İBNİ SÎNÂ VE MEVLÂNÂ’NIN AŞK FELSEFELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
HAZIRLAYAN: Hilal ARSLAN
Aşk, akla gelen ilk manası ile kişinin
hissi boyutunda yaşadığı derin sevgi halidir. Ancak, aşkın taşıdığı değerler
düşünüldüğünde sadece manevi boyutta hissedilmesine rağmen, toplumsal ve
bireysel yaptırımları düşünüldüğünde, bir güç ve karşı konulmaz bir potansiyele
sahip olduğu görülmektedir.
Ey
aşk, ey kainat ayetinin geç kavranır meali!
Senin peşindedir renk ve koku kafileleri..
Hayat telindeki melodi aşk mızrabıyladır o
Aşk, hayatın hareketi, hayatın ışığıdır o.
Senin fezan ferahlatır; benim melodim yakar,
Sen gönle huzur veren; ben gönlü engin eden..
Aklın son durağıdır o, aşkın hasılıdır o,
Gökyüzü âleminde, dünyanın ışığıdır o..[1]
AŞKIN TANIMI VE İLGİLİ KAVRAMLAR
Aşk terimi Arapça kökenli bir kelime olup
sözlükte; “şiddetli ve aşırı sevgi”[2],
çok ziyade sevgi, şiddetli muhabbet, sevda, candan sevme, ittiba, alâkâ[3], insanı belli bir varlığa,
nesneye ya da evrensel bir değere doğru sürükleyip bağlayan gönül bağı, insan
tarafından, temelde kendi dışındaki en yüce varlığa, varlıklara veya
güzelliklere duyulan aşırı ve yoğun sevgi[4],
sevginin son mertebesi, sevginin insanı tam olarak hükmü altına alması,
varlığın aslı ve yaratılış sebebi[5] manalarına gelmektedir.
Lügatlerde aşk kelimesinin sarmaşıkla
yakından manası olduğu ifade edilerek, sarmaşık kelime kökü olan “aşeka”nın aşktan türediği ifade edilmektedir.
Aşık da tıpkı sarmaşık misali sevgiliyi kuşatması, onun besininden yani
canından ve ruhundan istifade ederek sevgiliyi zayıflatıp kurutması yönünden
sarmaşık ile benzerlik arz etmektedir. Ayrıca hem tatlı hem ekşi olan bir çeşit
meyveye de “uşuk” denerek aşkın hem sevgiliyle muhabbet sonucu yaşanan mutluluk
sarhoşluğu, hem de ayrılık sonucu yaşanan hoşnutsuzluğu ifadesiyle benzerlik
göstermektedir[6]. Aşkın, aşike isimli
yeşillendikten sonra ufalanıp sararan bir ağaç isminden alındığı da ifade
edilmektedir.
Aşk; sevenin, sevilenden başka bir şeyi
gözünün görmemesi, sevgiye dair her şeyin sevgiliyi hatırlatıp güzel ve yaratılmış
tüm varlıkların sadece sevgiliyi hatırlatmasıdır. Sevgi hali çok yoğun bir his
kapısı açtığından bedendeki tüm azaların, kana karışır derecede, her hücreye
ilişmesi hatta ruha da sûdur ederek her dem sevgiliyle hoş olma halidir.
Sarhoşluk hali sevenin her şeyde sevgiliyi görmesine sebep olduğu için aşık her
gördüğüne “Bu Odur” diye bakarak her şeyi sevmeye başlar ve
aşk giderek bir tek kişiden çıkarak her varlıkta teselli bulmaya başlar[7].
Öyle ki; aşık, konuştuğu her kişiyi, her
hayvan ve bitkiyi ve hatta âlemi oluşturan dört unsuru dahi sevgilinin birer
muhabbet lafzı olarak görme haline girer. İşte bu hal aşkın çokluktan yine
Bir’e gitmesine hissi bir yol bulur. Aşık, severken aklı ile değil insan
fıtratında mevcut olan bir kapasite ile sevginin bu aşamalarından geçerek
ilerleme kaydetmektedir.
Aşk fiil olup, faili Aşık, mefulü Maşuk
olarak kullanılmaktadır. Sufiler sevgiyi çeşitli kısımlara ayırarak, aşkı en
son mertebeye koyarlar. Çünkü aşkı sevmenin en mükemmel hali olarak görürler.
Tasavvufi eserlerde sekiz çeşit sevgiden
bahsedilmektedir. Sevginin bu dereceleri;
1-
Meveddet: Sevgi sebebiyle kalbin özlem içinde
bulunması;
2-
Hevâ: Sürekli olarak salike gözyaşı döktüren
sevda;
3-
Hillet: Sevgilinin sevgisiyle serbest olmak, tam
dostluk;
4-
Muhabbet: Kötü huylardan arınma ve güzel huylarla
donanma suretiyle sevgiliye layık olmak ve yaklaşmak;
5-
Sağaf: Kalbi parçalayan ve yakan ateşli sevgi;
6-
Hüyam: Sevdalıyı çıldırtan sevgi, sevgi
çılgınlığı, çılgınca sevme, sevgilinin kulu, kölesi olma;
7-
Valeh: Dostun ve yarin güzelliğini seyrederken
sevgi şarabıyla kendinden geçme. Sevgi şarabını kana kana içme;
8-
Aşk: Sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi,
aşkın yok, sadece maşukun var olması, her şeyin ondan ibaret olma hali[8].
Aşk ile aynı manayı ifade eden diğer kelimeler ise; hub, alâkâ, sabve
ve siba, sebâbe, şağaf, şe’af, mika, vecd, kelef, teheyyüm, ceva, denef, şecv,
şefk, hilabe, belabil, tebarih, sedem, ğamarat, vehel, şecen, lâic, iktiab,
veseb, hüzn, kemed, lez, hurek, suhd, arak, lehf, hanin, ıstikane, tebale,
lev’a, futûn, cunûn, lemem, habl, resis, daun muhamir, vüdd, hulle, hilm,
ğarâm, huyam, tedlih, veleh ve taabbüddür[9].
Bu kelimelerin bazılarını ileride inceleyeceğiz.
1.
KURAN, HADİS VE
TASAVVUFTA AŞK KAVRAMLARI
Terim olarak aşk kelimesi, Kur’an ve
sahih hadislerde geçmemektedir. Ancak, aşk kelimesine yakın anlamlara gelen
kavramlara rastlamaktayız. Sadece Suveyd b. Said’in rivayet ettiği hadiste
geçen aşk kelimesi elimizde bulunmaktadır[10].
Bu hadisi de ilerde inceleyeceğiz. Aşk manasına gelen diğer kelimelerin kullanılması
İslam’ın ilk dönemlerinde daha çok tercih edilmiştir. Aşk kelimesinin yerine “hub-muhabbet’ kelimelerinin kullanılma sebebini
açıklamak pek de zor bir durum değildir. Bu durum İslam’ın ilk dönemleri göz
önüne alındığında imanın sağlam temellere oturtulma çabasının bir ürünü olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemdeki alimler ve zahitler putperestlik inancının
hakim olduğu ortamda Tanrı ile aralarındaki münasebeti daha saygılı ve Tanrının
insan vasıflarından münezzeh olduğunu inanç akidelerine yükleme çabası ile
Allah’ın insan ile münasebetini “Yaratıcı-
Yaratılmış, Allah- Kul” gibi sınıflandırma yaparak sistemli bir
edep ve korku içine koymaya çalışmışlardır.
Kuran-ı Kerim’de aşk kelimesi
geçmemektedir. Ancak, sufilerin “İman edenlerin
Allah ’a olan sevgisi daha şiddetlidir[11].”
ay etini aşka yorumlamışlardır. Aşk, zatla ilgili tüm durumları
ortaya koyarak, insanda bulunan “adem” unsurundan sıyrılarak, vücut unsurunun
ardındaki gerçekleri fark ettirir[12].
İbnu’s-Serrac’ın rivayet ettiği; “Onu öfke ve aşk arasında kaybetmedi.” mealindeki
hadise göre, aşk kelimesi Resulullah tarafından kullanılmış ve burada geçen aşk
kelimesi “aşak” biçiminde yazılmıştır. İşşik, aşık olan
adam anlamına gelip, taaşşuk ise, aşkta kendini zorlama anlamına gelmektedir[13].
İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren Allah
sevgisini ifade etmek için genellikle hub-muhabbet kelimeleri kullanılmıştır.
Günümüzde dahi Araplar aşk kelimesini kullanma konusunda tereddütlerini devam
ettirmektedirler. Bu lafızların yerini aşk kelimesinin alması hicri II. asırda
kendini gösterir. Bu lafızların kullandığına dair ilk rivayet Hasan-ı Basri’nin
(Ö. 110/ 728) “Kulum bana, bende ona aşık oldum.”
kudsi hadisinin Allah tarafından buyrulduğu rivayetidir. Yine aynı
rivayetlerden bir diğeri de Abdulvahid b. Zeyd’in peygamberlerden birinin “Allah bana, bende ona aşık oldum. ” ifadesidir.
Baklî’nin naklettiğine göre Ebü’l-Hüseyin en-Nuri’nin (Ö. 295/908) “Ben Allah ’a, O da bana aşıktır.” dediği için
kafir ilan edilerek idam edilme cezasını aldığı rivayeti de mevcuttur.
Mutasavvıflardan olan Rabia el-Adeviyye, Bayezıd-i Bistami (Ö. 234/ 848),
Cüneyd-i Bağdadi (Ö. 297/ 909), Hallac-ı Mansur (Ö. 309/ 922) gibi Allah
sevgisini işleyen kişiler de, Allah aşkını işlerken, aşk yerine hu, muhabbet,
habib, mahbub kelimelerini kullanmışlardır. İbn Hafif (Ö. 371/ 982), şer’i
hükümlere bağlılığıyla bilinen bir alim olmasına rağmen, o da Bağdadi’ye isnat
edilen bir aşk risalesini okuduktan sonra, aşk kelimesinin kullanılmasını caiz
görmüştür[14].
Allah sevgisini ifade etmede aşk kelimesinin kullanılması çok
tartışılan bir konu olmuştur. Mutasavvıfların bir kısmı aşkın kullanılmasında
bir beis olmadığını ifade ederek, “Şunu yaparsa
bana aşık olur, bende ona aşık olurum ” hadisini naklederler[15]. Sufilerin dayandığı bazı
ayet ve hadisler ise; “İman edenler Allah’ı daha şiddetle severler”[16] ayetindeki “şiddetli
sevgi”nin aşk olduğunu ifade etmişlerdir. Allah ve Resulüne beslenen sevginin
aşk niteliğinde olması gerektiği sonucuna çıkaran bir hadiste de; Resulüllah
Hz. Ömer’e, “Ben sana herkesten daha sevimli
olmadıkça iman etmiş olmazsın ” uyarısını dikkate almışlardır[17].
Mutasavvıfların bir kısmı ise, bu durumu caiz görmeyerek üç farklı
görüş öne sürerler. Birincisi; Kuran ve hadiste geçen muhabbet kelimesinde aşka
yönelik bir ilginin söz konusu olmadığıdır. Yani açıkça aşk kelimesi mevcut
değildir. İkincisi; aşk sevgide aşırılıktır. Oysa insan asla Allah’ı aşırı
sevemez. Bu sevgi Allah indinde asla fazla olamaz. Çünkü Allah’ı layıkıyla
sevmek insan kapasitesinin çok üstünde olan bir durumdur. Üçüncüsü; aşk
değişiklik manasındadır. Bu durum Allah için asla söz konusu olamaz[18].
Gazzalî, Allah’a karşı kuvvetli sevginin Allah’ı tanımak ve çokça
ibadet etmekten kaynaklandığını savunmuştur. Bu konuda iki sebep öne sürerek,
kalbin boş bir bardağa benzediğini ve buna ancak su doldurulabileceğini, su
çıkmadan sirkenin bardağa dolamayacağını belirtmiştir. Çünkü Allah ayette, “Allah insanın içine iki kalp koymamıştır.”[19] buyurarak, her tür sevginin
Allah’a duyulan aşk olduğu açıklamasını yapmıştır. İkinci sebep ise, Allah’ı
bilmenin kalbi ve aklı kaplaması ile büyük bir hayranlık duyan insanın,
bilginin artma derecesiyle birlikte sevgide de aşırılığa, yani aşka
ulaştırmasıdır[20].
Şimdi, ilk dönemden beri aşk kelimesi yerine kullanılan diğer bazı
kelimeleri inceleyelim.
2-
AŞK MANASINI TAŞIYAN
DİĞER KAVRAMLAR
a. Hubb- Muhabbet:
Muhabbet, “Hibab, hibb” hubb kelimesinin kelime kökü olup, bağlılık,
dostluk[21], sevgi[22]
manalarına gelmektedir. Sevginin bu anlamında, seven sevgisini tüm her şeyden
arındırarak, sadece Allah yoluna bağlanır. Seven sevgisini sadece Allah yoluna
verme aşamasında, sevginin her çeşidinden yani sevilen her şeyden uzaklaşarak
tüm sevgi çeşitlerini bir yola; Allah yoluna koyar, arındırır. Bu halis ve saf
sevgi çeşidine “hubb” denmektedir[23]. Sevgiliye kavuşurken
aşığın yaşadığı duygu yoğunluğu ve kalpte yaşanan galeyan ve çalkalanmayı ifade
eden muhabbet, sevgiliyi harekete geçiren durumu ifade etmektedir[24].
b.
Hevâ:
Hevâ, “heviye”
filinden türeyip, düşmek, düşkünlük manasındadır.[25]
İstek, nefsin isteği, düşkünlük, gelip geçici olan heves, nefsin zararlı ve
günah olan arzuları[26], aşırı istek, nefsin
tabiatı gereği meyil vermesi, sufli cihete yönelip, ulvi cihetten yüz
çevirmesi, şeri ölçülere bakmaksızın nefsin hoşuna giden şeylere yönelmesi[27], arzu sevgi, hoşlanma[28], istek, meyil, sevme
anlamlarına da gelen bu kelime, terim olarak nefsin, akıl ve din tarafından
yasaklanan kötü arzulara karşı gösterilen meyil, doğruluk, hak ve faziletten
sıyrılıp, menfaat ve hazza yönelmek içinde kullanılmaktadır.[29] İbn Arabi, hevâ kelimesinin
iki manasını ifade etmiştir. Birincisi; aşkın kalbe inerek veya düşerek insanın
gayb âleminden inerek şehadet âlemine zuhur etmesidir. İkinci manası ise;
tutkuya düşerek birden bire bir sevgiye yönelme manasındadır. “Ey Davud! Biz seni yer yüzüne halife yaptık. Öyleyse insanlar
arasında hakla hükmet ve sakın hevâya uyma; sonra bu seni Allah ’ın yolundan
saptırır.”[30].
Buradaki anlam; insanın meyli, sevgisi anidir, değişkendir. Oysa Allah’ın
sevgisi, sana gösterdiği yol hep haktır.
“Saptırır” kelimesinin kullanılması ise Allah’ın
emri olan davetçilikte insana engel olan sevgi manasını taşımaktadır[31].
c.
Alâkâ:
Alâkâ: kelimesi, ilişik, rabıta, merbutiyet, gönül bağlama, sevgi,
münasebet, taalluk, irtibat, malikiyet[32],
ilgi, ilişki[33], bağ, engel, sebep, kulu
bağlayıp hakka giden yola girmesini, bu yola girdikten sonrada doğru dürüst bir
şekilde yürüyüp mesafe almasını engelleyen maddi ve nefsani sebepler, her çeşit
engeller, dünyevi bağlar[34], bir şeye gönül verme,
ilgilenme, bağlanma ve düşkünlük anlamlarını ifade eder. Alâkâ, koparılması
öngörülen dünya bağı, insanı maddeye ve nefsin arzularına bağlanma sebebi
olarak da kullanılmaktadır. Tasavvufta alâkâ, kişiyi Allah’tan ayırdığı için
bırakılması gereken bir duygu olarak geçmektedir[35].
“Alak" olarak da geçen bu kelime, “alika” olarak da, kalbin mahbuba bağını ifade
ederken kullanılmaktadır[36].
d.
Vecd:
Aşk, muhabbet, kendinden geçerek
unutulacak kadar ilahi aşk hali, yüksek heyecan, iştiyakın galebesi[37], kendinden geçecek derecede
dalgınlık, kendini kaybedecek ilahi aşka dalma, aşırı heyecan, kederlenme[38], bulma, varolma, hasıl
olma, buluş, kulun herhangi kasdı ve çabası olmadan onun kalbine tesadüf eden
şey[39], acı çeken sevgilinin
hüzünle karışık aşk yaşamasıdır[40]. Aşka düşen kişinin Allah’a
ulaştıktan sonra kalbinin ve ruhunun yaşadığı huşu, teselli durumudur. Kalbin
Allah tarafından bir sebeple kendisinde sürur ve huzurun ortaya çıkmasıdır[41].
Aşığın düştüğü sevgi sonucunda yaşanan
vecd hali, âlemde gördüğümüz her şeyin yani çokluk şuurunu ortadan kaldırarak
yaratıcıyı bir görmek, tüm bu güzellikler karşısında hayran kalmaktır. Kısacası
her şeyin Tevhid (bir) olmasıdır[42].
Aşk anlamına gelen bu kelime, aşığa mertebeler kazandırarak kalbin
heyecana ve sevgiye bitişmesi anlamına gelmektedir[43].
Aşkın en katışıksız, saf halini ifade eden vüdd kelimesi, Buhari’ye göre habib
anlamına gelmektedir[44]. Allah’ın, bu kelimeden
türemiş “vedüd” diye güzel bir ismi bulunmaktadır. “O gafur ve vedüdtür. ”[45],
“O rahim ve vedüdtür. ”[46]
ayetlerinde de geçtiği üzere Allah, tövbe eden kullarını rahmetiyle beraber
sevdiğini de buyurmak için bu ismini kullanmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
AŞKIN MAHİYETİ
Aşk, felsefe literatüründe ahlak ve
kozmolojik bir kavram olarak yer almaktadır. Hem İslam felsefesinde hem de
Yunan felsefesinde akıl, nefis ve cisim hakkındaki görüşlerin âlemin ve ideal
insan biçiminin açıklanması konusunda aşkın, ahlaki ve kozmolojik değerleri
üzerinde durulmuş ve bu perspektifle incelenmiştir. Felsefi düşüncede aşk,
Tanrı’ya karşı duyulan, saf iyiliğin mevcut olması için ortaya çıkan varlık
olarak kabul edilmektedir[47].
Hıristiyan olan
Etıenne Gılson, “Tanrıya karşı duyduğumuz muhabbetin nedenin de
Tanrı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o bizi yaratmak suretiyle aşkımızı da icat
etmiş oldu. Fakat bu doğru ise, daha da ileri gidebiliriz. Çünkü, eğer aşk
matlubuna sahip olmaya yönelik bir talebi ifade ediyorsa, Tanrı olmadan Tanrıyı
sevemeyiz. O halde Tanrı, insanın kendisini aşk yoluyla elde etmesini irade
etmektedir.[48]” ifadesiyle, aşkın
sanki Hıristiyan dünyasında da ilahi bir emir olarak algılandığına dikkatleri
çekmektedir.
Eski çağ filozoflarının çoğu aşkı, sadece
bedeni bir istek olarak addetmelerine rağmen, Sokrates, Platon, Aristoteles,
Stoacılar aşkı en yüce ve en üstün duygu olarak ele almış ve açıklamışlardır[49]. Aşk, Yunan Felsefesinde, philia, eros, agape ve Latincide amor ve caritas
deyimleriyle dile getirilmiştir[50].
Aşk ve sevgi antik çağda ilk kez
Empedokles tarafından ele alınmıştır. Empedokles’e göre; âlemin meydana gelişi,
aşk ve nefret gibi iki zıt duygunun karşı karşıya gelerek mücadele vermesi ve
bu unsurların birleştirip ayırdığı bir oluş ve bozuluş halinin devamı sonucu
olmuştur. Empedokles’in “devim” diye
açıkladığı kuramına göre, sevgi ve nefret (itme-çekme) daima hareket halindedir[51]. Bu oluş ve bozuluş süreci,
dört unsuru etkisi altına aldığı gibi, insanlarında daima bir savaş-barış
hali
içinde olması, organik ve inorganik varlıklarda dahil her şeyi etkisi altına
almaktadır[52].
Evreni oluşturan dört unsuru hareket
ettirici bir neden olmalı, dört ana öğeyi birbiriyle karıştıran, bunların
karışımlarını yeniden çözen neden de sevgi ile nefrettir. Evrendeki bütün
gelişmeler sevgi ile nefretin arasında gelişen savaşın neticesidir. Sevgi ile
nefret, güç ve hakça eşit olan iki öğedir. Nefret üstün geldiğinde, öğeler
birbiriyle ayrı düşer ve evrende dağılma olur[53].
Bu iki zıt hareket ettirtici sıra ile elemanlar üzerinde hüküm sürerler. Sevgi
hakim olduğunda bu elementler birleşerek bir tek küresel cisim haline gelir.
Nefret, yani anlaşmazlık sonucu toprak, okyanus, hava, göksel esir ve yıldızlar
meydana gelir. Daha sonraki sevgi devrinde ise, bitki hayvan ve insanlar
meydana gelir[54]. Empedokles, dört unsurun
ayrılması esnasında, en küçük ve en son bölümlerine ayrılmış olduklarını öne
sürerek bir çeşit atom nazariyesini kendi sistemi içinde ifade etmiş olmaktadır[55].
Nefret, yani dağılma esnasında aşk,
evrenin ortasına itilmiştir. Ancak sevgi yani aşk hakim olduğunda ise, nefret
evrenin kenarına itilir[56]. Bu savaşın sonunda sevgi
üstün gelerek, ayrı olan âlemin dört unsuru tekrar birbirine kavuşacaktır[57]. Bu ayrılma ve birleşme
hareketinin önüne asla geçilemez, çünkü bu hareket ilahi bir harekettir[58]. Empedokles, savaş ve barış
ikileminin son bulması ancak aşk amilinin hakim olmasıyla gerçekleşeceğini, bu
görevi Tanrıça Afrodit’in yapabileceğini ifade etmiştir[59].
Platon’a göre aşk, cinsiyetleri
birleştiren tutku değil, bütün insanların mutluluğa olan özlemidir. Aşk, insanı
iyi şeylere yönlendirerek ölümsüzlük arzusunu dışa vurmasını sağlar[60].
Platon’un Şölen adlı eserinde aşk terimi,
güzelliğin doğurduğu bir çekicilik, gerçek ise akılla kavranan güzellikler
olarak yer almaktadır. Yeryüzündeki güzellikler gerçek güzelliğin sadece birer
solgun yansımasından ibarettir. Gerçek güzellik ise en mükemmeldir[61]. Güzel şeyleri görmek ise,
nefsimizin önceden şahit olduğu mükemmelliği[62]
hatırlayıp anımsaması ve güzelliğe kavuşma arzusunu uyandırır. Bu aşk arzusu
ile ebediyen sürecek olan erdemleri meydana getiririz ve ölümsüzlüğe
ulaşırız[63].
Eflatun’un, güzelliğin yeryüzüne
yansıması olarak ifade ettiği ideler, kişinin kamil insan boyutuna ulaşmasını
sağlayan “erdem” niteliğini taşımaktadır. Eflatun, bilgi nazariyesini
açıklarken ideler âleminden ve bu âlemin gördüğümüz âlemden daha soyut ve
metafiziksel bir âlem olduğundan bahsetmektedir.
Şimdi Eflatun’un gerçek-iyi dediği bu
sistemi ele alalım. Eflatun felsefesini “insanın
saadetinin sırlarını keşfetmek’ ilkesi üzerinde bina etmiştir.[64] Filozofa göre duyularımızla
algıladığımız âlem gerçek değil, sadece gerçeğin yansıması, gölgesi
niteliğindedir. Görülen ve hissedilen âlemdeki her şey gerçek varlığın
kendisine işaret olmaktan öte değillerdir[65].
Platon’a göre gerçek bilgi, kavramlı bilgi, yani kavramların bilgisidir;
kavranılacak şey değildir. Bu kavramlı bilgi ise, idealar âlemidir[66]. Biz insanlar doğuştan her
bilgiye sahip olmamıza rağmen bu bilgileri hatırlamamaktayız, ancak iyi, güzel
ve gerçek olan her şey bizim bilgimiz dahilindedir. Bu bilgiye vakıf olan
ruhumuzdur, ruh ise iyiye yani Tanrıya yöneldiği andan itibaren görünüşler
âleminden sıyrılıp, ideler âlemi denen ruh âlemine yönelecektir[67]. Fakat burada dikkatimizi
çekmesi gereken nokta “gerçeğin yansıması, gölgesi”
ifadeleridir.
Yansıma veya gölge için muhakkak bir ışık
veya aydınlık olması gerekir. O halde bu ışık, aydınlık nedir? Eflatun, güzel,
iyi ve mutlu insanı ararken bunun Tanrısal bir duygu ve yöneliş ile mümkün
olduğunu ima etmektedir. Şöyle ki, görünüşler âlemindeki her şey bir oluş ve
bozuluş halinde; fakat gerçek, öz asla oluş ve bozuluş kabul etmeyen, varlığın
en mükemmel hali olmalıdır. Bu ışık ise ancak Tanrıdır. Tanrıya ulaşmanın yolu
ise, ruhun kendine yönelerek özünde yani ilk yaratılışında kendisine ilham
edilen bilgidedir. Bunu keşfetmek tamamen duygusal bir süreç gerçekleştirmekle
mümkün olur. Çünkü, insan daima güzeli iyiyi arar ve ona benzeme, onlar gibi
olmak arzusunu taşırlar. Bu yoğun istek ancak aşırı sevgi ve aşk ile
yönlenmekle gerçekleşir. “Gönül gözü” olarak
da nitelendirdiği bu aşk kapısı, “insan
saadeti”ne ulaştıran tek yol olarak karşımıza çıkar. Eflatun
idelerinde, mutasavvıfların kullandığı süluk yolunun bir benzeri olarak ta
nitelendirilebilir. Çünkü her ikisinde de bedensel bir arınma, ruha yöneliş ve
aşk sonucu Tanrıdan kalbe gelen bilgi bulunmaktadır[68].
Görüldüğü üzere Eflatun, bilgi
teorisinde, Tanrısal aşka büyük bir önem vermekte hatta tüm gerçeğin bu yolla
elde edilebileceğini savunmaktadır. Filozof, Phaidros adlı eserinde aşkı bir
tür sapıtma ve ruh hastalığı olarak da yorumlamaktadır. Bu hastalık veya
deliliğin iki ayrı karakter içerebileceğini söyleyerek bunların cismani ve
ilahi delilik diye ayırdığı görülmektedir[69].
Platon’a göre ilahi olan aşkı yukarda
izah etmeye çalışmıştık. Bu aşk, gerçek aşktır. Fakat ikinci olarak bahsettiği
cismani aşk, bozuluş âlemine yönelen ve gölgelerin gerçekliğine inanılan his
manasını ifade eder. Dünyevi ve bedeni istekler için gerçek olmayan ve sadece
duyularımızla algıladığımız âleme yönelmek ve bu âleme aşk beslemek Eflatuna
göre bir tür saplantı ve hastalıktan ibarettir. Çünkü gerçeğe asla
ulaştırmayacak ve sadece iyiden uzaklaştırıp kötülüklere götürecektir. Bundan
sıyrılmak ise ancak geçici şeylerden sıyrılıp ruhun Tanrı ile münasebet kurması
ve ona aşık olması ile mümkün olur. Platon’a göre aşk, Eros’un bilgisine
götürür.[70]
Platon’un düşünce sistemini devam ettiren
Plotinus ise, Tanrı sevgisine dönüşen ve her şeyin son nedeni olarak gördüğü
aşkı, daha derinlemesine incelemiştir. Plotinus, aşkın sadece ruhta meydana
gelen bir duygudan ibaret olmadığını, onun aynı zamanda Tinsel-Varlık olduğu
kanaatindedir. Aşk, insanın ve diğer varlıkların nasıl meydana geldiğini
anlatan sistemli bir kaynaktır.
Platon’a göre aşkın kaynağı, ruhta var
olan iyi, güzel ve doğruya yönelişte gizlidir. Çünkü tüm iyi ve güzeller doğada
mevcuttur ve doğa Tanrının taşmasından mevcuttur. Yani ilahi bir iyi ve güzel
arayışının insanın özünde olması aslında Tanrının en iyi, en güzellerinin ilahi
bir alanda, doğada kendini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Aşk, sadece güzel
olanı arar ve sadece onu sever. Çünkü aşk, verdiği his itibariyle sonsuza dek
sürmelidir. Güzel ile Sonsuz aynı kaynaktan gelmektedir. Bu sebeple güzele aşık
olmak aynı zamanda sonsuza aşk demektir.
Aşkın sebebi, güzel bir nesneyle
birleşmeyi arzulayan ruhtur. Kişi, Tanrıya yakınlığını, sadece onu severek
değil, onun yarattığı tüm varlıkları da severek irtibat kurar ve böylelikle
yakınlaşır. Plotinus’a göre tüm varlıklar canlıdır. Çünkü her varlık kendi
kapasitesi dahilinde Tanrı’ya katılmaktadır. Tüm bunlara rağmen dünya, Tanrının
Bir’liğinin farklı bir taşıyıcısıdır. Âlem, Tanrıdan uzaklaşmış İyi’dir, Tanrının
ışığının sadece soluk yansımasıdır. Bu sebeple insan dünyada neyi severse
sevsin gerçek iyiyi sevmiş olamaz. Gerçek iyi sadece Tanrıdır. Dünya
sevgisinden tatmin olmayan insan tanrıya yönelir ve yaratılmıştaki eksikliğin
aslını yani kökünün tanrıda olduğunu fark ederek tanrıya yönelir. Bu sebeple
madde insanı Tanrıdan uzaklaştıran kötülük olmuştur. Dünya, ruh ve maddenin
karışımından meydana gelmiştir. Madde kötüdür, ancak Plotinus, dünyayı tam kötü
olarak görmez. Ona göre dünyanın Tanrısal bir iyilik taşıdığı gerçektir ve bu
iki nedene bağlıdır. Birinci neden; İnsanın İyi’den ayrılarak dünyaya gelme
sebebi güzel bir nedene bağlanmalıdır. Bu neden de Ruh’tur. İkinci neden ise;
insanın maddeden kurtulup Tanrı’ya yönelmesi için uyarıcı nitelikleri de bulundurmasıdır.
Bunları gören insan kendini dünyadan soyutlayarak saf iyiye yani Ruh’a
yönlenmelidir. Ancak Ruh’a yönelen insan asıl memleketine yani Tanrı’ya
ulaşabilir.
İnsanın doğada gördüğü iyi ve güzeller,
Tanrının habercisidir. Bunları duyumsamak için ise birleştirici bir güç olan
Aşk, insanı harekete geçirici ve Tanrıya ulaşma isteğini uyandıran potansiyel
olarak karşımıza çıkmaktadır. Plotinus, bu düşüncesiyle Aşkın evrenin tek aktif
ilkesi olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü Bir yani Tanrı aşktır.
Tanrı’nın Bir’liğinin kendisinden aşağıya
gidildikçe, varlığın her kademesinde kendisinden biraz daha farklılaşmış olarak
mevcudiyet kazanmaktadır. Tüm var olan çokluğu yeniden Bir’liğe ulaştırma
garantisini de varlıkların yapısına yerleştirmiştir. Bir’e ulaşma, ruhun
doğasında olan dönme hareketi ile tikel bedensel varoluştan kurtulup ilahi
olanla birleştirmeye olanak tanımaktadır. İşte bu hareket, kendisini yukarıya,
yeniden Bir’e ulaştıracaktır. Ruhun bu hareketin yolunu bilmesi ise, önceden
kendisine verilmiş olan ilahi “iyi"den
kaynaklanmaktadır. Ruh önce kendine dönerek kendini tanır, bilir. Sonra doğadan
ilahi duyumları sezerek asıl vatanını hatırlar. Tüm bu hatırlama ve memlekete
yöneliş Aşk’ın kılavuzluğunda, aşkın yoğunluğunda gerçekleşmektedir.[71] Kısacası Plotinus aşkı,
Tanrıya giden yol olarak nitelendirmektedir.
Aristo’nun
naklettiğine göre Herakleitos aşk konusunda şöyle der; “ Birbirlerine
benzemeyen şeyler birbirleriyle uyuşmaz ve ahenkli bir varlık oluşturmaz.
Birbirine
benzeyen, birbiriyle kolayca uyuşan ve birbirlerinden hoşlanan şeylere gelince,
bunlar hakkında şöyle diyebiliriz: Aynı türden olan yalın cevherler benzeşip
birbirlerini çekince, onlar ahenkli bir şekilde birleşirler. Bu andan itibaren
onlar tek bir şey olurlar ve onları birbirlerinden ayıran hiçbir şey bulunmaz.
Çünkü ayrılık ancak ilk maddeden ileri gelir. Maddi olan şeyler ise
cisimlerdir. Bunlar birleşmek için birtakım arzu gösterseler de birleşemezler
ve bu onlarda mümkün değildir. Çünkü onların uçları ve yüzeyleri üst üste gelir,
özleri birbirlerinin içine geçmez. Bu üst üste gelme çabucak sona erer, zira
bunlarda birleşme imkânsızdır. Bunların meydana getirdiği birlik, yüzeylerinin
bir araya gelmeleri nispetinde olur. ”[72] İfadesiyle aşkın
birbiriyle aynileşme olduğunu ifade ederken, cisimlerdeki maddi boyutun buna
engel olarak karşı çıktığına dikkati çekmiştir.
Romantizm akımıyla, Nietzsche,
Schopenhaur ve Hartmann aşkın insan soyunun devamı için kurulan bir tür tuzak
olarak değerlendirmişlerdir. Herbert Spencer’ın aşk üzerine yazmış olduğu
eserinde, aşkın meydana gelişi ve devamını içeren bazı çözümlemeleri vardır.
Ona göre; 1. duygulanma, 2. hayranlık, 3. beğenilme sevgisi, 4. kendine değer
verme, 5. sahip olma zevk ve duygusu, 6. daha büyük bir eylem hürriyetinin
verdiği zevk, 7. sempati coşkunluğu, gibi aşamalar içermektedir.[73]
Yaşadığımız yüz yılın filozoflarından
olan Schopenhauer, Aşk Metafiziği adlı eserinde aşk konusunu daha sosyal
içerikli açıklamaya çalışmıştır. O, aşkın sosyal ve bireysel yaşamda gerekli
olan toplumsal ilerleyiciliğin bir gereği olarak aşkı aşağılardan yukarıya,
basitlikten değere, cinsellikten ruhsal arzuya dönüştürülmek istenen doğal bir
ihtiyaç olarak görmektedir. Aşkın herhangi bir metafiziksel boyutunun
olmadığını, tamamen bedensel bir ihtiyaç olarak çıkıp bu adı aldığını
savunmuştur. Cinsel arzuların arkasına saklandığı aşk, tamamen cinsel bir
içtepidir. Tüm aşklar, yani cinsel arzular tamamen gelecek kuşağın ortaya
çıkması amacını gütmekten ileri gidemez. Bu amacın böyle bir adla saklanmasının
nedeni doğanın özüdür. Çünkü, cinsel içtepi ele alındığı zaman tamamiyle öznel
bir ihtiyaç, gereksinim olduğu halde, nesnel bir yücelik kılığına bürünmesi
gerekir ki toplumu ve öznel kişiyi aldatması daha kolay olsun. Doğanın
devamını, geleceğini temin altına almaktan başka bir şey değildir aşk. Belli
bir şeyin ortaya çıkması, yaratılması ancak bu tarz bir aldatma ile mümkün
olacaktır.[74]
Schopenhauer’in bu görüşleri,
göstermektedir ki o, aşkı tamamiyle yok saymakta, hile kadar basit görmektedir.
Maddenin temel varlık olarak en tepeye koyarak, doğanın kendi kendini yaratıcı
bir güç olduğunu savunan Schopenhauer, maddesel hazzın zevkinden ileriye
gidememiş bir kalp ile ömrünü geçirmeye kendini mahkum etmiştir.
İslam filozoflarından olan Kindî, âlemin
yaratılışından bahsederken aşkın (etki eden- etkilenen) amil olduğundan
bahsetmektedir. Oluş ve bozuluş halinde olan âlemde her varlık bir sonrakinin
varlığının sebebi olan hareket yeteneğine sahiptir. Bu hareket, bir sonrakini
etkilemekte ve sebep olan sebepliden daha üstün niteliktedir. Fakat aşk, bazen
hareket sonucu bazen de hareketsiz oluşmaktadır[75].
Mutlak Bir olan Allah, ilk hareket verici, maddeye şekil verici, onu güçten
eyleme geçirici olarak aşkı burada harekete geçirmektedir[76].
Aşığın sevgilisine olan aşkı ya eylemsel, duyu aracılığı ile veya demirin
yapısının mıknatısın özelliği ile ortak bir nokta bulup demirin mıknatıs
tarafından çekim altına alınması gibidir. Demir hareket etmez, ancak yapı
özelliği bakımından mıknatısla yan yana geldiklerinde arada etkileşim ortaya
çıkar. Burada aşık ve maşuk hareketli değil, aşk hareketlidir. İşte cisimlerde
de oluşum, hareket böyle meydana gelmektedir. Her cisim diğer cisme etki ederek
birbirini, âlemin varlık zincirini tamamlamaktadırlar[77]
Farabi’nin aşka bakışı daha Tanrısal
içeriklidir. Ona göre Allah’ın kendisi bir aşk ve sevgi objesidir[78]. Farabi, sûdur nazariyesini
ortaya koyarken, Plotinustan etkilenmiştir. Plotinus, sûdur nazariyesini
oluştururken, Aristo’nun nedenciliğini, Eflatun’un ise iyi idesini alarak
harmanlamıştır[79]. Sûdur nazariyesinin
savunucusu olan Farabi, Allah’ın aşkın ve diğer varlıkların tezahüründe ilk
sebep olduğunu ve her şeyin Allah’tan bu aşk neticesinde taştığını ifade ederek[80], Vacib-ul Vücut’tan sadır
olan her şey, onun tarafından düşünülmesi yoluyla olur[81].
Allah’ın varlıkları yaratması, yoktan ona varlık vermesi anlamında değil, özü
gereği var olmayan bir şeyin varlığını sürdürmesini sağlama anlamında bir güç
ve sürekli tutkuyu vermesi anlamına
gelmektedir[82].
Allah, ilk seven ve ilk aşık olunandır. En
yüksek derecedeki aşk, güzellik, ululuk, ve yüceliğe sahip olan Allah’tır[83]. Allah’ın tıpkı
akıl-âkıl-mâkul oluşu gibi, aşk- aşık-maşuk’tur da. Allah’ta seven ve sevilen
aynıdır, beğenen ve beğenilen de aydır. Çünkü O’nun varlığı kendine yeter,
başka hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu sebeple aşık, maşukun aynısıdır, yani
yine kendisi. Ve Alla, sevilsin-sevilmesin ilk sevgilidir, ona aşık olunsun
veya olunmasın O, ilk ve tek maşuktur[84].
Allah, bu özellikleriyle paralel olarak sevinç ve mutluluğun, aşkın en doruğunda
olandır. Bu sebeple Allah kendi özüne aşk eylemiyle döner. Bunu insanın aşkında
da görebilmek mümkündür çünkü aşk insanı önce kendi özüne, sonra yaratanın yani
Bir’in özüne döndürür[85].
Farabi, Allah’ın bilgisine ulaşma yolu
olarak tefekkür ve ilham yolunu göstermektedir. Ruh, kendi özüne, aşkına
yöneldiği zaman, birtakım keşifler yapar ve Faal akılla irtibata geçebilir.
Ruhun kapısını açan aşk, aşkın faal akılla irtibatını sağlayan ise kalp
gözüdür. Faal aklın Cebrail olduğunu söyleyen Farabi, bu tarz bilginin
filozoflarca da edinilebileceğini savunmuştur. Çünkü filozof demek, özüne dönen
ve özünde özünü arayan demektir[86].
O, bilgiye ulaşma yolunda aşkı yol gösterici
hatta Allah’a ulaştırıcı olarak addeder. Akıl, Fârâbî’ye göre üç kategoridedir.
Birincisi güç halinde olan, nefsin bir
cüzü, gücü olan akıldır. Bu akıl, varlığa ait renk ve şekilleri algılamayıp,
sadece kavram halinde varlıkları nitelendire bilir.
İkinci akıl ise; fiil halindeki akıldır.
Güç halindeki aklın, aktif hale geçerek maddeden tam bağımsız halde bilgiye
ulaşabilir.
Üçüncü ve birebir sezgiyle alâkâlı olan
akıl ise; müstefad akıldır. Sezgi ve ilhama açık, faal akılla ilişki kurma
yeteneğine sahiptir[87]. Bu akıl Farabi’ye göre
kalptir. Beyin kalbin yönetiminde olan ikincil bir organdır. Kalp, kendisine
hiçbir organın emir veremediği, bilgi ve gerçeğe ulaştırma bakımından en üst
kademede bulunan amirdir. Bilgi, ancak kalbin emri dahilinde beyne ulaşır ve
fiiliyata geçer. Kalbin ilhamı, sezgisi, bilgisi olmadan beyin yani akıl bir
şey bilemez[88]. Daima doğruyu, iyiyi ve
mutluluğu arayan insan, gündelik haz ve geçici tatminlere ihtiyaç duymaz.
Gerçek mutluluk, insan aklının maddeden sıyrılarak, manevi varlık olan ve ilk
varlık olan Allah’a yönelmesiyle mümkün olur. Bu yöneliş ancak kalbin ilahi
feyiz ve aşk ile Allah’a yakınlaşması neticesinde gerçekleşecek bir durumdur[89].
Fârâbî’nin ekolundan olan İbn Miskeveyh
de hocası gibi düşünerek aşk hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir;
aşık olanlar birbirlerini çekerler ve birbirlerini bu yakınlaşmalardan
kaynaklanan benzeşme, aynileşme başlar. Bu derecedeki aşk, artık ilahi nitelik
kazanarak Tanrıya yakınlaşma sebebi olur[90].
Mutasavvıflar, aşkı daha derinine inerek
incelemişler ve aşkın kişisel bir kazanç olarak kemal sıfatının kazanılmasında
önemli bir tecrübe olduğunu dile getirmişlerdir. Bu tecrübe, kişinin
yaşayabileceği en zor ama aynı zamanda en güzel hisleri yaşattığı için ayrı bir
âlemin, yani öz âleminin kapısını açmaktadır.
Mutasavvıflar, beşeri veya maddi aşkların
tümünü ilahi aşkın bir uzantısı olarak görerek, aşka; “uzri aşk", “afif aşk",
“zarif aşk", “beşeri aşk” diye isimler
vermişlerdir. Tüm bu aşk çeşitlerinin tek kaynağı olarak en tepeye Allah’ı
yerleştiren mutasavvıflar, aşkın özünün Allah’tan kademe kademe aşağı inerek
yine aşkın özünün, yani Allah’ın, birer görüntüsü olarak meydana geldiğini
savunmuşlardır. Mutasavvıflar, tüm aşkların mayasında Allah aşkı olduğundan
kadın ile erkeğin birbirine aşık olması şeklinde ortaya çıksa da, bu arzunun
temelinde şehvet ve cinsellik bulunmadığı görüşündedirler.
Aşk kişiye sevgiliden daha güzel bir şey
sunmaktadır, öyle ki aşıklar sevgiliye bu sebepten kavuşmak istemezler. Bilakis
daha çok özlem ve ayrılık neticesinde aşkın peşine düşerler. Yani aşık için
önemli olan maşuk değil, aşkın kendisidir[91].
“Bil ki, sevgi
makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır.”[92] düşüncesi İbn Arabi’ye
aittir. O, yaratmanın ilk amili olarak aşkı görmektedir. “Ben bir gizli hazineydim; bilinmek istedim ve mahlukatı
yarattım. Sonra onlara kendimi tanıttım; onlarda beni tanıdılar[93]""
kutsi hadisinden bu anlamı çıkaran İbn Arabi, Allah’ın müstegrat halde
bulunurken, bilinmeyi arzulayınca, bu arzu yaratmaya vesile olmuştur. Arabi, “bilinmeyi arzuladım"" ayetindeki “arzu” kelimesinin
aşk
olduğunu ifade ederek her şeyin ilkinin, yani başlangıcının aşk olduğunu ifade
. 94
etmiştir
.
Bu arzunun neticesi olarak ta “Ben Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım”[94] ayeti kerimede de ifade
buyurduğu gibi, yaratılanların Allah’a ibadet etmesi Rabbin isteğidir,
arzusûdur. Tüm yaratılanları kendisi için yaratmıştır. Yaratılışın bu şekil bir
beyanından anlaşılacağı üzere sevmek ve sevilmek, en yüce duygu, tek murattır.
İşte bu sevgi belirtisi, bizim yaratılan her varlığın Allah’tan olduğunu
bilmemiz ve onu düşünüp sevgiyle kulluk etmemizdir[95].
Çünkü her varlık aşk ile onu tesbih etmektedir. “Yedi gök,
yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O ’nu övgüyle
tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız.
”[96]
İbn Arabi’nin aşk konusunda ki
açıklamalarını yaparken dile getirdiği diğer ayet ise; “O, onları sever, onlarda O ’nu sever”[97]. İbn Arabi, bu ayeti şöyle
yorumlamaktadır; Allah daima sevme halindedir. Bu sevginin zamanı yoktur çünkü
Allah’ta sonradan meydana gelecek bir değişiklik yoktur. O değişmez, çünkü O,
Rab’dır. Demek ki, Allah’ın sevgisi varlıklara taşarak vücut kazanmakta ve dile
gelmektedir. biz birer sevgi ürünü olduğumuz için bizim en büyük ve ilk
görevimiz Rabbimizi sevmek ve O’na aşk ile gitmektir[98].
Aşk dendiği zaman Hallac-ı Mansur ilk
akla gelen isimlerden biridir. Hallac’ın aşkı ilk dile getiren kişilerden
olması ve bu uğurda canını cananına feda etmesine yol açabilecek derecede derin
bir ilahi sevgiye bürünmesi uzun yıllar boyunca diğer mutasavvıfları etkisi
altına almış, birçok tartışmalara sebep olduktan sonra kendini “Aşık” olarak
kabul ettirmiştir. Ancak bu onun ölümünden çok sonra gerçekleşmiştir. Onun
ölümü bir ceza olarak görmemesi aşkından gelen ilahi bir aşk ateşiyledir.
Hallac’ın “enel hak
sözü ile Tanrılık iddiasında bulunduğu ileri sürülerek, kafir ve zındık ilan
edilmiş, idam cezasına mahkum edilmiştir. Ancak Hallac’ın “enel hak” sözündeki
iddiası tanrılık iddiası değil, her şeyin, her yaratılmış eserin Allah’ın
tecellisi olduğunu ifade etme çabasıdır. “Eğer Allah ’ı
tanımıyorsanız eserini tanıyınız, işte o eser benim, ben Hakkım, çünkü ebediyen
Hak ile Hakkım.” cümlesiyle kendisinde Rabbini bulduğunu, aşka
ulaşan kalbin, kendini unutup sadece Allah’ın varlığını bulduğunu ifade
etmiştir. Çünkü Allah aşkı bedenin her yerine sirayet etmiş, akıl ve kalbin
sırlarını aşmıştır. Rivayetlere göre Hallac idam edildiğinde kanı yerde
defalarca Allah yazısı şekline bürünmüştür[99].
Bu durum aşıklığın bir neticesidir. Çünkü aşık, her şeyiyle maşuka tabidir.
Onun maşuku yalnız Allah’tı. Fakat onu anlayan, anlayabilen bir başka kalp
bulunamadığı için varlığının tüm gücünü, ilhamını Allah’tan aldığını ancak
aşkın farklı kişilerce ve şekillerle anlatılması sonucunda açığa çıkabilmiştir.
O bir aşk şehidiydi.
Hallac, aşkı bir zevk ve haz olarak
değilde, dert ve azap olarak görmektedir. Aşığın, maşuku için her acıyı
tereddüt etmeden göze alması gerekmektedir. İblis’in Adem’e secde etmemesini
tevhid ve aşk açısından yorumlayan Hallac, İblis’in Allah’a aşık olduğunu,
Allah’tan başkasına secde edilmemesi gerektiğini, secde emrinin bir imtihan ve
önemli bir husus olduğunu belirterek, İblis’in Allah’a bağlılığını gösterdiğini
bu davranışıyla gösterdiğini ifade etmiştir. Allah’ın “Eğer secde etmezsen, sana ebedi olarak azap edeceğim"
buyruğuna karşılık; “Beni bu azap içinde görecek misin?"
sorusuna “evet" yanıtını alan
İblis, “Beni görmen bu azaba katlanmama değer” yanıtını
vermiş, cehenneme bile Allah’a olan aşkından dolayı katlandığını belirtmiştir[100].
Hallac’ın bu fikirleri birçok İslam alimi
tarafından eleştirilmiş, onun Şeytanın esiri olduğu ithamında bulunulmuştur.
X. yüzyılda Basra’da ortaya çıkmış olan
İhvan-ı Safa, dini, felsefi, siyasi ve ilmi çalışmalar yapan çalışmalarını
gizli organize eden bir topluluktur[101].
İhvan’a göre aşk, Allah’ın yarattığı fazilet, lütuftur. Her sevginin bir gayesi
vardır ve bu sevgi farklı tezahürleri açığa çıkarır. İnsandaki arzunun sebebi
neslin devamı, çocuk sevgisinin gayesi aciz durumda ve bakıma muhtaç olan
çocukların yetiştirilmesidir. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. İhvan’a göre
sevginin objesi benzerlik ve türdeşlik esasına dayanmaktadır. Her varlık kendi
mertebesindeki ve kendine benzeyen diğer varlığa
yönelir ve sever[102].
Bayezid-i Bistami, bir aşk sufisidir. “Aşkın yağdığı bir sahraya açıldım, zemini ıslanmış; burada ayak
kara batar gibi aşka batmaktadır.” sözleriyle yaşadığı aşk halini
ifade ederken, aşkın hayatın doğal akışının bir sonucu olarak aşkı gördüğünü ve
tıpkı zemin gibi ona bulaşmadan geçilmeyeceğini söylemektedir. Aşk kişinin
alinde olamadan, sadece Allah’ın lütfu ile bahşedilen bir nimet olarak
karşımıza çıkmaktadır[103].
Mutasavvıflardan olan Bakli, 'Abherü’l-aşıkin’
adlı eserinde aşkı Allah’ın sıfatlarından biri olarak gördüğünü ifade ederek,
aşkın, kadim ve ezeli olduğunu savunur. Ona göre aşk, aşık ve maşuk Allah’ın
kendisini sevdiği için tek kavram haline gelir. Yani aşk, aşık ve maşuk aslında
aynı olur. Her güzel şey Allah’ın tecellisinden ibarettir. Bu sebeple her
güzelde Allah bulunabilir, varlığı idrak edilebilir[104].
Bakli’nin bu görüşlerinden anlıyoruz ki, oda Allah’ın Aşk olduğu ve her şeyin
aşktan meydana geldiği fikrindedir.
Gazzali’nin “Ben aradım, o buldu.”
dediği kardeşi Ahmed el-Gazzali, ömrünü aşk ile geçiren derin hissiyat sahibi
bir mutasavvıftır. O, abisinden daha farklı bir yol tutarak, Allah’a sadece aşk
ile ulaşma çabasındadır. Sevanihu’l Uşşak adlı eseri, aşk açısında o dönemde
çığır açmıştır. O, aşkın her halini beğenmiş, hatta İblis’i dahi haklı
görmüştür. Çünkü ona göre İblis, Allah’a aşıktır ve Allah’tan başkasına secde
etmeyerek tek aşkının Allah olduğunu vurgulamıştır. O, Allah’ın Adem’i
kendisinden daha çok sevebileceği düşüncesiyle Rabb’ini Adem’den kıskanmıştır.
İblis’i böyle savunan Gazali, bir çok mutasavvıf tarafından eleştirilere maruz
kalmıştır. Hatta onun bu aşk deliliğini, “Şeytana
kapıldı, şeytani oldu” diyerek yanlış yolda olmakla itham
edilmiştir[105].
Seven ile sevilen kişinin birbirlerine duydukları aşk tesadüfi
değildir. Aşkın ortaya çıkmasında birtakım illetler ve aşka yönelten nitelikler
vardır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz. Maşukun özellikleri ve cemali, aşığın
bunu fark ederek münasebet kurmak istemesi ve her ikisi arasındaki uygunluk o
kişiler arasında bir alâkânın olmasına sebep olmaktadır. Bu sebepler mevcut ise
aşk kuvvetli ve daimi olur. Bu ilişkilerde eksiklik veya fark edilememe durumu
varsa aşk zayıflar zamanla yok olur.
Ancak aşkın özelliklerinden olan cezb edicilik, aşığın maşukunu tüm
çirkinliklerden ve kusurlardan arınmış görmesine sebep olmaktadır. Aşık için
maşukunun suretinin güzelliği, sevgisinin şiddetiyle aynıdır. Aşk ile maşukuna
bakan aşık, maşukundan başka hiç kimseyi onun kadar güzel ve mükemmel görmez,
ona daima bağlı ve sadık bir şekilde onu gönlünde yüceltmeye devam eder[106]. Bu sebepledir ki,
evlenmeye niyetli olan kişilerin talip oldukları kişinin yüzüne bakmaları
Resulullah tarafından buyrulmuştur. Evliliğin ve birlikteliğin temelinin sağlam
atılması için evlenecek kişilerin birbirlerine aşk duymaları şüphesiz ki onlar
için daha hayırlıdır. Aksi halde, kişiler birbirlerine katlanamaz, zamanla
nefret etmeye başlarlar. Bu nefret aile kurumunun ortadan kalkmasına ve böylece
neslin devamının zamanla kesilmesine sebep olmaktadır. Aşkın kişiler arasında
gerçekleşmesinin en önemli faydalarından ve sonuçlarından biride yeni
hayatların oluşmasına imkan sağlamasıdır[107].
Her aşık, kendine en münasibi bularak ona
meyleder. Kişilerin birbiri arasında münasipliği seçmeleri için iki neden
vardır. Bu nedenlerin ilki, yaratılıştan, fıtrattan gelen bir uygunluktur[108]. Nitekim Resulullah’ın bu
konuda nakledilen bir hadisinde; “Ruhlar
toplanmış ordular gibidir. Orda tanışan ruhlar kaynaşır. Tanışmayanlar
zıtlaşırlar,[109]” beyanında bulunarak,
ruhların birbirlerinin henüz bedene intikal etmeden öncede tanıştıklarını ve
bunun dünya hayatında birbirini sevmede çok etkili olduğunu vurgulamıştır.
Sevgi bu hadisten de anlaşılacağı üzere
ruhta gerçekleşen bir duygudur. Aşıkların birbirlerine olan sevginin kuvvetine
göre, zamanla ruhları birbirine benzer ve birinin halini diğeri de yaşamaya
başlar. Aşk, iki ruhun birbirlerine uyum ve benzeşmeleri nedeniyle kaynaşır,
birbirlerinden ayrılmaları imkansızlaşır. Bunun neticesinde de birinin duyduğu
acı, diğerinin de acı çekmesine ve onun hastalığını bilmeksizin hasta düşmesine
sebep olacak kadar ilerler[110].
Kişiler arasında münasebetin olmasında
ikinci bir neden ise, dünyada birbiri ile yapılan herhangi bir iletişim veya
arkadaşlıktır. Aynı amaçlarla uyuşan kişilerin ruhları arasında tevafuk olur.
Amaçlar birbiriyle çeliştiğinde ise ruhlar arasında zıtlaşma meydana gelir. Bu
durumda gerçek aşk, ahlakların benzerliğinden, ruhların uyumu ve her nefsin
kendi benzerine şevk duyması ile olmaktadır. İki kişi arasındaki benzerlik
doğal bir cezp edicilik meydana getirir. İki ruh yaratılışta benzerlik
gösterirse, birinin diğerini çekmesi, çıkar amaçlı bir çekimden daha kuvvetli
olarak aşka sebep olur[111].
Maşukun güzelliği, aşık için benliğini
mahvedici bir cemaldir. Ancak bazen güzellik aşkta etkili olmamaktadır.
Güzelliğin kişide olmayışı, aşkın yokluğunu gerektirmez. Aşk, gerçek manada
kişilerin kendine uygun olanla benzeşmesi ve yaratılış huylarının katışmasıdır.
Aşık maşukunda kendi özüne uygun ve benzer bir öze rastlayarak, maşukunda sanki
kendini bulmuş gibi, ona yakınlık ve alâkâ ile kendinden bir parça olduğunu
hisseder[112].
Kişiler arasındaki uygunluk ve benzerlik,
birbirlerine ihtiyaç duymalarına sebep olur. Buna sadece güzellik ihtiyacı veya
güzellik cezbi demek yetersiz olacaktır. Ahlaki olgunluk, cesaret, iffet,
cömertlik, sabır ve sebat gibi sıfatlar canlıya en sevimli gelen gıda, bedenin
cevherine en uygun rızıktır. Ahlaki uygunluk arttıkça, aşkta artar, uygunluk
azaldıkça, nefret artar. Bu sebeple, alçak ve kötü ahlakla ahlaklanmış
insanlarda aşk belirtisi bulunmaz ve sevimlilikleri olmadığından sevilmezler[113]. Ancak, aşığın maşukunda
gördüğü özün güzelliği, aşkın derinleşmesine ve daimi olmasına sebep
olmaktadır. Kemal sıfatlarla bürünmüş öze yönelik olan aşk, aşkların en
yücesidir. Kişinin özü yani ruhu aşık ise, bu aşk kişiye şeref ve olgunluk
katacak kadar fayda sağlar. Bu sebeple, aşkın sabitleşmesi için kişiler
arasındaki benzeşimin fazla olması veya sonradan benzerliklerin artması
gerekmektedir[114].
Aşkın kişi için özgür iradesiyle yapmış
olduğu bir seçim mi yoksa kişinin iradesini aşan bir durum mu olduğu konusunda
farklı görüşler vardır. Ancak Ebu Muhammed b. Hazm’ın rivayetine göre, adamın
biri Hz. Ömer’e, “Ey müminlerin emiri, bir kadın gördüm
ve ona aşık oldum ” der, Hz. Ömer ise cevaben, “Bu elinde olan
bir şey değil ki!” karşılığını vermektedir. Nakledilen bu olaya göre ruhun
kendi varlığında saklı olan aşk, o kişiyi veya şeyi görünce açığa çıkmasıdır.
Yani maşukun durumuna bağlı olarak oluşan bir durum değildir[115].
Aşk, kişide şiddetli ruhi şevk meydana
getirdikten sonra, maşukun varlığında kendi varlığını unutmasına sebep
olmaktadır. Maşuk öylesine sevilir ki, aşığın kendi varlığı sadece aşka dönüşür
ve kendi varlığının haricide her şeyi maşuk olarak görür. Aşk, aşığın gözüne
her şeyi sevgili gibi göstererek, bir süre sonra sevgilisinin kim olduğunu dahi
kestiremez, akledemez hale gelir. Bu hal, aşık için her şeyden daha lezzet
vericidir. Bazen aşık bu hal üzerineyken, keşf ile tecelli görünmeye başlar.
Böylece kişide aşk belirtileri kendini göstermeye başlar. Aşık, maşukunu
görünce vecd[116] haline girer.
Aşığın maşukuna karşı hissettiği yoğun
alâkâ, maşukun ruhunun kendi ruhuna dost olduğunu anlamasıyla meydana gelir. Bu
durum aşığın gayb perdesinin ardından varlıkların özüne dair keşfi ile
gerçekleşir. Bu keşfediş ile ruh kendi kapasitesini kullanarak maşuk hakkında
en ince ayrıntıları dahi anlar ve onun özüne ulaşarak kendi özüyle bütünlüğünü
hisseder. Bu durum aşkın ilk belirtilerindendir[117].
Bu durum Allah aşkı için de aynen görülmektedir. Zira, Allah’ı gözlerimizle
görmediğimiz halde kalbi bir keşif ile varlığını bilerek, her yerde O’nun
varlığından eserler gören ruh, bu hal ile vecde gelerek Allah’a aşık olur. “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, O zengindir, O
hamda layıktır"[118]
ayeti ile, insanın varlığının daima O’nu arama ve O’na yakınlık duyma içinde
olduğu belirtilmiştir. Bu durum sadece his ile idrak edilebilecek bir haldir.
İnsanlık tarihi boyunca her kavim ve toplulukta ilahi bir zata yönelme, ondan
isteme, ona güvenme ve sığınma, her şeyden önemlisi de onunla huzur bulma
ihtiyacı ile tapma gerçekleşmektedir. Tüm bunlar kalbi bir yöneliştir. Nitekim,
“Göklere ve yerlere sığmadım, ancak mümin kulumun gönlüne
sığdım” kudsi hadis ile kalbin muhtevasına dikkat çekilmektedir.
En yüce varlık olan Rabb’in kalb ile şüphesiz ve emin bir şekilde bilinerek,
O’nun varlığını her şeyin varlığından üstün tutma kalp ile (kalpten kasıt gönül
denen manevi bir kavramdır) gerçekleşmektedir[119].
Kişide aşkın bu denli meydana gelişi,
elbette aşığın sadece kendi hali üzerinde bulundurduğu sıfatlarından değildir.
Aşık, maşukuna bağlılığını ona uyma ve ona benzeme yoluyla göstermektedir. Biz
bu duruma aşığın maşukunun bekasında fena olması diyebiliriz. Çünkü daha önce
de belirttiğimiz gibi maşuk öylesine sevilmektedir ki kendi varlığından başka
her şeyin varlığını reddedecek duruma getirmektedir. Aşık, maşukunun
sıfatlarına gizlenir, kendi sıfatlarını ortadan kaldırmaya çalışarak maşukunu
yüceltir.
“Kulumu
sevdiğim zaman, onun gözü, kulağı olurum. Benimle görür, benimle işitir[120]” kudsi hadisinin
yaratılmışın, yaratanın sıfatları ile sıfatlanmasını göstermektedir. Çünkü
seven sevdiğinin dışında başka bir varlık göremez. Sıcak suya bakıldığında onun
sadece su olduğu fark edilir. Ancak, dokunulduğunda anlaşılan şudur ki, suyun
varlığına ateşin varlığı ilişmiştir ve su sıcak olmuştur. Su aslında ateşin
yakıcılığını alarak bir yönden ateş olmuştur. Aslında ateş hem suyla
birliktedir, hem de sudan ayrıdır. Su ateşe yakın olmasından dolayı onun
sıfatını alarak yakıcı olmuştur. Bu durum Allah ile sevdiği kulun arasındaki
münasebete benzemektedir. Kul aşkı ile Rabb’ine yakınlık duyar ve O’nun
kereminden nasiplenerek Allah tarafından sevilen mertebesine yükselmektedir[121].
Hz. Peygamberimizin hadislerinde
belirttiği gibi, insanın Allah’ın suretinde yaratılmış olması[122], insanın Allah’ın
varlığını bütünüyle kendinde bulması ve kabul etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu
sıfatla yaratılan insana Allah kendini sığdırabilir. Bundan dolayı insanda
Allah’ın tüm sıfatları zuhur eder. Kendisinde aşk alameti bulunmayan kişi bile
bunu elde edebilir. Çünkü varlığının özünde yaratılışından dolayı bu kabiliyet
ve aşk mevcuttur[123].
Aşktaki kavuşma, sevgilinin kavuşma lütfu
ile aynı olunca vuku bulmaktadır. Sevgilinin aşığa olan sevgisi, aşığın ona
olan sevgisine üstün gelir, aşığı sıfatlarından ve beşeri varlığından alır. Bu
durum fana makamıdır. Aşkıyla fena olan aşık, sevgilinin sıfatı ile değişir ve
beka bulur. Bu hal içinde olan aşık, artık “ben”
denen şeyi yok eder ve maşuku ile aralarındaki ayrılığı, ikiliği ortadan kaldırır[124].
Kişinin aşkın alametleri ise belirli bir
düzen ve aşkın derecesine paralele olarak tevazu içindedir. Şöyle ki, aşık
maşukunu daima arar ve onu görmeyi, hissetmeyi diler. Çünkü göz ile idrak
olunan direk olarak kalbe yansımakta ve böylece maşukun muhabbeti aşığın içinde
canlılık kazanmaktadır[125]. Yaratılmış her varlığın
yaratandan eser taşıdığını elbette aşık hemen fark eder. Çünkü o âleme can
gözüyle değil kalp gözüyle bakmaktadır ve varlıkların O’nun aşkıyla zikretmekte
olduğunu keşfeder. Diğer bir alameti ise, aşığın sevgilisinin büyüklüğünü ve
azizliğini bilmesi neticesinde edeple gözlerini aşağı indirmesidir. Nitekim
bunu ifade etmek maksadıyla Resulullah, namazda Allah’ın huzurunda olan kulun
gözlerini göğe kaldırmasını şiddetle nehyetmiştir. Çünkü, Allah’ın büyüklüğü ve
azameti arşın üzerindedir. Hatta aşık edebinden boynu bükük bir hal ile
maşukunun huzurunda bulunarak O’na muhtaç olduğunu, O’na aşık olduğunu ve O’nun
aşkına da muhtaç olduğunu bilir[126].
Sevginin alametlerinden biri de, aşığın
maşuktan bahsetmenin hazzı ile daima onu anması ve onu çok zikretmesidir. Bu
sebepledir ki, Allah kullarının korku hallerinde dahi kendini anmalarını
emretmiş ve bunun kendisini seven kulları için huzur ve emniyet verici olduğunu
bildirmektedir[127]. Aşık, maşukunu çok anar
ve onun söylediği ve istediği her şeye tabi olarak, onun ahlakı üzere
ahlaklanmaya riayet eder[128]. Bu sebeple Allah’ı çok
seven kişilerin en zevk aldığı şeylerden biride Kuran-ı Kerim’i dinlemektir.
Zira o maşukunun kendisine hitabıdır ve onda aşık için müjdeli haberler vardır.
Sevginin alametlerinden biri de, aşık ile
maşuk arasında farkında olmaksızın ve tesadüfi bir şekilde birliktelik ve
benzerlik oluşmasıdır. Buna tabiatların uyuşması veya ruh birlikteliği de
diyebiliriz. Çoğu zaman, aşık maşukunun hastalandığından dahi haberi olmadan
hastalanır, o iyileşince iyileşir. Bir başka durumda konuşmalarda gerçekleşir
ki, buda aşık ile maşukun birbirlerinin yanında olmadan aynı cümleleri harfi
harfine söylemeleri ile gerçekleşmektedir[129].
Aşık, maşukunu kıskanarak aşkın
alametlerinden birini daha göstermektedir. Çünkü kıskanmak nakledilen şu hadise
binaen sevginin oranında zuhur etmektedir. “Sa’d’ın
kıskançlığına hayret mi ediyorsunuz? Oysa ben ondan kıskancım. Allah ise benden
de kıskançtır”[130]
Aşık, yalnızlık ile aslında daima sevdiğiyle olduğunu ve onunla baş
başa kalmakla aşkını canlı ve dinamik tutmaktadır. Aşık için sevgiliyle halvet,
başka her şeyden daha tatlıdır. Bu sebeple, Resulullah, Rabb’ine namaz kılan
kişinin önünden geçen kişiyi azarlamayı, geçmemesi için itmeyi ve hatta onunla
bunun için kavga etmeyi emrederek, seven ile sevilenin arasına bir yabancının
girmesindeki huzursuzluğu dile getirmiştir[131].
Çünkü, aşık maşukuna ulaşmak için kendi varlığını dahi silerek ikiliği ortadan
kaldırma çabasında iken bir başkasının daha varlığına tahammül edemez. Bu
sebeple aşık hem sevgiliden uzaklaştıran şeyleri hem de halleri ortadan
kaldırmak için O’nun hoşnut olacağı her hali kendine hal edinir. Aşık için
maşuktan uzak kalmaktan daha incitici ve sevimsiz bir durum daha yoktur[132].
Aşk, her varlıkta belirli bir nispette
bulunmaktadır. Bunu ilerleyen konularımızda detaylı şekilde işleyeceğiz. Her
varlığın yapısında hem özce hem de cisim ve suret yönünden de bulunan aşk, her
madde ve her mertebede o maddenin ahlakına göre şekillenmektedir. Varlıkların
imkan sahasında ortaya çıkışları belirli bir mertebe ve mahiyet
gerektirmektedir. Oysa mertebelerin dahi ortaya çıkışı, aşkın vücudundan zuhur
eden bir illetledir. Her maddedeki değişiklik, başkalaşım, hareket ve hareketin
sonucu aşk iledir[133].
Aşkın vücutta varolmasının ilk amili,
ruhun varlık olarak kendini bilmesiyledir. Kendini bilen ruh, özünün nerden ve
neyle olduğunu bilerek buna bağlı olan bir ahlak yapısına bürünür. Ancak, ruhun
belirli bir suret ve cisim kazanması neticesinde, kendine verilmiş olan bedene
de uygun ahlaki bir yapıyı da bünyesine almak zorundadır. Bu sebeple nefis,
ruhun bedenle birleşmesi neticesinde ortaya çıkan iki ahlakın tek buluştuğu
noktadır. Nefsin de aşkın ilintilerine nispetle sahip olduğu çeşitli yetenek ve
mertebeleri vardır. İnsanın aşkı yaşadığı üç çeşit nefsi bulunmaktadır:
1..Semavi ve Yüce
Nefis: Nefis, tamamen iyiliklere yönelerek, kendisine imkan
dahilinde sunulan fazilet ve kemale yönelmesiyle ortaya çıkan iradedir. Bu
nefis çeşidi, insanı kamil derecesine ulaştıracak bir aşkla Allah’a yönelmesine
ve O’nu yüceltmeye yönelik bir tutku verir. Aşık için tüm güç, deva ve rızık
Allah’ı sevmek olur.
2.
Yırtıcı Hayvani
ve Gadabi Nefis: Bu nefsin sevme şekli ise, zulmetme, ezme,
gururlanma ve insanlara karşı haksız yere büyüklük taslama olarak
görülmektedir. Bu nefisle aşkı yaşayan kişinin tüm haz ve tutkusu eza vermek
olur.
3.
Hayvani ve Şehevi Nefis:
Bu nefsi ağır gelen kişilerin yeme, içme ve cinsel duygulara karşı aşırı tutkusu
olur. Bu nefiste olan kişi bazen diğer nefisteki gibi böbürlenme ve fesada
yönelme görülebilir[134].
Semavi nefisi doğasına uygun olan kişi, o
şekle uygun bir sevgiyle karşılaşırsa ona meylederek aşkı yaşamaya başlar. Bu
kişilerde, aşkından dolayı ne bir sıkıntı nede kendine aşkından dolayı kendine
sıkıntı verecek şeyler o kişiyi etkilemez. Çünkü aşık neden aşık olduğunu bilir
ve doğasından dolayı semavi nefis ve meleklerle daima bir dostluk içinde
bulunur[135]. Bu sebeple aşığın ahlakı
aşkı arttıkça güzelleşir, aşkı hayatının her safhasına yansıyarak Allah’ın
kendisine meylettiği kişilerden olur[136].
İkinci tür nefsin sahibi ise, aşkının
kaynağını şeytandan alarak aşkı devam ettikçe kendini buhrana sürükler. Aşk
sadece acı ve hayatın bitmesine sebep olabilecek nefret ile yüce değerlerden
uzaklaşır. Ahlak olarak, değerlerin hepsinden sıyrılan aşık, kendine ve
maşukuna hatta çevresinde güzel olan her şeye aykırı hareket etmesine sebep
olur[137]. Aşkını bu mertebede
yaşayan aşık, şeytanı dost edinerek Allah’ın ahlakından uzaklaşır ve semavi
nefisteki aşığın aksine derecelerin en aşağısına düşerek aşından
dolayı kovulmuş olur[138].
Üçüncü tür nefis sahipleri ise, aşklarını
şehvet ve arzularından ibaret yaşayarak, çıkara yönelik bir sevgi ile dünya
hayatlarını devam ettirmeyi amaçlayanlardır. Maşukun bedensel güzelliği ve aşık
ile maşuk arasındaki alış-veriş kolaylığından kaynaklanan bir uyum ile
birbirlerini tamamlarlar[139].
Aşkın ve maşukun birbirleriyle irtibatı
ve sevgileri muhteva olarak birbirlerinden farklılıklar içermektedir. Sevgi
çeşidine bağlı olarak maşuk hüviyet belirlemektedir. Sevgi çeşitleri ise; ilahi
sevgi, ruhani sevgi ve tabii sevgi olmak üzere üç çeşittir.
1-
Tabii Sevgi:
Bu sevgi çeşidinde aşk, suret yani vücut hali üzerine yaşanmaktadır. Suret
(form), hangi nisbetle ve cismen hangi hal üzerine tezahür ederse etsin, o
suret maşukun hayalindekinden ibarettir. Varlığın algılanış şekli, cismen yani
vücut olarak belirdiğinden cisimlerin birbirine çekimi ve aşkı varlıkların
birbirlerine yakınlaşarak temas etmelerini gerektirmektedir.
Aşık ile maşuk, birbirleriyle sarılarak
veya öpüşerek birbirlerine nefis olarak karışır ve nefesleri dahi birbirlerine
benzeyerek, tükürüğün vermiş olduğu etki ile bedensel bir uyum ve aşk iki beden
arasında aynı şekilde tezahür eder[140].
Aşık ile maşukun bu şekilde
yakınlaşmaları, iki kişinin ruhlarının ve nefeslerinin aynı olmasına sebep
olur.
“Sevginin gayesi
kavuşmaktır insanda
Bir teni bir tene bir canı
bir canla "
Aşkın bu şekilde yaşanması sevgililerin
birbiri olmadan da onu yaşıyor onu hissedir gibi maşukun hayali ve ruhuna
işlemiş olan lezzeti ile daima iki ruhun beraberliğini anımsatır. Bu aşk
çeşidinin gayesinde ittihat bulunmaktadır[141].
İki sevgilinin birbirlerine olan ihtiyaç ve çekimi onların birbirlerine daima
yakın olmasını gerektirmektedir. tabii sevgi bu açıdan kaynağını in’am ve
ihsandan almaktadır. Çünkü, insanın varlığı diğer bir insanın varlığını
tamamiyle sevmeyi ve istemeyi bilemez. Bu sevgide aşık maşukunu kendi nefsi ve
arzusu olduğundandır. Bu halin sebebi ise insanda hayvani bir yönün
olmasındandır. Ruh yani öz olarak birbirlerini isteyemeyecek olan kişilerin
bunu takviye edebilecekleri yön de nefsani arzudur[142].
2-
Ruhani Sevgi:
Bu sevginin tabii sevgiden ayrılma sebebi, aşığın hem kendisi hem de sevgilisi
için aşık olmasıdır. Oysa tabii sevgide aşık maşukunu sadece kendi nefsi için
sevmekteydi.
Ruhani aşk, kişinin hem akıl hem de ilim
yönünden ilerlemesine sebep olmakta ve aşığı hikmetli yapmada aklının ve ruhani
kabiliyetlerini keşfetmeye yöneltmektedir. Aşık, maşukuyla ilgili bütün iş ve
düzenini değiştirmeye kalkmadan, yaşadığı ve yaşayacağı şeyleri hikmeti ile
bilir ve sevginin ve sevgilinin hakikatinin ne olduğunu anlar. Maşukun
varlığının (vücudunun) içinde bulundurduğu mevcudu ve bu mevcudun neden o
vücutta olduğunu da aşkıyla anlar. Bu sebeple aşık için maşukun varlığı
(vücudu), sadece o mevcudu içerdiğinden önemlidir. Yoksa cisimsel bir
birlikteliği arzulamaz[143]. Aşk sekri[144], düşünceyi aşan bilgi
durumlarını simgesel olarak karşılar. Bu hal, Ehadiyyet’in ruhtaki tecellisi olan
içsel güzelliği yansıttığı için parlaklık ve uyumun ruhta doğmasına sebep olur.
Aşk nefsin ruh karşısındaki uyumsuzluğunu ortadan kaldırarak aşık ile maşukun
ayrılığına sebep olan karışıklığı giderir[145].
Ancak sevgilinin varlığı, aşık için
vuslatın aslıdır. Çünkü onun varlığı, kendi varlığının özüdür. Ancak,
yeryüzünde varlığın kolaylıkla iş görmesi yönünden verilmiş olan vücut, aşık
için maşukun aracı, iş gören aletidir. Bu yönüyle aşık için maşukun vücudu,
aslında özünü örten bir “ademi" elbisesi
olmaktan öteye gitmemektedir[146]. Nitekim, tecelli bir
surete bürünerek ilahi sevgiden sırlar taşıdığını belli etmektedir. Öz ise
sadece ruhtur ve ruh Allah’ın nefesinden bir nefestir. Aşığın maşuku kimdir,
maşuk neden sevilmektedir ve her aşığın bu şekilde varlığını özümsediği neden
sadece bir tane maşuk vardır? Bu soruların cevabı elbette hikmetleri kavrayan
aşık için kolaydır. Çünkü aşığın aşkı, maşukun özünedir[147].
3-
İlahi Sevgi:
Allah’ın yarattıklarını ve özellikle yarattıkları içerisinde eşref-i mahlukatı
olan insanı sevmesi, sevdiklerinin de kendisini sevmesi olarak tanımlayabiliriz
bu sevgi çeşidini. Allah’ın bize karşı duyduğu sevgiyi ve bizim Allah’a
duymamız gereken sevgiyi ifade etme yönünden şu kudsi hadis tüm sevgilerin
gayesini belirleme yönünden pek üstündür. “Ben bir gizli
hazine idim; bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım. Sonra onlara Kendimi
tanıttım; onlar da Beni tanıdılar.”[148]
İnsan gibi akıl ve
ruh kapasitesi olmayan mahlukatlarda Allah’ın kendinden rahmet olarak
bahşettiği aşk, her varlıkta hareket, nicelik ve nitelik yönünden ortaya
çıkmaktadır[149].
Bunun kanıtı ise; “O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de
korkularından tesbih ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında
çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar ”[150],
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd
ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayan'dır.”[151], “Gece
ve gündüz, bıkmadan tesbih ederler. ”[152],
“Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların
Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir.
Allah, onların yaptıklarını bilendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah'ındır. Dönüş Allah'adır ”[153],
“Akşamlarken ve sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde Allah'ı (ki
göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur) tesbih edin, namaz kılın.”[154],
“Melekler şöyle derler: "Bizim her birimizin bilinen bir
makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih
edenleriz."”[155] Ayet-i kerimelerden
de anlaşılacağı üzere Allah her varlığa kendi varlığını öğretmiş ve tecellisi
ile belirli bir nizam sunmuştu. Allah’ın âlemi yaratmasına sebep insanlığın
hayatıdır. Dolayısıyla insanların yaşayacağı aşk, yalnız kendinde bulunan akıl
ve ruh ile daha da had safhaya çıkmakta ve Allah’ın muradının gerçekleşmesinde
en üst gaye olarak biz insanları seçmiştir. Bu sebeple Allah’ın insanlara
hitabı, üstün ahlak sahibi insan-ı kamil olan peygamberler ve kelamını
göndererek varlıkların özünün yolunu çizmiştir. Tüm bunların gayesi ise,
Allah’a üstün ve en doğru şekilde aşk ile yönelmedir.
“İşte sana da
buyruğumuzla Cebrail'i gönderdik; sen Kitap nedir, iman nedir önceleri
bilmezdin, fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola
eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerde olanlar,
yerde olanlar kendisinin olan Allah'ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi
bilin ki işler sonunda Allah'a döner.”[156]
Ayetlerinde de anlaşılacağı üzere tüm bunlar Allah’ın insana olan sevgisinden
ve rahmetinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple diyebiliriz ki, Allah’ın kullarını
sevmesinin ne başı vardır nede sonu. Çünkü O, ne hadis olmayı ne de araz olmayı
kabul eder. Allah’ın kulları için duyduğu sevginin özü, zamanı olmayan bir
süreç içinde yaratılmışlardaki mebdeinin özüdür. Allah’ın sevgisi böylece,
ister varlık ister yokluk âleminde olsun her an ve durumda aynıdır. O, önceden
ne ise her an odur. Allah’ın her an sevmesinin sebebi her varlığın her an
varlık sahibi olmasıyla aynıdır. Çünkü varlık vardır ve Allah’ın varlığını
bilmekle varlıklarını devam ettirmektedirler[157].
İKİNCİ BÖLÜM
İBN SÎNÂ’DA AŞK FELSEFESİ
A.
İBN SÎNÂ’NIN HAYATI
İbn Sînâ, h. 370 / m. 980 yılına,
Horosan’ın Belh şehrinin yakınındaki Afşana köyünde dünyaya geldi. On yaşında
iken Kuran-ı Kerimi ezberledikten sonra, edebiyat alanında da kendini
ilerletmiştir. Sonra Buhara’ya giderek felsefe eğitimini alır.
Hukuk, mantık, matematik, tıp, fizik
alanında da kendini geliştirdikten sonra, asıl ilgi alanını oluşturacak olan
metafiziğe yönelir. Küçük yaşta tüm ilimleri öğrenmiş olan İbn Sînâ, dönemin
sultanı Nuh b. Mansur tarafından saraya hizmet etme amacıyla davet edilir.
Batıda, etkisi İslam Dünyasında olduğu
kadar geniş ve etkilidir. “Avicenna" lakabıyla bilinen İbn Sînâ,
eserlerinin tercümeleri ile tıp, matematik fizik ve metafizik alanında yeni
fikirlere kapı açmıştır159.
Almış olduğu eğitim sırasında zor bir
konuyla karşılaştığı zaman Allah’a dua ve ibadet ile problemlerin çözümlerini
ilham etmesini istemiştir. Manevi açıdan olgun olmasına rağmen, bazı
tutkularından dolayı “kulunç" hastalığına yakalanır ve kendini tedavi
etmeye çalışır. Ancak rahatsızlığını tedavi edemeyerek h. 428/ m. 1037 yılında
Hemedan’da vefat etmiştir160.
İbn Sînâ’nın eserleri;
1. |
Eş-Şifa |
2. |
En-Necat |
3. |
El-İşarat ve’t-Tenbihat |
4. |
Danişname-i ‘Ala’i |
5. |
El-Mebde’ ve’l-Me’ad |
6. |
‘Uyunü’l-Hikme |
7. |
Et-Ta’likat |
8. |
El-Mübahaşat |
9. |
Hay b. Yakzan |
10. |
El-Hikmetü’l-Meşrikıyye |
11. El-İnşaf |
|
12. El-Hidaye |
159
Alper, Ömer Mahir,
“İbn Sînâ”, T.D.V.İ.A., İst. 1999, s. 319 160
Altıntaş, Hayrani,
İbn Sînâ Metafiziği, A.Ü.İ.F.Y., Ankara 1985, s. 10 |
13.
El-Hikmetü’l-'Aruziyye
14.
Ahvalü’n-Nefs
15.
Lisanü’l-'Arab
16.
El-kanun Fi’t-Tıb
17.
El-Urcuze Fi’t-Tıb
18.
Def’ul-Mazarri’l-Külliyye
'Ani’l-Ebdani’l-İnsaniyye[158]
İbn Sînâ’, aşkın
tanımını şöyle yapmaktadır; “Aşk, gerçeğin, iyi, güzel ve cidden
uygun olanı bulup onu istemekten başka bir şey değildir. Bu ayrılan şeylerden
olursa, ayrı olduğu sırada ona meyletmenin, var olduğu sırada da onunla bir
olmanın mebdeidir.[159]”
İbn Sînâ, aşk ve gerçek arasında bir ilişki kurmak amacıyla, Risale
Fi Mahiyat Al-İşk
adlı risalesini ortaya koymuştur.
Nedir bu “gerçek’
ve bu gerçeğin “iyiyi”, “güzeli” ve “uygun olanı”
bulması? O’nu “isteme” nasıl
gerçekleşmektedir?
İbn Sînâ’ya göre gerçek, varlığın
kendisidir[160]. Her varlık bir vücut ve
suret kazanarak kimlik elde eder. Ancak İbn Sînâ, varlığın özünün cisimde yani
bedende değil, ruhta olduğunu söyler. Ona göre ruh, bedenin formundan değildir.
Ruh bedene düzen veren, onun varlığını ve devamını sağlayan kemaldir[161]. İbn Sînâ’nın aşkın
açıklarken üzerinde durduğu metafizik kavramların başında ruh, nefs ve benlik
kavramları gelmektedir.
İbn Sînâ’ya göre, ruh öyle bir kemaldir
ki, bedenin sahip olduğu bilgiye ihtiyacı yoktur. Dış âleme ait bilgileri,
kendi varlığına ait olan bilgileri, ruh tek başına kavrama yeteneğine ve
imkanın sahiptir. Kolu veya bacağı kopuk bir insan, her ne kadar kolunun et ve
kemiğinin olmadığını bilse de, kolunu yine olarak var olduğunu hissetmektedir.
Çünkü bedene verilen mahiyet durmakta sadece vücut eksik bulunmaktadır. Mesela
bir insanın her hangi bir organı alınsa, yani bedeninde eksiklik mevcut olsa, o
kişi yine “ben varım” diyecektir. Demek ki, “ben”den herhangi bir şey eksilmemekte, sahip
olduğu
potansiyelden bir şey kaybetmemektedir. Vücut ruhun sadece evidir, sahibi veya
aslı
değildir[162].
Beden ruha tabidir, her bilgi ve hissin
kaynağı ruhtan gelmektedir. Bedenin ruhtaki bu duygu ve bilgiyi kendine aitmiş
gibi yaşaması ise sadece onun bir aracı ve alet olma yeteneğinden gelmektedir.
Tıpkı beyin ve el arasındaki bağ, komut sistemi gibi. El, bir şeye uzandığında
bu onun kendi arzu ve fiili olamaz. Elin o şeye uzanma isteği beyinden
gelmekte, beynin sahip olduğu birtakım bilgi ve hedefler doğrultusunda komut
vermesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Mesela, hırsıza asla “elin çaldı" denmez ancak o kişiye “sen çaldın" denir. Yoksa her fiilin
müsebbibi beden olsaydı, aynı bedeni özelliklere sahip herkes aynı fiili
meydana getirirdi. Yapan daima “ben"dir. Demek ki en üst kademe neresiyse “beri" oradadır. İbn Sînâ, bedenin kemali
olarak gördüğü ruhu işte bu “beri" olarak
tanımlar ve “gerçeklin “ben"liğini hissetmesinden ibaret olarak görür[163]. Gerçeğin algılanışı ise,
başka bir varlığın durumuna göre idrak edilebilmesidir[164].
İbn Sînâ’ya göre, âlemdeki eşyalar, özü
itibariyle mümkün, diğer bir yönü ile vaciptir. İşte bu mümkün olan tarafta
iyilik bulunmamakta, vacip olan kısımda ise iyilik bulunmaktadır. Bizim iyiliği
hissettiğimiz kısım vacip taraftan gelmektedir. Demek ki, iyilik eşyanın
cevherinin aslı değil, ona ayrı (vacip taraf) bir prensipten katılmaktadır.
Mümkün varlık eksiktir ve olgun değildir, dolayısıyla kötüdür. Çünkü onun
özünde iyilik yoktur ve iyiliğe sahip olmayan yok olacaktır[165].
Var olmak, en başta iyinin neticesidir ve
her varlık kendisinde var olan bu iyi nispetinde olgunluğa sahip olur. Her
varlık kendisine bahşedilmiş bir iyiliğe sahiptir. Varlığın kötülüğü, kemalden
uzaklık derecesine göredir. Her varlığa, lütfedilmiş bir iyilik potansiyeli
vardır. Buna fıtrat yani yaratılış özelliği de diyebiliriz. Varlığın yaratılış
özelliği nasılsa, yani Tanrı’nın lütfettiği iyilik ne derecede ise, varlık da
sahip olduğu bu potansiyel ile vardır ve varlığını sürdürmektedir.
Yokluk, yok olması itibariyle istenilen
bir şey değildir. Varlık ise, saf iyilik ve saf olgunluktur. İyilik, her şeyin
özde istediği ve varlığını onunla tamamlamayı arzuladığı şeydir[166]. O halde, varlığı
tamamlama isteği aşk, varlığı kendisi tarafından tamamlanmak istenen maşuk ve
tamamlamak isteyen ise aşıktır.
Gerçeğin, sahip olduğumuz tek varlığın,
“iyi”yi bulması, ilk yaratılıştan gelmektedir. Çünkü “hayr” veya “iyi” Allah’ın
özünden, varlık tarafından bilinebilme şeklinin sonucu ve tabiatı gereği, belli
bir sisteme göre dünya üzerine taşar. Taşma neticesinde iyi, varlık kazanır ve
iyinin şekilleri dünyaya yayılır[167].
Tanrı’nın özü saf iyiliktir. İyilik ise, özce yani Tanrı tarafından istenen,
murad edilen şeydir.
Yaratılışın gayesini ve mümkün
varlıkların âlemde zuhur etmesine sebep olan vacip bir durum vardır ki; bu da
İbn Sînâ’ya göre ; “Ben bir gizli hazineydim; bilinmek
istedim ve mahlukatıyarattım” kudsî hadisindeki bilinmeyi isteme,
iyiliğin bilinmesidir. Allah’ta var olan iyilik kendisinden taşarak, varlığa,
Tanrı’yı arama ve Tanrı’ya yönelme isteği olarak bir güç ve arzu şeklini
kazanmaktadır. Yaratılmış tüm varlıklarda, iyiliği arama, hayra erişme
potansiyeli ve isteği zaruri olarak mevcuttur.
Allah’ın özü saf iyiliktir ve varlığın
istediği bu iyiliğe ulaşmaktır. Kendi olgunluğunu tamamlamak isteyen her varlık,
bu iyiye yönelmek ister. Çünkü olgunluğa (kemale) erme, bu iyiliğe yaklaşma
nispetinde gerçekleşmektedir. Eksik olan ve olgun olmayan ise, kötülüktür yani
iyiliğin karşısındadır. Eksik ve olgunluktan yoksun olmak kötülüğü, bu durumda
Allah’tan uzak olmayı, O’ndan yoksun olmayı doğurmaktadır. Cismin varlığı,
kemalden uzak olduğu için kötüdür. Cisimde bulunan eksiklik ve noksanlık
sürekli tamamlanmak ister ve bu isteğini özlem ile dile getirir. Özlem ile
kemali arayış Tanrı’ya giden yoldur. Tanrı bu yolu tüm varlıklara açmıştır,
çünkü, Tanrı iyilik ve kemalin potansiyel olarak kalmasını değil, fiil olarak
ortaya çıkmasını istemektedir. Çünkü, Tanrı bilinmeyi istemektedir. Aşık,
maşukunu Tanrı (isteğiyle) tarafından verilen gücü kullanarak arar ve potansiyel
olarak var olan aşk bu andan itibaren aşk fiili olarak ortaya çıkar.
İbn Sînâ’ya göre, Tanrı’nın iyilik ile
muradı, varlıkların kendisine yönelmesidir. Varlıkların Tanrı’ya bu iyi ile
yönelmesi ise, yine Tanrı’nın kainat hakkındaki bilgisinin, yarattığı bütün
varlıkları kuşatması ve varlıkları en güzel ve ideal biçimde var etmesiyle
olmaktadır[168]. Nitekim Kuran-ı Kerim’de “Biz insanı en güzel şekilde yarattık”112
buyrulmaktadır. Çünkü varlıkların yeryüzünde bundan daha mükemmel olması mümkün
değildir ve iyiliğe ulaşmada en üstün donanıma sahiptir. Varlığın iyiliği
bulması için Tanrı’nın iyiliği yayması da yine Tanrı’nın iyiliğinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü O, iyiye ulaşılmasını murad etmektedir[169].
Tüm bu iyi tarifimizden sonra şunu açıkça
söyleyebiliriz; gerçeğin (ben) iyiyi istemesi Vacip Varlıktan gelmekte,
eksiklikten sıyrılıp, olgunluğa erişilmesi istenmektedir. Bu durumda “iyi”ye yönelme, “gerçek"
için vaciptir. Aksi taktirde, “gerçek"
mümkün varlığa yönelerek kötülüğü arzular ve yokluğa mahkum olur.
İbn Sînâ’ya göre varlık, Tanrı’nın niyet
ve isteğinden uzak bir şekilde, en “güzel"e
göre gerçekleşene karşılıktır[170]. Güzellik, bir yön ve
pırıltıdır. Âlemin varoluşu da bu pırıltı ve yöne göre şekilli bir düzen
kazanmaktadır. Çünkü âlem, en mükemmel şekilde yaratılmıştır ve bu mükemmellik
âlemin güzele yönünü çevirmesinden kaynaklanmaktadır.
Mümkün olan her varlık, imkan sahasına
çıkabilmek için vacip olandan bir yönden ilham almak mecburiyetindedir. Kemale
ulaşmış olan iyilik, suret kazanarak, cisimsel boyutta kendini göstereceği
zaman, en mükemmel düşünüş şekline, yani “güzel"e
yönelecek ve pırıltı kazanacaktır. Tanrı’nın en güzel şekle göre yaratması,
güzelin de aslının iyi olmasındandır. Çünkü varlığında iyilik olmayandaki
güzellik, varlığını olgunlaştıramaz ve dağılarak “birlik"ten
uzaklaşır[171].
Biz güzeli, iyinin suret kazanması olarak
da algılayabiliriz. Ancak şu da var ki, varlık, mümkündür ve imkan dahilinde
gerçekleşmektedir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi mümkün olanın özünde iyilik
yoktur ve ona bu iyilik ancak dıştan yani Vacip Varlıktan gelmektedir. Özünde
iyilik olmayan âlem, olağan, mümkün ve maddeyle birleşmiş olmasından dolayı,
ancak “murad edilen en güzel şekil’[172]
ile yaratılır. Mümkün varlıktaki güzellik gerçek güzellik değildir ve ancak
iyilik derecesine göre pırıltı kazanmaktadır.
Tanrı, özüyle âlemde gerçekleşen iyilik
ve olgunluğun müsebbibidir ve bu olgunluk ve iyiliğin bir şekil ile
gerçekleşmesini murad etmektedir. Bu yayılış âlemde “güzeFi
meydana getirmektedir. Yayılan güzelliğin, varlıklarda var olması, o şeyin
suret olarak var olup, kendini gösterme imkanına sahip olmasıdır. Demek ki
varlığın şeklinin “güzel" olması, o
şeyin varlık olarak ortaya çıkmasına neden olma yönünden şeklin bir parçası
oluyor.
Şekilsel varlık,
şekilsiz varlığa fiilen varlık verilmesine neden olan bitişik sebep olması
yönünden şekilli, kendisine şekil verenin muradına benzediği açıkça bu şekli
kazandığında ortaya çıkmaktadır. Şekil maddenin şeklidir, şekil verenin şekli
değildir. Ancak Tanrıdaki hoşluk, iyilik ve güzellik ilhamını varlık âleminde
şekilsel olarak göstermesinden ibarettir[173].
Demek ki, varlık şekil verenden dolayı Tanrıya benzemekte, şekil kazandığından
itibaren de maddeye benzemektedir.
İbn Sînâ,
güzelliği iyilik ile alâkâlandırdıktan sonra bu güzelliğin devirlere ve
mizaçlara[174]
göre tercihi bir durum olduğunu ifade ediyor. Güzellik, aşk ile
alâkâlandırıldığında, yüz ve suret güzelliği olarak kendini göstermektedir.
Aşkın güzelle ortaya çıkması ancak varlığın kendine uygun olan güzeli tercih
etmesiyle mümkün olmaktadır. Çünkü her varlığın kendine özgü bir mizacı ve
fıtratı mevcuttur. Varlıklardaki eksiklik, kendini tamamlamak ve olgunlaştırmak
amacıyla kendine en yakın ve benzer değerleri taşıyan şeye yönelerek onunla
birleşmeyi ve bu şekilde varlığında mevcut olan gücü artırarak daha güçlü ve
kemalle yani iyiyle yakınlık kurmaya çalışır.
Uygunu arama
aynı zamanda güzelliği tamamlamadır. Nebati varlıklara en çok yeşil renk,
semaya mavi renk, toprağa koyu renk ve suya da en çok şeffaflık yakışmaktadır.
Suyun şeffaf olması varlığının temek unsuru olan duru ve katıksız olmasındadır.
Şayet su sert ve daha katı bir yapıya sahip olursa rengi de buna uygun olarak
değişecektir. Sema, özgürlük ifade ettiğinden ve özgürlüğe de en çok mavi renk
yakıştığından kendini maviyle tamamlayacaktır. Toprağın koyu renk olmasından
maksat, varlığında sağlamlık, güvenirlik ve sadakatin olmasındandır. Çünkü koyu
renk içine aldığı diğer tüm renkleri kapatır ve örter. Bitkilerdeki yeşillik
ise içindeki canlılık ve hayat belirtisindendir. Yeşilin canlılığın rengi
olması onun rahatlatma ve hayata bağlılığı arttıran bir his uyandırmasındandır.
Âlemi oluşturan bu dört unsurun kendine uygun bir renk ve şekil alması ile,
varlıkları olgunlaşmakta ve daha da güzel olmaktadır. Kısacası, uygunluktan
kasıt güzelleşmektir.
Aşık, kendine
uygun maşuku seçerken kendi özünde var olan kapasiteye en yakın ve kendi
eksikliğini giderebilecek en güzel olanı ile güzelleşmek ve kemale ermek ister.
Suretlerdeki şekil, mizaç ve Tanrı tarafından bahşedilmiş olan fıtrati yapı
eşini kendi varlığının bir benzerinde arar. Çünkü tam olmak, yani bir olmak
ancak birbirini tamamlamaya münasip iki varlık arasında gerçekleşmektedir. Aşık
olan kişi de kendi suretine benzerini, mizaç ve huy olarak kendine denk
gelebileni seçerek aşık olduğuna yine tercihi bir karar ile güzel demekte ve
uygunluk iliştirmektedir.
İbn Sînâ, aşkın
tanımını yaparken “uygun olanı güzel bulup”[175]
ifadesiyle uygun olanın güzel olduğunu ve güzelliğin göreceli yani her varlığın
mahiyetine yakışanı güzel bulduğunu ifade etmektedir. Eğer her varlık sadece
bir varlığı güzel bulsaydı, varlıkların hepsi o güzele yönelirdi. Toprak, hava,
su ve ateşin beyazı ve sertliği güzel bulması âlemin tamamen katı ve beyaz bir
şekle bürünmesine sebep olacağından diğer varlıkların hayatın mümkünlüğünü
imkansız hale getiren bir durum olmaktan öteye gitmezdi. Bu sebepledir ki
Allah: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık”[176]
buyurmaktadır. Yaratılmış tüm varlıklar birbiriyle ahenk ve bütünlük
oluşturması aşkın varlıklara verdiği edep ve düzenden kaynaklanmaktadır. Her
varlık diğer bir varlığa muhtaçtır ve bu ihtiyaçları giderdikleri müddetçe
Tanrı aşkına gidebilirler. Çünkü her varlık, önce bir eşe yönelerek gücünü
arttırmaya sonra da iyiye ulaşmaya çalıştığından varlıklar arasında bir “sebep”
bağı kurulabilmektedir. Bu sebepler bağı kurulmadan yani her mümkün varlık
kendine özel bir güzel bulmadan ve ona yönelmeden direk olarak vacip varlığa
yönelirse varlıkların olması imkansız olur ve mümkün varlıkların imkan
dahilinde vücut kazanmaları mümkün olamazdı.
Mümkün varlık
eksiktir ve olgunlaşmaya ihtiyacı vardır. Mümkün varlığın vacip varlığa
yönelmesi vacip bir durum olduğundan, mümkün varlıkların bu görevi en iyi
şekilde yerine getirmesi amacıyla yine Tanrı’nın bir lütfu, yani iyiliği olan “aşk’
yine bir iyilik olarak varlığın birbiriyle “sebep”
ilişkisi içine girmesine ilk ve tek amil olmaktadır. Demek ki aşk, varlıklar
arasındaki ilintiyi sağlayan, varlıkların kemale ulaşmasına en etkin sistem
olan hareketi vermekte ve arzunun sebeplerden Tanrı’ya ulaşmasını sağlamaktadır[177].
İbn Sînâ, aşkı,
bir nevi mümkün varlığın vacip kuralı olarak Tanrı’nın varlık sistemine
oturtmaktadır. Bu sistemde aşk, en tepededir ve tüm kendinden sonraki
varlıklara ilişmiştir ve varlıkların “sebebi”
olmaktadır.
Yaratılmışlar,
kendinden önce tasdik edilmiş şeylerin tasdikine bağlıdır. Tasdik edilmiş
şeylerin hatırlanması kendilerinden sonra yaratılmış olanların tanımlanmasında
temel ilkeyi oluşturur. Her varlık, kendinden önce yaratılmışa göre daha
bilinir haldedir[178].
Çünkü, ilk aşk Tanrıdır ve yaratılmış olan her varlık bu aşkın tecellisidir.
Öyleyse varlıklar derece derece Tanrı’dan sûdur ederek vücut kazanmakta ve
mertebelerine göre “iyilik" taşımaktadırlar. Yaratılmış varlık kendisinden
bir önceki varlıktan daha çok kemalden uzak, kendinden sonrakinden daha fazla
kemale yakındır. Bu sebeple bir sonraki daima bir öncekinden daha eksiktir ve
ona olgunlaşma yönünden muhtaçtır.
Varlıkların bu
sıralanışında bir sonrakinin bir öncekini hatırlatmasında muhakkak bir illet
mevcuttur. Varlık zatı gereği mümkün olanın illeti muhakkak vardır[179].
Mümkün varlığın varlığı da yokluğu da bir illete bağlıdır. Varlık var olduğunda
yokluktan bir illetle ayrılarak varlık kazanır, var olan ise yokluktan bir
illet olarak yokluk kazanır[180].
Her varlığın maddi boyutu yokluktan, iyilik ve güzelliği ise ilk varlıktan
gelen bir illetle mümkünlük kazanmaktadır. İlk varlık yani Tanrı, her varlığa
kendini hatırlatacak bir iyilik tarafı yaratarak aşkın vuku bulmasında ve
varlığın yokluk kısmından sıyrılarak kendi özündeki iyiye ulaşmasında aşkı
harekete geçirmektedir. İllet, daima bir netice meydana getirir ve yeni bir
varlık meydana gelir. Bu durumda, Tanrı aşk ile sûdur ederek, aşkın temeli olan
iyiliğin gerçeğe, gerçeğin güzele, güzelinde uygunluğa sebep olması yönünden
varlıklara illet iliştirmiştir.
İlk aşk Tanrı, ilk aşık Tanrı, ilk maşuk yine Tanrı olduğu
gerçeği İbn Sînâ’nın aşk felsefesini temeli olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü
Tanrı’nın her yarattığı varlık, Tanrının kendisinden olan aşkı varlıklara
iliştirerek, daima hareket eden ve ettiren güç, arzu ve ilk düzenleyici sistem
olmaktadır. Tanrı aşkı aşk için istiyor ve aşk için yaratıyor[181].
2.
AŞKIN KAYNAĞI VE
VARLIĞIN SEBEBİ OLARAK AŞK
Tanrı’nın
yaratmış olduğu varlıkların hepsinde, eksiklik, kötülük ve yokluktan bir parça
bulunmaktadır. İbn Sînâ, tüm varlıkların sanki birer canlı varlık olduğunu ima
ederek, kendilerinde bulunan eksiklik ve yokluğa mahkumiyetten sıyrılma çabası
içinde olduklarını ifade eder. Bu canlılık, varlıkların yapısında olan tabii
birer arzu ve gîrizi bir aşktan gelmektedir. Çünkü, hareket aşktan
kaynaklanmakta ve böylece canlılık alameti olan hareket de tüm varlıkları canlı
mertebesine yükseltmektedir. Varlıklardaki eksiklik, kendisini olgunlaşmaya
sevk edici bir etken olarak bu eksiklikten kaçmaya ve tamamlanmak istedikleri
şeye, kendilerinden daha “iyi”
olana, aşk ile yönelerek varlıklarını tanzim etmeyi arzulatır. Şeylerin meydana
gelişleri, varlıklarının özünde bulunan ve varlıklarının sebebi olan zaruri
aşktır[182].
Varlıkların her
biri yaratılışından sonra üç halden birinde bulunurlar. Hallerin ilki; kemal
derecesini kazanmış, aşığın maşukuna aşk ile bağlanarak “birlik”
oluşturdukları mertebedir. Bu mertebede aşık, maşuk ve aşk birbirinin aynıdır
ve kendilerinde artık bir eksiklik, tamamlanma ihtiyacı olmayan olgunluk
derecesindedirler. İkinci mertebe; eksikliğin son derecesinde olan, “iyilik”,
“güzellik” ve bunlara
ulaştırıcı herhangi bir “illet”in bulunmadığı mertebedir. Üçüncü mertebe ise;
bu her iki mertebe arasında gelip giden, yani her iki mertebeden de kendisinde
alamet bulunan varlıkların mertebesidir. Bu mertebe, ilk mertebe olan kemal
mertebesinin hasılı yani bir mertebe altıdır[183].
Çünkü, kemallik, yaratılmışlar arasındaki “en
iyi” manasını ifade ettiğinden, sûdur eden
Tanrı’nın varlıklar arasındaki yaratılış derecesine mukabil olarak “iyi”
derecelendirmesi de değişmektedir.
İbn Sînâ’ya
göre, kemal derecesinin bir alt derecesi olan yarı yokluk yarı iyilik birliği
de kendisinden sonraki derece olan yokluk halinin bir üst mertebesidir. Bu
mertebeye mutlak yokluk mertebesi de denmesinin sebebi, yokluğa dair tüm illet
ve alâkâları bünyesinde bulundurmasıdır[184].
Onda iyilikten, güzellikten ne bir illet ne de bir alamet vardır. Yokluğa
mahkum olan tüm mahiyetleri kendisinde toplayarak, sadece maddi bir surete
bürünmüştür. Onda ne hareketlilik vardır, nede hareket ettirici illet olan
aşktan eser vardır. Bu varlık zati bir varlık sayılmayacak, sadece araz ile
varlıkların arasında var sayılacaktır[185].
Varlığında, ya
kemallik derecesinden bir illet bulunan veya kemale ermiş bulunan varlıklar
gerçek varlık sayılmakta, kemal derecesinden herhangi bir illet almayan varlık
ise mutlak yokluk derecesine düşmüş bulunmaktadır. O halde İbn Sînâ, gerçek
varlığın hüviyetinde “iyi”, “güzel”
ve “kemal” e dair bir illet muhakkak bulunduğunu, şeylerin varlık sahasında
hüviyet kazanmalarının aşka bağlı olduğu sonucuna ulaşmaktadır[186].
İbn Sînâ’ya göre
her varlığın hüviyetinde kendisine mahsus bulunan kemal, ancak zatı ile kemal
sahibi olandan feyizle bu kemalliğe sahiptir ve bu kemal varlığın kendisine
kafi gelmemektedir. Kendisinde kafi derecede kemalliğin bulunmamasındaki durum
ise şöyledir; Varlık, iyiliğin feyzinden nail olduğu kadarını koruyacak ve yok
olduğu zaman da kendini kemalle birleşmeye meyledecek bir hale gelmesi için
hüviyetlerin ya gîrizi yada külli aşk ile illetlendirilmesidir[187].
İbn Sînâ’ya göre
her varlıktaki illet (sebep), kendisinden bir üst kademedeki varlıktan gelen ve
fiil halindeki varlığını kendisinden aldığı, bir başka varlığın
192 193
vücudunun
zatıdır . Sebepli ise fiil halindeki varlığın bir başkasından gelen zatıdır .
Görüldüğü gibi varlıkların herhangi bir meyline sebep olan illet, meyil ise
illet neticesinde ortaya çıkan sebepli olmaktadır.
İbn Sînâ neden
illeti varlıkların bütünlüğünü ve mahiyetini tamamlayıcı bir özellik olarak
görmektedir? Bunun nedenini şöyle açıklamak yerinde olacaktır. Âlem Allah’tan
çıkmıştır ve Allah ilk zorunlu ve ilk sebeptir. Allah’tan bir varlık doğar ve
bu ilk sebeplenmiş şeydir[188].
Varlığın vücudu muhakkak bir sebebe bağlıdır ve bu sebep (illet) ortadan
kalktığı zaman varlıkta kaybolacaktır. Çünkü sebep, sebepliden daha yüksek ve
önemli bir yere sahiptir. Bütün illetlilerde mahiyet ve vücut ayrılığı
kesindir. Bir mahiyetin ilk sebebi madde ve şekil, bu şekil ve maddenin de ilk
sebebi fail ve gayedir[189].
O halde, madde ve şekilde bir illet ile mahiyete varılır; ki mahiyet şekil ve
maddeden öncedir ve onlara muhtaç değildir ancak madde ve şekil muhakkak bir
mahiyete bağlanmak zorundadır; mahiyet bir gayeye ve gaye de faile muhtaçtır.
Varlıklardaki illiyet statüleri İlk İllet’e kadar giden aşk potansiyeli ile
birlik düzenini sağlayana kadar devam edip gitmektedir[190].
İlk illetin var
olması, diğer illetlerin var olmasına ve bu illetlerin zatları da ma’lûllerin[191]
varlığına imkan sağlamaktadır. İlk sebeplenmiş, kendi varlığını ve zorunlu
varlığı bilerek, kendi başına zorunsuz, fakat ilk varlığa göre zorunludur.
Zorunsuz şeyler sonsuza giderek, kendisini zorunlu bir varlığa dayandırması
zorunludur[192].
İlk illet, gerçek varlıktır ve kendisinde mutlaka iyilik bulunmaktadır, yani
zatı ile mutlak ve iyidir. Kendisindeki bu iyilik zatındandır[193].
İlk illetin kendi zatında bulunmayan bir iyilik alması veya kazanması
imkansızdır, çünkü ilk illetin kemale ulaşmış ve kemalleşmiş olması
gerekmektedir. Aksi halde, asla ilk illet olma derecesine ulaşması imkan
sahasında gerçekleşmezdi[194].
Varlık imkanı
bulunan iyilerin hepsini birden bünyesinde bulundurmuş olmasaydı, o iyileri
kendinden başka bir şeyden almış olurdu ki bu durumda kendinden üstün bir
varlığın olmasına imkan sağlardı. Oysa tüm iyilerin kaynağı İlk İllet yani
Tanrı’dır. İlk illetin bünyesinde diğer ma’lûllere taksim edilmiş iyilerin
bulunması Tanrı’nın aşkının taşması ile gerçekleşmektedir. Demek ki tüm
maluller, ilk illetten bir parça iyilik alarak mevcut olmaktadırlar. Fakat bu
alınan iyiliği, ancak o iyilikten istifade etmede kullanabilirler[195].
Çünkü bu küçücük de olsa iyilik, gerçek ve en iyiye götürecek aşkın ilk
hareketidir.
İbn Sînâ’ya göre
hiçbir şey sebepsiz değildir ve yoktan var olmadığını ifade ederek varlıkların
illetlilik ilkesini şu şekilde açıklamıştır:
1-
Maddi
İllet: Bir şeyin neden yapıldığını ifade eder
ve daha sonra eser çıkmadan o şeyin maddesinin mevcut olduğu belirtir[196].
Bir şeyi var olarak tutan, bir şeyin şey olabilmesi için gerekli olan gücü ve
kuvveti kendinde bulmayı sağlayan illettir[197].
Masa olmasa da ağacın olması, cam olmadan toprağın olması gibi. Yani her şey
bir öncekine bağlıdır ve bir sonrakinin maddi sebebidir. Böylece her şey bir
ilişki ve karşılıklı çekim halindedir[198].
Çünkü her varlığın kendisine uygun bir diğer varlıkla meydana gelmesi bu maddi
ilke ile gerçekleşmektedir.
2-
Surî
(şekil) İllet: esere dışardan keyfiyet gibi
ilave edilir, her madde kendisine amacına en uygun şekli alır, en yakışan şekle
ve en estetik şekle bürünür[199].
Kısacası bir varlığın varlık olarak ortaya çıkmasına ön ayak olan bir parçadır[200].
Böyle olmasının sebebi ise “en güzel"in yaratmasıdır. Çünkü güzelden çıkan
da güzel olmak zorundadır.
3-
Fail
İllet: Failini, yani eserin sahibini ifade
eder. Eserin sahibinin kim olduğu, o eşyayı kimin murad ettiği ve nasıl murad
ettiği hakkındadır. Marangozun masayı yaparken hangi iş için kullanılacağını
bilmesi ve ona göre şekil vermesi gibi. Ancak burada şu çok önem taşımaktadır
ki oda failin fiilden önce olmasıdır[201].
Hiçbir şey kendiliğinden olmadığına göre meydana gelen şeyin bir yapıcısı ve
yapma nedeni muhakkak vardır.
4-
Gai
İllet: varlığın niceliğini, neden murad
edildiğini ifade eder. Varlık sırasına göre burada gaye, hedef olan şey olur[202].
Her varlığın bir gayesi varsa bu gayenin yerine gelmesi için o gayeye ulaşması
için mümkün varlığa gayenin imkanı verilmiştir.
Bu tasnifi yapan
İbn Sînâ, bir şeyin maddi ve şekli illetini, onun mahiyeti olarak görmektedir[203].
Çünkü İbn Sînâ, yaratılmış olan varlığın unsurlarını madde ve suret olarak
kabul etmektedir[204].
Biz diğer bölümde madde ve şeklin, “güzel’in pırıltısının maddeye en uygun
oranda yansıması olarak görmüştük. Demek ki maddi ve şekli sebep, varlıktaki
güzellikten kaynaklanmaktadır. Fail sebep ise şeyin varlığı ve tanımının
dışından gelen sebeptir[205].
Dışardan gelen sebep, Vacip Varlık’ın diğer varlıklara imkan vermesidir. Bu ise
Tanrı’nın muradı yani isteğidir. En önemli illet budur. Çünkü bu illet tüm
varlıkların olmasının ana sebebidir ve her varlıkta bu illet mevcuttur.
Varlıklardaki illet, Tanrı tarafından verilmiş aşkın bir tohum gibi her
varlığın yapısına serpildiğini ve böylelikle her varlığın içinde en mükemmel
şekilde ilerleyerek, aşkta en son dereceye varabilecek kapasiteyle donatılması
zorunlu bir haldir. Çünkü varlıklar, ya içinde bulunan aşk sebebi ile vardır
veya onların varlıkları ile aşk birbirlerinin tamamiyle aynıdır[206].
İbn Sînâ,
varlıkların müsebbibi olarak aşkı görmekte ve bu gayenin yukarda sıralanan
illetler sırasına göre meydana geldiğini ifade etmektedir[207].
Aşkın yaratmaya amil olarak ortaya çıkmasını ise sûdur nazariyesi ile açıklayan
İbn Sînâ, Allah’ın hem Aşk, hem Aşık, hem de Maşuk[208]
olduğunu ifade ederek bir nevi tüm varlıkların var olma sebebi ve aşkın
kaynağının bu sebep olduğunu ifade etmektedir. İbn Sînâ’nın Allah’ı Aşk olarak
görmesi, aşkın ilk hareket ettirici olmasından kaynaklanmaktadır.
İbn Sînâ, iyiyi
açıklarken onun aşk ile idrak edilebilen şey olduğunu ifade ederek, aşığın aşkı
neticesinde ulaştığı iyiye aşık olacağını, böylelikle her varlığın “ilk
iyi”ye ulaşarak aşk ile varlıklarını
tamamlayacaklarını ifade eder[209].
İlk illet, iyilerin hepsini içine aldığından, içinde iyi olan her şeyin
varlığına imkan sağlamaktadır. Varlıkların meydana gelişinde ve kemallerine
doğru gidişlerinde ilk sebep olduğu için o, mutlak iyidir. Kemalini tamamlamak
isteyen her varlık, bu kemalle karşılaşınca mutlak olarak ve tabiatları icabı
ona aşık olur[210].
Âlemin düzeni,
varlığını ilahi olan bu kemalden almaktadır. Kemalden alınması sebebiyle âlem,
gerekli düzen, zaman ve belli bir sırayla akledilir şekilde Tanrı’dan
taşmaktadır. Tanrı’dan ilk taşan, ilk akıldır. Çokluk yani âlem bu akılda
başlar ve bu akıl kendi illetini, yani aşkı akletmesi ile üçüncü bir akıl daha
meydana gelir[211].
Böylece Tanrı’dan aşk taşar. İbn Sînâ, taşma olayını “inayet’
olarak adlandırır ve inayetin tanımını da şu şekilde yapmaktadır: “Bir
olan Allah, özüyle iyilik sitemi içinde âlemin var oluşunu bilir, O özüyle, bu
âlemde gerçekleşen kemalin ve iyiliğin sebebidir ve iyiliğin bu şekilde
gerçekleşmesinden memnundur. Allah iyilik düzenini, imkanın en güzel yönüyle
düşünür ve O ’nun düşüncesinden en güzel düşünüş şekline uygun olarak, bir
düzen ve iyilik yayılır. Bu yayılış, düzende sonuçlanacak en güzel şekilde olur.”[212]
İbn Sînâ’nın bu
tanımı incelendiğinde yaratılmanın Allah’ın “bilmesi”
ve bilginin iyilik ve kemal ile şekil kazanması, yani Allah’ın bilgisinin
varlık kazanması olarak nitelendirdiği göze çarpmaktadır. Bu varlık kazanma
şekli, Tanrı’nın istediği bir şekil ve düzen dahilinde gerçekleşmesi O’nun “en
iyi” olmasındandır. Çünkü iyinin iyi
olabilmesi için bir iyinin daha meydana gelmesi gerekmektedir ki iyilik vuku
bulsun. Varlıklardaki iyiye yönelme, kemale erişme ve güzeli sevme, Tanrı’nın
isteği ve bu isteğe göre kurulmuş düzenin tabiatında var olan bir fiildir.
Allah’ın bir şeyi iyilik düzenine göre yaratması, kendisinden sonra gelecek
olan diğer bir varlığa illetlik etmesine sebep olmaktadır. Çünkü yaratılan her
varlıkta iyi bir taraf muhakkak mevcut olmakta ve bu iyi taraf da iyinin iyisi
olabilmek için bir sonraki iyi varlığa illetlik etmektedir. Böylelikle varlık
kendinden sonra gelen iyiye illetlik etmekte ve böylece varlık düzeni belli bir
düzen ve mertebeler dahilinde var olmaktadır[213].
Failden çıkan, fiili almak için mefulde bu fiile uygun bir kabiliyet olması
gerekir. Bu ikisi, yani kabiliyet ve fiil, bulunduğunda söz konusu olan eylem
de Tanrı’nın muradına göre gerçekleşecektir[214].
Her kendine sebep olan varlığa, sebebi olduğu varlık muhtaç ve arzu duygusu
içinde yönelerek, kademe kademe ilk iyiye aşk ile yönelmektedir. Çünkü
Allah, aşktır,
aşıktır, maşuktur, iyidir ve güzeldir[215].
Yaratılmış her varlıkta bu üç sıfat muhakkak mevcuttur ve bu mevcudiyet
varlıkların kendilerindeki bu hasletlerin en iyi, en güzel ve ilk aşık olanına
gitmesine illetlik etmektedir.
Allah’ın taksim
ettiği her malûlde iyi, güzel ve bunlara ulaşma isteği olan aşk ortaya
çıkmaktadır. İlk malûl (akıl) kendini ve Tanrı’yı bilerek bu bilme durumundan
ikilik meydana gelir. Böylece malûl kendisiyle mümkün, Tanrı’yla vacip olarak
kendini bilir. Bu durumda üçlük meydana getirir[216].
Bu üçlü meydana geldikten sonra çokluğa imkan verilmiş olmaktadır. İbn Sînâ’ya
göre, aklın biri Tanrı’ya, diğeri kendine yönelik olmak üzere iki tür bilgisi
mevcuttur. İlk aklında her çeşit bilgisine karşın bir varlık meydana gelir.
Böylece; İlk aklın Tanrı’yı bilmesinden ikinci akıl, kendi varlığını Tanrı’nın
yarattığı vacip (kendine verilen iyi, güzel ve aşk hasletleri dolayısıyla)
durumu bilmesi ve Tanrı’nın Zorunlu Varlık olduğunu bilmesiyle Göğün Nefsi,
kendi varlığını mümkün varlık olduğunu bilmesinden İlk Göğün maddesi meydana
gelir. İşte bu oluş ve devamlı varlık kazanma sonsuza dek devam etmez[217].
İnsani nefsin, canlı- cansız bütün varlıkların ve türlerin meydana gelişleri
yine kendisinden feyezan etmiş olan Faal Akıl’da son bulur[218].
Buradaki son buluş, varlıkların aşka yönelişlerine olanak
sağlama amacıyladır. Çünkü yaratılmış olanlar varlık safhasının en alt
kademesine kadar inmiştir ve buradan tekrar Tanrı’ya gidiş başlamalıdır. Bu
andan itibaren gök feleği dairevi bir hareketle doğruya hareket etmekte, bu
hareket ile gök cisimlerinden Faal akıla feyezan eden etki sonucunda hava, su,
toprak ve ateş meydana gelmektedir[219].
Meydana gelen cisimler, dört zıt durumu, yani sıcaklık ve soğukluk, kuruluk ve
yaşlık, halleriyle farklılaşmaya uğrayarak karışım oluştururlar. Bu karışımlar
ise dört unsurun ana maddesini meydana getirmektedir[220].
Kötülüğün, iyiden uzaklaşma noktasının en had safhası olan Ay Feleğinde yani Faal
Akılda, insan, hayvan, nebat ve madde böylece varlık kazanmaktadır. Türler,
cinsler ve nitelikler varlıklarda sıfat kazanır ve insan bedeni de nefisle
birleşerek dünyada yaşam başlar. Yaratılmış her şeyde aşk gîrizi bir şekilde
olduğundan, varlıklardaki her hareket ve yöneliş, varlığın kendisinden daha iyi
ve güzele yönelişe sebep olur[221].
Çünkü her şeyi bir sebep dahilinde yaratan Tanrı, sebebi her varlığın
kademesine göre, oranlı şekilde yerleştirerek uyumlu ve düzenli bir âlem
meydana getirmiştir. Nefs ise, İbn Sînâ’ya göre cisimler âlemi ile akıllar
âlemi arasında mutavassıt bir mertebedir[222].
Yani, madde Tanrı’dan sudur etmiş olamaz ve nefs ise maddenin mahiyeti
olduğundan dolayı, öz olarak iyiye daha yakın olmaktadır[223].
Güzellik denince
her insanın zihninde farklı bir suret oluşur ve hepside kişinin kalbinde etki
bırakacak tarzda bir yapıdadır. İbn Sînâ, güzelliği önce iyilikle sonra da
iyinin suret kazanmış hali olan uygun bir yapıya bağlayarak açıklamıştır. Ancak
İbn Sînâ Risale fi Mahiyet al-Aşk adlı eserinde,
güzelliği yüz güzelliği olarak ele almış ve güzel yüze aşık olmanın yiğit ve
zarif kimselerin bunun farkına varacağından bahsetmiştir[224].
Güzelliği açıklarken öncelikle, İbn Sînâ’nın iyinin güzele dönüşmesi fikrinden
bahsetmek istiyoruz.
Mümkün
varlıkların her birinin hüviyetinde, kendi kabiliyet ve kuvvetinden daha üstün
olana yaklaşma ve onunla birleşme isteği Vacip Varlık tarafından verilmiş bir
fiildir. Bunun böyle olmasından murad, her varlığın şeref bakımından kendisinden
daha üstün olanla daha kuvvetli ve daha büyük bir parlaklığa erişme ve böylece,
mümkün varlıkların her biri yaptıkları iyi iş bakımından ya sayıca, ya da daha
güzel olma bakımından bir üst kademeye ulaşma imkanı doğurmaktır[225].
İyiye ulaşma tam
gerçekleşmese dahi, böyle bir çaba içinde olmak bile, varlıkların iyiye olan
sevgisinden ve onların bünyesinde bulunan aşktan kaynaklandığı için Tanrı’nın
muradına uygun bir fiil olarak ortaya çıkar. Kendisinden kuvvet ve güzellik
bakımından daha şerefli olanla birleşme, her varlığın zarardan ve bozulmadan
uzaklaştırarak, kemal ve parlaklık kazanmasıyla mertebesini yükseltmektedir.
İbn Sînâ’ya
göre, kişinin güzele ulaşması doğruya ulaşmasıyla aynı yoldadır. Çünkü “Güzel”
Tanrı’dır[226].
Tanrı’nın yarattığı hiçbir şeyde yanlışlık yoktur, her doğru O’nun eseridir.
Doğruyu aklıyla bulan Tanrı’yı bulmuş olur ve her doğru fiil, doğru olma
yönünden Tanrı’dan aldığı “güzellik”le
güzeldir[227].
İnsanların bir arada yaşaması ve kendi içinde saadeti bulması işte bu
güzellerin yaygınlaşmasına ve güzelliklerin çoğaltılmasına bağlıdır. Maddenin
ve canlı varlıkların birer suretleri olduğu gibi, fiillerin de insanla ilişkili
olması bakımından birer suretleri vardır diyebiliriz. Mesela yalan söylemek “çirkin”
bir fiildir ve bu fiili yapanın sureti ne kadar güzel olursa olsun bu insana “çirkin
biri” diyerek sıfatlandırmış olmakla varlık
mertebesinin aşağıda olduğunu ifade etmiş oluruz[228].
Güzellik ve çirkinlik kavramlarının bu şekilde oluşturduğu zıtlık ortamında
ahlaki önermelerin, din olgusunun ortaya çıkması elbette tabii bir sonuç
olmaktadır. Çünkü İbn Sînâ’ya göre, en güzel ve en iyi Tanrı’dır[229].
Güzelliği, iyinin suret kazanması olarak açıkladığımızda, güzelin birincil
ilişki halindeki muhatabı olan iyi, aslında Tanrı’nın ihsanından başka bir şey
değildir. Her “doğru”
“iyi”dir, her “iyi”
“güzel”dir ve böylece güzel olana ulaşma ve güzeli yapma, her zaman
“zarar”lıdan ve “kötü”den uzaklaştırmada etkin bir haldedir[230].
Çünkü, İbn Sînâ’ya göre “doğruluk, uygunluktur”[231]
Kemale ulaşma ancak güzele yönelmeyle ulaşılacak bir mertebedir. Her nefsin
bilinci arttıkça hangi şeyin güzel, hangi şeyin çirkin ve hangi şeyin iyi hangi
şeyin kötü olduğu o nefis sahibinin bilgisinde olur. Bu her insan için
geçerlidir, çünkü her varlık aynı amaç için yaratılmıştır[232].
Yartılış düzenine göre, kötülük Allah’tan değil, eşyadan gelir. Zorunlu
Varlıktan uzaklaştıkça da bu kötülük artar[233].
İbn Sînâ
Tanrı’nın, yücelik, kemallik ve güzellik niteliklerinden tüm varlıklara ihsanda
bulunduğunu, bilgisiyle tüm evreni kuşattığını ve nefsini yani özünü Tanrı’nın
bu ihsanlarına yönlendiren her nefis sahibi, sahip olduğu bu bilgi ve aşk
derecesine göre Tanrı’ya yakınlaşır veya uzaklaşır[234].
Tanrı’ya yakınlaşma mutluluğu, uzaklaşma ise mutsuzluğu doğurmaktadır[235].
Şayet “güzel”e yakınlaşma mutluluğa
sebep olmasaydı, hiçbir varlıkta “en güzel”e
yakınlaşma isteği ve bu istek neticesinde ortaya çıkan aşk olmayacaktı.
Tanrı’dan uzaklaşma ise hiçbir gerçeklik ifade etmeyen boşluk olacaktı. Oysa
her varlık mutlak güzellik ve iyilik olan Vacip Varlık’a yakınlığı oranında
gerçeklik derecesini tayin etmektedir[236].
İbn Sînâ,
güzellik ve iyiliği birbiriyle anlamdaş veya aynı kademede olan haller gibi ele
almıştır. Çünkü ikisinin de kaynağı ve yeri aynıdır. Şöyle ki, kemale erişme
isteği hem insani, hem hayvani, hem de feleki nefiste mevcuttur. Ve mutlak iyi
ve mutlak güzel ile birleşme bu nefislerde gırizi bir aşk ile eyleme
dönüşmektedir. Böylece “güzel"in aşık için ne derece önemli olduğu burada
da açıkça görülmektedir[237].
İbn Sînâ,
güzelliğin her varlıkta mevcut olduğunu ve böylece her varlığın kendisine
ulaşmada bu güzellikleri her varlığın kendine uygun olanında fark etmesini
mümkün kılındığını ifade etmektedir. İbn Sînâ, suretteki güzellik kadar
fiildeki güzelliğin de önemli bir statüye sahip olduğunu ifade ederek aşk
kitabı Risale fi Mahiyet al-Aşk’ta
kişilerin birbirine duydukları aşkı yüz güzelliğine bağlayarak, mizaçtaki
güzelliğin de yine yüz güzelliği ile ilişkili olduğunu savunmaktadır. Sureti
çirkin ancak yüzü güzel olan kimselere mizaçlarındaki güzellik sonradan
ilişmiştir. Mizacı güzel ama sureti çirkine ise bu iyilik yine sonradan ilişmiş
olmalıdır[238].
Çünkü varlıkların mizacı ne ise sureti de o şekle göre alarak yine bir “uygunluk"
arz etmek zorundadırlar. Koyu renkli cisimlerde yumuşaklık olmayacağı gibi,
güzel surette de bunun zıddı olan çirkin ahlak bulunamaz. Bu sebepledir ki İbn
Sînâ, her varlık kendine uygun bir “güzel"
seçerek, kendi “güzel”liğini güçlendirme ve böylece daha güzel olma çabası
içinde olduğunu söylemektedir.
Evrende hareket halinde
olan her şey bilkuvve olanı fiil haline getirmek, mükemmelliğe doğru ilerlemek
isteği ve arzusu taşıyarak, her varlıktan kendine uygun güzele aşk ile yönelir[239].
Her aşık, aşk ile yöneldiğini güzel bulur veya güzel olana aşık olur. Güzellik
aşkın ya sebebi yada neticesidir.
İbn Sînâ, güzel
olan her ne var ise ona sevgi gözüyle bakıldığını ifade ederek, güzelliği aşkın
alameti, illeti olarak duyumsandığı görüşündedir[240].
Çünkü her güzel En Güzelden güzellik alarak güzel olmuştur ve her güzel
Tanrı’yı hatırlatarak, doğuştan var olan aşk duygusunu harekete geçiren ilk
etmen olmaktadır. Güzelliğin cezp edici ve his dünyasını hareket ettirici
özelliği her varlıkta ortaya çıkan bir gerçektir. Bu etkileyicilik, her varlığı
hareket ettirerek canlılık ve o güzele ulaşma isteğiyle oluşan bir fiil meydana
getirmektedir. İbn Sînâ’nın bu düşüncelerinden yola çıkarak, hareket eden her
varlık aşıktır ve her aşığın güzel bulduğu bir maşuk muhakkak vardır
diyebiliriz. Bu durum cansız varlıklarda da mevcuttur.
Şöyle ki; katı olan her cisim yere meyillidir ve boşluğa
bırakıldığında yerin çekimine yani cezbesine kapılarak oraya doğru hareket
eder. Çünkü, yerin maddesi ile katı cisimlerin maddesi birbirine “uygun”dur
ve birleşmeyi arzu ederek en güzel şekle kavuşmayı isterler. Oysa cisimleri
latif olan varlıklar; hava, buhar, duman; semaya yönelerek oraya doğru harekete
geçerler. Çünkü varlıklarının özü itibari ile birbirlerine en uygun olanlardır.
Uygunluk tamamlayıcı etken olduğundan güzelliğe bu şekilde ulaşmayı arzu etmektedirler.
Mahiyet ve hüviyetin uyumu, güzelliği, güzellik ise doğruluğu ortaya
koymaktadır[241].
Her varlık eksiktir ve bu eksikliği bezer olanlardan kendine uygun en güzelde
tamamlamayı isterler.
İbn Sînâ’nın insandaki aşkı ele alırken en çok üzerinde durduğu
güzellik ise kişideki yüz güzelliğidir. Ancak o, yüz güzelliğine aşık olmanın
da bir edep ve akıl dairesi içinde olması gerektiğini söyleyerek, aşkın haram
olan durumlar dışında güzelin Allah’ı hatırlatması açısından üstün bir duygu
olduğunu söyleyerek, Tanrı’ya ulaşmada ancak böyle bir aşkın sebep
olabileceğini savunmuştur[242].
İbn Sînâ’ya göre insan, güzel suretli birini aklı ile severse ve
onda Tanrı’nın güzelliğinden eserler bulursa, yani eserden müessire ulaşırsa,
bu aşk kişinin Tanrı’ya yakınlaşmasına sebep olacaktır. Fakat bozuk ahlaklı
insanlar gibi, güzeli sadece canlıya mahsus lezzet için severse ve zinaya sebep
olan bir aşk doğarsa, Tanrı tarafından ayıplanmaya ve cezalandırılmaya sebep
olacaktır. Çünkü insanın güzel yüzlü birine aşık olmasında ilk istek ve arzu
cinsel beraberlik olacaktır. Her varlık kendine bahşedilmiş yeteneklere göre
aşkını yaşayacak ve onunla bir olacaktır. İnsanların aşk neticesindeki
birbirlerine olan duyguları da bu şekilde neticeleneceğinden, bunun en uygun
olan “iyilik”e yakışır şekilde vuslat kazanması gerekmektedir[243].
İbn Sînâ, burada güzele aşk yaşayan kişiyi yiğit olarak
nitelendirerek[244],
yiğitliğin de ancak ahlak kurallarına yani Tanrı’nın kurallarına uygun şekilde
gerçekleştireceğini savunarak bir nevi sûdur eden her varlığın kurallar
neticesinde yakalamış olduğu düzen ve intizamın nasıl bir güzellik kazandığını
ileterek, insanın da ancak bu kurallar neticesinde yaşayacağı aşkın güzel ve
imrenilecek bir aşk olduğunu savunmaktadır. Hatta, her aklı selim kişinin aşık
olma yolunda olduğunu söyleyen İbn Sînâ, ancak ahmak olan kişilerin kalplerini
güzel yüzle meşgul etmediğini, güzelliğin Tanrı’yı hatırlatmada bir vesile
olmadığını belirtmektedir. Bunun sebebini ise söyle açıklamaktadır; akıllı
kişi, kendinde var olan insanlık faziletinin fazlalaşmasını, dünyada yaratılmış
olan varlıkların doğruluk, düzen ve ilahi lütuf olması yönünden hayranlık duyma
gibi bir akıl yeteneğine sahip olmama ve ilahi lütuftan fazilet kazanmış birini
görünce kalbi yeteneklerini öldürmüş olduğu için bu güzellikleri fark
edememesinden kaynaklanmaktadır. Oysa bunun tam tersi durumda kişi kalbi
hislerinden en saklı olanları ortaya çıkararak, kalbini mutmain etme yoluna
yani aşk yoluna girecektir[245].
Bundan dolayıdır ki Resulullah Efendimiz: “İhtiyaçları
güzel yüzlülerden temin ediniz” buyurmaktadır.
İbn Sînâ, bu hadise dayanarak, suret güzelliğinin yine ahlaki güzelliğin dışa
yansıması olarak görmekte ve itidalli yaratılmışlığın huydaki iyilik ve
tatlılığın bir göstergesi olarak hoşa gittiğini ve güzele yönelmenin aslında
iyiye yönelmek olduğunu ifade etmektedir[246].
İbn Sînâ, güzel
yüzlülere karşı duyulan aşkın neticesinde üç durumun gerçekleştiğini söyler.
Bunlar sırası ile kucaklaşma, öpme ve birleşme isteğidir. Burada dikkatimizi
çeken durum öpme ve sarılmanın İbn Sînâ tarafından aşkın mutlak olurları
olmasıdır. Yani ona göre her aşık maşukuna dokunmak ve maşukuna temas ederek de
sevmek ister. Çünkü aşık asla maşukundan ayrı duramaz ve onun yanında olma
isteğiyle hareket eder. İbn Sînâ bu durumun cinsel arzuya sebebiyet vermeyecek
kadar olmasını yadırgamaz ve bu duyguların cinsel duygulardan arındırılmış
olmasının kişinin faydasına olacağını ifade ederek yine ahlak kurallarının
önemi üzerinde durur. Çünkü ona göre ahlaki olmayan güzel ve iyi olamaz ve
Tanrı’nın muradı da olamaz[247].
Ahlaki değerden uzak olan bir aşk İbn Sînâ’ya göre aşağılık bir durum olmaktan
öteye gidemez, sadece kişiyi küçültür basitleştirir. Canlılık hislerinden
arınmış olan, yani yaşama isteği ile dolu olan bir sevgi çıkarcı ve nefsani
olarak görülmektedir.
Kucaklaşma ve
öpme isteği ise İbn Sînâ’ya göre, aşığın maşukuna görme ve konuşma ile nail
oluyorsa, aynı şekilde dokunma duyusu ile de nail olmak isteyecektir. Bu
isteğin sebebi ise, aşığın maşukunda kendine benzer olan tarafına kalbinden hayat
nefesi sunma ve böylece maşuk ile karışma olmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi bunda şehvani bir duygu olduğunda bu durum da itici, kalbi aşktan
uzaklaştırıcı ve nihayetinde Tanrı’nın sevmediği bir sevgi olmaktadır. Çünkü
Tanrı, her şeyi yaratırken bir düzen ve bu düzeni kendiliğinden kuran aşkı
tamamen “iyi”den yaratmıştır. Aşkta herhangi bir kötülüğün ve bozukluğun olması
imkansızdır. İlk aşk Allah’tır, ilk aşık
Allah’tır ve ilk
maşuk yine Allah’tır[248].
Öyleyse aşk mükemmel olmalıdır ve bu aşka sadece zarif ve yiğitler nail
olmaktadır[249].
İbn Sînâ’nın “güzel”
hakkındaki düşüncesi için kısaca şunu diyebiliriz ki; Tanrı en güzeldir ve her
güzel Tanrı’yı hatırlatır. Tanrı, güzeli saf iyiden yaratarak, sadece yüz
güzelliği ile değil mizaç güzelliği ile de bunu yaratmıştır. Her akıl sahibi
olan kişinin böyle bir güzele aşık olması, kalpte gizli olan yetenekleri
meydana çıkararak Tanrı’ya yakınlaşmaya illettir.
Aşık, maşukunu
severken onun her hali ve her yaptığı büyük önem taşır ve aşık için örnek
taşıyan birçok misali bünyesinde barındırır. Çünkü aşığın en belirgin özelliği,
maşukuna hayranlığı ve onun her halinin “iyi”yi
hatırlatarak maşukun suret ve hallerinden lezzet almasıdır. İbn Sînâ’ya göre bu
haller, aşık için Tanrı’dan lütuftur ve kemallik derecesine ulaştırma fiil ve
muhtevası içermektedir. Bu sebeple aşık daima maşukunu önemseyerek kendini
onunla bir olma çabası içine girer ve böylece aynileşme başlar.
Yaratıcıdan ve
maşuktan etkilenme, ona en yakın olanda en yüksek derecededir. En yakın olana
yaklaşma ise, aşık için en yüce ve yüksek olana benzemeye yönelme iledir[250].
İlk benzeyen, ilk yaratılmış olandır. Tanrı’ya en benzeyen ise İbn Sînâ’ya göre
“iyi” ve “aşk’tır. Çünkü Tanrı, ilk iyi, ilk aşk, ilk güzeldir. Bu sebeple her
varlıkta iyiden, güzelden ve aşktan muhakkak bir parça vardır ve bu sahip
oldukları yönleriyle varlıkları devam etmektedir. Şayet varlıklarda Tanrı’dan
herhangi bir eser olmasaydı, onlarda yokluk meydana gelirdi.
Her illet,
kendinden sonra nail olanın kendinden önce nail olmuş olana benzemesine sebep
olmak için şevk verir. Tüm canlı ve nebatlar kendilerine verilmiş olan işleri,
benzemek için yaparlar ve bu da onların varlıklarının devamı ve kuvvetlerinin
artması içindir. Bu durum beşer nefisleri için de geçerlidir. İyilik, adalet,
güzellik gibi hallerin tümü beşer nefislere, Tanrı’ya benzeme yolunu açarak
gayelerine ulaşmayı mümkün kılar. İlahi nefisler ile melek nefisleri de hareket
ve işlerini kevn ve fesadın, soy ve sopun var olarak bırakılmasında yine Tanrı’ya
benzemek için yaparlar[251].
Her mümkün
varlıkta Vacip Varlığa dair delil ve illet olması, varlıkların hüviyetlerinde
aşk olmasının sebebidir. Bu sebep her varlığın birbirine aşık olmasına ve aşk
ile yönelmesine sebep olarak, birleşme ve neticesinde birbirlerine benzemeye
başlarlar. İbn Sînâ’ya göre insan, özü itibariyle meleklere, yani gök ehline
benzemektedir. Bu sebeple onlar gibi sonsuz ve süreklidir[252].
İnsani nefs, ölümle bedenden ayrıldıktan sonra kendisinde bulunan kötü taraf,
yani beden, arındırılmış olduğundan saf iyi olan ruh, bütün akli hakikatleri
kavraması mümkün olacaktır. Böylece insandaki ameli akıl gök nefislerine,
nazari akıl ise gök akıllarına benzemektedir. Çünkü, gök nefisleri kendi
varlıklarının sebebi olan gök akıllarına benzemek için dairevi bir hareketle
daima dönmektedir[253].
İbn Sînâ’ya göre
her varlık, kendinden bir önceki varlığa benzeme yönünden illetlidirler.
İnsanın kendi anne ve babasına benzemesi de bununla aynıdır. İllet var
olmayınca malulün ortaya çıkmaması gibi[254].
Böylece “ilk benzeyeri"e benzeme zinciri
devam edip giderek, ilahi olana yakınlaşmaya çalışmaktadır. İlk illet ilahi
nefislerin maşuku olduğundan, beşer ve melek nefisleri, mutlak iyinin zatına
benzemeye çalışarak harekete geçer. Bu benzemeye çalışma, hareketin sonu,
fazilet ve kemale ulaşmadır[255].
Aşkın sebep olduğu hareket, kendini cansız varlıklarda da göstermektedir. Madde
ile şekil arasındaki çekicilik[256]
birbirini hem tamamlayan hem olgunlaştıran hem de daha güzel yapan bir haldir.
Madde âlemi, içten bir çekme gücü ile birbirlerini çekerek cezbederler ve
böylece derece derece ruhların çekim merkezine girerek aşk ile Tanrı’ya
yönelirler[257].
İnsanda bulunan
ameli akıl, yeryüzünde ve insan bedeni üzerinde ahlaki davranışlar olarak,
kendi varlığının sebebi olan Faal Akıl’a benzemektedir. Bir önceki bölümde de
bahsettiğimiz gibi İbn Sînâ, ahlaki değerlere çok önem vermekte ve ahlaka uygun
olamayan aşkın basit yani Tanrı’nın düzeninden olmadığını ifade etmeye
çalışmıştır[258].
Nitekim ahlak, hüviyeti yani yaratılış özelliklerini ifade etmektedir. Bu
sebeple Tanrı’ya aşık olma ona benzemeyi, ona benzeme de onun yaratmış olduğu
ahlaka uymayı gerektirmektedir.
İşte burada İbn
Sînâ benzemenin varlıklardaki fazilet ve meziyetlerin fazlalaşmasına sebep
olduğundan bahsetmektedir[259].
Çünkü İbn Sînâ’ya göre, mümkün varlık eksiktir ve bu eksiklikleri ancak uygun
olan diğer bir varlıkla birleşmesi neticesinde daha da güçlenerek kemale
ulaşacaktır.
Tüm canlı,
nebat, tabiat ve beşer nefislerinin gayesinde Tanrı’ya benzeme aşkı vardır. İlk
illet mutlak kemal sıfatını taşıdığından dolayı, gayeye ancak fiili kemaller
yapılarak ulaşabilmektedir. O halde gayeye ait kemallerde Tanrı’ya benzeme caiz
ve mümkün bir durum olarak aşkın neticesidir[260].
Melek nefisleri ise, ilahi ebediyetten aldıkları kuvvet ile Tanrı’ya
benzediklerinden dolayı, Tanrı’ya daima ebedi olarak aşıktırlar. Bu aşk onların
Tanrı’ya daima benzemelerine sebep olmaktadır. Çünkü her zaman ve her şeyde
idrak ve tasavvurları daima Tanrı’yı bilme ve bu bilgi neticesinde gerçekleşen
aşkın varolmasından dolayı, artık kendilerini dahi fark edemezler ve kendi
varlıklarını düşünemezler[261].
İbn Sînâ’nın bu
düşüncesi bize, aşkta yok olma yani fena fi’llah[262]
makamını hatırlatmaktadır. Ancak İbn Sînâ, bunu açıklarken sadece dolaylı
yollardan ifade etmeyi yeterli bulmuştur. Böyle bir yol izleyerek sanki fenanın
varlığını kabul ederken, bunun nasıllığını açıklama yoluna gitmemiştir.
İbn Sînâ’ya
göre, insani nefisler akli varlıkları tasavvur ederek ve ahlaki kurallara
riayet ederek Tanrı’ya benzemeye çalışırlar. Gök nefisleri de akli varlıkları
tasavvur edip, harekete geçer ve böylece Tanrı’ya yakınlaşmaya ve benzemeye
çalışırlar. Çünkü Tanrı, hem insani nefisleri, hem de gök nefisleri için Mutlak
Hayr ve Maşuk’tur. Tanrı’ya ulaşma ise sadece ona benzemeyle mümkün ve ameli
akıl gücünü ancak ahlaki ilkelere uydurarak yaklaşmaya çalışırlar. Bu durumda
nefsin kemal ve fazilete uygun şekil kazanması, Tanrı’nın hoşnutluğuna sebep
olmakta ve böylece “erdemli yaşama” gerçekleşmektedir. Sünnetullah, nefislerin
mutluluğu ilahi ahlak ile bürünmesi ve böylece Tanrı’nın muradının
gerçekleşmesidir[263].
Aşkın açtığı emredilmiş olan bu yok mutluluğun kapısının anahtarıdır. Çünkü
aşk, Tanrı’yı hissetme, arama, benzeme, bulma ve onda yok olmadır.
İbn Sînâ,
Tanrı’nın her tecellisi, her varlığın illeti olduğunu belirterek, Tanrı’nın,
varlığı ile yaratılmışların varlığına aşık olduğundan kendi tecellisine nail
olmasına aşık olduğunu söylemektedir[264].
Demek ki Tanrı, aşkı kendi sünneti olarak insanlara ilahi bir emir olarak
buyurmuş ve aşk bu şekilde tüm varlıkların yine kendisine ulaştırmada fıtrati
bir hal olarak varlıkların bünyesine yerleştirmiştir.
İbn Sînâ eserinde, “Allah diyor ki; kul şöyle şöyle
olursa, bana aşık olur ve ben de ona aşık olurum’"
hadisini zikrettikten sonra Allah’ın kendisine benzeyeni seveceğini ifade
etmiştir[265].
Âlemde her ne var ise O’nundur ve her şey O’ndan delildir. Çünkü her şey
Tanrı’ya benzemekte ve en doğru, en güzel, en iyi ve en uygun düzenle, mümkün
düzende en mükemmel şekilde yaratılmıştır[266].
Her şey Tanrı’yı hatırlatmakta, çünkü her şey O’na benzemektedir. Öyleyse
aşığın en belirgin özelliklerinden biri de maşukuna benzemesi, bu benzerliğin
neticesinde aşık ile maşukun bir olmasıdır.
5.
AŞKIN MUTLAK İYİYE
ULAŞTIRMASI
İbn Sînâ
felsefesinin temel niteliğini oluşturduğu Tanrı feyzinin esas çıkış noktası,
Tanrı’daki iyiliğin “saf iyilik"
olması ve iyiliğin mahiyetinde bulunan mükemmelliğin, taşma neticesinde varlık
kazanması ve bu varlığın kendine ait yine mükemmel bir düzen bulmasıdır
diyebiliriz. Hatta İbn Sînâ bu varlık düzenine “iyilik
düzeni" diyerek, her varlığın iyilik
olduğunu ifade etmeye çalışmıştır[267].
Çünkü, İbn Sînâ’ya göre Tanrı, “iyilik"
ve “aşk"tır. İlk iyiden
sûdur eden her varlık yine Tanrı gibi iyi niteliğinde olmak zorundadır. Tanrı,
ilk iyi, ilk güzel, ilk aşk ve ilk illettir[268].
İnayet
kavramıyla da geniş bir şekilde bunu açıklayan İbn Sînâ, iyiliğin mahiyetine
bilgi, istem ve gücü alarak, düzenin kuruluş ve işleyişini açıklamaya
çalışmıştır[269].
Varlıklardaki eksiklik, kendisini olgunlaşmaya sevk edici bir etken olarak bu
eksiklikten kaçmaya ve tamamlanmak istedikleri şeye, kendilerinden daha “iyi"
olana, aşk ile yönelerek varlıklarını tanzim etmeyi arzulatır[270].
İyiliğin aşka veya aşığın iyiliğe, yada daha farklı olarak aşkın iyiye
ulaştırdığını savunana filozofumuza göre, Tanrı’nın kainat hakkındaki bilgisi,
iyiliğinin tüm varlıkları kuşatmasıdır. Bu öyle kuşatmadır ki, her varlık bu
iyilik nazarıyla en ideal ve en güzel şekilde oluşmuştur. Bunun gerçekleştiği
yer ise ayaltı âlemidir[271].
Âlemde hem iyilik
hem de kötülük mevcuttur. Çünkü Tanrı’nın sûdurunun en son noktası yaşadığımız
ayaltı âlemidir[272]
ve maddenin meydana çıktığı saha olması hasebiyle basitliğin bulunduğu
varlıkların aşk akımı ile en üst kademeye yani kemale ve olgunluğa erişme
çabasının yoğun olduğu “akl
sahipleri, nebat, hayvan, cisim ve insan hayat kazanmıştır.
İbn Sînâ,
iyiliği açıklarken zıddı olan kötülük üzerinde de durarak, kötülüğün Tanrı’dan
uzaklaştırıcı, varlığa basitlik ve yokluk kazandırıcı olarak açıklamıştır.
Varlık meydana gelirken kötülüğün olmasının imkanı yoktur; eğer olsaydı varlık,
varlık kazanamaz ve düzen oluşamazdı. Bu sebeple âlemde kötülüğe yer yoktur[273],
ancak ayaltı âlemde kötülük[274]
varlık sahasında kendini gösterebilir. Makul varlıklarda ise kötülüğün
bulunması imkansızdır. Kötülüğün olduğu yerde asla iyilik olamaz, kötülük
iyilik ile sadece ilintili bir şekilde bulunabilir. Kötülüğün ne varlığı
vardır, ne de varlığının özü. Bu sebeple kötülüğe “yokluk”
demek yerinde bir tabirdir[275].
Tanrı, insan
için uygun olmayanı murad etmemiş ve yaratmamıştır. Ancak âlemde iyiliğin
noksansız olabilmesi için kötülüğün olmasına müsaade etmiştir. İyiliğin en
güzel şekilde idrak edilebilmesi için verilen bu müsaade de aslında iyiliktir.
Böylece İbn Sînâ’ya göre kötülük yoktur ve âlem tamamiyle iyilik ile kaplıdır[276].
Ayaltı âlemde
kötülüğün zorunlu ve az olmasının sebebi âlemin düzenini sağlayan bilgiye
ilişen sebeptir. Biraz kötülüğün olması Tanrı’nın iyiliğindendir. Aksi
taktirde, iyilik mümkün varlık tarafından idrak ve akledilme yönünden, hiç
olmamasına nazaran eksik kalırdı. Âlemin en mükemmel yaratılma şekli budur ve
Tanrı’nın murad ettiği nurun kendine aşk ile yaklaşan varlıklar üzerinde
belirmesi bu şekilde gerçekleşebilecektir. İbn Sînâ’ya göre, kötülükten kaçma,
kendini iyiye yaklaştırarak en iyiye benzeme, ancak ilintili olan kötülüğün de
ayaltı âlemde olmasıyla mümkün olacaktır[277].
Kötülük olmalıdır ki, ondan bir kaçış ve kaçış neticesinde sürekli bir hareket
meydana gelebilsin. Âlemde sadece iyilik varolulmuş olsaydı, tüm varlıklar
meleksi bir yapıda olurdu.
Tüm varlıklarda
aşk olduğunu ve bu aşk neticesinde hareket ettiklerini belirten İbn Sînâ, felek
nefsinin de bu gaye ile hareket ettiğini belirterek, bu hareketin yine “ahlak”i
bir sebebinin olduğu görüşündedir. Bu ahlaki sebep ise, tıpkı diğer varlıklarda
olduğu gibi “iyi”liği
arama ve ona ulaşma çabasıdır. Her hareketin sonucu ve gayesi iyiliktir.
Böylece nefs vücudunu iyiliğe doğru hareket ettirerek ona ulaşmaya çalışır.
Ancak bu hareket nefs için iyiliğin ancak sınırıdır. Nefs sadece aşk ile
iyiliğe hareket edebilir, ancak iyilik olamaz. Çünkü her aşık ulaşmak istediği
maşukundan bir aşağı seviyededir ve sebep daima sonuçtan daha az olgundur[278].
İyiliğin
varolması neticesinde yokluk bir mahiyete sahip olabilir ve varlık kazanabilir.
Çünkü iyiliğin yokluğu kötülükle neticelenir[279].
Ayaltı âlemde kötülüğün olması, aşk fiilinin harekete geçmesine, aşık ve
maşukun varlık olarak her mahiyette illetle ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Âlemde bulunan iyi ve kötü karışımı, iyiliğin hüviyetinden kaynaklanan bir
özellikten (saf iyilik olma, mükemmel iyiliğe benzeme) dolayı, yakınında veya
içinde bulundurduğu kötülükten uzaklaşma hatta onu kendi bünyesinde yok etme
fiili neticesinde aşkı doğurmaktadır. Çünkü Tanrı’nın muradı “bilinmeyi
istemek” ve bunun içinde varlıkların hareket
ederek kendisine ve kemale erişmesini sağlayıcı bir düzen oluşturmaktır. Bu
sebeple varlıkların düzen içerisinde Tanrı’nın muradına dayalı bir yaşam
sergileyebilmesi için güzel ahlaka, yani iyiliğe, kemale, güzelliğe ulaşma
yolları yine Tanrı tarafından iyilik olarak buyrulmuştur. İyiliğin bulunduğu ay
üstü âlemde ahlakilik söz konusu olmaz, çünkü ahlaka lüzum yoktur, her şey en
güzel ahlak ile donanmış, kemallik derecesinde olan varlıklardır. Oysa ayaltı
âlemde ahlâkîlik söz konusudur. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ayaltı
âlemde kötülük vardır ve bu kötülük varlığı kemalden uzaklaştıran ilk etmendir[280].
İbn Sînâ,
iyiliğin ilk illetten tüm varlıklara sûdur ettiğini belirterek, yaratılmış olan
her varlığın ilk iyiye ulaşmasının kemallik derecesine ulaşmak olduğunu
belirtmiştir. İlk iyiye ulaşmak ise aşk neticesinde gerçekleşen bir arzu ve
tabiat icabı ortaya çıkan eksikliği tamamlama, olgunlaşmayı isteme olarak tüm
varlıklarda hareket ve en iyiye benzeme aşkı meydana getirmektedir[281].
Allah’ın bir şeyi iyilik düzenine göre yaratması, kendisinden sonra gelecek
olan diğer bir varlığa illetlik etmesine sebep olmaktadır. Çünkü yaratılan her
varlıkta iyi bir taraf muhakkak mevcut olmakta ve bu iyi taraf da iyinin iyi
olabilmek için bir sonraki iyi varlığa illetlik etmektedir[282].
Burada da açıkça ortaya çıkmaktadır ki âşık, iyiye aşıktır ve maşuk ise iyiyi
hatırlatan güzeldir.
Allah iyilik
düzenini, imkânın en güzel yönüyle düşünür ve O’nun düşüncesinden en güzel
düşünüş şekline uygun olarak, bir düzen ve iyilik yayılır[283].
Varlıkların kendinden daha olgun ve güzel olanına duyduğu bu aşkın sebebi,
kendini, kendinden daha iyi olan ile tamamlayarak güçlenmek ve Tanrı’ya
benzemektir. Varlığın aşk ile daha çok fazilet kazandığını belirten İbn Sînâ,
beşer ve meleklerin aşk ile Tanrı’ya yönelerek kevn ve fesad yönlerinin
ayrışması ile, kendilerinde var olan mümkün mertebesindeki kötülüğün; ki
mümkünde yalnızca kötülük vardır; yok olması ve sadece iyiye yönelerek Tanrı
ile beka bulma çabasıdır. Aşkta son varılacak nokta mutluluk ve mutluluk ise
Tanrı’ya ulaşmadır[284].
Tanrı’ya ulaşan
mutluluk kapısına ulaşmış olur. Mutluluğa ulaşmak varlığın ikinci gayesidir.
İlk gaye aşk, ikinci gaye ise aşk neticesinde varlıktaki iyiliğin artması ve
böylece kemale ulaşmadır[285].
Her varlıkta aşkın olması iki yönden burada ortaya çıkmaktadır. Aşkın
oluşmasının yönlerinden biri aşığın makullere aşkı, diğeri ise aşığın mahz
iyiye aşkıdır[286].
Bundan kasıt yine mutluluktur. Çünkü mutluluğun gayesi olan Tanrı’ya benzeme,
varlıkların önce birbirlerine aşık olması ile sonra da bu aşk neticesinde
güçlenen bünyenin Tanrı’ya yani ilk iyiye aşık olmasıdır.
Aşık, maşukuna
duyduğu aşk ile kalbi bir seyahat ve doyum elde eder. İbn Sînâ, Tanrı’nın
nitelikleri arasında gördüğü iyiliği, Allah’ın özünden akledilir şekilde
çıktığını ifade ederek kişideki aşkın Tanrı’nın iyilik niteliğinin bir lezzeti
olarak yeryüzüne indiğini ifade etmektedir. Çünkü doyum aşktadır ve onun
çabasının verilmesine sebep aşkın verdiği lezzettir.
İyilik eşyanın
cevherinin aslı değil, ona ayrı (vacip taraf)
bir prensipten katılmaktadır. Mümkün varlık eksiktir ve olgun değildir,
dolayısıyla kötüdür. Çünkü onun özünde iyilik yoktur ve iyiliğe sahip olmayan
yok olacaktır[287].
İlk illetin bünyesinde diğer ma’lûllere taksim edilmiş iyilerin bulunması
Tanrı’nın aşkının taşması ile gerçekleşmektedir. Demek ki tüm maluller, ilk
illetten bir parça iyilik alarak mevcut olmaktadırlar. Fakat bu alınan iyiliği,
ancak o iyilikten istifade etmede kullanabilirler[288].
İbn Sînâ, iyinin
ne olduğunu açıklarken şöyle bir açıklama yapmıştır; iyilik özce istenen
şeydir. Bu ifade direk olarak Tanrı’nın muradının olduğunu bize göstermektedir.
Ona göre, her yaratılmış, mümkün varlık da varlığını iyilik ile tamamlama
isteğindedir. Var olmak iyiliğin neticesi, varoluşun olurluluğu da yani mümkün
varlığın mümkün olmasının sebebi de yine iyiliktir[289].
Öyleyse aşk varlığın özünü bulmasını sağlayan illettir ve aşk iyiye ulaştıran
sistemin temelidir.
İbn Sînâ’ya göre
iyiliği kazanmak, bir aşığın olması ve aşığın birde maşukunun olmasıyla
mümkündür. Eğer aşık iyiliği kazanmak istiyorsa kendinden daha da iyi olan
maşukuna aşk ile yönelmesi mutlaka olmalıdır. Her iyinin en iyisi olan
Tanrı’dır. O halde Tanrı her şeyin maşukudur diyebiliriz. İlk iyi, varlıklara
iyilik ile tecelli etmeseydi, bilinmezdi ve bir şey de var olmazdı[290].
İbn Sînâ,
kişideki iyiliğin nispetince Tanrı tarafından bir nura ve makul varlıkların
bulunduğu ay üstü âleme muhatap olacağını ifade ederek “Ey
huzura eren
297 298
nefs, hoşnut edici ve hoşnut
edilmiş olarak Rabb ’ine dön!” Ayetini
göstermektedir . Demek ki İbn Sînâ hoşnutluğun da aşkın neticesi olan iyiliğin
kazanılması ve böylece ilahi lütfa ermiş olmanın mutluluk olduğunu bize
göstermektedir. Varlığın iyiliği bulması için Tanrı’nın iyiliği yayması da yine
Tanrı’nın iyiliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü O, iyiye, yani kendisine
ulaşılmasını murad etmektedir[291].
Özü saf iyilik
olan Tanrı, insan nefsi için iyiliği güzel ahlak olarak yaratmıştır. Çünkü İbn
Sînâ’ya göre iyilik ancak güzel ahlak ile ahlaklanmayla mümkün olmaktadır.
Tanrı’nın istediği ahlak ise beyanı olan Kuran-ı Kerim’dir. Hz. Aişe’nin,
Peygamberin ahlakının Kuran olduğunu söylemesi ve Kuran-ı Kerim’de de “Şüphesiz
sen büyük bir ahlaka sahipsin”[292]
ayetinin geçmesi Allah’ın murad etmiş olduğu aşk ve yaşam felsefesinin bu
olduğu bunun bir delilidir. İbn Sînâ’ya göre bu ahlaka uymak insan için en
uygun ve en güzel yaşama şekli olarak mutluluğun kapısının anahtarıdır.
Kötülükten, yani mümkün varlık olan dünyadan uzaklaşmak insanın ilahi yönü olan
ruhu pak ve temiz[293]
yaparak erdemli olmanın yolunu açmaktadır. Tanrı’nın buyruğu olan “iyi”
amelleri yapmak ise kişiyi güzel ahlaklı yaparak Tanrı’ya
yakınlaştırmakta ve tüm “/yi”lerin insan tarafından idrak edilebilmesine sebep
olmaktadır[294].
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEVLÂNÂ’DA AŞK FELSEFESİ
A.
MEVLÂNÂ’NIN HAYATI
Mevlânâ
Celaleddin-i Rumi, h. 606/ m. 1209 yılında Horosan’ın Belh şehinde dünyaya
gelmiştir. Babası Bahaeddin Veled, Hz. Ebubekir’in soyundan gelmektedir.
“efendimiz” manasındaki “Mevlânâ” ünvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir[295].
Zahiri ilimleri
öğrenen Mevlânâ, Batıni ilimleri de öğrenme maksadıyla Seyyid Burhaneddin’e
bağlanarak dokuz yıl hizmet eder. Ancak hocasının vefatı üzerine yalnızlığa
çekilir ve Şems-i Tebrizi ile tanışmasına kadar beş yılını bu şekilde geçirir.
Mevlânâ, tasavvuf! şahsiyetini önce babası, sonra ise Şems-i Tebrizi’den
kazanmıştır.
Mevlânâ ile
hocası Şems-i Tebrizi arasında manevi birliktelik olmasından dolayı halk
arasında çeşitli dedikodu ve çekememezlik sonucunda, Şems-i Tebrizi Konya’yı
terk ederek izini kaybettirir. Ancak ölümü hakkında kesin bir bilgi
bulunmamakla beraber, h. 644/ m. 1246 yılında vefat ettiği kaydedilmektedir.
Mevlânâ,
hocasının ani bir şekilde ortadan kalbolması ile kendini tasavvufun ve aşkın içinde
bulur. Bu sebeple dile getirdiği Mesnevi’sinde “Hocam” hitabını kullanarak
Şems-i Tebrizi ile manen birlikteliklerini ifşa etmiştir[296].
Mevlânâ, h. 672/
m. 1273 yılında 66 yaşında vefat eder. Ölümü “Şebb-i Arus” olarak gören
Mevlânâ, kavuşma gününde kimsenin üzülmesini istememiştir.
Mevlânâ’nın
eserleri:
1. |
Mesnevi |
2. |
Divan-ı Kebir |
3. |
Fihi Ma Fih |
4. |
Mecalis-i
Seb’a |
5. |
Mektubat |
Mevlânâ, âlemin varlığının sebebi olarak aşkı görmüş ve hatta
hayatı, yaşamayı, lezzet almayı, ahlak ve ibadeti, kısacası insana ait her ne
fiil ve fikir varsa hepsinin aşk felsefesinden kaynaklandığı düşüncesindedir.
Mevlânâ’nın evrensel bir dil ile insanlarla diyalogu “aşk
dini” iledir. Onun yaşam felsefesinin temeli
aşkın gerekleri ve verdiği lezzet neticesinde yaşanabilecek en mukaddes hayat
tarzını oluşturmaktadır.
Mevlânâ’nın en büyük ve en önemli eseri olan Mesnevî, birçok
dile tercüme edilerek her din ve kültürden millete hitap etmesinin nedeni, tüm
varlıkların ve özellikle de insanın odak noktası olan aşk üzerinde
yoğunlaşmasıdır. Mesnevî’sinde baştan sona aşkı anlatarak, hayatı en güzel ve
pratik yaşamanın ve mutluluğa ulaşmanın yollarından bahsetmektedir.
“Aşk, Allah’ın sırlarını belli eden bir üstürlab[297],
bir vasıtadır.
Aşıklık ister nefsani, ister ruhani olsun
Sonunda bizi ötelere götürecek bir rehber, bir
kılavuzdur.”[298]
Mevlânâ’nın bu beytinden de açıkça anlaşıldığı gibi aşk,
Allah’ın elçisi gibi bir görev üstlenerek kendi zatından haber vermekte ve O’na
ulaşmada en büyük kaynak olarak addedilmektedir. Aşka uyan Allah’a uymuş gibi
aşikar ve kolayca ulaştığı bu kılavuzla hareket eder, düşünür ve yaşar.
Mevlânâ, aşkın tanımını yapmaya çalışmış, binlerce beyit yazmış
olmasına rağmen yazdığı ve söylediği şeylerin hiç birinin gerçek aşkı ifade
edemediğini söylemektedir.
“Her ne söylediysen, ne duyduysan, onların hepside
kabuk gibidir, manasız sözlerdir. Çünkü aşkın içi, özü açıklanacak anlatılacak
bir şey değildir.
Hakikati hisseden, tecellilere mahzar olan özlü kişi
deriye, kabuğa bakar
307
mı?
Mevlânâ için aşkın temsili olarak en çok anlatıldığı öğe
“ney”dir. Ona göre ney, yeryüzünde Âlem-i
Ervah’tan[299]
çıkarılarak yeryüzüne çile için gönderilen insanın temsilidir. İnsan asıl
vatanı olan Âlem-i Ervahı
özlediği gibi, ney de koparılıp alındığı göl kenarındaki kamışlığı özlemekte ve
bu özlem ile aşkını çıkardığı yanık sesiyle duyurmaktadır. Onun sesini ise her
kişi anlayamaz. Çünkü bu Hak sırrına ermek çile gerektirmekte ve asıl memlekete
özlemin kalbi yakması gerekmektedir.
“Ney kendine has bir dille,
hal dili ile diyor ki: "Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, feryadımdan,
duygulu olan erkek de, kadın da inlemekte, ağlamaktadır. Şu var ki beni
dinleyen her insan, benim neler dediğimi anlayamaz,
Benim feryadımı duyamaz.
Beni anlamak, beni duymak için, ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış, içli
bir insan isterim ki, acılarımı, dertlerimi ona anlatayım.
Aslından, vatanından ayrı
düşmüş, oradan uzaklaşmış kişi, orada geçirmiş olduğu mutlu zamanı arar, o
zamanı tekrar yaşamak ister, ayrıldığı sevgiliye tekrar kavuşmak arzu eder.
Halbuki benim sırrım,
feryadımdan uzak değildir. Fakat her gözde onu görecek nûr, her kulakta, onu
işitecek, duyacak güç yoktur.
Ten candan, can da tenden
gizli değildir. Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.
Ney'in şu sesi, gönlü yakan
bir ayrılık, bir aşk ateşidir. Kimde bu ateş yoksa, o, maddî varlığından
kurtulsun, yok olsun.”[300]
İnsanın ney gibi
inleyerek Allah’a yani sevgilisine kavuşma isteği ancak arif kişilerin işidir.
Bu ise çok zor ve meşakkatli bir durumdur, çünkü aşka düşmek ve aşk ile yanan
bir kalbe sahip olmak bunun neticesine varma yoludur. Mevlânâ, aşığın kendi
varlığından geçip, Allah aşkı ile yanması ile, neyin yanık sesinin çağlaması
yönünden insan-ı kamil arasında bir ilişki kurmaktadır[301].
İnsan ney ile aynı durumdadır. İnsanı kamil hale getiren ilahi nefestir, neyin
de yanık sesinin duyulması yine başkasının nefesiyledir. Kendindeki bu ilahi
nefesi, yani ruhu fark eden kişi kemal mertebesine erme yolunda Allah aşkı ile
yanmalıdır. Eğer böyle değilse kişi, bir an önce yok olarak, yani bedeninin
arkasındaki “can”ının fark ederek bu mertebeye ermelidir. Görüldüğü gibi aşk
Mevlânâ için kutsal bir durum, her kişinin erişemeyeceği ve ulaşmanın da güç
istediği bir durum olarak geçmektedir.
Mevlânâ, ney
için yazdığı bu beyitlerin devamında “Ney'in
sesindeki tesir, yakıcılık, onun içine düşen aşk ateşindendir demektedir.
Hakikat şarabında bulunan, insanı mest eden hal de, aşk coşkunluğundandır.”
Diyerek hakikatin yani gerçeğin aşığın yaşadığı hallerin[302]
neticesinde ulaşılabileceğini belirtmiştir. Çünkü aşk gerçeğe hal vasıtası ile
pencere açmakta, aşığı hakikat bilgisine ulaştırmaktadır.
“Aşk
insanı yok eder, var eder. Gönülsüz bırakır, elsiz ayaksız bir hale sokar.”[303]
Mevlânâ aşkın
yaşatmış olduğu duygudan ötürü, var olduğumuz âlemden uzaklaşarak sırlar
âlemine ulaştırdığını ve bu yüzdende sırlara eden insanın varlık kisvesinin
kendine ait olmayıp her şeyin Hakk’tan ibaret olduğunu fark etmesi neticesinde
yokluk mertebesine ulaştırdığını ifade etmektedir. Çünkü, dünya yokluk ve
zıtlıkla dolu ve insan bu diyara bedeni ile mahkum haldedir. Bu halden kurtulma
ancak benliğin aşk ile ezilerek eritilmesi durumunda gerçekleşir[304].
Bu öyle bir haldir ki aşık ne kolunu ne elini, ne de aşkı yaşadığı gönlünü fark
eder. Ona göre aşk, apayrı bir varlığa kapı açmaktadır. Âlemdeki zıtlıklar dahi
Birlik karşısında kaybolarak, varlıklarından sıyrılırlar. Yaratılmış her şey
aşk ile suret ve varlıktan sıyrılarak zıttı olan yokluğa vararak, zıtlıkların
ortadan kalkmasına sebep olur[305].
“Topraktan
yaratılmış olan bedenimiz, aşk yüzünden göklere yükseldi. Dağ bile çevikleşti,
oynamaya başladı. [306]
Burada Mevlânâ,
aşkın Allah ile muhatap olan insanı nasıl yücelttiğini göstermek için Musa
Peygamber’in kıssasından bahsetmektedir. Allah, Musa’nın isteği üzerine kendini
dağa tecelli ederek Allah aşkının ne derece ulvi ve yakıcı olduğunu göstererek
Tur Dağı’nın yanıp kül haline gelişini Musa Peygamber’e gösterince aşkın
sınırının ve derinliğinin olmadığı bu olayla anlatmıştır.
Mevlânâ’nın bu
kıssadan anlatmak istediği aşkın Allah katından olduğu ve buna her yüreğin ve
aklın kaldıramayacağı gerçeğidir. Çünkü aşk, Allah’a ulaşma sırrıdır.
“Dünya bağını kopar,
maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da, hür ol.
Halbuki,
ilâhî aşk yüzünden, nefsaniyyetten kurtulan, benlik elbisesi yırtılan kimse,
hırstan da, ayıptan da, kötülüklerden de tamamiyle temizlenir.”[307]
Mevlânâ, dünyaya
bağlılığın, yani nefsani arzu ve isteklerin kişiyi esir gibi hapsettiğini ancak
aşk ile bu esaretten manevi âlemler ülkesine yükselerek gerçek özgürlüğün elde
edilebileceğini vurgulamaktadır. Aşkın kişiyi özgür kılan en önemli gerçek
olduğu buradan anlaşılmaktadır.
“Akıl,
aşkın şerhinde, açıklamasında, merkep gibi çamura battı kaldı. Aşkın da
âşıklığın da ne olduğunu yine aşk açıkladı.”311
Mevlânâ bu
beytinde de aklın aşk karşısında tıpkı bir merkep gibi boş ve faydasız
laflardan ibaret bir yığın ses çıkardığını ancak bu bilgilerin merkebin çamura
saplanması gibi kişiyi gerçeğe, hedefe ulaştırmayıp sadece kısıtladığını ifade
ederek aşkın akıldan üstün olduğunu ifade etmek istemiştir. Aşk, sadece aşk ile
yani aşık ile açıklanabilir bir mertebede olduğundan akıl ile değil de kalbi
aşk ile dolu olanların bunu anlayabileceğinden bahsetmektedir.
“Sadece
dış güzelliğe dayanan mecâzî aşklar, gerçek aşk değildir. Hevesten ibarettir.
Böyle aşkların sonu utanç verici olur.
O,
ölümsüz olan, bâkî olan Allah aşkını seç ki, o canına can katan mânâ şarabını
sana lütfetsin, seni yaşatsın.”31
Mevlânâ, dış
güzellik ile kastettiği dünyada var olan güzellikler ve maddedir. Ona göre
varlığı fanilikten gelen şeylere aşık olma tıpkı aşık olunan gibi fani ve
geçicidir. Sonu ise hüsran ile neticelenmektedir. Çünkü ne bir kârı, ne bir
faydası vardır insana. Bu aşk sadece heves, yani aşkın en alt derecesi olan
nefsi bir duygudan ibarettir. Oysa gerçek aşk, kişiyi sonsuzluğun kapısını
açarak yine aşk gibi sonsuz bir özgürlüğü sunmaktadır. Bu aşk ise tek sonsuz
olan Allah aşkı ile mümkündür.
Mevlânâ’ya göre
aşık maşukuna benzer ve aşkı ne ise kendiside tıpkı onun gibi varlık kazanır.
Yani, ya ölüm, yada sonsuz hayat.
“Su
ve toprak içinde mahpus bulunan, yâni balçığa saplanmış kalmış olan canlarımız
da balçıktan kurtulunca neşeli bir halde,
Hakk'ın aşk ve muhabbet
havası içinde, neşeli neşeli oynarlar, ayın ondördü gibi noksansız ve tastamam
bir hale gelirler.”[308]
Ruhun zindanı
olan cesedin, aslında esaretinden kurtulmanın imkansız olmadığını belirten
Mevlânâ, ruhun aşk ile bedenden sıyrılarak, ilm-i ledünni[309]
ile Allah katından bilgi edinen Hakk aşığı, kamillik derecesinde pür neşe ve
mutluluk sahibi olduğunu ifade etmiştir. Aşk insanın kamillik dercesine
ulaşmasına ve dünyaya gönderilişten kaynaklanan eksikliğin tamamlanmasına sebep
olduğunu ifade ederek aşkın ilmi arttırdığını vurgulamaktadır. Bu ilim dünya
tahsillerinin de üstünde, fen ilminin de üstündedir.
Mevlânâ’ya göre,
bu bilgiye ne okuyarak ne de düşünerek ulaşılabilir. Sadece aşk ile elde edilen
bir bilgidir ve aşığın tek zevki ilim ile aşkı artırmak ve Allah’a
yakınlaşmaktır. Varlık erir, Mutlak Varlık tek varlık olarak kalır. Artık aşık
için ikilik, aşık-maşuk yoktur. Bir vardır. Her şey O’dur aşık için. Öyle ki
kendi varlığı dahi yok olarak “Bir”
ile bütünlük başlar bu mertebeden sonra. Aşıklara ne mutlu, aşık olmayan kalp
ne yazı ktı r.
“Kimi âşık görürsen, bil ki
o, mâşûktur. Yani seven kişi aynı zamanda sevgilidir. Çünkü seven kişi, bir
bakımdan âşık ise, bir bakımdan da ma'şuktur.”[310]
Aşığın maşuk ile
aynileştiğini bu beyitlerle ifade eden Mevlânâ, “Bir”liğin gerçekleşme yolunun
aşk ile olduğunu, sevginin yaratılmış bütün mertebe ve halleri aşarak son
noktaya kadar ulaştırdığını ve böylece âlemin, dünyanın sonunun olmadığını,
aldatıcı ve boş olduğunu vurgulamaktadır. Mevlânâ’ya göre aşk, varlığı yok
edip, yoklukta gerçek varlığı buldurandır.
“Allah, kendisinden
başkasına gönül verenleri, bilhassa dünya sevgisine kapılanları kıskanır.
Kıskançlık O'nun şânındandır. Bu sebeple kıskançlıkların aslı Allah'tandır.
Bütün insanların kıskançlığı Allah'ın kıskançlığının bir cüz'üdür.”[311]
Mevlânâ, aşkın
kıskançlığa sebep olduğunu, ancak bu kıskanmanın yine aşktan kaynaklandığını
belirtmektedir. Çünkü, aşk tek olmayı, maşuk için de tek aşkın kendisi olmasını
istemektedir. Ancak bu şekilde “birlik”
gerçekleşme imkanını bulur. “Allah insanın içine iki kalp
koymamıştır. ”[312]
Ayeti de kalbin bir tane yaratılma sebebini açıklamaktadır. Bu ayete göre insan
neyi severse sevsin her aşk aslında Allah’ı sevmeyle aynıdır. Ancak Allah,
kendini ve ilahi aşkı unutup dünya zevk ve güzelliklerine yaklaşan insanların
bu sevgisini boşa gitmemesi için yine tatlı bir üslup ile kendine
döndürmektedir. Mevlânâ’nın bu beytinden de maksat budur. Aşk, maşukundan da
karşılık bekler. Çünkü aşkın maksadı ilahi yöne yönelerek tek vücut olmaktır.
Aşık ile maşuk birbirine aşk ile yaklaşırken aynı zamanda birbirlerini
tamamlama yolundadırlar. Bu sebeple aşık Maşukuna benzemeye başlar ve insan-ı
kamil mertebesine erişir. Bu mertebede ise aşık için Fena
Fi’llah makamına kavuşmuştur[313].
“Aşk
da, can da, her ikisi de gizlidir, örtülüdür. Ona "gelin" dediğim
için beni ayıplamayın.
Fakat
kendi, haydi söyle diyor, ayıp değil; bu gizli olan kaza ve kaderin bir
isteğidir.”[314]
Mevlânâ, aşkın
gizli olduğunu ancak açıklanması ve dışa yansıtılmasının aşkın potansiyel
yapısında var olan bir durum olduğunu belirterek, aşkın da maşukun da ötelerden
belirlenmiş bir kader ve kaza neticesinde gerçekleştiğini vurgulamaktadır.
Aşkın sahibi, yaratıcısı, aşkı böyle murad etmiştir ve aşk yeryüzünde de insan
kalbinde de bu şekilde yansıma mecburiyetindedir. Tıpkı cesetten ruhun görünmemesi
gibi, aşkta kalpte öylece gizlidir. Ruhun cesetten ölüm vuku bulunca ayrılması
nasıl vacip bir durum ise Mevlânâ’ya göre aşkında kalpten dışa yansıması öyle
vacip ve kaçınılmaz bir durumdur. Aşık her zaman bellidir ve daima aşk
halindedir.
“Tevhid,
Allah'ı bilmek nedir? Kendini Vahid'in, Bir'in önünde yakıp yok etmektir.”[315]
“Kim bizim zatımızda,
hakikatimizde yok olursa, "yok olmak"tan kurtulur, beka
bulur.
Çünkü
o "illa"dadır; "la"dan geçmiştir. Makamı "illa"da
olanlar ise yok olup gitmez, yani Hakk'ta fani olamaz.”321
Mevlânâ, bu
beytinde dinin temeli olan tevhidin dahi aşk neticesinde yanan bir kalp ve yok
olan bir nefis ile ortaya çıkacağını, kendi yokluğunda Allah’ın varlığını
bulmak olduğunu kesin bir dil ile ifade etmektedir. Bir şeyin içinde ufalanıp
yok olmayı gerektiren fena makamından sonra, kendi varlığına yeniden ulaşamadan
içinde ufalanıp yok olduğu şeyde yeniden var olmaya sebep olan beka makamı,
benliğin eritilip, Allah huzurunda saf bir varoluşa kaynak olan aşktır[316].
Bu sebeple Mevlânâ’ya göre aşk, dinin, imanın ve ihlasın özüdür ve aslıdır. Aşk
olmadan dilin tevhid getirmesi imanda iki yüzlülüktür. Çünkü hakikat zahirde
değil batındadır. Görünen âlem toprak, su ve nebattan meydana geldiği halde
insan akıl ile bu varlıklar arasında aşkla pek az rastlar. Çünkü Mevlânâ’ya
göre akıl aşkı inkar eder. Oysa kalp her yerin aşk neticesinde tecelli
olduğunu, Allah’ın tevhidinin yeryüzünde tecelli olduğuna kalp ile, aşk ile
ulaşır. Dil, zahiri yani dünyayı, kalp ise batını yani ceset gözü ile görünmeyen
âlemi ifade ettiğinden ancak aşık tevhid inancını gerçek olarak aşma
kapasitesine sahiptir.
“(Birisi, âşıklık nedir?
diye sordu. Ona dedim ki: Benim gibi olursan bilirsin.) Aşk, sevgi sayıya
gelmez, ölçüye sığmaz. Bundan ötürü aşk, gerçekte, hakîkatte Hakk sıfatıdır.
Kula nisbet edilmesi mecazîdir. "Allah, onları sever", sözü kafi.
"Onlar da Allah'ı severler." sözü nerede kaldı?”39
Mevlânâ, aşkın
tanımını burada yaparken dikkatimizi çeken husus, aşkın Allah’ın sıfatları
arasında kabul etmiş olmasıdır. Aşkı veren Allah’tan taşan her ne ise insanın
içinde de varlık bulan onun tecellisidir. Allah yarattığı her varlığı rahmeti
ile kuşatır sever. En sevimlisi ise insan ve insanlar içinde Allah’ın
sıfatlarına en uygun hareket edendir. Yani Allah’a en çok uyan ve kul olan
Allah katında en sevgilidir. Allah Mevlânâ’ya göre aşkın kapısını açmış,
kulunun ve kendisinin muhabbetinin sınırsızlığını yaratmıştır. Aşk, kuralları
olmayan ve belli bir sınırı yahut karakteristik özellikler taşıyan cinste
değildir. Mevlânâ’ya göre aşk, tamamen kul ile Allah arasında yani aşık ile
maşuk arasında özel bir irtibat ve metafiziksel durumdur.
“Allâh’ın hikmeti, kazâ ve
kaderi ile bizi birbirimize âşık kılmıştır. Biz suyu sevmekteyiz, su da bizi
sevmektedir.
Cihânın
bütün zerreleri, o ezelî hüküm dolayısıyla çift çifttir. Her çift birbirine
âşıktır.
Kehribarın saman çöpünü dilemesi, çekmesi gibi, âlemde
her cüz’ de kendi çiftini, eşini dilemektedir.
Gökyüzü, yeryüzüne “Merhaba!” der. “Seninle ben
kehribarla saman çöpü gibiyiz. Birbirimizi sevmekteyiz.” diye söylenir.”[317]
“Rüzgar aşık olmasaydı, böyle esip durmazdı. Bir yerde sebat
kılardı.”33 Mevlânâ’nın bu
beyitlerinden anlaşıldığı üzere, Allah’ın yaratmış olduğu tüm varlıkların
özünde vacip nitelikte aşk vardır ve her varlıkta Allah’tan taşan aşk tecelli
etmektedir. Her şey aşıktır ve aşık maşuk olmasını gerektirdiğinden her şey
çift yaratılmıştır.
Her şeyin çift
yaratılmasının sebebi de Mevlânâ’ya göre aşktır. Çiftini seven aşık
kendiliğinden âlemdeki düzeni sağlamış olur, çünkü aşk bu beyitlere göre,
düzenleyici ve yaratıcıya uygun hareket ettiricidir.
“Aşk bir denizdir. Gökler bu
denizde ancak bir köpük gibidir.”[318]
Mevlânâ bu beytinde aşkı denize
benzeterek, aşkın hırçınlığını, engin ve dalgalı oluşunu, derinliğini ve
gerekirse karaları bile kaplayacağını vurgulayarak aşkın sınır tanımazlığını
ifade etmek istemiştir. Ancak denizde yüzmeyi bilmeyen, boğulmaya, yok olup
gitmeye mahkumdur. Aşk deniz gibi, karaları bile tek bir parça ıslanmamış
bırakacağı gibi, yeryüzüne sığmayarak yedi kat göğe ulaşır. Bu durum denizin
üzerindeki kabarmalara benzemektedir. Denizdeki dalgalar aşkın hareketinden
kaynaklandığı gibi, dünyanın ve âlemin içindekilerinin de hareketi tıpkı bu
deniz gibi varlığının devamını sağlamaktadır.
“Gökler de, yeryüzü de onun
gözünde Allâh ’ı tesbîh ederek hızlı hızlı hareket halinde dönmede...”[319]
Mevlânâ, yer ve
göğün hareketinin sebebi olarak aşkı göstererek, âlemin düzeninin aşkın
sağladığını belirterek, yeryüzünde var olan tüm cisimlerinde yine yer ve gök
gibi Allah’ı devamlı tesbih ile kendi düzenlerini kurduklarını ifade
etmektedir. Mevlânâ’ya göre, aşkın yokluğu durgunluk ve hareketsizliktir. Bu
sebeple aşk olmasaydı ne dünya dönerdi, nede âlem şuan ki haline dönüşebilirdi.
Âlemdeki bu sınırsızlığı ve korkusuzluğu veren tek bir güç vardır, oda aşktır.
“Allah'ım, bizi hareket
ettiren güç de, bizim var oluşumuz da, senin lûtfun, ihsanındır. Varlığımızın
hepsi de sendendir. Senin eserindir, senin icâdındır.
Yok olan bizlere, varlık
lezzetini sen tattırdın, sonra tuttun, var gibi görünen bizleri kendine âşık
ettin.”[320]
Sonuç olarak Mevlânâ, Allah’ın insanları ve âlemi yaratmasına
sebep olarak aşkı göstererek, Allah’ın muradının insanda gerçekleştiğine
dikkati çekmektedir. Çünkü insan aşıktır ve aşk Allah’ın muradının yerine
gelmesini sağlayan güçtür. Aşk öyle yollar açar ki insanlara, kul bu yolda
Rabbi için fena olarak Allah’ın gizemine doğru harekete geçer[321].
Nitekim kudsi hadiste de buyrulduğu gibi, “Allah
Teala yere göğe sığmamış, müminin gönlüne sığmıştır.”
Mevlânâ bu kudsi hadisi vurgulayarak, kulunun Allah’a aşık olmasıyla kendisine
varılabileceği, bunun da ne akıl ile nede bilgi ile olabileceği, ancak kalbin
yaşadığı lezzetlerle mümkün olacağını ifade etmiştir. Allah aşkı, her sınır ve
hududu aşar, ancak akıl aşkın önünde hizmetkar olabilir[322].
“Cenab-ı Hakk; elsiz olarak nice hünerli eller, nice
büyük san’atkârlar yaratır; nice şaşırtıcı eserler meydana koydurur! O canların
canı, insan suretini, elsiz olarak topraktan yaratır durur!
Duman nasıl ateşten doğmuş ise, sûret de, sûreti
olmayandan, yani her şeyden münezzeh olan, doğmamış, doğurmamış bulunandan,
Allâh ’tan varlık sahasına çıkar!”31
Yaratılmış varlıkların, âleminin ortaya çıkması, Mevlânâ’nın bu
beytinden de anlaşılacağı üzere Allah’ın yoktan var etmesiyledir. Bu varoluş,
Allah’ın dilemesi üzerine her şeyin kendi güzelliğinden birer işaretle
yaratması, ortaya çıkmanın ise suret ve şekil kazanma neticesinde
gerçekleşmesidir. Ancak, yaratılan, yaratıcıya benzememekte, O’nun varlığının
delili gibi kendini ispat ederken aslında bir yandan da kendi yokluğunun
ifadesiymiş gibi “doğan ölür”
gerçeğini ortaya koymaktadır.
Allah, bir defa
“Ol!”[323]
emrini verdikten sonra, gerisi Allah’ın dileği ne ise o şekle varana dek
yaratılır durur. Mevlânâ’nın âlem anlayışında “ayna” benzetmesi oldukça sık
geçmektedir. Bunu sebebi olarak da; “Ben
bir gizli hazine idim, bilinmeyi murad ettim de halkı yarattım”
kudsi hadisine binaen âlemin Allah’ın esma ve sıfatlarının göründüğü bir ayna
olarak nitelemektedir[324].
Bu sebeple her ne görünürse bilmek gerekir ki Hakkın tecellisidir ve bu sebeple
varlığında güzellik muhakkak ilintili olarak bulunur.
Görülen suret ve şekil her ne ise Allah’ın taktiri odur. İnsanın
da, eşyanın da şekli Allah’ın muradıdır ki toprak bile Allah’tan bir can
taşıyabilecek şekilde yaratılmıştır. Kan, canın (ruhun)
yuvasıdır, orda yaşar ve bedenle birlik sağlar. İlk insan Adem’in canına öyle
bir canlılık sistemi yerleştirmiştir ki, diğer insanların ondan çoğalarak vücut
kazanmalarına imkan sağlamıştır. İşte Mevlânâ’nın bahsettiği suret, aslında ilk
insandan beri tayin edilen surettir. Tıpkı insan gibi eşyada Allah’ın yarattığı
sanatkarların ortaya koyduğu eserler aslında yine Allah’ın dilemesi ve ilhamı
üzerine varlık kazanmaktadır. Dolayısıyla her ne şekil ve suret var ise hepsi
Allah’ın vermiş olduğu şekildir. Her şekil kaynağının Allah’tan almaktadır.
Görünen güzelliklerin mahiyetlerinde bulunan hususlar, sadece
kendi güzellikleri yönünden değil, daha yüksek ve mükemmel bir güzellikten
işaret taşıması yönünden Mevlânâ için güzellik, Allah’ın güzelliğine giden
yolun hediyeleri niteliğindedir[325].
“Hakk’ın ektiği, güzeller
sûretinden görünürse zevk eder, neşelenir;
gayb sûretinden görünürse
halveti sever, ibadete düşer!
İhtiyaç sûreti, insanı
çalışıp çabalamaya, kazanmaya zorlar. Güçlü kuvvetli oluşu, kişiyi, onun bunun
malını gasbetmeye zorlar, çalıp çırpmaya atar!
Sonsuz gidişler, sonsuz
hüner ve san ’atlar hep düşünce sûretlerinin gölgeleridir!
Bir ziyafet, bir kadehten
içilen içkinin sûretlerinin neticesi, insanın kendinden geçmesi, aklının
başından gitmesidir!”[326]
Mevlânâ’nın bu beytinde bahsettiği güzeller sureti, görünen
âlemin suretidir. Her varlık, varlık sahasında belli bir şekil ve renk ile
yaratılmış olduğundan, onların güzellikleri, insan kalbine heyecan ve huzur
vermekte, görünenlerin varlıklarına, her şey çift yaratıldığı için (aşık-maşuk)
bir neşe kazandırmaktadır. Gayb sureti ise, görünen şeylerin asıllarının
suretidir. Bu suret, Mevlânâ’ya göre, henüz toprak ve su ile varlığın
tanışmadığı safhadır ve bu safha şeklin bir üst kademesidir. Bu sebepledir ki,
gayb sureti, aşığın halvete[327]
yönelerek, bir üst mertebeye ulaşması için Allah’a çokça ibadet etmeye sebep
olmaktadır. Her surete bakan bir göz muhakkak vardır.
Mevlânâ’nın burada bahsettiği suret çeşitlerinden biri de,
karakterin surette şekillenmiş olmasıdır. Kişinin şekli, her yaptığı fiil ve
davranış, kişinin hayat tarzını belirlemektedir. İhtiyaç ve arzuların suret
kazanması kişi karakterinden uygun şekilde ortaya çıkar ve o kişinin iyi veya
kötü ahlaklı olup olmadığı bu suretten anlaşılmaktadır. Mevlânâ burada şunu
ifade etmek istemektedir. Beden yokluktan çıkmıştır ve oraya dönecektir. Oysa
can Allah’tan yani sonsuzluktan gelmiştir. Bu sebeple Mevlânâ insanı kadehe,
kadeh içindeki içkiyi ise Allah Aşkı olarak nitelendirmiştir. İnsan, aşık
olurken görünen şekle değil de, kadehin içindeki manayı fark ederek, sonsuz
güzelliğe aşık olmalıdır. Gerçek ve sonsuz olan, suretten ve bozukluktan uzak
olan sonradan kazanılmış olan güzellik değildir.
“Bütün bu görünen sûretler, bütün bu varlıklar,
sûretten münezzeh olan, sûretsiz olan ve kendini gizleyen o üstün varlığın
bendesi, kulu iken, neden nimet sahibini inkar ediyorlar?
Gerçekten de Faili Mutlak olan, her şeyi yoktan var
eden, dilediği gibi eserler yaratan Hakk; sûretsizdir, sûretten münezzehtir!
Sûret, O’nun elindeki alete benzer!
O sûretten münezzeh olan yüce varlık; dilediği zaman,
yokluk gizliliğinden kerem eder de, sûretlere yüz gösterir!
Böylece de O, her sûretin kemal, güzellik, kudret,
kuvvet bakımından O ’ndan yardım elde etmesini sağlar!
[328]
Âlem, Allah’ın
esma ve sıfatlarına bir ayna ise, gönlün temiz olması lazım gelir ki, suretler
daha temiz ve güzel görünsün. Çünkü kemallik derecesinde daha üstün olanlar
varlıkların ardındaki güzellin nasıl olduğunu idrak edebilir ve o
güzelliklerden Hakkın güzelliğine hayran kalırlar[329].
Allah’ın sureti yaratmasındaki maksat Mevlânâ’ya göre tıpkı bir vasıta gibi,
insanın Allah’a ulaştırmasıdır. Her suretin bir kaynağı ve her kaynaktan gelen
işin de bir maskadır vardır. Her şey aslına döneceğinden, suretten
Allah’ın muradı
insanın suret ardındaki gerçeği düşünerek müşahede etmesi ve böylece ona aşık
olarak gizliden Allah’a ulaşmasıdır.
“Madem suretler kuldur, artık Cenab-ı Hakk ’a suret
deme; onu suret sayma, bir şeye benzetmeye kalkışma!
Bir şehre gidersin; gittiğin, gördüğün o şehir, şehrin
suretidir, dış yüzüdür! Ey yolcu! Seni o şehre çekip götüren, sureti olmayan
görme zevkidir; yeni bir şehri tanıma merakıdır!
O gittiğin şehirden
duyduğun görme zevki ile mana bakımından hoş bir âleme, mekansızlık âlemine
gidersin!
Aslında sen, dostunu görmeye gitmedin; mana bakımından
yine sûretsizlik âlemine, sonsuzluk âlemine gittin!”[330]
Mevlânâ burada, suretin Allah’ın kulu olduğunu belirtmesindeki
maksadı her suretin bir manasının olduğudur. Oysa bizim zihnimiz ve
kalbimizdeki zevkler candan gelmekte ve bu suretlere karşı ilgi de yine
Allah’tan ilahi bir lütuf neticesinde hissedilerek gerçeğe ulaştırmadadır.
Ulaşılan güzellik ise hiçbir zaman Allah’ın sureti değil, sadece Allah’ın
lütfunun kırıntılarıdır. Çünkü her yaratılmış varlıkta Allah’ın sıfatlarından
neticeler vardır. “Muhakkak ki Allâh, Âdem ’i,
dolayısıyla kâmil insanı kendi sûretinde yarattı!”
hadis-i şerifi bu konuya dikkat çekerek, insanda bulunan görme, işitme, idrak
etme ve düşünme gibi suretlerin Allah’tan geldiğini ifade etmektedir. Aksi,
yani insanın suret olarak Allah’ın suretinde yaratılmış olmasının yüz, sima
gibi bir anlamanın olmadığı bu beyitte vurgulanmak istenmiştir.
“Şekil, suret, görünen her şey gölgeden ibarettir;
mana ise güneştir!”[331]
Mevlânâ’nın bu beytinde açıkça görüldüğü gibi, suret sahibi olan
her şey aslında Allah’ın inayeti neticesinde gerçekleşmiş, aslı olmayan ancak
asıldan gelen bir nurla vuku bulmuş varlıklardır. Kişi her neye baksa suretin
ardındaki nuru fark etmeye çalışmalıdır. Suret ve görüntüler, kişinin özünden
uzak kalmasına ve hakikatten uzaklaşmasına sebep olan, sadece dış dünyaya ait
bir haldir[332].
“Âşık olmak demek, nur
gelen tarafa pencere açmaktır! Çünkü gönül, gerçek dostun yüzü ile aydınlanır,
nurlanır!
Şu halde, daima, sevgilinin yüzüne bak; bu, senin
elindedir! Beni iyi dinle babacığım; bu, senin elindedir!
Kötü huylardan kurtulunca, güzelleşince, güzeller
güzeline ulaşırsın; gönlünde onun varlığını hissedersin de, kimsesizlikten
kurtulursun!
Onun nemi, yani güzelliğin
nemi, can bahçelerini besler, geliştirir; nefesi, gamdan kasavetten ölmüş
kişiyi diriltir!”34
Sevgilinin güzel yüzüne bakmak Mevlânâ’ya göre daima Allah’a
bakmak ile aynıdır. Çünkü sevgilinin yüz güzelliği, Allah’tan gelen nur
neticesindedir. Aşık, maşukunun yüzüne bakarken, Hakk’ın nurunun tecellisine
mahzar olarak ilahi bir lütuf gibi görür. Bu ilahi lütfa bakan ise
kötülüklerden nefsini arındırır. Çünkü güzele güzellik ile bakılır ve böylece
ahlaki olgunluğa erişme gerçekleşerek (ahlak güzelliği ve manevi temizlik,
tevekkül, takva, günah işlememek, tevbe, zikir ve ibadet, hevâ ve arzuları
terk, ilahi aşk acısı çekmek, zorluklara katlanma), asıl güzele ulaşmaya hak
kazanılır. En güzele bakana ise ne gamdan ne de kasvetten eser kalmaz. Çünkü
Allah’ın yanı aşığın memleketidir.
“Ay, nasıl suya akseder, suda görülürse, âşıklar da
güzellerin yüzlerinde Hakk’ın güzelliğini görürler!
Hakk’ın kendi güzelliğini kıskanması, kendisinden
başkasını göstermemesi; âşıklara, kendisini candan seven sâdıklara karşıdır!
Yoksa, O’nun kıskançlığı; insan şeklindeki şeytanlara, hayvanlara karşı
değildir! [333]
Mevlânâ,
Allah’ın güzelliğinin yeryüzüne ve insanlara tıpkı ayın suya aksettiği gibi
aksettiğini söyleyerek, aslında maşukun aşık için Allah’ın güzelliğinin sadece
bir katresi olduğunu düşünmesini istediğinden aşık maşuka hayrandır ve onu
güzel bulur. Nitekim Allah aşığının yüzü de gönlü gibi daima Allah’tan gelen
bir nur ile nurlanır. Bu nur öylesine parlaktır ki kendindeki tüm benlik
duvarını yıkmış, kendinden herhangi bir tasavvur dahi bırakmamıştır[334].
Arif kişilerin aşkı, yüzü güzel olan bir huriyi dahi gördüğü zaman Allah’ı
hatırlayıp O’nun aşkından divane olmasa idi, mana âleminden nimetlenemez ve
böylece Allah’a ulaşma mertebelerinden geri kalarak Allah’ın muradından ve
sevgisinden uzaklaşırdı. Sadece güzel yüzlü olduğu için huriye aşık olunursa,
Allah arifin huriye olan aşkını kıskanırdı.
“Velîleri yoldan çıkaran,
onlara tuzak olan o hayaller ise, Allah bahçelerindeki güzellerin, ay
yüzlülerin akisleridir. [335]
“Sanat nasıl olur da
sanatkardan ayrılır? Surette var, hakikatte hiç olan, yok olan "Vucûd-ı
Mümkün" (bir yaratıcı tarafından meydana getirilen varlık), "Vucûd-ı
Vacib" (başka biri tarafından var edilmiş olmayan varlık) yani Allah'ın
gayrisinden nasıl feyz alır?”[336]
Mevlânâ’ya göre Allah, sonradan yaratılmış varlıklara kendi
güzelliğinden feyiz vererek, yaratılmış olan varlıklara güzellik
kazandırmaktadır. Eser, daima müessirinden eser taşır. Âlemdeki her şey sadece
Allah’ın nurunun yansımasıdır. Güzelliklerin fark edilme derecesi, Allah’a
yakınlaşmanın derecesiyle aynıdır. Her şeyi güzel yaratan, her şeyde kendisine
ulaşılmasını istemektedir.
“Allâh’ın lütuf güneşi, güzellik güneşi ışığını nereye
düşürürse, orası nurlanır, güzelleşir; ister köpek olsun, ister at olsun
yücelir, değer kazanır; Ashabı Kehf’in köpeğine döner!
Hakk’ın lütuf ışığını da, aynı ışık olarak görme! O ışık; taşa
da düşer, la’le de düşer; yani, ezeldeki istidada göre herkes o ışıktan ilahî
feyze, tevfike mazhar olur!”[337]
Mevlânâ’ya göre Allah’ın bu nuru her ne
üzerinde olursa onun varlığı kemal dercesine ulaşarak sahip olduğu değerden
daha da üst dereceye çıkar ve güzelleşir. Her neredende nur kesilirse, nurun
kesilmeden önceki sureti ne olursa olsun çirkinleşerek kötüleşir. Tıpkı
İblis’in Allah’ın emrine uyduğu zamanda en sevimli mertebede iken yani kemal
derecesinde iken, isyan ve kibir neticesinde üzerinde bulunan nur ışığını
kesilmesine sebep olarak, Allah tarafından lanetlenmiş bir halde çirkin suratlı
Şeytan’a dönüşmesi gibi. Allah’ın nuru her nerede çok ise güzel o derece
parlaktır.
“Allâh’ım, ariflerin, velîlerin Mansûr gibi yüce
kişilerin içtikleri o gizli kadehten, o ilahî aşk şarabından bir yudumcuk
yeryüzüne serptin.
O bir yudumcuk şarap,
yeryüzünde bulunan bütün güzellerin saçlarına, yüzlerine sıçradı. Hâlâ onların
yüzlerinde, saçlarında, bakışlarında o aşk şarabının belirtisi, mahmurluğu var.
Padişahlar bile bu yüzden, o topraktan yaratılmış olan güzelleri, güzellikleri
severler, öper ve koklarlar.
Toprağa karışmış bir yudumcuk ilahî aşk şarabı seni
velîye döndürürse, onun karışmamış olanı sana neler etmez.
O bir yudumcuk güzelliği, o güzellik şarabını,
balçıktan yaratılmış bedenlerde, çamurla karışmış olduğu halde, sen onları
hırsla, çok şiddetli arzu duyarak dilinle yalayıp duruyorsun. O şarabı, çamura
karışmamış, saf bir halde görünce ne hale geleceksin.
Ölüm vaktinde, o temizlik,
o güzellik yurdunu, ölümle bu bedenden, bu beden kerpicinden ayrılınca...”[338]
Mevlânâ bu
beytinde, Allah’ın rahmetinin yüzde sadece birinin yeryüzüne inmesi
neticesinde, çamurdan yaratılmış olan bir bedende hapis haldeki canın aşk ile
eriyip ölümlere yürüyen Hallac-ı Mansur’u örnek göstermiştir. Rahmetin sadece
yüzde biri bizde böyle tesir yapmakta ise güzellikler yurdu olan ahirette
mahzar olacağımız rahmet acaba nasıl bir aşk doğuracaktır. İşte burada Mevlânâ
görülen güzelliklerin aslında Allah’ın rahmetinden çok küçük birer parça
olduğunu söyleyerek gerçek ve hakikat lezzet ve güzelliğin kendi katında ve
aşıkların aşkları neticesinde ulaşacakları en üst mertebe olduğunu belirterek,
yeryüzü ve hakiki âlem arasında kıyas yapmaktadır.
“Küll ve Cüz Dünyaya âşık
olan kişi,üstüne güneş ışığı vurmuş bir duvara âşık olmuş kişiye benzer. O
duvar âşıkı, duvardaki ışığın güneşten geldiğini anlamaya çalışmaz ve duvara
gönül verir. Güneşin ışığı güneşe geri dönünce, duvar âşıkı ebedî olarak mahrum
kalır.”355
Manevi lezzetler
ve mana güzellikleri aramayan insanlar Mevlânâ’ya göre kime aşık olurlarsa olsunlar
taşa aşık olmuş gibidirler. Çünkü yaratılmış olanların hepsi topraktandır ve
toprağa döneceklerdir. Bu sebeple aşkta maşuk gibi sadece toprak olarak yokluğa
mahkum olacaktır.
“Görülen bir güzel, bizim
gerçek sevgilimiz olsaydı, duygulu olan herkes sevgilisine âşık olur, onu
bırakmazdı. Ona vefalı olurdu.
Vefalı olmak, sevgiyi
artırdığı halde, nasıl oluyor da suret, şekil vefayı vefasızlığa çeviriyor?
Güneşin ışığı duvara vurur. Onu iğreti olarak
aydınlatır.
Ey temiz yürekli saf kişi!
Ne diye bir kerpice gönül verdin? Sen hiç sönmeyen, nûru ebedî olan güzelliği,
aslı ara.
O sevgili, bir vakit melek
gibi güzel iken, şeytan gibi çirkinleşmiştir. Çünkü o güzellik, onda iğreti
olarak bulunuyordu.
Ondaki güzelliği, azar
azar, yavaş yavaş aldılar. Nitekim bir fidan da, azar azar, yavaş yavaş kurur,
gider.” [339]
Mevlânâ, burada
sevgiyi arttıran şeyin görülen güzellik olmadığını ifade ederek, görünmenin
aşkta aslında nankörlüğe sebep olduğunu belirtmiştir. “Gözden
ırak olan gönülden ırak olur” sözü bir nevi
gerçeğin tersi durumundadır. Çünkü, görünenler, gerçeğin sadece bir yansıması.
Aşık yansımayı maşuku zannederse, asıl maşuktan yani ışığı vererek yansımanın
oluşmasına sebep olan Allah’tan uzaklaşır, gerçek güzelliğin görünenden ibaret
olduğunu düşünmesine sebep olur. Güneşsiz bir aydınlık insan zihninde gerçekmiş
gibi algılanarak, yalanın (yansıma) gerçeğe perde olmasına sebep olur. Bu
sebeple Mevlânâ, şekil ve surete sitem ederek, Allah’ın güzelliğinin suret
güzelliğinden ilham olunamamasının insan için yokluk denen mertebeyle aynı
olduğunu belirtmiştir.
“Bu güzellikler, onlara
belirli bir zaman için iğreti olarak verildi. O ay yüzlüler, zamanla sararıp
solarlar; yüzleri sonbahar yapraklarına döner. Hırsızların, bizden güzellik
çalanların hali budur!”[340]
Bu beytinde de
Mevlânâ, yine güzelliğin, güzele ait olmadığını, emanet olarak kendisine ihsan
edilmiş, bir müddet sonra kendinden geri alınacak vasıf olarak nitelendirerek,
güzelliği bahşeden Allah’ın tüm güzelliklerin sahibi olduğunu vurgulamaktadır.
Güzellik Allah’ın
ise neden belirli bir müddet için insana ve âleme bahşedilmiştir? Güzellik
olmadan da varlık mevcut olamaz mıydı? Soruları akla gelmektedir. Buna cevap
olarak ta Mevlânâ’nın şu beyitleri çok yerinde olacaktır.
“Suret, şekil bir çok
kişileri yoldan çıkarmıştır. O gibiler velîlere saldırdıklarından, farkında
olmadan haşa Allah'a sataşmışlardır.
Bu can da bedenle birleşmiştir. Fakat hiç can bedene
benzer mi?
Göz nûru, göz oyuğunda bir
yağ tabakası ile beraber bulunur. Gönül nûru da bir damla kanda gizlidir.”35
Mevlânâ, güzelliğin Allah’ı hatırlatması ve Onunu güzelliğinin
ve yüceliğinin algılanması muradı ile âleme suret ve şekil yönünden ilintili
bir şekilde verildiğini, ancak bunun yanında insan ruhunun Allah katından bir
güzellik olduğunu, bedenlerinde bu güzelliklere perde gibi, Hakk’ın güzelliğini
örttüğünü belirtmektedir. Ruh nuru öylesine gizlenmiştir ki, beden ile ruh
birbirinden çok farklıdırlar. Aralarında ne şekilsel nede mahiyet bakımından
hiçbir denklik bulunmamaktadır. Arif kişiler ise suret ve şekil güzelliğinden
hemence Allah’ın güzelliğine ulaşarak, Allah’ın da aşkına mahzar olmaktadırlar.
Bedensel bir sevgi yaşayan acaba gerçek güzellik ile karşılaşsaydı nasıl bir
aşk yaşardı?
“Rebab[341]
aşk kaynağıdır. Arkadaşların dostudur, en yakındır. Araplarda faydalı olduğu
için buluta rebab adını vermişlerdir.
Bulut nasıl gülü, gül bahçesini sularsa, rebab da
gönüller gıdasıdır, ruhlar
sakisidir.
Aşk, kavuşma, buluşma
saadeti olup, Hakk ’la aramızdaki perdeleri kaldırarak gönül evinin içine
girmek için bir can elbisesi gibidir. “Ademoğullarını üstün kıldık”[342]
gerdanlığıdır.”[343]
Mevlânâ, aşkın
ruhta varolduğunu ve yerinin gönül olduğunu belirterek, ruha ve gönle hitap
edebilecek her şeyin yine aşık olması gerektiğini onun bu beytinden anlamaktayız.
Gönlün yani aşkın gıdası Allah’tan olması hasebiyle, O’nu hatırlatan her şey
kolayca kalbe girer ve güzelliğiyle aşkı artırarak tıpkı bulut gibi aşkı sular
ve büyütür. Aşkın kazandırdığı bu büyüklük öylesine yüceltir ki insanı,
Allah’ın varlık âlemindeki en değerli kulu haline getirir.
Mevlânâ aşkı, Allah’tan gelerek yine kendisine en yakın varlık
haline getirmesi yönünden, tamamiyle beşer üstü ve akıl almaz bir hal ile
cansız bedeni canlandırıp, sonsuzluk kapısını açtığını ve böylece insanın ilk
geliş noktası olan Alem-i Ervah'a (Feyz-i mukaddesin
tecelli ettiği âlem) yükselterek,
aşkın memleketinin orası olduğunu ifade etmiştir. Allah’ın, Gayb-ı Mutlak'ın
meydana çıkmayan, belirmeyen ilk zuhur mertebesine, Ehadiyyet Mertebesi denir.
Bu mertebeye gaybü'l-gayb, kenz-i mahfi (gizli
hazine) denmektedir. Allah’ın muradının kalpte
zuhur ve tecellisi olan feyz de feyz-i akdes ve feyz-i mukaddes diye ikiye
ayrılır. Allah'ın Ehadiyyet sıfatının tecellîsi olan feyz-i akdes, Allah'ın
kendi kendine tecellî etmesi ve a'yan-ı sâbiteyi[344]
var kılmasıdır. Feyz-i mukaddes ise varlıkların vücuda gelmesine sebep olan
Allah'ın isimlerinin tecellîsidir.
“Biz bütün kâinata, tek bir
cevher halinde yayılmıştık, orada hepimiz de başsızdık, ayaksızdık.
Bu âlemde görülen
bölünmeler, tefrîkalar, imtiyazlar o âlemde yoktu. Biz o âlemde
EhâdiyyetMertebesi'nde, güneş gibi her tarafa nûr saçan bir cevher idik. Su
gibi berrak ve saf bir halde bulunuyorduk.
O güzel ve latîf nûr sûrete
gelince, şekle bürününce, kal'a[345]
burçlarının
gölgeleri gibi sayılar meydana geldi.
Burçları mancınıklarla
yıkın da, birbirinden bölünenlerin, ayrılanların arasındaki fark kalksın.
[346]
Ezelde, bütün
ruhların bir kaynaktan geldiklerini anlatmak için Mevlâna'nın; "Tek
bir cevher halinde yayılmıştık." diye söylemesi,
Peygamber Efendimizin şu hadisinden kaynaklanmaktadır: "Allah'ın
ilk yarattığı beyaz bir inci idi." Bu beyaz inciye
Hakîkat-i Muhammediye[347],
denilmektedir. Ruhların ruhu, nurların nuru, akl-ı küll, kâlem-i küll, kâlem-i
a'lâ da ta'bir ediliyor. Bu cevher, bileşik olmayan bir cevherdir. Varlıkların
hepsi bu cevherden yaratılmadan önce elsiz ayaksız ve birbirinden farksız bir
halde bulunuyordu. “Sen olmasaydın ben kainatı
yaratmazdım!” (Acluni, Hakim) kutsi hadisi, âlemin
yaratılışının ilk noktasını belirtmektedir. Yaratılışın sevgi ile olmasından
dolayı Hakikat-ı Muhammediyye’ye “taayyini hubbi”
olarak da nitelendirilerek, Allah’ın yaratıklarına olan sevgisinin Peygamber
Efendimize olan sevgisinden kaynaklandığını belirtmektedir[348].
“Aşığa,
onun sırlar âleminden şöyle bir ses geldi: “Aşk Allah ’ın Burak’ıdır[349].
Onu yukarılara doğru koştur.”[350]
Mevlânâ’ya göre
aşk, insanı bu derece yüceltecek bir hal ise, akıllı bir insanın yapması
gereken ise kendinden daha üstün bir varlığa aşık olmasıdır. Burak atı,
Allah’ın Peygamberleri için bir vasıtası ise, bu en büyük bir aşktır ki, tıpkı
Burak gibi insanı kanatlandırır ve hiç kimsenin güç getiremeyeceği bir işi
kişiye yaptırır. Aşkın verdiği güç, Mevlânâ’nın bu beytinden anlaşılacağı
üzere, Allah’ın Peygamberleri için seçtiği vasıtanın görünmez bir türü olan
aşkı da her insan için mümkün kılmıştır. Aşık kişi, aşkıyla yeryüzünde
kötülüklerle birlikte durmak istemez, her an Burak’a binmiş gibi, güzellikler
ve gerçekler âlemine seyahat eder. Çünkü aşk saftır ve ancak saf olan yerde
varlığını bulur.
“Kendi
gücünü, kudretini gör, çünkü güç de, kudret de ondandır. Kendindeki yapma
gücünü Allah'ın bir ni'meti bil.”[351]
Mevlânâ,
Allah’ın insanı yaratma sebebinin aşk olduğunu vurguladıktan sonra, şuna
dikkatimizi çekmektedir ki; aşk ile ulaşılabilecek her ne yer ve mertebe varsa
hepsi Allah’ın izni ve isteği ile insanlara sunulmuştur. İnsanın yaratılışı
üzerinde derinlemesine duran Mevlânâ, neticede yaratıkların bütün parçalarında
ortak bulunan atomu bulmuş, gücün ve gelişmenin bu küçük parçacıktan yayıldığı
bilgisine ulaşmıştır. Çünkü atom, madensel maddelerden bitkiye, hayvana ve
oradan da insana intikal ederek yaşamın devamını sağlamaktadır. Bundan dolayı
evrenin karşılıklı etkileşim ve varoluşun devamı olarak aşkın bu aktif gücü
ortadadır. İnsan şayet kendi yaratılışını araştırırsa kendini kolaylıkla bulur.
Kendi şekli ve mahiyetinden âlemin ilişkili olduğu ve daima bir oluş ve bozuluş
halinde Allah’ın yaratma sıfatının vuku bulduğu açığa çıkmaktadır. Mevlânâ bu
sebeple aşığın ve maşukun, yani etkileşim halinde olan her hayatlının aşktan
meydana geldiğini savunur[352].
İnsan şayet kalbini dünya ve meşakkatinden sıyırarak Allah’a aşk ile yaklaşmaya
çalışırsa kendindeki bu cevherleri fark eder ve böylece gerçekler âleme, yani
kaynağına ulaşmış olur.
İnsanın
kendindeki ve yaşadığı âlemdeki potansiyelden Allah’ı hatırlamasının nedeni,
her varlığın her zerresinde Allah’tan bir güç ve kuvvetin olmasıdır. Bu güç ve kuvvet
ise aşktır. Her varlığın aşık olmasın bize göstermektedir ki, hareket eden her
şey bir amaç için hareket ederek kamilliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bu ise hangi
varlık olursa olsun, o varlığın kaynağına doğru hareket etmesine sebep
olmaktadır. İşte aşkta insanı nereye götürüyorsa, aşkın kaynağı orasının olduğu
bir gerçektir. Kur'ân-ı Kerîm'de
bir çok ayetlerde, göklerde ve yerlerde bulunan her şeyin Allah'ı tesbih ettiği
bildirilmektedir. Tesbih için bütün varlıkların diri olması gerekir. Bu günün
müsbet ilmi de her maddenin atomunun bir çekirdek etrafında hızla döndüğünü
ortaya koymuştur. Atom canlı olmasaydı Allah aşkı ile sarhoş olmasaydı ne
dönebilir nede hareket haline geçebilirdi.
“Zaten güneş de gökyüzü de
O ’nun aşkıyla dönmede, O ’nun aşkıyla yanıp yakılmada, hem de her an, O’nun
aşkına layığım diye şükürler etmede.”311
“O kâmil insan olduğu ve
tam mânâsıyla Hakk’ta yok olduğu için, bütün rûhlar onun dileğine uyarlar,
bütün bedenler onun buyruğuna girerler.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Bizim lutfumuzun mağlubu olan, irâdesiz, ihtiyarsız ve âciz kalmış değildir.
Belki sevgimizle daha güçlenmiş, dilediğini yapar hale gelmiştir.”312
Mevlânâ bu
beytinde, aşkın âlemin vücuda gelişini ve varlığının devamı için güneş ve diğer
gök cisimlerinin dönüşünün aşk kaynaklı olduğunu belirterek, her varlıkta aşkın
tecelli etmesinin nişanesi olarak göstermektedir. Mevlânâ, Allah’ın buyruğunun,
ilahi murada uygun olarak, varlıkların Allah’a uyması aşktan aldığı ilahi güç
ile gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Mümkün varlık, Vacip varlığa muhtaç
olduğunu ve her an O’nu anmanın kendi varlığına imkan sağladığını bilir ve
kendine tanınmış imkanların mümkün olarak varlık sahasına çıkmasını aşk gücü
ile sağlar. “Görmedin mi ki, gerçekten,
göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve
insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedirler...”313
“Sen Rabbim, sırlarımızı
açığa vuran bir sırsın. Duygularımızın ırmaklarını besleyen mübarek, manevî bir
kaynaksın.”314
Mevlânâ’nın aşk
için yaptığı bu tanım, aşkın özünün Allah’ta olduğunu ve Allah’ın katından bir
nur ile nurlandığını, aşkı ve aşığı besleyenin Allah olduğunu söylemektedir.
Kuran-ı Kerim’de de buyrulduğu gibi her varlıkta aşk mevcuttur. Aşk ile her
varlık daima Hakkı zikretmektedir[353].
Bu sebepledir ki, varlıkların özünde aşk olduğu, hatta her varlığın aşktan
meydana geldiği Mevlânâ’nın şiirlerinde ifade ettiği bir gerçektir. Aşkın gücü
burada ortaya çıkmaktadır. Aşk hem varlığın esası[354],
hem de varlıkların mümkün sahada var olmasına sebep olabilecek kadar derin ve
etki sahibi bir güçtür.
“Canların gıdası aşk, bu
yüzdendir ki, açlık, ayrılık, şiddetli arzu ve şevk, rûhu canlandırır,
güçlendirir onu besler.
Hz. Yâkub da Yûsuf’a
acıkmıştı. Yâni onu çok şiddetle arzu ediyordu. Ekmek kokusu, yâni Yûsuf'un
gömleğinin kokusu. Mısır gibi uzak bir memleketten ona gelip ulaşıyordu.
Halbuki gömleği alıp,
koşarak götüren kardeşi Yehuda, gömlek yanında olduğu halde o kokuyu
alamıyordu.
Gömleğin bulunduğu yerden
yüzlerce fersah uzakta olan Yâkub ise o kokuyu alıp durmada idi.
Nice irfânsız bilginler
vardır ki, bilgiyi ezberlemişlerdir, ama o bilgiden yararlanamazlar. Çünkü
onlarda aşk yoktur, Allâh sevgisi yoktur.”311
Mevlânâ aşkın,
ilahi hikmeti ile görünen şeylerin ardındaki, gözle görülmeyen şeyleri
göstererek, maşukun ardındaki gerçek maşuku buldurması, Allah’ın aşığa
kendisine daha çabuk ulaşmasının için bahşettiği gizli ilimler olduğunu
belirtmektedir. Bu gizli ilimler ise diğer ilimler gibi akıl ile değil ancak
kalp ile elde edilen bilgilerdir. Bu durum sadece Allah aşıkları için geçerli
olan ilm-i ledundur. Aşk ile ilm-i ledunna ulaşan aşık, buradaki sırlara
ulaşınca aşkın kendisini ulaştırdığı makamı fark ederek, aşkın kaçınılmaz bir
çekim ile ruhu gayb âlemine çekme sebebini anlar. Çünkü aşkın kaynağı
Allah’tadır ve varılacak son nokta da bu hal neticesinde, orası olacaktır.
“Görünen, ortada olan maddî âlem acze düşmüştür,
bağlıdır, zayıftır. Halbuki görünmeyen mânâ âlemi pek güçlüdür. Pek üstündür.”7
“Ateşin kendisi ve aslı, havadan da üstündür. O
esirdedir. Yâni yeryüzünde görülen ateş, gökyüzünden de ötelerde bulunan ateş
küresinin gölgesi ışığıdır.
Bu yüzdendir ki; yeryüzündeki ateşler, ışıklar olduğu
gibi durmazlar. Hep oynarlar, titrerler. Aslına gitmek için çırpınır dururlar.
Sonunda tezce, yukarılara yükselirler, madenlerine giderler, asıllarına
kavuşurlar.
Ey
insan! Senin boyun hep olduğu gibidir ama, gölgen bazen kısalır, bazen
uzar.
Işığın bir yerde durduğunu kaldığını kimse
görmemiştir. Kaynaktan gelen ışınlar, akisler ve vuruşlar, düştükleri yerde
kalmazlar; çabucak dönerler, analarına giderler.”319
Mevlânâ, her
hadiseden ledünni neticeler çıkararak bizi uyandırmağa çalışıyor. Sular nasıl
asılları olan denize doğru akıyorlarsa, önlerine çıkan engelleri aşarak denize
doğru koşuyorlarsa, ateş de aslı olan ve bilginlere göre ayın bulunduğu yerden
çok ötelerde, havadan da hafif esirin üstünde ateş küresi mevcuttur. Yeryüzünde
bulunan yanan veya yanmayan bütün ateşlerin aslı, kaynağı, o ateş küresidir.
Her ağacın içinde ateş gizlidir. Ağaçta mahpus bulunan ateş, yanmaya başlayınca
titreyerek, sesler çıkararak aslına gitmek için alev alev yanmaktadır.
Su, aslına doğru
köpürerek, ağlayarak, coşarak, başını taştan taşa çarparak koşarken, ateş
alevlerini yukarılara doğru yükseltirken, insan asıl vatanını neden aramasın,
neden geldiği yere gitmek için çırpınmasın? İnsandan daha aşağı mertebede olan
o varlıklar dahi kendi asıllarını bu derece müşahede edebiliyorlarsa, fark etme
ve aşk derecesi insan için kat kat daha üst derecede mümkündür.
Ateşin, ışığın
asılları gökte ise, insanın aslı nerede ve nasıldır? Beden, topraktan halk
olmuş ise onun aslı yine yeryüzüdür ve orada eriyecektir. Ancak Mevlânâ’nın
sürekli bahsettiği ve muhatap olarak aldığı ruh yani insanın canıdır. Ruh ise
Allah’ın feyzi neticesinde üflenerek bahşedildiğine göre, ruhta aslı olan ilahi
feyizde erimeyi arzulamaktadır. Mevlânâ’ya göre beden ruhun sadece kıyafetidir,
asla gerçeği olamayacaktır. İnsan kemale gelince boyu artık uzamaz. Ama
gölgesi, yani tabiatının gereği yaptığı iyi ve kötü işlerle şereflenir, arif
olur. Yahut kötülüklerle küçülür, şerefini zedeler, bedeni gibi yokluğa mahkum
olur.
“Rûhumuzdaki yücelikten,
şereften bedenin nasibi yoktur; beden, can deryasına nisbetle bir damla
gibidir!
Beden, rûhun feyzi ile
günden güne gelişir, artar ama, rûh onu bırakıp gidince bedene bir bak bakalım
ne hale gelir?
Bedeninin, ancak bir-iki
arşın boyu vardır, fakat rûhun ta göklere yükselir, gökleri dolaşır!
Ey yüce kişi; rûhun
tasavvurunda, düşünmesinde Bağdat’tan Semerkant’a kadar yol, yarım adımdan
ibârettir!
Gözlerinin yağı iki dirhem
ağırlığında olduğu halde, onun rûhunun nûru, yâni görme kuvveti, göklere kadar
her tarafı kaplar!
Gözdeki o nûr, göz olmadan
da uykuda rüya görür. Fakat göz, o nûr olmayınca bir harabeden, bir yıkıntıdan
başka ne olabilir?
Rûh, bedende saçına
sakalına, bıyığına aldırış bile etmez! Fakat beden, rûh olmayınca pis pis kokan
bir leştir!
Bu bedenimiz, hayvânî rûhun
iş-güç görmesine verilmiş bir izin belgesidir; sen, mânen ilerle de insanî rûhu
gör!
Sonra insanlık sûretinden
de geç, bir takım gereksiz dedikoduları bırak da, ta Cebrail’in can deryasının kıyısına
kadar git!
Buraya ulaşınca,
Ahmed(s.a.v.)’ın rûhu; “Sus; sakın sırları açığa vurma!” diye dudağını ısırarak
sana işarette bulunur; Cebrail de senin bu mertebede Hakk’a yakınlığını anlar
da edeben geri geri gider.
Ve sana der ki: “Bir yay boyu ilerlersem, o kadarcık
sana gelirsem hemen
ı >>370
yanarım!”
Miraç gecesinde
Peygamber Efendimiz, Sidre-i Münteha’dan371 ileriye gitmiş ve
Cebrail orada kalmıştı. Mevlânâ, bu ilahi mucizeden bahsederken aslıda şunu
belirtmektedir: ilk yaratılmış varlık Hakikat-ı Muhammediyye, varlığının
kaynağına ulaşırken, kendi kulluğunda kusur bulunmayan Cebrail melek dahi o
mertebeye ulaşamamıştır. Onun varlığı, Peygamber Efendimizin aşkının kıyısında
ancak yanar ve bu yanma ile lezzet alabilir. Allah’ın en sevdiği kulu olan
Peygamber Efendimizin aşkı, yine kendisinin murad ettiği derecede ve kendisiyle
muhatap olabilecek mertebededir.
“De ki: "Rabbim adaleti
emretti ; her secde yerinde yüzünüzü O'na doğrultun; dinde samimi olarak O'na
yalvarın. Sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."32
ayetinde Allah açıkça buyurmaktadır ki, “ilk”te
nasıldıysanız yine “ilk”
gibi olacaksınız. Yani içinde aşk zerresi bulunan her varlık, vücut, parça ve
sayıların olmadığı bir saha olan Hakikat-ı Muhammediyye’ye dönecektir. Aşkta,
aşık-maşuk diye ikilik, yani sayıların ve çokluğun olduğu âlem mevcudiyetini
yitirir. Çünkü aşkın aslı “bir”liktir. Varlık, Allah’tandır ve Allah’a yine
“bir” olacak şekilde döndürülecektir. Mevlânâ, vahdet-i vücutçu olmasına
rağmen, bu düşüncesini daima “bir”
kelimesini kullanmış, yaratılmış her şeyin “bir”den doğduğunu, Allah’ın
birliğinden yaratılmış olduğunu ifade etmektedir[355].
“Aşk,
ab-ı hayattır; seni ölümden kurtarır!
”[356]
“Bu
hayaller, bu düşünceler hep bir kaynaktan, bir yerden gelmeselerdi, nasıl
olurdu da hepsi gönüle yol bulup erişirdi?
Bu
hayallerimizin, düşüncelerimizin orduları, bölük bölük susamış bir halde gönül
kaynağına doğru koşuyorlar.””’[357]
Aşk Mevlânâ’ya
göre ab-ı hayattır. Çünkü, aşkın kaynağı ebedi ve ezeli olan kaynaktan
gelmektedir. Varlıların canlı kalmasının en büyük sırrı gaybi oluşumlardır. Bu
oluşumların sebebi ise her varlığın daima Allah’ı tesbih halinde olmasıdır[358].
Bu sebeple her aşık, aşkı derecesinde sonsuzluktan pay alarak Hakk’ta teselli
bulacaktır. Aşık daima maşukunu özler. Bu özlem Mevlânâ’nın deyimiyle susamış
bir halde suya yönelmeye, hatta özlemin artması derecesinde giderek kaynağına
ulaşmak için çabalamaya sebeptir. Allah, aşıka, aşkı artsın, güzelliklerde
kendisini bulsun diye gönül halleri sunar ve böylece aşık bu haller ile Hakk’tan
güç, feyiz alarak ilahi nimetlerle nurlanır.
biliyor.
Aşk, kimya yapan, bakırı
altın eden bir kimyadır. Hatta şu toprağı bile manalar hazinesi haline
getiriyor.
Aşk, bazen gökyüzünde kapılar açıyor, bazen aklı merdiven
ediyor”[359]
Yeryüzünün her zerresinde gelişen
teknoloji ile Allah’ın yaratmasının mükemmelliğine ulaşıldığı hepimizce bilinen
bir gerçektir. Her ne kadar aynı hücreler bir araya gelse de, canlılar Allah’ın
yaratmış olduğu canlıya benzeyememektedir. Aşkın yeryüzüne inmesi, burada hayatın
başlamasına sebep olan tek amildir. Mevlânâ’nın bu beytinde de ifade ettiği
gibi, her zerrenin Allah’ın feyzinden nasiplenmesi, varlıkların mümkün dairede
yeniden gerçekleşen bir oluşum ile daha da güzelleşerek, değer kazanmasına
sebep yine bir aşık ile, kendine uygun olan diğer bir varlık ile birleşmesi
neticesinde gerçekleşmektedir. Bakır, kendi bünyesine bazı elementler daha
alarak, çok daha değerli bir hale, yani altın görünümüne kavuşması, yer ile
göğün birbirlerine olan aşkı neticesinde gerçekleşen çekim ve gökten yere
nasiplerinin, yani yağmur denen aşk ve özlem gözyaşının dökülmesi neticesinde,
yerin de sevgilisinden aldığı bu hediyeler neticesinde ölü gibi görünmeyi
bırakarak, cins cins hayvanlar, renk renk çiçekler, çeşit çeşit madenler
çıkarması ve hayat kazanması Mevlânâ’nın gördüğü ve belirttiği aşk sisteminin
bir parçası olarak beytinde vurgulanmaktadır. Tüm bu sistemin böylesine
mükemmel işlemesinin sebebi, her varlığın ilahi güzellikten beslenerek gerçek
kaynağa yönelmesindendir. Tüm bu güzellikler arasında en nasiplisi insandır.
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık”[360]
ayetiyle de bu durum ifade edilerek âlemdeki en güzel şeyin insan olduğu
vurgulanmıştır. Ancak insandaki güzellik suret veya fiziki güzellik değildir.
Allah için en değerli insan aşk ve taat açısından en üst mertebede olandır[361].
Bu sebeple Mevlânâ’ya göre aşık, âlemin güzelidir[362].
“Gerçek sevgili; tek olan, benzeri olmayan sevgilidir.
Senin bu dünyaya gelişin de O’ndandır, gidişin de O’nadır. Sen, O’ndan geldin,
O’na gideceksin.
O ’nu bulunca, artık
başkasını beklemezsin. O hem apaçık meydandadır, hem de gizlidir, görünmez.
Gerçek âşık, hâllerin
emîridir; hâllere hakimdir. O; hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkum olmaz. Aylarda,
yıllarda o ay gibi nûrlu, parlak olan üstün varlığa kul, köle olmuşlardır. [363]
Bu beyitte,
hakiki aşığın, maşuktan ayrı olmadığına işaret var. Hakiki aşık hallerin emiri
olan kişidir. Hal, uğraşmakla, çalışmakla elde edilemeyen, ancak Allah
tarafından sevdiği kuluna bir armağan olarak verilen bir keyfiyyet (bir
oluş, bulunuş hali), has kulun
kalbine ötelerden gelen hal, kabz-bast, zevk ve şevk gibi nefsani sıfatlar
meydana çıkınca kaybolur. Gerçek aşık kalbe gelen hallerin hepsine hakimdir.
Aşık, maşukuna öylesine derin bir aşk ile bağlıdır ki, bu uğurda nice çileler
çeker de gönlü ateş narı gibi yanar.
İlahi aşkta
ayrılık, imkansız ve vuslat kesin sonuçtur. Çünkü, kişi aşık ise Allah da
maşuktur ve kavuşma isteği karşılıklı gerçekleşen aşktır[364].
Allah, kendisine böyle divane olan aşığına lütuflarda bulunarak onu sevdiğini,
kendisinden gelen bu aşkın, aşığı yine kendine döndüreceğini bildirir. Allah,
hal lütfu ile kendi katına ulaşması için türlü türlü lezzetler sunarak
bulunduğu âlemin ne kadar sahte olduğunu açıklar.
O, ilahi ismin
mazharı, Mutlak Varlık’ın aynası olup hale bağlı değildir. Çünkü kendisi
Hakk’ta fani olmuştur. Bu mertebeye erişmiş kişi; ayların, yılların esiri
değildir. Çünkü zaman kaydından kurtulmuş, Allah’ın izni ile zamanı hükmü
altına almıştır. Hakk aşığı Hakk’ta fani olmadan önce “mestlik”
ve “ayıklık” hâlleri
arasında gider ve gelir. “Mahv”[365]
ve “sahv”[366]
gibi birbirini tamamlayan bu hallