Müslümanları dinden döndürmek için vaaz verdiklerini duyan halk koşarak
dinlemeye geldi. Çünkü hepsi sadece Tanrı'nın inatçı kalpleri yenebileceğini
biliyordu. Pek çok insan adaklar adamaya başladı. Şehrin önde gelenlerinden
birisi Hıristiyan olan her insan için 50 ayin adak adadı. Diğer biri, bir cuma
günü hastaneye gelip yalınayak hizmet etmeyi adadı. Başkası her bir din
değiştiren için hastanede bulunan en iğrenç yarayı öpmeyi vaat etti. Başka
birisi de eğer inatçı bir Müslüman Hıristiyan olacak olursa sonsuza kadar
ağzına et koymayacağına yemin etti. Misyoner pederler bu yapılan adaklardan o
kadar mutlu oldular ki daha vaiz vaazına başlamadan meyvelerini
toplayacaklarını biliyorlardı. Herkes bu kadar "akılsızca" yaşayan
insanları Hıristiyanlığa döndürmenin zorluğundan haberdardı. Bunların Hz.
Muhammed'in rahat dininden İsa'nın hakiki dinine geçmeleri kolay olmayacaktı.
Bu şehirde çok az Müslüman vardı, hemen hemen hepsi zenci kölelerdi.
Bu esnada "örnek" olduğu
sanılan vakalar da cereyan ediyordu. Daha on yaşında küçük bir çocuk Müslüman
olan anne ve babasının din değiştirmesi için başvurmuştu. Bu çocuk kalabalık
halkın arasında eğilip inatçı babasının ayaklarını öpmüştü. Ayrıca Müslümanlara
vaaz verildiği günlerde halka su taşımıştı. Sekiz real biriktirmiş ve
anne ve babasının Hıristiyan olması için dört ayin yapmak üzere bu parayı bir
vaize vermişti. Şehirdeki herkes bu çocuğa büyük bir saygı ve hayranlıkla
bakıyordu. "Dikenlerin arasından çıkmış bir gül" gibiydi. Erkek ve
kadın Müslümanlara ayrı ayrı yerlerde vaaz verildi. Kilisenin kendisi kadınlara
yetmediği gibi, avlu, koridorlar, galeriler, pencereler ve damlar da erkeklere
yetmedi. Vaazlar 18 Nisan'da başladı. Asillerden her biri yanına bu
Müslümanlardan birini oturttu.
Körlüğün karanlığından aydınlığa
Bu sefer de tabiat ana kendini
göstermişti. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlamıştı! Ne yağmur ne de
başka zorluklar vaaz dinleyen halkın çekilmesine sebep oldu. Diğer bir tarafta
ise Hıristiyan kadınlar Müslümanlarla kaynaşıp onlara hediyeler vererek onları
"iğrenç elbiselerine ve leş gibi kokularına rağmen" kucaklıyorlardı.
Başpiskopos her gün büyük bir heyecanla bu vaazlara katılıyordu. Vaaz bittikten
sonra din değiştirenlere bakıyor ve onları bir baba şefkatiyle kucaklıyordu.
Daha sonra onlara ziyafet vermeleri ve hediyeler sunmaları için sarayına götürmelerini
söylüyordu.
İlk iki vaazda dört kadın üç erkek
Müslüman, Hıristiyan olmuş, 14 vaaz sonra ise bu sayı 44'e ulaşmıştı. Bu sayede
Müslümanları o körlüklerinin karanlığından çıkarmışlardı. Din değiştiren
Müslümanlardan biri evine dönünce biriktirdiği 300 real'i Müslüman
karısına din değiştirmesi için bırakmıştı. Onun "körlüğünde çok
inatçı" olduğunu görünce ondan ayrılırken bu hayatta sadece Hıristiyan
olmak istediğini, çünkü Tanrı'nın ancak böyle ruhunu koruyacağını söylemişti.
Başka bir dönme de karısını aynı şekilde bırakmıştı. Bu iki adamın karıları da
kısa bir zaman sonra din değiştirmişti. Başka bir Türk (Müslüman?) esir de
kendi fidyesi için biriktirdiği parayı başka bir Müslüman'a örnek olması için
vermişti. Başka bir Sevillalı da kölesinin Hıristiyan olmasına o kadar çok
sevinmişti ki onu azat etmişti. Vaazların sürdüğü bugünlerden birinde bir kadın
Cezayir'den bir mektup almış, fidyesi için yeterli paranın bulunduğunu
öğrenmişti. Ama o "şeytanın köleliğinden kurtulmayı tercih ederek"
Hıristiyan olmuştu. Bunu gören vaftiz babaları buna çok sevinip onun fidyesini
ödeyerek onu özgürlüğüne kavuşturmuşlardı.
Bu Müslümanlar Hıristiyanlığa
geçerken bunu izleyen Hıristiyan halk gözyaşları ve gökyüzüne yükselen
çığlıklar arasında kendinden geçmişti. Mutluluk gözyaşları içinde herkes din
değiştirenlere sarılıyor, onları kucaklıyor ve minbere çıkartıyor, onlara
hediyeler veriyorlardı. Sabah seansında Katolik dininin temellerini öğretiyor,
akşam da kumpanyanın evine Katolik olarak getiriyorlardı.
Bütün bunlar arasında Müslümanların
çok değer verdiği bir adam vardı. Bu adam o kadar inatçıydı ki bu Hıristiyan
papazların vaazlarına inanmamaları için Müslümanların batıl inançlarını
körüklüyordu. Bu Müslüman bir gün misyoner pederleri ziyaret etme cesaretini gösterdi.
Pederler de onu cehaletinden kurtarmaya niyetlenmişlerdi. Ama başkalarını
etkilememesi için bu adamı diğerlerinden ayırmak gerekiyordu.[213]
Tanrı'nın bu din değiştirmelerde eli
olduğundan kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü bütün bu seremoniler sırasında
mucizeler de eksik olmuyordu. Müslümanları bu şekilde vaaz yoluyla
Hıristiyanlığa davet etmek, bu ülkede yeni bir yöntem olduğundan Tanrı da
yardımını eksik etmiyordu. Bir gün pederler 85 yaşında bir Müslüman'ı ziyarete
gittiler. Bu adam hasta olduğu için vaazlara gelememişti. Binbir çeşit dil
dökmelerine ve onu ikna etmeye çalışmalarına rağmen bunu başaramayıp dönmek
zorunda kalmışlardı. Daha sonra hiç beklemedikleri bir zaman misyoner pederi bu
yaşlı adamı görmeye çağırdılar: Adam Hıristiyan olmaya karar vermişti. Nedenini
merak edip sordular. Adam rüyasında çok hoş bir bahçedeydi ve din adamlarının
pek tatlı meyveler topladıklarına şahit olmuştu. Bu adamlardan bir tane meyve
isteyince yaşlı adama bu meyvelerin Müslümanlar için değil, sadece
Hıristiyanlar için olduğunu söylemişlerdi. Sadece bu rüya değildi etkili olan.
Buna başka bir mucize de eklenmişti. Yatağının yakınında İsa'nın çarmıha
gerildiğini görmüştü. Ona tapmak için dudaklarını çivilenmiş ayaklarına
götürdüğünde geri çekilmiş ve birdenbire yok olmuştu. İşte bütün bunların
üzerine ihtiyar adam vaftiz olmayı kabul etmişti. Bu misyoner rahipler bu hasta
ve yaşlı adamı sık sık ziyarete gidemiyorlardı. Onu gördüklerinde elinde
İsa'nın çarmıha gerilmiş bir tasviri, bir kâfir olarak geçirdiği hayatında bu
kadar ısrarcı olmasının acısıyla ağlar buluyorlardı onu. Pek çok insan onu
görmeye gidiyordu. Böylelikle 18 gün daha yaşadı. Ölünce herkes onun kollarına,
ellerine, parmaklarına ayaklarına dokundu. Din adamlarının ayaklarını
öpüyorlardı ve tespihlerine yüz sürüyorlardı. Naaşı beyaz bir taftayla sarıldı,
üzeri kan kırmızı bir kumaşla kaplandı, kafasına bir çelenk konuldu ve her
tarafı çiçekle kaplandı. Dominiken papazlar, pek çok başka insanın eşliğinde
naaşını gömmeye gittiler. Bu cenaze törenlerinin en şaşaalısı oldu; din
adamları, asiller, köylüler hep birlikte ilahi söylediler.
Müslüman kokusu
XVII. yüzyılda defterdarlık yapan
Ahmet, cariyesi olan bir Rus'tan etkilenerek Ortodoksluğa geçmişti. Her şey
kilise ayinlerinden gelen kadının her seferinde üzerine sinen güzel kokudan
etkilenmesiyle başlamıştı. Bu ıtırın nereden geldiğini sorduğunda kadın kutsal
ekmek (antidoron) yemesinden ve ayazma suyu içmesinden kaynaklandığını
söylemişti. Bu merak da onu Fener'deki Aya Yorgi Kilisesi'ne götürmüştü. Orada
Patrik IV. Dionizos'un yaptığı kutsal ayinden etkilenmiş ve 1682 yılında
Ortodoks olmuştu.[214]
Bir kadın yüzünden din değiştirip
İslam'a geçen erkekler arasında en enteresanlarından biri de
Timotheos-Triandafilos'un hikâyesidir. 1820 yılında evden kaçıp başka bir
Müslüman'la evlenen karısını geri getirmek misyonuyla o da İslam'a geçmişti.
Onu yeniden kazanabilmenin Müslüman olarak daha kolay olacağını düşünmüş
olmalı. Sonunda bunu başarmıştı da. Hayat hikâyesinin kalan kısmı daha da
çarpıcıdır. Kadının geçimini sağlamış ve sonunda bir manastıra kapanmış,
İslam'ı reddetmiş ve burada ölmüştür.
Ortodoksluğu seçen Müslümanların
hikâyeleri hayli ilginçtir. Bunlar arasında sadece sıradan bir Ortodoks değil,
bir keşiş olan ve huzur içinde Korfu Adası'nda ölen Musa-Dimitri, Konitsalı bir
şeyhin oğlu olan, İon adalarındaki savaş sırasında Ortodoksluğu tanıyan ve
vaftiz olan Yahya, Midillili bir Müslüman iken çalışmaya İzmir'e giden ve
burada şehrin kilisesinde papaz Kallinikos'un vaazlarından etkilenen ve
Aynoroz'da keşiş olan Constantine de vardır.
Müslümanlıktan Ortodoksluğa dönen
Osmanlı tebaası ayrıcalıklı konumunu bırakıp daha zor bir hayatı seçmiş
oluyordu. Bu da her şeyden önce daha az güvence, daha çok vergi, mahkemede de
şahitliğinin kabul edilmemesi demekti.[215]
VII
Keskin algı
1
İslam algısı
Felix Fabri, XV. yüzyıl, Evagatorium
in tarrae Sanctae, Arabiae et Egypti Peregrinationem adlı eserinde şu
yorumu yapar.
Sarazenler, sürekli olarak aldıkları
çeşitli biçimlerdeki aptes nedeniyle berbat bir koku yayarlar. Ve bizim kokmadığımız
düşünülünce, bizim onlarla birlikte yıkanıp yıkanmamamızı önemsemezler. Ama
kokuları daha da beter olan Yahudilere karşı o kadar da hoşgörülü değillerdir.
Bizi banyolarına davet ederler, çünkü tıpkı cüzamlı bir adamın, topluluğuna
sağlıklı biri katıldığında, bu adam aşağılanmayacağı ve cüzamlı, sağlıklı bir
insanla temas halinde olmanın bir şekilde kendi sağlığını geliştireceğine
inandığı için sevinmesi gibi, pis kokulu Sarazenler de topluluklarına bizim
gibi kokmayan insanların katılmasından mutluluk duyarlar.[1]
İslam'ın Ortaçağ'dan itibaren
Hıristiyanlar tarafından ne şekilde algılandığının pek çok örneğinden biridir
bu. Müslümanların tadı, kokusu, görüntüsü başkadır. Konuştukları dil kulağa
garip gelir, daha önce de gördüğümüz gibi bugün İspanyolcada anlaşılmayan
sözler için Arapça kelimesinden bozma algarabia'nın kullanılması da buna
örnektir. Yine Don Quijote'den bir sahneyle anlatmak istersek, Sancho
Panza'nın domuz tuzladığına şahit olduğunu iddia ettiği Dulcinea'nın ne kadar
kötü koktuğunu söylemesi, zihinde kurulan hayalin insanı yanıltabileceğine, ama
beş duyunun asla kandırılamayacağına güzel bir örnek değil midir?
Yine Cervantes'le devam edelim.
Cervantes, şaheseri Don Quijote'de, Lotario'nun ağzından devrinin
Hıristiyanlarının Müslümanlar hakkındaki genel yargısını dolaylı yoldan ve
alaylı bir şekilde gösterir. "Bana kalırsa, senin kafan da
Mağriplilerinkine benziyor" der Lotario, "bu adamlara, bağlandıkları
dinin yanlışlığını ne Kutsal Kitap'tan örnekler vererek, ne akla uygun
kuramlarla ya da dinsel inançlara dayanan kanıtlarla, ne kusursuz akıl
yürütmelerle gösterebilirsiniz. Onlara elle tutulur, kolay, tanıtlayıcı,
çürütülmez örnekler vermek, örneğin 'iki toplam birbirine eşitse, bunlardan
eşit parçalar çıkardığım zaman, geri kalanlar da eşit olur' demek gerekir. Eğer
yine anlamazlarsa –ki çoğu kez anlamazlar– o zaman, elle göstermek, gözlerinin
önüne sermek gerekir, ama aslını arasanız, hiçbir zaman bütünüyle
inandıramazsınız bizim dinin daha iyi olduğuna."[2] Cervantes bir bakıma 1970'ler ve
80'lerde sosyologların tartıştıkları konuları 400 yıl öncesinden hicvetmiş
gibiydi: Sais, Turner, Abdel Melek, Delacampagne genel olarak Doğu kültürünün
statik olduğunu ve dinamik ve evrim içinde olan bir Batı kültürü karşısında
durağan kaldığını iddia etmişlerdi.[3]
Devrin Hıristiyan'ının kafasındaki
İslam, yanılgı içinde olan bir dindir; Hz. Muhammed sahte bir peygamber ve bu
dine inanan Müslümanlar ise çok büyük bir yanlış içinde olan ve de bunun
farkına varmayan insanlardır. Ortaçağ'daki İslam'a dair başka bir yanlış kanı
da İslam'ın Hıristiyanlığın sapkın bir formu olduğu, Hz. Muhammed'in de
şeytandan aldığı ilhamla çalışan bir din sapkını olduğuydu.[4] Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca sık sık
basılan anticorano (Kuran karşıtı) eserlerin başlıkları içeriklerine
ışık tutar.
Avrupa'nın Araplara en yakın olduğu
Bizans döneminde bile İslam hakkında hayli yanlış bilgilerin yayıldığı görülür.
IX. yüzyılda İslam üzerine bir kitap kaleme alan Nicetas Byzantinos'un Kuran-ı
Kerim'den yaptığı alıntılar yanlış çeviriden kaynaklanan hatalarla doludur.[5] Ne de olsa genel olarak İslam'ın
yanlış algılanmasının esas sebeplerinden biri dil sorunudur.[6] Aynı şekilde Leo Choirosphactes'in
eserinde ise Hz. Muhammed'in kölesi Zeyd'le ilgili yanlış bilgiler vardı.
Ortodoks Kilisesi'nin en saygın ilahiyatçılarından, hayli kültürlü biri olan
Şamlı Yahya bile benzer hatalara düşmüştü. Türk Korkusu kitabımızda uzun
uzun yer verdiğimiz Avrupa'nın İslam ve Hz. Muhammed algısını burada yeniden
tekrarlamak yerine başka birkaç noktaya değinelim.
Bu yanlışları Avrupa'nın parlak
Hümanistleri de devam ettirecekti. Erasmus, Muhammed'in Türkler tarafından
öldürülmesi gibi yeni bir bilgi verirken, aslında, orduları Perslere karşı
çarpışan Muhammed'in Heraklion Savaşı'nda yaralandığını söyleyen Polidoro
Virgili'nin (Polydorus Vergilius) ifadelerini (bir anlamda) süslemekten başka
bir şey yapmamıştır.[7] Erasmus bu bilgiyi abartmış,
Muhammed'in Türkler tarafından öldürüldüğüne kadar gelmiştir. Göçebe Türklerin
Müslüman olmaları ilk olarak 1000 yıllarına denk gelir; Cengiz Han tarafından
kuzeyden sürülen Türklerin Küçük Asya'da bağımsız kavimler halinde ortaya
çıkmaları ise yaklaşık 1220'lerdedir.
1515 yılında Londra'da basılan ve
çok az bilinen bir eser Kuran adı altında karşı propagandayı sürdürür.
Bu adı taşımasına rağmen, eser kısa, yetersiz, yanlış, uyuşmaz bilgilerle
doludur. İlk sayfada, elinde bir kılıç olan ve ön saflarda peçeli kadınların da
bulunduğu bir kalabalığın önünde duran bir vaiz vardır. Halk, Tudor İngilteresi
kıyafetleri içindedir.[8] Üstelik Türklerin dinleri gereği
kendi dinlerine inanmayan herkesi öldürdükleri belirtilir.
Şarap ve süt ırmakları, güzel
huriler...
Ortaçağ'da, daha sonraki çağlarda da
olacağı gibi, İslam'a dair en çok polemik yaratan iki konu alkol yasağı ve
çokeşlilikti. Her ikisi de Hıristiyanların akıl erdiremedikleri meselelerdi.
Hem Yunanca, hem de Arapça yazan Theodore Ebu Kurra'nın eserinde çokeşlilikle
ilgili bir tartışma vardı. Migne'nin Patrologia Graeca adlı 161 ciltlik
eserinde Theodore ve bir Müslüman çokeşlilik üzerine tartışmaya girerler.
Theodore Müslüman'a İslam'daki poligamiyi nasıl açıkladığını sorar. Müslüman
ise bunun için iki sebep bildirir: zevk ve çok sayıda çocuk yapabilme imkânı.[9] Theodore, Âdem Peygamber'in sadece
tek eşi olduğunu söyler.
İslam'ın iyi müminlere vaat ettiği
cennet ise Hıristiyanlar için başka bir alay konusudur. Buna göre cennette her
erkeğe tam 10 kadın düşmektedir. Ramazan ayı hakkındaki bilgi de hayli
çarpıktır. Sene boyunca yedi ay oruç tutulduğu sanılır. Thévenot ise kendi
vatandaşlarına Müslümanlıktaki cennet ve cehennem kavramlarını özetlerken
klasik söylemi takip eder: "Muhammed, ahiret mutluluğuna erecek kişilere
içinde ırmakların akacağı, her mevsim leziz meyvelerin yeneceği Cennet
bahçeleri vaat eder. Cennet'te su, süt, şarap ve bal nehirleri olacağını da
söyler. Allar ve yeşiller giyeceklerini, ellerinin altında 'Cennet kızları'
diye bilinen huriler olacağını, bunların çok güzel bakireler olacaklarını, taze
yumurta kadar beyaz tenli, kapkara gözlü, süt gibi bembeyaz bedenli
olacaklarını, hep çok genç kalacaklarını, asla on beş yaşını geçmeyeceklerini
ve her gün kızlıklarının geri geleceğini ve müminlerden başka kimseye
bakmayacaklarını müjdeler. Oraya gidenlerin asla otuz yaşını geçmeyeceklerini,
kendilerine genç oğlanların (gılman) hizmet edeceğini de (görüneceğini)"
ekler. "Zevk dolu bu Cennet hakkında daha bir sürü şey anlatıldığını ve
birçok yazar tarafından uzun uzadıya yazıldıkları" için bunları
nakletmeyeceğini bildirir. "Muhammed bu cennette onlara, duyularını
etkileyebileceğini düşündüğü her şeyi vaat etmiş ve onlara bahçeler, meyveler,
dereler ve nehirlerle bir şenlik armağan etmiştir, çünkü kendisi çok sıcak, çok
az meyve bulunan ve iyi bir kuyunun hazine sayılacağı kadar su kıtlığı yaşanan
bir diyardandır."[10]
Müslüman cennetinde vaat edilen
huriler ve bu dünyadaki çokeşlilik İslam'a dönülmesinde çok büyük bir etken
olarak karşımıza çıkıyor. Engizisyon kayıtlarında İslam'ın her iki dünyada da
vaat ettiği çok sayıda kadının Hıristiyan ruhları baştan çıkardığına dair
sayısız belge mevcuttur. Pek çok sanık Engizisyon mahkemesinde bu düşüncenin
nasıl akıllarını başlarından aldığını hiç çekinmeden söylemişlerdir. Luther
bile, sayı konusunda bir hayli yanılmakla birlikte bunu gündeme getirir:
"Muhammed'in Kuran'ı, evlilik kurumunu saymaz, herkes istediği kadar çok
sayıda kadını alabilir. Bu yüzden de Türklerdeki âdet, bir erkeğin on, yirmi
kadar kadına sahip olmasıdır. Ve istediğini istediği zamanda terk eder ya da
satar."[11] Blount da, bir seyyah gözüyle
İslam'ın "insani zevkleri desteklerken kullandığı kurnazlık"tan dem
vuracaktır.[12]
Gonzalez İslam cenneti konusunda da
alaylı bir tavır sergiler: "Bu argümanları kim gülmeden
dinleyebilir?" der.[13] Ona göre mantık sahibi insanlar bu
"masallara ve komik rüyalara" inanamazlar. "Akıllı ve sağduyu
sahibi Müslümanların bunları okuyunca bunların komik ve absürt masallardan
başka bir şey olmadığını kabul etmemeleri affedilemez bir şeydir"
yorumunda bulunur. O, ne de olsa bir misyonerdir ve maddi güzellikler, bir
kısmı dünyada yasak olan zevk veren nesne ve varlıklarla dolu bu cennetin
antipropagandasını yapmayı ihmal etmez.
İslam'ın vaat ettiği cennete bütün
bu alaylı ve önyargılı yaklaşanlar bahsinde, Fatih'e mektup yazan II. Pius'u da
unutmayalım. Gönderildiği şüpheli olan mektupta aynen şöyle diyordu papa:
"Sizin dininiz öteki dünyada sütten, baldan ve şaraptan nehirlerin yanı
sıra lezzetli yiyecekler, çok sayıda kadın ve kapatma, meleklerle ilişki, bu
aptal faaliyetlere yardım eden melekler, kısacası etin (bedenin) arzuladığı her
şeyi vaat ediyor. Bu bir öküzün ya da eşeğin cenneti olabilir, insanoğlunun
değil!"[14] Bu son örneğimizde de olduğu gibi
Hıristiyan dünyanın algılamakta zorlandığı nokta, tensel zevklerin ruhani
olması beklenen diğer dünya için vaat edilmesidir.
İslam konusunda yorum
XI. yüzyıl başında Gandersheim
Manastırı'nda bir rahibe olan Hrotsvitha, Aziz Pelagius için kaleme aldığı
nazımda, Sarazenlerin Hıristiyanların kendi dinlerine inanmaya devam etmelerine
izin verdiklerini, ama altınlardan yapılmış olan Tanrılarına küfür edilmesini
ölümle cezalandırdıklarını yazıyordu.[15] Pek tabii Müslüman topraklarında
İslam konusunda kötü sözler sarf etmek hiç de sağlıklı sonuçlar getirmez. Bu
topraklara ayak basanlar da bunun yeterince bilincinde oldukları için
yorumlarını memleketlerine döndüklerinde kendi dillerinde yapmak üzere
kitaplarına saklarlar. Ama zaman zaman Hıristiyanların İslam topraklarında da
dine yönelik eleştiri yapma fırsatları olur. Coryate bu Hıristiyanlardan
biridir. İngiliz seyyah İndus Nehri'ni geçmiş ve Multan'a varmıştır. Burada
bulunduğu süre içinde Hintli bir Müslüman'la tanışmış ve onunla İtalyanca anlaşmıştır.
Bu adamcağız yıllar öncesinde İstanbul ve İskenderiye arasında yolculuk yapan
bir gemideyken Floransalılar tarafından esir alınmış ve Livorno'ya
götürülmüştür.[16] Dolayısıyla, bu süre içinde
İtalyanca öğrenmiştir. Osmanlı ve Safevi topraklarında bulunduğu sırada pek çok
hakarete maruz kalan Coryate adeta bunun intikamını almak için bir fırsat ele
geçirmiş olur. Şimdi Moğol Hanı'nın nispeten toleranslı topraklarında istediği
yorumları yapabilir ne de olsa: "Eğer Türkiye'de ya da İran'da Muhammed'in
aleyhinde bu kadar konuşmuş olsam, beni şiş kebap yaparlardı. Ama Moğol
topraklarında bir Hıristiyan dünyanın herhangi bir yerinden bir Müslüman
ülkesinde olduğundan çok daha özgürce konuşabilir."[17]
Hydra'nın başları
Yukarıda bahsini ettiğimiz Cizvit
Tirso González de Santalla'nın 1686 yılında yayımlanan Manual para convertir
los musulmanos (Müslümanları Dinden Döndürmek İçin Elkitabı) adlı kitabı,
Avrupa'da büyük rağbet görmüş, özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun başarısız
II. Viyana Kuşatması'nın akabine denk gelmesiyle kitabın şanı artmıştı.
Cizvitler 1688-89 yıllarında bu kitabın bir Almanca baskısını hazırlayıp,
önsözünde İmparator I. Leopold'a Macaristan'da "defne yapraklarıyla
süslenmiş Herküles'in kılıçlarıyla Müslüman Hydra'sına karşı
savaştıklarını" yazıyordu.[18] İslam'ın Hydra gibi dokuz başlı,
her kesildiğinde yeni çıkan başıyla savaşan bir canavar olarak gösterilmesi
yeni değildi. Coşku dolu bu önsözde ayrıca hilalin kulelerin tepesinden
düştüğü, onun yerine zaferin işareti olarak haçın asıldığını da belirtiyordu.
Tirso González de Santalla bu
kitabında da İslam'ın şartlarını boşa çıkaracak savunmalarda bulunuyor, bunu
ikna edici bir dille Müslümanlara anlatmaya çalışıyordu. Hıristiyanlara İslam'ı
anlattığı bölümlerde ise aynı savunma tekniğini kullanıyordu. Ramazan, ona göre
bu mantıksız uygulamalardan biriydi. "Bütün gün yemeğe ellerini sürmeden
durur, akşam çökünce öyle bir doymak bilmez açgözlülükle yemeğe saldırırlar ki
bütün gece yer içerler" diyordu.[19] Ayrıca kadınların taşlanmasından
(recm) da bahsetmeden geçemeyeceğini belirtiyordu.
İslamsız Dünya
Bernard Lewis, Raymond Schwab'ın The
Oriental Renaissance. Europe's Discovery of India and the East, 1680-1880
(Doğu Rönesansı. Avrupa'nın Hindistan ve Doğu'yu Keşfi) adlı eserine yazdığı
kitap tanıtım makalesinde, Avrupa'nın kaydedilen tarihin en eski çağlarından
beri Doğu'daki komşularına zaten korku, bazen açgözlülük, bazen merak, bazen de
tedirginlikle baktığını yazıyordu. Yıllardır her ikisi arasındaki ilişkiler
fetih-yeniden fetih, saldırı-karşı saldırı şeklinde gelişmişti. Persliler Yunan
şehirlerine saldırmış, karşılığında Büyük İskender tarafından fethedilmişlerdi.
Araplar Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, Sicilya ve İspanya'yı ele
geçirmişler, Reconquista'yla (Yeniden Fetih) elde ettiklerinin bir
kısmını kaybetmişler, ama diğer bir taraftan Müslüman orduları Haçlıların karşı
saldırılarından topraklarının büyük bölümünü koruyabilmişlerdi.[20]
Peki ya İslam olmasaydı? Graham E.
Fuller İslamsız Dünya adlı eserinde İslamsız bir dünyada yine de aynı
şekilde hizipleşme ve bölünme olacağını iddia eder.[21] Tarihçiye göre İslam doğduğu
coğrafyada can bulmamış olsaydı, İslam'ın yerini Doğu Kilisesi alacak ve bu
sefer de esas savaş Batı ve Doğu Kiliseleri arasında olacaktı. Doğu'yla
Batı'nın savaşını aynı dinden, fakat farklı mezheplerden insanlar sürdürecekti.
2
Türk algısı
İncelediğimiz bu dönemde Türkler
dünyanın akla hayale gelmeyecek köşelerinde, akla hayale gelmeyecek şekilde
resmedilmiş ve kelimelerle ölümsüzleştirilmiştir. Nurhan Atasoy uzun yıllar
üzerinde çalıştığı Osmanlı Kültürü'nün Avrupa'da Yansımaları (1453-1699)
adlı çalışmasında Osmanlılara ait en küçük motiflerin bile peşinden koşarak,
yap-bozun parçalarını bulmuş, ufak motiflerin bile nerelere kadar ulaştığını
göstermiştir. Polonya'nın unutulmuş bir kasabasında, küçük bir kilisede
saklanan papaz cüppesinin üzerindeki Türk motifleri bunu kanıtlar niteliktedir.
Ortaçağ'ın ilk başlarında, Doğu'dan gelen motifleri kiliselerinde kullanan
Merovenjler gibi, bu dönemde de İslam desenleri kutsal mekânlara kadar sirayet
ediyordu.[22] Türk'ü ve Türk'e karşı kazanılan
zaferleri ölümsüzleştirme geleneğinin en çarpıcı örnekleri arasında Rusların
Osmanlı donanmasını 1853'te Sinop'ta uğrattığı ağır yenilgiyi (Sinop baskını)
anmak amacıyla şehrin adının bir votka markasına verildiğini atlamayalım.
Türk'ün ölümsüzleştiği en ilginç
sanat eseri ne bu motifler ne de mimari eserlere giren örneklerdi. XVIII.
yüzyılın sonunda Türk kavramı en akla hayale gelmeyecek şekilde ele alınarak
şehirden şehre, ülkeden ülkeye götürülmüştü. 1770 yılında Wolfgang von
Kempelen, İmparatoriçe Maria Theresa'yı etkilemek için gerçek boyutlarda bir
Türk'ün oynadığı mekanik bir satranç makinesi yapmıştı! Aslında bu mekanik bir
illüzyondan başka bir şey değildi, çünkü satrancın altındaki kutuya gerçek bir
satranç uzmanı giriyor ve rakibini de Türk'le müsabaka yapıyor hissine
kaptırıyordu. 84 yıl pek çok adamla satranç oynayan bu aletin adı Schachtürke
(Satranç Türkü), "Chess Turk" ya da Macarcada olduğu gibi sadece a
Török (Türk) olarak anılıyordu. Türk'ün yendiği devler arasında Napoléon
Bonaparte ve Benjamin Franklin de vardı![23]
Peki Kempelen neden gerçekten
çarpıcı bir icat olan bu mekanik satranç uzmanı için kara sakallı, gri gözlü,
geleneksel kıyafetleri ve sarığı içinde, üstelik bir elinde de upuzun bir tütün
çubuğu olan bir Türk'ü tercih etmişti? Sol elinde vakur duruşuyla tuttuğu bu
çubukla belki de tek elle dünyaya meydan okuduğunu gösteriyordu. Bu sadece
görsel bir parça olmamalıydı. Yüzyıllardır Habsburglara zor zamanlar yaşatan,
her daim en büyük düşmanları olan Osmanlı'yı temsilen bir Türk'ün Schönbrunn
Sarayı'nda şaşaalı bir şekilde sunulması hayli anlamlı olmuştu. Mekanik satranç
muhteşem bir şekilde tasarlanmıştı. Orada bulunan bir seyyah olan Louis Dutens
aleti kandırmaya çalışmış, ama başaramamıştı. Alet herkesi mağlup ettiğinden bu
Türk'ü yenmek onunla müsabakaya tutuşana çok büyük prestij getiriyordu. Tüm bunların
altında yatan Avrupa'nın Türk'ü yenme arzusunun bir satranç tahtası üzerinde de
olsa tatmin edilmesi olmalıydı. Bu da çok büyük bir çaba sarf etmeyi
gerektiriyordu.
Türklere dair yazılanlar
Türkler özellikle XVI. yüzyılda
Avrupa matbaalarında basılan kitapların revaçtaki konusu haline gelmişlerdi.
Fransa'da 1480-1609 yılları arasında Amerika'ya dair sadece kırk kitap
yazılmışken, Türklere dair seksenden fazla kitap kalem alınmıştı.[24] XX. yüzyılda yapılan bir çalışma
ise 1501-1550 yılları arasında Türklerden bahseden eser sayısının yaklaşık
1.000 olduğunu gösteriyordu.[25] Genel olarak amaç sadece bu ortak
düşmanı yakından tanımak değil, bir karşı propaganda akımı yaratıp güç
merkezlerinden halka, yani tepeden aşağı inen bir bilinçlendirme sistemi
yaratmaktı. Türkler en çok merak uyandıran halklar sırasında şüphesiz en üst
sırada yer alıyordu ve onları anlatan her eser defalarca basılıyor, basılan
eserlerden alıntılar başka eserlere taşınıyor, bazen bütün bütün alınıp
aralarına yorumlar yapılarak yeniden basılıyordu.
Giovan Antonio Menavino esareti sonrasında
bastırdığı Türkleri anlatan eserinde "Onların bütün kanunlarını,
dualarını, katlandıkları sıkıntıları, sadakayı ve bu körlerin (Türklerin) gün
ışığından ruhlarını kurtardıklarını zannettikleri şeyleri derinlemesine
öğrendim" derken bir bakıma onlara karşı verilecek savaşın öncesinde
şifrelerini çözdüklerinden dem vurur.[26] Merak doğal olarak ihtiyaçtan
doğmaktadır. Daha 1546 yılında, ilk İngiliz büyükelçisi İstanbul'a gönderilmeden
çok önce, Londra'da Paolo Giovio'nun yüzyıla damgasını vuran eseri Commentario
delle cose dei Turchi (Türklerle İlgili Olaylar Üzerine Yorumlar)
İngilizceye çevrilmişti.[27] Giovio bu dönemde Türkler hakkında
yazan pek çok yazarın referans kaynağı olmuştu. Üstelik yüzyılın en güvenilir
kaynaklarından biriydi. Ancak birçok bilgi fütursuzca intihal yoluyla başka
yapıtlara aktarıldığı için birbirine benzer bir sürü hatalı bilgi dolaşır
olmuştu. Charles Perry, kendi dönemine –XVIII. yüzyıl başı– dek Türkler
hakkında yazılanları çok güzel bir şekilde özetliyordu: "On binlerce
ayrıntı ve önemsiz şey."[28]
İtalyan asıllı tarihlerden kelimesi
kelimesine alınan bir başka bir tarih de Vasco Diaz Tanco'nun Palinodia de
los turcos adlı eseridir.[29] 1547'de Orense'de basılan bu
vakayinamenin 500 yıl sonra Badajoz'da yeni bir baskısı yapılmıştır. Kitabın
hiç de kısa olmayan başlığı bile bize vakanüvisin ne denli sübjektif olduğunu
gösterir: "Korkunç ve vahşi Türk milletinin, hilekâr sanatlarının ve
gaddarca savaş stillerinin, ve hâkimiyetleri altına alıp kaygısız bir vahşetle
sahip oldukları imparatorluklar, krallıklar ve vilayetlerin başlıksız tekzip
kitabı."
Kanuni Sultan Süleyman'ı anlatan
uzunca bir bölümün Paolo Giovio'nun eseriyle kelimesi kelimesine aynı olması
şüpheleri ortadan kaldırır. Başka bir deyişle Vasco Diaz Tanco del Fregenal,
Paolo Giovio'nun yazdığı Türk tarihi üzerine kendi nesnel ve keskin görüşlerini
eklemekten başka bir şey yapmamıştır. Bu eser ayrıca "Kâfir Türk"ün
vakanüvise göre değişen sıfatlarının zenginliği bakımından çarpıcıdır. Ona göre
Türkler "kahrolası bir halk", Süleyman "vahşi" ve
"savaş seven'" bir imparatordur. 71. bölüm aynen şu başlığı taşır:
"Kahrolası hükümdar Süleyman'ın planları ve şeytani hülyaları ve kayda
değer hilekârlıkları." Başka bir bölümde ise şöyle der: "Bu kahrolası
prens rahat duramadığından bir sonraki yıl başka bir sefere çıktı." Bir diğer
ilginç örnek ise bu bahsi geçen tarihin 75. bölümünde yer alır: "Bu
kahrolası millet, atlarının çokluğu, askerlerin çektiği acılar ve bitmek
tükenmek bilmez bir para meselesiyle, uzun savaşlara çıkarak bizi yavaş yavaş
zayıflatıyorlar, ve nihayetinde de yaptıklarıyla bize büyük zararlar
veriyorlar, aynı diğer milletlere yaptıkları gibi."
Antonio Fajardo y Acevedo'nun Relación
Universal de todo el imperio otomano (Bütün Osmanlı İmparatorluğu'nun
Evrensel Anlatısı) adlı tarihi, sekiz kitaptan oluşur ve devrin diğer
vakanüvislerinin aksine bize bu tarihi kimlerden derlediğini önsözünde
bildirir: "Türk vakanüvisleri Saidino (?), Nisri (Neşrî) ve Lazaro
Soranzo, Ludovico Dolce, Vicencio Bratutti, Antonio Caboga, Leonardo Aretino,
Don Otavio Sapiencia ve Augenio Pissenio Busbequio."[30] Türk tarihi yazan İtalyan
vakanüvisleri hiç şüphesiz, Osmanlılarla yakın ilişkiler içinde bulunmayan
İspanyollara birinci dereceden kaynak teşkil ediyorlardı. Türk tarihi anlatan
pek çok İspanyol vakanüvisinin yazdıklarının yer yer satırı satırına aynı
olması bunların bir İtalyan vakanüvisten aynen alındığı şüphesini doğurur.
Venedik doçları ve elçilerinin bütün Avrupa için "Türklerle ilgili haber
ajansı" görevi görmeleri bu tezi doğrular.
Vicente Rocca'nın 1556'da
Valencia'da yazdığı Hystoria en la que se trata de la origen y guerras que
han tenido los turcos (Türklerin Menşei ve Savaşlarına Dair Tarih Kitabı)
adlı kitabı, bugün Madrid Milli Kütüphanesi'nde elyazması olarak saklanmaktadır.[31] Onun kullandığı kaynaklar da hemen
hemen aynıdır. Giovio Paulo'nun tarihleri kadar olmasa da, detaylı bir
elyazmasıdır ve Kanuni'nin 1532 "Alaman Seferi" hakkında onun vermediği
detayları sunar. Dilinde ise, devrin "Katolik" vakanüvislerinin
klişelerinden çıkmaz: "O bin beş yüz otuz yedi yılında ve bir sonraki sene
şeytan başıboş dolaşıyordu, çünkü dünyada pek büyük savaşlar vardı ve bunların
büyük bir kısmına da, İmparator'un (Şarlken'in) topraklarına saldırmak için
Türklerle Fransa Kralı François sebep oldu ve bu yüzden kâfir üç yüz gemi
donattı."[32] İspanyol vakanüvislerinin sürekli
olarak gündemde tuttukları bu "kâfir" imgelemi, Salazar'ın 1570'te
yayımlanan Hispania Victrix'inde çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar.
Kitabının ilk bölümünün ilk satırı şöyledir: "Kâfir Türklerin ve
Mağribilerin Hıristiyanlara yaptıkları ve yapacakları düşmanlık artıp duruyor,
çünkü biz onların sahte, yalancı ve iffetsiz Kuran'ına alaka göstermiyoruz. Ve
o kahrolası peygamberleri Muhammed'e küfrediyoruz."
Aynı kütüphanedeki 5763 sayılı
elyazması ise Rodoslu bir şövalye tarafından yazılan El estado de la Casa y
Corte del Gran Turco, y horden de su gente de guerra, y de su contaduría'dır.
(Büyük Türk'ün Hanesi, Sarayı, Savaşçılarının ve Mali İşlerinin Durumu). Bu
eser diğerleri gibi kolaj bir çalışma gibi görünse de, yazarın bilgilerini bir
araya getirme konusunda özen gösterdiği anlaşılır. Bu şövalyenin yazdıklarının
en çarpıcı yanı Türklerin Barbaros'tan önce donanma kurmak için "Yunan
dağlarına çıkıp çoban toplamaları"nı iddia etmesidir. Aynı folyoda bulunan
Kanuni'nin portesi diğer İspanyollar tarafından çizilene benzer, hiç de
sempatik değildir. Buna göre Süleyman "zayıf ve pek orantısız
vücutlu" "hiçbir şeyden zevk almayan" bir hükümdardır.[33]
Türk Krakow'u Budin'den görür
Macaristan'ın Osmanlı İmparatorluğu'nun
eline geçmesinden sonra Lehistan'da parlamento işte bu uyarıyı almıştı:
"Türk Krakow'u Budin'den görür."[34] Bu yüzden Avrupa'nın dört bir
yanında Türklere karşı önlem almak için yazılan eserler mantar gibi çoğalmaya
devam ediyordu.
1603 yılında Londra'da Türkleri
anlatan ve orijinali 1200 sayfa olan devasa bir eser basılmıştı: The
Generalle Historie of the Turkes (Türklerin Genel Tarihi). Bu eser öyle
popüler olmuştu ki 1603 ve 1638 yılları arasında tam beş baskı yapmıştı.[35] Knolles bu eseri toplamak için tam
on iki yıl çalışmıştı. Knolles'u Türklerin tarihini yazmaya sürükleyen, Osmanlı
İmparatorluğu'nun Avrupa içlerine doğru ilerlemesinin İngiliz beyzadeler ve
akademisyenler arasında sık sık konu edilmesiydi. Knolles'un da böyle bir çevre
içinde bulunması bu çetrefil işe girişmesini yeterince açıklıyordu zaten.[36] Knolles'u besleyen ve onu yazmaya
yüreklendiren sayısız kronik ve Türkleri anlatan küçük çaplı eserin arasında
Salih Özbaran şunları da saymaktadır: "1570-71 yıllarında Kıbrıs'tan
kaçanlar, kuzeni Roger Howe'ın İstanbul'dan getirdiği yazışmalarındaki
açıklamalar ya da esir olup sonradan kurtulan bazı Macar asillerinin
İngiltere'ye geldiklerinde bıraktıkları etki ve bilgi."[37]
Knolles bir din adamıydı. Tek kelime
Türkçe bilmiyordu ve Türkçe bilmeden Osmanlı tarihi yazan Avrupalı yazarlar ve
tarihçiler kervanına katılmış oluyordu. Türk topraklarını görmek bir yana,
Knolles kendi adasından dışarı bile çıkmamıştı.[38] Öte yandan parlak bir Rönesans
adamı gibi Latince, Yunanca, Fransızca, İtalyanca hatta Almanca biliyordu, bu
da pek çok farklı yapıttan alıntı yapabilmesi anlamına geliyordu. Türk dilini
kısmen de olsa öğrendikten sonra Osmanlı tarihi yazanlar arasında önemli
figürlerden biri ise Leunclavius olarak da anılan Alman Johannes Löwenklau'ydu.
Löwenklau'nun Osmanlı tarihi metinlerinin Latince versiyonu XVI. yüzyılın
sonunda çıkmıştı.[39]
1666 yılında ilk defa olarak Londra
basılan Rycaut'un Present State of the Ottoman Empire (Osmanlı
İmparatorluğu'nun Bugünkü Durumu) adlı eseri ise, yazarının 1660-67 yılları
arasında İstanbul'da Winchilsea kontunun sekreteri olarak kazandığı deneyimi
anlatıyordu.[40] Rycaut'un dili dönemin keskin ve
saldırgan dilli yazarlarının aksine hayret uyandıracak kadar yumuşaktı, kendisi
ise daha eserinin başında devrin klasik önyargılarından arınmış bir eser vücuda
getirmeye çalışacağının müjdesini verir gibiydi. "Bizlerden davranış ve
gelenekleriyle farklılık gösteren her şeyde olduğu gibi" Türkler için de
barbarlık tanımının kullanılmasının, içinde yaşadıkları devirde kendileri gibi
giyinmedikleri için Türklere önyargıyla yaklaşılmasının yanlışlığından dem
vuruyordu. "Her zaman tasvir edildikleri gibi vahşi ve kaba
olamayacaklarını" öne sürüyordu.[41]
Bu tip eserlerin yazarları
genellikle Türklerin her açıdan Avrupa dünyasından ne denli uzak olduklarının
altını çizmekle başlıyorlardı işe. Bu, hümanistler ve edebi çevreler arasında
ortak bir söylem olmaya devam etti. İtalyan şairler Ariosto ve Tasso
"Avrupa'dan tek bir sosyal ve değer sistemi" olarak söz ederlerken
Erasmus "Avrupa milletlerini" ayaklandırıyordu.[42] Türk-İslam dünyasının Hıristiyan
dünyasından sadece dini perspektiften değil, sosyal açıdan devasa
farklılıklarla ayrıldığı gerçeği, Türklere Avrupa'da yer olmadığı ana fikriyle
son buluyordu çoğu zaman. Bu iddiayı bir adım daha ileri götüren çok yaratıcı
fikirler üretenler de olmuyor değildi. Söz gelimi, 1555 yılında Fransız şair
Ronsard hayli ütopik bir tasarıyla gündeme gelmişti. Ronsard Avrupa
topraklarını Osmanlılara bırakıp, Avrupa halklarını da Yenidünya'ya taşıyarak
kendi değerlerine sahip çıkabileceklerini ve Müslüman saldırılarından
korunabileceklerini ortaya atmıştı.[43] Yani Türklerden kurtulmanın en
pratik yolu Avrupa'yı onlara bırakıp topluca yeni keşfedilen Amerika topraklarına
taşınmak olacaktı.
Protestan dünyası da Osmanlı
konusunda gelgitler ve tutarsızlıklarla doluydu. Türk tehlikesini ensesinde
hisseden Alman Protestanlar, özellikle 1529'da I. Viyana Kuşatması'ndan sonra
Türklere karşı bir psikolojik savaş içine girmişlerdi. Hızla yayılan matbaanın
da bunda inkâr edilemez bir rolü vardı. Luther, Türklerin Ezekiel'in (Zulkifl)
kehanetinin gerçekleşmesindeki rollerini gösterip "Şeytan hapsinden
çıkıyor" demişti. Aynı zamanda Aziz Yahya'nın "Bak, senin üzerine
kılıç getireceğim... Onların evlerini barklarını ellerine getirmesi için
üzerine en beter milletleri salacağım" vahyini dile getirmişti.[44] "Akıllı bir Türk aptal
Hıristiyan'dan daha iyi yönetir" iddiasında bulunan Luther'in görüşleri
Türkler kapıyı çalınca yüz seksen derece değişecekti.[45] Elizabeth döneminde yaşamış
Protestan bir istihbarat şefi olan Sir Franscis Walsingham da, Akdeniz'deki
Katolikler ve Osmanlılar arasındaki çekişmeyi "şeytanın iki azası
arasındaki" bir çekişme gibi gördü ve bunun karşılıklı imhayla son
bulmasını arzu ettiğini dile getirdi.[46] Protestanlar için o dönemde iki
kâfir vardı: Katolikler ve Müslümanlar.
Bu dönemde basılan kitaplarda öne
çıkarılan ortak noktalardan biri, Türklerin güçlerini nereden ve ne şekilde
elde ettikleri, bitmek tükenmek bilmeyen kaynakları ve bunlara karşı verilmesi
gereken savaşın incelikleridir. Aslında bu cins kitapların en önemli
fonksiyonları, yazarları tarafından sunulan savunma önerileridir. Tek amaç,
Türkleri Avrupa'dan kovmaktır ve bunun için önerilen çareler çoğu zaman konunun
uzmanı olmayan ellerde bir komediye dönüşür. Rene de Lucigne Hıristiyanların
Türkleri ancak denizlerde mağlup edebileceğini iddia eder. Çünkü iddiasına
göre, Hıristiyan memleketleri daha çok ve daha iyi limanlara sahiptir. Lucigne
Akdeniz sahillerinin büyük bir kısmının Osmanlıların elinde olduğunu, Venedik
ve Fransa'ya ait sahillerin dostluk antlaşması gereği zaten Osmanlıların
tarafında bulunduğunu ve Habsburglara ait sahillerin de Ortaçağ'dan kalma
yapılarla savunulmaya çalışıldığını, Majesteleri'nin sahil şeritlerindeki yeni
savunma sistemleri konusunda hayli vurdumduymaz olduğunu bilmediği aşikârdır.
Fulke Greville, The Tragedy of
Mustapha (Mustafa'nın Trajedisi) adlı piyeste "Muhammed dininin hile
ve sahtekârlıktan başka bir şey olmamakla beraber, Türklerin Hıristiyanları
'birlik' sayesinde mağlup ettiklerini, Hıristiyanların ise mezhep, temel
bakımından ayrı olmaları yüzünden zayıf düştüklerini" iddia eder.[47] Lucigne de Soranzo gibi o da
Kuran'ın zayıf taraflarını ortaya koyan kitapların Osmanlı toprakları içinde
yayılması gerektiğini savunur. Diğer taraftan da Osmanlılara karşı birlik olma
çabası boş bir hayaldir. Bu İngiltere ve diğer kuzey ülkeleri için retorik bir
tekerrürden başka bir şey değildi. İskoçya Kralı VI. James herkesin katılacağı
bir savaşın "kamu davası" olduğunu savunuyordu. Ama özellikle kuzey
ülkelerinde parmağını oynatan yoktu ve Kıta Avrupası siyasetinin dışında kalıp,
kendileri için hâlâ coğrafi olarak uzak bir tehlike hakkında oyalayıcı sözler
sarf etmekle yetiniyorlardı.
Derin ve tehlikeli sularda yüzen,
dağlar aşan Türkler
Alman kartograf Sebastian Münster
"Türkler hareketlerinde şaşılacak bir çabukluk, tehlikeli zamanlarda sebat
ve imparatorluklarına büyük bir bağlılık gösterirler. Pek derin ve tehlikeli
sulardan yüzerek geçerler. Dik dağları aşarlar. Emrolununca hayatlarına hiç
ehemmiyet vermeyerek acı, tatlı her şeye katlanırlar. Gözlerinin önünde yalnız
imparatorlukları vardır. Açlığa, susuzluğa hiç ses çıkarmadan dayanabilirler.
Aralarında isyan, karışıklık olmaz" gözleminde bulunurken dönemin
Avrupalısının gözündeki asker Türk imgesini de retorik bir şekilde özetlemiş
olur.[48] Cesaret, düzen, disiplin ve itaat,
Türk ordusuna atfedilen erdemlerin ilk sıralarına yer alır. Giovanni Botero'nun
Relationi Universali (Evrensel İlişkiler) adlı eserinin kısaltılmış ve
İngilizceye çevrilmiş versiyonunda Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri
disiplininin üç temele dayandığı yazar: Çok adam, bozulmaz bir askeri disiplin,
bitmez tükenmez zahire ve levazım.[49] Ayrıca ordulara seferlerde
kadınların katılmaması, askerlerin kasabalarda evlere dağıtılmaması, uzakta
karargâhlarında kalmaları da askeri düzenin önemli bir kısmını teşkil eder.
Gözlemlediği –ya da kulağına geldiği– üzere ölümden hiç korkmazlar, çünkü
kaderlerinin alınlarında yazılı olduğuna inanırlar.
György ise bunun aslında bir din
savaşı olduğunu hissetmektedir. Türklerin dinlerini büyük bir kararlılıkla
savunup yaymaya çalıştıklarını, bu yüzden de sefere çıktıklarında büyük bir
şevkle orduya katıldıklarını, çok hızlı toplandıklarını ve "sanki savaşmaya
değil de düğüne gider gibi" gittiklerini yazar.[50] "Kesin çizgilerle belirlenmiş
belirli manevralar ve katı bir disiplin içinde" hareket ederler György'ye
göre, "öyle ki, koca bir hafta boyunca, gece gündüz demeden yol almaları
gerektiğinde, bundan kendileri de atları da etkilenmez, şikâyet etmez."[51] Aza kanaat etmeyen Avrupa
askerlerinin müşkülpesent tavırları karşısında zor duruma düşen kumandanların
zorlandıkları bir dönemde Türklerin bu özellikleri takdire şayan bulunur.
Şarlken'in ordusunda savaşan farklı milletlerden askerler pek çok zaman
yanlarında "kadınlarını" yani fahişelerini getiremedikleri için ayaklanmışlar,
yemekleri beğenmedikleri için protestolarıyla savaş öncesi ve esnasında sorun
yaratmışlardır. Bu genel olarak Müsülüman askerlerine, hatta Müslüman halka
atfedilen bir erdem olarak çıkar karşımıza. İber Yarımadası'nın azla yetinen
Moriskolarını hatırlayalım. Nashe de Safevilerin "ekmek, su ve tuzla
yetindiklerini" yazmayı unutmamıştır.[52]
Venedik doçu "Göğsü demirden,
yüreği kaskatı taştan yapılmış, bildiğinden şaşmaz Türklerle, duyarlı incelik
nedir ömründe hiç görmemiş Tatarlardan" dem vururken Türklerin cesaretini
bir erdem değil, şefkat nedir bilmeyen bir yüreğin eseri olarak gösterir.
Avrupalı savaş esnasında cesaretin başka bir kaynağına da pek çok defa şahit olmuştur:
Afyon. Wither'in iddia ettiği gibi bir Türk'ün bir kerede güven içinde yalayıp
yuttuğu afyon, iki İngiliz'i öldürür."[53] Malta kuşatması esnasında olayları
günbegün kaydeden Francisco Balbi di Correggio ölen yeniçerilerin cebinden
çıkan afyon topaklarına şahit olmuştur.[54]
Sessizliğe övgü
Osmanlı ordusunun disiplininin yanı
sıra, hayranlık uyandıran düzenleri içindeki sessizlik her daim övgüye layık
bulunmuştur. Korku unsuru olarak kullanılan müzik enstrümanları ve savaş
naralarının söz konusu olmadığı zamanlarda nerdeyse uhrevi bir sessizlik çöker
bu düzenli birliklerin üzerine. Blount şahit olduğu bu manzarayı şöyle anlatır:
"Rütbe sırasına göre mükemmel bir sessizlik içinde yürüyorlardı, böylece
emirler kolaylıkla duyulabiliyordu."[55] Canaye de, yıllar önce Busbecq'in
kullandığı kelimeleri andıran romantik bir üslupla tasvir ediyordu
gördüklerini: "Bunca sarığın hep birlikte eğildiğini görünce, hafif bir
meltem esintisiyle eğilen olgun başakların bulunduğu genç bir tarlayı
görüyormuşum izlenimi uyandı bende."[56] Yeniçerilerde sessizliğin ilk kural
olduğu, mezara kadar tek kelime edilmeyen Cartuja rahiplerinin manastırlarını
hatırlatıyor olmalıydı Avrupalı gezginlere. İşte Canaye sözlerine şöyle devam
ediyor: "Büyük bir zevk ve büyük bir hayranlıkla ürkütücü yeniçerileri ve
ellerini keşişler gibi göbekleri üzerinde bağlayarak, onları insandan çok bir
heykele benzetmemize yol açacak kadar sessiz bir biçimde bu avlunun duvarları
boyunca sıralanmış diğer askerleri seyrettik."[57]
Özellikle XVI. yüzyılın son
çeyreğinde sıkça söz konusu edilmeye başlanan Osmanlı sarayındaki cücelerle birlikte
sarayda tek kelime edilmeden iletişim kurulduğu bir efsane gibi yayılır. Rålamb
da, sayısız pek çok diğer seyyah gibi bunu not defterinde ölümsüzleştirir:
"Padişahın sarayında işaretle konuşmak genel kuraldır, sözlü konuşma
enderdir. Sessiz görüşme usulünün bulundukları yerin saygınlığını artırdığını
düşünürler ve bu alanda öylesine ustalaşmışlardır ki, bu yöntemle masallar
anlatır, aralarında anlaşırlar."[58] Canaye padişah geçerken de her
yanda olağanüstü bir sessizlik olduğunu kaydedecek ve padişahın tek bir
bakışının –tıpkı Medusa gibi– insanları mermere ya da dilsiz balıklara
dönüştürdüğünün söylendiğini de okuru etkilemek için ekleyecekti.[59]
Tersine dünya
1573'te Venedikli Costantino Garzoni
şunları yazıyordu: "Türklerin âdetleri bizimkinden çok farklı, o kadar
farklı âdetleri var ki, her şeyde bizim yaptığımızın zıddını yapıyorlar, mesela
ölüleri ışıksız gömüyorlar... Gömleklerini pantolonlarının üzerine
çıkarıyorlar, o kadar çok şey var ki hepsini saymak çok uzun vakit alır."[60] Türkler üzerinden İslam dünyasını
Hıristiyan-Avrupa dünyasında kabul edilmez kılan noktanın aslında bu küçük
farklılıklarda gizli olduğu en çok üzerinde durulması gereken konudur. İslam'ın
beraberinde getirdiği sosyal hayatın, dönemin Avrupalısının gündelik hayatıyla
çoğu zaman taban tabana zıt olması bir bakıma ilk nahoş çatışmaları
doğuracaktır. Kendisine benzemeyenin rahatsız edici bulunduğu bir dönemde
huzursuzlukların doğması kaçınılmazdı.
Önemsiz gibi görülen ayrıntılarla
başlayalım ve Krafft'a kulak verelim: "Kendi kiliselerine girerken,
ayakkabılarını çıkarırlar ve başlarını örterler. Bizde ise tamamen tersinedir.
İbadetlerini yaparken yere otururlar, bir taraftan diğerine sallanırlar. Biz
Hıristiyanlar ise diz çökeriz ve kıpırdamadan ayakta dururuz ve göğe doğru
bakarız." İbadete dair basit gibi görünen bu gündelik ayrılıklar, aynı
ortamı paylaşan farklı dinden insanlar arasındaki küçük gerginliklerin büyük
çatışmalara dönüşmesi için bir başlangıç teşkil ediyordu. Krafft şöyle devam
eder bunları sıralamaya: "Bir cenazeyi mezara taşırken baş tarafı önde
bulunur. Halbuki bizde ayakları öndedir. Arkasından karısı çocukları ve
akrabaları kısmen büyük çığlıklar atarak giderler. Buna mukabil bizde sessizlik
vardır. Eğer özellikle cuma günleri, ki onların pazar günüdür, ibadetlerini
camide yapmak isterlerse, bu öğle vakti olur, önce yiyip içtikten sonra
yapılır. Bizde ise en büyük ibadet öğleden önce aç iken yapılır."[61] İşte ilginç bir kıyaslama daha:
"Onlar kendilerininkini (tatillerini) bizden önce yapmakla Tanrı'nın daha
çok hoşuna gitmeyi amaçlarlar." Her şey garip gelir diğer tarafa:
"Tam önümüzdeki çadırda üç Türk'ün ibadet ettiğini gördük. Bu esnada
eğilip yeri birçok defa öpüyor, son olarak da iki elleriyle yüzlerini, alından
sakallarına doğru sıvazlıyorlardı."[62]
"Onlar çalışmayı, yiyip içmeyi
veya uyumayı, hepsini yerde yaparlar. Muhakeme, müzakere, yazma, para sayma
kısaca ayakta yapılması zorunlu işler dışında her şeyi yerde (oturarak)
yaparlar. Uyumak istiyorlarsa, ev sahibi, yemek yenilen yere yataklarını serer.
Ancak elbiselerini kısmen çıkarıp altlarına bir örtü sererler, üstlerine de bir
yorgan örterler, öyle ki yorgan, yorgan çarşafının yukarısına kadar
görünür." Günün büyük bir kısmını Avrupalının pek de akıl erdiremediği bir
pozisyonda geçiren Türkleri tasvir etmeye devam eder Krafft.[63] "Bizde mutat olan her şey
bunların aksinedir" yorumunda bulunurken de İslam ve Hıristiyan dünyası
arasındaki en temel çatışmanın bu her alanda zuhur eden ve karşılıklı olarak
anlaşılamayan farklılıklar olduğunun açıkça altını çizer. William Lithgow
Scotus da bunu Doğu halklarının, Hıristiyanların bütün yaptıklarına muhalefet
etmeleri şeklinde yorumlar.[64]
1585'te İstanbul'daki diplomatik
görevinden sonra gözlemlerini kaydedip Venedik'e götüren Gianfrancesco
Morosini, Türkler için "dolaşmayı hiç sevmiyorlar, Hıristiyanların
dolaştıklarını görünce de onlarla dalga geçiyorlar ve boş yere yürüdükleri için
deli olduklarını söylüyorlar" diyecektir.[65] Avrupa şehirlerinin kadınlı erkekli
kalabalıklarla dolup taştığı, meydanların, pazarların, nehir kıyılarının
kamusal alan olarak insanları kaynaştırdığı bir dönemde İslam dünyasındaki bu
dinginlik ve hareketsizlik tembelliğin bir uzantısı olarak yorumlanıyordu.
Müslümanlar, Avrupa'nın gözünde bütün gün hiçbir şey yapmadan oturan, sadece
etrafını izleyen ve geçirdikleri devinimsiz hayatla bir tablonun içinde
hareketsiz duran figürler gibi görünüyorlardı. Bu Canaye'nin de dikkatini
çekmiş olmalıydı ki güncesine kaydetmeyi ihmal etmemişti: "Türkler asla
bizim yaptığımız gibi bir odada veya bir meydanda bir aşağı bir yukarı yürümezler
ve bu şekilde dolaşan Frenklerle alay edip, onlara meczup gözüyle bakarlar ve
bir aşağı bir yukarı yürürken gittikleri bu tarafta veya şu tarafta ne
bulduklarını sorarlar."[66] Ayrıca günde beş vakit namaz
kılacak vakti bulmak tembellik olmasa da, insanın yapacak önemli işinin
olmaması şeklinde algılanıyordu. Blount "bu kadar sık dua etmeye caminin
ihtiyacı yok, ama cami insanlarının işinin gücünün olmamasını da gerektiriyor"
diyerek bunu gündeme getiriyordu.[67]
Balkanlar'daki Türk imgesi üzerine
saygın çalışmalar yapan Sloven tarihçi Jezernik "Türklerin çalışkan, aktif
ve atletik olduklarına dair bir kayıt bulunmadığını" yazar.[68] Görsel olarak da elinde bir çubuk
ya da tespihle bir kahvehanede bağdaş kurarak oturmuş Müslüman figürleri hep ön
plandadır. Balkanlar'daki Müslüman portresi genel olarak bütün vaktini
kahvehanedeki sedirde oturup, kahve ve çubukla geçiren, düşünme derdinden
kurtulmuş insandır. İmgesel olarak incelendiğinde tam olarak hareket halindeki
Batı Avrupalı resminin zıddıdır bu. "Türklerin alışkanlıkları ve tutumları
bizimkilerden o kadar farklı ki, onlara yaptığımız ziyaretlerde tıpkı bir
sergiye gidiyormuşuz hissine kapılıyoruz" diyecektir Balkanlar'a yolu
düşen bir Batı Avrupalı.[69]
Aynı dönemde Avrupa'nın diğer ucuna,
İber Yarımadası'na bakalım. Müslümanların "bütün gün kafaları öne eğik,
vücutları bıkkın, ahmaklar gibi yere bakarak, işsiz güçsüz bir şekilde bir
köşede oturup geçenlerden para dilendiklerini" söyleyen devrin İspanyol'una
kulak verelim.[70] O dönemde İspanya'da dilenmenin
meşru olduğunu, devletin bunu neredeyse teşvik ettiğini, Nueva Recopilación'da
(Yeni Toplu Kanunlar) dilenmenin ayrıntılarına dair maddelerin gündeme
geldiğini hatırlayacak olursak bu dini cemaate atfedilen özelliklerin aslında
onlara diğer taraftan bakanlar tarafından yaratıldığını görmekte zorlanmayız.
Bu rehavetle birlikte gelen tembellik tablosu Balkanlar ya da İslam
topraklarındaki şehirler için kısmen geçerli olsa da, çalışmaya en kolay ve
zahmetsiz alternatif olan dilenmenin Müslümanlara has olmadığı bir gerçektir.
Pikaresk romanlardaki hayatını dilenerek kazanan sayısız İspanyol'un yanı sıra,
konu edilen az sayıdaki Müslüman buna en güzel örnektir.
Türkler, bir garip insanlar...
Farklılıkların bir renk değil de
gülünç bir unsur olarak ele alındığının en güzel kanıtı Thévenot'un itirafıdır.
Pera bağlarından İstanbul'a giden yol pek uzun olduğundan, çoğunlukla evlerinin
kapısında oturup yoldan geçenlerin "garip kıyafetlerini"
izlediklerini, "bu durumdan büyük zevk" aldıklarını kaydetmekte bir
sakınca görmez. Thévenot ayrıca Türklerin bir sürü ıvır zıvırı, evraklarını,
biraz buruşmuş ve kirlenmiş mendillerini de koyunlarına soktuklarını yazıp bunu
"onlar göğüslerini (koyunlarını) bizim ceplerimizi kullandığımız gibi
kullanırlar" şeklinde açıklayacaktır kendi vatandaşlarına.[71]
Avrupalının gözleri her halükârda
garip görmeye endekslenmiş gibiydi. Doğu tarzı kıyafetleri sadece garip değil,
komik de buluyorlardı. Aynı Doğuluların onları komik bulduğu gibi. İki yüzyıl
sonra kıyafet alanında Batılılaşan Osmanlıları bile modern değil, komik olarak
göreceklerdir. Paris'te hazırlanan bir süvari ceketi ve altın şeritlerle süslü
beyaz kaşmir bir pantolon giymeye başlayan Osmanlı sultanı için
"Peygamber'in vekilinin komik bir kılıkla yer alacağı bir maskeli balo
tasarlayan bir kâfir bile bu kadarını düşünemezdi" denecekti.[72] "Avrupa'yı maymun gibi taklit
eden" Türkler sıfatı telaffuz edilecekti.[73] Türkler ne yapsalar
yaranamayacaklardı Avrupa'ya yüzyıllar boyunca.
XVII. yüzyılda gelen İngiliz seyyah
Henry Blount ise kıyafet konusuna ılımlı yaklaşanlardan, bunun dini, sosyal,
iklimsel farklılıklardan kaynaklandığını kavrayabilenlerdendi. "Türk
ulusunun eski kıyafet alışkanlıklarını koruması onurlu bir davranıştı. Çünkü
Fransız sarayı nasıl dünyanın o kesimine giyim örneği oluşturuyorsa, Türkler de
Doğu Akdeniz'de örnek oluşturuyordu. Yine de, Doğu'da her zaman kullanıldığı
bildirilen o uzun ve bol giysilerde bugüne kadar pek değişiklik yapılmamıştır"
yorumunda bulunurken bunun kültürün bir parçası olarak korunmasını takdir
etmiştir.[74]
Müslümanların kafalarını kazıtıp
tepelerinde bir tutam saç bırakmaları da yaygın bir merak konusudur ve çok
çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Safevi topraklarına giden Geoffrey Duckett,
erkeklerin kafalarını haftada iki defa tıraş etmelerine rağmen tepelerinde iki
ayaklı bir saç bıraktıklarını, onlara bunun nedenini sorduğunda da öldüklerinde
cennete kolayca taşınmaları için olduğu cevabını aldığını söyler.[75] Viaje de Turquía'nın
(Türkiye Seyahati) Pedro'su ise bunu şöyle açıklar: "Savaşta vurularak
kafaları kesilirse, düşman kelleyi kaldırmak için tutacak yer bulsun ve
parmaklarını ağızlarına sokmasın diye. Düşman parmaklarının ağızlarına girmesi,
pek ağırlarına giden bir şeydir."[76] Canaye ise şeytan uzun saçlara yuva
yapar diyerek saçlarını kazıttıklarını yazar. Bu kısmen doğrudur ve forsalar
üzerinde de aynı sebeple uygulanır. Gemideki hijyen için saç ve sakal tıraşı
birinci dereceden önemlidir. Ne de olsa bitler ve pireler gemideki pisliğin de
en yakın dostlarıdır.[77]
Avrupalının gözündeki gariplikler
silsilesi bitmek bilmez. Giovan Antonio Menavino "Biz Hıristiyanlarda
kadınlar kocalarına drahoma verirler; burada da tam aksine kocalar karılarına
kadın daha baba evini terk etmeden para verirler" derken bir erkek olarak
şanslı olduğunu fark etmiş olmalıdır.[78] Erkekleri ilgilendiren ve en çok
şaşkınlık yaratan farklılık da oturarak yapılan tuvalettir. "Evlerinin
dışında ya da herkesin gözü önünde, sefere çıkarken olduğu gibi aynı rahatlık
ve genişlikle davranırlar" diyerek şaşkınlığını gizlemez György.
"Dahası, birisi işerken, Hıristiyanlar gibi ayakta işini görmeye
kalktığında, bunu sapkın ya da kâfir olarak nitelerler" diyerek devam
eder.[79]
Doğu toplumlarında konuşurken el kol
hareketlerinin kullanılmasının hoş karşılanmamasının sebebini de öğrenmişlerdi.
Dil konuşmak için verildiğine göre insan konuşarak her şeyi anlatabilmeliydi.
Bu durumda el kol hareketleri yapmak kendini ifade etmeyi becerememekle
eşanlamlı oluyordu.[80] Öte yandan atlarıyla konuşan,
onları öpen, deriden muskalarla onları koruyan Araplar karşısında da hayrete
düşüyorlardı. Topkapı Sarayı'ndaki yaşamı tecrübe eden Albertus Bobovius ise o
dönemde bir masal gibi dilden dile dolaşıp Akdeniz'in diğer ucuna dek giden bir
söylentinin gerçek olduğunu doğrular ve sarayda elli ya da altmış kadar dilsiz
olduğunu belirtir. Doğuştan dilsiz olan bu kişiler gündüzleri Ağalar Camii'nin
önünde otururlar. Padişah onlara sadece maaş bağlamamış, aynı zamanda ihsanlarda
da bulunmuştur. Her şeyi işaretle ifade edebilirler, gençlerle söyleşip
masallar ve öyküler anlatırlar, "Kuran okuyarak, peygamberlerin adlarını
ve dilsiz dilinin her türlü ilginç sözcülerini belleterek onları
yetiştirirler."[81]
Giovan, Türklerin "Koşar gibi
değil de mutedil adımlarla" yürüdüklerine dikkati çeker.[82] Lakin bu farklılığın sebebini kendi
de çözememiştir. İslam inancındaki hayatın günler ve saatlerle değil nefesle
ölçülüyor olması aceleyi de ortadan kaldırır. Ne kadar hızlı hareket edildiği
değil, alınan nefes sayısıdır aslolan.
Türkler için, Avrupa'da olduğunun
aksine, sol taraf bir onurdur. Kılıç da sol tarafta taşınmaktadır ve bu yüzden
hep serbest olmalıdır.[83] Levant'taki tüccarlar buna dikkat
ediyorlardı. İzmir'de yolda iki kişi gidiyorsa sol taraf Türklerin "şeref
tarafı" idi, sağ taraf da Fransızların. Yabancı tüccarların mesken
edindiği bu topraklarda yolda giderken sürprizlerle de karşılaşılır. Bir
Türk'ün evinin önünden geçiliyorsa, mutlaka bir fincan kahve ya da bir satranç
karşılaşması için eve davet edilir insan.[84]
Temiz bedenler, kirli ruhlar
"Seçilmiş kulların herkese
örnek oluşu ve ruhun kurtuluşunu ve iyiliğini isteyen erdemlerini dışa vuruşu,
kutsal ruhu bedene bağlayan İsa'nın güzel kokusuyla gerçekleşir; onlar bu
kutsal kokuyu yayarlar. Oysa yozlaşmış ruhların, ruhları aldatmaya çalışan
kötülükleri de bedenin içinde ruhun çürümüşlüğünü ortaya koyan pis kokuyla
dışarı vurulur. Bunlar kâfirlik yayan pis kokuları tüm Doğu'ya yaymış olan ve
şimdi de Batı'ya yayılmaya başlayan, kireçle beyazlatılmış mezarlardı."
György işte böyle ruhani ve edebi bir yorum getirir İslam'ın kokusuna.[85] György'nin bu denli saldırgan
cümleleri kaleme almasının esas nedeni muhtemelen bir süre din değiştirip
Müslüman olmak zorunda kalıp bundan çok büyük bir pişmanlık duymasıdır. Açıkça
itiraf etmediği bu durum satır aralarında ve diğer esaret güncelerine kıyasla
çok şiddetli ve ateşli olan yorumlarında gizlidir. Oysaki onun retorik olarak
bahsettiği bu ruhani kokuşmuşluğun aksine Türklerin temizliğe verdiği önem
hiçbir Avrupalının atlamadığı bir detaydır.
Thévenot "son derece temiz ve
tertipli" "haftada en az iki kez hamama gittikleri için gövdelerinde
ne kir ne de kıl olan" Türklerden bahseder.[86] Hele hele bunu ölüler için de
uygulamaları ayrı bir şaşkınlık konusudur. Küçük köylerde bile en azından bir
hamam olduğuna şaşırıp kalırlar. Moryson'ın verdiği ilginç detaylardan biri de,
Türklerin güneye inildikçe daha temiz olduklarıdır. Evlerini, camilerini ve
vücutlarını hep temiz tutarlar. Özellikle giydikleri beyaz pamuklu kumaştan
sarık bu temizliğin en güzel göstergesidir ona göre.
Yenilik karşıtı Osmanlı
İspanya'dan kovulan ve "Büyük
Türk" tarafından Osmanlı İmparatorluğu çatısı altına alındığı için
müteşekkir olan Mağribilerden birinin yaptığı konuşma ilginçtir. Mağripli,
padişaha üniversiteler kurulup bilimle ilgilenilmesini, Roma hukukunun
uygulanmasını, savaşlarda ucu kıvrık Arap kılıcı (cimitarra) yerine
kılıç kullanılmasını ve şarap içilmesinin teşvik edilmesini önerir. Bunu duyan
Dönme Sinan itiraz eder.[87] Tüm bunlar elbette bir XVI. yüzyıl
İspanyol eseri kurgusunda yer almaktadır. Amaç Türklerin geleneklerine körü
körüne bağlı yenilik düşmanları olduklarını ifade etmektir. Aynı yüzyıldan
kalma bir İspanyol elyazması da benzer şeyler iddia edecekti: Müslüman din
adamları çok kötü alışkanlıkları olan insanlardır, ruhlarla ilgilenmiyorlar
bile, huşu içinde düşünme, fen, edebiyat ya da günahlarından arınmayla da...
Üstelik de "çok batıl inançlıdırlar."[88]
Thévenot bu konudaki gözlemlerini de
kaydetmiştir. Tanık olduğu üzere cep ve duvar saatlerine çok düşkün olan
Türkler, üzerinde erkek, kadın veya hayvan figürü olan saatleri katiyen
istemezler. Ancak ağaç ve çiçek şekillerinden rahatsız olmazlar.[89] Bir gün bindiği bir İngiliz
gemisinde geminin kıçını süslemek için konulan tüm figürlerin burunlarının
kesik olduğunu görür. Nedenini sorduğunda ise bu geminin padişahın bir
seferinde kullanıldığını ve gemiye binen Türklerin figürlerin burunlarını
kestiklerini, "çünkü burnu kesik figürün günahının fazla olmadığını
söylediklerini" açıklarlar. Başka bir yerde de "Türkler ilimlerle pek
uğraşmazlar" yorumunda bulunacaktır.[90] Oysa kendisinden önce Osmanlı
topraklarında bulunan Busbecq, hiçbir milletin Türkler kadar başkalarında
gördükleri faydalı icatları benimsemediklerini iddia etmiştir.[91]
XVII. yüzyıl yazarları da gerçek
Müslümanların ilerleme, yenilik ve eğitimden hoşlanmadıklarını, Kuran'ın onlara
yettiğini, ayrıca kaderlerine razı olduklarını sayısız defa dile getirirler.
Yine Batı Avrupalı bir seyyahın gözünde Balkanlar'daki Türk imajına bakalım:
"Eşleri güzel, atları besili ve hizmetçileri sadık olduğu müddetçe,
dünyanın geri kalan meseleleriyle uğraşma zahmetine kesinlikle girmezlerdi.
Kaderlerinden hoşnut olarak gün boyu kahve içmek, tütün sarmak ve eşleriyle
oynaşmaktan başka bir meşguliyetleri olmaksızın sofada otururlardı. Böylece tüm
hayatları yeme, içme ve uyumanın sürekli tekrarlandığı, ara sıra da tekdüze
eğlencelerin karıştığı bir deveran içinde geçerdi."[92]
Türk tipi kadercilik...
William Loftus Balkanlar'da
karşılaştığı bir Türk'e ne düşündüğünü sorduğunda aldığı cevap şudur: "Her
şey Allah'tan! Ne düşünebilirim ki, hiçbir şey!"[93] Türklerin kaderciliği imgesel
olarak Avrupalının gözünde genellikle onların huzur ve sakinliklerinde
yatıyordu. Bacaklarını "terziler gibi" bükerek, yani bağdaş kurarak
oturan Türkler çoğu zaman bu sahneye eşlik eden nargileleri ve bahçelerine dalıp
giden bakışlarıyla birleştiriyordu.[94] Her şeyi Allah'a havale ettikleri
gözlemlenen Müslümanların eylemsizliği ise bu kaderciliğin bir uzantısı olarak
algılanıyordu.
Bu kaderci eylemsizliğin Avrupalıyı
en çok dehşete düşürdüğü alan Türklerin veba karşısındaki sakinlikleriydi.
Henry Blount Türklerin vebadan sakınmamalarına, korkmamalarına, özellikle de
kendilerini korumaya çalışmamalarına hayret eder. Gemide vebalı bir hizmetçi
ölünce diğerleri yanında yerler, içerler, hatta cesedi götürüldükten yarım saat
sonra onun yatağında yatmakta bile bir sakınca görmezler. Bunu yapmamaları
gerektiğini söyledikleri zaman "alınlarını işaret edip ne zaman
öleceklerinin doğdukları zaman alınlarına yazıldığını" ifade ederler.[95] Buna benzer bir olay Edirne yolunda
da olur. Göğsü açık veba belirtileriyle dolu bir askeri arabaya alırlar. Orada
bulunan yeniçerilerden biri daha önceki şekilde alnını işaret ederek
kaderciliğini gösterir.[96]
Türklerin her yedi yılda bir
imparatorluk turu yapan vebaya kaderci yaklaşımları doğaya ya da medeni dünyaya
aykırı mı bulunur acaba? Kesinlikle evet. Tâ'un, yani veba karşısında ne
karantina ne de tecrit vardır.[97] Han, bozahane, hamam ve diğer
kamusal alanlarda bile tedbir alınmaz. Her şeyden önce Türklerin
"sağduyunun gerektirdiği önlemleri" almadıkları görülür. Vebayı Allah
göndermiştir, bunun iyi bir sebebi vardır ve zamanı gelince de Allah vebayı bitirecektir.
Avrupalının şaşkına döndüğü hareketlerden biri de Türklerin vebadan ölen ferdin
giyeceklerini ve yatağını hasta olmayan akrabalarına dağıtmalarıdır.[98] Hastanın insanlarla iletişiminin
kesilmesi, bir yere kapatılması ise söz konusu bile olamaz. Bir insan özellikle
hasta olduğu zaman evin tüm konforunu kullanmayı hak eder. Hasta olduğu için
onu bunlardan ayırmak insanlık dışı ve zalimcedir. Dışarıdan bakılınca daha da
korkunç görünen, hastanın sadece ailesiyle karışması değil, hamamlarda sağlıklı
insanlarla bir arada bulunmasıdır.
Battista da Türklerin veba
karşısındaki rahatlığından şaşkınlığa düşenlerdendir. Türklerin hiçbir tedbir
almadıklarını, kapalı bir yer yapmadıklarını, karantinaya almadıklarını ve
iyileştirici ıtırlar kullanmadıklarını belirtir. Hastalık, hastalardan
sağlıklılara geçmesin diye yaşama alanlarını ayırmadıklarını, karmakarışık
yaşadıklarını, söz gelimi baba öldüğünde oğlunun babasından kalan hastalıklı
giysileri giymekte bir beis görmediğini yazar.[99]
Diğer bir taraftan İranlılar,
Türklerin aksine, takdire şayan bir sağduyu göstererek hastalarını hemşirelere
emanet ederler ve dış dünyayla olan tüm ilişkilerini keserler. Ölecek olursa
evinin tüm pencereleri açılır.[100] Hastanın her şeyi yakılmadan önce
ev ahalisi eve dönmez. Ev dezenfekte edilir, buharla temizlenir, duvarlar ve
tavan yeniden boyanır. Dolayısıyla Doğu'da vebadan ölenler söz konusu olduğunda
en az kayıp İran'dadır.
"Kibirli düşmanlar"
Türklerin kibirli olduklarına dair
yargı neredeyse her Avrupalının ortak kanaatidir. Tevazunun hüküm sürmediği bu
topraklardan geçen her yolcunun bahsini etmeden geçmediği bir özelliktir bu.
"Çok çalımlıdırlar, kendilerini diğer tüm milletlerden üstün görürler;
yeryüzünde kendilerinden daha yiğit insan olmadığına inanırlar, sanki dünya
sadece kendileri için yaratılmış gibi davranırlar" der Thévenot.[101] Gutierra de Cetina ise Şarlken'in
zaferlerini yücelttiği bir eserinde Türkleri "kibirli düşmanlar"
olarak tanımlar. Türklerin vakur hallerini tasvir ederken biraz ileri giden
Coryate ise Türk vezirleri ve paşalarının çok kibirli olduklarından, bir
Hıristiyan büyükelçi kendilerine bir hediye gönderdiğinde ya da getirdiğinde
"ona teşekkür edecek kadar bile dürüst" olmadıklarından dert yanar.[102]
Menavino da padişahın kibrine bir
açıklama getirir ve "Türk ahalisinin büyüklüğü, Büyük Türk'ün ne kadar
araziye ve denize sahip olduğu (kuşkusuz bizim zararımıza) bizden hiçbir zaman
saklanmadı. Günden güne büyüyen aşırı mal mülk yüzünden sultan son derece
kibirliydi. Kim bilir ne kadar çok Hıristiyan'ı köle yaptı ve İslam dinine
döndürdü. Zihinleri acıklı ölümlerle ağırlaşmış insanların arzularına şehvani
ihtiraslar aşıladı" der.[103]
Doğu dünyasında hediye ve rüşvet
vermeden bir adım atmanın mümkün olmadığı ne yazık ki bunu nakleden Batılıların
kötü niyetlerinin eseri bir iddia değildir. Daha önce de belirttiğimiz üzere
Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekten de hediye olmadan hiçbir iş yürümez. Bu
Osmanlı'ya dair sıkıcı bir şekilde tekrar edilen konulardan biridir. 1718'de
Ozell "Türkler asla hediyeye alıştırılmamalı ya da bu hediyeler hep
sürekliliğini korumalı" diyordu. Bunlar gelecekte yapılacak işler için bir
kontrat gibiydi.[104] Dış ülkelerden diplomatik düzeyde
gelen hediyeler bile göze batar. "Sultanın gücünü gösteren iki önemli
belirti var" der Giovan, "birincisi, komşu ülkelerin çoğunun barış
için vergi ödemesi veya sık sık hediye göndermesi."[105]
Güzel şeyler
Bunca olumsuz özellik arasında
Türklerin ve Osmanlı'nın erdemlerini de atlamıyordu yazarlarımız.
"İmparatorluklarının büyüklüğünü, ruhlarının büyüklüğüne bağlıyorum"
diyen Blount diğer pek çok nesnel yorumunu iltifat dolu sözlerle destekliyordu.[106] Genel olarak bu tip eserlerde
iltifata layık görülen özellikler hoşgörü, cömertlik, misafirperverlik,
disiplin ve saygıdır. D'Arvieux Türkleri iyi, dürüst ve Türk (Müslüman) ya da
Hıristiyan olduklarına bakmadan dürüstlüğe değer veren insanlar olarak
tanımlar. Hıristiyanları kazıklamanın kanuna aykırı olduğunu düşündüklerini,
yardımsever, dini bütün, dinlerine saygılı olduklarını ve eğer bir Hıristiyan'ı
çok sevecek olurlarsa onu Müslüman yapmak için uğraştıklarını söyler.[107]
"Hıristiyan dünyada pek çok
kişi Türklerin büyük şeytanlar, barbarlar, imansız kişiler olduklarına
inanırlar, ama onları tanıyıp konuşmuş olanların duyguları bundan çok
farklıdır" der Thévenot, "çünkü Türklerin iyi insanlar olduklarına ve
Tabiat'ın bize en önemli buyruğu olan, 'kendine yapılmasını istemediğin şeyi
başkasına yapma' kuralına gayet iyi uyduklarına kuşku yoktur."[108] Ayrıca Türklerin fiziksel
özelliklerine övgüler düzer. "Türkler genellikle güzel endamlıdır,
gövdeleri mütenasiptir" der, "öteki Avrupa ülkelerinde sık rastlanan
kusurlar onlarda pek görülmez; hiç kambur yoktur, topal sayısı azdır ve Türk
gibi kuvvetli deyişi asla boşuna söylenmemiştir; çünkü çoğu kuvvetli ve sağlam
yapılıdırlar."[109] Uzun yaşadıklarını, pek hasta
olmadıklarını ve bu denli sağlıklı olmalarını da hamama çok sık gitmelerine
borçlu olduklarını iddia eder. Ona göre yemekte azla kanaat ederler, çok
çeşitli yemezler, çoğu aşırı şarap içmez ve talim yaparlar.
Noceralı piskopos Paolo Giovio ise
Avrupa'nın bir "kasap" olarak lanse ettiği Yavuz Sultan Selim için,
aldığı bilginin kaynağını da göstererek şu yorumda bulunur: "Venedik
büyükelçisi, Zat-ı âlilerinin Bologna'daki büyükelçisi saygın Messer Luis
Mocenigo bana Kahire'de büyükelçi olarak bulunduğu süre içinde Sultan Selim'i
yakından tanıdığını söylemişti: Hiçbir kimse fazilet, adalet, insanlık ve ruh
yüceliğinde ona eş olamazmış ve hiç de barbarlıkla yakından uzaktan alakası
yokmuş."[110] Sezar'ın hakkı Sezar'a verilecek ve
Osmanlı'daki adalet her daim iltifat alacaktır. Blount, "Türk adaletinin
yabancılara karşı çok adil olduğunu da her zaman özellikle belirtmeliyim"
diyecektir.[111]
Polonyalı Simeon her sokak başında
bir çeşme görmekle kalmaz, ayrıca içi iyi su ve kar dolu su kaplarına denk
gelince "Türkler o kadar hayırsever insanlardır ki" demeden edemez.
Issız ve kurak yerlerde mahsus soğuk su bulundurulduğunu da ekler. Ayrıca
omuzlarında ve eşek sırtlarında su kapları yüklü insanlar görüp de "Allah
aşkına sebil su için" diye bağırdıklarına, "gâvuru ve Yahudi'yi ayırt
etmeksizin herkese" su verdiklerine hayranlıkla şahit olur.[112] Şehirde bulunanlar haricinde
"köylerde, ıssız yerlerde, dağlarda, ormanlarda ve çöllerde de hanlar,
büyük mescitler, hamamlar ve şadırvanlar" yaptıklarını söyler. "Kervanlar
buralara iner, yolcular, günde iki defa meccanen yer, soğuk su içer, hamamlarda
yıkanır ve yollarına devam ederler."[113]
Nehir, ırmak ve bataklıklar üzerinde
gördüğü geniş uzun köprülere de hayran kalır.[114] "Bu, bataklık bir yerde
koydukları bir iki tahtadan veya tahta köprüden geçen insanlar ve arabalar için
cebren para alan sahte Hıristiyanların yüzlerini kızartacak bir
keyfiyettir" der.[115] Bütün bunları merhamete
bağlayacaktır. Hayvan sevgisi de bunun bir parçasıdır. Türklerin hayvanlara ve
kuşlara ihtimam gösterdiklerini, Karaman'da bulunan büyük bir mescidin
avlusunda, et kebabı yaparak sahipsiz köpek ve kedilerin önüne attıklarını
nakleder. Kargalarla diğer kuşların da buna alışmış olup muayyen saatte
sürülerle orada yemek için toplandıklarını yazar.[116] Yaygın kanaate göre de özgürlüğü
verilen kuşlar da ahiret gününde kendilerine bu iyiliği yapanlara şahitlik
edeceklerdir.
Shakespeare'in Othello'da,
başkahramanının ağzından meritokrasiyi övmesi Osmanlı'ya göndermeden başka bir
şey değildir. Hangi sosyal sınıftan gelirse gelsin insanın toplumda dikey
yükselme şansına sahip olmasının toplumsal düzenin belkemiğini oluşturduğu
Osmanlı İmparatorluğu hatıra gelir. "Bugün erişmiş olduğum, gurur veren yüksek
makamı/ Gösterdiğim büyük başarılara borçluyum yalnızca" diyen Othello ten
rengiyle bir Mağripliyi, sosyal yükselişi ile de bir Osmanlı tebaasını
canlandırır adeta.[117]
3
Barbarlık: Belleklere kazınan nahoş
anlatılar
Kulak, burun, kelle
Henry Blount seyyahların en ılımlısı
ve sağduyulu biri olarak "Türkler din nedeniyle kimseyi öldürmez, ancak
heyecan nedeniyle veya darağacı korkusuyla yapabilir" diyordu.[118] Pek tabii bu Avrupa halkları
arasındaki yaygın kanı değildi. Vahşet ve zulüm Türklere atfedilen özelliklerin
başında geliyordu. Diğer bir taraftan savaşın her şeyi meşrulaştırdığı
zamanlarda uygulanan vahşet, savaş bitince bir sembol olarak dikilip kalınca
Türk'ün kötü şöhreti hızla yayılıyordu.
Düşman başlarının kesilmesi ve bunun
tepeler şeklinde teşhir edilmesinin düşman üzerindeki psikolojik etkileri
hesaplanmış olmalıdır. Diğer taraftan kulak kesmekteki esas amaç, kelle
gösterisinde olduğu gibi korku yaymaktan ziyade, öldürülen düşman sayısını
takriben ortaya çıkarmak olmalıdır. Kesik başlar bazen payitahta, bazen de
eyalet merkezine gönderilirdi. Ayrıca bu başların da kulakları kesilip yüzer
yüzer sicime dizilirdi.[119] Tahminlere göre merkeze gidecek ve
uzun yol yapacak olan bu kellelerin yolda kokmaması için derileri esirler
tarafından yüzülürdü. Önceden alınan esirler öldürüldüğünde bunların başları,
kulakları ve burunları torbalara konarak taşınırdı.[120] Kulağa korkunç gelen bu
ayrıntıları, savaşın her şeyi mubah kıldığını hatırlayarak görelim. Macbeth'in
açılışında Shakespeare'in üç cadıya kazanlarına Yahudi karaciğeri, Tatar
dudağının yanı sıra Türk burnu da attırması belki de sebepsiz değildir.
Balkanlar'da, özellikle Karadağ'da
kafa kesme, değnek üzerinde taşıma, herkesin görebileceği bir yerde teşhir etme
savaş geleneğinin bir parçası haline gelmişti. Türkler hakkında ardında pek çok
kayıt, cilt cilt kitap bırakan Baron Valvasor, Slovenya'da Turjak Kalesi'nde
kendi deyimiyle "paha biçilmez" eşyalarla dolu bir sandık görmüştü. Bu
değerli eşyalar arasında iki tane de yüzülmüş ve samanla doldurulmuş kafa
derisi vardı. 1575 yılında Osmanlılarla yapılan çatışmada öldürülen Herbert von
Auersberg'e ve Friedrich von Weixelberg'e ait olan bu kafaların gizemli
hikâyesi devam eder. Valvasor'dan bize bu bilgiyi nakleden Sloven tarihçi
Božidar Jezernik'in anlatısı, Habsburglular tarafından 1573'te İstanbul'a
gönderilen temsil heyetinin Protestan vaizi olan Samuel Gerlach'ın günlüğündeki
verilerle birbirini ilginç bir şekilde tamamlar. "9 Aralık'ta (1575) çok
acıklı bir törene şahit olduk" diye başladığı anlatısında sınır boyundan
gelen askerlerin sopaların ucunda Auersberg ve Weixelberg'in başlarını nasıl
taşıdıklarını çok çarpıcı bir şekilde anlatır.[121]
Türklerin ve Müslümanların tekelinde
olmayan, mızrağa düşmanın kafasını geçirip ibret-i âlem için dolaştırma âdetine
Schilterberg'in anlatılarında da denk geliyoruz. Bayezid'in Karaman Beyi'nin
kafasını aynı şekilde mızrağa geçirtip, "her tarafta gösterilmesini
buyurduğunu" belirtir.[122] Schiltberger, Timur'un vahşetine
yakından şahit olan bedbahtlardan biri olarak onunla geçirdiği yıllar içinde
akla hayale gelmeyecek şiddet gösterilerinin içinde bulur kendisini. Sivas
kuşatması esnasında, işgal kuvvetlerinin yüzbaşısı kan dökülmemesini dilediği
için Timur verdiği sözü tutar: Bayezid'in bıraktığı beş bin silahlı koruyucuyu
diri diri gömer![123] Kahire'de ise camiye kapanan
kadınlı erkekli otuz bin kişiyi –ki rakam hayli abartılıdır– caminin etrafına
odunlar yığdırıp binayı yakarak alevlere gark etmek suretiyle öldürmüştür. Bununla
yetinmeyip bu sürede adamlarından her birine kendisine bir adamın kellesini
getirmesini buyurur. Üç gün süren operasyon sonunda bu kafalardan yığma tam üç
kule yaptırır.[124] Isfahan halkıyla anlaşma yapar,
nişancılarını ödünç ister. Sonuç yine vahşettir: Şehrin gönderdiği on iki bin
nişancının başparmaklarını kestirip şehre geri yollar. Şehri zapt ettikten
sonra ahaliden on yaşın üzerinde olanların kafalarını kestirir. Yedi yaşından
küçük çocukların atların ayakları altında çiğnenmesini buyurur. Schiltberger
Timur'a dair anlattığı vakaların inanılırlığını garantilemek için "Burada
bildirdiğim her şey, Timur'un yanında bulunduğum altı yıl zarfında aynen
olmuştur, çünkü bunları bizzat yaşadım" der.[125]
Avrupa'da dolaşan başka bir anekdot
da Kanuni devrine aittir. 1539'da Almanya'da basılan ve İstanbul'dan geldiği
iddia edilen bir mektup, Kanuni'nin din adamlarıyla İslam'ın mı yoksa
Hıristiyanlığın mı daha üstün bir din olduğu konusunda tartıştığını anlatır. Bu
anlatıya göre din adamları hem Kuran-ı Kerim'i, hem de Kitabı Mukaddes'i
incelemişler ve Hıristiyan dininin daha iyi, daha saf ve daha mantıklı olduğu
sonucuna varmışlardı.[126] Bunun üzerine Kanuni onların
kafalarını bedenlerinden ayırmıştı. Söz konusu olan Molla Kaabız vakasıdır.
Canaye de bu nahoş tablolardan
birine şahit olmuştur. Saray içinde bir defne ağacının altında toplanmış,
büyükelçiyi beklerken "çılgına dönmüş halde, sağ elinde kınından sıyrılmış
bir kılıç ve sol elinde bir ölü kafası tutan, tepeden tırnağa silahlı bir
asker" görürler. Kendilerine bu askerin Macaristan sınırından geldiği ve
bir Macar Hıristiyan'ı kahramanca öldürdükten sonra olağan ödülünü almak için
burada olduğu söylerler: Yani kelle başına iki sultani.[127]
Ölen birisinin kellesinin halk
arasında teşhir edilmesi Osmanlılara özgü bir şey değildir tabii ki.
Hırvatistan'da ve civar sınır bölgelerinde Türk öldürüp kafasını getirmeyen bir
zatın şapkasına bir tüy iliştirmesine izin verilmediği bilinir.[128] Esirimiz Heberer İstanbul yolunda,
Marsilya'da suçlu bir adamın kellesinin kazığa geçirilmiş olarak teşhir
edildiğini görmüştür.[129]
Kafatası kuleleri
Savaş sonrası somutlaşan zafer
nişanlarından en ürkütücüsü, dolayısıyla en çok ağızdan ağza yayılanı kafatası
kuleleri olmuştur. Osmanlı topraklarında bunlara pek çok örnek vermemiz mümkün.
Dânişmend bunu adeta meşrulaştırırcasına İsa Bey'in Arnavutluk seferinde
kazandığı bir zaferin sonrasında sekiz yüz kafadan bir sütun inşa ettirdiğini
nakleder.[130] Ardında kesik kafa tepeleri bırakan
Moğollardan bir adım öne geçerek bu kafalardan kelle kuleleri yapan Türkler
olmuştur. Türklerin 1809'da Sırp İsyanı'nı bastırmak için Sırplarla girdiği
savaş, Türk zaferi anısına 1024 kelleden mürekkep bir kelle-kule dikilmiştir.[131]
Bernard Randolph XVII. yüzyılın
sonunda Girit'te bir kafatası kulesine tanıklık eder. Rethymno Limanı'nda büyük
bir giriş kapısı bulunduğunu, batı tarafındaki duvarın üstünde kuşatmadan sonra
paşanın şehre ilk defa girişini gösteren bir pano olduğunu yazar. Şehir
kapısının karşısında da 20 kadem yüksekliğinde bir hilal ve iki yanında da
kafataslarından meydana getirilmiş küçük piramitler vardır anlatısına göre ve
kafatasları bu mevkide 1666'da katledilen Hıristiyanlara aittir.[132]
Turgut'un Akdeniz'de bir efsaneye,
daha ziyade zarar gören sahillerde bir korkunç bir efsaneye dönüşmesinde, 1560
yılında Osmanlı donanmasının İspanyolları Cerbe'den çıkarmasının akabinde Burj
al-Rus'ta diktikleri kafatası kulesinin etkisinin olmaması imkânsız gibi
görünüyor. İspanyol garnizonları üç aylık bir kuşatmadan sonra Osmanlı'nın
kuyuları ele geçirmesiyle 31 Temmuz'da beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştı.[133] Kalan adamlardan 1000 kadarı
kılıçtan geçirilmiş, bunların bazılarının kelleleriyle üç metre boyunda bir
kule inşa edilmişti. "Kafatası kulesi" olarak anılagelen bu kule
mevcut görsellerin de doğruladığı üzere XIX. yüzyılın ilk yarısına dek
bulunduğu yerde kalmıştı. Daha sonra İngiliz konsolosunun ricasıyla kurukafalar
ve diğer kemikler yakındaki bir Hıristiyan mezarlığına gömülmüş, kulenin
bulunduğu yere de Fransızlar kendi şehitleri için bir taş anıt dikmişlerdir.
Cesur yürekler ve fiyakalı cezalar
Venedikli bir tüccar küçük
dürbünüyle "o zındık bakışlarını haremin güzelliklerine çevirmeye cesaret
ettiği için" asılmıştı.[134] Gerçekten de çok büyük bir cesaret
gerektiren bir çılgınlığa soyunmuştu bu Venedikli. Oysa saraya pek de uzakta
olmayan bir yerde, bugünkü Eminönü civarında "ibret-i âlem" için bir
kanca asılı olduğunu aklına getirmiş olsaydı belki de bu deliliğe imza atmayacaktı.
İlişkisi olduğu saptanan bir Hıristiyan delikanlı dört parçaya bölünmüştü ve
Müslüman sevgilisi de çıplak olarak bir atın arkasına bağlanıp sürüklenmişti.[135] Daha önce de belirttiğimiz üzere,
Müslüman kadınlara göz dikmek, hatta biraz daha ileri gitmek ölüme kadar uzanan
bir yola ayak basmak demekti.
Asılmak, Osmanlı şartlarında bir
insanın başına gelecek en şanslı ölüm şekillerinden biridir. Bütün şahitlerin
şaşkınlık ve korkuyla kaleme aldıkları ölüm cezalarından biri olan kancaya (gancio)
ayrılan satırlar seyahatnamelerin en ürpertici kısımlarını teşkil eder.
Coryate'in anlattığına göre suçlular elleri ve kolları birbirine bağlanmış bir
şekilde, bir darağacının kazıklarından tepeye çekilir ve tepeden devasa bir
kancaya bırakılırlardı. Burada bazen tüm bir gün, hatta bazen iki gün böyle
asılı kalırlardı.[136] Ama eğer bellerinden ve
sırtlarından kancaya denk gelecek olurlarsa iki ya da üç saat içinde ölürlerdi.
Osmanlı ordularının sık sık
ziyarette bulundukları Orta Avrupa topraklarında Türklerin uyguladıkları şiddet
kelimeler ve gravürlere dökülüp ölümsüzleşiyor, Kilise de bunu propaganda
unsuru olarak kullanıyordu. "Bir Türk süvarisi mızrağı ile bir çocuğu şişliyor,
bir ikinci Türk bacaklarından yakaladığı yeni doğmuş bir bebeği kılıcıyla
ortadan ikiye kesiyor, ayrıca arka planda sivri kazıklardan oluşan tahta bir
çitin üzerinde kazığa geçirilmiş bebekler görülüyor" diyordu bir dönem
eseri.[137] Abartının amacı pek tabii savunma
çeperini kalınlaştırmak, halkı savunmaya psikolojik olarak hazırlamaktı.
D'Arvieux Cezayir'de bir
Hıristiyan'ın yakılarak cezalandırılması gerekirse bunun Bal-al Quada'da odun
pazarına yakın bir yerde gerçekleştirildiğini yazar. D'Arvieux'nün bulunduğu
süre içinde bir İtalyan bu korkunç ölümü tatmıştır. D'Arvieux bu korkunç ölümü
anlatmaz. Verdiği bilgiye göre bu ölüm şekli sık uygulanmaz, genel olarak
Müslüman olduktan sonra tekrar Hıristiyan Kilisesi'ne dönenler için saklanır.[138]
Genel kanı Osmanlı'nın ceza
sisteminin ibret-i âlem öğesinin altını çizdiği şeklindedir. Özellikle de söz
konusu ortamda bir yabancının bulunması bu gözdağı etkisini daha da belirgin
hale getirir. Blount biraz daha ileri giderek "Bir masumu idam ederek,
gerçekten suçluysa diğer suçlulara örnek oluşturacağının, idamlığın sürekli
inkâr etmesinin gerçek konusunda kuşku yaratacak olmasına rağmen korkuyu
artıracağının" düşünüldüğünü iddia eder.[139]
Bir saldırının ölümsüzleştirilmesi
Però no ploris, fill meu,
Per fatigues tan llunyanes,
Que altres penes més propanes
Tindrà que plorar el cor teu.[140]
Osmanlı'nın 1558'te Minorka
Adası'ndaki Ciutadella şehrine yaptığı saldırıyı ölümsüzleştiren bu mısralar
hiç de sanıldığı gibi XVI. yüzyılda kaleme alınmamıştır. Şair-yazar Rafael
Torrent y Faner'in Amor y Patria (Aşk ve Vatan) adlı antolojisine
aldığı, bu saldırıyı tema alan beş şiirinden biri olan yukarıdaki mısralar 1915
yılında basılmıştır. Yani saldırıdan tam 357 yıl sonra! Katalanca olarak bir
babanın ağzından oğluna adada Osmanlıların yaptıklarını hatırlatan bu mısralar
Katalanca ve İspanyolca olarak bu vakayı ölümsüzleştiren sayısız eserden sadece
biridir. Adanın tarihine "9 Temmuz sefaleti/felaketi" olarak geçecek
bu saldırıda Piyale Paşa'nın askerleri adayı yerle bir ettikten sonra 4000
esirle İstanbul'a dönmüşlerdi. Minorkalılar bu trajik olayın kolektif hafızadan
silinmemesi için şaşırtıcı bir biçimde XX. yüzyıla uzanan bir zaman diliminde,
epik ve milliyetçi söylemlerle romantik romanlardan kahramanlık destanlarına,
romanslardan tiyatro oyunlarına kadar uzanan geniş bir çerçevede sayısız eser
üretmişlerdir. Bu eserler zincirinin bugün bile adada olayın hâlâ travmatik bir
şekilde hatırlanmasında çok büyük payı vardır.
Adanın nüfusunun yüzde 40'ını
kaybettiği bu saldırı için Katalanca olarak "l'assalt turc" (Türk
saldırısı), "la destrucció de Ciıutadella" (Ciutadella'nın yerle bir
edilmesi) ve "la captivitat a Constantinoble" (İstanbul'da esaret)
şeklinde kullanılan tamlamalar vakanın İspanyol ve Katalan tarihinde hiç de
sıradan bir saldırı olarak algılanmadığını açıkça gösterir. Gerçekten de
Ciutadella'nın yağmalanması adanın 1287'deki fethinden beri yaşanan en trajik
olaydır.[141]
Piyale Paşa komutasında Balear
takımadalarının minik adası Minorka'ya yapılan bu saldırıyı örnek olarak
almamızın sebebi saldırının, çıkartmanın ya da savaşın beraberinde getirdiği
bir saldırganlığın ne şekilde kolektif hafızaya kazınıp yüzyıllar sonra bile
anılmasıdır. Müslümanların, özellikle de Türklerin hâlâ bu hafızada capcanlı
bulunması pek çok etkene bağlıdır. Sözlü gelenek de bu facianın kolektif
hafızaya yerleşmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Dilden dile aktarılan
sayısız efsane, hikâye, masal ve romans yaşanan felaketin türlü dönüşümlere
uğrayarak hatırlarda kalmasını sağladı. Francesc d'Abranca tarafından toplanan
bu sözlü edebiyat örnekleri sadece 1558 faciasını değil, XVI. ve XVII.
yüzyıllardaki Türk ve Kuzey Afrika saldırılarını ölümsüzleştirir. Bu
yüzyılların birikimi XVIII. ve XIX. yüzyılda roman türünde de kendini
göstermeye başlamış, bu öğeler XIX. yüzyıl Minorkalı romancılardan Miquel
Eugeni Caimaris'in Sor Águeda Ametller'in de olduğu gibi, kesintisiz
olarak gündemde kalmıştır. 1863 yılında genç yaşında vefat eden doktor ve yazar
Miquel Eugeni Caimaris ise o yıllarda bir Fransız kolonisi olan Cezayir'de iş
için bulunduğu sürede yazdığı romanda Piyale Paşa'nın bu seferini trajik bir
romansa dönüştürmek istemiştir. Sor Águeda Ametller adını verdiği bu
eseri, ne yazık ki basılamamış ve sadece sözlü edebiyatta dilden dile
yayılmıştır. Tutkulu bir aşk hikâyesine dönüşen anlatıda Piyale Paşa alevler
içindeki bir manastırda âşık olduğu bir rahibeyi bir kurşunla öldürür.[142] Saldırı sonrası İstanbul'a
götürülen esirlerin kurtarılmasında çalışan ve aynı zamanda II. Felipe'nin
istihbarat ağında da hizmet veren Joan Seguí'nin notlarında Piyale Paşa
tarafından 1558'de esir edilerek İstanbul'a götürülen Margalida Ametller isimli
bir kadının bulunması ilginçtir.[143]
Sonuç olarak, Kuzey Afrikalı
korsanlar tarafından kaçırılmak, daha sonra onlara âşık olmak gibi konular
içeren bu anlatılar gerçek bir Stockholm sendromu örnekleridir.
"Fetheden" ve "fethedilen" arasındaki aşk, okura Ortaçağ
romansları örgüsüyle sunulurken, diğer bir taraftan bu saldırı hafızalarda
canlı tutulmuş oldu.
Olaydan üç yüz yıl sonra XIX.
yüzyılda Epirüslü Yunan balıkçılarının söyledikleri bir halk türküsüne konu
olabilen İnebahtı gibi, Ciutadella faciası üç asır sonra didaktik bir hafıza
tazeleme teması olarak da karşımıza çıkar.[144] S. Simó'nun 1848 yılında El Isleño'da
"El nueve de julio" (9 Temmuz) başlıklı makalesi buna güzel bir
örnektir.[145] S. Simó makalesinde 9 Temmuz
faciasının unutulmaması gerektiğini, burada ölenlere yeterince saygı gösterilmediğini,
onlar için bir anıt dikilmesi gerektiğini neredeyse provokatif bir tarih
söylemiyle dile getirir.
VIII
Tanık
1
Diego Diaz
1630 yılında Cuenca'da mahkemesi
yapılan Kastiyalı Diego Diaz hayatını Akdeniz'in iki yakası arasında koşturarak
geçirmek zorunda kalan Engizisyon mağdurlarından biriydi. Onun hayatı da devrin
pek çok İber Yarımadası sakini gibi iki din arasında korku, telaş, kaçış,
yalan, güvensizlik ve paranoya ile geçmişti. İber Yarımadası'ndan tam iki kez
atılmıştı. İlkinde, yani 1609 yılında, tüm ailesi ve diğer Moriskolarla
birlikte Pireneler'i geçip Güney Fransa'ya sığınmak zorunda kalmışlardı.[1] Hikâyesi gerçekten de takip
edilmesini zorlaştıracak derecede hareketliydi.
Kasap olan Diego Diaz ile karısı
Maria del Gastillo, del Monte kasabasının sakinleriydi.[2] Kahramanımız eskiden hizmetçisi
olan Antonio Malo, onun karısı ve başka bir şahit tarafından Engizisyon'a
şikâyet edilmişti. Kendisi hakkında yapılan suçlama şuydu: Güvece ne domuz eti
ne de domuz yağı koyuyordu, sadece zeytinyağı kullanıyordu. Paskalyada ve cuma
günü et yiyordu, üstelik bunu hasta olduğu için de yapmıyordu. Hastaların asla
yemediği balık, ton balığı, sardalya ve peynir yiyordu. Ayine gitmiyor ve
çocuklarına da Hıristiyan duaları öğretmiyordu. Cuma günleri yıkanıyor ve temiz
kıyafetler giyiyordu. Evine katırcılar ve Ricote Vadisi'nden Moriskolar
alıyordu. Antonio Malo ve karısının iddiasına göre evine aldığı bu Moriskolarla
Arapça konuşuyor ve buna şahit olan kadın konuşulanlardan hiçbir şey
anlamıyordu, ayrıca hanın kapısını da 3-4 saatliğine kapatıyorlardı.
Diego Diaz mahkemeye çıkıp da
düşmanı olup olmadığı sorulduğunda çok sarhoş olduğu için işten kovduğu eski
bir hizmetçisi, bundan başka kendisi gibi lokanta işletmecisi (mesonero)
olduğu için aralarında rekabet olan Antonio Malo ve karısından bahsetmişti.
Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı kendisini savunmuştu. Arapça değil,
Valencia diyalekti konuştuğunu, bu bölgede uzun süre yaşadığı için dili
bildiğini ve bu bölgeden de pek çok arkadaşı olduğunu beyan etmişti.
Diego Diaz, Calatrava'nın beş
kasabasından biri olan Daimiel'den geliyordu. Kastilya krallarına üç yüzyıldan
fazladır hizmet eden eski Moriskolardandı. Granada'daki Müslümanların
kovulmasından sonra onları da buradan atmak istemiş ve atmışlardı. Onlar da
daha sonra bu kasabalara gelip yerleşmişlerdi. Diego sürgün edildiğinde 17
yaşındaydı. O zamana kadar çiftçi olarak çalışmıştı. Kastilya krallığından
çıktıktan sonra 1609'da Fransa sınırları içinde Bayona'ya ve San Juan de Luz'a
geçmişti. Daha sonra Fransa'dan Daimiel'e dönmüştü ve burada yakalanmıştı. İki
ay hapis yattıktan sonra diğer Moriskolarla birlikte Cartagena'ya getirilmişti.
Buradan da Cezayir'e giden bir gemiye binip kaçmıştı.
Diego sünnetli olduğunu itiraf
etmişti. Verdiği bilgiye göre Cezayir'e yakın bir yerde karaya çıkmışlardı. Bu
şehirde yaşayan Türkler onu alıp şehre götürmüş ve tersaneye tıkmışlardı.
"Utanç yerlerinin derisini" kesmişlerdi. Sünnet işlemini yapanlar
berberlerdi. Daha sonra Türkler "İspanya'da düğünlerde olduğu gibi"
bir yemek vermişlerdi. Yerde bir hasır üzerine örtülmüş sofra bezinin üstünde
yemek yiyorlardı. Sonra da ona Müslüman kıyafeti giydirmişlerdi. Diego
gemilerde çalışmaya başlamıştı. Bir limanda yapılan mendirek için taş çıkarmaya
gidiyor, bu iş karşılığında bir buçuk real kazanıyordu. Toledolu ve
Granadalı diğer Moriskolarla ve Hıristiyanlarla arkadaşlık ediyordu. Bir gün
kâğıt oynarlarken kendi gibi esir olan bir din adamına günah çıkarmıştı.
Kimseye söylememesine rağmen hâlâ Hıristiyan olarak yaşamaktaydı. Cezayir'deki
büyük kiliseye (camiye demek istiyor olmalı) bir kereden fazla girmemişti. O da
dua için değil, meraktan.[3]
Her şeyleri farklı
Diego'nun Engizisyon'a verdiği
açıklamalara göre İspanya'da ne yapılıyorsa buradaki Müslümanlar onun tersini
yapıyorlardı: Gömleklerini kaldırıp pantolonlarını indirerek kadın gibi
işiyorlardı, dilsiz ayakkabılarla dolaşıyorlar, kadınlar ise kimse görmesin
diye yüzlerini kapatıyorlardı. Yerde pislik içinde yemek yiyor ve yatmak için
genç erkek esirler satın alıyorlardı. Cezayir'de altı bin Hıristiyan Granadalı
vardı. Ama Aragon ve Valencia'dan gelen Moriskolar asla Hıristiyan
olmamışlardı. Cezayir'de olan Granadalılardan biri bir çocuk sahibi olacak
olursa onu asla burada bırakmak istemiyorlardı çünkü "Cezayirli
Müslümanların söylediği kötülüğü" (oğlancılık) yapmak için kendisinden
koparacağını düşünüyorlardı.
Altı ay sonra pek çok Aragonlu
Moriskoyla birlikte bir balıkçı gemisine binmiş, İspanya sahillerine
yaklaştıklarını görünce suya atlayarak Tortosa'ya kadar yüzmüştü. Oradan
Zaragoza'ya ve sonra da Fransa'ya gitmişti. Niyeti babası ya da kardeşlerini
bulmaktı. Hiçbirini bulamamıştı. Bazıları ölmüş, bazıları İspanya'ya dönmüştü.
Avignon'a kadar gitmiş, oradan da İspanya'ya geri gelmişti. Valencia'da
yaşamaya başlayıp burada kasaplık mesleğini öğrenmişti. Mahkemede "iyi bir
Hıristiyan olmasam iki kere kovulmama rağmen İspanya'ya dönmezdim" der.
Eğer Müslüman olsa her şeyin bolca bulunduğu Cezayir'de kalmayı tercih
edeceğini iddia eder.
Gelelim Diego Diaz'ın mahkemesine.
Engizisyon her şeyden önce bu şahitleri yetersiz bulur. Engizisyon mahkeme
görevlisinin bu şahitliklerin sonundaki yorumlarından anlaşıldığı üzere
şahitlerin Diego Diaz'la rekabet içindeki lokanta işletmecileri olmaları
sebebiyle durum hayli karışıktır.
Şahitler Diaz'ın Müslüman olduğunu,
şüphe doğurmayacak bir şekilde İslam'ın gereklerini yerine getirdiğini ve bu
yüzden de İspanya'dan atıldığını iddia ederler. Kendisini Paskalya'dan önceki
oruç süresinde (cuaresma) ve diğer yasaklı günlerde et yerken görmeleri
de bunu doğrular. Özellikle de 1632 yılının oruç zamanında bahsi geçen yasaklı
yiyecekleri yemiştir. Şarlken'in Yuste'ye çekildiği zamanlarda sarayda yasaklı
günlerde et yiyenleri nasıl takip ettiğini düşünecek olursak bir bakıma marazi
sayılabilecek bu kovalamanın boyutlarını tahmin edebiliriz.[4]
Diğer şahitler ise Diego'nun
takatsizlik sorunu olduğunu, bu yüzden doktorun kendisine verdiği izin
çerçevesinde bu yiyecekleri yediğini söylerler mahkeme huzurunda. Ama
Engizisyon görevlisi "bin tane şahit bunu söylese de doktorun kendisi
söylemedikçe" buna inanmayacağını belirtip doktorun peşine düşer. Doktor
Vázquez bulunur. Aynı soru doktora yöneltilince, bazı durumlarda Diego'ya et
yemek için izin verdiğini, ama 1632 Paskalya öncesi oruç süresinde böyle bir
izin vermediğini söyler. Birkaç defa verdiği et yeme izninin her zaman geçerli
olmadığının da altını çizer. Davaya bakan Engizisyon görevlisi domuz konusunda
ise, Diego'nun yanında çalıştığı yedi ay boyunca güvece domuz eti attığını hiç
görmediğini iddia eden kızın tek şahit olması sebebiyle delili yetersiz bulur.
Cuma günleri temiz gömlek giymesi
ise yine hayli şüpheli bir harekettir. Engizisyon'un dağıttığı, Müslümanların
dışarıdan ayırt edilebilecek özelliklerini anlatan kitapçıklardaki maddelerden
biri budur zaten. Ama söz konusu olan bir kasaptır. Cuma günleri Diego'nun
tatil günüdür ve kirli gömleğini çıkarıp temizini giymesinin bir açıklaması
vardır. Ayrıca zaten buna şahit olan da tek bir kişidir: Yukarıda bahsi geçen
hizmetçi kız.[5]
Sünnet meselesi ise Engizisyon'u bir
hayli oyalayacaktır. Diego'nun iradesine karşı olarak yakalanıp sünnet edilmesi
yine şüpheli görünmektedir. Çünkü görevlinin de bildiği kadarıyla Cezayir'de
kimse kimseyi zorla sünnet etmez. Müslümanların özellikle de kendi dinlerini
seçmeyen bir insanı zorla sünnet ettiklerinin duyulmadığını belirtir. Diego'nun
camiye girdiğini belirtmesi de kuşku doğurur, çünkü Hıristiyanların
Müslümanların kutsal ibadet mekânlarına alınmadığını bilmektedir. Ayrıca
Diego'ya kendi istediği dışında Müslüman kıyafetleri giydirilmesi de gariptir.
"Bu hiçbir şekilde inanılır bir şey değildir" der görevli. Roma'ya
günah çıkartmaya gitmesi, bir zamanlar Katolik de olsa, Cezayir'de yeniden
İslam'a döndüğünün göstergesi olarak algılanır. Sadaka vermesi de gizli gizli
İslam'ın gereklerini yerine getirdiğinin göstergesidir.
Mahkemede zor saatler
Kutsal Mahkeme 20 Aralık 1633
yılında Diego Diaz'ın Engizisyon hücresinden çıkarılıp mahkemeye getirilmesine
karar verir. Engizitörler Don Sebastian de Frias, Don Enrique de Peralta y
Cardenas, Don Ramón Rodriguez de Monrroy'un huzuruna çıkarılır. Anlattıkları
daha önce bilinen hikâyenin eksik taşlarını yerlerine koyacak niteliktedir.
Bu arada Juan Miguel Aquilera, aynı
şekilde tutuklanan Diaz'ın karısı Magdalena del Castillo'yu kurtarmak için
Cuenca Mahkemesi'ne bir mektup gönderip kadının hasta ve doğum yapmak üzere
olduğunu bildirir. Engizisyon'un hamile kadınlara işkence etmesi tamamen yasak
olmasına rağmen kadın sorguya çekilir. Bu arada ebeler çağrılarak kadının
hamileliği kontrol edilir ve kadın hapisten çıkarılır.[6]
Diego hikâyesini sorular
çerçevesinde anlatmaya devam eder. Ne zaman sürgün edildiğini hatırlamadığını,
bunun Granada'dan Müslümanların kovulmasından iki yıl sonra olmuş olabileceğini
belirtir. Kendisini önce Veobia'ya getirirler. San Juan de Luz'da bir süre bulunduktan
sonra –orada ne kadar bulunduğunu da hatırlamamaktadır– İspanya'ya döner. Villa
de Aro'ya varır. Onu burada yine tutuklar, üç ay hapsederler. Yeniden Veobia'da
baş levazımcıya teslim ederler. Bundan sonra yeniden İspanya'ya döner ve Madrid
üzerinden Daimiel'e varır. Buradan da Cartegena'ya götürülür. Belediye başkanı
Cabrera birkaç gün içinde yeni bir grup Morisko getirene dek de burada
bırakılırlar. İşte burada gemilere bindirilip Mağrip'e gönderilirler.[7]
Cezayir şehrinin yakınlarındaki
Serşel'de karaya çıkarlar. Cezayir'e doğru yürüyüş başlar. Yarım fersah yol
gittikten sonra yüz kişiden ibaret bir Cezayirli askeri birlikle karşılaşırlar.
Bu birlik onlara çok iyi davranır. Atlarına bindirerek şehre götürürler. Bundan
iki üç gün sonra erkekleri sünnet ederler. Cezayirli iki adam bir adamı
kucaklarına alıp, tek kelime bile etmeden pantolonunu indirerek sünnet ederler.
Diego başta Müslüman değil miydi? Neden sünnet edildiğini iddia ediyordu? Eski
Hıristiyan olduğunu iddia ederek acı bir sondan kurtulmak mı istiyordu?
Mahkemeye sunduğu hayat hikâyesini
nakletmeye devam edelim. Sünnet olduktan iki üç ay sonra sandalye yapan
adlarını bilmediği Granadalı Moriskolar, Diego'ya oralarda Hıristiyan bir rahip
olduğunu, ona günah çıkardıklarını söylerler. İsterse günah çıkarabileceğini
eklerler. O da günah çıkarır. Lakin günah çıkarırken bu adamlar da çok
yakınında dururlar.
Günah çıkaran rahip, Diego'ya eğer
Arapça biliyorsa Oran'a ya da İspanya'ya gitmesini, fırkataları olan Aragonlu
kaptanlarla arkadaşlık etmesini salık verir. Böylelikle Aragonlu ve Valencialı
Moriskolardan bir kaptanın gemisine biner. İspanya sahillerine yaklaşırken
denize atlayıp Zaragoza yakınlarında karaya çıkar. Burada hastaneye düşer.
Ancak onu içeri almadan önce kendisine günah çıkarttırırlar. Oradan Fransa'ya
San Juan de Luz'a gidip babasının ve kardeşlerinin peşine düşer. Kimisinin
öldüğünü, kimisinin de İspanya'ya döndüğünü öğrenip Avignon'a gider ve burada
günah çıkartır.
Niyetinin Roma'ya gitmek olduğunu
söyler. Amacı günah çıkartmak, günahlarından arınmaktır. Avignon'dan geçerken
iki Fransız din adamıyla karşılaşır. Onlara henüz kimseye söylemediği günahları
olduğunu, Roma'ya da bunlardan arınmaya gittiğini söyler, onlar da Diego'ya bir
pelerin verirler; burada birkaç gün kalır. Başpiskoposu ve papalık orta
elçisini (nuncio) görmeye gider. Konuştuğundan tek kelime anlamazlar.
Yeniden rahiplere gidip kendi dilini anlayacak bir din adam olup olmadığını
sorar. Ona on üç yıl Toledo'da bulunmuş bir din adamından bahsederler. Bu
rahibe günah çıkartır ve rahatlamış bir şekilde Fransa'ya döner. Perpiñan,
Gerona, Zaragoza, Valencia, Alicante ve son olarak da Orihuela'ya gelir. Burada
kasaplık mesleğini öğrenir, kasap olarak iş bulur. Hikâye yine başa döner.
Başka şahitler
Bu noktada mahkeme daha önce
Cezayir'de esir olarak bulunan ve kasabanın yerlisi olan Bernardino Medrano'nun
getirilmesini buyurur. 10 Ocak 1634 tarihinde Cuenca sakinlerinden Bernardino
mahkemeye çıkar. Kendisine yöneltilen ilk soru Cezayir'e gelen Moriskoların
zorla sünnet edilip edilmedikleri, bu dine geçip geçmedikleri ve Müslüman
kıyafetleri giyip giymedikleri olur.[8]
Bernardino Müslümanların kovulduğu
yıl Cezayir'de esir olarak bulunduğunu belirtir. Burada üç yıl, iki ay esir
olarak bulunmuştur ve kendi gözleriyle adabajies (?) adı verilen
memurların sokaklarda dolaştıklarını, İspanya'dan gelip de sünnetsiz olan bir
Morisko görürlerse onu yakalayıp zorla karşılarına çıkan ilk kapıdan içeri
soktuklarını, onu teftiş ettiklerini, eğer sünnetli değilse kendi rızası
olmadan sünnet ettiklerini gördüğünü söyler. Pek çok insanın bu sünnet işlemi
sırasında ölüverdiğini ve pek çoğunun da orada bulunan esirlere ve Hıristiyan
din adamlarına kendi rızaları dışında sünnet edildikleri için dert yandıklarını
belirtir. Bunu herkesin içinde açık açık Müslümanlara söylemeye cesaret
edemediklerini, sadece kendilerine güvendikleri için Hıristiyanlara itiraf
ettiklerini de ekler. Bunun yanı sıra esirler arasında yaygın olan kanıya göre,
Valencia Krallığı'nın bütün Moriskolarının, Aragon Krallığı'ndakilerin
yarısının sünnet edildiğine şahit olduğunu, Endülüs ve Kastilya'dakilerin ise
hiçbirinin sünnet olmadığını belirtir. Trinidad tarikatından baş redentor
(esir kurtarıcı) keşiş Bernardo de Monrroy'un papadan sünnet olup tüm tövbe
eden Katolik esirlerin suçunu bağışlamak için bir emir aldığını, bunu Monrroy'a
günah çıkartmaya giden, İspanyol Moriskoların işittiklerini söyler.
Mahkeme Bernardino'ya Cezayir'de
Müslümanların Hıristiyanların kendi camilerine girmesine izin verip
vermediklerini sorar. O da Müslümanlar cami içinde namaz kılıyorken ne
Hıristiyanların ne de Müslüman kadınların girmelerine izin verdiklerini,
içeride namaz kılınmadığı zamanlarda ise kapıcının Hıristiyanların içeriye
çabucak girip çıkmalarına izin verdiğini beyan eder.
Engizisyon, Cezayir'deki
Hıristiyanların kıyafetlerinin Müslüman kıyafetlerine benzeyip benzemediğini,
Müslümanların Hıristiyanların Müslüman kıyafetleri giymesine izin verip
vermediklerini sorar. Bernardino cevaben Hıristiyanların her türlü "Türk
stili kıyafet" giyebildiklerini, sadece renkli değil, koyu renkli başlık
da takabildiklerini, ama asla İspanyol stili kıyafetle dolaşmalarına izin
verilmediğini, bunların yasaklanıp çıkarıldığını açıklar mahkemeye. Esirlere
yere kadar uzanan beyaz ve mavi pamuklu ya da ketenden don giydirdiklerini;
esirlerin bacaklarının açıkta kaldığını, buradan uyluk kemiklerinin yarısına
kadar uzun, koyu renk, kaba yünlü kumaştan bir elbise giydirdiklerini; eğer söz
konusu olan genç delikanlılar ve kadınlarsa, Mağripliler onları kendi dinlerine
döndürmeye ikna etmek için kendi geleneklerine göre kıyafetler giydirdiklerini
söyler. Bunları zorla, sopayla ve diğer türlü kötü muameleyle dinlerine
döndürmeye çalışırlar. Ama yetişkin erkeklere ne kendi dinlerini bırakma ne de
kıyafetlerini kabul etme konusunda bir zorlama getirirler.
Bernardino de Medrano'nun mahkemede
verdiği bilgilerin sonunda Engizisyon görevlileri tek bir şahit yeterli olmasa
da bunun sanığın lehinde olduğuna, zorla sünnet edildiği konusunda doğru
söylüyor olabileceğine kanaat getirirler. "Ama hiçbir şekilde kesin bir
kanıt" olmadığını da belirtirler. Buna rağmen, savcı bir tek de olsa şahit
olduğunu ve sanığın işkenceye tabi tutulması gerektiğini beyan eder. Mamafih
oylama yapılır ve hâkim Diego Diaz'ın masum olduğu kanaatinde olduğunu
belirtir. Sünnet edilmesine izin verdiği için ciddi bir kınama cezası verilecek
ve halk içinde edeceği tövbe sonunda beraat ettirilecektir.
Bir Engizisyon çilekeşinin hikâyesi
de burada sona erer.
2
Arnold von Harff
Bir Hollandalı olan Arnold von Harff
1496 yılının Kasım'ında yollara düştüğünde sadece 25 yaşındadır. Almanya ve
İtalya üzerinden Venedik'e, oradan İskenderiye, Kahire ve Sina Dağı'na gelir.
Develerle Arap çöllerini aşar, Aden'den gemiye binip Socotra'ya gider,
Hindistan'a, Madagaskar'a, hatta Afrika'nın içlerine dek uzanır seyahati. Her
seyyah gibi onun gezi notları da zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşıp
fantastik öğelerle dolup taşar. Denizde savaştığını iddia ettiği leviathan
ve balina, adada karşılaştığı Amazonlar, egzotik hayvan tanımları ve çizimleri
de Mandeville'i hatırlartır. Devasa devekuşları, "bakması bile korkunç"
olan leoparlar, "kertenkeleyle ejderha arası" olarak tasvir ettiği
timsahlar görür. Kutsal Topraklar'ı ve İstanbul'u ziyaret eder ve karadan
Avrupa'ya döner. Henüz ciddi düzeyde Arapça sözlüklerin söz konusu olmadığı
dönemde Arnold von Harff Filistin'de kullanılan yüzden fazla Arapça kelime ve
otuza kadar sayının yanı sıra, alfabenin de bulunduğu bir bölümü, Kutsal
Topraklar'a yaptığı seyahatte tuttuğu günlüğüne eklemiştir.[9]
Anlatısında hayli ılımlıdır. Çektiği
acılardan hiç bahsetmez. Seyahatinin meşakkatli ve diğer seyyahların abartmayı
pek sevdikleri tehlike dolu kısımlarını her seferinde atlar. Bu yüzden de
kaleme aldıkları masalsı anlatılardan ibarettir. Türklere, Araplara ve diğer
Müslümanlara yöneltilmiş hakaretlerle dolu klasik gezi yazısı formatından çok
uzaktadır yazdıkları. Prens, dük ve kont ve eşlerine ithaf ettiği eserinin
sunuş sayfasında bu çalışmanın iyi düzenlenmemiş olduğunu belirtir ve aflarına
sığınır. "Lakin insanlar bunu uygun ve güvenilir bir kaynak olarak
alacaklardır" diyerek aslında bu tecrübelerini neden kitaplaştırdığını da
eklemiş olur. "Güneşin altında kendi yaşadıkları ülkeden başka ülke
olmadığını sanan belalı, dikkatsiz, çenebaz ve şerefe iftira atan her seyyahın
hikâyesinin yalan olduğunu sandığından" dem vurur.[10]
Arnold von Harff modern bir gezi
günlüğü tutarcasına, seyahatnamesinin başında Alman miliyle İtalyan milinin arasındaki
farkı okurun göz önünde bulundurması gerektiğini, 5 İtalyan milinin 1 Alman
miline eşit olduğunu, Savoy, Biskay Gaskonya, İspanya ve Fransa'da da mil
yerine fersah kelimesinin kullanıldığını hatırlatır. Türkiye'de ve kâfir
topraklarda da mil yerine günlük yolculuğun, yani "konak"ın
alındığını belirtir. Yolculuğunun büyük bir kısmını tüccarlarla birlikte
yaptığını, bunun da hayli avantajlı olduğunu söyler. Ne de olsa onlar bölgenin
dilini ve yollarını bilirler. Bir ülkeden diğerine giderken yanlarına eskort
alırlar ve "iyi yoldaş"tırlar.
Güneşin altındaki yalnız ülkeler
Arnold von Harff'ın macerası
Venedik'te, iki geminin İskenderiye'ye doğru yola çıkmak üzere olduğunu
öğrenmesiyle başlar. Esas gitmek istediği yer Sina Dağı olduğundan, Alman
tüccarların da yardımıyla İskenderiye yolculuğuna hazırlanır. Önce kendisine
bir tercüman bulması konusunda yardımcı olurlar. Master Vyncent (Maestro
Vicente) adında bir İspanyol bulur. Bu adam bir dönmedir ve Latince, İtalyanca,
İspanyolca, Slav dilleri, Yunanca, Türkçe ve mükemmelen de Arapça bilir.[11] Tercümana ayda dört duka verir;
onun yiyeceğini ve içeceğini sağladığı gibi, 100 duka da bahşiş vererek
kendisine jest yapar. Bu tercümanla anlaşmayı yapar yapmaz adam yolculuk için
gerekli olanları almaya gider: yere kadar uzanan bir tüccar cüppesi,
Hıristiyanların Arap topraklarında giydikleri cinsten başın etrafına dolamak
için mavi bir örtüsü (kefiye) de olan bir Arap işi kıyafet; rüzgâr ve yağmura
karşı korunmak için, gemide yatarken kullanmak üzere kalın bir çuhadan yapılmış
beyaz bir pelerin; sıcak havalarda giymek için iki çift keten don, sekiz
gömlek, el ve yüz için iki havlu, bir adet yün döşek, yastık ve iki de çarşaf.
Ayrıca denizcilerin hırsızlığına karşı içine her şeyin konulabileceği bir
teneke kutu.
Yeme içme konusuna gelince, von
Harff'ın varlıklı bir yolcu olduğu zaten anlaşılır: seyahatte içilecek şarabın
sert olması gerektiğini iddia ederek iki varil İtalyan şarabı alır yanına. Her
limanda tatlı suyla doldurmak üzere iki boş varil, içine tükürmek ve hasta
olunca kullanmak için bir leğeni de unutmaz. Hasta olmaktan kastı pek tabii
kusma, yani deniz tutmasıdır. Ayrıca tercüman kendisine bir kilo ağırlığında
mum ve çıra almıştır. Bir dukalık tuzlanmış domuz pastırması, yarım dukalık
salamura dil, yarım dukalık salamura sosis, bir dukalık da beyaz peksimet.
Peksimetin gemide mideye iyi geldiği, tok tuttuğunu da ekler. Ayrıca bir de
tavuk kafesi almıştır, böylece limana indiklerinde tavuk alabileceklerdir.
Von Harff belki de deniz yolculuğuna
çıkan yolcuların verdikleri listenin en ayrıntılısını verir. Vebaya ve
hastalıklara karşı hap elzemdir. Eğer hacılar bu haplardan almazlarsa sık sık
tuvalete gitmek zorunda kalırlar, "Bana bütün garip ülkelerde ve sıcak
iklimlerde pek sık olduğu gibi" der. "Bu yüzden hacılar dikkatli olup
tedbirlerini almalıdırlar, yoksa hayatlarını kısaltırlar" uyarısında
bulunur.[12]
Von Harff'ın seyahat ettiği gemi
nispeten büyük bir gemidir; 174 ayak uzunluğunda, 36 ayak genişliğinde bu
geminin patronu Venedikli bir asilzadedir. Gemideki kamarasında prenslere layık
bir yatak vardır, yemeklerini altın ve gümüş tabaklarda yer. Yani, bu devirde
böyle lüks seyahat eden hacı pek sık görülen bir şey değildir.
İlk seyahat çekleri
Von Harff Venedik'te bütün parasını zecca
adı verilen Venedik parasına çevirmiştir. "Kâfirlerin ülkesinde"
dolaşacağı için, "başına pek sık geldiği gibi" parası çalınmasın diye
tam anlamıyla modern sayılan bir yönteme başvurur. Alman tüccarların yardımıyla
denizaşırı ticaret yapan bir Venedikliye giderler ve ondan senet (kambiyo
senedi) alır. Venedikli İskenderiye, Dimyat, Şam, Beyrut, Antakya, İstanbul ve
daha pek çok şehirde geçerli olan çekler verir.[13] Bu çekleri nasıl nakde çevirdiği
ise tam bir film karesini andırır: "Kâfir kasabasına" gelip de
kendisine söylenen adama bu çekleri teslim ettiğinde, onunla hiçbir dilde
konuşamadığı için başını eğer ve saygısını göstermek için parmağını öper ve
çekleri öyle verir. Adam şaşkınlıkla ona baktıktan sonra evinin arka
odalarından birinde kayboluverir. Kısa bir süre sonra dönüp parasını nakit
olarak kendisine öder. Eliyle de kaç lira aldığını yazması gerektiğini işaret
eder. "Kâfir olsalar da sözlerini tutuyorlar" der, bu da metinde
Müslüman dünyasına olan güvensizliğin dile getirildiği az yerden biridir.
"Kadın, seninle yatabilir
miyim?"
Arnold von Harff'ın seyahatnamesinde
okuru en çok gülümseten kısım her gittiği ülkenin dilinde öğrendiği temel
kelimeler ve cümlelere ayırdığı yerdir. Burada sayılar, yiyecek, içecek ve para
başta olmak üzere bir yolcunun ihtiyacı olabilecek belli başlı kelime dağarcığı
vardır. Ama onun bir seyyah için lüks sayılabilecek, bir hacı olarak da pek
kabullenilemeyecek bir ihtiyacı daha vardır. Her dilde eksiksiz olarak yazdığı
ve listesinin en başına koyduğu "Kadın, seninle yatabilir miyim?"
cümlesi bunu ele verir. En eğlencelisi Yunanca kısmıdır. İlk cümle olarak
"Kadın, seninle evleneyim mi?"yi koymuş, alt sıraya ise "Kadın,
çoktan senin yatağına girdim" cümlesini yerleştirmiştir. Kendisine Yunanca
olarak söylenenlerin tercümesi ise okuru biraz daha güldürür ve devrin
tercümelerinde yaşanan aksaklıkların ne gibi sonuçlar doğurduğunu hayal
etmemize yardımcı olur: "Kadın, ben hep seninim." Söylenenleri epey
yanlış duyduğu anlaşılıyor.
Yolu Mısır'a düşen pek çok Batılı
gibi, o da posta güvercinleri karşısında derin bir şaşkınlığa düşer.
İskenderiye valisinin bir mektup yazıp güvercinin kanadına bağladığını görür.
Kuş haberi götürüp kısa bir süre sonra geri gelir. Gelen haberde von Harff ve
beraberindekilerin kim oldukları, ne çeşit emtia taşıdıkları yazılıdır, o da
bunları hemen sultana bildirir. Bunun İskenderiye ve Kahire arasında da
yapıldığını sultanın bu şekilde haberleştiğini öğrenir ama bunu kendi
gözleriyle görmediğini belirtir.
Şehirde dolaşmak için izin alma,
dolayısıyla vergi verme vakti gelince Arnold bir hacı gibi değil, tüccar gibi
davranmanın çok daha avantajlı olduğunu fark edip bundan faydalanır. Her tüccar
iki duka vermek zorundadır. Getirdiği ya da götürdüğü mallar içinde yüz dukaya
on duka vergi verirler. Eğer hacı olduğunu anlasalar, Arnold'dan beş duka
alacaklardır.
İskenderiye'de Venedik fondaco'sunda
kalırlar. Fondaco, Arapça funduk kelimesinden bozma bir kelimedir. Bugün
Arapçada "otel" anlamında kullanılan bu kelime İtalyancada tüccarlar
için kurulan büyük bir konut gibidir. Venedik'teki Osmanlı tüccarlarını
barındıran fondaco dei Turchi bunlardan biridir ve binası bugün hâlâ
Venedik'te görülebilir. İskenderiye'deki fondaco'da kendilerine çok iyi
davranılır, haftada bir duka karşılığında yiyecek ve içecek de sunulur.[14] Fondaco'nun kapıları gece
kapanır, gündüz açılır. İskenderiye'de ayrıca Cenovalıların, Katalanların,
Türklerin, Mağriplilerin ve Tatarların da fondaco'ları vardır.
Arnold von Harff şehri de bir tüccar
gibi gezer. Bu pek tabii kendisine büyük bir kolaylık sağlar. Köln'den daha
küçük olmadığını düşündüğü İskenderiye dökülen binaları, ama hâlâ ayakta duran
surları, kuleleri ve Batı stili inşa edilmiş hendekleriyle kendisine genel
olarak pek harap görünür.[15] Mısır'ın bahçeleri ve bitki örtüsü
onu da diğer seyyahlar gibi büyüler. Bahçelerinde "pek tatlı nadir
meyveler" portakal, limon, hurma, incir, muz yetişen yazlık bahçelere
bayılır. Ancak aşırı sıcak yüzünden elma, erik, armut, kiraz gibi meyvelerin
yetişmediğini görür. Şekerkamışından şeker suyunun nasıl çıktığına şahit olur.
Tüccarların timsah derilerini kurutup ejderha derisi diye sattığını söyler.
Roma'dayken Mariam de Portico Kilisesi'nde kendisine demir zincirlerle asılı
duran bir timsah derisini gösterip bunun ejderha derisi olduğunu
söylemişlerdir. "Sonradan bunun bir yalan olduğunu anladım" der.[16]
Doğu ülkelerine ziyarette bulunan
Batılıların sık sık başlarına geldiği gibi von Harff sultan tarafından sorguya
çekilir ve hep yapıldığı gibi, ondan kendi hükümdarı hakkında bilgi vermesi
istenir. Kutsal Topraklar'a girmek için geçiş izni almak üzere sultanın
karşısına çıktığında, sultan ona tercümanları aracılığıyla sorular yağdırır.
Sultan 16 yaşında bir delikanlıdır. Von Harff, sultanın (Nasır Muhammed)
"terziler gibi" oturduğunu, sarayının zarif duvar süsleri, güzel
halılarla döşeli olduğunu da ekler.[17] Sultan onun kralının Fransa kralı
olup olmadığını, o yıl pek çok toprağı ülkesine katıp katmadığını ve yeni
planlarının ne olduğunu sorar. Von Harff şanslıdır, çünkü bu sorulara verilecek
cevapları daha önceden aldığı haberlerle hazırlamıştır.[18]
Yatağımız gökkubbe altındaki sıcak
kumlar
Hacıların en büyük şansları yol
üzerindeki manastırlarda kendilerine çok iyi bakılmasıdır. Bunlar Müslüman
dünyanın yolcularının üç gün ağırlandığı kervansaraylar gibi bir misyon
yüklenirler. Arnold von Harff da Sion Dağı'nda bir manastırda pek güzel bir
şekilde ağırlanır, yatacak bir yatak, yiyecek ve içecek bulduğu bu yerde çok
mutlu olur ve "Bir buçuk yıldır böylesini görmemiştik. Yatağımız gökkubbe
altındaki sıcak kumlardı, yiyecek ekmeklerimizi kızgın kumda pişiriyorduk,
içeceğimiz ise keçi tulumlarında saklanan leş kokulu sulardı" der.[19]
Şarap buralarda da yasaktır. Arnold,
Memlûklar ve Yahudilerle birlikte gizli gizli şarap içen Müslümanlar olduğunu
söyler. Alenen içki içilmesinin ölüm cezasına tabi olduğunu, şarabın şehre
Memlûklar tarafından gizlice Kandiye'den, üzeri ketenle kaplı küçük varillerle
getirildiğini, her birine de 14 duka sayıldığını nakleder.[20]
3
Jerónimo Gracián de la Madre de Dios
Bahtsız kahramanımız Jerónimo
Gracián de la Madre de Dios, Santa Teresa de Jesús ve San Juan de la Cruz
tarafından başlatılan reform yolunda çalışmış bir din adamıdır. Erasmus
doktrinlerinden etkilenmiş biri olan babası, Şarlken ve II. Felipe'nin
sarayında sekreter olarak çalışmıştır.[21] Kötü talih onu 1593 yılında ağına
düşürmüş ve esareti tatmasına sebep olmuştur. Çilelerini anlattığı Tratado
de la redención de cautivos (Esirlerin Kurtarılması Üzerine İnceleme) adlı
eserini 1609'da yayımlar.
Kitabını Papa VIII. Clemens'e
ithafen yazmıştır. "Berberistan'da sefil Hıristiyan esirlerin kâfirlerin
elinde çektiklerini" kendisine anlatacağı bir eser olarak sunar. Sunum
kısmında bu eseri yazmaktaki esas amacının, bu çalışmayı İspanya'ya ve diğer
ülkelere gönderip dini bütün Hıristiyanların okuyarak insafa gelmesini ve
sadaka vererek yardım toplamalarını sağlamak olduğunu belirtir. Ona göre, pek
çok insan, buralarda esirlerin başına gelenlerden bihaber oldukları için onları
unuturlar. Bu sayfaları diğer esaret güncelerinden farklı kılan da, bir
biyografi yazıp bahtsızlıklarını ölümsüzleştirmeyi değil, kendi başına
gelenlerin pek çok Hıristiyan'ın başına gelme ihtimalinin yüksek olduğu bir
dönemde kolektif bilinç uyandırmayı hedeflemesidir.[22] Sakinliği, ruhunun dinginliği,
sabrı ile öne çıkar. Hıristiyanların buralarda çektiği "açlık, susuzluk,
çıplaklık, hapis, sürgün, hastalıklar ve kabirsiz kalakalmak" gibi
dertlerin Katolik topraklarında çektikleriyle kıyaslanamayacağını söyler.
Tüfeklerini kitap sayfalarıyla
temizleyen Türkler
1593 yılının 10 Ekimi'nde, Jerónimo
Sicilya'dan vaaz vermekten dönerken, Gaeta'dan Roma'ya gitmek üzere bindiği
firkateyn, yola çıktıktan yaklaşık iki fersah sonra, sabahın 10'unda bir Türk
kalyatasının eline geçer.[23] Kendini "birdenbire
çırılçıplak, esir edilmiş" bulur. Üstelik büyük zahmetlerle yazdığı,
Roma'ya basılmak üzere götürdüğü doktrin kâğıtları da Türklerin eline geçer.
Onların tüfeklerini bu kâğıtlarla sildiklerini görür. Bu zor durumdan moralini
sağlam tutarak çıkar. Hatta bu sayede Aziz Yuhanna'nın Apocalips'i
üzerine bir de kitap yazar, çok yakında çıkacağını da vaat eder.
Napoli yakınlarındaki Ventor
Adası'na giderler. Burada bir Türk, Jerónimo'nun ayaklarına kızgın demirle haç
işareti yapar. Hıristiyanlardan birine bunu neden yaptıklarını sorunca o da
bunun Türkler için bir ritüel olduğunu, eğer bir rahip ele geçirirlerse bunu
yaptıklarını, buna rağmen kötü şartları düzelmezse onu canlı canlı yaktıklarını
söyler.[24] Daha sonra bu adaya paşanın
gemileri, Tunus'tan yola çıkan iki kadırga ve Bizerta'dan altı kadırga gelir.
Hava iyileşince yola çıkar ve bu sahillerde bir buçuk ay dolaşırlar. Ne su, ne
de peksimetleri vardır. Üstelik gemi de çok rahatsızdır. Yeni gelen Hıristiyan
esirlerle birlikte toplam 190 kişi olurlar.[25]
Bordada Türkler "Hıristiyanlık
uyuyor" diyerek esirleri tokatlarlar. Ama Jerónimo'yu her adımı macera
dolu hayatında, bir kuru tokattan beteri beklemektedir. Bizerta'ya
geldiklerinde onun kardinal olmak için Roma'ya giden bir başpiskopos olduğu
dedikodusu yayılır şehirde. Böyle olunca Tunus paşası (beylerbeyi) kendisine
haber gönderir. Ne de olsa böyle önemli birinin ele geçmesi halinde bu şahıs ya
paşaya ya da sultana saklanır. Bu da, bir esirin başına gelebilecek en kötü
şeydir. Fakir bir adam olsa, çok daha düşük bir fidyeyle kolayca salıverilir.
Tunus'a getirilip de zindana atılınca orada bulunan bir Hıristiyan onu avutmaya
gelir; ölümden daha büyük bir felaket olamayacağını, kendisinin buraya bu
Hıristiyanların ruhlarını kurtarmak için gönderildiğini, kötü zaman geçirmemesi
için ellerinden geleni yapacaklarını söyler.
Zindanın ayrı bir yerinde ona bir
yatak yaparlar. Burada kullandığı cribete kelimesi de ilginçtir. Kerevet
kelimesinden bozma bu kelime, dönemde kelimelerin nasıl seyahat ettiğini ve
Mağrip üzerinden Türkçe kelimelerin İspanyolcaya nasıl geçtiğini gösterir.
Yunancadaki krevati'dir bu. Ona göre Hıristiyan topraklarındaki
hapishaneler katlanılabilir, tolere edilebilirdir, lakin zindanlar (los
baños) leş gibi kokar, karanlıktır, daracıktır, üstelik bir de insanları
çalıştırırlar. Jerónimo'nun anlattığı zindan 600 kişiliktir. Çok dar, havasız,
leş gibi kokan bir yerdir. Hıristiyan hapishanelerinin zindanları bunun yanında
"enfes bir bahçe" kalır. Yemek diye verdikleri şey iki parça kara
ekmektir.[26]
Zindanın bir köşesi kilise olarak
hizmet vermektedir. Jerónimo da burada hem günah çıkartır, hem de vaaz verir.
Çalışmaya gitmeden önce dua eden 600 kişi için gün doğmadan bir vaaz verir.
Dışarıda çalışanlar için de gün içinde ayrı bir vaaz verilir. Tunus'ta o zaman
dışarıda bulunan esir sayısı 1600'dür.
Jerónimo'nun bu esaret anlatısı
diğer esaret güncelerinde çok sık karşılaşılmayan unsurlarla doludur. Kendi
bahtsızlığının da bunda rolü vardır tabii. Bir keresinde engizitör olduğu ve
Katolik topraklarda dönmeleri yaktığı hakkında bir dedikodu yayılır. Jerónimo
bütün gece korkudan uyumaz ve bu dedikodu üzerine ateşe gideceğine kani olur.
Üstelik de Noel gecesidir. Fakat beklenmedik bir şey olur. Jerónimo'ya hayal
bile edemeyeceği iyi haberler gelir. Habere göre paşa yeniçerilerine, papazının
–metinde Türkçe olarak "papaz" kelimesi geçmektedir– bu kadar alt
sınıftan biri olmadığını, onun büyük bir başpiskopos olduğunu söyler.[27] Buradan anlaşıldığı üzere paşa
gelecek dolgun fidyenin hayalini kurmaktadır. Sonunda Jerónimo, Tabarca ve
Cenova üzerinden Roma'ya gelip papanın ayaklarına kapanır.
Kilise'nin en zayıf ve sürüden
ayrılmış koyunları...
Jerónimo esirleri "Kilise'nin
en zayıf ve sürüden ayrılmış koyunları" olarak nitelendirir. Kadırgalarda
ve kalyotalardaki esirlerin, çoğu zaman günah çıkaracak rahip bile bulamadan
öteki dünyaya göçtüklerinden dert yanar. Hıristiyan kadınları İslam'a döndürüp
onlarla evlenen Türklerin çocuklarının doğrudan Müslüman olduğunu da esefle
bildirir. Bunun yanı sıra başka bir örnek daha verir. "Hıristiyan
toprakları"nda evlenmiş kadınların kocalarının öldüğü farz edilerek
onlarla evlenilir. Ayrıca bu kadınların çocuklarını vaftiz ettirdiklerini, pek
çoğunun çocuklarının kendilerinin bırakmak zorunda kaldığı Hıristiyan dininde
büyümesini istediklerini söyler. Ne de olsa büyüyünce İslam yolunda hayatlarına
devam edecekler ve Müslüman âdetlerine ayak uyduracaklardır.
Daha masalsı bir olay daha paylaşır
Jerónimo. Bu, Meryem Ana'nın kendilerine göründüğünü iddia eden Hıristiyanların
anlatılarına benzer bir bakıma. Fidyesi için Korsika'da 300 duka temin eden çok
zengin bir kadının hikâyesidir bu. Kadın kendisine Kral Amida'nın ruhu olduğunu
söyleyen bir ses duyar. Jerónimo hayli kızgın bir yorum yapar: "İşte
böyle, şeytan bunun gibi sayısız yolla Katolik esirleri zındık yapar."[28]
Diğer bir taraftan esirler arasında
da büyük suçlar ve günahlar işlendiğini görür. İddia ettiklerine göre, Kilise
yasaklı günlerde et yememe yükümlülüklerinin olmadığını söylemiştir. Pek
çoğunun Paskalya öncesi oruç döneminde dinin gereklerini yerine getirmediğini,
İslami ortamda, onların şartlarına uyarak yaşasa da kalbinde İsa Peygamber olan
dönmenin kurtulabileceğini söylediklerini belirtir.[29] Hatta burada bazı Hıristiyanların
"skandal yaratacak şekilde yaşadıklarını" esefle ekler. "Her
çeşit şerefsizlik" yapan Hıristiyan'la karşılaşmıştır, bunlar "küfür,
nefret, hırsızlık, ayine saygısızlık etmekle lekelenmiş"tir.[30]
Mağriplilerin Hıristiyanları İslam
dinine döndürdüklerini, sonra da bu dönme erkeklerle kızlarını
evlendirdiklerini yazar. İddiasına göre bir Mağripli, Tunus'ta esir düşen bir
papaza dinini değiştirmesi ve on beş yaşındaki kızıyla evlenmesi için 12 bin altın
escudo teklif etmiştir. Öte yandan Hıristiyan dininin gereğini gizli
gizli devam ettiren mühtediler de vardır. İslam'a döndürülüp, satın alınarak
Türklerle evlendirilen Hıristiyan genç kızların günah çıkartmaya, ayine gitmeye
ve Hıristiyanlarla arkadaşlık etmeye devam ettiklerini söyler. Bu esir
Hıristiyanların bazı kutsal günlerini ise gizlice kutlayıp, âdetlerini yerine
getirdikleri görülür. Bir din adamı diğer Hıristiyanların zindanda Kutsal
Perşembe kutlamalarına devam edip Hıristiyan âdetlerini büsbütün unutmamalarına
çalışmıştır.
Kaçmanın bedeli
Jerónimo'nun verdiği daha da çarpıcı
bir örnek vardır ki, Fransa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki antlaşmaya da
doğrudan ters düşer. Jerónimo ya abartıyordur, ya da gerçekten Mağrip'te zaman
zaman bu iki ülke arasındaki antlaşmaya aykırı işler yapılıyordur. Tunus ve
Bizerta'dan çok sayıda genç Fransız erkeğinin getirildiğini görmüştür. Bunlar
ahitnameye göre esir edilemeyeceklerdir. Jerónimo'nun verdiği bilgiye göre
Fransız Konsolosluğu araya girmeden Türkler bunları sünnet ederler. Bunlardan
birine bir Engizisyon tezkeresi verilmiştir, o da bununla Cagliari'ye
kaçmıştır.[31] Başka bir Fransız'ı Jerónimo ve
diğer Hıristiyanlar kaçmaya ikna etmişlerdir. Kaçış planına göre çocuk geminin patrón'unu
küçük gemilerinden birine getirecek, bunun içindeki paşaya ait 23 esir
kaçacaktır. Ama yine Hıristiyanlardan biri ispiyonculuk yapar ve bütün
hayalleri suya düşer. Üzerine de bir sürü sopa ve kırbaç yer. Fransız dönmenin
ise cezası tahminlerin ötesindedir. Bacaklarını ve kollarını keserler, onu
kumlar üzerinde asılı bırakırlar. O, Tanrı'ya yalvarıp yardım dilenirken, zorla
sünnet ederler. Hıristiyan olarak ölür. Ama trajik bir şekilde ne günah çıkartacak
biri vardır, ne de bir Hıristiyan gibi gömülür.
Jerónimo, esirlere karşı en çok
kullanılan hakaretin köpek (chupeque) olduğunu doğrular. Hasta olan
Hıristiyan esirine "bir boğa siniriyle" 200 kırbaç çeken bir Türk
tanıdığını yazar. Zaten şiddetin yanı sıra bütün gariplikler de Mağrip'te vuku
bulur! Buralarda Hıristiyanlar ve dönmeler arasında pek çok batıl inanç,
büyücülük ve ruh çağırma olduğunu da ekler. Türklerin Berberistan'daki coşkun
nehirleri at üzerinde nasıl geçtikleri, buna şahit olan Hıristiyanların aklını
alır. Jerónimo da bir at üzerinden Bizerta'dan Tunus'a doğru yola çıkarılır.
Yağan yağmurdan iyice azmış bir nehrin kıyısına gelirler. Jerónimo Türklerin
elbiselerini çıkarıp kafalarında taşıyarak bu nehirleri geçme âdetlerine de değinir.
Aynı Mısırlı fellahlar gibi. Ama zavallı Jerónimo buna hiç de alışık değildir.
Korku içinde atını azgın suya sürünce bir Mağripli ona "suya değil, göğe
bak" tüyosunu verir.[32]
IX
Farklılık
1
Kadınlar
Sene 1560. Mahallede Karabaş olarak
anılan bir papaz hamama gizlenmiştir. Hem de kadınların hamam gününde! Kadınlar
bunu fark edince adamı döve döve dışarı çıkarırlar. Bir roman bölümü, hatta bir
film karesi olmaya layık bu sahneyi Kanuni'nin hükümlerinden biri sayesinde
öğreniyoruz. Padişah her şeye rağmen önce durumun teftiş edilip, doğruluğunun
saptanmasını buyuruyor. Suçu sabit ise de şeriat gereği ne yapılması
gerekiyorsa onun yapılmasını! İşte hükmün kendisi:
Kazâ-yı mezbûrda Karabaş dimekle
marûf papas, Müslimanlar hatunı girdüği hammamun içine girüp, gizlenüp avretler
dahı haberdar olup döğerek taşra çıkarup sen ki kadîsın; sana i'lam
itdüklerinde ihmal idüp tutmaduğun, Hamîd-ili sancağı beginün âdemi arz itmeğin
buyurdum ki: Hükm-i hümâyûnum vardukta, mezbûr papası her kandeyse buldurup,
getürdüp husamâsiyle beraber idüp bir def'a fasl olmış değil ise teftiş eyleyüp
göresin; arz olınduğı gibiyse, Şer'ile sabit ü zâhir ola, ol bâbda Şer'ile
lazım geleni icra idüp yirine koyasın.
Hicri olarak sene 967, Ramazan
ayının ilk günü. Papazın cesareti gerçekten takdire şayandır. Mevcut şartlarda
böyle bir çılgınlığa soyunması pek de açıklanabilecek gibi değildir. Bir buhran
anı mı yaşamıştı? Yoksa hayatının monotonluğundan bezip olabilecek en büyük
tehlikenin tadına mı bakmak istemişti? Ya da bir kadına mı âşık olmuştu
mahallede? Belki de yakalanmayacağından çok emindi. Son bir ihtimal geliyor
aklımıza: Dalgınlıkla hamama yanlış günde girmişti. Sonra da geri dönememiş, belki
de korkudan tir tir titreyerek son çareyi oracıkta saklanmakta bulmuştu. İşte
belgeler burada âciz kalıyor. Yine de bizi Kanuni döneminde yaşanmış akıl almaz
bir olayla karşı karşıya bırakıyor bu birkaç satır.
"Şer'ile lazım gelenin" ne
olduğunu tahmin etmek pek de zor olmasa gerek. Ama yine de cevabı hükümde
olmayan bu sorunun yanıtını Blount'tan duyalım: "Bir erkeğin kadınlar
yıkanırken içeri girmesi ölüm demektir. Erkeklerin hamamın kapısının önüne
yerleştirilen bariyerlerden içeride kadınların olduğunu anlaması gerekiyor.
Haftada iki veya üç kez yıkanmayan kadın ya da erkekler kirli olarak
değerlendiriliyor."[1] Canaye de aynı bilgiyi verir:
Hamama giden birisinin en çok dikkat etmesi gereken şey günlerdir. Kadınlar ve
erkeklerin günü karıştırıp, yanlış bir günde hamama girmesi ölüm cezasıyla bile
sonuçlanabilirdi.[2] Karabaş bariyerleri görmemiş miydi?
Yoksa bu her yerde uygulanan bir şey değil miydi? Bu sonuncusu dalgınlık
tezimizi çürütüyor olabilir.
Papazın bu deli cesareti karşısında
şaşkınlığa düşmemizin sebebi klasik bir İslam toplumu sayılan Osmanlı'da
kadının mahrem dünyasının dış dünyadan korunmasındaki aşırı titizliktir. Hem
sadece erkeklerden korunan bir dünya da değildir bu. Yine bir hamam örneğine
bakalım. 1773 yılında Vidin valisi ortak hamamı kullanan Müslüman kadınların bu
kamu alanının kullanılması konusundaki şikâyetlerini dile getirmiştir. Şeriata
göre Müslüman kadınların Hıristiyan, Yahudi ve Çingenelerle birlikte yıkanması,
yıkanırken de birbirlerini çıplak görmeleri caiz değildir.[3]
Bundan 600 yıl önce, 962'de
Lorena'dan bir keşiş, Alman ve İtalya imparatoru olan I. Otto'nun elçisi olarak
Córdoba Halifesi III. Abdurrahman'a gönderilir. Bu heyetin esas amacı
Fraxinetum'da faaliyetlerine devam eden Müslüman korsanlardır. Bu ziyarete
ilişkin kayda geçen pek çok ilginç anlatı arasında bir de İslam topraklarında,
kadının kamusal alandaki durumuna dair bir ayrıntı vardır. Keşiş, buralarda
kadınlara sokakta şaka kabilinden sözler edilmemesi gerektiği konusunda ciddi
bir şekilde uyarılır. Córdobalıların ahlak ve onur kodlarının önemli bir
parçasıdır bu. İslam topraklarına çeşitli vesilelerle gelen her yabancı,
yüzyıllar boyunca aynı nasihati duymaya devam edecektir.
Ortaçağ'ın, Yeniçağ'ın Avrupası'nda
sokak manzaraları getirelim gözümüzün önüne. Pazaryerinde, köy meydanında,
şehir sokaklarında boy gösteren, alışverişe katılan, tavernalarda ellerinde
toprak sürahiler ve tepsiler, tabaklarla dört bir yana koşturan, hele hele
Brueghel'in şen şakrak renkleriyle süslenmiş olarak el ele, kol kola dans eden,
birlikte yiyip içen, birlikte gülen Avrupa'nın kadınlarını tasavvur edelim. Bir
de Avrupa şehirlerinden yola çıkıp İslam topraklarında son bulan
yolculuklarında, kadının toplumsal durumunu görerek buna bir anlam vermeye
çalışan yabancıyı düşünelim. Sosyal hayatı dini kodların çok sıkı bir şekilde
belirlediği bu yüzyıllarda bir tarafta kışkırtan bir merak, diğer tarafta
şeriatın kendisine biçeceği korkunç bir cezayla karanlık bir kuyunun içine
düşer gibi seyahatin bitmesi kaygısı! Canaye bu şaşkınlığı en güzel dile
getirenlerdendir: "Bense bu acımasız ve gerçekten Türklere has geleneği,
güzel ve hoş genç kızların görülmesi zararlı kötü yaratıklarmış gibi bir yere
kapatılmalarını anlayamıyorum; buna karşılık, ayılar, aslanlar, en yabanıl
hayvanlar zincirsiz olarak her yerde dolanıp durmaktalar."[4] Canaye'nin bir bakıma protesto
ettiği peçe kendisine zorluk çıkartıyor olmalıydı: "Çirkin kadınlarla
güzel kadınları birbirinden ayırma olanağı yok."[5]
Esaretnamesini XV. yüzyılda kaleme
alan György, bir kadın ve erkeğin herkesin önünde açık bir yerde sohbet
etmelerinin çok ender görülen bir olay olduğunu belirtir ve "böyle bir
sahneyle yılda ancak bir kere karşılaşır ya da karşılaşmazsınız" diye
ekler. Ata binen bir kadının Türkler için "kabul edilmez bir mahluk"
olduğunu da ekler.[6] Naklettiğine göre kadınların pazara
çıkması, alışveriş yapması, mal alması ya da satması yasaktır. Büyük camilerde
kadınlar için ayrılmış özel bir bölüm vardır, "gözden ırak bu yer o kadar
iyi gizlenmiştir ki buraya ne kimse girebilir, ne kimse içeriye şöyle bir göz
atmaya yeltenebilir." Ayrıca bu gizli bölmeye her kadın da giremez; sadece
şehrin ileri gelenlerinin eşleri kabul edilir, o da sadece cuma günleri.[7] Canaye ise kadınların namaz kılmak
için asla camiye gitmediklerini yazar ve her seyyah gibi ilk duyduğu ve doğru
olduğuna inandığı bilgiyi paylaşır: "Zira din onların cennete gitmelerine
izin vermez, cennetin kapısında bekletir."[8]
Bir yabancı, bir Türk'le ne kadar
yakın olursa olsun, asla karısını –ya da karılarını– göremez. Bu da doğal
olarak tuhaf bir merakın başlangıcı olur. Her yabancı, bir Türk kadınını
yakından görmek, –hatta daha da fazlası– için yanıp tutuşur. Ancak bir ecnebi
ve bir Türk-Müslüman kadının yan yana görülmesi, her ikisi için de ölümlerden
ölüm beğenmekle eşanlamlıdır. D'Arvieux böyle korkunç bir duruma düşmese de,
cemaati arasında bu hatayı yapanların olduğunu, onların da daha sonra ölümden
paşaya büyük rüşvetler vererek kurtulduklarını yazar. Bu yüzden bunun akabinde
uzun süre cepleri delik dolaşmak zorunda kalmışlardır.[9]
Gözü pek atılımlar, cüretkâr
meraklılar
Kraliçeden saraya hediye olarak org
getiren Dallam saraya ayak basmışken şanı Avrupa'yı kasıp kavuran sultanın
haremine bir göz atmanın yolunu bulur ve fazlasıyla cesur bir atılımla dillere
destan güzelliklere göz şahidi olur. Izgaranın arasından bakınca padişahın otuz
cariyesinin top oynadığını görür: "İlk bakışta genç erkekleri gördüğümü
zanneyledim, ama kafalarından sarkan, ucuna ufak inciler takılmış zülüfleri ve
sair emareleri görünce avrat olduklarını idrak eyledim, hemi de fevkalade afet
idiler" diye not düşmekten alıkoyamaz kendini.[10] Elbette, böylece cesurca ve gizlice
şahit olduklarını kimselere yumurtlamaması gerektiği, yoksa kellesinin elden
gideceği kendisine sıkıca tembihlenir.
Kapalıçarşı'da Türk kadınlarını
gören Pietro della Valle de Türk kadınlarına yaklaşarak merakını
giderenlerdendir. Bu kadınların peçelerle örtülü olduklarını, ama yine de
yüzlerini göstermek istedikleri birisi olursa peçelerini indirdiklerini yazar.[11] Özellikle de daha özgürce
davranabileceklerini bildikleri yabancılara karşı daha rahattırlar. Yabancı
birilerini gördükleri yerde kalabalık tarafından itiliyormuş gibi dirsekleriyle
onlara çarparlar. Pietro az çapkın değildir. "Eğer güzellerse, biz de
aynısını yapıyorduk ve buna kahkahayla gülüyorduk" der. "Zaman zaman
da hoş, nüktedan sorular sorardık birbirimize ve kendi çapımızda flört ederdik,
böylece kibar yoldan arkadaşlıklar doğmuş olurdu."[12] Fransız bir seyyah ise bir Türk
kadınının asla bir Frenk'in yüzlerini görmesine izin vermediğini belirttikten
sonra şöyle bir ekleme yapar: "En azından güzel olmadıkları sürece!"[13]
Memlûk kadınlarının peçeler ardında
yaptıkları çapkınlıkları anlatan da Hollandalı tüccar Arnold von Harff'tır.
İddiasına göre peçelerini takıp, katırlara binip kendi kocalarının önünden
geçerler, ama peçeler sayesinde öyle bir tanınmayacak hale gelirler ki,
kocaları bile onları tanıyamaz. Katır üzerinde başka bir Memlûk'a giderler,
onunla üç dört saat geçirirler.[14]
Göz zinası bir yana, eğer bir
Hıristiyan erkek bir Türk kadınla ilişkiye girer, suçüstü yakalanır, suçu da
kanıtlanırsa, Werner'in deyimiyle "artık yaşamaktan umudunu
kesmelidir." Werner seçenekleri şöyle özetler: "Bunun gibi hayatta
kalmanın söz konusu olduğu tüm olaylarda, Türkler Hıristiyanlara özgürce karar
verme hakkını tanırlar: [Bu kişi ]ya ölmeye razı olacaktır, ya da din
değiştirip Müslümanlığı kabul edecektir. Eğer İslam dinini seçerse, hayatta
kalmasına izin verilir."[15] Buna benzer pek çok örnek Mağrip'te
de görülmektedir. Jerónimo Gracián da Mağrip'te İslam hakkında kötü konuşan,
İslami âdetleri alaya alan, bir Müslüman kadınla ilişkiye giren herkes için iki
seçenek olduğunu yazar: Ya İslam'ı kabul etmek ya da yakılarak öldürülmek.[16]
Gizli Hıristiyan-Müslüman aşklarının
sonu –elbette yakalandıkları durumda– ya felaket ya da ölümle bitiyordu. Hele
hele erkek Hıristiyan, kadın Müslümansa bu ölümlerden ölüm beğenmek demekti.
Moryson'ın naklettiği bir vaka, korkunç bir sonla bitebilirdi. Zuanantonio
Nordio adlı bir Venedikli tacir, kendi evinde Müslüman bir kadınla yakalanmıştı.
Böyle durumlarda mahkeme bile yapılmadan her ikisi de kazığa geçirilirdi. Pek
tabii tüccar tüm malını da kaybederdi. Ancak her şey vakanın paşalardan birinin
kulağına gelmesi ve 300 dukanın verilmesiyle hallolmuştu.[17]
Sadece Hıristiyan erkeklerin başı
yanmaz, Türkler de yeterince büyük cezalara maruz kalırlardı. Giovan Menavino,
Osmanlı topraklarında esir bulunduğu süre içinde edindiği bilgiyi paylaşır ve
bir adamın sevgilisinin evine gittiği öğrenildiğinde şehirde nasıl bir manzara
oluştuğunu şöyle anlatır: "Subaşı kadını hemen yalancı şahitlere tatbik
edildiği gibi, bir eşeğin sırtına oturtur ve âşığı olan adam başında bir çift
geyik boynuzu, gözleri boyalı eşeği gezdirir. Böylece bütün şehirde boynuz
çalarak, portakal ve turp atarak onları rezil ve rüsva ederler. Eve gelince,
eşeğin maruz kaldığı hakaretler yüzünden yeminin parası kadına ödetilir."[18] Bir Türk kızını öpme gafletinde
bulunan akılsız bir delikanlının cezası paşayla yapılan pazarlık sonunda 1.000
kuruştan 500'e iner. Kahve ve dert yanma eşliğinde tam bir hafta süren başka
bir pazarlıkla 350'ye kadar iner paşa.[19]
Diğer Müslüman topraklarında da
durum aynıdır. Peçeler altındaki kadınlar Batılıların merakını daha da
kamçılar. Bu seyyahların büyük bir kısmı kendilerini böylesine saklayan
kadınların aslında çok şehvetli oldukları düşüncesine kapılmaktan alıkoyamazlar
kendilerini. Batılı bir seyyahın doğuda en çok dikkatini çeken hep
"şehvet" olacaktır. Arabia Felix'te (Bahtiyar Arabistan) hepsi de
peçeli dolaşan kadınlar Hollandalı Broecke'ye göre şehvet uyandırırlar. Çok hoş
hatları vardır. Aileler için kızlarının yabancılarla tanışıklığı olması bir
onurdur ve çok genç yaşlardayken çok az bir para karşılığı kızlarını
yabancılara verirler.[20]
1547 ile 1550 yılları arasında
Osmanlı başkentinde balyos olarak görev alan Alvise Renier, Kanallar Kenti'ne
döndüğünde, yani 1551 yılında Senato'ya sunduğu raporda Türkçe öğrenip
elçilikte tercüman olarak çalışmak üzere gençlerin yetiştirilmesi ve
dolayısıyla İstanbul'a gönderilmesi önerisinde bulunur. Aradan 20 yıl geçtikten
sonra gelen yakınmalar şöyledir: Gençler İstanbul'un rahat hayatına alışıp
derslerine çalışmazlar, hatta Türk kadınlarıyla evlenebilmek için Müslüman
olurlar![21]
Bir insanın hayatta görüp
görebileceği
en hoş yaşlı adamlar!
1667 yılında İzmir'de kutlanan
karnavalda sıra dışı bir olay yaşanır. Önce geleneksel olarak Fransız cemaati
konsolosluk binasında kutlamalarını yapar. Gösteri öyle güzeldir ki, Türkler
içeri girip görmek için yalvarırlar. Fransızlar oditoryumun duvarlarında
delikler açar ve gelmek isteyen Türk kadınları için saydam bir paravan
yerleştirirler. Hiç beklenmedik bir şey olur! Bazı Türkler beraberlerinde
eşlerini de getirirler ve geçici hareme yerleştirirler.[22] Daha da beklenmedik bir şey olur:
Bu Türk kadınlar karnaval geleneğine uyarak pamuk ve yün karışımı bir
malzemeden sakallar takarlar. Sakallarından yüzlerinin görünmemesi Fransızlar
arasında bir hayal kırıklığı yaratır. Üstelik yanlarında hadımlar da vardır ve
paravanların arkasında, görülmeyecek bir yerde dururlar. Ama d'Arvieux son
yorumunu da yapar: "Bir insanın hayatta görüp görebileceği en hoş yaşlı
adamlardı!"
Ruhsuz kadınlar ve kıskanç kocalar
Dallam, Londra'dan İstanbul'a uzanan
yolculuğu sırasında Cezayir'e uğramıştı. Burada sokaklarda koşturan Mağripli
kadınları görmüştü. "Türk ve Mağribi avratlar suretlerini örterek
caddelerde bir aşağı bir yukarı salınırlar, müşterek kanaate göre oradaki
avratların ruhları namevcuttur. Zannedersem, şayet ruhları namevcut ise bu
onlar için münasip, zira beylerin aksine kiliseye (camiye) gitmezler yahut sair
dualara katılmazlar."[23] Cezayir'de Osmanlı başkentinden ve
pek çok diğer şehirden çok daha özgür bir hava vardır. Kadınlar hayatın
içindedirler. Buna rağmen Dallam'ın "ruhlarının namevcut" olması
üzerine duyduğunu iddia ettiği, hatta "müşterek kanaat" olarak lanse
ettiği görüş neye dayanır? Muhtemelen, sosyal hayatta hiç yer almayışlarına.
Türk erkeklerinin kıskançlıkları
buralardan dönen her Batılının defterine mutlaka düşülen notlardan birini
teşkil eder. "Türklerin kıskançlığından bahsetmeyi unutmayalım" der
Henry Blount. Unutmak ne mümkündür zaten! "Bu noktada Türkler neredeyse
bizden çok kıskanç olan İtalyanları bile geçmektedir. Bunun nedeni
çokeşliliktir ve koca eşleriyle yeterince iletişim kurmama suçlamasıyla karşı
karşıya kalmaktadır ve böylece karısının başka tatmin yolları aramasından
korkmaktadır. Bu nedenle, eşleri dışarıya gözleri dışında tamamen sarınarak
çıkmaktadır, ayrıca camiye gitmelerine veya kendi evlerinin penceresinden
dışarı bakmalarına bile izin verilmemektedir."[24] Aşağıda Mustafa'nın türküsünde de
göreceğimiz gibi bir kadına zor yetişebildiğini öne süren bir Batılının gözünde
dört kadının yanı sıra cariyelerden oluşan bir haremi idare edebilen bir
Müslüman doğal olarak hayret unsurudur. Karılarına yeterince zaman ayıramadığı
için onların gözlerinin de dışarıda olacağını düşünüp saplantıya kapılmış bir
Türk erkeği imgesi vardır Avrupalının kafasında. Kıskançlıklarını da buna
bağlarlar. Dr. Lucas ise cinsiyet ayrımının kadınları daha az sefil ettiğini ve
aşkın ömrünü uzattığını iddia eder.[25]
Coryate de Türklerin, Hıristiyan ve
Musevilerin müdahalesine dayanamadıkları üç şeyi şöyle sıralıyordu: dinleri,
kadınları ve esirleri. Bu konularda tartışmaya ve polemiğe asla girilmez.
"Türkler kadınlarını öyle kıskanırlar ki, karılarını, kızlarını evin en
arkasındaki odalarda, kimselerin göremeyeceği yerlerde yaşatırlar. Erkek evde
olmadığı zamanlar kadınların yanına yakın akrabaları, erkek kardeşleri bile
giremez" der Werner.[26] Krafft da Türk erkeklerinin
karılarını çok kıskandıklarını, bu yüzden kadınların da şüpheli duruma düşmemek
için şehre hep topluca gittiklerini iddia eder. Çoğunlukla dörtlü, altılı,
sekizli gruplar halinde gezdiklerini görmüştür. "Burada bahis konusu olan,
kadına güven duymayan bir kıskançlıktır" diye de küçümser bir yorumda
bulunur.[27]
Batı, genel olarak Türk erkeklerinin
kadınlarına karşı duydukları bu kıskançlığı delice bulur. Bir misafirin kapıyı
çaldıktan sonra evdeki kadınların toparlanması ve saklanması için bir süre
kapıda ayakta beklemek zorunda kalması Batı medeniyetinden gelen bir insanın
anlayamayacağı bir şeydir. Thévenot da Türklerin kıskançlık anlayışına başka
bir perspektiften bakar: "Şehvete çok düşkün olduklarından Cennet'teki
güzel kızlar ve oğlanlar olsun isterler, kocaman kara gözlü ve al yanaklı
kadınları daha güzel bulduklarından cennetteki bakireleri böyle hayal ederler
ve onların her birinin kendi erkeğinden başka kimseye bakmayacağını düşlerler,
bu da çok hoşlarına gider, çünkü son derece kıskançtırlar."[28]
İzmir ve Kahire gibi Levant'taki
tüccar şehirlerinde hayatını geçiren D'Arvieux, maddi durumu iyi olan
erkeklerin eşlerinin sokaklarda görülmediğini, çünkü akşama kadar hamam, müzik,
dans ve nakışla vakit geçirdiklerini, sokaklarda görülebilen kadınların ise
maddi durumu daha düşük olan, fakir sayılabilecek erkeklerin karıları olduğunu
iddia eder.[29] Fransız tüccar Beyrut'ta Müslüman
mezarlığında her cuma kadınların, yanlarında koca bir bakır tas dolusu pilav ve
etle duadan sonra kendilerine eşlik eden fakirleri doyurduğunu, bu duanın tam
üç gün üç gece sürdüğünü yazar. Onu esas şaşırtan, kıskanç Türk erkeklerinin
karılarını bu zaman nasıl bu kadar serbest bırakabildikleridir.[30] Portekizli bir seyyah kadınların
çok gururlu ve güzel olduklarını, ama dışarı çıkmadıkları için onları kimsenin
göremediğini yazar. "Dışarıdaki işler için kullanılan, çarşıya pazara
giden hizmetkârlar yaşlı ve giysilerinin üstüne geniş bir çarşaf örtüyorlar; bu
onları ayaklarına kadar kapatmakta" der.[31]
D'Arvieux de Türkmenlerin Türk
erkekleri gibi kıskanç olmadığını düşünecektir. Antakya yakınlarında
karşılaştığı Türkmen kabilelerinden kadınlarla konuşunca buna şaşar. Hatta
yüzlerini bile örtmemeleri kendisine inanılmaz gelir. Güneşe çok maruz
kalmadıkları sürece çok tatlı hatları, ateş gibi gözleri, güzel dişleri
olduğunu ve pek hoşsohbet olduklarını belirtir.[32] Seyyahların gördükleri kadarıyla
Araplar da Türkler gibi kıskanç değildirler. Arapların arasında farklı bir
namus anlayışı vardır. Geleneğe göre bir erkeğin namusu karısından değil kız
kardeşinden sorulurdu.[33] Eğer kız kardeş böyle bir suç
işlerse recme mahkûm edilmeli ve böylece ailenin şerefi temizlenmeliydi.
Mısır'da bulunduğu süre içinde
İslam'daki çokeşlilik üzerine bilgi edinen Arnold von Harff'ın da söyleyecek
bir şeyleri vardır bu konuda. Erkeklerin "altı, on, yirmi, doyurabildikleri
kadar" eş aldıklarını yazar. "Kanunlarına göre" (şeriat)
erkekler kadınlara hamam sefaları ve akşam yemekleri için günde 3 medine
para vermelidir. Sabahları erkek masasında kahvaltısını yapmalıdır. Erkek bütün
bunları yapmadığı halde hâlâ daha fazla eş almaya devam ediyorsa kadın
şikâyette bulunabilir. Kadın haklı çıkarsa erkeğe dayak atılır, kadın ondan
boşanabilir, giderken de evlenirken getirdiklerini geri götürür.[34] Ayrıca von Harff şunu da ekler:
Sıradan halkın tek eşi vardır, ama on ya da yirmi karısı olan erkek bu
kadınların arasında kavga çıkmamasını sağlamak zorundadır. "Bu da nadir
olan bir şeydir ve bana da pek garip geliyor" da der. Bir erkek ölünce, erkek
kardeşinin onun dul eşiyle evlenebileceğini, kadın ölünce de adamın ölen
karısının kız kardeşiyle evlenebileceğini öğrenince de hayli sarsılmış
olmalıdır.
33 karılı Mustafa
Shakespeare Kral Lear'da
Edgar'ın ağzından "kadın meselesinde Türk'ü de geçmiştir" derken
aslında her devrin erkeğinin kadın konusunda Müslüman erkeklere nasıl gıptayla
baktığını özetleyiverir. Büyük İngiliz şair Othello'da da aynı temayı
kullanır ve Roderigo'nun ağzından Brabantio'ya "şehvetten gözü dönmüş bir
Mağriplinin iri pençelerine sığındı" dedirtir.[35] Çağdaşı İspanyol Lope de Vega ise La
bella malmaridada (Sadakatsiz Güzel) adlı komedisinde kadınlara düşkünlüğü
ile ön plana çıkan Teodoro'nun ağzından şunları söyletir:
Lakin benim için
Diyorlar takkeli eşek
Tüm kadınlar baştan çıkarıyor beni
Daha istemediğim kadın görmedim
Ne kadar görsem o kadar istiyorum
Hayatımda sadece
Büyük Türk'ü kıskandım.
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi
kadınların aynı topraklarda yaşadığı İber Yarımadası'ndan bir halk ezgisinin
sözlerine bakalım. Elimizdeki Salamanca türküsü aynı havayı soluyan Hıristiyan
erkeklerin çokeşli Müslüman Araplara ne gözle baktığını tatlı bir hicivle
anlatırken, belki de duydukları gıptayı saklıyordur. Türkümüzün adı
"Mustafa."
Derler ki Müslümanların (Moros)
karısı yoktur.
Hiç olmayanın, 33 karısı vardır.
Nargileni fokurdat Mustafa
Muhabe'nin 33 esmer karısı var.
Yüzlerini kapatıp, ayaklarını
gösterirler.
Mayal'liler de yaparlar tam tersini
Ayaklarını saklar, gösterirler
yüzlerini
Müslüman Juan'ın 33 esmer karısı
var.
Biz bir tanesiyle baş edemiyoruz!
Türkünün 1492'den sonra doğduğu
aşikâr. Müslüman Juan, Hıristiyan olmuş ya da zorla Hıristiyanlaştırılmış bir
Arap olmalı. "Müslüman Juan" olarak geçen başkahraman anlaşıldığı
üzere Hıristiyanlığa samimi bir şekilde dönenlerden değil ve İslam dininin
gereklerini yerine getiriyor. Çokeşlilik de bunlardan biri. Bir eşiyle baş edemeyen
bir İspanyol'un 33 karılı Juan'ı çok kıskanıyor gibi bir hali yok, eğer bu
gizli bir gönderme ve saklı bir gıpta değilse. Neden Müslüman Juan'a 33 eş
yakıştırılmış olduğunu düşününce aklımıza ilk gelen İsa Peygamber'in 33 yaşında
öldüğü. Krafft'ın dediği gibi Müslümanların "bu işi Hıristiyanlardaki çok
veya az at sahibi olmak gibi telakki ettikleri" görüşü İberya
Hıristiyanlarında da bulunuyor olmalı.[36]
Şarkının sözlerinde esas dikkatimizi
çeken Müslüman kadınların, Hıristiyan kadınların yaptıklarının tam tersini
yapıyor olmaları. Zaten esas toplumsal çatlaklar da bu hiç benzeşmeyen
toplumsal farklardan çıkmamış mıydı? Çıplak ayakla dolaşıyor olamazlardı. 1524
ve 1526 yılları arasında İspanya'da bulunan Venedik Büyükelçisi Navagero'nun
Morisko kıyafetlerine dair bıraktığı detaylı anlatı bu noktaya ışık tutar.
Ayaklarına terlik değil ipek işlemeli küçük iskarpinler giydiklerini söyler
Venedikli.[37]
Sözlü edebiyattan yine yazılı
edebiyata dönelim. Farsa turquesca'da (Türk Güldürüsü)[38] İslam'ın müminlerine vaat ettiği
cennette ilk akla gelen yine Mandeville'in üzerinde durduklarıdır.
Eğer izin verirse göklerin Allah'ı
Ve peygamberi Muhammed
Kötülüğünüzü görüp
Pek kısa zamanda Roma'da olmayı
düşünüyoruz
Altınızdan koltuğunuzu almak ve
Sizi iktidardan düşürüp
Sesinizi kısmak için.[39]
Muhammed:
Bize cennetten bahsetti
Bir o kadar da cehennemden
Dedi ki:
İyi bir yaşam süren Müslüman'la
Beraber gidermiş Allah.
Diligente:
Sonra ne vaat etmiş?
Muhammed:
Bakire kızlar ve bal.[40]
İslam dünyasındaki çokeşliliğin yanı
sıra diğer dünyada vaat edilen bakire kızlar ve gılmanlar Avrupalının gözünde
büsbütün şehvet düşkünü bir Müslüman portresi yaratır.
Şehvet konusunda ilk suçlanan
Müslümanlar Osmanlılar değildi. Yunan ve Latin yazarlar Sarazenlere bu konuda
daha önce saldırmışlardı.[41] Edward Brerewood da Türklerin
başarılarının sebeplerini sıralarken hem bu dünyada "bedensel bir
özgürlük" içinde olduklarını, hem de diğer dünya için bu özgürlüğün vaat
edildiğini, dolayısıyla bunun da herkes için cazip olduğunu belirtiyordu.[42] Canaye de aynı cümleye devam eder
gibidir: "Bayram boyunca cennetlerinde olduğunu düşleyebildikleri her
çeşit eğlence ve zevki yaşayarak vakit geçirirler; Muhammed'in kendilerine vaat
ettiği güzel ve saf bakireleri beklerken, gece gündüz kızların ve sokak
kadınlarının kollarında yatarlar."[43]
Menavino bir adım daha ileri giderek
çokeşliliği şehvetperestliğin bir uzantısı olarak gösterir. "Bugün
Türkiye'de yapılan evliliklere evlilikten ziyade, acayip bir şehvet düşkünlüğü
denebilir. Eski Romalılar zamanındaki gibi ihtişamlı zevk âlemleri icra edilir.
Aşkla yanıp tutuşan, yani bir kadınla cinsi münasebete girmek isteyen biri,
kadını babasından eş olarak talep eder."[44] Tek bir kadından memnun olmayan
erkeklerin üç kadın alabildiklerini, çocuk yapamayan kadını kendi istekleriyle
terk ettiklerini ve "böylece hayatlarını bu şekilde vahşi hayvanlar gibi
geçirdiklerini" yazar.[45]
Kapının altından altın atan
oğlancılar
Kendini "insanlar arasında bir
günahkâr olan ben" diye tanımlayan Bulgar papaz Vraçal'lı Sofrani, XVIII. yüzyılın
sonunda ölen celep amcasının alacaklarını toplamak için İstanbul'a ve Anadolu
yakasına geldiğinde, Üsküdar'da nahoş bir olayın parçası oluverir.[46] "O zamanlar genç ve yakışıklıydım"
diye başladığı anlatısında, "Üsküdar'daki bazı sapıkların" kendisini
görür görmez nasıl yakaladıklarını, haraç evrakını tetkik etmeye koyulup sonra
da beğenmeyince "Türklerin çalıp oynadığı, kahkahalar attığı bir bahçenin
yol kenarındaki odasına" nasıl kapattıklarını anlatır. Neden kapatıldığını
anlayınca tesadüfen iç tarafta kalan anahtarı çevirip kendini içeri kitler ve
güvenceye alır. "Sapıklar" kapıyı açması için yalvarırlar, hatta
kapının altından altınlar uzatırlar! Sofrani korkuya kapılıp avaz avaz
bağırmaya başlar. Karşı tarafta kalan Yahudi evlerinden birkaç Yahudi yardıma
koşar ve haraççıya fidye olarak biraz para verir ve onu kurtarırlar.[47]
Oğlancılık da yüzyıllar boyunca
Batı'nın İslam'a yakıştırdığı bir özellik olagelmiştir. "Aşka çok
düşkündürler" yorumunda bulunur Thévenot, "ama bu hoyrat bir aşktır;
çünkü Türklerin oğlancılığı meşhurdur ve bu onlarda çok yaygın görülen bir
günahtır, bunu pek gizlemezler ve şarkılarının belli başlı konusu da bu iğrenç
aşk türü ve şaraptır."[48] Batılının gözünde her makamdan, her
sosyal sınıftan insan bu "günaha" bulaşmıştır. Canaye'nin donanmayı
Sarayburnu'ndan izleyen padişahın "çıplak bedenlerini sergileyen
forsalarını seyretmekten büyük bir keyif aldığını" iddia edecek kadar
ileri gittiğini görürüz.[49] Blount paşaların, eşlerinin yanı sıra
"en az onlar kadar muhtemelen çok daha fazla sayıda gerçek sevgili olarak
kullandıkları oğlanlar" olduğunu kaydeder. "Zira eşlerini (bana
anlattıklarına göre) kendilerini giydirmek, çamaşırlarını yıkamak ve saygınlık
kazanmak amacıyla kullanıyorlardı" diyerek de kadının sosyal konumunun
resmini çiziverir.[50] "Doğu Akdeniz'de uygulamada
olan, ahlaksızlık olarak değerlendirilmeyen cinsel sapkınlıkları haricinde
onların kötü olduğunu görmedim" diyerek aslında norm olma yolundaki bu
normdan sapmanın içeriden ne denli normal göründüğünü yansıtmış olur.[51]
"Sadece bostancı, acemi oğlanı,
yeniçeri ve suhte veya softa koğuşlarına bulaşmakla kalmayıp, farklı toplumsal
konumlardaki erkekler arasında da hüküm süren ve Doğu'da binbir türlü
çapkınlığa yol açan bu tuhaf tutkudan, bir hoyrat aşktan söz ettiğime göre, bu
kirlenmenin dünyanın hiçbir yerinde padişahın sarayından daha parlak ve güçlü
bir biçimde yaşanmadığını eklemeliyim" diyecektir sarayda uzun süre vakit
geçiren Bobovius.[52] Giovan ise esareti süresince
gördükleri karşısında iyiden iyiye celallenir. Üstelik bunun Müslümanların
kutsal kitaplarında bile yasaklandığını bildiğinden, bu onu daha da şaşkına
çevirir:
Müslümanlarda da ziyadesiyle iğrenç
halde şehvet düşkünlüğü vardır. Onların kanunlarına göre herkes bu günahtan ve
her türlü zinadan uzak durmak için meşru bir zevce almak mecburiyetindedir.
Lakin diğer günahlara iyice bulaştıkları için bu günahtan da hiçbir zaman
paklanamazlar. Kadınlarla olan münasebetlerinden başka oğlancılık denilen kötü
bir itiyatları da vardır ki hiçbir şekilde bundan vazgeçemezler. Çünkü hepsi bu
kötü itiyada bulaşmıştır, birbirlerini cezalandırmazlar. Kuran denilen
kitaplarında bu itiyada sahip olanların hem ruhen hem bedenen bu dünyada
kaybolacakları yazılıdır.[53]
İstanbul oğlan çocukları için de
tehlikeli bir şehir olarak tanımlanıyordu. Almoro Nani Rethymno'dan gelen 13
yaşındaki oğlan çocuğundan bahsederken "Onun şehrin içinde dolaşmasına
izin vermemeye karar verdim, çünkü burada o yaştaki çocuklar büyük bir tehlike
içindeler, bu yüzden de onu sarayımda sakladım" der.[54]
2
Yemek
XIX. yüzyıl Alman filozofu Ludwig
Feuerbach "Mann ist, was er isst" (İnsan ne yerse odur/İnsan
yediğinden belli olur) derken ontolojik olarak da insanı ne güzel
özetleyivermiştir.[55] Gastronomiyi bu denli basite
indirgeyerek toparlayan bu tatlı söz oyununun ötesinde, insanın ne ve ne
şekilde yediğinin onu bir millet, hatta bir ümmet olarak da gruplandırdığını
unutmamak gerekir. İslam'ın beraberinde getirdiği yemek alışkanlıkları, sofra
adabı ve yasaklar Müslümanların masada da farklı algılanılmasına sebep olmuştur.
I. Murad ve Bulgar kralı İvan Şişman'ın kız kardeşi Mara'nın aşkını dile
getiren sayısız Bulgar baladından biri, sofradaki farklılıkların ne denli
önemli olduğunu romantik bir şekilde dile getirir. Bulgar prensesinin dinini,
dininin beraberinde getirdiği alışkanlıkları ve alıştığı günlük hayatını olduğu
gibi kabulleneceğini bildiren Sultan Murad işte şöyle der:
Al beni, güzel Mara
İki dine inanacağız,
İki çeşit yemek pişireceğiz
Bana Türk, sana gâvur yemeği.
İki ayrı yerde tapınacağız
Sen kilisede, ben camide.[56]
Bu farklılık ilk önce sofrada
başlar. Masada beslenen Avrupalının aksine yemeğini yerde oturarak yiyen
Müslümanlar, Avrupalı gözlerde ve dimağlarda şaşkınlık yaratırlar. Türkçeye
büyük ihtimalle Sefaradlar üzerinden İspanyolcadan giren masanın (mesa)
işlevsel olarak Osmanlı'da kendine yer edinmesi XIX. yüzyılı bulmuştur. Bu
döneme kadar da gündelik hayatın en temel unsurlarından biri olarak iki toplum
arasındaki farkın ve bu fark algısının bir çığ gibi büyümesinde doğrudan rol
oynamıştır.
György, "Tıpkı çocukların
yaptığı gibi bugün artık nezaket ve samimiyet sınırları içinde görülmeyen bir
davranışla, yere otururlar; böylece her şeyi eşit olarak yaratan doğaya hakkını
vermiş olurlar" yorumunda bulunurken biraz hakaretle karışık, rahat bir
şekilde yemek yediklerini iddia etmiş olur. Onun gördüğü yer sofraları
"deriden yapılır; tabaklanmış veya kimi zaman tabaklanmamış geyik
derisindendir."[57] Fynes Moryson, Türklerin evden çok
açık havada, nehir kıyısında çimenler üzerinde yemeği tercih ettiklerini,
bazılarının da kırmızı ve yeşil renkte, deri çanta gibi açılıp kapanabilen,
üzerine ancak bir tabak konulabilir masalar taşıdıklarını belirtir.[58] Bunlar bugün hâlâ kullanılan ayaklı
siniler olmalıdır.
1607 yılında İran ve Avrupa'da
Osmanlı Devleti'nin aleyhinde tahriklerde bulunan Sir Thomas Shirley'e karşı
tedbir almak için İngiltere sarayına giden Mustafa Çavuş, Levant Company'nin
başında bulunan Sir Thomas Low'un verdiği bir ziyafette halı üzerine bağdaş
kurmak yerine sandalyede oturmayı tercih etmiştir. Hatta bununla da kalmayıp
Kral James'in şerefine kadeh bile kaldırmıştır.[59] Bunun yanı sıra, pek çok Doğu
sarayına gelen diplomat da yerde yemek yemiştir. Ancak kimi zaman hükümdarlar
sofrada olmasa bile, elçi karşılama esnasında onlara jestte bulunarak
kendilerine gelen elçilere rahat oturmaları için sandalye sunmuşlardır. Anthony
Jenkinson, ikinci Doğu seyahati olan İran yolculuğunda buna şahit olur. 1561
Mayısı'nda Londra'dan gemi yola çıkar, Rusya'ya gelir. Moskova, Kazan, Volga,
Astrahan yoluyla Hazar'a oradan da Şirvan'a varır. Şirvan Hükümdarı Abdullah
Han'dır. Jenkinson'ı çadırında kabul eder. "Benim bu şekilde oturmakta
zahmet çektiğimi gören majeste bir sandalye getirtti, üzerine arzu ettiğim şekilde
oturmamı emretti" der. Sonra da sofranın zenginliğini belki de biraz
abartarak tasvir eder: "Yemek zamanı yaklaşıyordu. Yere birçok örtüler
yaydılar. Çeşit çeşit yemekler kondu. Sıra ile türlü yemekler yendi. Saydım.
Tam 140 çeşit yemek çıkardılar. Bunlarla sofra örtüleri götürülünce yerine
yenilerini serdiler. Sayısı 150'ye varan türlü yemişlerden ve başka yemeklerden
mürekkep bir ikinci ziyafet sofrası kurdular. Her iki serviste 290 çeşit yemek
yenildi. Bu ziyafetten sonra Kral bana 'Quoshe quelde' (Hoş geldin) dedi."[60]
Giovan Antonio Menavino, Osmanlı
sarayında elçi kabulünde Hıristiyan elçilere –onların "Türkler gibi yerde
oturmaya alışık olmadıklarını iyi bildikleri" için– kırmızı kadife kaplı
bir sandalye getirildiğini belirtir. Ayrıca "Bizdeki gibi şarap da
getirtir. Elçiden artık İstanbul'dan hareket edebileceği cevabını alınca sultan
onu birlikte yemek yemeye davet eder. Hıristiyanların yemek yedikleri gibi bir
masa hazırlatır. Masanın bir ucunda sultan diğer ucunda elçi oturur. Gümüş ve
altın tabaklarda yemek yerler. Yemek bitince elçi sultandan müsaade ister,
sultan da nazikçe müsaade verir."[61]
Osmanlı'daki evler sadece dışarıdan
değil içeriden de Avrupa evlerinden çok farklıydı. Daracık, dolambaçlı
sokaklardan hanelere girildiğinde içeride çatal, bıçak, masa, sandalye, ayna,
resimler olmadığı göze çarpıyordu.[62] Bu medeniyetler arası bir fark
olarak değil, medeniyetsizliğin ta kendisi olarak algılanıyor olmalıydı.
Yeniçağ başında çatal Avrupa masalarında da yaygın değildi. Şarlken'in meşhur
Toledo ziyafetinde bile saray masalarında yer almamıştı. Ama bıçak önemliydi.
Etin kibar bir şekilde kesilmesini sağlıyordu. XVI. yüzyılın ilk yarısında
yaşayan Venedikli diplomat Benedetto Ramberti, Türklerin sofra adabından
büsbütün habersiz olduklarını, hatta daha da ileri giderek "hayvanlar
gibi" yediklerini iddia etmesinin en muhtemelen sebebi kaşık haricinde
hiçbir şey kullanılmaması, yemeğe doğrudan saldırılması ve hızla tüketilmesi
olabilir. Menavino, "Çatal veya çubuk kullanmazlar. Üç parmakla yerler,
Araplar ise beş parmak kullanırlar" der ve üç parmak kullanmalarının
sebebinin onlara göre şeytanın iki parmağıyla yemesi olduğunu iddia eder.[63]
Baron Venceslav da Türklerin
"kaşığı ellerine geçirince, sanki aralarına şeytan karışmış da
kovalıyormuş gibi çabuk" yediklerini iddia eder.[64] Bu Balkan halkları için de
geçerlidir. Ne de olsa Batı Avrupa için Balkanlar hayli "Doğulu"dur.
Jezernik'in ulaştığı kaynaklar arasında çatal kullanımına ilk değinen Dr.
Covel'dir. 1675 yılında kaleme aldığı günlüğünde "çatal ve bıçak gibi
aletler kullanmazlar, sadece tabiatın bize vermiş olduğu el ve diş gibi
silahlarla yerler" der.[65] Oysaki daha XVI. yüzyılda Avrupa'da
şölenlerde bile çatalın olmadığını hatırlarsak Avrupalının kendi masasında bile
çok geç yayılan bu unsurun yokluğuna şaşması biraz garip görünür. XVI. yüzyılın
ikinci çeyreğine girildiğinde çatalın yokluğunda diğer pek çok yiyecek gibi et
de parmakla yenir: ilk üç parmakla.[66]
Domuz eti
Et her şekilde iki kültür arasında
keskin bir sınır çizer. Bu çizginin en keskin olduğu alan da elbette domuz etidir.
Türklerin domuz etini yemek şöyle dursun, ayakkabıcıların domuz kılı bile
kullanmadıklarını söyler Thévenot. "Dünyayı verseniz bu ete
dokunmazlar" der.[67] "Bu yüzden de pabuçları dikmekte
zorlanırlar." Seyyah Andrew Borde 1542'de yayımlanan Introduction of
Knowledge (Bilgiye Giriş) adlı eserinde Türkleri her şeyden önce
"Müslüman olup domuz eti yemeyen" insanlar olarak tanımlar. Diğer bir
taraftan Safevi şahına giden Portekizli seyyah Nicolau de Orta Rebelo, Safevi
şahının sarayında domuzlar gördüğünü, yabani domuzların satıldığını ve buna
karşı bir ceza olmadığını söyler.[68] Schweigger de alaylı bir şekilde Osmanlı'daki
şiddeti tenkit etmek için domuzu örnek alır: "İnsanın Türk hükümdarının
oğlu veya erkek kardeşi olmaktansa, onun ahırındaki domuz olmayı yeğleyesi
geliyor, çünkü Türkler domuzu kesip etini yemezler. Böylece de öldürülmekten
korkmaya gerek kalmaz."[69]
Et doğal olarak dönemin bütün
mutfaklarının temel taşıdır. Lakin pişirilme usulü göz önüne alındığında yine
uçurum gibi farklar vardır. Avrupa eti az pişmiş yerken, Doğu bıçağa gereksinim
duymayacak kadar pişirir etini. Avrupalının her türlü eti farklı bir şekil ve
özenle kestiği dönemde Müslüman toplumların bu zahmete katlanmalarına gerek
yoktur. Çünkü et zaten dağılacak kıvamdadır. İngiliz gezginlerinin de dikkatini
çeker bu. Etlerin elle parçalanabilecek kadar yumuşak olduğunu özenle
kaydederler.[70]
Farklılıklar silsilesi
Ekmeğe gelince, seyyahların gözünde
bunun muhteşem bir tadı olmasının sırrı, unun iyi temizlenmesi ve sakızın
katılmasıdır. Tadıyla, kokusuyla ekmek bir harikadır. Ekmek tatlı tatlı
çatlayana kadar yedirir kendini...[71] Pek tabii sakızlı ekmek herkese
kısmet olmaz. Ama yine de Avrupa'nın büyük bir kısmının kara ekmeğe talim
ettiği bir zamanda, Osmanlı sınırları içinde tüketilen "beyaz ve
taze" ekmek gıpta yaratır. Ayrıca fırınlar da tüm diğer dükkânlar gibi çok
sıkı kontrol altındadır. İdari işlerde yolsuzluk yapan Türkler yiyecek
pazarının teftişinde çok dikkatlidirler. Düşük gramajlı ekmek satan bir fırıncı
kendi fırınında canlı canlı yakılmıştır. Buna şahit olan büyükelçi kaymakama
cezanın çok ağır olduğunu bildirince şu cevabı almıştır: "Kesinlikle
katılıyorum, ama bu ağır cezanın zamanında yerine getirilmesiyle, aynı şeye
maruz kalma korkusuyla uzun vadede diğerlerinin bu suçu işlemesine engel
oluruz."[72] Werner ise daha küçük çaplı
cezalara şahit olmuş olsa gerektir ki, teftiş görevlileri "Ağırlık ve
uzunluk ölçülerinde veya satılan mallarda herhangi bir hile yapıldığını
saptarsa, dükkân sahibini hemen sokak ortasında yere yatırır ve sopalattırarak
herkesin önünde rezil eder" der.[73]
Yiyecek satışı konusundaki disiplin
ve cezaların uygulanmasında titizlik Avrupalıyı şaşırtır. Pazarda satılan
yiyecekler sık sık tartılır. Eğer eksik çıkacak olursa, vay satıcının haline!
Yine d'Arvieux'nün şahit olduğu ve "Bu Türklerin espri anlayışı var"
diyerek yorumladığı bir sahne: Böyle hileli satış yapan biri yere yatırılıp
sopalanır. Hem onu tutan, hem sopayı vuran, hem de sopa sayısını sayan adamlara
"cömertçe bir bağış" yapması gerekir.[74]
Türklerin yemekleri Avrupalının
damağına hiç uygun değildi. Uyumlu, geçimli ve iyimser bir insan olan
d'Arvieux, Türklerin bu gözle görülür sağlıklarını diyetlerinin sadeliğine borçlu
olduklarını söylüyordu. Dışarıdan bakıldığında sadece pirinç ve etle
besleniyorlardı.[75] Fransız kralının elçisi olarak
gelen Nointel kendisine sunulan yemekleri mide bulandırıcı bulmuştu. Özellikle
ev sahibi koyunun en yağlı kuyruk kısmını önce ağzında çiğneyip sonra da
Nointel'in ağzına tıkıştırıverince![76] "Daha tadına bakmadan kokusu
yeterince midemi bulandırmıştı zaten" diyecekti.
Daha geç bir zaman diliminde, XIX.
yüzyılın ortalarında İşkodra'da paşa evinde yemek yiyen Edward Lear için
yemeklerin karışık bir biçimde sunulması kabullenilemeyecek bir şeydi.
"Kuzu eti, bal, balık ve meyve; fırınlanmış, haşlanmış, hafif ateşte
kaynamış, kızarmış sebze ve et; tuzlu ve turşu; katı yiyecekler; yağ ve biber;
içecekler; tatlı ve ekşi; sıcak ve soğuk."[77] Bütün bu yemekler tek başlarına ne
kadar leziz olurlarsa olsunlar, sunum sırasındaki gariplik tüm güzelliği alıp
götürüyordu: "Kelimenin tam manası ile kaos halinde bir yemek!"
Genel kanı Türklerin yemeği tam bir
bedensel ihtiyaç olarak görmeleri, bunu bir zevk unsuru haline
getirmemeleridir. Bu kanı pek tabii halk için geçerlidir. Baron Venceslav
"Yemeğe pek düşkün değillerdir" der. "Bana kalırsa yaşamak için
yerler, yoksa yemekten bir zevk duyduklarından ötürü değil." Sonra da yine
pek çok izleyenin dikkatini çeken bir unsura değinir: "İyi bir huyları
vardır; yemekte hiç konuşmazlar ve fazla oyalanmazlar; karnını doyuran,
'Allah'a çok şükür' deyip kalkar ve yerini hemen başkası alır. Yemek yönünden
aralarında ayrılık yoktur; kimseyi tanımadığı halde gelen biri, ayakkabılarını
çıkarıp sofraya oturabilir ve eline bir kaşık alıp yiyenlere katılabilir.
Yemeği bitirince paşa, Allah'a şükrederek, sofrayı kaldırın, derdi."[78] Bobovius da Türklerin çok kanaatkâr
olduklarını ve fazla yemek seçmediklerini belirtir.[79]
Thévenot'un "Türklerin
karnavalı" olarak tanımladığı ramazan, uzaklardan gelen Hıristiyanların
anlam veremediği bir dönemdir.[80] Ramazanın başlangıç merasimi,
"saçma sapan bir şey olsa bile yine de en azından bir kereliğine görülmeye
değer" yorumuyla devam eder seyyahımız. "Türklerin geceleri gündüze,
gündüzleri geceye çevirdikleri" ay olarak gördüğü bu dönemde yakılan
kandillerinden hayranlıkla bahsederken gün boyu uyunduğunu, geceleri sokaklara
çıkıldığını, kahvehanelerin tıklım tıklım dolduğunu ve herkesin gece boyu yiyip
içip eğlenmesine baktığını yazar.[81] Menavino ise oruç tutmayan
Müslümanların başına neler geldiğini görüp dehşete düşmüştür: "Şayet kötü
bir kader olarak birini müsaade edilen saatler dışında yemek yerken görürlerse
ve bu şahıs on veya en fazla on iki yaşını geçmişse münasip bir cezayı hak
eder. Bu şahıs nasıl oruçsuz kalmışsa aynı şekilde sopada da oruçsuz
kalacaktır. Adalet gereği otuz iki sopa yiyecektir."[82]
Etsever Tatarlar
Tavernier kervanıyla Almus köyünden
geçip yoluna devam ederken bir Tatar kafilesiyle karşılaşır. Tatarlar, dağda
Tavernier'in bulunduğu kervanın iki atının öldüğü haberini alınca dörtnala
onları bulmaya giderler. Tavernier ne yaptıklarını merak eder ve tüfeği omzunda
avlanıyormuş gibi yaparak bir katırın sırtında yanlarına yanaşır. Gördüğü
manzara hiç hoşuna gitmeyecektir: "Tatarlar bu iki atın derisini yüzmüşler
ve her biri bindikleri atların eyerine atın bir parçasını asmıştı. Böylece et
yumuşatıldı ve atın bedeninden yayılan ısıyla ve hareketleriyle pişirildi ve
Tatarlar bu eti başka herhangi bir pişirme işleminden geçirmeden yediler.
İçlerinden birinin atların parçalarından birini alarak çok pis çamaşırlarının
arasına koyup bir tahta parçasıyla dövdükten sonra gözlerimin önünden dişleyip
aç kurtlar gibi yediğini gördüm; bu manzara yüzünden sekiz gün boyunca ağzıma
et koyamadım."[83]
Tavernier'in bahsettiği etin
pastırma olduğu aşikâr. Pastırmanın yanı sıra Tatarların çiğ et yemesi
Avrupalıyı dehşete düşüren manzaralardan biridir. Oysaki bugün Avrupa'da pek
çok ülkede, gurme damaklara hitap eden çiğ et, Tatarlardan mütevellit
"Tartar" olarak anılmaktadır. Tavernier'in gerçekten midesini
bulandıran Tatarların vahşi stilleri mi, işin içine karışan pis çamaşırlar mı,
yoksa at eti midir? Savaş zamanında çaresizliğin askerleri kendi atlarını yemek
zorunda bıraktığını biliyoruz. Ancak atın genelde bir yol arkadaşı gibi
görülmesi onun sofrada yer almasını imkânsız hale getiriyordu. Sevillalı
Isodor'un "Sadece atın insan için ağlayabildiğini" iddia ettiğini
hatırlarsak, bu psikolojik nedenlere birini daha eklemiş oluruz.[84]
Tatarlar arasında uzun vakit geçiren
Schiltberger ise daha da etkileyici sahnelere şahit olmuş, bunları esaret
günlüğüne dökmüştür: "Bütün Müslüman halklar arasında Beyaz Tatarlar kadar
savaşçı, ayrıca harpte ve seyahatte daha kanaatkâr bir millet yoktur. Ben
kendim bunların düşmanlarını nasıl öldürdüklerini, kanını toplayıp sonra da
pişirip yediklerini gördüm." Hemen durumun istisnai olduğunu da bildirir:
"Bunu, başka hiçbir yiyecekleri kalmamışsa yaparlar." Bunun yanı sıra
pastırmaya dair daha açık bilgiler de verir: "Eğer aceleleri varsa, acele
yola çıkmak zorunda iseler, eti ince dilimler halinde kesip, eyerlerinin altına
koyarlar ve bunun üstünde atlarını sürerler. Acıkınca bu etten yerler. Et önce
tuzlanır ve onlara göre, bu et kendilerine zarar vermez çünkü et, atın ısısı
ile kurur ve atın hareketi sebebiyle eyerin altında gevrekleşip, yumuşar ve
suyu çıkar."[85]
Mandeville de Tatarların mutfaklarına
dair bilgiler verir. Bir atın ya da öküzün etini yemek için hayvanın ölmesini
beklediklerini, etini ince dilimler halinde güneşte kuruttuklarını söyler.
Domuzlarından değil de atlarından puding yaptıklarını, taze taze yediklerini
belirtir. Büyükçe bir tasın içine et kıydıklarını, su ve tuzla karıştırıp
bıçağın ucuyla –ya da çatalla– bunu misafirlere yedirdiklerini yazar.[86] Puding pek tabii modern anlamda
puding değildi; Leonardo da Vinci'nin mutfak defterlerinde gördüğümüz üzere, et
suyuna (genelde horoz suyuna) yapılmış tuzlu bir püreydi.[87] Bu servis şekli bizi
şüphelendirmeyecek olsa bile, çatal kullanıldığı ifadesi, Mandeville'in verdiği
diğer pek çok bilgi gibi, bu anlatının uydurmadan başka bir şey olmadığını
ispatlar. Avrupa masalarında bile çatalın olmadığı bir devirde Tatarların etlerini
yemek için çatal kullanıyor olmaları hayli gerçek dışı bir bilgidir.
Delirten elma
İtalyan gezginimiz Pietro della
Valle, Mısır'da kendisine gizlice satılmaya çalışılan mumyaları gece
karanlığında görmeye gittiğinde, altın ve değerli taşlarla süslü enfes bir
parçanın önünde durur. Onun "büyük bir insan" olduğunu üzerindeki
değerli malzemelerden anlar. Sağ elinde içi kırmızı bir sıvı dolu –bunun kan ya
da şarap olabileceğini düşünür, sonra da Herodotos'un verdiği bilgileri
hatırlayıp şarap olduğuna kanaat getirir– altın bir kupa vardır. Sol elinde ise
her birinde yüzükler olan parmaklarıyla "oval, koyu renkli bir nesne"
tutmaktadır.[88] "Eğer yanılmıyorsam, bu
Toskana lehçesinde petonciani denilen, ama Lombardların da melanzane
dediği, Roma'da sıradan halkın marignani dediği, hafızam beni
yanıltmıyorsa da Napoliten lehçede de molegnane dedikleri
meyveydi." Ve şöyle devam eder: "Elinde bunu tutmasında da bir gizem
vardı."[89]
Burada, kendimizi mumyaların ne
şekilde satılıp elden çıkarıldığına şaşırmaktan alıkoyabilirsek, en az onun
kadar ilginç bir veri daha saklı olduğunu görürüz: Patlıcanın XVII. yüzyılda
İtalya'da farklı isimlerle bilindiği, lakin seyyahın tasvirinden de anlaşıldığı
üzere pek de yaygın olmadığı. Patlıcan gerçekten de Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca
hep Müslümanlarla, daha ziyade Araplarla özdeşlemiş bir sebze olarak anıldı.
Aslen Hint kökenli olan patlıcanın yolculuğu da az maceralı değildi. Aslen Eski
Yunan ve Roma isimlerinin yanı sıra patlıcana verilen Arapça ve Kuzey Afrika
diyalektlerindeki isimler, bu sebzenin Akdeniz'e erken Ortaçağ'da Araplar
tarafından getirildiğini doğrulamaktadır. Ortaçağ'da Araplar patlıcanı
İspanya'ya ve Yunan topraklarına götürmüşlerdir. Onu Amerika'ya taşıyan da
İspanyollar olmuştur. Kuzey Avrupalı botanikçiler patlıcanın deliliğe sebep
olduğunu iddia etmişlerdi. İçindeki nikotin miktarı yüzünden "mala
insana" yani "deli elma" ya da "delirten elma" olarak
anıldığı için İtalyancaya "melanzana" Yunancaya da
"melintzana" (μελιντζάνα) olarak geçmiştir.
Patlıcan İber Yarımadası'nda da
Araplarla bir anılmıştır. Bu yarımadadaki Hıristiyanların patlıcan yemediğini
değil, sadece bu lezzetli sebzeyi getirenin Araplar olduğunu unutmadıklarını
gösterir. Avrupa'nın ilk romanı Don Quijote'ye de patlıcan aynı şanla
girmiştir. Cervantes'in kalemine dönelim yine:
"Hiç şaşma, Sancho" dedi
Don Quijote, "hikâyemizi yazan adam mutlaka bir büyücüdür. Onlar da her
şeyi bilir, diledikleri gibi yazarlar."
"Büyücü mü? Yok canım!"
dedi Sancho, "bizim Sansón Carrasco'nun dediğine göre yazar Cide Hamete
Berenjena (Patlıcan) adında biriymiş."
"Arap adı mı?" diye
karşılık verdi Sancho. "Mağriplilerin patlıcanı pek sevdiklerini duymuştum
zaten."[90]
Kahve çılgınlığı
Karadeniz kıyısındaki Osmanlı
topraklarında seyahat eden Giovan Battista, yola çıktığı Hollandalı tüccarlarla
birlikte Osmanlı ağaları (?) tarafından ağırlandığında hep aynı ikramları
sayar: kahve, tütün, katlanmış mendil ve misvak.[91] Aynı şekilde Kırım'da paşanın
konağında da "herkese bir fincan kahve, katlanmış ipek mendil, bir demet
diş temizleyici" hediye edilir.[92] Avrupalı gezginlerimizin damak
tadına pek uymayan bu içecek kahve ikramı yapılan elçi kabullerinde bir çileye dönüşür.
Peçevi'ye göre 1554 yılında Şamlı
Şems ve Halepli Hakem'in Osmanlı'nın başkentine getirdikleri kahve kısa süre
içinde başkentte de bir furyaya dönüşür ve hızla dört bir yana yayılır. Narin
Batılı damaklara acı, dudaklara sıcak gelen bu içecek çeşitli zamanlarda
elçilere ikram edilir. Osmanlı elçisi Bosnalı Süleyman 1665 yılının Kasım
ayında Fransız topraklarına geldiğinde huzura çıkmayı beklerken kendisine kahve
ve şerbet sunulmuştur.[93] Ayrıca yemek sonrasında kahve de
ikram edilir. D'Arvieux Tunus dayısıyla saat dörtte koyun budu ve kahveyle
kahvaltı yapmıştır. Bundan sonra da amiralle yemeğe devam eder: Amiral yemeğine
bir kadeh kanyakla başlar. Bunun akabinde bir soğan çorbası, ardından üç-dört
kadeh şarap içer ve keyfi yerine gelir.[94] Mağrip'teki yönetici sınıfın yeme
alışkanlıklarının, imparatorluğun diğer topraklarından ne denli farklı
olduğunun göstergesidir bu ayrıntılar.
Biz yine kahveye dönelim ve
Thévenot'a kulak verelim. Türklerin "günün her saatinde" içtiklerine
şahit olduğu bu içeceğe dair tatlı bir ifade sunar gezginimiz: "Ağız
yakabilir korkusuyla küçük yudumlarla içilir; öyle ki bir kahvehaneye
gittiğinizde çok hoş bir höpürdetme musikisi kulağınıza çalınır."
Kimilerinin içine karanfil ve birkaç kakule tanesi attığını, kimilerinin de
biraz şeker koyduğunu belirttikten sonra imparatorluğu saran bu çılgınlığı
şöyle özetler: "İster fakir ister zengin olsun, günde iki veya üç fincan
kahve içmeyen yoktur ve bu, kocanın karısına temin etmek zorunda olduğu temel
ihtiyaç maddelerinden biridir."[95]
Rålamb ise "Mısır'da yetişen bir
çeşit bezelye" olarak tanımladığı kahveyi Türklerin "brandy"
niyetine içtiklerini söyler. Yani yemeğin üzerine, keyif ve hazım için.
"Onu kaynar derecede iken yudumlarla içer ve kendilerini bunun nezleyi
geçirdiğine, mideden yükselen buğuların başa çıkmasını önlediğine
inandırırlar" diyerek diğer pek çok seyyahın da aynı şekilde dikkatini
çeken bir konuya değinmiş olur. "Kahve ile tütün içimi, idam cezasıyla
yasaklandığı halde İstanbul'da tütün hem erkekler hem de kadınlar tarafından
gizlice, ama başka yerde olduğundan çok kullanılır. Türklerin başlıca oyalanma
şekli ve birbirlerine başlıca ikramlarıdır. Bu yüzden, seçkin kişilerin oturma
odalarının bitişiğinde, kahve dolu bir ibriğin sürekli olarak kaynadığı, bu işe
ayrılmış özel bir oda bulunur" diye de ekler.[96]
Kahve, Azteklerin kakao çekirdekleri
gibi neredeyse para birimi olarak geçiyordu. Osmanlı yönetimi altındaki
Akropol'e girmek isteyenlere rüşvet olarak yanlarında üç okka kahve
bulundurmaları öneriliyordu.[97] Bu da kahveye verilen değeri
fazlasıyla gösteriyordu.
İslam'ın tadı
Sultanın mutfağının İtalya'dan çok
İspanya sarayına yakın olması hayli doğaldı. X. yüzyılda Bağdat üzerinden yola
çıkan lezzetler bir taraftan Kuzey Afrika'yı geçerek Akdeniz'in son noktasında
kendine bir yer edinirken, diğer taraftan da Anadolu üzerinden İstanbul'a kadar
gelmişti. Osmanlı'da sıkça gördüğümüz, Abbasi halifelerinin favori tatlarından
olan sikbaç'ı İspanyol yemek defterlerinde de aynı sıklıkta görmek bizi
şaşırtmıyor. Ruperto de Nola İspanyolca escabeche, Katalanca escabeig,
Tiren sahilinde scabeccio, Napoliten diyalektinde scapece ve
Sicilya'da da schibbeci ya da scabbici olarak anılan sikbaç'ın
birkaç farklı tarifini veriyor bize.[98]
Halife yerine aslında aşçı olmak isteyen
Harun Reşid'in Bağdat'ta Dicle kıyısında zamanının büyük bir kısmını yeni
lezzetler keşfederek geçirdiği ve bir sikbaç ustası olduğu İslam yemek
tarihinin en çarpıcı ayrıntılarından biridir.[99] Irak toprakları göçerler,
şehirliler ve kırsal kesimin bir arada yaşadığı bir ortamın sembolü olmuştu.
Steplerden şehre gelenler yerleşik dünyanın rafineliğiyle tanışmıştı. Bu da
Bereketli Hilal'den başlayıp Nil'i geçerek, Endülüs'e dek uzanan bir coğrafyada
geçerli olacaktı.[100] Bu damak tadını Kuzey Afrika
üzerinden İber Yarımadası'ndan Avrupa'ya sokacak olanlar ise Emeviler olacaktı.
Abbasi halifelerinin favori yemeği olan sikbaç Bağdat'tan Atlas Okyanusu
kıyısındaki Fas şehirlerine dek uzanan bölgede damakların şahı olmakla kalmayıp
ulaştığı yerlerde "geleneksel" olmayı başaracaktı.
Hz. Muhammed'in en sevdiği yemek
olan tharid sadece Araplar arasında milli bir yemek haline gelmedi,
Mağrip ve Endülüs'te de çok sevildi.[101] İki din ve kültür arasındaki bu
gastronomik değiş tokuşun Emevilerden sonra en büyük kaynağı Haçlı Savaşları
olmuştu. Arapçada bazı yemekleri tanımlamakta kullanılan "efrenci"
sıfatı bu döneme denk gelmekteydi (shiwa ifranji).
Bugün İtalyancada karabuğdaya grano
sarraceno (Sarazen tahılı) denmesinin kökeni belli ki Ortaçağ'a kadar geri
gitmektedir. Büyük ihtimalle bu bir menşe değil, renk meselesidir. Ne de olsa
Sarazenleri temsil eden renk karadır. Aynı şekilde Taino dilindeki adıyla
"mahiz"den türeyen mısırın Avrupa'ya ilk defa Kolomb tarafından
getirilmesine, dolayısıyla mısırı ilk defa Avrupa'ya ve Akdeniz'e yayan da
İspanyollar olmasına rağmen, İtalyanlar mısıra grano turco (Türk tahılı)
adını verdiler. Venedikliler onu Yakındoğu'ya taşıdılar. Mısır Balkanlar'a
kadar uzanıp oradan Fransa, İngiltere ve Hollanda'ya ilerledi. Bir süre
İngiltere, Almanya, Hollanda ve Rusya'da da aynı isimle anıldı.
Hint sularındaki Portekiz-Osmanlı
çekişmesi ise Avrupa'ya sadece siyasi, ekonomik, sosyal ve dini bir etkide bulunmamış,
bu kıtanın gastronomisini de birinci dereceden etkilemiştir. Artık baharatı
hayli pahalıya almak zorunda kalan Avrupa baharat saplantısını bir kenara
bırakarak yeniden sade yemek alışkanlıklarına dönmüş, böylece Nuova Cucina
(Yeni Mutfak) olarak anılacak ve modern Avrupa mutfağının ilk şekli
sayılabilecek olan bir mutfağın oluşmasına yol açmıştır. Papaların şatafatlı
şölen mönülerinden bile anlaşılan bu yeni damak tadının büyük ölçüde Osmanlı ve
Portekiz'in eseri olduğunu söylemek mümkündür.
Ye elçim, ye...
Elçilerin buyur edildikleri ve
sonradan anılarında tasvir ettikleri sofralar, yemek kültürlerinin çakıştığı
noktaların kaydedilmesinde önemli kaynaklar olarak karşımıza çıkar. 1579'da
Moskova kumpanyasından dört temsilci İran yollarına koyulur. Akşam yemeğine
davet edilirler. İngilizler pirinç çorbası ve et suyundan sonra sofraya büyük
tabaklar içinde gelen "haşlanmış koyun eti ve bala bulanmış pirinç"le
karşılaşırlar. Bundan sonra da kızarmış bütün bir koyun gelir. Uşaklardan biri
eti parçalar, eti tabaklara üleştirir, hana verir, han da Garrad ile
arkadaşlarına, birini de ağalarına verir. Sofradaki tek içkinin su olması
İngilizleri hayal kırıklığına uğratır.[102]
İngiliz elçi Harborne'un konuk
edildiği sofra da belli ki yeterince şaşaalıdır. Seksen ya da doksan kadem
uzunluğundaki halılar üzerine konulan 150 kadar muhtelif yemekten bahseder.
"Kaynatılmış ve kızartılmış koyun etleri, muhtelif şekillerde pişirilmiş
pirinç, en güzel kızartmalar, güzel lapalarla süslenmiş nefis yemekler, haddi
hesabı olmayan başka şeyler de vardı ki bunları nasıl tarif edeceğimi
bilmiyorum."[103] Sene 1584'tür. Mutfak defterlerinde
bir adet de tavuskuşu bulunan, II. Selim'in halefi III. Murad zamanıdır. Selim
döneminde mutfak defterlerinde sıkça görülen kanatlılar elçinin de dikkatini
çekmiştir. "Aynı zamanda kızarmış tavuklar, bilmediğim birçok kuşlar
yedik" der Harborne. Harborne ve Barton'ın elçi kabulü yemeğinde sofraya
getirilen kebap, kuzu, tavuk ve kuş eti, pilav, bakliyat ve tatlılardan oluşan
yemekler çeşit olarak 100'den fazladır.[104] "Beylerle biz yere oturduk.
Çünkü Türklerin yemek yeme tarzı böyledir." "İçkimiz imbikten
çekilmiş gülsuyu, şeker ve baharat ile yapılmıştı." Yemek sona erince
acemi oğlanlar içeri alınır ve bunlar da elçinin tabiriyle "kudurmuş
tazılar gibi" yemeklere saldırırlar. "Aç gözleri bir tabakla
doymayınca, iki tabağı bir tabağın içine boşalttılar."[105]
Saldırırcasına yemek konusunda
Rålamb da hemfikirdir. "Sinici eti küçük parçalara böldükten sonra,
bölükbaşı Bismillah diyerek en iri ve en iyi parçalardan ikisini kendine alır,
geri kalan herkes (ancak bundan sonra) ete üşüşüp eline geçen parçayı kapar;
öyle ki bazılarına etin kokusundan başka bir şey kalmadığına sık sık tanık
olunur; onlar da karınlarını büyük bir kapla verilen çorbayla doyurmak zorunda
kalır" diyerek sona kalanlara acır.[106] Diğer bir taraftan da sofrada
bulunanların ikonalar gibi önlerine bakarak oturduklarını, sadece bazı
çavuşların masalara üşüştüklerini anlatır. Orada kendilerine verilen kızarmış,
haşlanmış her türlü yiyeceği, hatta çorbaları, kimini tabak içinden kimini
taşıyarak, bazen de taşıdıkları küçük torbalara doldurarak topladıklarına şahit
olur. Şu çıkarımda bulunur: "Türkler böyle insanların gelip sofralarından
bir şey istemesini bir çeşit üstünlük vesilesi sayıyorlar."[107]
Sultan sofrası
Aynı dönemde Osmanlı padişahının
nasıl yemek yediğine göz atalım. İstanbul'a 1604'te balyos olarak gönderilen
Ottoviano Bon, sultanın sofrasına şahit olmuş ve daha sonra bunu meşhur
günlüğünde yazmıştı. Ağzından çıkanlara inanabileceğimiz bir elçi olan
Ottoviano sofrayı şöyle tasvir eder:
Yemek yemek istediği zaman,
kapıağasına haber gönderir, o da bunu başaşçıya haber verecek bir hadım
gönderir. Başaşçı hemen et yemeğini hazırlatır, bir tabak içinde sultanın
sofrasına getirir. Majesteleri Türk geleneğine uygun olarak bağdaş kurar ve elbiselerini
korumak için dizlerinin üzerine getirilen pek süslü havluyu örter. Diğer bir
havlu da sol kolundan sarkar. Bunu ağzını ve parmaklarını silmek için kullanır.
Diğer hükümdarlar gibi yemeğinin parçalanmasını beklemez, bu işi kendi
halleder. Önünde bir masa örtüsü vazifesi gören bir parça Bulgar derisi
üzerinde üç dört çeşit pek lezzetli ve tazecik beyaz ekmek olur. Bütün Türkler
her şeyden çok ekmeğe bayılırlar, özellikle de taptaze fırından yeni çıkan
ekmeğe. Sultan ne bıçak, ne de çatal kullanır. Tek kullandığı tahta bir
kaşıktır. Önünde her zaman iki tane kaşık bulunur, bir tanesi sebze çorbasını
içmek için, diğeri de susuzluğunu gidermek için içtiği çeşitli meyvelerden
yapılan, limon suyuyla ve şekerle karıştırılan şerbetlerini içmesi için. Yemeklerini
birer birer tadar, tattığı yemekler sofradan kaldırılır. Eti o kadar yumuşak, o
kadar incelikle pişirilmiştir ki, daha önce de dediğim gibi yemek için bıçağa
ihtiyacı yoktur, parmaklarıyla kolayca eti kemiklerinden ayırabilir. Sofrada
tuz kullanmaz, iştah açıcı filan da yemez. Ama eti bitirip de doyunca midesine
son olarak baklava ya da ona benzer bir şey gönderir. İşte, akşam yemeği böyle
bitince ellerini dünyanın en güzel mücevherleriyle süslü bir altın bir leğende
yıkar.[108]
Bahsi geçen sultan, Ottoviano
İstanbul'a geldiğinde daha on dört yaşında olan I. Ahmed'dir. Bu tasvirde
karşılaştırmaya değer bulunacak konulardan birisi de etin pişirilme
derecesidir. Aynı yukarıda bahsini ettiğimiz gibi, etlerin pişirilmesi
konusunda da Doğu ve Batı arasındaki fark doğal olarak kendisini önce sarayda
gösterir. Ruperto de Nola'nın 1525 tarihli kitabında etlerin kesilmesi ve
pişirilmesine adadığı uzun sayfaların en vurgulanan kısmı etin dağılacak kadar
pişirilmemesi konusunda ısrarlı olduğu bölümlerdir. Eğer eti fazla pişirecek
olursa "senyörü önünde utanca gark olacağını" belirtmeden geçemez.[109] Ottoviano, sultanın yapılı, kocaman
bir adam olduğunun altını çizer. Anlattıklarına bakılırsa yemeye çok
meraklıdır. Bobovius ise yemekten sonra padişahın ellerini küçük sabunlarla
yıkayıp daha sonra kahve içtiğini kaydeder.[110]
Sultanın damağına layık lezzetlerin
doğduğu saray mutfağında 1574 yılında çıkan yangın tam bir muammadır. Vakanüvis
Selanikî yangının kebap çevirirken tavadaki yağın tutuşmasından çıktığını
yazar. Oysaki bugün Simancas Arşivi'nde bulunan bir belge belki de Osmanlı
tarihinin hiç bilinmeyen, hatta hiç şüphelenilmeyen bir sabotajına ışık tutar. Estado
(Devlet) serisinde bulunan bu evrak 1574'te sarayda yangın çıkaran bir Rum'un
yeniden teklifte bulunduğunu belirtir.[111] Bu basit bir tesadüf müdür, yoksa
Osmanlı sarayının "yağın tutuşması" sandığı şey, bir sabotaj mıdır?
Yeni belgeler çıkana dek bir cevap vermemiz mümkün değil.
Osmanlı'ya karşı şifre: Peksimet
Osmanlı İmparatorluğu'nun kara ve
deniz gücü, savaş hazırlıkları, siyasi kararları ve daha pek çok konuda haber
alıp Avrupa saraylarına gönderen muhbirler, farklı şifreler geliştirmiş ve
kullanmışlardır. Rakamlardan, müzik notalarından, aşk mektubu gibi görünen
şifreli sözlerden, limon suyuyla yazılan ve mum alevinde okunan mektuplardan
başka bir de farklı anlamlar yüklenen sözcükler vardı. Tüccar mektubu
kisvesinde yazılan bir mektupta, alınıp satılan mallar ve faturalar aslında
Osmanlı başkentinde yapılan savaş hazırlıklarını gizlice belirten şifreden
başka bir şey değildi. Venedik Doçu Andrea Gritti bu göreve gelmeden önce
İstanbul'da balyos olarak bulunduğu süre içinde bunu sıkça yapmış, Senato'ya
"tüccar mektupları" göndermişti.
Ama Osmanlı başkentinden gizli haber
toplayıp Şarlken'e gönderen Jerónimo Bucchia adlı casusun mektuplarında
dikkatimizi çeken bir şifre görüyoruz. Bu mektuplarda biscotti
(İspanyolca: v/biscocho) çok özel bir anlamla yüklü olarak çıkıyor karşımıza.
"Peksimet" anlamına gelen ve zamanla anlam kaymasına uğrayan
"biscotto" aslında "iki defa pişirilmiş" demektir. İki defa
pişirilen bu sert ekmek, suyu çekilip hafifler, dolayısıyla az ağırlık yapar ve
gemilerde ıslatılarak yenir. Bir gemi iaşesi alınmadan yola çıkamayacağı için
peksimetsiz bir Osmanlı gemisi de demir alamaz. Eğer karada peksimet hazır
değilse, gemi yola çıkamayacak demektir. Bu da tehlikeyi bekleyenlere zaman
kazandırır. Bucchia "biscotto" yazdığı kısımlarda tehlike zillerinin
çaldığını gösterir heyecanla.[112]
3
Şarap: Müslüman topraklarda üzümün
kızı
Sakiler, siz ey bedenlerden yeni
beden yaratanlar!
İçmez adamdan içer adama çevirin
beni.
Bu sinirli ve kuru bağırsaklar ebediyen
sulansın![113]
Gargantua, Rabelais
Tergovişa sınırları içinde üç
yeniçeri kayıktan çıkar çıkmaz "ölü gibi" yere yığılıverirler.
Hollandalı tüccar grubunun başı "korkudan titremektedir." Kendisine
yol boyunca eşlik eden bu adamların yaşamlarının tehlikede olduğundan
korkmaktadır. Giovan Battista'nın da aralarında olduğu on tüccar, ağanın önünde
tek kelime edecek halde değildir. Battista bu olay karşısında gülmekten yerlere
yatar. Türkler arasında çok ciddi ve korkunç bir vakanın bile parayla yoluna
konulabildiğini söyler. Ağanın yaptığı sorgulamaya o da katılır. İlk soru
şudur: Yeniçerilerine ne çeşit bir zehir içirmişlerdir? Cevap tercüman
aracılığıyla iletilir: "Bizim gece gündüz içtiğimiz zehir, yani iyi
şarap!" Ağa bir sonraki soruya geçer. "Yani şimdi sadece sarhoşlar
mı?" Battista: "Evet, çelebi."[114]
Sarhoş yeniçeriler gece yarısına
kadar kendilerinden geçmiş bir şekilde, baygın yatarlar. Kendilerine
geldiklerinde yeniden şarap isterler. Ama onlara bu sefer, kendilerine
gelmeleri için şarap yerine kahve verirler. Battista Avrupa'da görmediği,
Osmanlı topraklarında tanıştığı bu içeceği şöyle tanımlar: "Sadece
sarhoşluğu geçirmez, aynı zamanda –daha önce pek çok defa İskenderiye, Kahire,
Kudüs, İzmir ve İstanbul'da tecrübe ettiğim gibi– her türlü baş, mide ağrısına
iyi gelir."[115]
Kahramanımız, –seyyahımız–
Battista'nın daha önceki satırlarında belirttiği üzere, yeniçeriler Napoli
şarabından iki kat keskin olan Yunan şarabından tam tamına altı şişe
içmişlerdir! Hem de "Muhammed'in kanununa" (Legge Maomettana),
yani şeriata rağmen... Ayrıca, Karadeniz kıyısındaki Osmanlı topraklarında
yaptıkları yolculuk boyunca gemilerinin "Asya'nın enfes şaraplarıyla"
ve aqua-vita'yla (eau-de-vie) dolu olduğunu, Türklerin bundan bol
bol içtiklerini, sonra da sarhoş olup kendilerinden geçtiklerini, ayakta
duramayacak hale geldiklerini yazar.[116]
Şaraptan nehirler
Ey Muhibbi nice bir cam ile mül zikr
idesin
Ahiret fikrini kıl çünki odur ayn-ı
sevap[117]
"Ey Muhibbi, ne kadar kadeh ve
şaraptan söz ediyorsun; ahireti düşün, çünkü sevap kaynağı odur." Kanuni
Sultan Süleyman'ın Muhibbi mahlasıyla yazdığı külliyattan çıkan bu beyit XVI.
yüzyılda Osmanlı toplumunun şarap konusunda yaşadığı ikilemi açık bir şekilde
gösterir. Her ne kadar dinin şarap tüketimi konusunda koyduğu yasakları
ilahiyatçılara bırakacak olsak da, İslam dininde şarabın nasıl algılandığını
kısaca özetlemekte fayda vardır. Kahve ve Kahvehaneler adlı eserinde
Ralph S. Hattox haram içecekler konusunu şarapla açar.[118] Kuran'da kahveden söz edilmediği
için, kutsal kitabın şaraba getirdiği yasakları detaylı bir şekilde inceleyip
kahvenin ve şarabın etkileri arasında benzerlikler kurarak bir yol çizmeye
çalışır. Kuran'da şaraba ilişkin çeşitli, bazen de bağdaşmayan tutumlardan
bahseder, hem şeytana araç olarak kullanılan iğrenç bir şey olduğunu, hem de
Cennet'te müminlere vaat edilen hazlardan biri olduğunu belirtir. Müminlere bu
dünyada şaraptan uzak durmalarının mükâfatı olarak, diğer dünyada
"içenlere leziz gelecek" şarap ırmakları vaat edilmektedir. (Kuran,
47; 15).
Avrupa, Türk tehlikesine karşı bir
çözüm aramaya başladığı XV. ve XVI. yüzyıllarda bu çelişkileri bir anti
propaganda olarak kullanmaktan kaçınmayacaktır. Ortaçağ ve Rönesans'ta İslam'a
dair anlatılarda "Muhammed'in Cenneti" huriler, şaraptan ırmaklar ve
şatafatlı bahçelerle dolu sahte bir cennet olarak gösterilmek istenmiştir.
Mandeville The Travels of Sir John Mandeville başlığıyla yayımlanan ve
1356-66 yıllarında elden ele dolaşmaya başlayan eserinde bu görüşü doğrular.
Her mevsim meyvelerinin olduğu, şaraptan, sütten ve baldan nehirlerin aktığı
bir cennet tasviri çizer.[119]
Müslümanların gideceği bu cennet
tasviri Ortaçağ Avrupalısının hayallerini süslemiştir.
XIII. yüzyılda eski Fransızca bir
manzum eserde doğan Cocagne ülkesinin tasviri hiç de bu hayale yabancı
gelmeyecek öğeler taşır. Evlerin duvarlarının levrek, somon, karagöz
balıklarından, zikzak çatıları mersinbalığından, çatıların salamdan, lataların
sosisten olduğu bir hayal ülkesidir Cocagne.[120] Kızarmış et ve jambonlarla çevrili
buğday tarlaları, sokakları kendi kendilerine şişte dönerek kebap olan kazlar,
beyaz masalarla dolu yolları ve üstelik bütün bu hizmetlerin bedava olduğu bu
dünya, çılgın dimağların değil, Ortaçağ Avrupası'nın en büyük korkusu olan
açlığın yarattığı bir hayaldir. Ya şarap? Cocagne'de şarap nehirleri, altın ve
gümüş renkli kadehlerle, taslarla kendiliğinden dolar. Ortaçağ insanının İslam
cennetini hayalinde allayıp pullayıp bir Cocagne ülkesi yaratmadığını iddia
edebilir miyiz? Sanırım hayır.
Kanunlar, cezalar, sosyal
yaptırımlar, gelenekler ve din baskısı olması, hukuken, örfen ve dinen
yasaklanan pek çok şeyin yapılmadığı anlamına gelmediği gibi, bunların pratikte
söz konusu olduğu için bu yasaklamalara başvurulduğunu gösterir. Mühimme
defterlerindeki şarap tüketimi ve satışına dair hükümlerin çokluğu ise bu
devirde bu içki yasağının sıkça çiğnendiğinin belirtisidir.
Bir gün şarap, sekiz gün soğan ekmek
Francis Osborn Türklerin
başarılarının sebeplerinden birinin şaraptan uzak durmaları olduğunu
söylüyordu. Böylelikle şarap Türk askerlerini kadınlaştırmıyordu. Ne de olsa
şarap "disiplinin baş düşmanı" idi.[121] Ayrıca savaşları için yaz mevsimi
seçmeleri de çok akıllıcaydı. Böylelikle sıcağın getirdiği susuzluk gibi
gereksiz dertlerle yüz yüze kalmamış oluyorlardı. Yeniçağ'da Osmanlıların
askeri gücü ve disiplini üzerine yazılan hemen hemen tüm eserler, Türklerin bu
alandaki başarısında şaraptan uzak durmalarının payının altını çizer. Savaş ve
sefer esnasında şarap elbette yasaktır. Ximénez de Türk ordusunun savaş
zamanlarında gücünü zayıflatmamak için tüm kötülüklerden uzak durduğunu
kaydeder: "Savaşa çıktıklarında kötülükleri, şarabı, kadınları, oyunları
evde bırakır ve bu taktikle kolayca Mağriplilerin üstesinden gelir ve onları
vergi ödemeye mecbur ederlerdi."[122]
Çok sıkı disiplin altında sürdürülen
bu kısıtlama savaşla birlikte sona erer ve şarap hayatı tatlandırmaya devam
ederdi. Viaje de Turquía'nın (Türkiye Seyahati) Pedro'su da aynı şekilde
askerlerin şaraba para vermedikleri için paralarının yettiğini iddia eder.[123]
Ama askerlerin tükettiği şaraba dair
günümüze kadar ulaşan pek çok kanıt vardır. Thévenot pek çok kişinin şarap
içtiğini, şarabın Kuran tarafından yasaklandığı söylense de "keyif ehlinin
bunun sadece bir tavsiye veya nasihat olduğunu, bir buyruk olmadığını"
söylediklerini yazar. Yine de "yeniçerilerin ve kimseden korkusu olmayan
diğer kararlı kimselerin dışında kalanların" herkesin gözü önünde şarap
içmediklerini nakleder. İddiasına göre içmeye başladıklarında çok içerler ve
"içki bedava olsa, sızıncaya kadar içebilirler." On pinte
içmekle (yaklaşık 5 litre) bir tas içmek arasında bir fark olmadığını
söyleyerek kendilerini savunurlar.[124] İtalyan seyyah Battista'nın
Karadeniz sahilinde gemisinde kendisine koruma olarak verilen yeniçeriler tam
da bu tasvire örnektir. Giovan ise şarabı "Bir günün tadını çıkartmak için
sekiz gün soğan ekmek yiyerek yaşayan leventlerin eğlencesi" olarak
niteler.[125]
Viaje a Turquía'da İstanbul'daki esaret anılarını
anlatan Pedro da, Mata ve Juan'a yaptığı anlatıda yeniçerilerle şarap içtiğini
şöyle anlatır: "Bir müddet yol aldıktan sonra gerimizden atlı iki yeniçeri
yetişti. Tanışmak için konuşmaya koyulduk. Türklerin şeriatı şarap içmeye
müsade etmez. Ama gizli olunca öyle bir içerler ki. Yolluğumuzda şarap eksik değildi.
Çıkartıp adamlara, üst üste birkaç tane sundum."[126] Gece konaklayacakları yerlere
vardıklarında meyhaneye gidip şarap aldığını, içtiklerini belli etmemek için
yeniçerilerle aralıklı otuduklarını yazar. "Tembihli bulunan kılavuzumuz,
bunlara alttan, çakırkeyif oluncaya kadar şarap sunardı" diye ekler.[127]
Hicri 968 senesinde Varna kadısı
Kanuni'ye gönderdiği mektupta, bu kazaya tabi Sebve (?) mevziinde bulunan
"Akyazılı Baba Tekkesi'nde sakin olan eşkıyaların" tekkelerinin
etrafında "bağ diküp ve üzüm sıkıp hamr idüp fısk u fücur" ettiğini
belirtir. Kadının eşkıya tabir ettiği kişiler dervişler olmalıdır. Ayrıca
"Levandata hamr deyip satup nice fesada sebep oldukları" da haber
verilmiştir.[128] Bu, Suraiya Faroqhi'nin Osmanlı
Kültürü ve Gündelik Yaşam adlı eserinde şarap konusunda verdiği bilgilerle
açıklanabilir. Faroqhi, tasavvufun ana konularından biri olan "ruhun
şarhoşluğu"nun sadece mecazen alınmaması gerektiğini, aynı zamanda şarabın
da tüketildiğini Abdal Musa Zaviyesi'nin 1826 yılında derlenen mal
defterlerinden görüldüğünü ortaya koyar. Ayrıca dervişlerin Güneybatı Anadolu
sahillerinde içinde üzüm sıkmakta kullanılan mengeneler ve fıçılar bulunan
şaraphaneleri de mevcuttur.[129] Faroqhi, aynı eserinde şarabın XVI.
yüzyılın ikinci yarısında sefer için toplanan leventlerin hayatının önemli bir
parçası olduğuna değinir. Yukarıdaki hükümde kendilerine şarap satıldığı
belirtilen leventlerin de bu sınıfa mensup olduğu iddia edilebilir. XVI. yüzyıl
İspanyol edebiyatında forsa olarak küreğe mahkûm olan Türk esirlerinin şarap
sevgisi de özellikle pikaresk edebiyatın bir parçasıdır.
Napoli'ye ulaşan 21 Şubat 1564
tarihli Türklerle ilgili bir aviso bu konuya dair bir haber nakleder.
"Büyük Türk"ün o yıl denizlerde bir saldırıda bulunmayacağını, bunun
iki sebebinin olduğunu söyler. Birinci sebep o yıl vebadan altı ay içinde
80.000 kişinin ölmesi, diğeri ise gönüllü kürekçilerin hepsinin, denizlerde
olmadıkları altı ay süresinde sultanın kendilerine şarabı ve meyhaneleri yasak
ettiği için kaçmalarıdır.[130]
Faroqhi'ye göre, şarap içmek, bir
başka Müslüman grubun, hisar erlerinin yaşamlarının önemli bir parçasıydı.
Kanuni, Kavala kadısı ve Kavala kapudanı tarafından kale müstahfızlarından
bazılarının şarap içtikleri konusunda bilgilendirilmiştir. Bu kişiler "Biz
hisar-erleriyüz" diye inat ederek, şarap içmelerinde bir sakınca olmadığı
konusunda ayak diremişlerdir. Sultan Süleyman bunların "şer-i şerif ve kanun-ı
münıf muktezasınca men edilmesi", haklarından gelinmesi ve şeriata karşı
iş yapılmasına izin verilmemesini buyurur.[131] Yani hem dinin, hem de devletin
buna izin vermediğini, böyle bir özgürlüğe sahip olmadıklarını gösterir.
Askerler arasında tüketilen şarap
kimsenin gözünden kaçmaz. Giovan da buna değinir. Notlarında leventlerin cuma
günleri "leventbaşı"nın evinde buluşup, hep birlikte eğlenmeye
gittikleri; aileleri ve reisleriyle birlikte yola çıkıp, et ve başka yiyecekler
aldıklarına değinir. "Bazanaa denilen ve aradıkları her şeyi hazır
olarak buldukları bir meyhaneye" giderler. Burada "pirinç, darı ve
dövülmüş arpadan yapılmış şarap gibi insanı sarhoş eden içkiler" içerler.
Notun sonu ise Doğu masa adabı için ilginç bir veridir. Burada herkesin
"meyhanelerde âdet olduğu üzere muntazam bir tarzda masaya"
oturduğunu, yerde yemek yemediğini söyler. Görsel malzemenin bize sağladığı
Doğu işretlerinde, aynı Yunan sempozyumlarında olduğu gibi yere uzanarak
tüketilen şarabın aksine, bu meyhanelerde masalarda yenip içilmesi ilginçtir.[132] Simeon bize bu meyhaneleri tarif
eder:
Fransa, İngiltere, Venedik vs.
vekilleri olan balioslar ve elçiler Galata'da ikamet ederler. Bundan dolayı,
orada misket ve Malvazya gibi nefis şaraplar bulunur. İstanbul şehrine ve
limanda açık denize nazır geniş ve üç-dört katlı yüksek meyhaneler vardır.
Burası her türlü zevk ve safâ yeridir. Burada çeşitli leziz deniz balıkları,
envai çeşit havyarlar, tuzlu balıklar, portakal, limon, nefis zeytin ve
zeytinyağı bulunur. Istakoz, midye ve sair lezzetli yiyecekler de buradan
çıkar. Galata o kadar bereketli bir yerdir ki İstanbul'un buradan ve Mısır'dan
beslendiği ve bu iki şehir olmazsa kalabalık İstanbul halkının açlıktan
kırılacağı söylenir.[133]
Krafft da bize Türklerin bu yasağı
çiğnedikten sonra suçlarını örtbas etmek için buldukları ilginç bir çözümden
bahseder. Bir şarap cümbüşünden sonra Türkler yanlarına meyankökü sapı
almışlardır. Meyankökü sapını suya bastırıp suyunu içerler. Sonra da bunu
tamamen kusarlar, böylece şarap kokusu kalmaz. Ayrıca elbise ve çamaşırlarını
da değiştirerek efendilerinin şarap kokusunu almasını önlemeleri gerekir.[134]
Sarhoş Türkler
Zambali, Durali'den Jerónimo'yu
bırakmasını ister, o da vermek istemez. Bunun üzerine Zambali der ki:
"Bak, Durali, şimdi çok sarhoşsun, bu yüzden de sen değil içindeki şarap
konuşuyor, hey yarabbim! Büyük Türk'ün kafası aşkına, eğer bana yarın bu adamı
vermezsen, seni Tunus'a kadar atımın kuyruğunda sürükleyerek götürmek zorunda
kalırım."[135] İşte Mağrip'te esir olan Jerónimo
Gracián de la Madre de Dios'tan bir anekdot. Burada da olduğu gibi Türklerin içmeyi
bilmedikleri Avrupa'nın genel kanaatidir. Seyyahlar, diplomatlar, yolu bu
topraklara düşenler, içip sapıtan, yollara dökülen, kavga çıkaran, hatta kimi
zaman tehlikeli olabilen sarhoş Türklerden sıkça bahsederler. Werner Türklerin
içkili olduklarında veya maslık denen maddeyi kullandıklarında, bir
Hıristiyan'a veya Yahudi'ye rastlamaları halinde "onu kendini savunmaya
zorlamak için her türlü çareye başvurduklarını, onu tartaklayıp hakaret
ettiklerini" yazar. İddiasına göre eğer onunla baş edemeyeceklerinin
anlarlarsa, "beriberi" diye bağırmaya başlarlar. Sözlerine bir
tavsiyeyle son verir: "Bu nedenle böyle durumlarla karşılaşmamak için ya
yolunu değiştirmeli ya da saldırganın isteklerine boyun eğmelidir."[136]
Henry Blount gerçekten kötü bir
sahneye maruz kalır. Edirne'de on bir, on iki kişi ile birlikte yemek yedikleri
bir anda, –kendisinden başka herkes Türk'tür–, sultanın üst düzey
görevlilerinden biri olan Solak aşırı derecede içer, sarhoş olur ve hanın
penceresinden düşerek ölür![137] Blount pratik her yolcu gibi buna
da kendince bir çare bulmuştur: "Türklerin aşırı sarhoşluğunu gördüğüm
için bütün yolculuğum boyunca ülkemin dinine fazla uymadığım izlenimi yaratmış,
her buluşmada üç yudumdan fazla içmemiştim."[138]
Blount'un bıraktığı satırlar
arasında gizli sarhoş Türklerin sayısı hayli kabarıktır. Başka bir gün tek
başına nehrin diğer yakasında yürürken altı yedi sipahiyle karşılaşır.
Cebindeki kamayı fark edince hemen alıp göğsüne doğrulturlar. Bir tanesi
İtalyanca bildiğinden "saygılı sözleriyle onların gönlünü öylesine kazanır"
ki onu evlerine alırlar, burada yiyip içer, birlikte kalırlar. Hikâye her
zamanki gibi biter: Bazıları çok sarhoş olurlar. Ama bu sefer şanslıdır,
hiçbirisinden zarar gelmez. Onun yerine kendisine o silahın yanında yatmasını
ve ülkenin izin verdiği ölçüde kullanmasını nazikçe tavsiye ederler.[139] Niş yakınlarında ise şarabı biraz
fazla kaçıran bir yeniçeri ve Henry'nin arabasında yolculuk eden başka bir Türk
kavgaya tutuşurlar. İşin içine bir de balta girince durum heyecanlı bir hal
alır.[140]
Ramazan bayramında bir ay boyunca
ağzına şarap koymayan Müslümanların kendilerini kaybedene dek içtikleri
seyyahların şaşkınlıkla izledikleri bir manzaradır. Thévenot "Bu üç gün
boyunca şehirde gezinmek Frenkler için tehlikelidir; çünkü bunlar eğlenme
günleri olduğundan her şey serbesttir; öyle ki birçok Türk sarhoş olur ve
kafayı bulmuşken karşılarına bir Frenk çıkarsa ona bazen kamçı darbesi
indirirler" der.[141] Canaye de halkın üç gün boyunca
aralıksız eğlendiğini, Türklerin sarhoş olmalarını engellemek için, Mehmed
Paşa'nın Türklere şarap satmasınlar diye Hıristiyanlara çok katı yasaklar
getirdiğini yazar.[142] M. Luigi Bassano da şahit olmuştur
buna. Herkesin çok sarhoş olduğunu, üç gün boyunca yemek ve içmekten başka bir
şey yapılmadığını, insanların sarhoş sarhoş ata bindiklerini kaydeder.
"Bugünlerde Hıristiyanlar şarabın yarattığı bu çılgınlıktan kaçmak için
evlerinden dışarı çıkmazlar" diyerek de sözlerini bitirir.[143]
İçmeyi bilenler
İçmeyi bilenlere denk gelen
seyyahlar da vardı. Kapalı İslam toplumunda işret Hıristiyanlara açık bir
aktivite olmadığı için yolu bu topraklardan geçen Avrupalıların böyle özel
eğlencelerde Müslümanlarla yan yana içmeleri pek de mümkün değildi. Çok özel
durumlarda şahit olabildikleri keyif sahneleriydi bunlar. Mehmed Paşa, 1659'da
Bur Said'e vali olarak geldiğinde, şehre törensel bir giriş yaptıktan sonra,
ilk işi Fransızları bir şeyler içmeye çağırmak olmuştu. "Gün sarmaş dolaş,
karşılıklı kibar sözler" içinde geçmişti.[144] D'Arvieux'nün esas dostu kadı idi.
Onunla "birkaç şişe şarabın dibini görürken" felsefe, astroloji,
coğrafya, şiir ve hatta tıp üzerine bile sohbetler yapabiliyordu. "Sanki
İngiltere'delermiş gibi özgürce din konusunda" tartışabiliyorlardı.[145] Gazze Paşası, D'Arvieux ve birkaç
Fransız'ı evine davet etmiş, iltifatlar arasında tatlı bir sohbet olmuştu. Paşa
bolca içmiş, misafirlerini de teşvik etmişti. Akşam yemeği saat sekizde
başlamış, gece yarısına kadar sürmüş ve genel olarak sohbet geometri ve
astroloji üzerinde dönmüştü.
1672'de Çanakkale'deki kalelerden birinin
başında olan bir ağanın –ya da sancakbeyinin– verdiği akşam yemeği davetinde,
yemek öncesinde brandy ikram edilir. Ağa bunun "mideyi iştahı öldüren
balgamlardan arındırdığını" söyler.[146] Sonra da enfes yöre şaraplarından
içmeye başlarlar. Ağa hac ziyareti yapmadan önce içebildiği kadar içtiğini,
sonrasında da ağzına içki sürmeyeceğini bildirir. D'Arvieux da tam bu esnada
Trablusşam müftüsünden öğrendiklerini ağayla paylaşır: Peygamber içmeyi değil,
fazla içmeyi yasaklamıştır. Ağa da nazik bir şekilde müftünün yorumladığı
şekilde bu işi devam ettireceğine söz verir. Yemekten kalkıp yeni bir yemeğe
davet edilen d'Arvieux, Türkiye'de insanın elinde dolu bir kadehle istediği kadar
zaman geçirmesinin ayıp karşılanmadığını söyler.[147]
Amidli Koca İbrahim Paşa, Polonyalı
Simeon'u kilisede görür ve onu her gün evine davet eder. Yalnız balyoslarda
bulunan içkiler ikram eder. Burada bir de incir rakısı yapıldığını, okkası bir
kuruş olan pahalı bir içki olduğunu söyler.[148] Krafft da Halep'te böyle bir fırsat
yakalar. Bu şehirde paşanın huzuruna çıkmak ister. Ermenistan'dan gelen zengin
bir tüccar paşanın çok iyi içki içtiğini, işret meclisleri kurduğunu söyler. O
akşam Krafft da buna şahit olacaktır zaten. En iyi elbiselerini giyip gelmesi
tembih edilir kendisine. Paşanın evine gelince içeri alınırlar. Tercüman,
paşanın sol arkasından bir köşeye oturur, Krafft'ı da sağına alır. Sessizce
etraflarına bakınırlar. "Bir süre sonra farkına vardık ki paşa, Ermeni'nin
şerefine küçük, açık renkli Venedik kristali kadehlerden on adedini yuvarlamıştı.
Bu kadehlerden on on iki tanesi bile tam bir Ulm-ölçüsü tutmuyordu (1.377
litre)." Ermeni de bu arada paşanın şerefine yuvarlar kadehleri.
"Artık iyice hissediyorduk ki yemekler ve içkiler misk kokuyordu; bu güzel
koku, sonunda bana fazla gelmeye başladı."[149] İki içkici, birlikte yirmi kadeh
içtiklerinde, paşa, içkiyle ilgili fıkralar anlatarak Ermeni'nin sağlığına aynı
şekilde, kadeh kaldırmaya devam eder. Artık kadehler yarısından biraz fazla
dolduruluyordur. "Sonunda sayıları on beşi bulur. Paşa artık biraz
yavaşlamaya başladığından, karşısındakine nazaran henüz yarısı kadar bile
içmemiş olan Ermeni, paşayı kendisinin aynı adette kadehle takip etmesine
müsaade etmesini rica" eder.[150] Paşanın cevabı hiç beklenmedik bir
anda gelir: "Hıristiyan köpeği, beni sarhoş mu yapmak istiyorsun?"
Gece paşanın şamdandan şarap içmeye kalkışması ve sonunda uyuklamaya
başlamasıyla sona erer.
Erzurum yakınlarından geçen
Tavernier şarabın kokusunu alıp gelen paşanın kethüdasını anlatır. Adamın
özellikle kervanı karşılamaya geldiğini ve tüccarların yanlarında bolca şarap
taşıyıp taşımadıklarını anlamaya çalıştığını nakleder: "Gerek orada
gerekse kentte birkaç şişe şarap için hem bu görevli hem de gümrükçü
tüccarların çevresinde pervane gibi dönmekten utanmaz ve hiç kimse onların bu
isteklerini geri çevirmeye asla cesaret edemez."[151]
Bu devirde özellikle de sınırlar
arası gidip gelen insan toplulukları, Akdeniz'de sınırlar arası haber taşıyan
tüccarlar, dönmeler, din adamları, gezginler, korsanlar ve bunların yanı sıra
farklı marjinal gruplardan oluşan bir tabakanın profili çıkarıldığında, şarabın
üç büyük dine mensup insanlar arasında ortak bir payda olduğu görülür. Şarabın
en kötü zamanlarda acıları dindiren bir iksir gibi sunulması, sınırlar arasında
gidip gelenlerin krallar, kral naipleri, valilere gönderdikleri haberlerde de
kendini açıkça gösterir. 1551 yılına ait bir belgede Ali adlı bir mühtedi,
anlatıyı yapan ajan tüccara şarap ve peynir ticareti yapmak istediğini
bildirir. Bunun üzerine tüccar kendisine şarap ikram eder ve sohbetlerine şarap
eşliğinde devam ederler.[152]
Seildel'in katıldığı elçilik heyeti
Viyana'dan Tuna üzerinden yola çıkar. Gran'a, yani Estergon'a geldiklerinde
Türkler kendilerini her zamanki gibi görkemli bir törenle karşılarlar. Elçi de
önemli kişileri yemeğe davet eder. Geminin salonuna uzun bir masa yerleştirilir
ve "zevkli bir biçimde hazırlanmış bir sofra" kurulur, konuklara
leziz yemekler ve tatlı misket şarabı ikram edilir.[153]
Ben şarabı yasakladım, üzümü değil
D'Arvieux deniz yolculuklarından
birinde Müslüman yol arkadaşlarının cesaretini konyak ile artırmıştır. "Bu
şarap mı?" diye sorarlar. "Yok, yok. Sadece konyak" cevabını
alınca da huzur içinde içerler. "Güzel insan (bonhomme) Muhammed
hiç konyak içmedi ki" diye son noktayı koyar.[154] Bu D'Arvieux'nün İslam'daki şarap
yasağına nasıl kılıf bulunup Müslümanlar tarafından çiğnendiğini göstermek için
uydurduğu eğlenceli bir anlatı olabilir pekâlâ.
1555 yılında Habsburg İmparatoru I.
Ferdinand'ın Kanuni'ye gönderdiği elçi Ogier Ghislain de Busbecq, Osmanlı
topraklarında bulunduğu süre içinde ülkedeki şarap yasağıyla ilgili pek çok
yorum yapmış, hatta bu seyahati sırasında ciddi bir şarap tedariki sorunu
yaşamıştır. Kendisi ve birlikte olduğu kişiler için ne şekilde şarap
sağladığını işte şöyle anlatır: "Fakat Türkiye'de şarap bulmak bir mesele.
Hele halkı Hıristiyan olmayan yerlerde bu pek güç. Türkler şarap bulunmayan
yere yaklaştığımızı gördükleri zaman bize haber veriyorlardı, biz de
adamlarımızı, yanlarına bir Türk katarak bir gün evvel, şarap bulunan yere
koştururduk. İşte bu suretle yanımdakiler hiçbir zaman şarapsız
kalmadılar."[155]
Amasya'da sultanın huzuruna çıkma
şerefine erişen Busbecq, sultanın şarap perhizi konusunda ise şu yorumları
yapıyordu: "Süleyman daima perhizkâr, itidali seven bir adamdır. Türkler
nazarında ayıp sayılmayacağı gençlik çağlarında dahi böyle idi. O zaman bile
şarap içmezdi. Kendisini en sert tenkit edenler bile karısına fazla mağlup
olmaktan başka aleyhinde söyleyecek bir şey bulamıyorlardı."[156]
Busbecq bu bilgileri büyük bir
ihtimalle sultanın yakın çevresinden edinmişti. Dinin ve devletin getirdiği bir
yasağa öncelikle sultanın kendisinin uymaması, daha ziyade bu yasağa uymasa da
bunun yabancı bir elçiye açıkça söylenmesi söz konusu olamazdı. Bu Busbecq'in
verdiği bilginin pek de sağlıklı olmadığını gösterse de, Kanuni'nin son
yıllarında içinde bulunduğu psikolojik durumun şarap yasağına da yansıdığı görülmektedir.
Busbecq başka bir sayfada şöyle der:
Padişah son zamanlarda şarabı da
yasakladı. İstanbul'da peygamberin emirlerine rağmen bu âdet çok yayılmıştı.
Bundan böyle İstanbul'da şarap içilmeyecekti. Bu konuda bir ferman çıktı. Emir
kesin idi. Hatta Hıristiyan ve Yahudileri de bu ferman bizi yakından
ilgilendiriyordu. Çünkü biz su içmeğe hiç alışkın değildik. Şehir surları
dahilinde şarap ithali yasak edilince onu nereden temin edecektik?
Tercümanlarımızla halimizi divanda paşalara anlattık. Fakat bizim şarapsız
edemeyeceğimizi anlayan paşaların görüşü ağır bastı. Bize haftanın belirli bir
gecesinde, dıştaki surun dışında bir yere şarap getireceklerdi, biz de oradan
sessizce taşıyacaktık. İşte bu suretle eski hukukumuzu korumayı başardık.[157]
Busbecq'in anıları bize ilk defa
gayrimüslimlerin de şarap yasağına maruz kaldıklarını gösterir. Evde kendi
ihtiyaçları kadarını muhafaza edebilecek olan gayrimüslimler bundan böyle
tüketecekleri şarabı da alenen taşımayıp, bu işi gizlice halletmek zorunda
kalacaklardı. Ama en azından tüketim konusundaki yasaktan kurtulmuşlardı.
Busbecq bu yasağa dair şöyle bir anekdot anlatır:
Rumlardan bazıları şöyle bir
kurnazlığa başvurarak padişahın bu kararını bozdurmayı düşündüler. Sultanın
bağlar arasından geçeceğini haber alınca, Rumlar tefeklerini kökleyip yolun
ortasına attılar. Sultan tefek yığınlarını görünce hayretle durdu. Adam da
kendisinin emri gereğince asmaları sökmekte olduklarını söyledi. Çünkü artık
hiçbir işe yaramayacağı için odun yerine yakacağız diyordu. O zaman sultan
şöyle dedi: "Fena yapıyorsunuz, maksadımı iyi anlamamışsınız. Ben şarap
içilmesini yasakladım, üzüm yenmesini değil... Üzüm, Allah'ın insanoğluna ihsan
buyurduğu nimetlerin en mübareklerindendir. Üzümü taze taze yemenize hiçbir
engel yoktur. Suyunu kaplar içinde saklayarak ondan istifadeyi zararlı
icatlarınızla ihlal etmedikçe her şey yapabilirsiniz. Elmadan şarap yapılmıyor
diye elma ağaçlarını söküp atmak mı lazım? Vazgeçin bu işten sersem herifler.
Size gayet nefis meyveler veren bu çubuklara dokunmayınız." İşte bu
suretle Rumların şeytanlığı para etmedi.[158]
Bu olayın gerçekten meydana gelip gelmediğini
bilemesek de, Kanuni'nin koyduğu bu yasağa gayrimüslimlerin şiddetli bir tepki
duyduğunu anlayabiliriz. Kanuni ile Rumlar arasında geçtiği iddia edilen
sürtüşmeye benzer bir durumu ele alan bir belge bugün Simanca Arşivi'nde
bulunmaktadır. Alcalá Dükü'ne gelen 13 ve 19 Ekim 1565 tarihli mektuplar artık
Rumların şarap satmasını, hatta evde bulundurmasını yasakladığını, bu yasağa
uymayanların çok büyük cezalara maruz kalacağını, sadece Fransa büyükelçisi
Venedik ve Floransa balyoslarının şarap bulundurabileceğini bildiriyordu.
Buna benzer başka bir anlatı da,
Türklerin XV ile XVII. yüzyıllar arası özellikle Doğu ve Orta Avrupa'da
yayıldıkları bölgeyi köy köy gezip Türklerden kalan eserleri kaydeden ve bu
bölgelerin folkloruna ve halk edebiyatına sızan Türk motiflerini inceleyen
Alman tarihçi Georg Schreiber'den gelir. Tarihçi, Kanuni'nin 1532 yılında
Şarlken'e karşı çıktığı meşhur Alaman Seferi ardından Neusiedler (Fertö)
Gölü'nün batı kıyısında kalan ve o zamanlar Macarca Feketevaroş adını taşıyan Purbach
köyünde bugün hâlâ anlatılan bir hikâyeyi nakleder.[159] Köy diğer bağ sahibi köylerin
akıbetine uğramıştı. Anlatılan hikâyeye göre Türk askerleri sefer dönüşü
ganimet ele geçirdikten sonra kendilerini şaraba vermişlerdi. Askerlerden biri
sızıp kalmış ve arkadaşlarının gittiğinin farkına varmamış, ayılınca da
korkudan bir ocağın içine saklanmış. Ocak yakılınca boğulmamak için bacaya
çıkmış. Etrafa bakarken görülünce Purbachlılar onu öldürmek yerine vaftiz
ederek kendisine köyde kalmasını teklif etmişler. Köyün kızlarından biriyle
evlenince kayınpederi de onun kendisini bacadan sarığıyla etrafı gözetlerken
gösteren bir heykelini yaptırmış.
Hikâye pek çok şekilde
yorumlanabilir. Sonuçta bir halk hikâyesidir ve büyük ihtimalle zaman içinde
türlü değişimlere uğramış, süslenip püslenerek bugüne dek gelmiştir. İslam'ın
kılıcının Hıristiyanlığın kalkanına çarptığı bu devirde, böyle bir hikâyenin
şarap gibi İslam'ın yasakladığı bir içeceğin, XVI. yüzyılda Müslümanlığın en
güçlü temsilcisi olan Osmanlı devletinin askeriyle sık sık anılması Orta
Avrupa'da yapılan anti propagandanın bir parçası da olabilir.
Suç ve ceza
Coryate da Ramazan'da içki içerken
yakalanan Müslümanların ağzına ve kulaklarına kurşun döküldüğünü yazıyordu.
Kendisi İstanbul'dayken böyle bir vakaya denk gelmişti. Thévenot da duymuştur
bunu. Ama şahit olduğunu iddia etmez. "Ramazan günü içki içenlere ceza
olarak, gırtlaklarından aşağı erimiş kurşun dökülüyordu ve bu ceza birkaç kez
uygulanmıştı, ama günümüzde daha ender rastlanıyordu, yine de bu suçu
işleyenlerin cezası ölümdü" demekle yetinir.[160] Bunu Werner de yazar. Ramazanda
"şarap içmek yasaktır ve ölümle cezalandırılır."[161]
Menavino'nun şahit olduğu ya da en
azından haberdar olduğu ceza çok daha hafiftir. Böyle günlerde birisi şarap
içerken görülecek olursa bütün şehirde herkesin hakaretine maruz kaldığını,
başına bir külah geçirilerek bunun üzerine işlediği günahın yazıldığını ve
sonra aynı cezanın iki kere daha verildiğini söyler. Naklettiğine göre aynı
yerde cezayı tatbik edenlerden biri adamın başını, bir diğeri de ayaklarını
tutarak ona sopa vururlar. Bununla da yetinmeyerek vurdukları her sopa için
günahkâra bir gümüş para ödetirler![162]
Blount'un verdiği yasak ve ceza
zinciri tasvirine bakalım:
Sadece kimin elinde olursa olsun,
bağ sahipleri sipahilere, korumalara ve diğerlerine ödeme yapıyordu, çünkü
şarap yasak olan bir şeydi. Ama yine de, bütün o zulüm sonrasında bile orada
şarap Hıristiyan ülkelerinde olduğundan çok daha ucuzdu, ancak her yerde
bulunmuyordu. Çünkü Müslümanların tedbirli düzeni, şiddet uygulasa da, hatta
bazıları kaygıyla, bazıları da tehlike içinde olmak kaydıyla, çoğu yine de
içiyordu. Sarhoş yakalananlar çoğu zaman çıplak ayakla falakaya yatırılıyordu.
Bazılarının sarhoş bir akşam sonrasında bütün geceyi ağlayarak geçirdiklerine
ve yardım etmesi için Muhammed'e dua ettiklerine tanık oldum. Öyle ki
yanlarında uyuyamadım.[163]
Osmanlı topraklarında üzümün kızı
Rabelais, Gargantua'da
Picrochole'e akıl veren komutanlarına "Mekke'ye giden bütün kervanı da ele
geçirmiştiniz. Bunların taşıdığı şarap yetmez mi?" dedirtirken ne güzel
hicveder aslında İslam dünyasındaki el altında dolaşan üzümün kızını. "Doğru,
ama o şarapta serinlik arama" olur aldığı karşılık.[164] Elbette Mekke'nin sıcağı değildir
söz konusu olan. Rabelais Doğu topraklarında yapılan şarabı mı tenkit ediyordur
acaba? Ediyorsa yanılıyor olmalıdır. Evlerinden çıktıkları andan itibaren
yolculuklarının son durağına kadar onca tehlike arasında midelerini
şenlendirecek şarap arayan seyyahların bıraktıkları satırlar, Osmanlı
topraklarının şarap rotasını çıkarır adeta. Ayrıca çoğu diplomat olan,
dolayısıyla da gündelik hayatlarında "iyi şaraba" fazla uzak
olmadıklarını düşündüğümüz bu insanların damak tadına güvenecek olursak bu
topraklarda imal edilen şarap hiç de fena değildir.
Lewis'e göre İzmir'in şarapları
"leziz"dir, ama ne yazık ki yerli şarapları Rumlar ve Yahudilerin
ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalır.[165] Ev yapımı şaraplar ise
"mükemmel"dir, üstelik iyi saklanır ve de ucuzdur. Simeon ise esasen
Türkiye'de üç cins şarap bulduğunu, Ankara ve Ergani şaraplarının da muteber
olduğunu yazar.[166]
Kandiye'nin en önemli üretimlerinden
biri olan şarabın büyük bir kısmı pek tabii İstanbul'dan da geçiyordu.
Malvasier (Malvazya/Menevşe/Benevşe) şarabı, misket ve diğer tatlı şaraplar
İngiltere, Flandre, İspanya ve Portekiz'de takdir ediliyordu. 1578'de Niccolo
Barbarigo her yıl 1.000, 1.200, hatta 1.500 varil şarabın İstanbul'a geldiğini
ve bunun üçte ikisinin Karadeniz'de Şile'ye getirildiğini, buradan da
Lehistan'a gönderildiğini yazıyordu.[167]
1534 yılında Kandiye ve Sakız
adalarına seyahat yapan iki gemiden birinde bulunan Londralı John Williamson'ın
anlattığına göre, bu deniz yolculuğu bir yıl sürer, pek tabii büyük tehlikeler
atlatılır. Thames'e geri geldiğinde şarap ve yağ fıçılarını gemiden çıkarmak
mümkün olmayınca, oracıkta boşaltmak gerekir. Güzelim misket ve kırmızı
Malvasier şarabı ziyan olur.[168] Böyle bir şarabın İngiltere'de hiç
görülmediği iddia edilse de XVI. yüzyıl belgelerinde adına en sık rastlanan
şarap olarak çıkar tarihçinin karşısına.
D'Arvieux yıllanmış Kıbrıs
şaraplarının "dünyada eşi benzeri olmadığını" söyler.[169] Kıbrıs şarabı geleneksel olarak
yolu adaya düşen tüm yabancılar tarafından göklere çıkarılır. Hatta II.
Selim'in Kıbrıs'ı, Josef Nasi'nin kışkırtmasıyla leziz şarapları için ele
geçirdiği söylentisine dek uzanır bu yüceltme. Selim'in şarap sevgisi Avrupa'da
dolaşan aviso'larda da sık sık yer alıyordu. Venedik'ten Garci
Hernández'in İspanya Kralı II. Felipe'ye gönderdiği 11 Kasım 1566 tarihli bir
haberde, Selim'in esirlerinden birinin Venedik'e geldiğini, bu çavuşun Selim'in
şaraba düşkünlüğünü örtbas etmek için Selim'in aklında hep çalışmak olduğunu,
bütün bunları düşünmekten başına ağrılar girdiğinden uyuyamadığını, bu yüzden
koca kadehlerle şaraplar içtiğini söylediğini nakleder. Ama artık sultan
olduğuna göre, eğer doktorlar yasaklarsa bırakmak zorunda kalacağını bildirir.[170]
1566 sonbaharında gelen, Süleyman'ın
ölümü akabinde durumu anlatan aviso'larda da Selim ve şarap ön plana
çıkmaktadır. 23 Eylül tarihli İtalyanca bir belge Selim'in Süleyman'ın ölümüne
çok sevinip iki kadeh şarap içtiğini bildirir.[171] Belgeye göre Türkler artık şarap
içilmesinin serbest bırakılması umuduyla çok sevinmişlerdir. Selim'in babasının
ölümü üzerine içmesi ihtimal dahilinde görünmese de, Türkler arasında böyle bir
umudun doğduğunu Selim'in tahta çıkışını anlatan vakanüvis Selanikî de aktarır.
Semaya yükselen naralar
II. Selim, 1569 yılında Semendire
beyi ve Belgrad kadısının gönderdiği mektup aracılığıyla Belgrad'da Sultan
Süleyman Camii ile Ferhat Kethüda Camii arasında bulunan Hıristiyan
mahallesindeki meyhanelerin çokluğu nedeniyle sarhoş narasından namaz kılmanın
mümkün olmadığını ve buralarda daima kavga ve fesat çıktığını öğrenmiş ve
meyhanelerin ref edilmesi hükmünü vermişti.[172] Bunun gibi ufak sosyal sürtüşmelere
sık sık rastlanır kayıtlarda. Ne de olsa birbirinden farklı alışkanlıklarla
kamusal alanda birleşmek hiç de kolay değildir.
Müslümanlar yasağa maruz kalırken,
Hıristiyanların bağlarını yetiştirmesine izin veriliyordu. Ne de olsa bu
bağlardan vergi alınıyordu. Hoşgörünün yanı sıra yararcı bir yaklaşımın söz
konusu olduğu açıktı. Ama ufak tefek çatışmalar zaman zaman nüksedecekti.
Krafft'a kulak verelim:
Burada Hıristiyanlar şarap
içebilirler, onların şarabı evlerinde bulundurmalarına müsaade edilmiştir.
Fransız ve Venediklilerin hiçbir işine karışılmaz, tamamen serbesttirler.
Bununla beraber şarabı itina ile ve gizli olarak getirmelidir. Öyle ki şarap,
muteber bir Türk ve zenci, evinin veya dükkânının önünden geçerken kokusunu
duymasın. Bu konuda dava edilenler, cezasız kurtulamazlar. Tutuklanmamdan önce
kendi evim vardı. Adamlarım günün birinde boş bir şarap fıçısını temizlediler,
dikkatsizce iki litreden fazla olmayan kirli suyu sokağa döktüler. Bir saat
bile geçmeden adli makamlara başvurularak, Müslümanlara karşı küstahlığımdan
dolayı şarabı sokağa döktürdüğüm iddia edildi, bu suçlama bana altı duka altına
mal oldu.[173]
Şaraba ait bir hüküm de aynı şekilde
ilginç bir ayrıntı sunar. Sultan, Galata kadısının kendisine Galata'ya gelen
şarap yüklü gemilerden keferenin şarapları fıçı ile değil de tulumla aldığını
ve "tulumlar ile taşıyup şehir içinde gezüp Müslümanların libasına tokuna
tokuna alup gittüklerini" bildirmesi üzerine Selim bunlara tulum ile şarap
taşıtılmamasını ve "şer-i şerife muhalif kimesneye iş yaptırılmamasını"
buyurur.[174] Oysa Galata kadısı Müslümanların
elbisesine şarap bulaştıran bu Frenklerin uzun süreli hapse mahkûm edilmesini
gerekli görmüştü. Thévenot da bu kıyafetlere değen şarabın getirdiği
huzursuzluğu kaydedenlerdendir: "Talihsizlik eseri giysilerine şarap
dökülürse ne kadar ayyaş olurlarsa olsunlar bu lekeyi çıkarmak için ellerinden
geleni yaparlar; en kuruntulu olanları ise o kıyafetleri tekrar giyerlerse
günaha gireceklerine inanırlar."[175]
1601 yılında Osmanlı İngilizlere
"oturdukları yerde üzüm alma, evlerinde şarap yapma ve kimselerin
kendilerine engel olup rahatsız etmemesi" garantisini vermişti.[176] Galata'da da durum aynıydı. Sarayda
Batılı elçiler için ayrılan bir stok vardı. Bu sadece başkent için de geçerli
değildi üstelik. Battista Osmanlı İmparatorluğu'nun Boğdan topraklarında
yaptığı seyahatte, paşalar ve şehrin ileri gelenleri tarafından ağırlandığı
konaklarda herkese kahve ve şerbet ikram edildiğini, Moldovyalılara ise şarap
ikram edildiğini yazar.[177] Bir de eğlenceli bir portre çizer.
Bu şarap o kadar serttir ki, Boğdanlılar sadece üç yudumda hemen sarhoş
olurlar. Yeniden sokağa çıktıklarında dans etmeye, atlayıp sıçramaya, komik
hareketler yapmaya (far comedia), semaya yükselen naralar atmaya
başlarlar.
Mağrip'te yaşayan Hıristiyan köleler
arasında da şarap tüketimi gündelik hayatın parçası olarak devam ediyor ve
kısıtlama yapılmıyordu. Ciddi oranda şarap tüketen tutsaklar, bir taraftan da
şarap üretip satıyorlardı. Bazı durumlarda esaretin de verdiği acıyla
umutsuzluk ve alkol onları İslam'a götürüyordu fakat "kendilerine
geldiklerinde, sarhoşken söylediklerine lanet ediyorlardı."[178] Ayrıca bu coğrafyada tavernalar
Osmanlı'nın diğer bölgelerinde olduğu gibi gayrimüslimler tarafından
işletiliyordu. Bunlar özellikle Hıristiyan kölelerdi. Bu hayli gelir getiren
bir işti. "Bazı Mequinez'li köleler her öğlen belediye başkanına bir
miktar nakit para verir ve bunun karşılığında özgürce çalışma iznine sahip
olur, şarap ve diğer içkilerden üretir, bunları Mağriplilere satar; buradan
kazandıkları parayla rahat bir hayat sürer, özgürlüklerini satın alır ve
dinlerini özgürce yaşabilirlerdi."[179]
Müslüman âlemde işret meclisleri
Halil İnalcık hocamızın Has-bağçede
'Ayş u Tarab kitabında Doğu kaynaklarıyla portresini çizdiği işret âlemleri
Osmanlı topraklarından geçen seyyah, casus, din adamı, diplomat ve diğer pek
çok tanığın (Haedo, Sapienza, Galán, Schweigger, Gerlach, Nicolay, Erizzo)
Osmanlı'da şarap tüketimine dair bıraktığı anlatılarla paralel gitmektedir. Bu
çalışma Batılı tarihçilerin dar'ül-İslam'da şarap tüketiminin özel hayat
sınırlarına giren bireysel bir davranış olduğuna ve Hıristiyan-Musevi
kültürlerindeki şarap tüketiminde olduğu gibi sosyal bir yönü olmadığına dair
yanlış algıya incelikli bir cevap niteliğindedir. İnalcık hocamızın da büyük
bir titizlikle inceleyip gözler önüne serdiği üzere şarap dönemin klasik
düşüncesi olduğu üzere sadece "zekâyı açan, kalbe neşe veren, kanı
canlandıran ve ruhu güçlendiren bir içki değil", beraberinde zaman içinde
kemikleşen bir adabı da getiren bir sosyalleşme öğesidir.
Ortaçağ ve Yeniçağ Batı
sofralarındaki adabın, Doğu sofralarından hiç de farklı olmadığı görülmektedir.
Birlikte içme, edebi sohbet ve raks, keyif verici maddelerin kullanımı, bu tür
ortamlarda kaçınılması gereken davranışlar külliyatı Montanari, Lanza, Price,
Cosman tarafından yeniden yapılandırılan Batı'nın sempozyum geleneğiyle zaman
zaman şaşkınlık verici derece benzerlik gösterir. Doğu zürefası ve Batı saraylısı
arasındaki mesafenin bu bazda daha da kısaldığına şahit oluruz. Halil
İnalcık'ın şahnameler, Kabusname ve siyasetnamelere kadar geri götürüp
Oğuzname, Garibname ve daha pek çok eserle yeniden kurduğu bu işret profili,
İslam öncesi Sasani menşeden gelen üçlü gelenek (şarap, musiki, şiir) üzerine
oturtuluyor.
İnalcık bu üçlü geleneğin Anadolu
Selçukluları, Türk beylik ve saltanatlarında nasıl bir devamlılık gösterdiğini
çok geniş bir literatür üzerinden göstererek, nazım ve nesrin türlü örneklerini
çok renkli bir sosyal portre çizmekte kullanır. Söz gelimi kadim İran
geleneğinden üç temel eseri (Şahname, Kabusname ve Siyasetname)
bu la-dini (profane) kültür geleneğinin tarihini yeniden inşa etmekte
seferber eder. Emir Keykâvûs'un oğluna genel adap üzerine pek neşeli bir dille
verdiği nasihatlerden ibaret olan Kabusname, Ortaçağ Avrupası'nda da pek
çok örneği olan ve gündelik hayatın tarihini yazanların en değerli
kaynaklarından biri olan consejo (nasihat/nasihatname) edebiyatının en
zengin örneklerinden biridir.[180] Nelerin yapılmaması gerektiğini
anlatırken, aslında o dönemde nelerin yapılmakta olduğunu arı bir şekilde
sunduğundan çok güvenilir eserlerdir. Bir mecliste nasıl davranılması
gerektiğini tüm ayrıntılara değinerek anlatan, öğütler veren Keykâvûs, bu
sayede bize her türlü dini yasağa rağmen gelişen ve oturmuş bir adabı olan
işret meclislerinin kurallarını nakletmiş olur. "Bir senyörün
masasında" komşunun çimdiklenmemesi, servis yapanların dövülmemesi,
meyvelerin ısırılıp yerine konulmaması gerektiğini söyleyen Leonardo da
Vinci'nin[181] diline benzer bir üslupla aslında
neler yapıldığını gösterirken, baba Keykâvûs da oğluna "Mademki günâha
giriyorsun, bari eyüsü yüzünden günâha gir" diyerek başladığı nasihat
zinciriyle dönemin işret meclislerini eksiksiz betimler.
Osmanlı askeri sınıflarında şarabın
görev başında değil, zafere ulaştıktan sonra tüketilmesinin âdet olduğu, 'ayş u
nûş'un zaferden sonra başladığı, hem Doğu kaynaklarında, hem de Batılı
seyyahların kayıtlarında mevcuttur. Diğer bir taraftan Selçuklu sultanlarının
düzenledikleri toylar, halk ve asker için verilen büyük çaplı şölenlerdir.
Avrupa kültüründe olduğu gibi halk için düzenlenen bu devasa şölenler,
hükümdarın zenginliğini, cömertliğini, gücünü, şefkatini gösterir ve İnalcık'ın
tabiriyle "halkla otorite sahibini" bir araya getirir. Hocamızın
Oğuzname'yi esas alarak, vakayinamelerle destekleyerek yeniden inşa ve analiz
ettiği bu gelenek İran geleneğini yansıtan nevrûz'la paralel olarak
mevcudiyetini korumuştur.[182] Timur'un, toyda halka sarhoş edici
içkiler içme izni vermesi, toyun son bulmasıyla da yasak koyması ister istemez
karnavalı çağrıştırır. Yenilip içilen, oyunlar oynanan, ziyafetin sonunda
kapkacağın yağma edilmesi doğrudan karnavallardaki çılgınca bir coşku (euforia)
ile deşarj psikolojisini hatırlatır. Senede en az bir defa da olsa yasaklamanın
yasak olduğu bu büyük kutlamalar açlığın, çilelerin, savaşların, hastalıkların
unutulduğu zamanlardır. Yeniçağ'da Osmanlı topraklarında bulunan ve gördükleri
bazı dervişleri "deliler" olarak nitelendiren Batılı seyyahların
ortak görüşü Osmanlı'da karnavallar gibi deşarj olma, arınma (katharsis)
mekanizmaları olmadığı için deli nüfusunun gözle görülür olduğudur. Oysaki
çanak yağmasında olduğu gibi binlerce tabağın hezeyan içinde tüketildiği,
eğlencenin günlerce sürdüğü şenlikler bir bakıma karnavallara eşdeğerdir. Lakin
sadece "bir bakıma." Ne de olsa cinsel "taşkınlıklar"ın
sokağa taştığı karnavalların sosyo-psikolojik konumu bu iki kitlesel şenliği
birbirinden ayıran belki de en kayda değer niteliktir.
X
Anlatılarda
ölümsüzleşen
üç toprak
1
Kosova: Hezimetten doğan kahramanlık
destanları
Avrupa İslam'a, özellikle de
Türklere karşı savaşlarındaki kahramanlık öğelerini her daim moral yükseltici
bir unsur, yaratılan destanlar üzerinden bir milli ve dini birlik söylemi
olarak kullanmıştır. 1535 Tunus çıkartması ve 1571 İnebahtı Savaşı gibi Osmanlı
yenilgileri Avrupa'da şaşaalı bir şekilde kutlanmış, şehirlerden küçük köylere
taşmış, hatta Kutsal Birlik'in İnebahtı zaferi Japonya'da Japon ressamların fırçasıyla
ölümsüzleşecek kadar uç örnekler yaratılmıştır. Bu dönemde ilerleyen Türk gücü
karşısında, Avrupa elindeki az sayıdaki zaferi, halkın bozulan moralini
yükseltmek için edebiyat, mimari, plastik sanatlar ve daha pek çok sanat
dalında mübalağalı bir şekilde ölümsüzleştirmiştir.
Lakin Avrupa, birlik ve beraberliğin
bekasını sağlamak amacıyla kullanılan bu kahramanlık öğeleri için her zaman
zaferlere ihtiyaç duymamıştır. "Bir milletin mezarı" olarak edebiyata
geçen Mohaç Savaşı, Balkanlar'dan Kastilya'nın ücra köylerine kadar uzanan
engin bir coğrafyada kolektif hafızaya kazınmıştır. Luther'in Mohaç'ı kıyamet
günü olarak anması boşuna değildir.[1] 1578'de Faslılara yapılan
Alcazarquivir Savaşı'nda hayatını kaybeden genç Portekiz Kralı Sebastião sadece
bir şehit ve kahraman olmakla kalmamış, Sebastianismo mitinin doğuşuna
sebep olmuştur.
Ortaçağ ve Yeniçağ Hıristiyanlık
âlemi ve İslam dünyası çatışması için sayılabilecek pek çok örnek arasında
romantik etkisi XX. yüzyıla dek süren başlıca olay şüphesiz I. Kosova
Savaşı'dır. Kosova, Hıristiyan-İslam savaşında sadece zaferler değil,
yenilgiler içinden de bir kahraman seçip mit yaratmak geleneğinin önde gelen
temsilcisidir. Kosova, Sırp tarafına hezimet getirmesine rağmen tam bir
kahramanlık destanı teması haline gelmiştir. Savaşta iki tarafın hükümdarının
da ölmesi, Miloš'un Osmanlı padişahını öldürmesi, Sırpların Osmanlıların
Balkanlar'a ilerleyişini durdurmak için diğer Hıristiyan milletleri de
toplayarak bir savunma seti oluşturması, Batı Avrupa'nın yardıma gelmemesi
dolayısıyla birkaç milletin kısmen yalnız kalması gibi sebeplerle savaş çok
kısa sürede bir mite dönüşmüştür.
Kosova Savaşı'nın, Avrupa için
keskin bir hezimet olması ve bu hezimetten çıkarılan kahramanlık destanlarının
günümüze kadar gelmesi açısından tam anlamıyla 1578 Alcazarquivir Savaşı'na
benzer. Her iki savaşta da tüm hükümdarlar ölmüştür. Sebastião, Ebu Abdullah
Muhammed ve Aldülmelik'in ölümleriyle sonuçlanan, bu nedenle "üç
hükümdarın savaşı" (la batalla de tres reyes) olarak anılan
Alcazarquivir Savaşı akabinde doğan inanışa göre savaş meydanında ölen genç
kral Dom Sebastião bir gün yeniden gelip Portekiz milletinin başına geçecektir.
Kültü yüzyıllar boyunca süren genç Portekizli kralın Kral Arthur gibi geri
geleceği üzerine dair inanış bir mite dönüşmüş ve bu motif XIX. yüzyıl romantik
uyanışında sayısız defa kullanılmıştır. Psikolojik olarak açıklandığında
milli/dini bilincin kolektif hafızaya alınması formülünün Yeniçağ'daki bu
örneği, bir Ortaçağ örneği olan Kosova'nın tıpatıp aynısıdır.
Sebastião ölmüş ve mit olmuştur.
Aynı durum Kral Lazar ve I. Murad'ın katili Miloš için de geçerlidir. Büsbütün
bozgun olan bir savaştan doğan bu kahramanlar, Kosova'nın Sırplar için
yüzyıllar boyunca "gerçek anavatan" olmasının harcını atmışlardır.
Savaş sadece çevik ve hafif Osmanlı yaya askerlerinin ağır zırhlı Avrupa
birlikleri karşısındaki zaferi değil, Doğu Avrupa'daki savunma seddinin
yıkılmasıyla eşanlamlıdır. Sırp, Boşnak, Hırvat, Arnavut, Bulgar, Macar ve Çek
askerlerinden oluşan kuvvetler[2] kısa zamanda dağılmıştır. Sabah
başlayan savaş çok uzun sürmemiştir. Her iki tarafın asker sayısı farklı
kaynaklarda, farklı verilir. Osmanlı ordusu için 60-500 bin arası sayılar söz
konusudur. Muhtemelen her iki tarafın ordusu da 20 ila 30 bin arasındadır.[3] İki tarafın da asker kaybı büyük
olmuştur, ancak bu kayıplar sayısal olarak birbirinden çok uzak olmasa da, Sırp
tarafı için sonuç daha ağırdır. Küçük Sırp devletinin askeri ve psikolojik
kaybı Osmanlı İmparatorluğu'nunkiyle kıyaslanamaz. Sırp devleti ancak 1459
yılında Semendre'nin düşmesiyle Osmanlı'nın hükümdarlığı altına geçmiş olsa da
1389 esas belirleyici tarihtir.[4] Sırp tarihyazıcılığı da efsaneyle
tarihsel gerçeği birbirinden ayırmakta pek başarılı olamamıştır.
Hezimetin ardından...
Kosova Savaşı, Bizans ve
Balkanlar'ın içinde bulunduğu siyasi ve sosyal kargaşa ve parçalanmanın ilk ve
en büyük şokudur. Halil İnalcık'ın sözleriyle, Osmanlılar "Balkan anarşisi
içine birleştirici bir dinamik kuvvet olarak" çıkmışlardır.[5] I. Murad'ın ölümü Anadolu
beylerinin ayaklanması için yeni bir sebep olarak gündeme gelirken,[6] diğer tarafta, Balkan
milletlerinden oluşan küçük savunma birliği büsbütün dağılmış, Balkanlar eli
kulağında yeni bir saldırıyı beklemeye başlamışlardır.
Kosova Savaşı'nı zamanında pek çok
farklı milletten kişi kaleme almıştır: Katip Božidar'ın raporu, Venedik
konsolosunun 23 Temmuz 1389 tarihli mektubu, Rus diyakoz Ignjatije'nin irsali,
Sultan Bayezid'in fermanı, Bosna Kralı Tvrtko'nun Trogir yerel idaresine
gönderdiği 1 Ağustos tarihli mektup, Floransa'dan Kral Tvrtko'ya gönderilen 20
Ekim tarihli cevap, Ahmedî'nin mısraları, Phillippe de Mezières'nin Songe du
vieil pelerin adlı eserinde bir not, Katalan anlatısı Historia de Jacob
Xalabin'de bir bölüm.[7] Neşrî, biraz geç olmakla birlikte
bunların içinde apayrı bir yer tutar.
Tarihi kaynaklar bir yana, diğer
taraftan da savaştan kahramanlar çıkarma ve onları mitleştirme dönemine
geçilmiş oluyordu. Prens Lazar tek bir savaşla ön plana çıkmıştı. Savaş
kaybedilmiş, ancak başka bir ırk, başka bir din, başka bir milletin simgesi
olan ve Hıristiyanlık âlemini tehdit eden bir orduya set çekmeye çalıştığı için
gerçek bir şövalye, bir kahraman gibi görülmeye başlanmıştı.
Kosova efsanesine dair en erken
izler XIV. yüzyılın ilk yarısına kadar geri gider. Ancak bu efsane XVI ve XVII.
yüzyılda tam şekline kavuşmuş, XVIII. yüzyılda ise son şeklini kazanmıştır.
Savaşta ölen tüm askerleri temsil eden Lazar'ın bir aziz olarak kültü ise
XVIII. yüzyılda Sava ve Tuna nehirlerinin kuzeyinde milli vasıflar içeren bir
kült doğurmuştur. Kosova'ya dair ilk metinler hemen savaşın ardından yazılmaya
başlanmıştır. Lazar'ın ölümü ve 1390-91 yıllarında Ravanica Manastırı'nda aziz
ilan edilmesini takip eden otuz yıl boyunca yazılan, bugün ulaşabildiğimiz on
metin mevcuttur.[8] Lazar, İsa Peygamber'e benzetilmiş,
seçilmiş bir "çoban" ve Sırp sürüsü için "kutsal kanını"
döken bir "kurtarıcı" olarak gösterilmiştir.[9]
Kosova'ya dair yazılan şiirlerin
anası Patrik III. Danilo tarafından yazılan ve "pletenije sloves"
olarak bilinen stiliyle Tarihi Anlatı'dır. Danilo'yu saraya mensup
kişiler takip ettiler. Bunların arasına Lazar'ın kültürlü dul karısı Milica da
katıldı. Onları da meşhur nakkaş Jefimia, Lazar'ın oğlu ve halefi genç Despot
Stefan Lazarević izledi.[10] Savaşın hemen akabinde Kosova'ya
ithafen vücuda getirilen Jugovics'in Annesinin Ölümü ve Kosova'nın
Tatlı Kızı adlı şiirler, İngiliz ballad'ları havasında yazılmış olup
genelden özele inen bir kahramanlık hikâyesi anlatır. Jugovics'in Annesinin
Ölümü bir kadının kocasını ve tüm oğullarını savaşta kaybetmesini konu
alır.[11] Kısa bir şekilde özetlemek
gerekirse, saray mensuplarından halk ozanlarına, din adamlarından şairlere dek
toplumun her katmanından, çok farklı sosyal sınıflardan eli kalem tutan, ağıt
okuyan herkesin Kosova'dan uzun ömürlü bir mit yarattığı ortadadır.
Kaynakların bir kısmı Sırp
hezimetini belirtmeyi unutmadan Sırp askerlerinin kahramanlıkları üzerinde
dururken bir kısmı da hezimetten bile söz etmez. Genç Danilo'nun "Slovo o
knezu Lazaru" adlı eseri bunlardan biridir. Genel olarak zafer ya da
hezimet ibareleri geçmez, sadece tek bir yerde "zafer kazanıldı" (pobedu
postaviše) der.[12] Destansı bir anlatı olduğundan
tarihsel gerçeklik aranmaz. Lazar'ın seslenişi de aynı şekilde retorik
özellikler taşıyan bir konuşmadan başka bir şey değildir. "Kahramanca bir
kuvvet sergileyerek ölmek, utanç içinde bir hayattan yeğdir" şeklinde
başlayan seslenişin ilerleyen satırlarındaki "Senin, kutsal amaç ve vatan
için ölmen neden büyük bir iş olsun?" sözleri yıllar sona dini öğelerin
yerini milli öğelere bıraktığı dönemde kaydedilmiş olsa gerektir.[13] Başka bir destana göre Lazar halka
şöyle seslenir:
Sırp halkından ve menşeinden olan
Sırp kanı ve hısımlığı taşıyan
Ve de Kosova'ya savaşa gelmeyenin
Evladı olmasın
Ne erkek ne kız.[14]
Cennet krallığı
Sırplar için hezimetle biten bir
savaşı destanlaştırma anında böyle bir öğenin yenilgi sonrasında ortaya
konulması anlaşılır bir durumdur. Sırp tarafından bakıldığında, savaş
kazanılamadığına göre, sonradan buna mistik ve dini bir hava kazandırarak
efsaneleşmesini sağlamak için Lazar'ın cennet krallığını seçmesi hikâyesinin
üzerinde durulmuştur. Bu tür efsanelere göre bu büyük bozgun sadece Vuk
Branković'in ihaneti yüzünden değil, Lazar'ın seçimini cennet krallığından yana
seçmiş olmasından kaynaklanır.[15] "Dünya imparatorluğu kısa
ömürlüdür/Cennetinki ise sonsuza dek devam eder" klasik cümlesi tekrar
tekrar karşımıza çıkar.
İhanet öğesi bu anlatılarda ciddi
şekilde altı çizilen unsurlardan biridir. Lazar'ın damadı olan Sırp asilzade
Vuk Branković'in ihaneti savaşın kaybedilmesi, devletin dağılması için esas
sebep olarak gösterilmektedir. İşin ilginç tarafı, savaşın akabinde yazılan
tarihi kaynaklar bu ihaneti konu almaz ve bu, ancak iki yüzyıl sonra gündeme
gelir.[16] Bu da Sırp devletinin yenilgisi ve
dağılması için bulunan bir haklı çıkarma öğesidir. Erken Ortaçağ Sırp
metinlerdeki hayli muğlak görülen bu ihanet, önceleri genel olarak birkaç gruba
atfedilirken, ancak XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başında Branković'e
kalmıştır.
Mauro Orbini savaştan iki yüzyıldan
fazla bir zaman sonra, 1601'de Pesaro'da kaleme aldığı Il regno delgi Slavi
(Slavların Krallığı) adlı eserinde efsaneleşmeye devam eden bu savaşın
anlatısına Crijević ve Khalkokondyles'in kronikleri gibi tarihi eserlerden
yaptığı alıntıların yanı sıra sözlü edebiyattan edindiği efsanevi bölümleri de
ekler. Orbini, Vuk Branković'i bir hain olarak gösteren ilk eserdir.
Branković'in ihanetinin kaleme alındığı ilk Sırp kaynak ise Brankovićev
letopis'tir (Branković Kroniği, 1600-18).[17] Orbini'nin eserine dair eklenmesi
gereken bir bilgi de Sırpların tarihini yakından öğrenmek isteyen Çar Deli
Petro'nun isteği üzerine bu eserin tercüme edildiğidir.
Ostrvica'lı Konstantin Mihailović
(1496-1501) Turska Hronika (Türk Kroniği) adlı eserinde yine efsanevi
öğelere yer verecek, savaşın çarşambadan cumaya kadar tam üç gün sürdüğünü
söyleyecektir.[18] "Bunu Tanrı bizim günahlarımız
yüzünden istedi" açıklaması bu metinde de mevcuttur. Bu Sırp-Ortodoks söylemi,
XVI. yüzyılda Luther'in kendisi başta olmak üzere Protestanların ve
Katoliklerin Türklere karşı yenilgilere ruhani bir sebep bulma çabasıyla sık
sık gündeme gelen "Türklerin Tanrı'nın cezası" olduğu savının
Ortodoksluk dünyasındaki ilk örneklerinden birdir. Čaykanović ise Sırpların,
Türklerin ve Arnavutların şeytandan doğduklarına inandıklarını gündeme getirir.[19] Türk, Tanrı tarafından Sırpların
günahları yüzünden gönderilmiştir. Benzer şekilde Sırp folklorunda Türklerin
yılanla temsil edildiği görülür.[20] Sırp folkloruna göre Sırplar şahin
yuvasından, Türkler ise yılan deliğinden çıkarlar.
Sırp hükümdarların doğaüstü
yaratıklarla özdeşleştirilmesi, pagan kolektif bilinçten mirastır: "Ne
kadar Sırp kahraman olursa olsun/hepsi de periler tarafından büyütülmüştür/ve
ejderhalardan doğmuştur."[21] Her kültürde farklı anlamlar ve
çağrışımlar taşıyan ejderha figürü Sırp folklorunda da mevcuttur.
"Ejderhanın oğlu Obilić" adlı şiirde Miloš insanüstü bir fiziksel ve
ruhani güce sahip bir varlık olarak sunulmak istendiği için mitsel bir şekilde
ejderhadan doğmuş olarak gösterilir. Sırp sözlü edebiyatında da sık sık cesur
olmaya yöneltmek için kullanılan "Miloš gibi olasın" deyimi bunun
yıllar içinde asla kolektif hafızadan çıkmadığının göstergesidir.
Ölümsüz Miloš
I. Murad'ın aslında muharebe sırasında
öldüğü çeşitli iddialardan biridir. Zinkeisen, I. Murad'ın öldürülmesinin 12
Sırp asilzade tarafından düzenlenen bir komplo olduğunu, aralarından birinin de
kurayla seçildiğinin iddia edildiği kaynaklar arasında Theodorus Spandugino
Cantacusino ve Sansovino'yu gösterir.[22] Kral Lazar'ın da kurayı çeken kişi
olduğu söylenir. Miloš'un daha önce I. Murad'ın kullarından biri olduğunu iddia
eden Enverî ise vakaya bambaşka bir arka plan hazırlamış olur. İddiasına göre
sultana bu denli yaklaşabilmesinin sebebi sultan tarafından tanınmış olmasıdır.
I. Kosova Savaşı'nın Lazar'la
birlikte Sırplar için yarattığı en büyük kahraman şüphesiz Miloš'tur. İlk
zamanlardaki belirsiz kişiliğinin zamanla gün ışığına çıkmasıyla, zaman içinde
büyüyerek ilerleyen bir çığ gibi eklenen ve tarihsel gerçeklikten uzak
efsanelerle iyiden iyiye bir Ortaçağ şövalye romansı figürü haline gelmiştir.
Miloš Obiliç (Kobiloviç) dönem kaynaklarında da hayli muğlak bir şekilde
nakledilmiştir.
Erken Sırp metinlerinde Miloš'un
adının geçmediğini belirtmek gerekir. "Çok asil doğumlu birisi" (neko
veoma blagorodan) olarak anılan Miloš'un kimliği belirli biri olarak ortaya
çıkması çok daha sonradır.[23] Neşrî'nin ayrıntılı bir şekilde
anlattığı bu katil sahnesi var olan tüm kaynaklar arasında en ayrıntılısıdır.
"Gayet ceri ve bahâdır me'lûn" olarak tasvir ettiği[24] Miloš, padişahı katlinin ardından
peşinden gelen Osmanlı askerlerinin ellerinden iki kez kurtulmayı başarır. 50
adım aralıklarla gösterilen bu iki menzili ve de öldüğü noktayı
ölümsüzleştirmek için üç anıt taşı dikilmiştir.
Miloš, savaştan bir buçuk asır
sonra, 1530'da Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan rotasını takip ederek İstanbul'a
giden Curipeschitz'in (Kuripečić) günlüğünde ayrıntılı bir şekilde yer
alacaktır. "Çok ünlü ve saygı duyulan bir şövalye" olarak tanımladığı
Miloš'un "adına yazılan ezgilerin bugün hâlâ söylendiğini"
hatırlatır.[25] Curipeschitz'in bu katli hayli
detaylı bir şekilde anlatması, olayın tanıklarının naklettikleri verinin detayları
bir yana, geçen bir buçuk asır boyunca mitin üzerine eklenen parçaların
çoğaldığını göstermektedir.
Curipeschitz Sırp kaynaklarındaki
klasik bir anlatıyı nakleder.[26] Düşmanla anlaştığı ve gizli işler
çevirdiği zannedildiğinden gözden düşen bir şövalye olan Miloš, uzunca bir süre
sabrettikten sonra efendisine suçsuzluğunu ispat etmek için bir gün yemek
esnasında yanına yaklaşıp ona uzunca bir konuşma yapar –ki bu konuşmanın sözlü
edebiyatın eseri olduğu aşikârdır– ve "hayatımı feda etmek bahasına da
olsa, yapacağım şeyle savaşınıza son vereceğim" diyerek ayrılır.
Curipeschitz'in aktardığı uzun konuşma ise şövalye romanslarındaki efendisine
ya da sevdiği kadına bağlılık yemini eden şövalyenin yaptığı bağlılık
konuşmalarını çağrıştırır.
Olayın bir akşam yemeği esnasında
geçmesi bunun yeterince dramatize edilmiş bir şövalye romansı sahnesinin
kopyası olduğuna delalet eder. Yemeğin İsa'nın Son Yemeği'ne benzemesi bir
tesadüf olmamalıdır. Lazar'ın onu masasına davet etmemesi ise yemeğin ve
sofranın, birlikte paylaşımın esas olduğu bir toplumda büyük bir aşağılama
olarak yorumlanabilir. Diğer bir taraftan, tuhaf bir şekilde Sir Gawain ve
Yeşil Şövalye (Sir Gawain and the Green Knight) romansını çağrıştıran bu
sahnede, Miloš'un aynı Yeşil Şövalye gibi, şövalyeleriyle toplanmış olan
hükümdarın masasına gelmesi, çarpıcı bir söylevin ardından dramatik bir şekilde
çekilmesi basit bir tesadüf müdür?[27] Yoksa kuzeyin efsaneleri gerçekten
buralara kadar inmiş midir? Bilemiyoruz.
Nakledilen bu hikâyeye göre Miloš,
kral ve masadakileri bırakarak padişahın karargâhına doğru atını sürer. Tarihi
gerçeğin aksine, Neşrî'nin naklettiği gibi "küşteler içinde kendüyi pinhân
edip"[28] yaklaşarak sultanı gafil avlaması
ve destanlarda ölümsüzleşen bir kahramana yakışmayacak şekilde haince
"yenünde hancer saklayarak" gelmesi, Sırp anlatılarında atı üzerinde
karargâha koşan bir vatansevere dönüşmüştür. Şövalye romanslarının olmazsa
olmazı olan atın da anlatıya girmiş olması Sırpların bu tarihi gerçeği
mitleştirirken onu nasıl saptırıp şövalye romanslarına uydurduklarını gösterir.
Hatta atının bir de adının olması –Ždral–, bunun bilinmesi (bu tabii ki
destanlar için geçerlidir) sahneyi tam bir romansa dönüştürür ve tek eksiği de
kapatmış olur.[29]
Anlatının sonunda Curipeschitz'in
"şövalye" olarak andığı Miloš huzura çıkar, padişah ona öpmesi için
ayağını uzatır ve o da "Bir Hıristiyan senin ayağını çok pahalıya öpüyor,
bunun bedelini şimdi ödeyeceksin" diyerek gömleğinin içinden çıkardığı
hançerle padişahı karnından göğsüne kadar yararak "derin ve
tehlikeli" bir yara açar.[30] Miloš sesler duyunca atını
mahmuzlayarak kaçar ve atı üzerinde vurulur. Görüldüğü üzere "pinhân"
bir şekilde yaklaştığı bu metinlerde büsbütün yok edilmiş, yerine destansı bir
at figürü konulmuştur.
Sırpların bu mitleştirilmiş sahneleri
ve kahramanı çok erken dönemden beri bir milli/dini birlik için kullandıkları
tüm bu anlatılarda fark edilir. Curipeschitz'in "Ah Khobilevitz
(Obilevic)" diye başladığı destansı tondaki seslenişi şöyle devam eder:
"Sen Hıristiyanlığın havasıyla büyüdün ve kötülüğe iyilikle karşılık
verdin. Seni aşağılayan uğruna da yaşamını feda ettin, ama bununla da vatan
topraklarını düşmanlardan kurtardın."[31] Bu seslenişte ilk etapta şunlar
dikkati çeker: "Kötülüğe iyilikle karşılık veren" bir Miloš figürü
doğrudan İsa Peygamber'e göndermedir. Diğer taraftan, "uğrunda yaşamını
yitiren" birine inanmayan, güvenmeyen bir kral figürü olarak Lazar gözden
düşmüş, onun kahramanlık tahtına Miloš çıkmıştır. Son olarak, savaşın Osmanlı
değil, Sırplar tarafından kazanıldığına dair veri ise, Miloš'un başını çektiği
bu destanın, tarihsel gerçeğin önüne geçtiğini gösterir.
Curipeschitz'in günlüğü Obilić'i
odak noktası olarak alan destanların ne şekilde yayıldığı ve dallanıp
budaklandığına dair başka bir ayrıntı daha içerir. Curipeschitz'in "İşte o
zamandan bu zamana hiçbir Türk padişahı öptürmek için ayak uzatmıyor" savı
her ne kadar Obilić temelli retorik ve teatral bir söylem olsa da bunu takip
eden iddiası gerçeğe hiç de uzak görünmüyor: Bunun gibi bir vaka daha
yaşanmasın diye huzura kabul olanların iki yandan koltuklanmaları geleneğinin
başlatıldığı ve padişahın ancak bundan sonra huzura kabul edilen kişiye elini
uzattığı ilginç bir ayrıntıdır.[32]
Miloš pek çok destana başkahraman
olmaya devam etmiştir. Bunlardan birine göre Baba Yaga adında bir cadı
tarafından ele geçirilmiştir. Bu cadı Türklere Miloš'un atını nasıl
öldürecekleri konusunda tavsiye vermiş, Miloš'un bıyıklarında gizli olan
silahlarının anahtarlarının yerini söylemiştir. Miloš da intikamını cadıyı
köprüde öldürerek almıştır. Köprü bugün Babin Most olarak anılmaktadır.
Miloš ayrıca kafasını çevreleyen bir hale ile ikonalarda da ölümsüzleşmiştir.
I. Murad'ın öldürülmesine dönecek
olursak, Miloš'un zehirli bir hançer kullandığı iddiasını da hatırlamak
gerekecektir. İliryalı kabilelerin zehirli oklar kullandığı bilinir. Bizanslı
fizikçi Aegina'lı Paul De re medica adlı eserinde Dacianlar ve
Dalmaçyalıların ninum adı da verilen zehirli oklar attıklarını yazar.[33] Bunları müteakiben Slavlar da
zehirli ok konusunda uzmanlaşmışlardır. Sayısız zehir ile ölüm vakasının
kaydedildiği Slav tarihinde hiçbirinin Miloš Obilić'in Kosova Savaşı'nda
kullandığı iddia edilen zehirli hançer kadar destanlaşmadığı kesindir.
Kosova Savaşı'na dair bu şişirilmiş
kahramanlık anlatılarının Sırpların özgürlüğüne giden yolda kullanıldığını ilk
fark edenler Avusturyalılar olsa gerek: XVIII. yüzyılda özellikle Sava ve Tuna
nehirlerinin kuzeylerinde geniş bir alanda heyecanla okunan Vladislavić'in Kniga
Istoriografija adlı eserinin dağıtılmasına ve geniş kitlelerin eline
geçmesine engel olmaya çalışmışlardır.[34] Sırplar XIX. yüzyıl başında bütün
bu külliyatı daha geniş bir şekilde kullanarak, özgürlük savaşlarında Kosova'yı
mihenk taşı haline getirmiş ve epik şiirlerle romantikleştirilmiş trajik bir
geçmişin anısını bağımsızlık davalarında esas araç olarak kullanmışlardır.
2
İstanbul: Doğu'nun El Dorado'su
Woody Allen'ın Yeşil Akrebin
Laneti adlı filminde kahramanlarından birinin insanları sadece
"Constantinopla" kelimesiyle hipnotize ettirmesi İstanbul'a ait,
yüzyıllarca yığılarak çoğalan hayranlık literatürünü ne de güzel beyaz perdeye
aktarır. Sadece adı bile gerçekten de her devirde insanları hipnotize edip,
rüya âlemine düşürmeye yetmiştir. İstanbul'u hiç görmediği halde yazdıkları
romanslar, şiirler, novella'lar için büyülü bir mekân olarak kullanan
yazarların sayısı bile bunu doğrulamaya yeter. Hayali yolculukların da uğrak
yeridir İstanbul. Ama biz yine de şehri görenlere kulak verelim.
"İstanbul'u gören herkes bu
kentin dünyanın en güzel konumuna sahip olduğu konusunda hemfikirdir; sanki
doğa bu kenti tüm yeryüzüne hâkim olup onu yönetmek üzere yaratmıştır."[35] Thévenot'a ait olan bu iltifat
yüklü kelimeler, Osmanlı başkentine yolu düşen her yabancının günlüğünde
neredeyse harfi harfine tekrarlanıyor gibidir. 1596'da Venedik elçisi Leonardo
Donà, Kanallar Şehri'ne gönderdiği raporda "dünyada görülebilecek en güzel
şey" notunu düşmüştür. Yine Thévenot'a dönersek, onun iltifat yüklü
kelimelerinin neden diğer seyyahlardan alındığını düşündüğümüzü yeterince
ortaya koyabiliriz: "Boğaza girildiğinde iki yakanın görüntüsü, dünyada
bundan daha nefis bir şey olmaz dedirtecek şekilde gerçekten insanı
büyülüyor."[36]
Şehir herkesi büyüler, İstanbul
eninde sonunda belki de en çok görülmek istenen yer, Doğu'nun El Dorado'sudur.
Bir İngiliz yazar ne de güzel anlamıştır İstanbul'u görme isteğinin derecesini:
"İstanbul'u görmek için tarifsiz bir arzu" duymaktadır. Sir Henry
Blount ise, 1635 yılında, yaşadığı zamanın en muzaffer günlerini görmek isteyenin
Türkiye'de olduğundan daha iyi bir manzara bulamayacağını iddia eder.[37] Başka bir Venediklinin de söylediği
gibi neredeyse tüm Batılı seyyahların gözünde İstanbul "insanoğlunun hayal
edebileceği en güzel ve büyüleyici yerde konuşlandırılmıştır."[38]
"Konstantinos'un bütün dünyaya
egemen olan imparatorluğunun başkentini, eşsiz doğal güzelliğe sahip, bu denli
güzel ve elverişli bir kente taşımasına çok hak verdik" der Canaye ve
İstanbul Boğazı'nın bütün güzelliklerini anlatmanın "çok zahmetli
olacağından" yakınır.[39] "Türk acımasızlığına karşı,
doğanın ve sadece doğanın iyileştirici etkisiyle bu topraklar onu gören
herkeste hayranlık uyandırıyor ve onu söz konusu toprakların değerli
üstünlüklerini inceleme isteğine itiyor" derken de Yeniçağ'da artık bir
Avrupa klasiği haline gelen söylemi yenilemiş olur: İstanbul yanlış ve zalim
ellerdedir.[40] Simeon "herkesin arzuladığı
payitaht şehri İstanbul" derken aslında dünyanın gözünün İstanbul üzerinde
olduğunu bir kez daha hatırlatmaktan başka bir şey yapmaz.[41]
Sukut-ı hayal
Diğer taraftan İstanbul'da halkın
yaşadığı evler seyyahlar için büyük bir hayal kırıklığı teşkil eder. Şehre
yaklaşırken kendisini kurşun cami kubbelerinin pırıltısının büyüsüne kaptıran
Avrupalılar, ara sokaklarda halkın ikamet ettiği ahşap evlerin arasından
geçerken tüm heyecanlarını kaybederler. Peder Nacchi "Dışarıdan görünen o
bütün güzellik içeri girer girmez yok oluverir" der.[42] Başka bir seyyah "binaların
kar beyazlığı ve her yere dikilen servi ağaçlarının yeşilliği" ile
"kurşunla kaplı pek çok damın –özelikle de camilerin– yaptığı
gölge"nin altını çizer. "Bana inanın, dışarından bu kadar güzel
görünen bir şehir daha yoktur" diyerek şehri yüceltirken hemen akabinde
içeriden gördükleri karşısında pek de hoşnut olmadığını yansıtır. Sokaklar
bakımsızdır. Şehrin sakinlerinin bu sokakları bakımsızlığa sürüklemeleri yüzünden
neredeyse buralardan geçilemez. Binalar ise onların gözünde pespaye ve kötü
malzemeden yapılmıştır. Evler genelde ahşaptır. Katolik seyyahlar şehirdeki
Latin kiliselerin azlığını vurgulamayı unutmazlar.
D'Arvieux, XIV. Louis'nin özel
temsilcisi olarak İstanbul'a gönderildiğinde, görevi bittiği zamanlarda Türk
kıyafetlerini giyerek şehri gezmeye çıkar. Bütün evlerin yüksek duvarlarla
çevrili olması ona manastırlarla dolu bir Avrupa şehrinde dolaşıyor hissi
verir.[43] "İstanbul sokakları çok
kötüdür; çoğu dar ve dolambaçlıdır" der Thévenot. Sonra da "Yedi tepe
üstündeki bu kent öyle bir düzen içinde kurulmuştur ki hiçbir ev bir diğerinin
manzarasını engellemez" diyerek bu kargacık burgacık sokakların kendi
içinde bir düzen yarattığını kabul eder.[44] Bu yüksek duvarların arkasındaki
evler ise aynı hissiyatı getirir beraberinde. Bütün seyyahların İstanbul evleri
hakkındaki görüşleri az çok aynıdır. Evler ne çok güzel, ne çok konforludur.
Türkler bu dünyada kalıcı olmadıklarını göstermek için evlerini ahşaptan inşa
ederler. Pigafetta'ya göre evler "alçak ve fakir" görünümlüdür. Ne de
olsa kendisi görkemli binalarla dolu, şehirlilerin hiç de sıradan binalarda
oturmadığı Venedik şehrinden gelmiştir. Diğer bir İtalyan seyyah Pietro Valle
daha romantik kelimeler dizer. Ne de olsa onu buralara kadar sürükleyen aşkın
ta kendisidir: "Çatılar çok güzel, renk renk boyanmış, tuhaf ve çekici bir
tarzda kabartma süslerle büyük ve aşırı süslü oluklarla donatılmış. Damların
altında ise bizim balkonlarımıza benzer çok renkli kepenklerle çevrilmiş geniş
verandalar var."[45] Şehirde pazar kurulan birçok meydan
olduğunu da belirtir.
Seyyahlar, İstanbul'a geldikten
sonra da maceralı yolculuklarına şehir içinde devam ederler. Heyettekilerle bir
İstanbul gezisi yapmaya karar veren Adam Werner, altı kürekli bir peremeye binerek
heyecanlı bir yolculuğa atılır. Rumelihisarı'nda sonra dalgalar yükselmeye
başlayınca, dönmeyi de kendilerine yediremeyince, yanlarındaki nefis Palermo
şarabına sığınırlar çaresiz. "Büyük tehlikelere rağmen Tanrı'nın yardımı
ve gemicilerin hünerleri sayesinde" sapasağlam kurtulurlar bu işten.[46] İstanbul dört bir yanından
sürprizler çıkan büyük bir sahnedir adeta.
Bu sürprizlerin kötüleri de vardı
tabii. Bunların başını ise yangınlar çekiyordu. Şehrin geneline ahşap yapılar
hâkim olduğundan apansızın çıkıveren ciddi yangınların sayısı hayli yüksekti.
Coryate burada bulunduğu üç hafta içinde beş yangına şahit olmuştu. Bazıları
kazara çıkan yangınlar olsa da, bazı yangınların da yeniçeriler tarafından
evleri yağmalamak için çıkarıldığını iddia eder İngiliz seyyah.[47] Özellikle Yahudilerinin evlerinin
bu yangınlardan nasibini aldığını, bu yüzden onların da eskisinden daha sağlam
evler yaptıklarını söyler. Evlerinin altlarına mahzen yapıp, aniden çıkan bir
yangın halinde eşyalarını buraya getirdiklerini belirtir. Türkler ellerinde
nargilelerle uyuyup kalıyorlar ve yangına davet çıkarıyorlardır. Ayrıca Thévenot'un
iddiasına göre yeniçeriler de yağma fırsatı bulabilmek için bu yangınlara sebep
oluyordur. Kendisinin burada bulunduğu sekiz aylık süre içinde üç yangın
çıkmıştır.[48]
Ve günahları saklayan duvarlar:
Galata
Galata, imparatorluğun en büyük
özgürlüklerinin yaşandığı yerdir. Masson'un deyimiyle "Türkiye'nin orta
yerinde bir Hıristiyan kasabası"dır.[49] Lokantalar vardır, Türkler yemeye
ve şarap içmeye gelirler. "İnsanın güzel zaman geçirebileceği
hanların" varlığını da unutmaz Masson. Seçilen sevgilinin kadın ya da
erkek olduğunu bilemesek de, bu hanların gönül ilişkileri için kullanıldığını,
"güzel zaman"da çapkınlığa dair bir kasıt bulunduğu aşikârdır.
Galata, bu dönemde Daniel Goffman'ın tabiriyle Osmanlı tarafından
"rezaletlerin kalesi" olarak kötü bir şöhret edinmiştir.[50] Burada yaşayan yabancı halk
Osmanlı'nın ahlak kurallarından kısmen muaftır. John Sanderson'ın Mart 1600'de
Londra'daki Nicholas Leate'e yazdığı mektupta belirttiği üzere zaman zaman
–hatta belki de çoğu zaman– Galata'daki eğlencelere perde arkasında fahişeler
de getirilirdi.[51]
İstanbul'dan geçen, ya da belirli
bir dönemde bu şehirde var olan seyyah sayısını belirlemek neredeyse
imkânsızdır. 1581'de şehirde bulunan bir seyyah sadece Galata'daki "geçici
nüfusun" 500 ila 600 olduğunu iddia ederken, XVII. yüzyılda yaşayan bir
din adamı ise İstanbul'da 100 kadar seyyah bulunduğunu yazar.[52] İstanbul, devrin Sevilla'sı ve
Cezayir'i gibiydi: Herkes sosyal ve ekonomik statüsünü yükseltmek için buraya
koşuyordu. Söz gelimi, Venedik'e ait Yunan adalarından "kalafatçı,
marangoz ve benzer" meslek sahipleri çalışmak için geliyordu.[53] İstanbul bir umut kapısıydı.
Üstelik ulaşımı zor, daha ziyade büyük yük gemileriyle emtia taşınan
şehirlerden de değildi İstanbul. Galata sahilleri tüccar gemileriyle doluydu.
Venedik ile İstanbul arasında ulaşımı sağlayan ve Venedik'e ait pek çok adada
duran birçok geminin yanı sıra Osmanlı'nın fethinden önce Venedik'in Yunan
tebaasına ait Kandiye, Tinos, Zante ve diğer adalardan gelen küçük gemiler de
mevcuttu.[54]
Dolayısıyla Galata hem tüccarlar,
seyyahlar, gemiciler, kısa dönem için gelen elçiler gibi hareketli bir nüfusun
yanı sıra, elçiliklerde görev alanlar, İstanbul'dan çalışan tüccarlar gibi
kısmen yerleşik bir nüfusa da sahipti. Genel olarak yabancılardan mürekkep olan
bu Galata ahalisine meyhanelerin müdavimleri olan yerli halk ve yeniçeriler de
katılıyorlardı. Tam bir safahat merkeziydi Altın Boynuz'un diğer yakası. Deniz
kıyısında dünyanın "en güzel balıkhaneleri" bulunuyordu. Burası iki
kenarına balıkçıların sıralandığı bir sokaktı ve "tezgâhlarında insanı
şaşırtacak kadar çok balık" vardı. Üstelik hepsi de nefis, taze ve ucuzdu.[55] Ahmed Cavid'in Şirazi'nin Tercüme-i
Kenzü'l-İştihâ adlı lügatçesine eklediği pek çok mezenin Galata ahalisi
tarafından yendiğini belirtmesi de boşuna değildir.[56] Mesela "şem'-i Yahudi-i
veş"in "şamata teli" gibi berrak ve saf olan bir içki olduğunu,
Galata'da İsferanca adındaki meyhanede satıldığını,[57] "kavred" adı verilen
sakız helvası türünden bir helvanın halen Galata'da yapıldığı ve "müdeccel
helvası" diye satıldığını kendisinden öğreniyoruz.[58]
Elbette sefaretlerin bu bölgede
bulunması Galata'nın şaşaasını daha da artırır. Elçilikler ve maiyetleri
ülkelerinin pırıltısını yaşatacak ve unutturmayacak hayatlarına burada devam
ederler. Kanuni devrinde kendine sarayda bir yer edinen Doç Andre Gritti'nin
oğlu Alvise Gritti'nin konağı da Pera Bağları'ndadır. Üstelik bugün Beyoğlu'na
adını veren de ta kendisidir. Beyin, yani doçun oğlu Alvise.[59] Venedik elçilerinin gözünden
kaçmayan şatafatlı hayatı, bir kral ya da prens gibi gösterişli giyinmesi
İstanbul, özellikle Galata'daki yüksek rütbeli Frenk ahalisinin bölgenin profilini
nasıl değiştirdiğini de tasavvur etmemize yardımcı olur.[60]
Galata, gündelik eğlenceler dışında,
çeşitli sebeplerle yapılan büyük çaplı eğlencelere de sahne oluyordu.
Sonbaharda şenlikler başlıyordu. Pera'da boydan uzanan bağlar –boş yere
"Vigne di Pera" (Pera bağları) denmiyordu– bağbozumu şenliklerinin en
renkli manzaralarını sunuyordu. Altı gün süren bu şenliklerde bağlar gidip
gelen atlarla doluyordu, geceden gündüze koca ahşap kaplarda üzüm taşınıyordu.[61] Bağlar arasında çadırlar kuruluyor,
Hıristiyanlar burada yiyip içip müzik dinliyorlardı. Bu hasat zamanında
yabancıların bağlara girmesine ve istedikleri kadar üzüm yemesine izin
veriliyordu.
Esaret hayatının korkunçluğunun
getirdiği psikolojik etkileri göz önüne alırsak, pek çok esirin kâbus gibi bir
dönemin sonunda, özgürlüklerine kavuştuktan sonra memleketlerine dönmeyip
İstanbul'da yaşamaya devam etmeleri hayli ilginçtir. 1580'lerde İstanbul'a
gelen bir papalık elçisi, Galata'da 500, İstanbul surları içinde ise özgürlüğe
kavuşmuş 60 esirin yaşadığını bildirir.[62] "Türk'ün tebaası olarak
yaşıyorlar, sanayi ve ticaretle iştigal eden bazıları da pek müreffeh bir hayat
sürüyorlar."[63] Bunlar arasında şarap ticaretiyle
ilgilenenler de vardı. Örneğin Dimitri Carpofor adlı bir Venedikli Rum'un
Galata'da amcasıyla ortak olarak açtığı bir bottega (mahzen) vardı. Bu
İstanbullu Yahudilerin pek hoşuna gitmemişti. Şarap ticaretini tekeline almak
isteyen bir Osmanlı Yahudisi olan David Passi, Lehistan-Litvanya istikametinde
giden gemilerin yolunu kesiyordu.[64]
Herkesin rüyası: Ayasofya
Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya'yı
bir geneleve döndürdüğü dedikodusu Avrupa'da dilden dile dolaşıyordu.[65] Hıristiyanlara göre artık bu
kilisenin şerefi lekelenmişti. Ama bütün bu söylenceler Ayasofya'nın
Avrupalının dimağındaki yerini sarsmaya engel olamamıştı. Her şeye rağmen
devrin seyyahları, yolu İstanbul'a düşen diplomatlar ve bu yüzen nüfusa ait
diğer pek çok zatın ilk olarak koştuğu mekân Ayasofya oluyordu. Kilisenin
camiye çevrilmiş olmasından büyük bir esef duymaları bu haşmetli yapıya
duydukları hayranlığa engel olmuyordu. "Kilisenin içinde insan kendini
aynada gibi görür" diyordu Schiltberger: "Mermer ve duvarların cilası
o kadar berrak ve iyi işlenmiştir."[66] 1584'te İstanbul'a gelen İngiliz
elçi Harborne da herkes gibi klasik detayları verdikten sonra yerlere hasır
döşendiğini, duvarlardan halılar sarktığını belirtiyor ve avizeler için
"kilisenin ortasındaki bir tanesi fevkalade büyük, başka bir yanındaki som
altından yahut çift yaldızlı ve bir varil kadar iridir" diyerek
şaşkınlığını dile getiriyordu.[67] Simeon ise bir şehirliden rica
ederek onunla beraber "herkesin gıpta ettiği" Ayasofya'ya gidip bu
ziyareti sonunda "benim gibi günahkâr bir adamı Ayasofya'yı ziyarete layık
gördüğü için Cenab-ı Allah'a hamd ü sena eyledim" sözleriyle şükranını
sunar.[68]
1453'ten sonra daha da dal budak
salan mucize anlatılarına biri daha eklenmişti. Anlatıya göre Ayasofya'daki
Meryem Ana heykelinin elindeki lal taşı, peygamberin doğduğu gece mucizevi bir
şekilde Roma'ya taşınmıştı.[69] yrıca seyyahımız Simeon da,
Ayasofya'nın "bugüne kadar gösterdiği sayısız büyük mucizelerden"
birini nakleder. İddiasına göre olay 1609'da gerçekleşmiştir. Birkaç usta,
tamir için padişahın emriyle Ayasofya'nın damına çıkarlar. Hacetini gidermek
isteyen bir usta aşağı inmeye üşendiği için bu ihtiyacını kireç kabının içine
giderir ve bunu da harca karıştırarak işine devam eder. "Fakat Ayasofya bu
saygısızlığa tahammül edemeyerek adamı elindeki kapla birlikte, herkesin gözü
önünde yere atar. Adamın vücudu sihirbaz Simon'un lâşesi gibi paramparça
olmuştur. Bu vakayı gözleriyle görenler dehşete kapılmışlardır." Padişah
da bu olay karşısında, Allah'a yalvarır ve "bundan böyle kimsenin bu gibi
küstahlık ve cürette bulunmayıp" gereği halinde aşağı inmesini emreder.[70]
Fynes Moryson kendisine koruma
olarak verilen yeniçerilerle birlikte bu hayallerde yaşayan kiliseyi –camiyi–
ziyaret etmişti. Büyük bir ihtimalle onlardan aldığı bilgileri aktarıyor ve
"Türklerin aptessiz Hıristiyanların buraya girmesine
dayanamadıklarını" yazıyordu.[71] Simeon da Ayasofya'ya
"Şeyhlere bahşiş vererek" girebildiğini de yazar eseflenerek.[72] Kutsal Topraklar'daki kiliselere
girmek gibidir bir bakıma, birazcık kesenin ağzını açmak gerekir. Diğer bir
taraftan "kubbeli, muhteşem" başka bir kilise görür. Aya İrini'den
bahsetmektedir. İçeri girince aziz tasvirlerinin hâlâ yerlerinde durduklarına
şahit olur.[73] Ayasofya'daki ufak tahribat ise her
şahidin dile getirdiği bir konudur. Menavino "halihazırda Türkler ayin
yapılan bütün masaları tahrip etmişler, resimleri sökmüşlerdir. Eğer birkaç
mozaik figür kalmışsa onların da gözlerini oymuşlardır" der.[74] Canaye ise padişahın, Ayasofya
yakınlarında "bir zamanlar Hıristiyanların kilisesi olan bir yerde"
"tuhaf hayvanlar beslediğini" yazar. Arslanhaneden bahsetmektedir.
"Onları burada beslemesinin nedeni İsa'yı ve dinini aşağılamak"
olduğuna inanmaktadır.[75]
XVII. yüzyılın son çeyreğinde yolu
İstanbul'a da düşen peder Antonio M. Nacchi Ayasofya'dan yeterince büyülenmeyen
nadir yabancıdan biridir. Papaya Ayasofya'nın "bizim San Pietro'muzla
uzunluk, genişlik, yükseklik ve mimari ustalıkta mukayese edilemeyecek"
olduğunu yazar.[76] Pederin şahsi mimari görüşünden
çok, San Pietro'nun yanında Ayasofya'yı övmenin hem bir Katolik, hem de bir
Hıristiyan olarak hiç de uygun düşmeyeceğini düşünmüş olsa gerektir. O da
kubbeyi örten mozaiklerin büyük bir bölümünün harap durumda olduğunu, Türklerde
–Müslümanlarda– insan figürlerinin yasak olması sebebiyle onarılmadığını da yazar.
Sultan II. Selim'in ise Ayasofya'daki mozaiklerden birini okla deldiği, oku
yerinde gören Baron Venceslav Vratislav tarafından doğrulanmıştı."[77] Venceslav ayrıca Türklerin bütün
figürlerin gözlerini oyduğuna hayretle şahit olmuştu. İstanbul'a gelen Fransız
seyyah Nicolas de Nicolay da bunu doğruluyordu.[78]
3
Mısır: İfritlerin yaşadığı yeryüzü
cenneti
Mısır'ın "tam anlamıyla bir
yeryüzü cenneti" olduğunu, ama burada "ifritlerin" yaşadığını
belirtir Thévenot.[79] Mısır'ı doğal güzellikleriyle
cennete benzeten Avrupalı kalemlerin sayısı az da olsa, Mısırlıları şeytanla
bir tutmayan yok gibidir. Devasa, kalabalık, sıcak, yapış yapış, pis bir
ülkedir onların gözünde. Türlü tuhaflıklar baş gösterir her köşesinde. Üstelik
bu ülkede hareket ederken insanın hep tetikte olması, arkasını kollaması
gerekir. Çünkü Avrupa'dan gelenlerin hiç saklamaya gerek duymadan
belirttiklerine göre hırsızlarla doludur Mısır.
Kahire ise tam bir kaostur. Devrin
Sevilla ya da Cezayir'inin karmaşasıyla kıyaslanabilir bu kargaşası.
Dilenciler, sokak sokak dolaşan körler, sokak satıcıları... Ama yine de hayatı
çekilmez kılan sakinleri en küçük olanlarıdır: Sinekler ve sivrisinekler!
Cibinliksiz yatmanın imkân olmadığı yerlerdir buralar. Hatta cibinliğin içine
her girdiklerinde içeri sızmış birkaç sinekle karşılaşarak kâbusu yaşamaya
devam eder seyyahlarımız. Kahire'de mide hastalıkları, humma ve kan toplanması
sık sık telaffuz edilir.
Şehrin büyüklüğü herkesi hayrete
düşürür. Yeniçağ'ın en büyük birkaç şehrinden biridir Kahire. Heberer, "Bu
kentin büyüklüğü ve nüfusunun yoğunluğu hakkında ne kadar yazsam azdır. Çünkü
bu bakımdan yalnız Roma'yı ve Paris'i değil, Konstantinopolis'i bile fersah
fersah aşmaktadır" diyerek bu devasa şehrin boyutları hakkında bir bilgi
vermeye çalışır.[80] "Kahire büyük, İstanbul'dan,
hatta bildiğim bütün şehirlerden büyük. Daha da garibi sadece sur içinde değil,
sur ötesinde de yaşanacak mekânlar var. Bu da insanları bu şehrin surlarının
olmadığı gibi yanlış bir kanıya kaptırıyor" yorumunda bulunur başka bir
seyyah. Buradaki binalar da yüksektir.
Thévenot Mısırlıları ifrite
benzettikten sonra sözlerine şöyle devam eder: "Böyle dememin bir nedeni
yöre sakinlerinin karaya çalan esmer tenleri ise, asıl nedenler son derece günahkâr,
çapulcu, bir metelik için adam öldürebilecek tıynette olmaları; ayrıca çok
yoksullar, bu nedenle Nil üzerinde seyrederken bu korsanlara karşı çok iyi
korunma tedbirleri almak gerek."[81] Thévenot tüm kızgınlığıyla devam
eder: "Ülke insanları, ister Müslüman ister Hıristiyan olsunlar, genelde
çok esmer tenlidirler; hepsi çok kötü, namussuz, kalleş, tembel, ikiyüzlü ve
oğlancılığa çok düşkündürler; hırsız, hain, paragöz, bir pare için adam
öldürebilecek tıynettedirler; ayrıca her türlü günaha batmışlardır, son derece
tabansız olurlar.[82] Mısırlıların, buradan geçen
Avrupalıların gözünden tasviri genel olarak bu olumsuzluk çerçevesi içinde
sıkışıp kalır. Erkek, kadın, halkın tümü "kara veya koyu renk tenli,
sarımtırak uçuk benizli çirkin insanlar, üstelik çok da bakımsızlardır"
Heberer'e göre.[83]
Genel olarak çizdikleri Arap fellahı
portresi canavardan biraz hallicedir. "Son derece kirli ve tiksindirici
insanlar" oldukları, köstebek, fare, yılan, kurbağa, kedi, tilki, kurt,
kunduz, vs bütün menfur hayvanları yedikleri söylenir. İddialara göre bu
hayvanlardan en beğendikleri faredir ve bunu da aşhanede pişirip öyle yerler.
"Koyun etini, Yahudilerin yaptığı gibi kemik ve sinirlerini çıkardıktan
sonra köfte haline getirerek yerler." Hele Simeon'un çizdiği aşçı tablosu,
sonsuza kadar yemeğe el sürmemek için geçerli bir sebep olabilir:
"Bunların aşçıları da murdar, kirli vücutları tek bir gömlekle örtülü, iri
dudaklı, burunları sümüklü, gözleri ve kulakları cerahatli insanlardır.
Ayakları o kadar kir tutmuştur ki üzerine tohum atsan tutar; dizleri deveninki
gibi nasırlıdır, velhasıl tam manasıyla bir deveye benzerler. Bunlar, hamur
yoğurdukları vakit uzun ve siyah tırnaklı parmakları ile ara sıra gözlerini ve
hatta bacak aralarını karıştırırlar. Tepsi, tencere ve diğer kapları ise köpek
ve domuzlara yalattıracak kadar pistir." Bu dönemde Han Halil'de oturan
Türk ve Ermenilerin Araplardan tiksindikleri için ekmeklerini orada
yaptıklarını yazar Simeon. Okurun, bunların tümden gerçek olmadığını ya da en
azından abartılı olduğunu umacağını tahmin ederek şöyle ekler: "Bütün
bunları gözümle gördüğüm için tiksinerek yanlarından kaçtım ve ellerinden
hiçbir şey almamaya yemin ettim."[84]
Mısırlılar Avrupalıya kendilerini
hiçbir şekilde beğendiremezler. Ne ten renkleri, ne kokuları, ne giydikleri en
ufak bir beğeniye layık olmamıştır. "Bu ülkenin insanları çok kötü
giyiniyor" der Heberer. Erkeklerin de kadınların da "papazların ayin
sırasında giydikleri kıyafete benzer uzun, geniş kollu ve çoğunlukla maviye
boyanmış entarileri" Heberer'in zevkine hiç hitap etmemiştir.[85] Erkeklerin başlarına taktıkları
şapkayı da gece takkesine benzetir.
Ayağına çevik, eline hafif
Mısır'da fellahların Nil'de yüzmekte
gösterdikleri çeviklik herkesi şaşkına çevirir. Üstelik bunu yapan sadece
erkekler değildir. Elbiselerini çıkarıp kafalarına bağlarlar, "muhteşem
bir hızda" yüzerek karşıya geçerler ve yeniden kıyafetlerini ıslak ıslak
giyerler.[86] Bu elbette Nil üzerinden
gemileriyle geçen seyyahlar, başta da kafile halinde gelen hacılar için uyurken
soyulmakla eşanlamlıdır.
"Haramzade ve hilekâr"
olduklarını iddia ettikleri Araplara karşı korunmanın bir yolu da uyumamaktır.
Uyku gerçekten de bütün felaketlerin başıdır. Araplar için sınır yoktur.
Yolculardan biri Simeon'a hiç de hoş olmayan bir anısını anlatır: "Bu
nehir yolu ile Kahire'ye giderken, Arapların hilekârlığını bildiğim için
yanımda bulunan gümüş kılıcımı, çantalarımı altıma, eyerimi de başımın altına
koydum. Uyumamaya gayret ediyordum; fakat uyku galip geldi. Gümüş eyerimi gören
Araplar suya girerek gemiye geldiler ve beni uyandırmamak için eyeri usulca almaya
çalıştılarsa da muvaffak olamadılar. Bunun üzerine, içlerinden biri ayağımın
başparmağını ısırdı ve ben acısından fırlayınca eğeri kaparak kaçtılar."
Yolcu, tam bir durum komedisini çağrıştıran bu sahneyi anlatırken, o esnada bir
feryat kopar ve Araplar gemiden birisini suya çekerek para dolu kemerini alıp
adamcağızı da suyun içinde bırakıp kaçarlar.[87] "Bu iğrenç insanlar karabatak
gibi usta yüzücü ve dalgıçtırlar. Onların bu maharetini gündüzün gözümle
gördüm. Suyun içine dalarlar ve bir zaman sonra başka bir yerde meydana
çıkarlar. Nehre para atılırsa, derhal toplarlar, parayı bulur ve çıkarırlar.
Geceleri, balıklar gibi gemi ile beraber yürürler ve uykuya dalmış adamları
kaparlar" diye tüm nefretini kusmaya devam eder Simeon.[88] "Araplar kalleş insanlardır,
fakat sipahi ve yeniçerilerden çok korkarlar" diyerek nizamın
sağlanmasındaki görevlileri işaret eder.[89]
Bir bakıma burası tam Altınçağ
İspanyası'nı çağrıştırır. Fakir olduğu, daha ziyade fakirleştirildiği için
çalmaya mahkûm olan bir sürü insan! Ama Avrupalının genel kanısı bu insanların
çok zor durumda kaldıklarından değil, artık bunu alışkanlık haline
getirdiklerinden çaldıklarıdır. Ama halen ateşli silahlardan korktukları için
bunu bir savunma aracı olarak kullanır Avrupalı. Gece birçok meşale yakıp
dışarıdan kayığın çevresine bağlarlar, bu meşaleleri gören Araplar da teknede
meşale sayısı kadar arkebüz olduğuna inanırlar ve "hiç alışık olmadıkları
bu silahtan çok korkarlar."[90]
İmparatorluğun hiçbir yerinde bu
kadar hırsız ve eşkıya olmadığını söyler hepsi. D'Arvieux bunlardan birinin
korkunç bir şekilde cezalandırılmasına, canlı canlı kazığa oturtulmasına tanık
olmuştur. Kazıktaki cezalının on beş saat sonra hâlâ hayatta olmasına
şaşırmıştır. Korkunç bir acı çekmesine rağmen arkadaşlarıyla konuştuğunu,
kahvesini yudumladığını, sigarasını içtiğini, sonunda acı içinde düşüp öldüğünü
şaşkınlıkla tasvir etmiştir.[91]
Şahit olduğu daha da korkunç bir
manzarayı tasvir ederken d'Arvieux'nün soğukkanlılığı dikkat çekicidir. Bu
suçlunun cezası da kazığa oturtulmak olduğu halde, o kadıya babasının da
dedesinin de canlı canlı dersinin yüzüldüğünü söylemiş ve kendisi de aynı
şekilde öldürülmezse ailesine karşı gelmiş olacağını belirterek böyle ölmek
istemiştir. "Çok nazik bir adam olan kadı" da bunu yerinde bulur ve
atalarının cezasını bu adama da keser.[92] Bir gezi yazısı mübalağası gibi
görünmekle birlikte vakanın hayli inandırıcı bir yanı vardır. Pek çok kişinin
kuyruksokumundan girip boğazından çıkan bir kazık yerine, daha da şerefli bir
ölüm olarak düşünülebilen, derisinin yüzülmesini tercih etmesi ilk başta biraz
şaşırtıcı gelse de, vahşet âleminde belki de bir bakıma açıklanabilir.
"Kulağını kirletmemek için
yazmadığım nice şey"
Mısır genellikle bir gariplikler
ülkesi olarak algılanır. Beş duyunun her biri için tuhaf bir malzeme vardır
Avrupalı için burada. Hayatını Mısır'da esir olarak geçiren Heberer'in
yıldızları seyredecek çok vakti olmuş olsa gerek. Burada, –genelde Doğu
ülkelerinde olduğu gibi– "gökyüzü bulutlarla örtülmediğinden, geceler çok
daha aydınlık oluyor. Bizim memleketimize kıyasla sanki yeryüzü daha yüksek,
gökteki yıldızlar daha yakın ve her tarafı daha iyi aydınlatıyorlarmış gibi bir
izlenim alıyor insan" yorumunda bulunur.[93] Bir göz yanılsamasından başka bir
şey olmayan bu his, aslında aynı zamanda başkalığın da romantik bir tasviridir.
Buradaki kadınların yarı çıplak
dolaşmaları, en ufak bir utanç belirtisi göstermemeleri de garip gelir onlara.
Diğerlerinin bu çıplaklığa aldırmaması ise daha da tuhaf karşılanır Avrupalılarca.
"İnsanlar geçiyorlar, bakıyorlar ve hiç umurlarında bile olmuyor" der
Valle hayret içinde. Ama bu çıplaklık onu bir erkek olarak etkileyecek bir
manzara değildir. Çünkü insanların "çirkin, pis ve sürekli güneşin altında
yanmış bir tene" sahip olduklarını, bu yüzden de "baştan çıkarmaktan
çok mide bulandırdıklarını" söyler.[94]
Simeon'un fellahların âdetlerini
anlattığı bölüm, bu coğrafyaya ve insanlarına olan tüm nefretini kustuğu bir
bölümdür. İnsanlar "küstah ve hayâsızdır." "Biri gelir su
üzerine def-i hacet eder, diğer birisi de suyun üzerindeki pisliği eliyle öteye
sürer ve içer. "İşte bu bölümde Simeon fellahları Türklerle kıyaslayarak,
Türklerin ne denli temiz olduklarını hatırlayarak özlem duyar. Türkler insan
içinde tükürmezlerken, Araplar "alenen işerler" der ve Osmanlı
topraklarının bir parçası olarak gördüğü diğer şehirlerdeki Türkleri
hatırlamadan edemez: "Türklerin hamamlarını, helalarını, edeplerini, bütün
huzurlarını hatırlayarak imrendim" der. "Bu adamlar biz Hazreti
Muhammed'in öz evlatlarıyız, diyerek böbürlenirler, Türklerin de güya yarı
Müslüman, hakanın da cariye çocuğu olduğunu söyleyecek kadar cüret
gösterirler" diyerek temizliğin imandan nasıl geldiğini bir türlü
anlayamaz ve son noktayı da fiyakalı bir şekilde koyar: "Kulağınızı
kirletmemek için yazmadığım daha nice iğrenç şeyler yaparlar."[95]
Seyyahların gözleri bu topraklarda nelere
nelere şahit olur. D'Arvieux çok yaygın bir hastalığın hayaların şişmesi
olduğunu söyler ve okuru inandırmak için şöyle devam eder: "Hiç abartmadan
söylüyorum, bazen kafadan daha büyük hayalara rastlanır; bu hastalık Nil
suyundan kaynaklanır ve ben de sekiz gün boyunca bu derdi çektim, ama daha
sonra kendi kendine kayboldu. Bu hastalığı tedavi etmek için, şişen hayayı bir
neşterle kesip açarlar ve içeride birikmiş suyu akıtırlar."[96] Bunlar bu toprakları terk ederken
hafızalarında yer edecek korkunç manzaralar olacak kalacaktır. Simeon hayalara
dair başka bir bilgi verir. Ama bu sefer söz konusu olan eşeklerdir. Eşeklerin
o hayran oldukları süratlerinin arkasında yatan Arapların hilelerini
anlamışlardır. Hayvanları koşturmak için sivri demirle dürtüp, hatta hayalarını
sıktıklarını öğrenirler![97]
Hıristiyanların çilesi
Mısır, Doğu Akdeniz'in önemli bir
parçası olarak ticaretin kalbinin attığı bir bölgedir. Başta Venedikli,
Cenevizli ve Fransız olmak üzere Avrupalı tüccarların koloni kurdukları
topraklardır. Dolayısıyla burada belirli süre ikamet etmek durumundadırlar.
Ancak şartlar genel olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer ticaret
bölgelerindeki şartlarla mukayese kabul etmez. Sıcak, nem, pislik, hastalıklar,
sivrisineklerden başka bir dizi de kısıtlama vardır Hıristiyan halk için. Bunu
en çok İzmir'in lüks hayatından sonra Mısır'a düşen d'Arvieux hissetmiş olmalıdır.
Lakin kendisi gerçek bir Doğu sevdalısı olduğu için çektiği acıları dramatize
edip kaleme almamış, dolayısıyla keskin bir kıyaslamaya girişmemiştir.
Daha XV. yüzyılda burada bulunan
Schiltberger, İskenderiye'deki Venediklilerin ve Cenevizlilerin ticari
kolonilerinden bahseder. İtalyanların hepsinin ikindi vakti kendi ticaret
evlerine dönmeleri zorunludur.[98] Anlattığına göre daha fazla şehirde
kalamazlar, bu hapis ve para cezalarıyla men olunmuştur. Hepsi ticaret evlerine
dönünce, bir Müslüman (görevli) gelip kapıyı üstlerinden kilitler, anahtarı
ertesi sabaha kadar alır götürür ve sonra da yine o açar. Bunu şöyle açıklar
Schiltberger: "İskenderiyeliler bu İtalyanların şehrin hâkimiyetini ele
geçirmelerinden korkmaktadırlar."
Mısır'da Hıristiyanların
karşılaştıkları en büyük zorluk ata binmelerinin yasak olmasıdır. Özellikle
uzun yollar kat etmek zorunda kalan hacılar için bu tam bir işkenceye dönüşür.
"Araplarda, ne Türkiye'de ve ne de İran'da bulunmayan koyu bir taassup
vardır" der Simeon, "buna göre, Hıristiyanların beygire, deveye ve
katıra binmesi yasaktır ve onlar ancak eşeğe binebilirler."[99] Ayrıca Hıristiyanların merkep
üzerinde bir mahkeme, cami ve mescit önünden geçmeleri de yasaktır. Bunu
bilmeyen Simeon, merkep üzerinde bir mahkeme önünden geçerken yasakçılar
gelerek onu sopalarla yere düşürürler ve "bir daha da eşeğe binme,
yasaktır, yaya yürü" derler.[100] 1658 yılında İzmir'den
İskenderiye'ye gelen d'Arvieux'nün başına benzer bir şey gelir. Burada sadece
konsolos ata binebildiği için o da kendisini bir eşeğin sırtında bulur.
Kalabalık ise isyan eder ve "günahı neymiş de zavallı hayvanı bir kâfiri
taşımaya mahkûm ediyorlar" diyerek protestoya girişir.[101]
Kanatlı güzellikler
Mısır'dan geriye dönerken
hafızalarda yer edecek güzel şeyler de vardır. Bunlar dönemin Avrupa'sında
olmayan, hatta sadece kurguları süsleyen küçük mucizevi uygulamalardır.
Bunların başında kuluçka makineleri gelir. Bu XVI. ve XVII. yüzyılda yolu Nil
topraklarına düşenleri hayrete düşürür. Heberer "Özel olarak hazırlanmış
fırınlarda binlerce yumurtadan yavru çıkardıklarına birçok kez tanık
oldum" dedikten sonra, "bizim ülkemizde böyle bir şey düşünülemez"
diye ekler.[102] Buna pek çok seyyah şahit olmuş ve
aynı tepkiyi vermiştir. Thévenot bu kuluçka fırınlarını uzun uzun anlatır,
yüzlerce civcivin çıkışını da büyük bir hayranlıkla tasvir eder.
Ama esas masalsı görüntü posta
güvercinleridir. Kahire'de posta güvercinlerine şahit olanlardan biri de
Schiltberger'dir. Sultanın güvercinlerini Kahire'den Şam'a gönderdiğini iddia
eder, "çünkü arada büyük bir çöl vardır."[103] İşte masalları aratmayan uygulamayı
şöyle anlatır: "Bunun için bir güvercin çifti alınır, yemlerine şeker
katılarak çok iyi beslenir fakat bir yere uçmalarına engel olunur. Çiftleşme
zamanı gelince erkek güvercin sultana getirilir, dişisi yerinde bırakılır.
Erkek güvercinin hangi şehirden olduğu işaretle saptanır ki kesin olarak hangi
şehirden geldiği bilinsin. Özel bir kafes konulur, fakat başka hiçbir
güvercinin yanına yaklaşmasına izin verilmez ve artık eskisi gibi fazla
yiyecek, özellikle de şeker verilmez. Bu, geldiği şehri daha çok özlesin diye
yapılır. O gönderilmek istenirse, kanatları altına mektup bağlanır. Ve erkek
güvercin, eğitildiği eve doğru uçar ve orada yakalanıp, mektup alınır ve
alıcısına iletilir."[104]
XI
Gerginlik
noktası
1
Haçlı Savaşı[1]
Rabelais Gargantua'nın 33.
bölümünde hicvettiği XVI. yüzyılın en hararetli konularından birine değinir:
Türklere karşı savaş hayallerine. Bızdıklar Dukası, Kont Dalkılıç ve Komutan
Boklavat'ı Picrochole'nin huzuruna çıkarır. Bu komutanlar kendisine Lizbon'a
kadar tüm toprakları nasıl fethedeceklerini, oradan da İspanya'nın nasıl hemen
teslim olacağını anlatırlar. Ne de olsa "İspanyollar hep aylak
kişilerdir." Oradan da Cebelitarık'ı geçerek bu boğaza da Picrochole
denizi adını vermesini salık verirler. Bu denizi geçince de Barbaros teslim olup
ayaklarına kapanacaktır. Picrochole'nin fetihleri Tunus, Bizerta, Cezayir,
Annaba'dan sonra Mayorka, Minorka, Sardinya, Korsika, derken sol kıyıdan Güney
Fransa, Provence, Cenova, Floransa hattını izleyecektir. Bütün Akdeniz'i
geçerek ve pek tabii tüm bu adaları ve toprakları alarak ilerleyeceklerdir.[2] Grandgousier sarhoşunun birlikleri
de karadan fethe devam edeceklerdir. "Ve Türkiye'yi yenip
Konstantinopolis'e" varacaklardır. "Bir an önce buluşalım
onlarla" dedi Picrochole, "çünkü ben Trabzon'un da imparatoru olmak
istiyorum. Bütün o Türk ve Müslüman itleri öldürecek miyiz?"
"Öldürmeyip de ne yapacağız" dediler, "onların mallarını
mülklerini size şerefler hizmet etmiş olanlara dağıtacaksınız."
Rabelais bu şaheserini
yayımladığında takvimler 1534 yılını gösteriyordu. Bundan 71 yıl sonra ilk
cildi çıkacak olan Don Quijote'de Cervantes Trabzon İmparatorluğu
saplantısını yeniden gündeme getirecekti. Cervantes'in Gargantua'yı
okuyup okumadığını bilmiyoruz. Fatih devrinde Osmanlı sınırlarına katılan
Trabzon "İmparatorluğu" Yeniçağ'da hâlâ romantik bir şekilde anılmaya
devam edilecekti.
Diğer bir taraftan Rabelais'nin
bildiğini pek de sanmadığımız başka bir hareketlenme oluyordu 1537-39
yıllarında. Şarlken, ebedi düşmanı I. François ile 1537 yılının Kasım ayında
görüşmeyi kabul etmişti. Amaç Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir Kutsal Birlik
oluşturmaktı.[3] 1535 yılında Tunus'ta Barbaros'a
karşı kazandığı zaferin sarhoşluğu vardı Şarlken'in üzerinde. Üstelik bu Kutsal
Birlik'e Venedik bile katılmaya ikna edilmişti. Fakat bütün hayaller suya
düşmüştü. Zaten hayli ütopik bir plandı: Seferin sonunda İstanbul'a varmayı
planlıyorlardı! Ve oradan da Kudüs'e!
Kudüs'e yolcuk, Kutsal Topraklar'ı
ele geçirme arzusu, Haçlı savaşlarından sonra da romansları süslemeye devam
etmişti. Söz gelimi Şarlman'ın şövalyelerinden Ogier, İngiltere'yi terk edip
Akka'yı, Babil'i ve Kudüs'ü kuşatır.[4] Ama bu sadece romansları süslemekle
kalmıştır. Pratik olarak pek de gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bu iddialı
hedef, Yeniçağ'da da büyük hayallerin bir parçası olarak devam etmiştir.
Kudüs'ü kurtarma saplantısı Ortaçağ'dan Yeniçağ'a miras bir saplantıdır.
Coğrafi engellerin yanı sıra bir türlü bir araya gelemeyen Hıristiyanlık âlemi
için bunun fizibilitesi bile hesaplanamamıştır çoğu zaman. Şarlken zamanında
eli kalem tutan pek çok din adamı ve âlim, Haçlı savaşını körükleyen eserler
kaleme almışlardı. İmparatorun kendi kronik yazarı Pero Mexía da bunlardan
biriydi: Şarlken'in bu yüce savaştaki öneminin de altını çizmişti.[5]
İspanya krallarına ithafen yazılan
destansı şiirler de Kudüs'ün yeniden ele geçirilme zorunluluğuna dair kışkırtıcı
çabalarla doludur: Hafızalarda ölümsüz kalmak isteyen kralın Kudüs'ü
"kazanması" gerektiği iddia edilir.[6] İspanyol kronik yazarı Sandoval,
Katolik hükümdar Fernando'nun 1516 yılının Ocak ayında Madrigalejo'da sayılı
günü kaldığını öğrenince verdiği tepkiyi şöyle anlatır: "Buna inanmakta
zorlandı, ne de olsa düşman onu yaşama arzusu ile dolduruyordu." Kral
Plasencia'dayken konseyden Barco de Ávila ile konuşmak üzere gelen biri, kendisine
"Avila'nın Kudüs'ü yeniden ele geçirmeden ölmemesi gerektiğini
söylediğini" yazar.[7] XVI. yüzyıl Avrupa politikasında
dengelere karışmak istemeyen ve olabildiğince kıtanın siyasi arenasından uzak
durmaya çalışan Portekiz'in yüzyıl başında, 1504'te papaya Duarte Galvaõ'yu
göndererek Kilise'nin Türklere karşı savaşmayı ve Kudüs'ün yeniden fethini
ısrarlı bir şekilde desteklemesi gibi bir ricada bulunması ilginçtir.[8]
Papa II. Paulus'un bir fermanını
yorumlayan İspanyol diplomat ve papanın tarziye/özür yazarı (apologist)
Rodrigo Sánchez de Arévalo, Hıristiyanlar ve kâfirler arasındaki ittifakların
yasak olduğunu, tek istisnanın bir Hıristiyan hükümdarın bir kâfir hükümdarla
birleşerek diğer bir kâfire karşı dinini savunması olduğunu belirtmişti.[9] Aynı diplomat, Türklerin İtalya
saldırıları konusunda ise "Türklerin insanların inançlarına müdahale
etmeden bir fetih yöntemi kullandıklarını" söylemiş ve eklemişti:
"Tanrı böylesine bir kötülüğün İtalya'nın başına gelmesini istemedi."
1470 yılında vefat eden Arévalo 10 yıl daha yaşayıp Fatih'in Otranto'ya asker
çıkarttığını göremedi.
XVI. yüzyılın sonunda bir heyetle
İstanbul'a gelen protestan vaiz Schweigger, Türklere karşı kurulacak bir
ittifakın hiç de imkânsız olmadığını savunuyor, Katolik ve Protestanların ortak
görüşü olarak başarısızlığın sebebinin kendi günahları olduğunu yazıyordu:
"Türklerin gücü her ne kadar büyükse de, Hıristiyanlar tarafından
kırılamayacak kadar da üstün değildir. Bunun başarılamamasının tek sebebi,
Tanrı'nın kendi gücüyle Türkleri desteklemesi, Hıristiyanlara karşı savaşırken
onlara yardım etmesi ve zafer kazandırmasıdır. Bu sebeple her şeyden önce bizim
başımıza bu felaketleri getirene ilgimizi yöneltmemiz gerek."[10] Bir Venedikli dava vekili olan Gioavanni
Sagrado, Tanrı'nın Osmanlı İmparatorluğu'nu Hıristiyanlığın "kırbacı"
olması için gönderdiğini iddia ediyordu.[11]
Hayatını Türklere karşı Haçlı savaşı
organize etmeye adayanlar, bunun için saraydan saraya koşturanlar vardı. Bunun
yanı sıra Cesarini, Carvajal, Bessarione, II. Pius gibi adamlar her kanaldan bu
emellerini gerçekleştirmek için didiniyorlardı. Francesco Filelfo, İstanbul'da
öğrenci olarak bulunduğu yıllarda Türk meselesiyle ilgili bilgi edinmiş ve
tecrübe sahibi olmuştu. Hatta II. Murad'a gönderilen bir elçilik heyetinde de
bulunmuştu.[12] Türklere karşı bıkmak yorulmak
bilmeden kırk yıldan fazla yazmıştı. Fransa Kralı VII. Charles'a başvurmuş,
Mantova Kongresi'ni ve birkaç papayı da ziyaret etmişti. Demetrius
Khalkokondyles'e yazdığı bir mektupta hayatı boyunca Türklere karşı yaptığı
çalışmaları özetlemişti.[13] Fransa Kralı VIII. Charles,
1494'teki İtalya seferinde tek imparatorluğun siyasetinin egemen olduğu bir
Haçlı seferi propagandası kullanmaktaydı.[14] Matbaanın az çok aynı zamana denk
gelmesiyle, İstanbul'un fethinin akabinde Türklere karşı yayınların
yaygınlaşmasına bir bakıma bu şekilde destek oluyorlardı.
1527'de Papa VII. Clemens
Müslümanlara silah ve diğer şekilde yardım sağlayanları aforoz edeceğini
açıklayan bir ferman yayınlamıştı. "Türklere, Sarazenlere ve Hıristiyan
adının diğer düşmanlarına yine Hıristiyanlara saldırmak için kullanacakları at,
silah, demir, demir eşya, kalay, bakır, bronz, kükürt, güherçile, top dökmek,
başka savaş aletleri, silahlar ve makineler yapmak için gerekli malzemenin yanı
sıra halatlar, kereste, denizcilik malzemesi ve diğer yasaklı malları tedarik
edenler"in başı yanacaktı.[15] Bundan bir yüzyıl sonra Papa VIII.
Urbanus da benzer bir ferman yayınlamış ve bu sefer yasaklı malzemelerin biraz
daha uzun bir listesini çıkarmıştır. Ama ne aforoz, ne de daha ciddi cezalar bu
silah ticaretine engel olamamıştı.
Diğer bir taraftan Meksika fatihi
meşhur conquistador Hernán Córtes de Türk karşıtı bir retorik
geliştirmişti. Aztek İmparatorluğu'na son verip büyük kıyım yapan komutan
"Burada siz majestelerinin Türklere karşı koymak ve onlara karşı direnmek
amacıyla insanları bir araya getirdiğini duyuyoruz; zira Türklerin büyük bir
güçle ve kibirle üzerimize doğru geldiği söylenmektedir" diyordu.
"Tanrı'nın böylesine yüksek bir Katolik karaktere sahip bir girişimin
başarıya ulaşmasına yardımcı olacağını umuyoruz, tıpkı Majesteleri tahta çıktığından
beri yaşanan her şeyde olduğu gibi."[16] Aynı conquistador,
Meksika'nın İspanya krallığının eline geçmesinden yirmi yıl sonra, 1541'de
Şarlken'in o meşhur Cezayir seferine katılacaktır. Lakin yıllardır hayali
kurulan bu seferden Şarlken hiç de Tunus'tan olduğu gibi zaferle
dönemeyecektir.
Diğer taraftan Şarlken döneminde
Fransa, İspanya ve Roma arasında süregelen gerilimin analizi, papanın karadan
ve denizden yaklaşmakta olan Türk'ün önüne bir set çekilmesi konusundaki
takıntılı sayılabilecek çalışma ve görüşmelerini anlamak için yeterli
olacaktır. Her şey kısır bir döngüden ibarettir. VI. Hadrianus'un
Fransa-İspanya rekabeti karşısında tarafsız tutumu, VII. Clemens'in gözden
kaçmayacak Fransa sempatizanlığı ve bunun doğal bir sonucu olan Şarlken'in
papanın Türk karşıtı projelerine gösterdiği ilgisizlik Türk'ün 1532'de haşmetli
bir şovla Almanya içlerine kadar ilerlemesine kadar bu tablonun değişmeyen
öğeleri olmuştu.
1522 Mayısı'nda VI. Hadrianus,
Şarlken ve VIII. Henry tarafından bir proje geliştirilmiş ve proje çerçevesinde
Hıristiyanlık âlemi'nin "tüm düşmanları"na karşı bir savunma birliği
oluşturulmasına karar verilmişti. Papa, Kutsal İnanç'ın düşmanlarına karşı
yapılacak bu savaşa katılan tüm Hıristiyan hükümdarlara tüm cruzado
(Haçlı seferi için ayrılan para) ve endülüjans gelirlerini vermeyi vaat
ediyordu.[17] Belgrad'ın ve Rodos'un düşüşü
karşısında paniğe kapılan VI. Hadrianus Hıristiyanlık âlemi arasında en azından
üç yıllık bir ateşkes sağlamaya çalışıyordu. Rodos'un düşüşüyle panik Roma'da
iyice kendini gösterirken, papa Doğu Akdeniz'deki bu stratejik noktanın elden
çıkması üzerine imparator, François ve Henry'ye mektup gönderir.
"Dinimizin düşmanı Büyük Türk, sizin aranızdaki savaşları fırsat bilip,
Macar Krallığı'nı ve Rodos Adası'nı ele geçirmek için güç ve cesaret
buldu" der bu mektubunda.[18]
1535: Şarlken Barbaros'a karşı
Şarlken'in deniz savaşlarını kaleme
alan Francisco López de Gómara, Barbaros'un 1534'te Osmanlı donanmasının başına
geçip yola çıkmasından Avrupa'nın duyduğu korkuyu anlatırken "Kadırgalar
şimşek ve yıldırım gibidir. Görülüp duyulmalarına rağmen düşene dek nereye
gidecekleri bilinmez" der.[19] Barbaros gerçekten de bir şimşek
gibi İtalya sahillerine ulaşarak Santo Locito, Asprelongo, Fundi ve diğer pek
çok sahil kasabasıyla kentini yağmaladıktan sonra Akdeniz'in göbeği sayılacak
Tunus'u ele geçirmişti. Şarlken'in söz konusu seferi bu dönemde İspanyol
dilinde, gerek tarihi, gerek edebi külliyat içinde en çok üzerine yazılan
seferdir. Romanslar, tiyatro oyunları, epik şiirler, şarkılar başta olmak üzere
pek çok türe konu olan bu sefer aynı 1571 yılında İnebahtı akabinde olacağı
gibi, Hıristiyanlık âleminin moralini yükseltmeyi hedeflemiştir. Şarlken bunun
gerçek anlamda bir gövde gösterisi olduğunu ve daha sonra da literatüre konu
olacağını ta en baştan hesapladığı için sefere Flemenk ressam Vermeyen'i de
götürmüştür.
Şarlken 3 Nisan'da Barcelona'ya
gelir. Dört bir yandan kuvvetler bu şehre akmaya başlar. İlk varanlar
Portekizlilerdir. 28 Nisan'da Portekiz gemileri Barcelona sahillerine yaklaşır.
Endülüs, Biskay, Flandre'den gemiler eklenir. Şehirde tellallar hiçbir askerin
yanında fahişe ya da eli silah tutmayan delikanlı götüremeyeceğini, cezasının
ölüm olduğunu duyururlar.[20] Kronik yazarı Sandoval'ın
naklettiğine göre, "Asillerin ve halkın oluşturduğu kalabalık şehre
sığmaz, sokaklarda yürünmez olur."[21] İnsanlar bu "güzel donanmayı
görmek" için sokağa dökülmüşlerdir.
Şarlken bunu hem görsel bir şova,
hem de dini bir ayine dönüştürmek için her şeyi planlamıştır. Andrea Doria'nın
kendisi için donattığı dört kürekli, 24 adet Şam işi, sarı renkli imparatorluk
armasını taşıyan kadırgayla yola çıkar. Üzerinde Plus Ultra (Daha da
Ötesi) yazan ve haç bulunan devasa bir sancak da eksik olmaz.[22] Şarlken'in hükümdarlığı boyunca
şiarı olan ve bunu takip eden yüzyıllarda da kullanılan "Plus Ultra"
Yunan mitolojisine göre, Cebelitarık Boğazı'nda bu bölgenin bilinen dünyanın
sonu olduğunu göstermek için Herküles tarafından dikilen sütunlara bir
göndermedir. Mitoloji, bu sütunların üzerinde Nec plus ultra (Ötesinde
hiçbir şey yok) yazısıyla denizcileri öteye geçmemeleri konusunda uyardığını
bildirir. Şarlken'in kadırgasında bulunan diğer sancaklar Latince olarak
mesajlar gönderir. Bunlardan birinde "Silahlarını ve kalkanı al ve bana
yardıma gel" yazmaktadır. Bir diğerinde "Tanrı seni bütün bu yollarda
korusun diye meleğini gönderdi" yazar. "Tanrım, bana yollarını
göster" yazısını taşır bir diğeri. "Ateş senin peşinden
gelecektir" yazısı belki de aralarından en ilginçleridir.[23]
Madrid şatosunda II. Felipe
zamanında bir şölene şahit olan Jean Lhermite de Habsburgların İspanyol stili
eğlencesini kaleme alırken ilginç detaylar sunar. Yemek yenen salonda gözüne
ilk çarpan "pek güzel bir kumaş üzerine çok güzel ve canlı renklerle
işlenmiş, altın ve ipekle parlatılmış Tunus seferi sahneleri" olmuştur.
1535 yılında II. Felipe'nin babası Şarlken'in Barbaros'un üzerine yürüyerek onu
Tunus'ta şaşaalı bir şekilde yenmesini ölümsüzleştiren bu sahneler, beraberinde
götürdüğü Flemenk ressam Vermeyen'in başarısıdır. Vermeyen'in resmettiği
sahneler daha sonra Pannemaker tarafından Brüksel'de o unutulmayacak duvar
halılarına işlenecek, 12 goblende ölümsüzleşecektir.[24] Bu görevi Maria de Hungria
üstlenir. Şölende kadınlara dikdörtgen ipek ve sırmadan dokunmuş Türk halıları
üzerinde ayrı bir köşe hazırlanmıştır!
Zafer sarhoşları...
1565 yılında Papa bütün Hıristiyan
dünyasını Türkler karşısında Malta'da zafer için duaya çağırdı. Protestan
İngiltere bile bu tehlike karşısında hizipleşmeden bu duaya katıldı. Salisbury
diyakozunun günümüze ulaşan vaazında "mesafe sebebiyle onlara geçici bir
rahatlık veremesek de, onlara ruhani yoldan yardım ederek payımıza düşeni
yapacağız" diyordu.[25] "Eğer Malta'yı ele geçirecek
olurlarsa, Hıristiyanlık âlemini nasıl bir tehlikenin beklediği belirsiz."
Malta'da Türklerin yenilgi haberi Londra'ya ulaştığında ise Canterbury
başpiskoposu bir çeşit şükran duası hazırladı: Altı hafta boyunca haftada üç
defa bu duanın edilmesi gerekiyordu![26] İşin garibi, Malta Şövalyeleri
arasından şövalyelerini 1538 yılında çeken İngiltere bu zaferde en ufak bir
payı olmamasına rağmen heyecanlı kutlamalardan nasibini alıyordu. 1565 yılında
Salisbury piskoposu kendi piskoposluk bölgesinde Malta'nın kurtuluşu sebebiyle
dualar edilmesini buyurdu. Adanın kurtuluş haberi gelince Canterbury
Başpiskoposu Parker da şükran dualarının edilmesini emretti.[27]
Türklerin ölümü nedeniyle kapalıyız!
Braudel'in "Tüm XVI. yüzyılın
en göz kamaştırıcı askeri olayı" olarak tanımladığı İnebahtı Savaşı 7 Ekim
1571'de Kutsal İttifak'a zafer getirdi.[28] Osmanlı donanmasının mahvolduğu
deniz savaşında Türklerin 230 gemisinden sadece 30'u kurtulabildi. Her iki
taraftaki toplam ölü ve yaralı sayısı 59.000'di.[29] Kutsal İttifak'ın üç ana gücü
İspanya, Venedik ve Papalık topraklarında çılgın kutlamalar hiç gecikmedi. En
gösterişli törenler pek tabii Venedik, Roma ve bunu takiben Madrid'de
yapılmıştı. Zafer müjdesi gelince Venedik'te çanlar çalmaya başlamıştı. Rialto
Köprüsü'nün girişine bir zafer takı yapılmış, pazaryeri ışıklarla süslenmişti. Kapılara
yenilen Türkleri ölümsüzleştiren madalyalar asılmıştı. Şüphesiz en çarpıcı
detay bugün bile tatile çıkan İtalyanların kapılarına astıkları "tatil
nedeniyle kapalıyız" (Chiuso per ferie) notunu andıran bir notun
asılı olmasıydı: "Türklerin ölümü nedeniyle kapalıyız!"(Chiuso per
la morti dei turchi.)[30]
Şehir halkı üç gün boyunca kendini
gece gündüz eğlenceye vermişti. Borçlular hapisten çıkarılmışlar, sokaklarda
hüküm süren şarkılara, eğlenceye ve çığlıklara katılmışlardı. Yarı dramatik bir
kompozisyonu olan Celio Magno'nun Trionfo di Cristo per la vittoria contra i
Turchi (Türklere Karşı Zaferde İsa'nın Utkusu) adlı eseri aynı yıl doçun
huzurunda sergilenmişti.
Bir sonraki karnaval zamanı
geldiğinde kent hâlâ kutlama havasından çıkamamıştı. Venedik hizmetindeki
Arnavut askerleri, İsviçreli paralı askerler, Türkler, zenciler, balıkçılar ve
daha pek çok kılığa giren gençler hâlâ zafer çığlıkları atıyorlardı.[31]
Venedik gelecek nesillerin de bu
zaferi hatırlaması için şehrin dört bir yanında çılgın bir faaliyete
başlamıştı. 1572 yılında vefat eden Papa V. Pius'un Santa Maria Maggiore
Sixtine Şapeli'ndeki mezarı üzerindeki rölyef İnebahtı'yı ölümsüzleştirmişti.
Paolo Veronese ise savaşın tüm kargaşasını resmettiği tablonun üst kısmında,
bulutların arasında Venedik'i elinde bir hançerle yere çökmüş bir kadın
şeklinde insanlaştırmıştır. Bu Venedik alegorisi, Aziz Marco tarafından
Madonna'ya gösterilir.[32] Melekler Türk donanmasının üzerine
oklar göndermektedir. Bu sahneler İngiltere'de referans gösterilecek, edebiyata
girecektir. Ben Jonson "İnebahtı Savaşı'nda bir Venedikli borazancı gibi
yolun ötesine" diyecektir.
İngiltere, İnebahtı Savaşı'nda
mücadele etmemişti, ancak Kutsal İttifak'ın zafer kutlamalarına katılan
İngilizler de yok değildi. Türk tehlikesiyle karşı karşıya gelen Avrupa'ya yardım
etmeye gelince kendini coğrafi olarak çok uzak bulan, üstelik de ticari
avantajlarından faydalanmaya devam etmek isteyen İngiltere her türlü kutlamada
vardı. İlginç bir şekilde Kutsal İttifak'ın bu şaşaalı zaferi İngiltere'de bir
şükran duasıyla anılmıştı. Ayrıca İskoçya da zaferi kutlamakta geri kalmamıştı.[33] İskoçya Kralı VI. James bile
Lepanto (İnebahtı) adında uzun bir şiir yazmıştı. 1571'de sadece altı yaşında
olan kralın, şiiri yazdığı tarih bilinmese de, bunu çok daha sonra kaleme
aldığı barizdir.[34] Şiirde Tanrı Türklerin kötülüğünü
Şeytan'a yorar. Cebrail'i Türklere karşı kışkırtması için Venedik'e gönderir.
Cebrail insan kılığına girerek şehirde dolaşır ve herkese Türklerin
Venediklilere saldırganca davrandığını söyler.
1571 yılında Breslav'da basılan 8
sayfalık bir kitapçık, zaferin ne çabuk ve ne şekilde yayıldığını göstermeye
yeter. İnebahtı Savaşı pek çok türe konu olup Avrupa'nın çökmekte olan moralini
yükseltmeye hizmet ettiği zamanda, relación'lar da payına düşeni
yapmıştır. Başlıkları da bunu göstermeye yetiyordu: Zatıâlileri Prens Don
Juan de Austria'nın Türklere karşı verdiği deniz savaşının en gerçek, bu konuda
yazılan en iyi romansların bulunduğu tarihi. İnebahtı şiirlere de konu
olmuş, Luigi Groto, Celio Magno, del Filicaia, Chiabrera, Francesco
Bolognetti'nin kalemlerinde ölümsüzleşmiştir. Dernesto Masi'nin Cento Poeti
della Battaglia di Lepanto (İnebahtı Savaşı'nın 100 şairi) adlı eseri
1894'te Bologna'da basılmıştır. Yerel İtalyan şairleri Venedik, Padova,
Bologna, Toskana ve Sicilya diyalektlerinde İnebahtı'ya mısralar düzmüşlerdir.
Filozof Bacon, "İnebahtı
Türklerin büyümesini durdurdu. Osmanlıların burun deliklerine bugüne kadar bir
kanca taktı" diyecekti.[35] Bu kanca pek çoklarını daha
şatafatlı hülyalara kaptırdı. Papa ve Don Juan de Austria, İstanbul'a kadar uzanma
gibi çılgınca hayallere kapıldılar. Bu hayallere tek katılmayan II. Felipe'ydi,
çünkü İnebahtı Zaferi'nin İspanya için Akdeniz'de şaşaalı bir dönemin başladığı
anlamına gelmeyeceğinin bilincindeydi.[36]
"Önce Venedikli, sonra
Hıristiyanız"
1481 yılında Venedik'ten geçen bir
Alman Fransisken keşiş Kutsal Topraklar'a giderken Venedik yolunu seçmiş ve
Venediklilerin Türklere gösterdiği şefkat karşısında şaşkınlığa düşmüştü.
Kızgın ve şaşkın bir tarzda, Venediklilerin Türklere çok büyük saygı
gösterdiklerini yazmış, Corpus Christi (Mesih'in/İsa'nın Bedeni) gününde
"bu köpeklere ve kutsal ekmek ve şarap ayininin düşmanlarına" kutsal
tören düzeninde bir yer vermelerine hayret etmişti.[37] Venedik Chew'ün deyimiyle
"İslam'ın antresi", Pedani'nin kelimeleriyle "Doğu'nun
kapısı", Venedik'e pek de dostane yaklaşmayan Avrupa devletlerince
"Türk'ün metresi" idi. Venedikliler kendilerine Osmanlı
İmparatorluğu'yla işbirliği yaptıkları için sık sık yöneltilen saldırı oklarına
işte böyle cevap vermişlerdir: "Önce Venedikli, sonra Hıristiyanız."
Daha VI. yüzyılda Bizans'ın batı
uzantısı olarak var olan Venedik, IX. ve XI. yüzyıllarda Akdeniz'de kendine
ticaret yolları yaratmıştı bile. Venedik Araplarla, Memlûklarla, Türklerle,
Safevilerle ilişkilerini hep iyi tuttu.[38] Bu cumhuriyet İslam dünyasından
zanaat hakkında birçok şey öğrendi. Venedik'te Rialto Köprüsü'nün etrafında
kurulan pazar uluslararası bir ticaret merkezi haline geldi. Papalık defalarca
Hıristiyanların, başta Venediklilerin "kâfirlerle" ticaret yapmasına
engel olmaya çalıştı. Lakin Doğu'yla ticaretin elzem olduğu gün gibi açıktı.
Venedikliler ise her daim konulan bu kısıtlamalara karşı çıkıp bildiklerini
okudular. Hatta Haçlı savaşları sırasında bile düzenli ticari ilişkilerinin
zedelenmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Venedik'in Osmanlı İmparatorluğu'yla
ilişkisi genel olarak hep dostane olsa da, Türklerin kendi topraklarının çok
yakınlarında, hatta içinde boy gösterdikleri zamanlarda Venedik kendini bu
çılgınca yayılan devletten korumaya çalışmıştır. Friuli bölgesi ve kendi
topraklarının kuzeydoğu sınırlarında Türklerin iyiden iyiye kendilerini
hissettirmesiyle Venedik Rönenans'ın ilk yıllarında yeni bir şehir inşa
etmiştir: Gradisca.[39] Türk saldırılarına set çekmek için
bir kale şehir vazifesi görecek Gradisca 1470'lerde kurulmuştur. Topraklarının
merkezi olan Venedik şehrinin bile surları yoktur. Ne de olsa kalesi de,
surları da diplomasi konusundaki takdire şayan başarısı ve tarafsızlık âleminde
gösterdiği ticari faaliyetlerdir. Bütün bunlara rağmen Türklere karşı bir şehir
kurmuş olması hayli anlamlıdır.
Ayrıca Venedikliler kendi
vatandaşlarının İstanbul'da çalıştırılmalarının korkunç sonuçlarını sayarken bu
şehirdeki tersanenin kendi adamlarıyla yapıldığını söylüyor, bu sayede
Türklerin de en az Venediklilerinki kadar büyük kadırgalar yapmayı
öğrendiğinden dert yanıyordu.[40] Söz gelimi Osmanlı tersanesinde
1604 yılında görevli 838 zanaatkârdan 300'ü Venedikliydi.[41]
Şah ve İmparator
Bu kırılgan ve tehlikeli denge
oyununda, Şarlken ve İran şahı arasındaki gizli ittifak, Fransa'yı
"kâfir"le müttefik olmakla suçlayan imparator için siyasi bir prestij
kaybından başka bir şey olmayacaktı. Dini ve etik bir bakış açısıyla incelendiğinde,
ömrü boyunca Hıristiyanlık âlemini tek bir çatı altında toplamak için elinden
geleni yaptığını söyleyen imparator için, bu yaratmaya çalıştığı ideolojiyi
kendi elleriyle yıkmakla eşanlama geliyordu. Bu çeşit ittifaklar
Hıristiyan-Müslüman dünyası için yeni bir şey değildi. Rodos'un fethi sırasında
St. Jean Şövalyeleri Memlûklardan yardım istemişlerdi.
Şah İsmail, 1518 yılında, Macar
Kralı II. Lájos'un Türklere karşı yardım istemek amacıyla İran sarayına gelen
elçisi Petrus Moratina de Monte Líbano aracılığıyla Şarlken'e bir mektup
gönderdi. 1524 yılında, şahın Şarlken'e gönderdiği ve Türk'e saldırması
konusunda kendisini teşvik eden bir mektubun dedikodusu Kastilya'da dolaşmaya
başlamıştı bile.[42] Şahın bu mektubunun detaylarını
bilemesek de Şarlken'in 1529 ve 1530 yıllarında şaha "saygın ve kudretli
hükümdar, pek sevgili kardeşimiz ve dostumuz" ithafıyla yazdığı mektupları
gönderdiğini ve bir delegesini de beraberinde Türk'le savaş meselesinde
işbirliği önermek için yolladığını biliyoruz.[43]
Safevi şahı ile Osmanlılar
arasındaki ezeli rekabet, Kanuni'yi hayatı boyunca Doğu ve Batı'daki
topraklarında savaşmaya itti: İranlılar imparatorluğun sınırları için büyük bir
tehlike arz ediyorlardı.[44] Sultan pek çok defa batıdaki
teşebbüslerini doğuda baş gösteren ayaklanmalar ve doğrudan açılan savaşlar yüzünden
ertelemek zorunda kalmıştı. Hepsinin başrolünde İran şahı vardı. Doğudaki
durumu sağlama almadan batıya yönelemiyor, barış sağlanmadan ya da savaş kesin
bir zaferle mühürlenmeden diğer sınıra doğru ilerleyemiyordu. Ferdinand'ın
Kanuni'ye gönderdiği elçisi Ogier Busbecq'in içinde bulunduğu durum da konuya
ilişkin bir örnek teşkil ediyordu. Eğer Ferdinand Safevilerle bir anlaşmaya
girecek olursa, Osmanlılarla yapacakları ateşkes çok kısa süreli olacaktı.[45] Bir kardinalin Şarlken'e söylediği
gibi, İran faktörü Avrupa'nın cankurtaranı olmuştu. Kardinal, eğer Tanrı İran
Şahı Tahmasb gibi bir düşman göndermeseydi, Avrupa ve Hıristiyanlık âleminin
mahvolacağını söylüyordu.[46]
Şarlken 1551'de hâlâ Safevilerle bir
ortaklık kurma peşindeydi ve 25 yıldır bu hayalin peşini hiç bırakmamıştı.
Kanuni'nin 1551 seferinde Şarlken'in bu çalışmalarının da payı olduğu
söyleniyordu.[47]
Şeytan'ın kendisiyle işbirliği yapan
İngiltere
İngiltere ise Türk tehdidi
karşısında her daim kaygısız bir tavır sergiledi. Hıristiyanlık âleminin hırçın
ve asi çocuğu VIII. Henry, sadece Papalık'a değil, imparatora karşı da umarsız
bir tutum içindeydi. Kıtanın diğer bir ucunda, Türklerin ulaşma ihtimali
olmayan izole bir coğrafyada bulunmanın verdiği rahatlıkla, imparatora
beslediği antipati birleşince Türklere karşı yapılacak olan savunmaya katılmak
gibi bir zorunluluk hissetmiyordu. İngiliz kralı, Türk tehdidinin Kıta
Avrupası'nın problemi olduğunu düşünmesine rağmen, hiçbir zaman bu konuda
kendisine yapılan yardım isteklerini geri çevirmedi, gelen elçi ve diplomatları
hep güzel sözler ve boş vaatlerle geri gönderdi. Şarlken İngiltere'de bulunduğu
süre içinde, kralla yüz yüze geldiğinde kendisine Türk'e karşı savunma
konusunda payının ne olacağını sormuştu. Bu sefer aldığı cevap umut kırıcıydı:
Gerçek Türkler şu anda uğraştığı kişilerdi. Kral, bu adamlardan başka Türk
tanımadığını söylüyordu.[48] VIII. Henry, Fransızları
kastediyordu. Aynı şekilde kraliçe de Türklere karşı savaş açmak için hiç de
uygun bir zaman olmadığını, çünkü Fransızların İngiltere'nin bütün gücünü yiyip
bitirdiğini vurgulamıştı. İngiltere bütün bu kıta savaşının dışında kalmayı
tercih ediyordu açıkça. VI. Hadrianus İngiltere'nin bu sahnedeki rolünü
Şarlken'e gönderdiği bir mektupta şöyle tasvir ediyordu: "Bir Katolik
olarak görevinizi yerine getirip, İngiltere'yi en azından ateşkese katılmaya
ikna edin ki, böylece bu haddini aşan düşman Hıristiyan toprakları
sınırlarından atılabilsin."[49] Sonuçta Henry'nin hiçbir şekilde
provokasyona gelmediği görülecekti. Kral kendi bildiği gibi yapacaktı.
VIII. Henry'yle bu konuya istinaden
yapılan ilk görüşmeler hiçbir sonuç vermedi. 1532'de Şarlken boş yere İngiliz
kralının bu büyük çaplı savunmaya katılmasını bekledi durdu. Türk'ün karadan
300.000 kişilik dev bir orduyla geldiği ve ayrıca İstanbul'dan devasa bir donanmayı
suya indirdiği söyleniyordu. Cevap aynıydı. Kardinal Sigüenza, İngiltere'nin bu
umarsızlığı konusunda Şarlken'e şu yorumda bulunuyordu: "İngiliz kralı
Majesteleri'ne karşı şeytanın ta kendisiyle bile işbirliği yapar."[50]
Azametin gölgesi
Tüm zamanların kahramanı
Shakespeare'mize bakalım yine. Venedik Taciri'nde Fas prensinin ağzından
söylediği bir mısra aslında İngiltere'nin Osmanlı-Safevi ilişkisini nasıl
yakından izlediğini gösterir. "Sultan Süleyman'a karşı üç meydan savaşı
kazanmış/ İranlı şehzadenin hakkından gelmiş şu pala hakkı için" der
prens.[51]
Safevi topraklarına yapılan
seyahatlerin genelde iki ana hedefi oluyordu: Ticari ilişkileri geliştirip
ağlar kurmak ve Safevileri Türklere karşı kurulacak birlikte saf olarak
kazanmak. 1471'de Josafa Barbaro ve 1473'te Ambrogio Contarini gibi Venedik
elçileri, bu misyonla yola çıkan ilk dalgadandı.[52] İkinci misyona hayatlarını adayan
Sherley kardeşlerin Osmanlı tarihini en yakından ilgilendireni Sir Anthony
Sherley'dir. Uzun yılllar Türk karşıtı propaganda yapmış, Osmanlı topraklarında
dolaşmış ve 1617 yılında Discours of the Turkes (Türkler Hakkında
Konuşmalar) adlı eserini yayımlamıştı. Buna göre Türklerin hepsi "pagan ve
kâfir, oğlancı, yalancı ve sarhoş"tular.[53] Ayrıca kibirli ve zalimdiler.
İddiasına göre bunu yazdığı dönemde güçleri öyle azalmıştı ki sultan
"azametin gölgesi"nden başka bir şey değildi.
1607'de Anthony Sherley, Napoli'de
karşımıza çıkar. Burada kötü namlı İngiliz korsanı John Ward'la irtibat sağlamıştır.
Pek tabii ki amaç yine Türklere karşı bir savaş tertiplemeye çalışmaktır. Bu
sefer Mağrip'te! Anthony Sherley İngiltere ve İslam dünyası arasında
yolculuklar yapıp büyük hayaller peşinde olmasına rağmen kendi ülkesinde hiçbir
başarı sağlayamamıştır. Fransa'da Navarralı Henri'den şövalye unvanı almıştır.[54] İngiltere'den aldığı tek bir rütbe
olmamasına rağmen kendi kendine Sir Anthony unvanı vermiş ve bu şekilde
anılmasını sağlamıştır.[55] Sherley'nin ticari ve siyasi
önerileri İngiliz sarayında biraz soğuk karşılanmıştı. Ne de olsa Safevilerle
yakınlaşma Osmanlı'nın gazabını üzerine çekmekle eşanlamlı olabilirdi.[56]
Sherley kardeşlerin bir diğeri
Robert Sherley'dir. O da Safevi sarayında görevde bulunmuştur. Hatta 1601'de
Osmanlı-Safevi savaşlarından birinde yara bile almıştır. Robert İstanbul'da
esir bulunan kardeşleri Thomas'ı geri alabilmek için bir grup esir teklif
etmiştir. Bu teklif Osmanlılar tarafından reddedilmiştir.
Robert Sherley Doğu'da Çerkes bir
kadınla evlenmiş ve 1608'de onunla birlikte Avrupa'ya doğru yola çıkmıştı.[57] Misyonu Safevi şahıyla Avrupalı
hükümdarlar arasında elçilik etmekti. Aslen ticari ilişkileri canlandırmak için
yola çıkmış gibi görünse de, Türklere karşı bir birlik oluşturma çabası
içindeydi. İmparator II. Rudolf onu Prag'da şövalye ilan etmişti. Papa da onu
karşıladığında her zamanki sarığında altın bir haçla Farsi kıyafetlerle
dolaşıyordu. Papa kendisine kontluk unvanı vermişti, ancak İngiltere'den tek
bir unvan alamamıştı. Oradan da Madrid'e geçmiş ve III. Felipe'yle bir yıldan
fazla ticari müzakerelerde bulunmuş ve hiçbir sonuç elde edememişti. Sonunda
yurduna dönmüş ve 1611'de I. James tarafından karşılanmıştı.
Deccal'ın gelişi
Ferrara'da 1597'de Lazaro Soranzo
tarafından yayımlanan L'Ottomano (Osmanlı) Papa VIII. Clemens'e
adanmıştı. Bu doğal olarak kuru bir ithaf değildi. Eserin amacı Uzun Savaş
olarak bilinen 1593-1606 Osmanlı-Habsburg savaşında Osmanlılara karşı
Hıristiyan Birliği'ne ideolojik destek vermekti.[58] Haçlı savaşı projeleri XVII.
yüzyıla kadar tam gaz devam edecekti. Kapuçin keşiş Jozef ise bu yüzyılın
başında çok meşhur olacak bir Haçlı savaşı planı geliştirmişti. Başına Fransa kralını
koyduğu bu projede, Fransız devlet adamlarını Türklere karşı mücadelenin
başrolüne yerleştirip Avrupa'daki Habsburg üstünlüğüne bir son vermeyi de hayal
ediyordu.[59] Hayli ütopik bir plandı bu pek
tabii. Zaten Avrupa'da dengeyi sağlayan Osmanlı-Habsburg düellosunda Fransa'nın
Osmanlı tarafında bulunması idi.
Türkler Ortodoks Kilisesi gözünde
öncelikle "Barbarlar, Asurlular, Sarazenler" olarak görülüyorlardı.
Kâfirler, paganlar, şeytanlar, tanrısızlar, şehvetperver, kahrolası, oğlancılar
gibi terimler eksik olmuyordu.[60] Bulgaristan'da İncil anlatılarının
bir varyantı yayılmaya başlamıştı: Müslümanların Hacer ve İsmail'in ensest
birlikteliğinden doğduğu iddia ediliyordu.[61] Bu anlatılarda da Deccal'ın gelişi
ve tahtına oturuşunu anlatan apokaliptik hikâyeye Osmanlı sultanı başkahraman
yapılmıştı. Türklerin XVIII. yüzyıl Bulgar edebiyatında olumsuz bir imajı
vardı. Eserler, Türkleri ve Arapları dize getiren muzaffer Bulgar çarlarını
kahraman yapmıştı.
2
Hıristiyanların dini dünyası
Türkler İsa'nın İncil'inin va'z
edilmesine müsaade etti;
Papa bunu Engizisyon'a şikâyet
eyledi; kim daha makbul?
William Forde, İstanbul'da Lady Anne
Glover'in
cenazesinde vaaz, 14 Nisan 1612.[62]
Bu satırların yazarı İngiliz William
Forde pek tabii İslam'ın propagandasını yapmak için değil, Anglikanlığın da
ebedi düşmanı olan Papalığa saldırmak için hoşgörülü bir Osmanlı portresi
çiziyordu. Katoliklik karşısında İslam'ı zaman zaman dengeleyici bir unsur
olarak görüp tolerans sahibi bir Müslüman devlet olan Osmanlı'ya övgüler
düzdükleri oluyordu. Ne de olsa İngiltere Kıta Avrupası içlerine sokulan Türk
tehlikesinden hayli uzaktaydı. Onlar da Protestan Almanlar gibi tehlike kapıya
dayandığında İslam'la Şeytan'ı eş tutabilirlerdi pekâlâ.
Yolu bu topraklara düşenler,
Osmanlı'nın tebaası olan gayrimüslimlere, özellikle de Hıristiyanlara karşı
tutumu hakkında çok farklı görüşler beyan ediyorlardı. Seyyahlar çoğunlukla
hoşgörüde birleşseler de, kimi zaman nahoş sürtüşmelere şahit olup bunu not
ettikleri de olmuyor değildi. Tebaa olan gayrimüslime karşı gösterildiği iddia
edilen şiddet nadir de olsa bu notlar arasına karışıyor ve propaganda amaçlı
kullanılıyordu. Aynı İber Yarımadası'nda olduğu gibi farklı dinlerden ve
tarikatlardan insanların bir arada yaşama çabaları ve gösterdikleri özen bazen
sürtüşmeler, hatta daha da şiddetli çatışmalarla son bulabiliyordu.
Çanlar kim için çalıyor?
İskender Bey'in kemiklerinin gömülü
olduğu Lezya'daki Aziz Nikolas Kilisesi fetihten sonra hemen camiye çevrilmişti.[63] Anlatılanlara göre bu caminin üç
müezzininin minareden düşüp ölmesi Türklerin bu kilise-camiyi terk etmelerine
sebep olmuştu. Mit ve gerçek arasındaki ince çizgi yine kendini gösteriyordu.
Müezzinlere dair bu anlatının tarihsel gerçekliğini sorgulamaktan ziyade,
folklorik öğeler taşıdığı aşikâr olan bu efsanevi söylencenin arka planına
bakalım.
Buna benzer lanet söylenceleri pek
tabii Balkanlar'a has değildi. Thévenot da benzer bir lanet nakleder.
Kallimasia yakınlarında bir kiliseye dair okurla paylaştığı "kıssadan
hisse" şöyledir: "Bu kilisenin yapılışının kutlandığı bir gün, tüm
mihraplar elden geldiğince süslenmişken, içeri giren Mağribiler (Müslümanlar) bir
mihraba yerleştirilmiş süsleri çalmak istemişler ve kimsenin olmadığı bir
zamanda buraya yaklaşmışlar, ama içlerinden biri demir bir eşyayı elinden
düşürmüş ve yerdeki döşeme taşlarına çarpan demirden öyle büyük bir ateş çıkmış
ki hırsızların hepsi oracıkta kül oluvermiş. Bu demirin yerdeki taşta açtığını
söyledikleri küçük bir deliği de gösterdiler."[64]
Simeon yine benzer bir mucizeden
bahseder. Eskiden Hrisostomos Ioannes'in patrikhanesinin bulunduğu, şimdi
üzerine cebehane yapıldığını iddia ettiği yerde hâlâ kemiklerinin gömülü
olduğunu rivayet ettiklerini nakleder. Binanın kilise olduğunun anlaşılmasına
engel olmak için kubbenin yıkılmak istendiğini, fakat azizin mucizesiyle ona
uzanan ellerin kuruduğunu ve suratlarının çarpıldığını anlatır Simeon.
"Duydukları korkudan dolayı yaptıklarına pişman olarak azizin şerefine
gece gündüz ışık yakılmasına karar vermişlerdir."[65]
Osmanlı İmparatorluğu'nun fetihlerin
akabinde kiliselerin bir kısmının camiye çevrilmesi söz konusu olduğunda durum
yine çetrefil hale gelir. Devletin kiliselerin bir kısmını Hıristiyanların
ibadetlerine bırakmasına yapılan övgüler ve camiye dönüştürülen kiliselerin
seçimi konusundaki göreli haksızlığa yapılan yergi birbirini dengeler. Genel
kanı Osmanlıların kiliselerin iyilerini kendisine sakladığını gösterir. Simeon
güzel ve yüksek mevkilerde bulunan kiliselerin Müslümanlar tarafından
alındığını, beğenilmeyenlerin ise Rumlara bırakıldığını iddia eder.[66] İslam yeni cami ve kiliselerin
yapılmasına izin vermiyor, sadece mevcut bulunanların yıkılması halinde yeniden
inşa edilmesine izin veriyordu. Bu dönemde yukarıdaki örnekte gördüğümüz
Lezha'da pek çok Hıristiyan kendi evlerinde ayin yapabilmek için bir şapel
yapma izni almıştı.[67] Menavino da İstanbul'da vuku bulan
zelzeleden sonra sarayların, kulelerin yanısıra Pera'daki kiliselerin de tamir
edildiğini, işçilerin hepsinin ücretlerinin ödendiğini belirtir.[68]
Çanlar ise başka bir polemik
meselesiydi. Devlet kilise çanlarının faaliyetlerine devam etmesini uygun
görmemişti. Pek çok konuda işitsel etkiyi etkin bir şekilde kullanan Osmanlı,
şehir, kasaba, mahalle içinde yankılanan çan sesinin Müslüman ahaliyi rahatsız
edeceğini, bunların müezzin sesinden daha yüksek olmasının Müslümanlara saldırı
olduğunu düşündüğü için bunları kaldırmıştı. Aynı şekilde orglar da
yasaklanmıştı. Schweigger "Bütün Türkiye'de ise kiliselerde çan veya çalar
saat bulmak mümkün değildir" diyecekti.[69] Osmanlı vakanüvis ve tarih
yazarlarının mecazi olarak sık sık kullandıkları, özellikle nesir yerine nazımı
tercih eden yazarların fetih anlatılarında bir klişe haline gelen "çanına
ot tıkma" tabiri de çanların kaldırılmasının aynı zamanda dramatik bir
etkisi olduğunu gösterir. Kilise camiye çevrilse de, kilise olarak bırakılsa da
çanları çıkarılıyordu. Mohaç Savaşı'ndan sonra pek çok bronz çanın eritilerek
top yapılmak üzere gemilerle Tuna üzerinden taşındığını biliyoruz. İşte
Eyyubi'den bir örnek: "O kâfir mülkini heb yaktı yıktı/ Ot ile çanlarını
cümle tıktı."[70] Diğer bir örnek de Hadidi'den:
"Bozup deyrini çanlığımı yıktı/ Çanına Üngürüs'ün ot tıkdı."[71]
Çanların yasaklanmasına dair ilginç
ayrıntılar tanıklarımızın not defterleri arasına sıkışmıştır. XVII. yüzyılda
Ege adalarını gezen Bernard Randolph, Sakız Adası'nda duyduğu bir anlatıyı
paylaşır. Biz bir kez daha gerçekliğine emin olmaya çalışmak yerine bunun
sembolik arka planıyla yetinelim. Şöyle der Randolph: "Vezir bir gün çan
sesleri duyunca, nereden geldiğini sormuş. Birisi, 'Katırların çanları' deyince
'Beni kandırmaya çalışmakla eşeklik ediyorsun. Çanlar sizi ibadete çağırıyor.
Sizlere verilen hürriyetlerden faydalanın ve bundan asla utanmayın'
demiş."[72]
Krafft da Lübnan'da konakladığı bir
manastırın çanlarına dair bize yapbozu tamamlayan bir veri sunar. Aldığı
bilgiye göre sultan sadece bu çanların çalmasına izin verir. "Patriğin
hatırı için" ve de "Lübnan'ın tepelerinde, uzakta olduklarında
Türkleri sesleriyle rahatsız etmeyeceğinden" böyle bir izin çıkmıştır.
Edindiği bilgiye göre "Çanların çalınmasına Türkiye'de izin verilmemesinin
bir nedeni de bunlarla 'ayaklanma işareti' verilebilmesi"dir.[73]
Katolikler
Galata'da ilk Latin reaya grubu
Cenevizlilerden oluşur. Podesta Angelo Giovanni Lomellino fetihten sonra teslim
şartnamesini imzalamak istemediğinden şehirden kaçar.[74] Yeni heyet Fatih'in huzuruna
çıkarak mülki ve dini yetkilere sahip olan bir topluluk olarak Pera'nın Latin
cemaatinin sözcüsü olur. Katolik cemaati –Magnifica Comunità di Pera–
toplantılarını Sainte-Anne Kilisesi'nde yaptıkları için bu adla da anılır.[75] 1580'de İstanbul'daki Latin Katolik
sayısı 3.650'dir.[76] Fetih sonrasında geri dönen halkın
da çoğalan nüfusta etkisi vardır: 1453'te İstanbul'dan kaçan ve Sakız Adası'na
gittikten sonra ortalık sakinleşince geri dönmeyi tercih eden Latin aileler
gibi.[77]
İstanbul'un günlük din hayatında
Katoliklerin durumuna baktığımızda, Venedik balyosunun sarayında, balyosluğa
bağlı bir papazın saraydaki herkesin ruhani görevini yerine getirmesini
kolaylaştırdığını, onları Galata'daki San Francesco Kilisesi'ne kadar gitmekten
kurtardığını görürüz. Büyükelçilik içindeki küçük bir şapelde her gün balyos ve
balyosluk ahalisi için ayin yapılıyordu.[78] San Francesco Kilisesi, Katolikler
için Galata'nın kalbi sayılırdı. Her türlü ayin ve kutlama burada yapılıyordu.
Pazar günleri tersanede çalışan Hıristiyan köleler de ibadetlerini yerine
getirmek için buraya getiriliyorlardı. Werner beraberinde İstanbul'a gelen
elçilerin hizmetkârlarıyla birlikte Galata'ya gidip oradaki Fransisken
kilisesindeki –San Francesco– ayine katılıp vaazı dinlediklerini yazar.[79] 25 Mayıs 1616'da dini yortu
nedeniyle Fransisken rahiplerin Galata'daki manastırlarında görkemli bir tören
düzenlediklerini de kaydeder.[80] Bu kilise her türlü siyasi durumun
da nirengi noktası haline gelir. İbret-i âlem için verilecek cezalar kilise
önündeki küçük meydanda yerine getirilir. Üzerinde mektup bulunan ve muhbirlik
yaptığı anlaşılan İtalyan keşiş Paolo Biscotto bunlara örnektir. Pera'da San
Francesco Kilisesi önünde kazığa oturtturulmuş, üstüne üstlük bir de böyle
dolaştırılmıştır.[81]
Birlikte inanmak
György, sultanı camide dua ederken gördüğünü
söyler. Ama daha da çarpıcı olanı Pera'daki papazlardan duyduklarıdır. Onlar
"Sultanın kiliselerine girdiğini, koro yerine oturduğunu ve ayini
izlediğini anlatırlar. Sultan istediği için, sultanın huzurunda bir ayin
yürüttüklerini, ancak şarap ve ekmek ayini sırasında kutsanmamış ekmek
sunduklarını" söylemişlerdir.[82] Söz konusu olan Sultan II.
Murad'dır. Kir Macarius da Hıristiyanların Paskalya'yı Okmeydanı'nda
kutladıklarını belirtir ve Sultan III. Mehmed'in bu dini kutlamalara bir
bakmaya geldiğini ve çok eğlenip onlara her biri 1000 kuruş iki kese altın
verdiğini yazar.[83]
Komşunun dinine merak, ibadet
yerlerinde aynı havayı solumaya dek götürüyordu meraklı gözleri ve ruhları.
Özellikle de belayla karşılaşıldığında, çareye giden yolda Tanrı'nın aslında
bir olduğu inancının hükmü geçmeye başlıyordu. Mevcut sayısız örnekten sadece
birkaçına yer verebileceğiz. Tavernier, Nahcıvan ile Culfa arasıdaki iki üç mil
uzaklıktaki on Ermeni manastırından bahseder. Bunlardan iki üç manastırın çok
büyük yoksunluklar yaşadığı, hemen hemen sadece ot yedikleri halde Avrupa'dan
gelen Hıristiyanları hayır amacıyla ağırladıklarını söyler.[84] Ayrıca hummaya yakalanan birçok
Müslüman buraya ibadete gelir! Balkanlar'da da hastalanan Müslümanların
dertlerine çare bulmaları için papazlara başvurdukları, dua etmelerini, daha
ziyade sihir yapmalarını rica ettiklerine şahit olan seyyahlar vardı.[85]
Sakız Adası'nda yağmur duasına
çıkılır. İlkbaharda bütün kent ayin alayı düzenler. Önce Türkler yağmur duasına
çıkar; onları Rumlar, sonra Latinler, sonra da Yahudiler izler. "Türkler
bu dualardan hangisinin yerine geldiğini umursamazlar, yeter ki yağmur
yağsın!" yorumunda bulunur Thévenot.[86] Schiltberger de Ankara'da Arami
inancından birçok Hıristiyan yaşadığını, kiliselerinden gece gündüz parlayan
bir haç olduğunu yazar. "Orayı Müslümanlar da ziyaret ederler ve haça ışık
saçan taş derler. Müslümanlar bir keresinde bu taşı kendi mabetlerine,
tapınaklarına kaçırmak istemişler fakat haçı tutan herkesin elleri
çarpılmış."[87]
Hoşgörü
"Türkler dinlerini yaymaya çok
meraklı olmakla beraber, kendi inançlarından olmayan kişilere karışmazlar,
onları dinlerini değiştirmeye zorlamazlar ve bizim Hıristiyan devletlerinde
olduğu gibi, onları farklı inançlarından ötürü cezalandırmaya, hatta idam
ettirmeye kalkışmazlar. Türklerin bu tutumları insanların onlara yakınlık duymalarına
neden olmaktadır ve bu yüzden de onların yönetimi altına girmeye karşı direnç
göstermemektedirler, başka devletlerin yönetimi altında başlarına gelecekleri
bildiklerinden, Türklerin egemenliğini yeğlemektedirler."[88] İşte böyle diyordu Thévenot adeta
Osmanlı'nın istimalet politikasını özetleyerek.
Çok az bilinen başka bir tolerans
örneğini de yine Jezernik'in naklinden öğreniyoruz. İspanyol Amirali Don
Ferrante Gonzaga, 1538'de Hersek-Novi'yi ele geçirmiş ve oraya bir Aziz Anna
şapeli yaptırmıştı. Bir yıl sonra Osmanlılar şehri geri almış, ancak şapele
dokunmamışlardı. Hatta 1550'de Don Ferrante'nin naaşının, karısı ve oğlunun
yanına gömülmesine izin vermişlerdi.[89]
3
Kutlamalar
Türkler, Moriskolar ve genel olarak
Müslümanlar, Avrupa'daki şenliklerde her zaman en egzotik öğeler arasında yer
almışlardır. Kimi zaman zafer kutlamalarında klasik düşman figürünü temsil
ederlerken, kimi zaman da sadece egzotik ve estetik bir unsur olarak Doğu'ya
özenmeye başlayan Avrupalının merakını gidermişlerdir. Leonardo da Vinci'nin
saray teşrifatçılığını yaptığı ve Ludovico il Moro'nun izlediği bir düğünde
zenci kılığına girmiş on iki seyisle, bir Mağripli tarafından alt edilmiş
yerküreyi taşıyan üç atın çektiği bir zafer arabası vardır.[90] Geçidin sonunda, Mağripli gibi
giyinmiş bir şövalye, Beatrice'yi övmek için yollanmış bir şiiri okumak üzere
kürsüye çıkar. Bu etki ta kuzeye kadar çıkmıştır. Çubuklarla veya kılıçlarla
yapılan bir İngiliz morris dansı, isim ve biçim olarak Hıristiyanların
Mağripliler savaşını pandomim yoluyla anlatan İspanyolca morisca ile
ilişkilidir.[91] Reconquista'nın temsilleri
İspanya'yı sararken Morisko teatral olarak en ön planda yerini alır. Zamanla
Morisko yerini daha yakından tehdit uyandırmaya başlayan Türk'e bırakır.
Sokaklarda yapılan Corpus Christi kutlamalarında pek çok dini gösterinin
yanı sıra San Sebastian'ın Büyük Türk'ün kalesine saldırısını konu alan bir
gösteri de yapılmıştır.[92] 1574'te Adriyatik kıyısındaki
Split'in Venedikli valisi, yerli halkın, "geceleri, saray pencerelerinin
altında, özellikle Türk'ü her yeri harap eden bir tufana benzeten kışkırtıcı ve
yıkıcı balatlar söylediklerini anlatır.[93]
VIII. Henry de bir törene Türk
giysileri içinde katılmıştır. Zaten Tudor devrinde Türk kumaş ve giyim kuşamı
çok abartılı bir biçimde saray şenliklerinde kullanılmaktadır.[94] Şarlken ve I. Ferdinand'ın hazinedarı
Johann Friedrich von Herberstein'ın Doğu kıyafetlerine zaafı olduğu
söyleniyordu. 1591 yılında düzenlenen bir dansa "Mısırlı kostümü" ile
gitmişti. Yerel kıyafet ve portre koleksiyonu yaptığı da biliniyordu.[95] Türkler artık şaşaalı kutlamaların
azametli motifleri haline gelmişlerdi. 1607'de Fransa'ya giden Osmanlı
heyetinin Fontainebleau'yü ziyareti ilgiyle izlenmiş ve birkaç yıl sonra Balet
de Monseigneur le duc de Vendome'da (Monseigneur Vendome Dükü'nün Balesi)
Türk giysili müzisyenler yer almıştı.[96] Maximilian Grothaus'un da iddia
edeceği gibi "bu dönemde yabancı kültürlerin etnolojik özelliklerine ilgi
duymak, garip olandan hoşlanmak ve nadir şeylere sahip olmayı istemek,
asilzadelerin kültürüne uygun bir durumdu."[97]
Henry'nin sarayında görev alan ünlü
ressam Hans Holbein saray alayları için kıyafet ve mücevher desenleri
çizmiştir. Tablolarına işlediği Türk halılarına adını veren Holbein, 1526'da
İngiltere'ye yerleştikten sonra Türk halısı motifini çok kullanmıştır.[98] Bu merak okyanusu aşıp Yenidünya'ya
ulaşacaktır. XVIII. yüzyılda Lima'yı ziyaret eden Fransız gezgin Amadée
François Frézier saray kadınlarının Şam halılarıyla dekore edilmiş, Doğu işi
yastıklarla döşenmiş odalarda yaşadıklarını "Türkiye'de olduğu gibi duvar
boyunca, halıyla kaplı bir sedir üzerinde bağdaş kurup oturduklarını"
yazıyordu. Aynı şekilde İngiliz P. Campbell Scarlett de Lima'yı İstanbul'la
mukayese ediyor ve "evlerdeki Morisko havasını" ekliyordu notlarına.[99]
Leh kültüründe iyi ve kötü
şekillerde hatırlanan Türklerin şenlik ve gösterilerde de yerini bulduğunu
görüyoruz. Yeni doğmuş bebeklere kıyan Kral Herod üzerinden Herody adını
alan Noel kutlamasında Herod'un hasmı olarak adaletin koruyucusu bir Türk
hükümdarı yer alır.[100] Hatta Güney Polonya'nın bazı
köylerinde "Türkler" adı verilen bir paskalya şenliği bile vardır. Bu
şenlikte Lehler Türk askerleri kılığına girer ve İsa'nın mezarının başını
beklerler, köylülere hayırlı Paskalya dileklerinde bulunurlar.[101]
Sadece Müslümanlardan uzak Avrupa'da
değil, Müslümanlarla iç içe yaşayan İspanya'da bile festival, karnaval ve
eğlencelerde Mağribi öğelerin bulunması gelenek halini almıştı. Daha 1424 gibi
çok erken bir tarihte Aragon ve Napoli Kralı V. Alfonso'nun mülk envanterinde
Morisko kıyafetleri görülüyordu.[102] Morisko modası İspanya'da sosyal
elitler arasında kendini göstermişti. IV. Enrique bu modanın en önde gelen
temsilcilerinden biriydi. 1540'larda ise Morisko modası yerini Türk modasına bırakacaktı.[103] Bununla birlikte Arnavut ve Macar
esintileri de görülecekti. 1541 yılında, Sesa dükü için organize edilen
şenliklere bir damat adayı "Dikiş yerleri canlı bir sarı kadifeden Türk
işi mor bir kadife tunik ve tepesinde beyaz bir tüyü olan Arnavut kesimi bir
şapka" ile çıkar. Ayrıca Türk işi masklar, yeşil Şam kumaşından dizlere
kadar inen ve vücuda yapışık duran giysiler vardır. Daha da ilgincini ise
Şarlken'in vakanüvisi Alonso de Santa Cruz kaydeder: 1547 yılında Roma'da
imparatorun barış antlaşması imzalamasının şerefine sıralanan pek çok
asilzadeden bir kısmı Türk işi (a la turquesa), bir kısmı Slovin işi (a
la esclavonia), bir kısmı da Morisko işi kıyafetler giymişti.[104]
1569 yılında Arap savaşçı kılığına
girmiş bir askeri birlik, Granada Krallığı'ndaki Morisko ayaklanmasını
bastırmak üzere gelen, Şarlken'in gayrimeşru oğlu Don Juan de Austria'yı
karşılamak için Granada kapılarına doğru yol alıyordu. Bu Elhamra belediye
başkanı Tendilla Kontu tarafından planlanan hayli görkemli bir karşılama
töreniydi. Bu kılık değiştirmiş askerler arasında asil Moriskolar da
bulunmaktaydı. Morisko ve Türk işi kıyafetler sadece şenlik ve kutlamalarda
değil, resmi törenlerde de görülüyordu tuhaf bir şekilde.
Latin Amerika'da
Türklere ve diğer Müslümanlara karşı
kazanılan zaferlerin Yenidünya'ya taşınması, okyanus aşırı topraklarda da
şenlik ve törenlerde Müslüman öğelerin bulunması aslında evangelizasyon
(Hıristiyanlaştırma) hareketinin bir parçasıdır. İspanya ele geçirdiği bu yeni
kıtayı bir taraftan kendi kitabına döndürürken, diğer bir taraftan "Kutsal
Katolik dininin" can düşmanlarını da sadece uhrevi değil, görsel bir
şekilde Latin Amerika halklarına işlemeye başlamıştır.
1539 yılında Şarlken ve I.
François'nın Nice Antlaşması'nı imzalamalarının ardından Meksika'da da
kutlamalar başlar.[105] México şehri Haçlı savaşları
dekorlarıyla donatılır. İşin en ilginç yanı, yapılan temsillerden birinde
Rodos'taki şövalyelerle Türklerin savaşıdır. Daha da ilginci St. Jean
Şövalyeleri'ni de, Türkleri de canlandıran şahısların conquistador'lar
olmalarıdır. Şehir tam bir tiyatro sahnesine dönmüştür. Tekerlekler üzerinde
sahnede giden gemiler yerlilerin işgücünün marifetidir. Dominiken kılığındaki
–daha da garibi tavuk yolmakla meşgul olan– bazı yerlilerin de gemilerin
üzerinde olduğu görülür.[106] Türklerin kim olduklarını bile
bilmeyen, Meksika'nın düşüşünden bu yana sadece 18 yıl geçmişken kanlı canlı
bir Türk görme ihtimalleri gerçekten de pek düşük olan yerli halkın bu görkemli
gösterilerle büyülendiğine şüphe yoktur.
Geleneksel olarak kutlanan,
Müslümanların –Türk ya da Mağribi– İspanyollara saldırmalarını konu alan
teatral şenlikler olan Mağripli ve Türk şenlikleri de (fiesta de turcos y
moros) Yenidünya'ya taşınmıştı. Aktörleri Hıristiyan olan bu şehre taşan ve
coşku içinde kutlanan şenliklerde herkes alegorik olarak bir kılığa
bürünüyordu: Türk, Arap, şeytan... Bu şenliklerde Müslümanlar melekler
tarafından korunan Hıristiyanlara boş yere saldırıyorlardı.[107] Latin Amerika'nın ilk azizesi olan
Santa Rosa bir taraftan savunmayı üstlenirken, diğer taraftan İspanya kralı da
yerli halkı Müslümanlardan koruyordu. Başka bir tarafta Müslümanları temsilen
giyinmiş Hıristiyanlar da kafalarında üzerinde hilal olan sarıkları, uzun
çizmeleri, Arap stili kılıçlarıyla savunma hattını düşürmek için ipek şeritler
çekiyorlardı.[108]
Cuzco'da da aynı dönemde sokak
sunaklarından birinde İspanya Kralı II. Carlos kutsal ekmek ve şarabı Türklere
karşı korurken tasvir ediliyordu. Potosi'de 1720 yılında yapılan şenliklerde
aynı temayı işleyen başka bir sunak dikilmişti. Bu sefer V. Felipe Türk'e karşı
savaşırken gösteriliyordu.[109] 1632 yılında Prens Baltasar,
Carlos'un doğumu sebebiyle Lima'da yapılan şenliklerde, diğer pek çok şahıs
arasında Luther, Hz. Muhammed ve Maniqueo'nun tahtadan heykelleri yapılmış ve
bunlar şehrin ana meydanında ateşte yakılmıştı. Lima'da 1578 yılında Engizisyon
tarafından canlı canlı ateşe atılan Dominiken keşiş Francisco de la Cruz
Avrupa'yı kasıp kavuran Türk'ün bu savaş gücünü Katolik Kilisesi ve darmadağın
olan Hıristiyan hükümdarlar için "Tanrının bir cezası" olarak
nitelendirmişti.[110]
Mağriplinin Türk'le nerdeyse eşdeğer
tutulduğu bir zamanda, İspanya'da "Santiago Matamoros" yani
"Mağripli/Müslüman öldüren Santiago"nun bir savunma sembolü haline
gelmesi için bundan daha uygun bir devir olmasa gerek.[111] İkonografik olarak bu figürün
Bavyera'ya Türk tehdidinden sonra ulaşmış olması gayet normaldir. Lakin aynı
figürün öldürdüğü "Mağripli"nin İspanya'da farklı, Bavyera'da farklı
çağrışımları vardır. İspanya'da Mağripli Türk'ten çok bir Müslüman'ı temsil
ederken, Bavyera'da karadan ilerlemekte olan ve Almanların nefeslerini artık
enselerinde hissettikleri Türk'ün timsalidir. Zaten bu unvan zaman içinde
coğrafyaya göre değişiklikler gösterecektir. Türklere karşı Viyana'yı
"Santiago ve İspanya" naraları ile savunan Flandreli askerlere artık
"Matamoros" yani "Mağribi öldüren" değil, "Mataturcos"
yani "Türk öldüren" denecektir.[112] Bu Yenidünya'da "Santiago
Mataindiostras" (Yerli öldüren Santiago) olacaktır.[113] Santiago Mataindiostras 1535-36
yılları arasında Cuzco'da birkaç defa mucizevi bir şekilde görülmüştür.
Cervantes de bu Matamoros motifini
atlamamıştır. Sancho, Don Quijote'ye İspanyolların bir savaşa tutuşacakları
zaman, Santiago Matamoros'un adını andıklarını ve neden "Santiago, gel ört
İspanya'yı" dediklerini sorar ve "İspanya'nın üstü açık da, örtmek mi
gerekiyor? Ne demek bu laf?" der. Don Quijote şöyle cevap verir: "Ne
aptalsın Sancho! Zırhında lâl renkli bir haç resmi bulunan bu büyük şövalyeyi,
özellikle Mağripliler tepemize çullandıkları zaman Tanrı tarafından İspanya'ya
yollandığını bilmiyor musun? Giriştiğimiz bütün kavgalarda, bütün savaşlarda
onun adını anarız, yardıma çağrıldığında, çoğu zaman doğrudan doğruya
kendisinin geldiği, Müslüman süvarilere saldırdığı, tek başına hepsini
darmaduman ettiği, yere serdiği görülmüştür. Yüzde yüz doğrudur bu dediğim,
hatta İspanya tarihinden bir sürü örnek verebilirim sana."[114]
Müslümanlara karşı kutlamalar
Müslümanlara karşı kazanılan
zaferler ihtişamlı şenliklerle daha da abartılıyordu. Katalonya'da Yeniçağ'da
Müslümanların mağlup edildiği her mücadele bir törenle kutlanıyordu. Dietaris
adı verilen kayıtlar bize bu kutlamaları tek tek takip edebilme imkânı
sağlıyor.[115] Ceuta'nın 1415 yılında
Portekizlilerin eline geçmesi nedeniyle Aragon'da kutlamalar yapılmış; 1482 ve
1492 arasındaki İspanyolların Müslüman Araplara karşı kazandıkları zaferler
şaşaayla kutlanmış; hatta 1481'de Fatih'in ölümü üzerine Katalonya'da
kutlamalar yapılmıştı. Aynı şekilde Otranto'nun yeniden İtalyanların eline
geçmesi de şenlik sebebi olmuştu. Katalanca kaynaklar bunun için Barcelona
şehrinde din adamları tarafından nasıl bir geçit töreni yapıldığını, şehri
dolaşan tören ekibinin pek çok kiliseden geçtiklerini ve bugün Gotik Mahalle
olarak anılan bölgedeki enfes bir yapı olan Santa Maria del Mar Kilisesi'nde
bir tören yapıldığını nakleder.[116] 1532 yılında Şarlken'in üzerine
yürüyen Osmanlı ordusunun haberleri İber Yarımadası'na geldiğinde Katalonya da
imparatorluk için edilen toplu dualara ve ayinlere katılır. Fas sınırları
içinde, Portekiz toprağı olan Mazagao'da da kutsal resim ve heykellerin geri
alınışları için tören düzenlendiğini hatırlayalım. 1677 yılında Meryem Ana
resminin alınışı on beş gün süren bir şenlikle kutlanmıştı.[117]
Müslümanların eline geçen esirlerin
kurtarılması da büyük törenlere vesile olur. Tunus'tan ilk kurtarma ekibinin
dönmesi de aynı şekilde kutlanır. 5 Ocak 1600'de toplanan Arciconfraternita
(Kardeşlik/Dayanışma tarikatı) üyeleri bu ilk yolcuğun anısına bir tören
hazırlamaya karar verirler. "Kutlamayı onurlandırmak" için dört de
asil seçme zorunluluğu olan Palermo Senatosu'nun da tensibiyle çalışmalar
başlar. Bu kutlamaya farklı milletlerden konsolosların da katılması
kararlaştırılır.[118] 9 Ocak'ta kutlama başlar.
Özgürlüğüne kavuşan tüm esirler Santa Maria la Nova Kilisesi'nde bir araya
getirilirler. Buradan da katedrale kadar yürünür ve bir geçit töreni yapılır.
Esirlere bu işin organizatörleri tarafından sağlanan cüppeler giydirilir;
cüppelerin üzerinde Arciconfraternita'nın arması vardır. Ayrıca
ellerinde de birer zeytin dalı.
Bu kutlamaların en çarpıcısı Türk
tehlikesinden uzak İngiltere'de yapılandır. Thames Nehri üzerinde Türklere
karşı kazanılan zaferler su gösterileri şeklinde kutlanıyor, bu muzaffer günler
anılıyordu.[119]
Güç gösterisi olarak ziyafet
Şölen her zaman bolluk, refah,
incelik, zevk ve geleneğin göstergesi olmuş, rutinin aşılması, eğer halka kadar
uzanan bir eğlenceyse de çoğu zaman bir ya da birkaç günlüğüne de olsa açlığın
unutulması anlamına gelmiştir. Ziyafet bir hükümdar nezdinde cömertlik ve gücün
yanı sıra merhametinin de gösterilmesi için bulunmaz bir fırsattır. Aynı
zamanda siyasi olarak gücün taçlandırılmasına hizmet ediyor, hükümdarlara bunu
halkla paylaşma fırsatı veriyordu.
Osmanlı'nın çoğunlukla sünnet
düğünlerine Venedik başta olmak üzere dost devletlere ısrarla çağrıda
bulunması, yapılacak şaşaalı törenin siyasi arenada da rol oynaması arzusuyla
at başı gider. Simancas Arşivi'nde bulunan, Rodrigo Niño, İmparator Şarlken'e 2
Temmuz 1530'da gönderdiği bir mektupta İstanbul'dan bir Osmanlı elçisinin
Venediklileri oğullarının sünnet düğününe çağırmak için Kanallar Şehri'ne
geldiğini belirtiyordu. Bu düğünde "hadsiz hesapsız insan toplanacağını ve
hediyelerin üç milyon altın değerinde olduğunu" da ekliyordu.[120] Venedikliler kendilerinden
beklendiği üzere bu şenlikte en ön sırada yer alacaklardı. Pietro Zen'in yanı
sıra Alvise Gritti ve Zapolya'nın elçisi Hieronimus Laski de hazır
bulunacaklardı. Sultan, Venediklilerin şahit oldukları görkemi Avrupa'ya
yetiştirmekte hiç zaman kaybetmeyeceklerinin bilincindeydi. 1582 sünnet
töreninin haberleri tam da sultanın öngördüğü şekilde Avrupa saray çevrelerinde
yayılmaya başlamıştı bile. Avrupa'nın Yeniçağ'daki en meşhur banker sülalesi
Fugger'lerden kalan mektuplardan biri 51 günlük gösterinin en çarpıcı
detaylarını günbegün anlatır.[121]
Doğu, şatafatın başrolde olduğu bu
gösterilerle Batı'yı büyüleme fırsatını asla kaçırmaz. Hatta Doğu'ya giden
yolda başlar şenlikler. Fransa kralının büyükelçisi sıfatıyla Osmanlı
İmparatorluğu'na gönderilen Nointel, 1673 yılının Eylül ayında Sakız Adası'nda
kralın kendisi gibi karşılanmıştır. Bu adada kendisine bir şölen verilir.
Bademezmesinden ve şekerlemeden yapılan kayalardan şaraplar akar. Bunu havai
fişekler izler.[122] Anthony Sherley 1599'da şah tarafından
Isfahan'da ağırlanmış ve on altı kadının da eğlence için görev aldığı şölene
katılmıştı. Spor gösterileri ve askeri geçitlerin de yapıldığı bu şov
silsilesini ayrıntılarıyla tasvir eden Sherley, dört uzun caddenin ve bu
caddelerin ortasında sahne kurulan meydanda ne tip gösterilere şahit olduğunu
kaleme almıştı. Sahne pahalı halılarla süslenmiş; meyveler, şekerlemelerle
donatılmış ve şarap da unutulmamıştı. Her yer ışık içindeydi.[123] Hesaplarına göre bu dört caddede
yaklaşık 4000 fener yanıyordu. Üstelik de birbirlerine o kadar yakındılar ki,
iki fener arasına bir insan eli bile sığmazdı. Gece yarılarına kadar süren
ziyafette de her çeşit müzik ve müzik enstrümanı mevcuttu.
Aynı şekilde şenlik, bir
başarısızlığın üstünü örtmenin, bunu halka unutturmanın en güzel yoluydu.
1529'da Kanuni, Viyana kuşatması fiyaskosunun akabinde oğulları Mustafa, Mehmed
ve Selim'in sünnet düğünleriyle başkenti renklendirecekti. Sünnet düğününün bu
zamanda kutlanması basit bir tesadüf olmamalıydı. Nitekim tam üç yıl sonra,
Alaman seferinin başarısızlığını kapatmak için de İstanbul'da beş gün beş gece
şenlikler düzenlenecekti.
Çok daha ilginç bir belge 1530
yılında yapılan bu sünnet düğününün içyüzünü açığa çıkarır. İmparatora yazan
yine Rodrigo Niño'dur: "Anlaşıldığı üzere (Kanuni'nin) Viyana'da
kaybettiği atlar, atlarının büyük bir çoğunluğunu oluşturuyormuş ve
Macaristan'a getirdiği onca iyi attan üçte biri geriye dönmemiş. Ayrıca
[muhbirin] belirttiğine göre, bu yıl sessiz sedasız kalmalarının sebebi buymuş.
Savaş meselesini bir kenara bırakmak maksadıyla bu sene çocuklarını sünnet
ettirmek istiyormuş. Ama esas sebep asker ve at yoksunluğuymuş."[124]
[1] Y. B., Alá Superstar,
Barcelona, 2006, s. 13.
[2] a.g.e., s. 65.
[3] Bernard Lewis, "The Roots of
Muslim Rage", The Atlantic Monthly, Eylül 1990.
[4] Felipe Maíllo Salgado, Acerca de
la conquista árabe de Hispania: imprecisiones, equívocos y patrañas, Gijón,
2011, s. 15.
[5] a.g.e., s. 16.
[1] Paolo Domenico Malvinni, La
Magnifica intrapresa: galeas per montes conducendo, Trento, 2010, s. 76.
[2] a.g.e., s. 47.
[3] Salustiano Moreta Velayos, Myo
Çid, el Campeador, Zamora, 2000, s. 45.
[4] V. Ja. Propp, Masalların yapısı ve
incelenmesi, çev. Hüseyin Gümüş, Ankara, 1987, s. 29.
[5] İstanbul'un Fethi. Dünyadaki
yankısı. der. Agustino Pertusi, II. cilt, çev. Mahmut H. Şakiroğlu,
İstanbul, 2006, s. 143.
[6] a.g.e., s. 136.
[7] a.g.e., s. 137.
[8] a.g.e., s.28.
[9] Charles A. Frazee, Katolikler ve
Sultanlar. Kilise ve Osmanlı İmparatorluğu. 1453-1923, çev. Cemile Erdek,
İstanbul, 2009, s. 8.
[10] John Freely, Cem Sultan:
Rönesans Avrupası'nda Tutsak Bir Şehzade, çev. Püren Özgören, İstanbul,
2005, s. 28.
[11] Roberto Iovino veIleana Mattionn, Sinfonía
gastronómica (Música, eros y cocina), Madrid, 2009, s. 56.
[12] Johan Huizinga, Ortaçağ'ın
Günbatımı, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul, 1997, s. 135.
[13] a.g.e., s. 135.
[14] a.g.e., s. 136.
[15] Charles A. Frazee, Katolikler ve
Sultanlar. Kilise ve Osmanlı İmparatorluğu. 1453-1923, a.g.e., s. 7.
[16] Franco Cardini, Europa e Islam.
Storia di un malinteso, Roma-Bari, 1999, s. 197; Leyla Coşan, 16.
yüzyılda Almanların Türklerden korunmak için yazdığı dualar. Tanrım bizi
Türklerden koru, İstanbul, 2009, s. 134.
[17] a.g.e., s. 200.
[18] L. S. Stavrianos, The Balkans
since 1453, NY, 1961, s. 61.
[19] a.g.e., s. 61.
[20] Anthony Grafton, Yıldızların
Efendisi. Rönesans Astroloğu Giardano Cardano'nun yaşamı, çev. Zuhal
Bilgin, İstanbul, 2004, s. 201.
[21] Mustafa Soykut, "The Turk as
the 'Great Enemy of European Civilization' and the changing image in the
aftermath of the second siege of Vienna: (In the light of Italian political
literature)", Historical Image of the Turk in Europe. 15th century to
the present. Political and Civilisational Aspects, İstanbul, 2003, s. 48.
[22] Antonio Spinoso, La Saga dei
Borgia. Delitti e santità, 1999, Milano, s. 90.
[23] a.g.e., s. 90.
[24] a.g.e., s. 106.
[25] Nancy Bisaha, Creating East and
West. Renaissance Humanists and the Ottoman Turks, Philadelphia, 2004, s.
148.
[26] Halil İnalcık, "Fâtih:
Konstantinopolis'in fethi ve merkezî imparatorluğun kuruluşu", Devlet-i
Âliyye. Osmanlı İmparatorluğu üzerine araştırmalar-I, İstanbul, 2009, s.
111.
[27] a.g.e., s. 148.
[28] Ennio Concina, I Doge e il
Sultano/Doç ve Sultan. 16 yüzyıl başında ticaret, sanat ve ilişkiler,
İstanbul, 1994, s. 45.
[29] Stephen O'Shea, İnanç denizi.
Ortaçağ Akdenizi'nde İslam ve Hıristiyanlık, çev. Egemen Demircioğlu,
İstanbul, 2011, s. 299.
[30] Gérard Walter, 1999, s. 48.
[31]
(1453-1821), Atina, 1977, s. 8-9.
[32] a.g.e., s. 9.
[33] Franco Cardini, Europa e Islam.
Storia di un malinteso, s. 222.
[34] Bkz. Gülru Necipoğlu,
"Süleymân the Magnificent and the representation of power in the context
of Ottoman-Habsburg-Papal Rivalry", Süleymân the Second and his time,
der. Halil İnalcık & Cemal Kafadar, İstanbul, 1993. s. 175.
[35] Christopher G. Ferrard, "The
amount of Constantinopolitan Booty in 1204", Studi Veneziani. A
cura Dell'Istituto di Storia dell Società e dello Stato Veneziano e
dell'istituto "Venezia e L'Oriente' della Fondazione Giorgio Cini, cilt
XIII, Floransa, 1971, s. 96-104.
[36] Stanley G. Payne, La España
Imperial, Madrid, 1994, s. 107.
[37] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, Barcelona, 2009, s. 37.
[38] Henry Kamen, The Spanish
Inquisition, New York, 1965, s. 76.
[39] Halil İnalcık, "Avrupa
devletler sistemi: Fransa ve Osmanlı", Doğu Batı. Makaleler I,
Ankara, 2009, s. 245
[40] Fernando Díaz Plaja, La vida
cotidiana en la España de la Inquisición, Madrid, 1996, s. 27.
[41] Fernand Braudel, The Mediterranean
and the Mediterranean World in the Age of Philip II, NY, 1975, cilt II, s.
73.
[42] Rafael Narbona Vizcaíno, "La
introducción de la Inqusición -en las ciudades de Castilla y de la Corona de
Aragon", Tolerencia y fundamentalismos en la Historia, der.
Francisco Javier Lorenzo Pinar, Salamanca, 2007, s. 55.
[43] John Lynch, Spain under the
Habsburgs, cilt I., Londra, 1964, s. 218.
[44] Marianna D. Birnbaum, Gracia
Mendes. Bir Sefaradın Uzun Yolculuğu, çev. Mercan Uluengin, İstanbul, 2007,
s. 31.
[45] Nevill Barbour, "The
significance of the word maurus, with its derivatives moro and moor,
and of other terms used by Medieval writers in Latin to describe the
inhabitants of Muslim Spain", Actas do IV Congresso de Estudos Árabes e
Islâmico, Coimbra-Lisboa, 1968, Leiden, 1971, s. 13.
[46] José Fernández Cormanzara, Fray
Luis de León, Barcelona, 1992, s. 55.
[47] J. T. Elliot, Imperial Spain,
Londra, 1981, s. 218.
[48] Haim Beinart, Los conversos ante
el tribunal de la Inquisición, s. 148.
[49] a.g.e., s. 55.
[50] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 205.
[51] a.g.e., s. 26.
[52] Ricardo Garcia Cárcel, L'Inquisizione,
Madrid,1990; Milano, 1994, s. 46.
[53] Ronald E. Surtz,"Crimes of the
tongue: The Inquisitorial trials of Cristóbal Duarte Ballester", Medieval
Encounters, 12, 3, Leiden, 2006, s. 525.
[54] Haim Beinart, Los conversos ante
el tribunal de la Inquisición, s. 45.
[55] a.g.e., s. 201.
[56] Rafael Carrasco, Deportados en
el nombre de Dios. La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 202.
[57] a.g.e., s. 42.
[58] Nikos Kazancakis, Kardeş
Kavgası, çev. Kosta Daponte, İstanbul, 1975, s. 20.
[59] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, Albany,1983, s. 6.
[60] Andrew Wheatcroft, Infidels. A
history of the conflict between Christendom and Islam, 2004, Londra, s.
141.
[61] Ricardo Garcia Cárcel, L'Inquisizione,
s. 58.
[62] a.g.e., s. 59.
[63] Marianna D. Birnbaum, Gracia
Mendes. Bir Sefaradın Uzun Yolculuğu, s. 18.
[64] Juan Gonzáles Castaño, "El
informe de fray Juan de Pereda sobre los mudéjares murcianos en vísperas de la
expulsión, año 1612", Revista de Ciencias Sociales, sayı 14, Murcia,
1992, s. 219.
[65] a.g.e., s. 219.
[66] Francisco de Quevedo, La Vida
del Buscón, Madrid, 1999, s. 23.
[67] Haim Beinart, Los conversos ante
el tribunal de la Inquisición, s. 93.
[68] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, Albany,1983, s. 2.
[69] Serge Gruzinski, Orada saat
kaç?, İstanbul, 2010, s. 149. Latincesi şöyledir: nutrix mahometicae
pravitatis.
[70] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 76.
[71] a.g.e., s. 44.
[72] Haim Beinart, Los conversos ante
el tribunal de la Inquisición, s. 20.
[73] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, a.g.e., s. 67.
[74] Victor von Klarwill (der.), The
Fugger News-letters. Being a Selection of Unpublished Letters from the
Correspondents of the House of Fugger during the years 1568-1605, 1924,
Londra, s. 14.
[75] Antonio Domínguez Ortiz, Moriscos:
La mirada de un historiador, Granada, 2009, s. 88.
[76] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history., s. 9.
[77] Julio Caro Baroja, Moriscos del
Reino de Granada, Madrid, 1957, s. 152.
[78] Andrew Wheatcroft, Infidels. A
History of the Conflict between Christendom and Islam, 2004, Londra, s.
143.
[79] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, s. 20.
[80] a.g.e., s. 22.
[81] Peter Burke, Yeniçağ Başında
Avrupa Halk Kültürü, çev. Göktuğ Aksan, İstanbul, 1996, s. 45.
[82] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 73.
[83] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, s. 11.
[84] Miguel Ángel de Bunes, Los
moriscos en el pensamiento histórico, Madrid, 1983, s. 27.
[85] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 74.
[86] a.g.e., s. 76.
[87] a.g.e., s. 84.
[88] José María Perceval, "Todos
son uno. Arquetipos, xenofobia y racismo. La imagen del morisco en la Monarquía
Española durante los siglos XVI y XVII", Instituto de Estudios
Almerienses, 1997, Almería, s. 155.
[89] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 108.
[90] Miguel Ángel de Bunes, Los
moriscos en el pensamiento histórico, s. 40.
[91] Andrew Wheatcroft, Infidels. A
history of the conflict between Christendom and Islam, s. 144
[92] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 111.
[93] a.g.e., s. 113.
[94] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, Madrid, 1978, s. 54.
[95] a.g.e., s. 10.
[96] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, s. 12.
[97] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 132
[98] Miguel Ángel de Bunes, Los
moriscos en el pensamiento histórico, a.g.e., s. 37
[99] Peter Burke, Yeniçağ Başında
Avrupa Halk Kültürü, s. 65.
[100] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 116.
[101] a.g.e., s. 117.
[102] a.g.e., s. 118.
[103] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, a.g.e., s. 95.
[104] Andrew Wheatcroft, Infidels. A
history of the conflict between Christendom and Islam, s. 143.
[105] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 62.
[106] a.g.e., s. 57.
[107] a.g.e., s. 37
[108] a.g.e., s. 85.
[109] a.g.e., s. 45.
[110] a.g.e., s. 26.
[111] Juan Bautista de Avalle-Arce, Enciclopedia
Cervantina, Alcalá de Henares, 1997, s. 318.
[112] Miguel Ángel de Bunes, Los
moriscos en el pensamiento histórico, s. 55.
[113] a.g.e., s. 81.
[114] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, s. 19.
[115] a.g.e., s. 13.
[116] a.g.e., s. 14.
[117] Juan Bautista de Avalle-Arce, Enciclopedia
Cervantina, s. 318.
[118] Lourdes María Alvarez,
"Prophecies of Apocalypse in sixteenth-century Morisco writings and the
wondrous tale of Tamim al-Dari", Medieval Encounters, no: 13,
Leiden, 2007, s. 566.
[119] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 90.
[120] Álvaro Galmés de Fuentes, Los
Moriscos desde su misma orilla, Madrid, 1993, s. 43.
[121] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 91.
[122] Grace Magnier, Pedro de Valencia
and the Catholic Apologists of the Expulsion of the Morisco, s. 162.
[123] a.g.e., s. 163.
[124] Lourdes María Alvarez,
"Prophecies of Apocalypse in sixteenth-century Morisco writings and the
wondrous tale of Tamim al-Dari", s. 568.
[125] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una ignominia,
s. 94.
[126] Ercüment Kuran, "Cezayirli
Türklerin Endülüs Müslümanlarını Kuzey Afrika'ya nakli ve neticeleri", Endülüs'ten
İspanya'ya, Ankara, 1996, s. 63.
[127] a.g.e., s. 64.
[128] a.g.e., s.64.
[129] a.g.e., s. 65.
[130] Fernand Braudel, The
Mediterranean and the Mediterranean World in the age of Philip II, cilt II,
s. 1066.
[131] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 78.
[132] Antonio Domínguez Ortiz, Moriscos:
La mirada de un historiador, a.g.e., s. 31
[133] Ercüment Kuran, "Cezayirli
Türklerin Endülüs Müslümanlarını Kuzey Afrika'ya nakli ve neticeleri", Endülüs'ten
İspanya'ya, s. 66.
[134] a.g.e., s. 66.
[135] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 89.
[136] a.g.e., s. 88.
[137] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 35.
[138] Álvaro Galmés de Fuentes, Los
Moriscos desde su misma orilla, s. 76.
[139] a.g.e.
[140] Cehennem bekçisi üç başlı köpek.
[141] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, s. 25.
[142] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü,
İstanbul, 1993, s. 173.
[143] a.g.e., s. 25.
[144] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 137.
[145] a.g.e., s. 138.
[146] a.g.e., s. 139.
[147] a.g.e., s. 139.
[148] Julio Caro Baroja, Moriscos del
Reino de Granada, Madrid, 1957, s. 151.
[149] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 102.
[150] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 140.
[151] a.g.e., s. 141.
[152] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 105.
[153] a.g.e., s. 106.
[154] Anvar G. Chejne, Islam and the
West. Moriscos. A cultural and social history, s. 24.
[155] a.g.e., s. 25.
[156] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 96.
[157] a.g.e., s. 126.
[158] José María Perceval, "Todos
son uno. Arquetipos, xenofobia y racismo. La imagen del morisco en la Monarquía
Española durante los siglos XVI y XVII", Instituto de Estudios
Almerienses, s. 157.
[159] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, s. 102.
[160] a.g.e., s. 51.
[161] a.g.e., s. 158.
[162] Pedro Longás, La vida religiosa
de los Moriscos, Granada, 1998, s. LIV.
[163] Rafael Carrasco, Deportados en
nombre de Dios: La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 64.
[164] a.g.e., s. 72.
[165] a.g.e., s. 73.
[166] a.g.e., s. 199.
[167] Antonio Domínguez Ortiz, Moriscos:
La mirada de un historiador, a.g.e., s. 91.
[168] Mercedes Garcia-Arenal, Inquisición
y moriscos. Los procesos del Tribunal de Cuenca, a.g.e., s. 71.
[169] Francisco de Quevedo, La Vida
del Buscón, s. 56.
[1] Peter Burke, Yeniçağ başında
Avrupa halk kültürü, s. 40.
[2] Relación histórica del año
MDCLXXXVII, tocante al estado, sucesos, y progresos de la Liga Sagrada contra
turcos. Formada de las últimas cartas de Italia y el Norte. Publicada el Martes
2 de Deziembre.
[3] a.g.e.
[4] Discurso de los prodigios y
maravillosas señales que se han visto en Constantinopla. Y de la gran peste y
mortandad que ay en la ciudad. Y de los torvellinos y temblores, motín de
genízaros, destruyción de casas y haziendas, y miserable estado en que al
presente se halla aquella ciudad y su emperador. Y de la pérdida de su exército
en Persia, y otras muchas nuevas que en pocos días tuvo, de grandes pérdidas en
mar y tierra, de galeras y baxales, y gente, que trayan bastimentos a su
armada.
[5] Stanley G. Payne, La España
Imperial, s. 79.
[6] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance. Oxford University
Press. New York, 1937, s. 251.
[7] a.g.e., s. 251.
[8] Hélène Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, çev. Suat Başar Çağlan, İzmir, 2009, s. 254.
[9] "Aviso" olarak anılan ve
şaşırtıcı bir hızla kıtanın dört bir yanına ulaşan bu haberlerde Türklerle
ilgili her türlü detay gerekli noktalara şaşkınlık verici zamanda
ulaştırılıyor, özellikle savaş arifelerinde bu mektupların gidecekleri noktaya
ulaşması sadece birkaç gün alıyordu. Türklerle ilgili haberler getiren bu
mektuplar kopyalanıyor, dağıtılmaya devam ediyordu. Kopyaların kopyalarının da
yapıldığı oluyor, satır aralarına bunları çoğaltan ya çoğalttıran kişinin
yorumları da karışıyordu. Genellikle tehlikenin büyüklüğünü mübalağa yoluyla
vurgulayan bu yorumlar Avrupa'nın diğer ucunda, yine aynı şekilde eli kulağında
Türk tehlikesini tedirgin bir şekilde bekleyen diğer devlet ve halklara
ulaştırılıyordu.
[10] Copia d'alcuni avissi venuti per
letter di Costantinopoli, dove si nara due meravigliosi casi occorsi in quella
città, et del nascimento d'un monstro ispaventevole, come leggendo intenderete.
[11] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa:
Batı'da Balkan İmajı, İstanbul, 2006, s. 81.
[12] Sir Gawain and the Green Knight,
Penguin Classics, 1974, Londra. Ayrıca bkz. Thomas Hahn, "The Turk and Sir
Gawain", Sir Gawain: Eleven Romances and Tales. Michigan, 1995.
[13] Sir Thomas Malory, Kral Arthur,
Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri, çeviren ve uyarlayan: Bilgin Adanalı,
İstanbul, 2010, s. 131.
[14] A. Yaşar Ocak, Sarı Saltık.
Popüler İslâm'ın Balkanlar'daki Destanî Öncüsü, 2002, Ankara, s. 61.
[15] Relación de la muerte del Gran
turco y causas della... Sevilla, Francisco de Lyra, 1621.
[16] Patrick Begrand, "Las figuras
del renegado y del mártir, metáforas del infierno y del paraíso", Pierre
Civil-Françoise Crémoux Jacobo Sanz (der.): España y el mundo a través de
las relaciónes de sucesos (1500-1750), Salamanca, 2008, s. 26.
[17] a.g.e., s. 56.
[18] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 437
[19] Copia de una carta que escrivió
el muy reverendo padre Fray Jacobo de Ambrosi, provincial de la provincia de
Armenia, de la orden de nuestro glorioso Patriarca Sancto Domingo; al
Reverendíssimo Padre Fray Niculas Rodulfi, Maestro general de toda la dicha
orden; en la qual le haze relación de un maravilloso caso, que (mediante la
Virgen Santísima nuestra señora del Rosario) le sucedió con mucha cantidad de
Turcos y Moros que habitan aquella tierra, y como se han reducido y reducen
muchísimos cada día a nuestra Santa Fee Cathólica. Y assí mismo le avisa, de
cómo se hundió el arca en que estavan los huessos del falso Profeta Mahoma, y
cómo no parecen y otras cosas milagrosas que declara esta relación. Su data en
Chavioli a 15 días del mes de Otubre, deste año de 1630.
[20] Pierre Civil-Françoise Crémoux
Jacobo Sanz (Eds): España y el mundo a través de las relaciónes de sucesos
(1500-1750), s. 60.
[21] a.g.e., s. 65.
[22] Relación de los maravillosos
efectos, que en la ciudad de Sevilla ha obrado una missión de los padres de la
compañia de Jesus, este año de mil y seiscientos y setenta y dos: especialmente
en la conversación de 44 turcos y moros, de que baptizó 38. El ilustríssimo
señor Arçobispo D. Ambrosio Ignacio de Espinola y Guzmán, con obstentosa
celebridad, dispuesta y executada por la Santa y Metropolitana iglesia de
Sevilla.
[23] Copia d'alcuni avissi venuti per
letter di Costantinopoli, dove si nara due meravigliosi casi occorsi in quella
città, et del nascimento d'un monstro ispaventevole, come leggendo intenderete.
In Venetia, 1622. Con licenza de' superiori.
[24] a.g.e., fol. 3.
[25] L. S. Stavrianos, The Balkans
since 1453, s. 117.
[26] Halil İnalcık, "Tarihte Avrupa
Birliği ve Türkiye", Osmanlılar. Fütühat, İmparatorluk, Avrupa ile
ilişkiler, İstanbul, 2010, s. 216.
[27] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, The
University of Michigan Press, 1993, s. 57.
[28] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü,
s. 119.
[29] Christopher Dell, Canavarlar.
Garip Yaratıklar Kitabı, çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul, 2011.
[30] Claude Kapller, Monstruos,
demonios y maravillas. A fines de la Edad Media, çev. Julio Rodríguez
Puértolas, Madrid, 2004, s. 23.
[31] Al motto Mag. Sis. Mio il sig.
Paris Mantovano in Roma. In Fiorenza & in Bologna, per Nicolo Tebaldini,
nella scimia, 1629.
[32] Anthony Grafton, Yıldızların
Efendisi. Rönesans Astrologu Giardano Cardano'nun yaşamı, s. 56.
[33] Copia de carta escrita de la
ciudad de Constantinopla, a vn cauallero de esta de Seuilla, en que le dà la
noticia del mas horrendo cometa que hasta aora se ha visto, y de las ruynas que
amenaça al Imperio Octomano.
[34] Victor von Klarwill (der.), The
Fugger News-letters. Being a Selection of unpublished letters from the
Correspondents of the House of Fugger during the years 1568-1605, s. 155.
[35] Chedo Mijatovich, Servia and the
Servians, Londra, 1908, s. 136.
[36] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", s. 254.
[37] Radmile Marinković, "Medieval
literature", The History of Serbian culture, der. Pavle Ivić, 1999,
Middlesex, s. 62.
[38] Nada Milošević-Đorđević, "The
Oral Tradition", The History of Serbian culture, s. 151.
[39] Peter. F. Sugar, Southeastern
Europa under Ottoman rule, 1354-1804, vol 5, Seattle-Londra, 1977, s. 168.
[40] Catherine Wendy Bracewell, The
Uskoks of Senj. Piracy, banditry and holy war in the sixteenth-century
Adriatic, Ithaca & Londra, 1992, s. 19.
[41] Bkz. L. S. Stavrianos, The
Balkans since 1453, s. 107-109.
[42] a.g.e., s. 22.
[43] a.g.e., s. 22.
[44] a.g.e., s. 108.
[45] cilt, I, Αθηνα, 1996.
[46] a.g.e., s. 109.
[47] Nevill Barbour, "The
significance of the word maurus, with its derivatives moro and moor, and of
other terms used by Medieval writers in Latin to describe the inhabitants of
Muslim Spain", Actas do IV Congresso de Estudos Árabes e Islâmico,
Coimbra-Lisboa, 1968, Leiden, 1971, s. 13.
[48] a.g.e., s. 109.
[49] Chedo Mijatovich, Servia and the
Servians, s. 141.
[50] a.g.e., s. 141.
[51] a.g.e., s. 142.
[52] Peter Burke, Yeniçağ başında
Avrupa halk kültürü, s. 194.
[53] Chedo Mijatovich, Servia and the
Servians, s. 163.
[54] a.g.e., s. 164.
[55] Apostolos E. Vacalopoulos, The
Greek Nation. 1453-1669. Cultural &Economic Background of Modern Greek
Society, çev. Ian ve Phania Moles, New Jersey, 1976, s. 16.
[56] a.g.e., s. 165.
[57] Georg Schreiber, Türklerden
Kalan. çev. Esat Nermi, İstanbul, 1982, s. 123.
[58] Chedo Mijatovich, Servia and the
Servians, s. 166.
[59] a.g.e., s. 167.
[60] Danijela Gavrilović, "Elements
of Ethnic Identification of the Serbs", Facta Universitatis, series:
Philosophy, Sociology and Psychology, vol. 2, no: 10, 2003, s. 722.
[61] The Song of Roland, der.
Glyn Burgess, Londra, 1990, s. 90.
[62] William Shakespeare, Othello,
çev. Özdemir Nutku, İstanbul, 2008, s. 75.
[63] William Shakespeare, Richard II,
der. Sylvan Barnet, Londra, 1999, s. 76.
[64] William Shakespeare, Venedik
Taciri, çev. Bülent Bozkurt, İstanbul, 1992, s. 38.
[65] Rafael Carrasco, Deportados en
el nombre de Dios. La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 120.
[66] a.g.e., s. 119.
[67] Lazarillo Hayatı Öğreniyor,
(Anonim), çev. Özlem Kumrular, İstanbul, 1998, s. 9.
[68] Bkz. Francis W. Carter, Dubrovnik
(Ragusa): A classic city-state. New York; Londra, 1972.
[69] Peter. F. Sugar, Southeastern
Europe under Ottoman Rule, 1354-1804, cilt 5, s. 180.
[70] Radmila Marinković, "Medieval
Literature", The History of Serbian Culture, der. Pavle Ivić, çev.
Randall A. Major, 1999, Middlesex, s. 53-66.
[71] Ivan Gundulić, Osman, çev.
E. D. Goy, Zagreb, 1991.
[1] Jacques Heers, Los berberiscos,
çev. Teresa Clavel Lledó, Barcelona, 2003, s. 28.
[2] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), çev. Dilek Berilgen Cenkçiler, Ankara, 2010, s. 37.
[3] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman tacir, çev. Turgut Akpınar, 1996, İstanbul, s. 49.
[4] Claude Kapller, Monstruos,
demonios y maravillas. A fines de la Edad Media, s. 28.
[5] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 67.
[6] C. F. Beckingham,"Hakluyt's
use of the materials available to him. The Near East: North and North-east
Africa", Between Islam and Christendom, s. 186.
[7] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), çev. Turgut Akpınar, İstanbul, 1995, s.
145.
[8] a.g.e., s. 147.
[9] a.g.e., s. 50.
[10] Casey Blanton, Travel Writing.
The self and the world, NY, 2002, s. 7.
[11] Peter Burke, Yeniçağ Başında
Avrupa Halk Kültürü, s. 208.
[12] Vasili Vladimiroviç Barthold, Rusya
ve Avrupa'da Oryantalizm, çev. Kaya Bayraktar; Ayşe Meral, İstanbul, s.
170.
[13] C. F. Beckingham,"Dutch
travellers in Arabia in the Seventeenth Century", Between Islam and
Christendom, s. 22.
[14] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, çev. Türkis Noyan, İstanbul, 2003,
s. 112.
[15] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The Travels and Missions of the Chevalier d'Arvieux, NY,
1653-1697, s. 192.
[16] Massimo Montanari, Il formaggio
con le pere. La storia in un proverbio, Bari/Roma, 2010.
[17] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 56.
[18] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi (Stefanos Yerasimos'un anısına), der. Stefanos Yerasimos,
çev. Ali Berktay, İstanbul, 2009, s. 220.
[19] Massimo Montanari, Alimentazione
e cultura nel Medioevo, 1988, Roma-Bari, s. 29.
[20] C. F. Beckingham, "Hakluyt's
use of the materials available to him. The Near East: North and North-east
Africa", Between Islam and Christendom, s. 187.
[21] Michael Strachan, The Life and
Adventures of Thomas Coryate, NY, 1962, s 180.
[22] C. F. Beckingham,"Some early
travels in Arabia", Between Islam and Christendom, s. 160.
[23] Kritovulos, İstanbul'un Fethi,
çev. Karolidi, İstanbul, 2005, s. 30.
[24] a.g.e., s. 56
[25] a.g.e., s. 87.
[26] a.g.e., s. 100.
[27] a.g.e., s. 86.
[28] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, der.
Michel Balivet, çev. Lale Aslan Özcan, İstanbul, 2003, s. 38.
[29] Leyla Coşan, 16. Yüzyılda
Almanların Türklerden korunmak için yazdığı dualar. Tanrım bizi Türklerden
Koru, s. 46.
[30] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 23.
[31] Pál Fodor, "The Simurg and the
Dragon: The Ottoman Empire and Hungary (1390-1533)", Fight against the
Turk in central Europe in the First half of the 16th century, der. István Zombori, Budapeşte,
2004, s. 35
[32] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 140.
[33] a.g.e., s. 140.
[34] a.g.e., s. 140.
[35] Paolo Giovio, Libro de las
historias y cosas acontecidas en Alemaña, España, Francia, Italia, Flandres,
Inglaterra, Reyno de Artois, Dacia, Grecia, Sclauonia, Egypto, Polonia,
Turquia, India y mundo nueuo y en otros reynos y señorios, començando del
tiempo del Papa Leon y de la venida de... Carlos quinto de España hasta su
muerte / compuesto por Paulo Ionio... en latin y traduzido en romance
castellano por Antonio Ioan Villafranca y por el mismo añadido lo que faltaua
en louio hasta la muerte del... Emperador Carlos quinto, Valencia, 1562,
Önsöz.
[36] Serge Gruzinski, Orada saat
kaç?, s. 140.
[37] a.g.e., s. 128.
[38] a.g.e., s. 134.
[39] a.g.e., s. 136.
[40] Lourdes María Alvarez,
"Prophecies of Apocalypse in sixteenth-century Morisco writings and the
wondrous tale of Tamim al-Dari", Medieval Encounters, s. 570.
[41] Serge Gruzinski, Orada saat
kaç?, s. 138.
[42] a.g.e., s. 138.
[43] Anthony Grafton, Yıldızların
Efendisi. Rönesans Astroloğu Giardano Cardano'nun yaşamı, s. 55.
[44] a.g.e., s. 59.
[45] a.g.e., s. 88-89.
[46] a.g.e., s. 89.
[47] a.g.e., s. 89.
[48] a.g.e., s. 61.
[49] a.g.e., s. 155.
[50] Leyla Coşan, 16. Yüzyılda
Almanların Türklerden korunmak için yazdığı dualar. Tanrım bizi Türklerden
Koru, s. 69
[51] Glanroy Emmons, "The
Historical and literary perspectives of 'Romances moriscos novelerescos'",
Hispania, 1961, s. 255.
[52] a.g.e., s. 45.
[53] a.g.e., s. 39.
[54] a.g.e., s. 39.
[55] a.g.e., s. 31.
[56] a.g.e., s. 28.
[57] Peter Burke, Yeniçağ Başında
Avrupa Halk Kültürü, s. 181.
[58] Ümit Gürol, İtalyan Edebiyatında
Türkler, Ankara, 1987, s. 34.
[59] a.g.e., s. 15
[60] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
Devrinde Türkler ve İngilizler, İstanbul, 1951, s. 7.
[61] Ümit Gürol, İtalyan Edebiyatında
Türkler, s. 16.
[62] Lynn Ramey, "Redoutables
Sarrasins, aimables princesses sarrasines", Histoire de l'Islam et des
Musulmans en France du Moyen Âge à nos jours, der. Mohammed Arkoun,
Éditions Albin Michel, 2006, s. 47.
[63] a.g.e., s. 48.
[64] Andrea Rognoni, "Lo spirito
antislamico nell'opera del Boiardo (1441-1487)", Quaderni Padani,
No: 22-23, 1999, s. 81
[65] Ana Corbalán Vélez,
"Aproximación a la imagen del musulmán en la España medieval",
parnaseo.uv.es, University of North Carolina at Chapel Hill, 2003.
[66] John V. Tolan, Saracens. Islam
in the Medieval European Imagination, New York, 2002, s. 106.
[67] a.g.e., s. 107.
[68] Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, s. 166.
[69] a.g.e., s. 153.
[70] José Luis Martín, "Los
carolingios en España", Carlomagno, Madrid, 2004, s. 63.
[71] Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, s. 167.
[72] Dorothee Metlitzki, The Matter
of Araby in the Medieval England, Londra, 1977, s. 118.
[73] a.g.e., s. 64.
[74] José Luis Martín, "Los carolingios
en España", Carlomagno, s. 64.
[75] a.g.e., s. 65.
[76] Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ Efsaneleri,
s. 170.
[77] The Song of Roland, s. 129
[78] John V. Tolan, Saracens. Islam
in the Medieval European Imagination, New York, 2002, s. 120.
[79] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 389.
[80] Dorothee Metlitzki, The matter
of Araby in the Medieval England, s. 117.
[81] Ümit Gürol, İtalyan edebiyatında
Türkler, s. 16.
[82] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 390.
[83] a.g.e., s. 390.
[84] a.g.e., s. 413.
[85] a.g.e., s. 413.
[86] Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, s. 169.
[87] Ramón Menéndez Pidal, El
Romancero español, s. 3.
[88] a.g.e., s. 4.
[89] a.g.e., s. 7.
[90] Ana Corbalán Vélez,
"Aproximación a la imagen del musulmán en la España medieval", 2003.
[91] a.g.e., s. 45.
[92] a.g.e., s.67.
[93] William Shakespeare, Henry V,
Londra, 2010, s. 56.
[94] Jan Read, The Moors of Spain,
Londra, 1974, s. 130.
[95] Cantar de mio Cid, der. Luis
Guarner, Madrid, 1980, s. 41.
[96] a.g.e., s. 59.
[97] Jan Read, The Moors of Spain,
Londra, 1974, s. 132.
[98] antar de mio Cid, s. 79.
[1] Maximilian Grothaus, "Doğu ile
Batı'nın kesişimi: Ptuj'da Turquerie", 17. Yüzyıl Avrupasında Türk
İmajı, İstanbul, 2007, s. 73.
[2] Bruno Genito, "Un Carmelito
Scalzo del XVIII secolo: tra ideologia medievale e coscienza moderna del reale
in alcune interpretazioni e disegni di resti archeologici", La
Conoscenza dell'Asia e dell'Africa in Italia nei secoli XVIII e XIX, Vol I,
Tomo I, der. Ugo Marazzi, 1984, Napoli, s. 492.
[3] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 67.
[4] a.g.e., s. 3.
[5] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 1.
[6] Salvatore Bono, "Médecins
Italiens en Voyage au Magreb", Storie di viaggio e di viaggiatori.
Incontro nel Mediterraneo, Atti del III Seminario internazionale della
Commissione Nazionale Italiana per l'Unesco, Cagliari, 3-5 ottobre, 1996, s.
137-151.
[7] Marco Tangheroni, "Viaggi e
viaggiatori nel Mediterraneo medievale", Storie di viaggio e di
viaggiatori. Incontro nel Mediterraneo, s. 11.
[8] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
Devrinde Türkler ve İngilizler, s. 12
[9] a.g.e., s. 15.
[10] Bernard Lewis, "The Ottoman
obsession", FMR, Ekim, 1984, s. 95.
[11] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 53.
[12] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 51.
[13] István György Tóth,
"Travelling disguised through Slavonia in 1626 (The journey of the
Dalmatian humanist Athanasio Georgiceo-new manuscript and new interpretation),
http://hrcak.srce.hr
[14] C. F. Beckingham,"The
Itinerário of Fr Pantaleão de Aveiro", Between Islam and Christendom,
s. 6.
[15] C. F. Beckingham, "Pantaleão
de Aveiro and the Ethiopian Communiy in Jerusalem", Between Islam and
Christendom, s. 330.
[16] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, İstanbul, 2007,
s. 60.
[17] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 28.
[18] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573., çev. Teoman Tunçdoğan, İstanbul, 2009, s. 113.
[19] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s 50.
[20] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, çev. Türkis Noyan, 2011, s. 44.
[21] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 218.
[22] a.g.e., s. 36.
[23] Umberto Eco, Güzelliğin Tarihi,
çev. Ali Cevat Akkoyunlu, alıntı metin çevirileri: Ali Cevat Akkoyunlu, Sait
Maden, Seynan Levent, Kadriye Göksel, Gülseren Devrim, Tankut Gökçe, Halil
Beytaş, Ülkem Özge Sevgililer, İstanbul, 2006, s. 167.
[24] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim. der. George Bull, Londra, 1989, s. 45.
[25] Vasili Vladimiroviç Barthold, Rusya
ve Avrupa'da Oryantalizm, s. 169.
[26] a.g.e., s. XI.
[27] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 112.
[28] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 131.
[29] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 32.
[30] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The History and Literature of Travel to Greece, s. 54.
[31] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, The Johns Hopkins University Press, 2006, s. 56.
[32] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
çev. Dilek Şendil, İstanbul, 2006, s. 79.
[33] Ángel Luis Molina Molina, "Los
Viajes por mar en la Edad Media", Cuadernos de Turismo, sayı 5,
2000, 116.
[34] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose: Islam and England during the Renaissance, 1937, s. 27.
[35] a.g.e., s. 31.
[36] a.g.e., s. 32.
[37] a.g.e., s. 32.
[38] a.g.e., s. 186.
[39] Ioli Vingopoulou, Le monde Grec
vu par les voyageurs de XVIe siecle, Collection Histoire des Ideés 4,
Atina, 2004, p. 50.
[40] a.g.e., p. 41.
[41] a.g.e., s. 41
[42] a.g.e., s. 44.
[43] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573., s. 31.
[44] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi. (Stefanos Yerasimos'un Anısına) der. Stefanos Yerasimos,
İstanbul, 2006, s. 44.
[45] a.g.e., s. 45.
[46] Marianna D. Birnbaum, Gracia
Mendes. Bir Sefaradın Uzun Yolculuğu, s. 19
[47] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 56.
[48] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 40.
[49] Giuseppe Rosaccio, Viaggio da
Venetia, a Costantinopoli Per Mare, e per Terra, & insieme quello di Terra
Santa. Venedik: Giacomo Franco 1598, f. 23.
[50] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, der. Hrand D. Andreasyan, İstanbul, 1964, s. 2.
[51] a.g.e., s. 3.
[52] a.g.e., s.3.
[53] Miguel de Cervantes Saavedra, Don
Quijote, çev. Bertan Onaran, İstanbul, 1992, s.34.
[54] a.g.e., s. 139.
[55] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi. s. 43.
[56] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 87.
[57] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 48.
[58] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 37.
[59] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 23.
[60] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581 (Ein newe Reyssbeschreibung auss Teutschland
nach Constantinopel und Jerusalem. Mit hundert schönen newen Figuren in III
unterschiedlichen Büchern. Ausffs fleissighst eigner person verzeichnet und
abgerrissen durch Salamon Schweigger Johann Lantzenberger, Nürnberg 1608)
çev. Türkis Noyan, Istanbul, 2004, s. 45.
[61] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 112.
[62] H. U. Krafft, Türklerin elinde
bir Alman tacir, s. 26.
[63] a.g.e., s. 30
[64] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 41.
[65] a.g.e., s. 42.
[66] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 45.
[67] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 49.
[68] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 38.
[69] Ioli Vingopoulou, Le Monde Grec
vu par les voyageurs du XVIe siècle, s. 179.
[70] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 45.
[71] a.g.e., s. 45.
[72] Claes Rålamb, İstanbul'a bir
Yolculuk. 1657-1658, çev. Ayda Arel, İstanbul, 2008, s. 23
[73] a.g.e., s. 33.
[74] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 36.
[75] a.g.e., s. 53.
[76] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 41.
[77] a.g.e., s. 42.
[78] C. F. Beckingham,"Dutch
travellers in Arabia in the Seventeenth Century", Between Islam and
Christendom, s. 65.
[79] a.g.e., s.22.
[80] a.g.e., s.22.
[81] a.g.e., s.22.
[82] a.g.e., s. 20.
[83] Vasili Vladimiroviç Barthold, Rusya
ve Avrupa'da Oryantalizm, s. 168.
[84] a.g.e., s. 168.
[85] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 69.
[86] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 168
[87] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 66.
[88] Pero Tafur, Andanças é viajes de
Pero Tafur por diversas partes del mundo avidos (1435-1439), Imprenta de
Miguel Cinesta, 1874, s. 154-155.
[89] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 50.
[90] a.g.e., s. 53.
[91] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, s. 50.
[92] a.g.e., s. 56.
[93] C. F. Beckingham,"Some early
travels in Arabia", Between Islam and Christendom, s. 169.
[94] a.g.e., s. 170.
[95] a.g.e., 170.
[96] a.g.e., s. 172.
[97] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 416.
[98] a.g.e., s. 417.
[99] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 203.
[100] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 413
[101] a.g.e., s. 414.
[102] Leonardo Benevolo, Avrupa
Tarihinde Kentler, çev. Nur Nirven, 2006, İstanbul, s. 112.
[103] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 219.
[104] a.g.e., s. 198.
[105] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece., s. 51.
[106] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, s. 43.
[107] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 35.
[108] a.g.e., s. 36.
[109] François Rabelais, Gargantua,
çev. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Ankara, 2000, s. 173.
[110] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 37.
[111] a.g.e., s. 34.
[112] a.g.e., s. 37.
[113] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 71.
[114] P. Charles Clair, S. J. La vie
de Saint Ignace de Loyola, 1891, Paris. Ignacio Loyola'nın yaptığı hac
seyahati detayları için bkz. Chapitre X, "Du pèlerinage que bienheureux
Ignace fit a Jérusalem", s. 76-90.
[115] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 56.
[116] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 41.
[117] C. F. Beckingham, "Hakluyt's
use of the materials available to him. The Near East: North and North-east
Africa", Between Islam and Christendom, s. 182.
[118] William H. Sherman, "Stirrings
and searchings (1500-1720)", Travel Writing, der. Peter Hulme; Tim
Youngs, Cambridge, 2002, s. 24.
[119] a.g.e., s. 24.
[120] The Travels of Four Englishmen
and a Preacher into Africa, Asia, Trpy, Bythnia, Thracia, and to the Black Sea,
and into Syria, Cilicia, Pisidia, Mesopotamia, Damascus, Canaan, Samaria,
Judea, Palestina, Jerusalem, Jericho, and to the Red-Sea, and Sundry other
places. Londra, 1745.
[121] Verdadera informacion de la
Tierra Sancta segun la disposicion en que en el año de mil quinientos y treynta
el auctor la vio y passeó, Toledo, imprenta de Juan de Ayala, 1537; der. de
Joseph R. Jones, Viajeros españoles a Tierra Santa (siglos XVI y XVII),
p. 245-291, según der. impr. Juan Ferrer, Toledo, MDL, Madrid, 1998.
[122] Ángel Luis Molina Molina, "Los
Viajes por mar en la Edad Media", s. 119.
[123] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 43.
[124] Jacques de Villamont, Voyages du
Seigneur de Villamont, (Corfou, Cephalonie, Zante, Moree, Candie, Rhodes,
Chipre, Iaffa, Lida, Rama, Ierusalem, Bethanie, Bethlehem, Hierusalem,
Ptolemaide, Thyr, Sydon, Baruth, Damas, Tripoly, Damiette, Caire, Alexandrie)
Paris, 1589-90.
[125] a.g.e., s. 23.
[126] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 40.
[127] a.g.e., s. 40.
[128] Milorad Pavic, "A contribution
to our knowledge about pilgrimages from Venice to the Holy Land during the
sixteenth century", http://hrcak.srce.hr
[129] Kreshimr Kuzic, "Religious
conditions on the croation coast based on the travellogues of German Pilgrims
(from the fourteenth to the seventeenth century)", http://hrcak.srce.hr
[130] Jacques Heers, Los berberiscos,
s.29.
[131] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 43.
[132] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 20.
[133] a.g.e., s. 20.
[134] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 59.
[135] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 99.
[136] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 73.
[137] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 199.
[138] a.g.e., s. 200.
[139] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 93.
[140] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 131.
[141] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 69.
[142] Tiribagia y Romance y Suma de
todo el viaje de Juan del Encina, encabezadas por el viaje que hizo a Jerusalem
desde XXIV de noviembre de MDXVIII que salió de su villa de Bornos, hasta XX de
octubre de MDXX que entró en Sevilla, de Fadrique Enríquez de Ribera.
[143] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 75.
[144] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 157.
[145] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 41.
[146] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 125.
[147] a.g.e., s. 129.
[148] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 75.
[149] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 132.
[150] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 91.
[151] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 147.
[152] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 207.
[153] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 77.
[154] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 133.
[155] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 75.
[156] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 204.
[157] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 75.
[158] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 1.
[159] a.g.e., s. 127.
[160] a.g.e., s. 129.
[161] a.g.e., s. 126.
[162] a.g.e., s. 126.
[163] a.g.e., s. 126.
[164] a.g.e., s. 126.
[165] a.g.e., s. 127.
[166] a.g.e., s. 160.
[167] a.g.e., s. 130.
[168] a.g.e., s. 128.
[169] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 93.
[170] Juan Sánchez Montes, Franceses,
Protestantes, Turcos: Los españoles ante la política internacional de Carlos V,
Granada, 1951, s. 105.
[171] Ayrıca bkz. Joseph R. Jones,
Viajeros Españoles a Tierra Santa (Siglos XVI-XVII), Madrid, 1998. Miguel Angel
Jimeno, Tierra Santa; diario de un peregrino, Nuestro Tiempo, 620, 2006,
16-47.
[172] Estos versos de Joan del Encina
famoso poeta, en su tiempo, dejó el Marqués de Tarifa escriptos en su libro,
que por haverle acompañado en él su peregrinación quiso también que este viaje
acompañase el suio i por guardar el orden... Original, se imprimeron aquí.
[173] a.g.e., f. 10.
[174] Pedro Tena Tena, "Estudio de
un desconocido relato de viaje a Tierra Santa", Cuadernos de Filología
Hispánica, no 9, Madrid, 1990, s. 200. Ayrıca bkz. Joseph R. Jones, Viajeros
Españoles a Tierra Santa (Siglos XVI-XVII), Madrid, 1998.
[175] a.g.e., s. 45.
[176] Zdravko Šundrica, "Poisons and
Poisining in the Republic of Dubrovnik", Dubrovnik Annals, 2000, s.
14.
[177] Maria Pia Pedani, In nome del
Gran Signore. Inviati ottomani a Venezia dalla caduta di Costantinopoli alla
guerra di Candia. Venezia, 1994.
[178] Voltaire, Türkler, Müslümanlar
ve Ötekileri, İstanbul, 1969, s. 69.
[179] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 14.
[180] a.g.e., s. 20.
[181] a.g.e., s. 20.
[182] a.g.e., s. 31.
[183] a.g.e., s. 33.
[184] a.g.e., s. 35.
[185] a.g.e., s. 41.
[186] a.g.e., s. 25.
[187] a.g.e., s. 27.
[188] a.g.e., s. 23.
[189] a.g.e., s. 55.
[190] a.g.e., s. 61.
[191] a.g.e., s. 62.
[192] Tommaso Bertelè, Venedik ve
Kostantiniyye. Tarihte Osmanlı-Venedik ilişkileri, önsöz. Cécile Morrison,
Mahmut H. Şakiroğlu, 2012, İstanbul, s. 79.
[193] Prudencio de Sandoval, Historia
de la vida y hechos del Emperador Carlos V, Madrid, 1955, s. 469.
[194] Biblioteca Nacional de Madrid,
Elyazması 5938, folyo 245-246. "Carta del Emperador turco Solimán a Felipe
y presentes que trajo su embajador".
[195] Bernardino de Guzmán: Relación
de la gran vitoria que tuvieron las galeras de Florencia en el Canal de
Constantinopla, con las galeras que embiava el Rey de Argel al gran Turco.
Madrid, 1625.
[196] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 281.
[197] Bkz. Pablo Martín Asuero, Estambul,
El ejército otomano y los sefardíes en textos en español, İstanbul, 2003.
[198] Elisabetta Borromeo, "Les
Cyclades à l'époque ottomane. L'insularité vue par les missionnaires jésuites
(1625-1644), Insularités ottomanes, der. Nicolas Vatin & Gilles
Veinstein, Paris, s. 134.
[199] Stanley Mayes, Sultan'ın Orgu,
çev. M. Halim Spatar, 2000, İstanbul, s. 25.
[200] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
s. 54.
[201] a.g.e., s. 73.
[202] a.g.e., s. 65.
[203] Maximilian Grothaus, "Doğu ile
Batı'nın kesişimi: Ptuj'da Turquerie", 17. Yüzyıl Avrupasında Türk
İmajı, s. 72.
[204] Friedrich Seidel, Sultan'ın
Zindanında. Osmanlı İmparatorluğu'na gönderilen bir elçilik heyetinin ibret
verici öyküsü (1591-1596), çev. Türkis Noyan, İstanbul, 2010.
[205] Maria Vial, s. 5.
[206] a.g.e., s. 5.
[207] Halil İnalcık, "Avrupa
Devletler Sistemi: Fransa ve Osmanlı", Doğu Batı. Makaleler I,
2009, Ankara, s. 297.
[208] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 31
[209] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 233.
[210] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 41.
[211] a.g.e., s. 41.
[212] a.g.e., s. 53.
[213] a.g.e., s. 42.
[214] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, s. 4.
[215] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 111.
[216] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 78.
[217] a.g.e., s. 80.
[218] a.g.e., s. 80.
[219] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 56.
[220] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581, s. 51.
[221] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 107.
[222] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 89
[223] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 57.
[224] a.g.e., s. 57.
[225] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 177.
[226] a.g.e., s. 178.
[227] Daniel Goffman, Osmanlı
İmparatorluğu'nda İngilizler. 1642-1660, çev. Ayşe Başcı-Sander, İstanbul,
2001, s. 24.
[228] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 45.
[229] Vincenzo Poggi S. J., "Da
Livorno a Costantinopoli. Edizione di lettera di Antonio M. Nacchi S.
J.(1666-1746)" La Conoscenza dell'Asia e dell'Africa in Italia nei
secoli XVIII e XIX, cilt I, Napoli, 1984, s. 687.
[230] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 19.
[231] Daniel Goffman, Osmanlı
İmparatorluğu'nda İngilizler. 1642-1660, s. 25.
[232] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux,1653-1697,
s. 37.
[233] Tommaso Bertelè, Venedik ve
Kostantiniyye. Tarihte Osmanlı-Venedik İlişkileri, önsöz. Cécile Morrison,
çev. Mahmut H. Şakiroğlu, 2012, İstanbul, s. 61.
[234] a.g.e., s. 65.
[235] a.g.e., s. 18.
[236] Montesquieu, Cartas persas,
Madrid,1998, s. 60.
[237] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 137.
[238] a.g.e., s. 137.
[239] İlk üç alt başlık 2-7 Eylül 2008'de
Dubrovnik'te yapılan "Secret Diplomacy in Dubrovnik at the time of
Držić" sempozyumunda Lovro Kunčević'in yaptığı sunumdan alınmıştır. Avrupa'nın,
daha ziyade Venedik'in 16. yüzyılda Ragusa diplomasisini tanımlamak için
kullandığını romantik, lakin kinayeli bu sözler Ragusa'yı başarılı bir şekilde
özetler.
[240] Halil İnalcık, "Toplumsal
yapı", Devlet-i 'Âliyye. Osmanlı İmparatorluğu üzerine araştırmalar-I,
İstanbul, 2009, s. 274.
[241] Nicolaas H. Biegman, The
Turco-Ragusan relationship according to the firmâns of Murâd III (1575-1595)
Extant in the state archives of Dubrovnik, s. 27.
[242] a.g.e., s. 28.
[243] a.g.e., s. 28.
[244] Peter. F. Sugar, Southeastern
Europeunder Ottoman Rule, 1354-1804, cilt 5, s. 177.
[245] a.g.e., s. 177.
[246] Nicolaas H. Biegman, The
Turco-Ragusan relationship according to the firmâns of Murâd III (1575-1595)
Extant in the state archives of Dubrovnik, s. 38.
[247] a.g.e., s. 154.
[248] Nicolaas H. Biegman, The
Turco-Ragusan relationship according to the firmâns of Murâd III (1575-1595)
Extant in the state archives of Dubrovnik, s. 130.
[249] a.g.e., s. 131.
[1] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 57.
[2] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, çev. Harun Mutluay, 2011,
İstanbul, s. 13.
[3] a.g.e., s. 14.
[4] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 103.
[5] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 19.
[6] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 99.
[7] a.g.e., s. 100.
[8] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi, s. 62.
[9] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 36.
[10] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 114.
[11] a.g.e., s. 36.
[12] a.g.e., s. 31.
[13] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 33
[14] a.g.e., s. 42.
[15] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 59.
[16] a.g.e., s. 79.
[17] a.g.e., s. 86.
[18] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 115.
[19] a.g.e., s. 31.
[20] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 8.
[21] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 22.
[22] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 40.
[23] a.g.e., s. 33.
[24] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 218.
[25] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 93.
[26] Claes Rålamb, İstanbul'a bir
Yolculuk. 1657-1658, s. 37.
[27] a.g.e., s. 22.
[28] a.g.e., s. 18.
[29] a.g.e., s. 23.
[30] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi, s. 12.
[31] a.g.e., s. 43.
[32] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 62.
[33] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 121.
[34] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 41.
[35] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 173.
[36] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 62.
[37] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 53.
[38] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 50.
[39] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 72.
[40] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi, s. 49.
[41] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 75.
[42] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 22.
[43] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 47.
[44] Friedrich Seidel, Sultan'ın
Zindanında. Osmanlı İmparatorluğu'na gönderilen bir elçilik heyetinin ibret
verici öyküsü (1591-1596), s. 23.
[45] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 58.
[46] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 34.
[47] a.g.e., s. 115.
[48] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 220.
[49] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 49.
[50] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 105.
[51] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 119.
[52] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 121.
[53] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 101.
[54] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 13.
[55] Giovan Battista de Burgo, Viaggio
di cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco, Milano, 1689. Vol I,
der. Giuseppe Cossuto, 2003, Istanbul, s. 54.
[56] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 39.
[57] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 117.
[58] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 223.
[59] a.g.e., s. 223.
[60] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 41.
[61] a.g.e., s. 50.
[62] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 79
[63] a.g.e., s. 47.
[64] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 25.
[65] a.g.e., s. 26.
[66] a.g.e., s. 26.
[67] a.g.e., s. 27.
[68] a.g.e., s. 28.
[69] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 101.
[70] Prudencio de Sandoval, Historia
de la vida y hechos del Emperador Carlos V, s. 420.
[71] Robert H. Schwoebel,
"Coexistence, conversion, and the Crusade against the Turk", Studies
in Renaissance, vol XII, New York, 1965, s. 171.
[72] Maximilian Grothaus, "Doğu ile
Batı'nın kesişimi: Ptuj'da Turquerie", 17. Yüzyıl Avrupası'nda Türk
İmajı, s. 70.
[73] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 186.
[74] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 36.
[75] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
Devrinde Türkler ve İngilizler, s. 70.
[76] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s. 55.
[77] Bernard Randolph, Ege
takımadaları. Arşipelago, (The present state of the islands in the Archipelago.
Oxford, 1687) çev. Ümit Koçer, İstanbul,1998, s. 38.
[78] H. U. Krafft, Türklerin elinde
bir Alman tacir, s. 22.
[79] a.g.e., s. 56.
[80] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 69.
[81] a.g.e., s. 130.
[82] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
19.
[83] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 86.
[84] a.g.e., s. 86.
[85] C. F. Beckingham,"Some early
travels in Arabia", Between Islam and Christendom, s. 155.
[86] a.g.e., s. 156.
[87] a.g.e., s. 157.
[88] Stephan Gerlach, Türkiye
Günlüğü, (Orijinal başlık: Tage-buch der von Zween Glorwürdigsten
kaysern Maximiliano un Rudolpho... an die Ottomanische Pforte zu Konstantinopel
Abgefertigten... Gesandtschafft) der. Kemal Beydilli, cilt I., s. 419.
[89] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 158.
[90] AGS (Archivo General de Simancas),
Guerra Antigua (GA), dosya 5, fol. 75.
[91] William Shakespeare, Othello,
s. 98.
[92] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde
Kölelik, İstanbul,1998, s. 36.
[93] Seza Sinanlar, Atmeydanı. Bizans
Araba Yarışlarından Osmanlı Şenliklerine, İstanbul, 2005.
[94] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 132.
[95] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 107.
[96] Claes Rålamb, İstanbul'a bir
yolculuk. 1657-1658, s. 17.
[97] a.g.e., s. 21.
[98] Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, s. 184.
[99] Elizabeth A. Zacharidou
"Changing Masters in the Aegean", s. 59.
[100] a.g.e., s. 59.
[101] C. F. Beckingham, "Some early
travels in Arabia", Between Islam and Christendom, s. 173.
[102] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 51.
[103] Volkan Dökmeci, Venedik
kaynaklarına göre II. Bayezid ve I. Selim dönemlerinde Osmanlı denizciliği ve
korsanlık, yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 2011.
[104] Relación del cautiverio y
libertad de Diego Galán, der. Miguel Ángel de Bunes; Matías Barchino,
Toledo, 2001, s. 117.
[105] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 29.
[106] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 30.
[107] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 75.
[108] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, İstanbul, 2005, s. 44.
[109] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 11.
[110] a.g.e., s. 11
[111] A.G. S., Estado, dosya 1119, fol.
161
[112] Emilio Sola, Los que van y
vienen: Información y fronteras en el Mediterráneo del siglo XVI, Alcalá,
2005, s. 101.
[113] Emilio Temprano, El mar maldito,
s. 209.
[114] Stephen C. Spiteri, The Great
Siege. Knights vs Turks, MDLXV. Anatomy of a Hospitaller Victory, Malta,
2005, s. 145.
[115] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581, s. 35.
[116] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 90.
[117] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 179.
[118] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi. s. 54.
[119] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 39.
[120] A. L. S., belge 120.
[121] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 44.
[122] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 25.
[123] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 104.
[124] "La canción del pirata",
Poesías y el estudiante de Salamanca, I, Madrid, 1952, s, 77. Zikr. Maximiliano
Barrio Gozalo, Esclavos y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el
Islam en el siglo XVIII, Valladolid, 2006, s. 17.
[125] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 350.
[126] a.g.e., s. 351.
[127] Miguel de Cervantes Saavedra, La
Galatea, der. Florencio Sevilla Arroyo; Antonio Rey Hazas, Madrid, 1996, s.
305.
[128] a.g.e.
[129] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606),
prefazioni dii Salvatore Bono, Palermo, 1983, s. 36.
[130] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 53.
[131] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 24.
[132] a.g.e., s. 27.
[133] a.g.e., s. 35.
[134] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 26
[135] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 23.
[136] a.g.e., s. 23.
[137] a.g.e., s. 20.
[138] Ramiro Feijoo, La ruta de los
corsarios. Cilt I. Cataluña y Valencia. Barcelona, 2000, s. 79.
[139] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 22.
[140] a.g.e., s. 22.
[141] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 44.
[142] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 31.
[143] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, cilt I, Madrid, 1927, s. 79.
[144] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 362.
[145] a.g.e., s. 349.
[146] Francisco Márquez Villanueva, Moros,
moriscos y turcos de Cervantes, Barcelona, 2010, s. 30.
[147] Sakina Missoum, Alger à l'époque
ottomane. La médina et la maison traditionnelle, Aix-en-Provence, 2003, s.
33.
[148] a.g.e., s. 34.
[149] Francisco Márquez Villanueva, Moros,
moriscos y turcos de Cervantes, s. 31
[150] Sakina Missoum, Alger à l'époque
ottomane. La médina et la maison traditionnelle, s. 42.
[151] a.g.e., s. 42.
[152] Federico Cresti, "La
popolazione di Algeri e la sua evoluzione nell'età ottomana: status
quæstionis", Università degli studi di Napoli "L'Orientale",
Dipartimento di Studi Ricerche Africa e pasei arabi. Centro di Studi
Magrebini. Studi Magrebini, Nuova Serie, vol II, ed-Afustino Cilardo,
Napoli, 2002, s. 99.
[153] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 344.
[154] İsmet Terki-Hassaine, "Osmanlı
Cezayiri üzerine Modern İspanyol Tarih yazıcılığı", çev. Saliha Şişman, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt 8, sayı 15, 2010, s. 445.
[155] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 360.
[156] Bkz. İdris Bostan, Osmanlı Bahriye
Teşkilatı: XVII. Yüzyılda Tersane-i Âmire, Ankara, 1992.
[157] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 81.
[158] a.g.e., s. 80.
[159] a.g.e., s. 84.
[160] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 37.
[161] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 84.
[162] a.g.e., s. 87.
[163] a.g.e., s. 88.
[164] a.g.e., s. 89-91.
[165] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 21.
[166] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 91.
[167] a.g.e., s. 92.
[168] a.g.e., s. 92.
[169] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 23.
[170] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 37.
[171] a.g.e., s. 38.
[172] a.g.e., s. 23.
[173] a.g.e., s. 27.
[174] Emilio Sola, "El Inqusidor de
Cerdeña, Alonso de Lorca, informa sobre Berbería y Cerdeña, a raíz de la toma
de Túnez y La Goleta por los turcos", Archivos-Mediterraneo, 2009,
arhivodelafrontera.com.
[175] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 362.
[176] a.g.e., s. 363.
[177] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 85.
[178] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 380.
[179] a.g.e., s. 380.
[180] a.g.e., s. 382.
[181] a.g.e., s. 383.
[182] Osmanlı'da Bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 70.
[183] a.g.e., s. 70.
[184] a.g.e., s. 70.
[185] a.g.e., s. 74.
[186] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 43
[187] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 34.
[188] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 55.
[189] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 19.
[190] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 131.
[191] Bernard Randolph, Ege
takımadaları. Arşipelago, s. 7.
[192] a.g.e., s. 7.
[193] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 70
[194] Jacques Heers, Los berberiscos,
s. 30.
[195] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 75.
[196] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 90.
[197] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 86.
[198] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, der. Miguel Ángel de Bunes
Ibarra; Beatriz Alonoso Acero, Madrid, 2006, s. 52.
[199] a.g.e., s. 30.
[200] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 77.
[201] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 90.
[202] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 30.
[203] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 126.
[204] a.g.e., s. 150.
[205] a.g.e., s. 163.
[206] a.g.e., s. 164.
[207] Fray Diego de Haedo, Topografía
e Historia General de Argel, s. 83.
[208] Salvatore Bono, Yeniçağ
İtalya'sında Müslüman Köleler, çev. Betül Parlak, İstanbul, 2002, s. 239
[209] Her ülkede değişen bir sıvı birimi.
Milano'da 1.57 lt, Cenova'da 1.76, İngiltere'de 0.568, vs. Salvatore, s. 239.
[210] Phyllis Pray Bober, Antik ve
Ortaçağ'da Yemek Kültürü, çev. Ülkün Tansel, İstanbul, 2003, s. 181.
[211] Salvatore Bono, Yeniçağ
İtalya'sında Müslüman Köleler, s. 240.
[212] a.g.e., s. 241.
[213] a.g.e., s. 242.
[214] a.g.e., s. 240.
[215] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 72.
[216] Bernard Randolph, Ege takımadaları,
Arşipelago, s. 15.
[217] a.g.e., s. 17.
[218] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 123.
[219] a.g.e., s. 149.
[220] a.g.e., s. 159.
[221] Steven Hutchinson, "Esclavitud
femenina y erotismo en el Mediterráneo áureo", eHumanista, Vol 15,
2010, s. 145.
[222] a.g.e., s. 148.
[223] The Turkish Raid Saga by Björn
Jónsson of Skardsá. 1643-Reykjavik-Iceland, İstanbul, s.20.
[224] a.g.e., s. 20.
[225] a.g.e., s. 22.
[226] a.g.e., s. 43.
[227] a.g.e., s. 44.
[228] a.g.e., s. 45.
[229] a.g.e., s. 45.
[230] a.g.e., s. 46.
[231] a.g.e., s. 48.
[232] a.g.e., s. 50.
[233] a.g.e., s. 50.
[1] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 215.
[2] Pál Fodor, "The view of the
Turk in Hungary: The Apocalyptic tradition and the legend of the Red Apple in
Ottoman-Hungarian context", In quest of the Golden Apple. Imperial
Ideology, politics, and military administration in the Ottoman Empire,
İstanbul, 2000, s. 77.
[3] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
Hayatı ve Âdetleri üzerine bir inceleme, s. 18.
[4] Leyla Coşan, 16. Yüzyılda
Almanların Türklerden korunmak için yazdığı dualar. Tanrım bizi Türklerden
Koru, s. 128.
[5] Bernard Lewis, "The Ottoman
obsession", FMR, Ekim, 1984, s. 101.
[6] Predrag Matvejević, Öteki
Venedik, çev. Birsen Uzma, İstanbul, 2007, s. 24.
[7] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s.71.
[8] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 38.
[9] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 89.
[10] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 368.
[11] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 72.
[12] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 67.
[13] Steven Hutchinson, "Esclavitud
femeninay erotismo en el Mediterráneo áureo", eHumanista, Cilt 15,
2010.
[14] Fatima Mernissi, The Veil and the
Male Elite. A feminist interpretation of women's rights in Islam, New York,
1987, s. 149.
[15] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 87.
[16] Karina Attar,
"Muslim-Christian encounters in Masuccio Salernitano's novellino", Medieval
Encounters, 11, 1-2, Leiden, 2005, s. 78.
[17] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde
Kölelik, s. 84.
[18] Margret Spohn, Her şey Türk İşi:
Almanların Türkler hakkında 500 yıllık (ön)yargıları, çev. Leyla
Serdaroğlu, İstanbul, 1996, s. 91.
[19] Stanley Mayes, Sultan'ın Orgu,
s. 36.
[20] a.g.e., s. 37.
[21] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s.32.
[22] a.g.e., s. 34-35.
[23] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 34.
[24] Bernard Lewis, "The Ottoman
obsession", FMR, Ekim, 1984 s. 95.
[25] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606), s.
38.
[26] a.g.e., s. 59
[27] a.g.e., s. 42.
[28] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606),
prefazioni dii Salvatore Bono, Palermo, 1983, s. 43.
[29] a.g.e., s. 45.
[30] a.g.e., s. 45.
[31] a.g.e., s. 45.
[32] Tek direkli, latin yelkenli tekne.
[33] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606), s.
47.
[34] Victor von Klarwill (der.), The
Fugger News-letters. Being a Selection of unpublished letters from the
Correspondents of the House of Fugger during the years 1568-1605, s.
106-107.
[35] a.g.e., s. 34.
[36] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 97.
[37] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 187.
[38] H. U. Krafft, Türklerin elinde
bir Alman tacir, s. 65.
[39] a.g.e., s. 66.
[40] a.g.e., s. 66.
[41] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 9.
[42] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 52.
[43] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 98.
[44] a.g.e., s. 97.
[45] a.g.e., s 97.
[46] Tülay Reyhanlı, İngiliz
Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul'da Hayat. 1582-1599, Ankara, 1983,
s. 69.
[47] Melek Aksulu, Mohaç Esiri
Bartholomaeus Georgiević (1505-1566) ve Türklerle ilgili yazıları, T. C.
Kültür Bakanlığı yayınları, 1998, Ankara, s. 16.
[48] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 116.
[49] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 125.
[50] a.g.e., s. 126.
[51] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 138.
[52] Maximiliano Barrio Gonzalo, Esclavos
y cautivos. Conflicto entre la Christiandad y el Islam en el siglo XVIII,
s. 100.
[53] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 56.
[54] a.g.e., s. 63.
[55] a.g.e., s. 63.
[56] a.g.e., s. 63.
[57] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581, s. 110.
[58] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 124.
[59] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde
Kölelik, s. 29.
[60] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 124.
[61] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606), s.
150.
[62] a.g.e., s. 116.
[63] a.g.e., s. 133.
[64] a.g.e., s. 136.
[65] a.g.e., s. 139.
[66] a.g.e., s. 140.
[67] a.g.e., s. 134.
[68] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar Arasında (1394-1427), s. 45.
[69] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 43.
[70] a.g.e., s. 44.
[71] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 123.
[72] a.g.e., s. 137.
[73] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 44.
[74] a.g.e., s. 45.
[75] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606), s.
119
[76] a.g.e., s. 121.
[77] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 95.
[78] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 381.
[79] a.g.e., s. 382.
[80] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 42.
[81] Jarbel Rodriguez, "Financing a
captive's ransom in late medieval Aragon", Medieval Encounters, 9,
1, s. 180.
[82] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 32.
[83] Colin Smith, Christians and
Moors in Spain, vol II, 1195-1614, Warminster, 1998, s. 38.
[84] Jarbel Rodriguez, "Financing a
captive's ransom in late medieval Aragon", Medieval Encounters, s.
166.
[85] a.g.e., s. 164.
[86] Robert I. Burns, "Interactive
slave operations: Muslim-Christian-Jewish contracts in thirteenth century
Barcelona, Medieval encounters, 5, 2, s. 135-151.
[87] a.g.e., s. 165.
[88] Jarbel Rodriguez, "Financing a
captive's ransom in late medieval Aragon", Medieval Encounters, s
166.
[89] a.g.e., s. 169.
[90] a.g.e., s. 170.
[91] a.g.e., s. 172.
[92] a.g.e., s. 172.
[93] a.g.e., s. 178.
[94] a.g.e., s. 179.
[95] a.g.e., s. 179.
[96] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 60.
[97] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 114.
[98] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 368.
[99] Emanuele Colombo, Convertire i
musulmani. L'esperienza di un gesuita spagnolo del Seicento, Milano, 2007,
s. 11.
[100] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 369.
[101] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606), s.
25.
[102] a.g.e., s. 80.
[103] a.g.e., s. 83.
[104] a.g.e., s. 86.
[105] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 136.
[106] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 74.
[107] a.g.e., s. 73.
[108] a.g.e., s. 75.
[109] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde
Kölelik, s. 79.
[110] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 73.
[111] Laurent Vidal, Mazagao. Şehirler
de Göçer, çev. Nedim Demirtaş, 2010, İstanbul, s. 18.
[112] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 297.
[113] Gerard A. Wiegers, "European
converts to Islam in the Maghrib and the polemical writings of the
Moriscos", Conversions islamiques. Identités religieuses en Islam
méditerranéen, der. Marcedes García-Arenal, Paris, 2002, s. 208-223.
[114] Mercedes García-Arenal,
"Dreams and reason: Autobiographies of converts in religious
polemics", Conversions islamiques. Identités religieuses en Islam
méditerranéen, der. Marcedes García-Arenal, s. 89-116.
[115] Mercedes García-Arenal Gerard
Wiegers, Entre el Islam y Occidente. Vida de Samuel Pallache, judío de
Fez, Madrid, 1999, s. 46.
[116] Bartolome y Lucile Bennasar, Los
Cristianos de Alá: La fascinante aventura de los renegados, Madrid, 1989,
s. 419.
[117] a.g.e., s. 420.
[118] a.g.e., s. 261-62.
[119] a.g.e., s. 419.
[120] a.g.e., s. 215.
[121] José M. Floristán Imízcoz, Fuentes
para la política oriental de los Austrias. La documentación griega del Archivo
de Simancas (1571-1621), León, 1988, s. 582.
[122] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 70.
[123] a.g.e., s. 34.
[124] Elpidophoros Lambriniadis,
"The image of the Turks in the Vita's of the Neo-Martyrs of the Orthodox
Church", Mayıs 2004'te Bahçeşehir Üniversitesi'nde yapılan "Türk
İmajı" sempozyumunda sunulan bildiri, s. 6.
[125] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 115.
[126] a.g.e., s. 116.
[127] Halil İnalcık, "Rumeli: Genel
bir bakış", Osmanlılar. Fütühat, İmparatorluk, Avrupa ile ilişkiler,
İstanbul, 2010, s. 207.
[128] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 117.
[129] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 34.
[130] Stanley Mayes, Sultan'ın Orgu,
s. 35.
[131] Elpidophoros Lambriniadis,
"The image of the Turks in the Vita's of the Neo-Martyrs of the Orthodox
Church", s. 6.
[132] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 376.
[133] a.g.e., s. 376.
[134] Elpidophoros Lambriniadis,
"The image of the Turks in the Vita's of the Neo-Martyrs of the Orthodox
Church", s. 6.
[135] a.g.e., s. 6.
[136] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 114.
[137] Bernard Randolph, Ege
takımadaları. Arşipelago, s. 3.
[138] A. Yaşar Ocak, Sarı Saltık.
Popüler İslâm'ın Balkanlar'daki Destanî Öncüsü, s. 42.
[139] a.g.e., s. 42.
[140] a.g.e., s. 44.
[141] a.g.e., 46.
[142] a.g.e., s. 51.
[143] Giuliana Boccadamo, Napoli e
l'Islam. Storie di musulmani, schiavi e rinnegati in età moderna, Napoli,
2010, s. 77.
[144] a.g.e., s. 77.
[145] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 44.
[146] a.g.e., s. 44.
[147] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 73.
[148] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 88.
[149] Giuliana Boccadamo, Napoli e
l'Islam. Storie di musulmani, schiavi e rinnegati in età moderna, s. 81.
[150] Melek Aksulu, Mohaç Esiri
Bartholomaeus Georgiević (1505-1566) ve Türklerle ilgili yazıları, s. 18.
[151] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 109.
[152] Tijana Krstic, "Illuminated by
the light of Islam and teh glory of the Ottoman Sultanate: Self-narratives of
conversion to Islam in the Age of Confessionalization", Comprative studies
in Society for the Comparative Study of Society and History, 2009, s. 51.
[153] a.g.e., s. 35.
[154] Juan Jesús Bravo Caro, "El
reflejo de la esclavitud del Mediterráneo en los registros parroquiales
oraneses", Orán. Historia de la corte chica, s. 154.
[155] a.g.e., s. 165.
[156] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 377.
[157] The Pilgrimage of Arnold von
Harff, çev./der. Malcolm Letts, F. S. A., Works issued by the Hakluyt
Society, second series, no. XCIV, Londra, 1946, s. 123
[158] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 377.
[159] Giuliana Boccadamo, Napoli e
l'Islam. Storie di musulmani, schiavi e rinnegati in età moderna, s. 78.
[160] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar Arasında (1394-1427), s. 166.
[161] Friedrich Seidel, Sultan'ın
Zindanında. Osmanlı İmparatorluğu'na gönderilen bir elçilik heyetinin ibret
verici öyküsü (1591-1596), s. 22.
[162] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 43.
[163] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 370.
[164] a.g.e., s. 370.
[165] a.g.e., s. 350.
[166] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 101.
[167] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 76.
[168] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 118.
[169] Elizabeth A. Zacharidou
"Changing masters in the Aegean", s. 43.
[170] a.g.e., s. 60.
[171] a.g.e., s. 63.
[172] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 372.
[173] a.g.e., s. 373.
[174] Rossitsa Gradeva, "Turks in
eighteenth-century Bulgarian literature: Historical roots of present-day
attitudes in Bulgaria", Rumelia under the Ottomans. 15th-18th centuries. Institutions and
communities, İstanbul,
2004, s. 220.
[175] Elpidophoros Lambriniadis,
"The image of the Turks in the Vita's of the Neo-Martyrs of the Orthodox
Church", s. 7.
[176] a.g.e., s. 6.
[177] a.g.e., s. 7.
[178] a.g.e., s. 8.
[179] a.g.e., s. 9.
[180] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 114.
[181] Giovan Battista de Burgo, Viaggio
di cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco, s. 136.
[182] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 90.
[183] Salih Özbaran, Portekizli Seyyahlar.
İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 88.
[184] Elpidophoros Lambriniadis,
"The image of the Turks in the Vita's of the Neo-Martyrs of the Orthodox
Church", s. 6.
[185] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 117.
[186] a.g.e., s. 119.
[187] a.g.e., s. 66.
[188] William Shakespeare, Othello,
s. 100.
[189] Giovanni Curatola, "L'immagine
del turco nel presepe napoletano del '700", La Conoscenza dell'Asia e
dell'Africa in Italia nei secoli XVIII e XIX, cilt I, II, a cura di Ugo
Marazzzi, 1984, Napoli, s. 753.
[190] Robert H. Schwoebel,
"Coexistence, conversion, and the Crusade against the Turk", Studies
in Renaissance, s. 174.
[191] Rafael Carrasco, Deportados en
el nombre de Dios. La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 37.
[192] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 90.
[193] Colin Smith, Christians and
Moors in Spain, vol II, 1195-1614, s. 60.
[194] a.g.e., s. 60.
[195] Karl H. Dannenfeldt, "The
Renaissance Humanists and the knowledge of Arabic", Studies in the
Renaissance, vol II, New York, 1955, s. 97.
[196] a.g.e., s. 98.
[197] a.g.e., s. 106.
[198] Tercümeler için bkz. Bekir
Karlıağa, İslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, İstanbul, 2004.
[199] Emanuele Colombo, Convertire i
musulmani. L'esperienza di un gesuita spagnolo del Seicento, s. 2.
[200] a.g.e., s. 31.
[201] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 16.
[202] a.g.e., s. 16.
[203] a.g.e., s. 17.
[204] a.g.e., s. 18.
[205] a.g.e., s. 19.
[206] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 59.
[207] a.g.e., s. 59.
[208] Bernard Randolph, Ege
takımadaları. Arşipelago, s. 4.
[209] Jean Thévenot, Thévenot Seyahatnamesi,
s. 41.
[210] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
s. 98.
[211] Relación de los maravillosos
efectos que en la ciudad de Sevilla ha obrado una missión de los padres de la
Compañia de Jesus, este año de mil y seiscientos y setenta y dos: especialmente
en la conversión de quarenta y quatro Turcos y Moros, de que baptizó treinta y
ocho el ilustríssimo señor Arçobispo Don Ambrosio Ignacio de Espinola y Guzmán,
con obstentosa celebrisad, dispuesta, y executada por la S. y Metropolita
Iglesia de Sevilla. Impreso en Sevilla por la viudad de Nicolás Rodríguez y se
vende en su casa en Calla de Génova. Este año de 1672.
[212] a.g.e., fol. 2.
[213] a.g.e., fol. 5.
[214] Elpidophoros Lambriniadis,
"The image of the Turks in the Vita's of the Neo-Martyrs of the Orthodox
Church", s. 4.
[215] a.g.e., s. 4.
[1] Umberto Eco, Çirkinliğin Tarihi,
çev: Anaca Uysal Ergün, Özgü Çelik, Arıcan Uysal, Elif Nihan Akbaş, Melike
Barsbey, Kültigin Kaan Akbulut, Duygu Arslan, Berna Yılmazcan. 2009, İstanbul.
[2] Miguel de Cervantes Saavedra, Don
Quijote, cilt I, s. 325.
[3] Daniela Bredi, "Immagine di un
impero musulmano secondo un testimone italiano: la 'Storia do Mogor' di Nicolò
Manucci", La Conoscenza dell'Asia e dell'Africa in Italia nei secoli
XVIII e XIX, cilt I, s. 34.
[4] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 397.
[5] C. F. Beckingham,
"Misconceptions of Islam: Medieval and Modern", Between Islam and
Christendom, s. 606.
[6] Marie Thérèse D'Alverny, "La
connaissance de l'Islam en Occident du IXe au milieu du VIIe siècle", L'Occidente e L'Islam nell'alto medieo,
II. Cilt, Spaleto, 1965.
[7] Aldobrandino Malvezzi, L'islamismo
e la cultura europea, Firenze, 1956, s. 222.
[8] C. F. Beckingham,
"Misconceptions of Islam: Medieval and Modern", Between Islam and
Christendom, s. 608.
[9] a.g.e., s. 607.
[10] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 79.
[11] Leyla Coşan, 16. Yüzyılda
Almanların Türklerden korunmak için yazdığı dualar. Tanrım bizi Türklerden
Koru, s. 44.
[12] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 75.
[13] Emanuele Colombo, Convertire i
musulmani. L'esperienza di un gesuita spagnolo del Seicento, s. 40.
[14] Nancy Bisaha, Creating East and
West. Renaissance Humanists and the Ottoman Turks, s. 150.
[15] John V. Tolan, Saracens. Islam
in the Medieval European Imagination, New York, 2002, s. 101.
[16] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 224.
[17] a.g.e., s. 225.
[18] Emanuele Colombo, Convertire i
musulmani. L'esperienza di un gesuita spagnolo del Seicento, s. 33.
[19] a.g.e., s. 40.
[20] Bernard Lewis, "The Impact of
the Exotic", The New York Times Book Review.
[21] Graham E. Fuller, İslamsız
Dünya, çev. Hasan Kaya, İstanbul, 2010.
[22] Henri Pirenne, Mahometto e
Carlomagno, Bari, 2007, s. 131.
[23] Tom Standage, The Turk: The Life
and Times of the famous Eighteenth-Century chess playing, NY, 2002, s. 22.
[24] Paul Coles, The Ottoman Impact
on Europe, Londra, 1968, s. 152.
[25] C. J. Heywood, "Sir Paul
Rycaut, a seventeenth century observer of the Ottoman state: Notes for a
study", English and continental views of the Ottoman Empire, der.
Ezel Kural Shaw; C. J. Heywood, Los Angeles, 1972, s. 34.
[26] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 18.
[27] Ezel Kural Shaw, "The double
veil: travelers' Views of the Ottoman Empire, sixteenth through eighteenth
centuries", English and continental views of the Ottoman Empire,
1500-1800, s. 16.
[28] a.g.e., s. 35.
[29] Vasco Díaz Tanco, Libro
intitulado Palinodia de la nephanda y fiera de los Turcos y de su cruel modo y
arte engaňoso de guerrear y de los imperios, reinos y provincias que han
subjectado y poseen con inquieta ferocidad, Orense, 1547, fol. 2.
[30] B. N. M., (Biblioteca Nacional de
Madrid), elyazması 2793.
[31] B. N. M., 'Türklerin menşei ve
yaptıkları savaşları anlatan tarih', elyazması 14.809.
[32] Agb, fol. 107.
[33] a.g.e., fol. 348.
[34] Aleksandra Niewiara, " 'The
dear neighbour' that 'vicious murderer': Imagining 'The Turk'ın Polish language
and culture, Imagining 'the Turk', der. Jezernik Božidar, Cambridge
Scholars Press, s. 155.
[35] C. J. Heywood, "Sir Paul
Rycaut, a seventeenth century observer of the Ottoman state: Notes for a
study", English and continental views of the Ottoman Empire, s. 36.
[36] Salih Özbaran, "Bir tarihçinin
oluşumu: Richard Knolles ve Türk tarihi", Osmanlı Araştırmaları XXIV,
İstanbul, 2004, s. 314.
[37] a.g.e., s. 315.
[38] Bernard Lewis, "The Ottoman
obsession", FMR, Ekim, 1984, s. 99.
[39] a.g.e., s. 96.
[40] C. J. Heywood, "Sir Paul
Rycaut, a seventeenth century observer of the Ottoman state: Notes for a
study", English and continental views of the Ottoman Empire, s. 38.
[41] a.g.e., s. 39.
[42] Paul Coles, The Ottoman Impact
on Europe, s. 148.
[43] a.g.e, s. 148.
[44] Paul Coles, The Ottoman Impact
on Europe, s. 146.
[45] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 12.
[46] Paul Coles, The Ottoman Impact
on Europe, s. 150.
[47] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 28.
[48] a.g.e., s. 27.
[49] a.g.e., s. 28.
[50] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 70.
[51] a.g.e., s. 48
[52] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 235.
[53] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 30.
[54] Francisco Balbi di Correggio, The
Siege of Malta, 1565, çev. Ernle Bradford, Londra, 1965, s. 56.
[55] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 63.
[56] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 53.
[57] a.g.e., s. 53.
[58] Claes Rålamb, İstanbul'a Bir
Yolculuk. 1657-1658, s. 67.
[59] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 82.
[60] Marie Viallon, "Venezia
ottomana nel Cinquecento", Epirotica chronic Ioannina, 42, 2008, s.
2.
[61] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 53.
[62] a.g.e., s. 36.
[63] a.g.e., s. 53.
[64] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 9.
[65] Marie Viallon, "Venezia
ottomana nel Cinquecento", Epirotica chronic Ioannina, s. 2.
[66] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 71.
[67] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 77
[68] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 205.
[69] a.g.e., s. 10.
[70] Emilio Temprano, El mar maldito,
s. 26.
[71] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s.63.
[72] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 292.
[73] a.g.e., 295.
[74] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 87.
[75] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 234.
[76] Pedro'nun Zorunlu İstanbul
Seyahati, çev. Fuad Carım, İstanbul, 1996, s. 150.
[77] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 58.
[78] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 29.
[79] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 69
[80] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 108.
[81] Albertus Bobovius ya da Santuri
Ufki Bey'in Anıları. Topkapı Sarayı'nda Yaşam, der. Stephanos Yerasimos ve
Annie Berthier, çev. Ali Berktay, İstanbul, 2002, s. 29.
[82] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 22
[83] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 24.
[84] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 26.
[85] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 41.
[86] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 105.
[87] Josette Riandiere la Roche, Quevedo
y el Gran Señor de los Turcos: Exotismo o historia?, Centro Virtual Cervantes.
[88] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 27.
[89] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 98.
[90] a.g.e., s. 74.
[91] Oqier Ghislain de Busbecq, Türk
Mektupları, der. Recep Kibar, İstanbul, 2002, s. 91.
[92] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 25.
[93] a.g.e., s. 204.
[94] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 25.
[95] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 75.
[96] a.g.e., s. 76
[97] Gisele Marien, The Blackdeath in
Early Ottoman Territories: 1347-1550. MA, Bilkent, 2009, s. 85.
[98] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 34.
[99] Giovan Battista de Burgo, Viaggio
di cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco, s. 137.
[100] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 34
[101] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 110.
[102] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 186.
[103] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 90.
[104] Robert Eisner, Travelers to an
Antique Land. The history and literature of travel to Greece, s 61.
[105] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 110.
[106] a.g.e., s. 85.
[107] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 27.
[108] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 109.
[109] a.g.e., s. 63.
[110] Paolo Giovio, Commentari delle
cose de' Turchi. Venezia, 1531, f. 45.
[111] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 81.
[112] Polonyalı Simeon'un Seyahatnamesi:
1608-1619, s. 13.
[113] a.g.e., s. 13.
[114] a.g.e., s. 13.
[115] a.g.e., s. 13.
[116] a.g.e., s. 14.
[117] William Shakespeare, Othello,
s. 9.
[118] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 97
[119] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde
Kölelik, s. 69.
[120] a.g.e., s. 71.
[121] Stephan Gerlach, Türkiye
Günlüğü, s. 255.
[122] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 43.
[123] a.g.e., s. 64-65.
[124] a.g.e., s. 71.
[125] a.g.e., s. 83.
[126] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 437.
[127] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 56.
[128] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 157.
[129] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 50
[130] Nihat Engin, Osmanlı Devletinde
Kölelik, s. 59.
[131] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 170.
[132] Bernard Randolph, Ege
takımadaları, Arşipelago, s. 83.
[133] Ramiro Feijoo, La ruta de los corsarios
I. Cataluña y Valencia, Barcelona, 2000, s. 108.
[134] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterrenean,
s. 96.
[135] a.g.e., s. 96.
[136] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 181.
[137] Margret Spohn, Her şey Türk İşi:
Almanların Türkler hakkında 500 yıllık (ön)yargıları, s. 30.
[138] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 169.
[139] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 11.
[140] Ağlama yavrum benim / Böylesine
uzak dertler için/ Daha derin acılara/ Ağlayacak bu yüreğin. Josefina Salord
Ripoll, "Les formes literàries del nou de juliol", henüz basılmamış
makale, s. 6.
[141] Miquel Àngel Casasnovas Camps, Història
de Menorca, Mallorca, 2005, s. 260.
[142] Emilio Sola, Emilio Sola, Los
que van y vienen: Información y fronteras en el Mediterráneo del siglo XVI.
s. 186.
[143] Bkz. S. Sastre, "Joan Seguí,
un ciutadellenc Rescatador de captius i espia al Server de Felip II", Publicacions
des Borns, Ciutadella, 1998.
[144] Giorgio Athanasiadis-Novas,
"Discorso Introduttivo", Il Mediterraneo nella seconda metà del
'500 alla luce di Lepanto, der. Gino Benzoni, Olschki, Firenze, 1974, s.
17.
[145] Simó, S. "El nueve de
julio", El isleño, 1 octubre 1848, any I, 2a época. 1-3, cit. Josefina
Salord Ripoll, "Les formes literàries del nou de juliol", s. 6.
[1] Inquisitorial Inquiries. Brief
Lives of Secret Jews and Other Heretics. Der./çev. Richard L. Kagan &
Abigail Dyer, The Johns Hopkins University Press, 2011, s. 147.
[2] "Proceso inquisitorial
constituido contra Diego Diaz, morisco castellano", Historia de
Al-Andalus, Boletin, 44,11/2005. (Archivo Diocesano de Cuenca, dosya 437,
no 6169)
[3] a.g.e., s. 2.
[4] L. Jacinto García, Carlos V a le
mesa. Cocina y alimentación en la España renacentista, Madrid, 2000, s. 48.
[5] a.g.e., s. 3.
[6] Inquisitorial Inquiries. Brief
lives of secret Jews and other heretics, s. 151.
[7] a.g.e., s. 5.
[8] a.g.e., s. 5.
[9] Karl H. Dannenfeldt, "The
Renaissance Humanists and the Knowledge of Arabic", Studies in the
Renaissance, c. II, New York, 1955, s. 100.
[10] Juan Jesús Bravo Caro, "El
reflejo de la esclavitud del Mediterráneo en los registros parroquiales
oraneses", Orán. Historia de la corte chica, s. 2.
[11] The Pilgrimage of Arnold von
Harff, çev./der. Malcolm Letts, F. S. A., Works issued by the Hakluyt
Society, second series, no. XCIV, s. 49
[12] a.g.e., s. 70.
[13] a.g.e., s. 71.
[14] a.g.e., s. 93.
[15] a.g.e., s. 93.
[16] a.g.e., s. 99.
[17] a.g.e., s. 107.
[18] a.g.e., s. 103.
[19] a.g.e., s. 118.
[20] a.g.e., s. 119.
[21] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 23.
[22] a.g.e., s. 27.
[23] a.g.e., s. 68.
[24] a.g.e., s. 69.
[25] a.g.e., s. 69.
[26] a.g.e., s. 100.
[27] a.g.e., s. 72.
[28] a.g.e., s. 47.
[29] a.g.e., s. 32.
[30] a.g.e., s. 39.
[31] a.g.e., s. 45.
[32] a.g.e., s.97.
[1] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 88.
[2] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 25.
[3] Rossitsa Gradeva, "Turks in
eighteenth-century Bulgarian literature: Historical roots of present-day
attitudes in Bulgaria", Rumelia under the Ottomans. 15th-18th centuries. Institutions and
communities, Analecta
Isisiana, 2004, s. 221.
[4] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 78.
[5] a.g.e., s. 58.
[6] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 77.
[7] a.g.e., s. 76.
[8] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 72.
[9] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 37.
[10] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
s. 74.
[11] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, s. 11.
[12] a.g.e., s. 11.
[13] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 38
[14] The Pilgrimage of Arnold von
Harff, s. 124.
[15] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 87.
[16] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 10.
[17] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 97.
[18] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 49.
[19] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 43.
[20] C. F. Beckingham,"Dutch
travellers in Arabia in the Seventeenth Century", Between Islam and
Christendom, s. 2.
[21] Stefan Yerasimos, "İstanbul'da
İstrialı tercümanlar", 17. Yüzyıl Avrupası'nda Türk İmajı,
İstanbul, 2005, s. 34.
[22] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 39.
[23] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
s. 41.
[24] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 93.
[25] a.g.e., s. 38.
[26] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 28.
[27] H. U. Krafft, Türklerin elinde
bir Alman tacir, s. 108.
[28] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 79.
[29] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 38.
[30] a.g.e., s. 82.
[31] Salih Özbaran, Portekizli
Seyyahlar. İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 83.
[32] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 185.
[33] a.g.e., s. 193.
[34] The Pilgrimage of Arnold von
Harff, s. 112.
[35] William Shakespeare, Othello,
s. 6.
[36] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 54.
[37] Rafael Carrasco, Deportados en
el nombre de Dios. La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 1212.
[38] Julio F. Fernando-Javier Espejo,
"La Farsa Turquesana de Hernan Lopez de Yanguas", parnaseo.uv.es.
[39] Albert Mas, Les Turcs dans le
littérature Espagnole du siècle d'or, cilt, I, Paris, 1967, s. 58.
[40] a.g.e., s. 62.
[41] Bernard Lewis, "The Ottoman
obsession", FMR, Ekim, 1984, s. 97
[42] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 118.
[43] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 77.
[44] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 29.
[45] a.g.e., s. 32.
[46] Vraçal'lı Sofroni, Osmanlı'da
Bir Papaz. Günahkâr Sofroni'nin Çileli Hayat Hikâyesi. 1739-1813, çev. Aziz
Nazim Şakir-Taş, İstanbul, 2003, s. 9.
[47] a.g.e., s. 10.
[48] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 111.
[49] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 76.
[50] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 12.
[51] a.g.e., s. 69.
[52] Albertus Bobovius ya da Santuri
Ufki Bey'in Anıları. Topkapı Sarayı'nda Yaşam, s. 70.
[53] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 36.
[54] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 69
[55] Montanari, Il riposo della
polpetta e altre storie intorno al cibo, 2011, Roma-Bari, s. 5.
[56] Hüseyin Mevsim, "Al beni,
güzel Mara...: Bulgar Halk türkülerinde I. Murat", Sultan I. Murad
Hüdâvendigâr ve dönemi, der. İsmail Selimoğlu, Bursa, 2012, s. 161.
[57] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin Gelenekleri, Görenekleri ve Hinlikleri Üzerine İnceleme, s. 69.
[58] Tülay Reyhanlı, İngiliz
Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul'da Hayat. 1582-1599, s. 65.
[59] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 74.
[60] a.g.e., s. 44.
[61] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 109.
[62] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 272.
[63] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 71.
[64] Baron Vratislav'ın Anıları,
çev. M. Süreyya Dilmen, İstanbul, 1981, s. 171.
[65] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 41
[66] L. Jacinto García, Carlos V a la
mesa. Cocina y alimentación en la España renacentista, s. 13.
[67] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 99.
[68] Portekizli Seyyahlar. İran,
Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır Yollarında, s. 91.
[69] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581, s. 162.
[70] Tülay Reyhanlı, İngiliz
Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul'da Hayat. 1582-1599, s. 65.
[71] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 31
[72] a.g.e., s. 33.
[73] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 82.
[74] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 33.
[75] a.g.e., s. 23
[76] a.g.e., s. 23.
[77] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 39.
[78] Baron Vratislav'ın Anıları,
çev. M. Süreyya Dilmen, İstanbul, 1981, s. 171.
[79] Albertus Bobovius ya da Santuri
Ufki Bey'in Anıları. Topkapı Sarayı'nda Yaşam, s. 43.
[80] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 191.
[81] a.g.e., s. 87.
[82] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 25.
[83] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi. s. 57.
[84] Massimo Montanari, Alimentazione
e cultura nel Medioevo, 1988, Roma-Bari, s. 42.
[85] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 117.
[86] The Travels of Sir John Mandeville.
The version of the Cotton Manuscript in modern spelling, Londra, 1905, s.
271.
[87] Shelagh y Jonathan Routh, Notas
de Cocina de Leonardo da Vinci: la afición desconocida de un genio, çev.
Marta Heras, Madrid, 1999, s. 45.
[88] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, s. 56.
[89] a.g.e., s. 57.
[90] Miguel de Cervantes Saavedra, Don
Quijote, cilt II, s. 30.
[91] Giovan Battista de Burgo, Viaggio
di cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco, s. 61.
[92] a.g.e., s. 120.
[93] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 135.
[94] a.g.e., s. 127.
[95] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 70.
[96] Claes Rålamb, İstanbul'a bir
yolculuk. 1657-1658, s. 53.
[97] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 280.
[98] Lilia Zaouali, L'Islam a tavola:
Dal Medioevo a oggi, Roma, 2004, s. 55-56.
[99] a.g.e., s. 13.
[100] a.g.e., s. 34.
[101] a.g.e., s. 7.
[102] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 56.
[103] a.g.e., s. 81.
[104] Tülay Reyhanlı, İngiliz
Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul'da Hayat. 1582-1599, s. 69.
[105] a.g.e., s. 82.
[106] Albertus Bobovius ya da Santuri
Ufki Bey'in Anıları. Topkapı Sarayı'nda Yaşam, s. 43.
[107] Claes Rålamb, İstanbul'a bir
yolculuk. 1657-1658, s. 44
[108] Ottaviano Bon, The Sultan's
Seraglio: An Intimate Portrait of Life at the Ottoman Court, Londra, 1996,
s. 94.
[109] Ruperto de Nola, Libro de
Guisados, Valencia, 1985, s. 6.
[110] Albertus Bobovius ya da Santuri
Ufki Bey'in Anıları. Topkapı Sarayı'nda Yaşam, s. 91.
[111] Archivo General de Simancas,
Estado, dosya 1144, fol. 51.
[112] M. José Bertomeu Masiá, Cartas
de un espía de Carlos V. La correspondencia de Jerónimo Bucchia con Antonio
Perrenot de Granvela, Valencia, 2006, s. 32.
[113] François Rabelais, Gargantua,
s. 29
[114] Giovan Battista de Burgo, Viaggio
di cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco, s. 57.
[115] a.g.e., s. 62.
[116] a.g.e., s. 61.
[117] Coşkun Ak (der.), Muhibbi
Divanı, Ankara, 1987, s.77.
[118] Ralph S. Hattox: Kahve ve
Kahvehaneler: Bir toplumsal içeceğin Yakındoğu'daki kökenleri, İstanbul,
1998, s. 39.
[119] Daniel J. Vitkus: "Early
Modern Orientalism: Representations of Islam in Sixteenth and Seventeenth
Century Europe", Michael Frassetto & David R. Blanks, Western Views
of Islam in Medieval and Early Modern Europe Perception of Other, 1999, NY,
s. 123.
[120] Jacques le Goff, Ortaçağ
Kahramanları, çev. Füsun Önen Pinard, 2010, İstanbul, s. 119.
[121] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 119.
[122] Clara Sánchez, "Noticias sobre
el vino en la Regencia otomana de Túnez", Bahçeşehir Üniversitesi
"Doğu'da ve Batı'da Şarap" sempozyumunda sunulan bildiri, Ekim 2006.
[123] Pedro'nun Zorunlu İstanbul
Seyahati, s. 124.
[124] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 69.
[125] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 75.
[126] Pedro'nun Zorunlu İstanbul
Seyahati, s. 45.
[127] a.g.e., s. 68.
[128] 3 Numaralı Mühimme defteri
(1558-1560), T. C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı
Arşivi Daire başkanlığı, Ankara, 1993, s. 172.
[129] Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü
ve Gündelik Yaşam: Ortaçağ'dan Yirminci Yüzyıla, İstanbul, 1998, s. 236.
[130] Archivo General de Simancas,
Estado, dosya 1053, belge 44/ 45. 1564, 21 Ocak-29 Mart. Constantinopla -
Nápoles. Avisos de Constantinopla.
[131] 7 Numaralı Mühimme defteri,
Ankara, 1999, s. 346.
[132] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 75.
[133] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 12.
[134] H. U. Krafft, Türklerin elinde
bir Alman tacir, s. 89.
[135] Jerónimo Gracián de la Madre de
Dios, Tratado de la redención de cautivos, s. 96.
[136] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 81.
[137] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 81.
[138] a.g.e., s. 81.
[139] a.g.e., s. 86.
[140] a.g.e., s. 15.
[141] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 89.
[142] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 56.
[143] M. Luigi Basasano da Zara, I
costumi et i modi particolari de la vita de Turchi, MDXLV, s. 102.
[144] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 36.
[145] a.g.e., a. 36.
[146] a.g.e., s. 36.
[147] a.g.e., s. 37.
[148] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 108.
[149] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 62.
[150] a.g.e., s. 63.
[151] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi, s. 59
[152] Emilio Sola, Los que van y
vienen: Información y fronteras en el Mediterráneo del siglo XVI, s. 95.
[153] Friedrich Seidel, Sultan'ın
Zindanında. Osmanlı İmparatorluğu'na gönderilen bir elçilik heyetinin ibret
verici öyküsü (1591-1596), s. 22.
[154] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 114.
[155] Oqier Ghislain de Busbecq, Türk
Mektupları, s. 19-20.
[156] a.g.e., s. 46.
[157] a.g.e., s. 123.
[158] a.g.e., s. 124.
[159] Georg Schreiber, Edirne'den
Viyana kapılarına kadar Türklerden Kalan, çev. Esat Mermi, İstanbul, 1982,
s. 130.
[160] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 88.
[161] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 67.
[162] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 25.
[163] Henry Blount, Doğu Akdeniz'e
Yolculuk (1634), s. 92.
[164] François Rabelais, Gargantua,
s. 153.
[165] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 32.
[166] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 99.
[167] Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople.
Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterrenean, s. 53.
[168] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 37.
[169] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 183.
[170] Archivo General Simancas, Estado,
dosya 1325, belge 199. 11 Kasım 1566, 11 Venedik. Garci Hernández al Rey. 25
Aralık'ta alınmıştır.
[171] Archivo General Simancas, Estado,
dosya 1325, belge 223. 23 Eylül 1566, İstanbul. İtalyanca bir aviso.
[172] 7 Numaralı Mühimme defteri,
cilt II, s. 475.
[173] H. U. Krafft, Türklerin elinde
bir Alman tacir, s. 51.
[174] 12 Numaralı Mühimme defteri,
cilt II, Ankara, 1996, s. 258-9.
[175] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 100.
[176] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 192.
[177] Giovan Battista de Burgo, Viaggio
di cinque anni in Asia, Africa & Europa del Turco, s. 129.
[178] Clara Sánchez, "Noticias sobre
el vino en la Regencia otomana de Túnez", s. 13.
[179] a.g.e., s. 13.
[180] Keykâvus, Kabusname,
İstanbul, 1966.
[181] Shelagh y Jonathan Routh, Notas
de Cocina de Leonardo da Vinci: la afición desconocida de un genio, çev.
Marta Heras, Madrid, 1999, s. 175-177.
[182] Halil İnalcık, Has-bağçede 'Ayş
u Tarab, s. 64.
[1] Leyla Coşan, 16. Yüzyılda
Almanların Türklerden korunmak için yazdığı dualar. Tanrım bizi Türklerden
Koru, s. 62.
[2] Feridun Emecen, Osmanlı Klasik
Çağında Savaş, İstanbul, 2010, s. 120.
[3] a.g.e., s. 121.
[4] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", Oral Tradition, 6/2 3, 1991, s. 253.
[5] Halil İnalcık, Devlet-i 'Âliyye.
Osmanlı İmparatorluğu üzerine araştırmalar-I, s.64.
[6] a.g.e., s. 67.
[7] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", s. 254.
[8] a.g.e., s. 254.
[9] Peter B. Lugar, The History and
effects of the Kosovo Polje Mythology. A Thesis presented to the faculty of
the U. S. Army Command and General Staff College, Kansas, 2005, s. 17.
[10] a.g.e., s. 63.
[11] a.g.e., s. 152.
[12] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", s. 255.
[13] a.g.e., s. 255-56.
[14] Danijela Gavrilović, "Elements
of Ethnic identification of the Serbs", Facta Universitatis, series:
Philosophy, Sociology and Psychology, s. 721.
[15] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", s. 256.
[16] a.g.e., s. 257.
[17] a.g.e., s. 260.
[18] a.g.e., s. 259.
[19] Danijela Gavrilović, "Elements
of Ethnic identification of the Serbs", s. 722.
[20] a.g.e., s. 722.
[21] a.g.e., s. 721.
[22] Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi, Cilt 1, der. Erhan Afyoncu, Eylül 2011, s. 198.
[23] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", s. 258.
[24] Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi, Cilt 1, s. 199.
[25] Benedict Curipeschitz, Yolculuk
Günlüğü, 1530, çev. Özdemir Nutku, TTK, 1989, s. 35.
[26] a.g.e., s. 36.
[27] Heinrich Zimmer, Kral ve
Hortlak: Ruhun kötülüğü yenmesine dair hikâyeler, çev. İlker M. İyidoğan,
2009, İstanbul, s. 98.
[28] Mehmed Neşrî, Kitâb-ı
Cihan-nümâ, Neşrî Tarihi, I. Cilt, s. 305.
[29] Bkz. Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, s. 46.
[30] Benedict Curipeschitz, Yolculuk
Günlüğü, 1530, s. 37.
[31] a.g.e., s. 37.
[32] a.g.e., s. 37.
[33] Zdravko Šundrica, "Poisons and
Poisining in the Republic of Dubrovnik", s. 7.
[34] Jelka Ređep, "The legend of
Kosovo", s. 261.
[35] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 45.
[36] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 61.
[37] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 98.
[38] a.g.e., s. 98.
[39] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 65.
[40] a.g.e., s. 49.
[41] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi, 1608-1619, s. 3.
[42] Vincenzo Poggi S. J., "Da
Livorno a Costantinopoli. Edizione di lettera di Antonio M. Nacchi S.
J.(1666-1746)", La Conoscenza dell'Asia e dell'Africa in Italia nei
secoli XVIII e XIX, cilt I, Napoli, 1984, s. 709.
[43] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 145.
[44] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 48.
[45] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, s. 8.
[46] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 69.
[47] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 180.
[48] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 58.
[49] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 145.
[50] Daniel Goffman, Osmanlı
İmparatorluğu'nda İngilizler. 1642-1660, s. 31.
[51] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
s. 97.
[52] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterrenean,
s. 98.
[53] a.g.e., s. 90.
[54] a.g.e., s. 101.
[55] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 59.
[56] Ahmed Cavid, Tercüme-i
Kenzü'l-İştihâ. 15. Yüzyıldan bir mutfak sözlüğü, s. 56.
[57] a.g.e., s. 46.
[58] a.g.e., s. 51.
[59] Özlem Kumrular, "Alvise
Gritti: Un veneziano alla Sublime Porta", Annali dell'Università degli
studi di Napoli "L'Orientale", Sezione Romanza, Napoli, 2008, s.
71-105.
[60] Achille Olivieri, "Tempo ed
Historia dell famiglie a venezia nel '500: Le mitologie mediterranae fra i
Gritti, i Cavalli, gli Oddo", Studi Veneziani, Vol. XXIX, Roma,
1995, s. 172.
[61] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 191.
[62] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 76.
[63] a.g.e., s. 76.
[64] a.g.e., s. 87.
[65] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 188.
[66] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 178.
[67] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 80.
[68] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi, 1608-1619, s. 6.
[69] Maria Pia Pedani, Venezia, Porta
D'Oriente, Bologna, 2010, s. 54.
[70] a.g.e., s. 6.
[71] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 189.
[72] a.g.e., s. 5.
[73] a.g.e., s. 7.
[74] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
hayatı ve âdetleri üzerine bir inceleme, s. 42
[75] Fresne-Canaye Seyahatnamesi,
1573, s. 69.
[76] Vincenzo Poggi S. J., "Da
Livorno a Costantinopoli. Edizione di lettera di Antonio M. Nacchi S.
J.(1666-1746)" La Conoscenza dell'Asia e dell'Africa in Italia nei
secoli XVIII e XIX, cilt I, s. 690.
[77] Baron Vratislav'ın Anıları,
s. 59.
[78] Nicolas de Nicolay, The
Navigations into Turkie, Amsterdam, 1968, s. 57.
[79] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 173.
[80] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 119.
[81] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 173.
[82] a.g.e., s. 234.
[83] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 108.
[84] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi, 1608-1619, s. 108.
[85] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 107.
[86] The Journeys of Pietro della
Valle. The Pilgrim, 47.
[87] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 106.
[88] a.g.e., s. 109.
[89] a.g.e., s. 105.
[90] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 173.
[91] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 53.
[92] a.g.e., s. 53.
[93] Osmanlı'da Bir Köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 100.
[94] a.g.e., s. 47.
[95] a.g.e., s. 111.
[96] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 249.
[97] Polonyalı Simeon'un Seyahatnamesi:
1608-1619, s. 111.
[98] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 142.
[99] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 133.
[100] a.g.e., s. 133.
[101] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 47.
[102] Osmanlı'da bir köle. Brettenli
Michael Heberer'in Anıları. 1585-1588, s. 123.
[103] Johannes Schiltberger, Türkler
ve Tatarlar arasında (1394-1427), s. 124.
[104] a.g.e., s. 124.
[1] İstanbul'un fethinden sonra
canlanan Haçlı planlarını Türk Korkusu kitabımızda detaylı bir şekilde
incelemiştik. Ayrıca bkz. Mustafa Soykut, "The Turk as the 'Great Enemy of
European Civilisaition' and the changing image in the aftermath of the second siege
of Vienna: (In the light of Italian political literature)", Historical
Image of the Turk in Europe. 15th century to the Present. Political and
Civilisational Aspects., İstanbul, 2003, s. 45-116. Gaetano Platania,
"The Turkish threat and the idea of "crusading" in the Papal
policy of the Modern Age. as seen in some unpublished or rare works of lay or
religious authors (XVI-XVIIth cen.), a.g.e., s. 117-145.
[2] François Rabelais, Gargantua,
s. 153.
[3] M. J. Rodriguez-Salgado,
"Ölümsüzlük hayalleri. V. Charles'ın İstanbul'a saldırı planı,
1538-39", Bahçeşehir Üniversitesi, "Yeni Belgelerle Akdeniz'de
Türkler" sempozyumunda sunulan bildiri, 2009.
[4] Hélenè Adeline Guerber, Ortaçağ
Efsaneleri, s. 163.
[5] Encarnación Sánchez García,
"El mundo femenino turco en la literatura castellana del siglo XVI", El
mediterráneo plural en la Edad Moderna. Sujeto histórico y diversidad cultural,
Barcelona, 2011, s. 136.
[6] Juan Sánchez Montes, Franceses,
Protestantes, Turcos, Los Españoles ante la política internacional de Carlos V,
Granada, 1995, s. 90.
[7] a.g.e., s. 90.
[8] Serge Gruzinski, Orada saat
kaç?, s. 162.
[9] Robert H. Schwoebel,
"Coexistence, conversion, and the Crusade against the Turk", Studies
in Renaissance, cilt XII, s. 167.
[10] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581, s. 173.
[11] Emilio Temprano, El mar maldito,
s. 25.
[12] Robert H. Schwoebel,
"Coexistence, conversion, and the Crusade against the Turk", s. 182.
[13] a.g.e., s. 182.
[14] Halil İnalcık, "Avrupa
devletler sistemi: Fransa ve Osmanlı", Kuruluş ve İmparatorluk
Sürecinde Osmanlı. Devlet, Kanun, Diplomasi, 2011, İstanbul.
[15] Bernard Lewis, "The Ottoman
Obsession", FMR, Ekim, 1984, s. 101.
[16] Serge Gruzinski, Orada saat
kaç?, s. 49.
[17] Calendar of State Papers,
cilt II, s. 420.
[18] L. Gachard, Correspondance de
Charles-Quint et D'Adrien VI, Bruxelles, 1859, s. 126.
[19] Francisco López de Gómara, Guerras
de mar de Emperador Carlos V, Madrid, 1998, s. 159.
[20] a.g.e., s. 162.
[21] Prudencio de Sandoval, Historia
de la vida y hechos del Emperador Carlos V, s. 500.
[22] Manuel Fernández Álvarez, Corpus
Documental de Carlos V, s. 499.
[23] Francisco López de Gómara, Guerras
de mar de Emperador Carlos V, s. 162.
[24] Ceciliq Paredes, "Du texte à
l'image: Les tapisseries de la Conquête de Tunis et les gravures des Moeurs et
Fachons des Turcs", s. 123-150.
[25] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 123.
[26] a.g.e., s. 124.
[27] Paul Coles, The Ottoman Impact
on Europe, s. 149.
[28] Fernand Braudel, The
Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, cilt II,
s. 1088.
[29] Halil İnalcık, "Kıbrıs ve
İnebahtı (Lepanto) 1570-1571", Devlet-i 'Âliyye. Osmanlı İmparatorluğu
üzerine araştırmalar-I, İstanbul, 2009, s. 166.
[30] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 125.
[31] a.g.e., s. 126.
[32] a.g.e., s. 126.
[33] a.g.e., s. 125.
[34] a.g.e., s. 129.
[35] Hamit Dereli, Kıraliçe Elizabeth
devrinde Türkler ve İngilizler, s. 33.
[36] Rafael Carrasco, Deportados en
el nombre de Dios. La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 97.
[37] Robert H. Schwoebel,
"Coexistence, conversion, and the Crusade against the Turk", Studies
in Renaissance, vol XII, s. 167.
[38] Monica da Corta Fumei, Venezia e
l'Islam: 828-1797, 2007, Venedik, s. 8.
[39] Ennio Concina, I Doge e il
Sultano/ Doç ve Sultan. 16 yüzyıl başında Ticaret, Sanat ve İlişkiler, s.
41.
[40] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 67
[41] a.g.e.
[42] 14 Temmuz 1524 tarihli
"Markizler"e ithafen yazılmış mektup.
[43] Karl Lanz, Correspondenz des
Kaisers Karl V, Cilt. III, Wien, 1912, s. 294.
[44] Shakespeare bu iki süper güç
arasındaki rekabeti şöyle anlatır: "Therefore, I pray you, lead me to the
caskets, / To try my fortune. By this scimitar, / That slew the Sopphy and a
Persian prince / That won three fields of Sultan Solyman. Shakespeare, William:
The Merchant of Venice, Perde II, sahne I.
[45] Augerio Gislenio Busbequio, Embaxada
e Viages de Constantinopla, Madrid, 1578, s. 53-54.
[46] Yılmaz Öztuna, Başlangıcından
Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, Istanbul, 1964. Cilt V, s. 177.
[47] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 250.
[48] Calendar of State Papers,
cilt II, s. 444. Ferdinand'ın elçisi Martín de Salinas'ın sandık emini
Salamanca'ya gönderdiği 21 Haziran 1522 tarihli mektup.
[49] M. Gachard, Correspondance de
Charles-Quint et D'Adrien VI, s. 116.
[50] G. Heine, Briefe an Kaiser Karl
V, geschrieben seinen Beichvater in dem Jahren 1530-1532, Berlin, 1848, s.
377.
[51] William Shakespeare, Othello,
s. 39.
[52] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 218.
[53] a.g.e., s. 178.
[54] a.g.e., s. 240.
[55] a.g.e., s. 290.
[56] Michael Strachan, The life and
adventures of Thomas Coryate, s. 222.
[57] a.g.e., s. 221.
[58] C. J. Heywood, "Sir Paul
Rycaut, a seventeenth century observer of the Ottoman state: Notes for a
study", English and Continental Views of the Ottoman Empire, s. 36.
[59] Halil İnalcık, "Tarihte Avrupa
Birliği ve Türkiye", Osmanlılar. Fütühat, İmparatorluk, Avrupa ile
İlişkiler, İstanbul, 2010, s. 218.
[60] Rossitsa Gradeva, "Turks in
eighteenth-century Bulgarian literature: Historical roots of present-day
attitudes in Bulgaria", Rumelia under the Ottomans. 15th-18th centuries. Institutions and
Communities, s. 218.
[61] a.g.e., s. 219.
[62] Gerald Maclean, Doğu'ya
yolculuğun yükselişi. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz konukları (1580-1720),
s. 77.
[63] Edwin E. Jacques, The Albanians:
An Ethnic History from Prehistoric Times to the Present, 1995, North
Carolina, s. 228.
[64] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 126.
[65] Polonyalı Simeon'un
Seyahatnamesi: 1608-1619, s. 8.
[66] a.g.e., s. 10.
[67] Edwin E. Jacques, The Albanians:
An Ethnic History from Prehistoric Times to the Present, s. 229.
[68] Giovan Antonio Menavino, Türklerin
Hayatı ve Âdetleri Üzerine bir İnceleme, s. 125
[69] Salomon Schweigger, Sultanlar
Kentine Yolculuk: 1578-1581, s. 38.
[70] Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultân
Süleymân. (Risâlei-i padişahnâme), der. Dr. Mehmet Akkuş, Ankara, 1991, s.
82.
[71] Hadîdî, Tevârihi Al-i Osman,
İstanbul, 1991, s. 433.
[72] Bernard Randolph, Ege
takımadaları, Arşipelago, s. 45.
[73] H. U. Krafft, Türklerin Elinde
bir Alman Tacir, s. 47.
[74] Rinaldo Marmara, İstanbul Deniz
Zindanı, 1740, s. 21.
[75] a.g.e., s. 21.
[76] a.g.e., s. 22.
[77] a.g.e., s. 21.
[78] Eric R. Dursteler, Venetians in
Constantinople. Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern
Mediterrenean, s. 35.
[79] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
huzurunda. Elçilik günlüğü, 1616-1618, s. 73.
[80] a.g.e., s. 85.
[81] Relazioni di ambascitori veneti
al Senato, vol. XIV Constantinopoli, relazioni inedite (1512-1789), der.
Maria Pia Pedani-Fabris, Padova, s. 164.
[82] Macaristanlı György, Türkler.
Türklerin gelenekleri, görenekleri ve hinlikleri üzerine inceleme, s. 65
[83] The travels of Macarius.
Extracts from the diary of the travels of Macarius, Patriarch of Antioch,
written in Arabic by his son Paul, Archdeacon of Aleppo, in the years of their
journeying. 1652-1660. Oxford Press, 1836.
[84] Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier
Seyahatnamesi, s. 81.
[85] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 102.
[86] Jean Thévenot, Thévenot
Seyahatnamesi, s. 133.
[87] Johannes Schiltberger, Türkler ve
Tatarlar Arasında (1394-1427), s. 101.
[88] Crailsheimli Adam Werner, Padişahın
Huzurunda. Elçilik Günlüğü, 1616-1618, s. 129.
[89] Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa,
s. 298.
[90] Bruno Nardini, Leonardo da
Vinci. Bir ustanın portresi, çev. Kemal Atakay, İstanbul, 2009, s. 82.
[91] Peter Burke, Yeniçağ başında Avrupa
Halk Kültürü, s. 137.
[92] Age Demetirio E. Brisset Martin,
"Fiestas hispanas de moros y cristianos. Historia y significados."
Gazetas de Antropologia, no 17, 2001. Texto 17-03.
[93] Peter Burke, Yeniçağ başında
Avrupa Halk Kültürü, s. 191.
[94] Tülay Reyhanlı, İngiliz
Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul'da Hayat. 1582-1599, s. 8.
[95] Maximilian Grothaus, "Doğu ile
Batı'nın kesişimi: Ptuj'da Turquerie", 17. Yüzyıl Avrupasında Türk
İmajı, s. 71.
[96] Günsel Renda, "17. Yüzyılda
Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa: Değişen imgeler", s. 47.
[97] Maximilian Grothaus, "Doğu ile
Batı'nın kesişimi: Ptuj'da Turquerie",17. Yüzyıl Avrupası'nda Türk
İmajı, s. 72.
[98] Tülay Reyhanlı, İngiliz
Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul'da Hayat, 1582-1599, s. 8.
[99] a.g.e., s. 170.
[100] Aleksandra Niewiara, "'The
dear neighbour' that 'vicious murderer': Imagining 'The Turk'ın Polish language
and culture, Imagining 'the Turk', s. 154.
[101] a.g.e., s. 154.
[102] a.g.e., s. 123.
[103] Rafael Carrasco, Deportados en
el nombre de Dios. La expulsión de los moriscos: cuarto centenario de una
ignominia, s. 123
[104] a.g.e., s. 123.
[105] Serge Gruzinski, Orada saat
kaç?, 181.
[106] a.g.e., s. 181.
[107] Ramón Mujica Pinilla, "Apuntes
sobre moros y turcos en el imaginario andino virreinal", Anuario de la
Historia de la Iglesia, c. XVI, Pamplona, İspanya, s. 176.
[108] a.g.e., s. 176.
[109] Ramón Mujica Pinilla, "Apuntes
sobre moros y turcos en el imaginario andino virreinal", Anuario de la
Historia de la Iglesia, s. 176.
[110] a.g.e., s. 175.
[111] Ana María Carabias Torres, "La
Imagen del turco en los impresos españoles (1500-1800)". Ekim 2005'te II.
İspanya-Türkiye tarihi sempozyumunda sunulan tebliğ. (II Jornadas de Historia
Hispano-turca, Antalya, 2005)
[112] Xavier Sellés, "Carlos V, el
primer cerco otomano de Viena y su repercusión en la literatura hispana del
siglo XVI", España-Turquía, der. Pablo Martín Asuero, İstanbul,
2003, s. 79.
[113] Ramón Mujica Pinilla, "Apuntes
sobre moros y turcos en el imaginario andino virreinal", Anuario de la
Historia de la Iglesia, s. 170.
[114] Miguel de Cervantes Saavedra, Don
Quijote, cilt II, s. 463.
[115] Eloy Martín-Corrales,
"Cataluña era una fiesta: Las celebraciones por la toma de Orán", Orán.
Historia de la corte chica, s. 119.
[116] a.g.e., s. 120.
[117] Laurent Vidal, Mazagao. Şehirler
de göçer, s. 19.
[118] Giuseppe Bonaffini, La Sicilia e
i barbareschi. Incursioni corsare e riscatto degli schiavi (1570-1606), s.
88.
[119] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 203.
[120] Archivo General de Simancas,
Estado, dosya 1308, fol. 44,2 Haziran 1530. 10 Haziran'da büyükelçi benzer
haberler veriyordu. "Que ha scripto a Vuestra Magestad la venida y
rreçebimiento del embaxador del turco que otro día que vino fue apalación y
vinieron por él a su casa XVI de los más proncipales, y quel duque le hizo muy
grand honrra y él lecho Santa de creençia y propuso su enbaxada que en efetto
no fue más de hazelles saber que el turco circuncidava sus hijos a los XIII de
jullio a lo qual se avía de hazer la más notable fiesta en sus señorios, y los
conbidava para ella. Diziéndoles el amistad que entrellos avía y la rrazón que
tenía de acetar el conbite y enbiar sus enbaxadores a esta fiesta". A. G.
S., Estado, 1308, fol. 49, Rodrigo Niño.
[121] Victor von Klarwill (der.), The
Fugger News-letters. Being a Selection of unpublished letters from the
Correspondents of the House of Fugger during the years 1568-1605, s. 63-72.
[122] W. H. Lewis, Levantine
Adventurer. The travels and missions of the Chevalier d'Arvieux, 1653-1697,
s. 146.
[123] Samuel C. Chew, The Crescent and
the Rose. Islam and England during the Renaissance, s. 257.
[124] Archivo General de Simancas,
Estado, dosya 1308, fol. 44, 2 Haziran 1530.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar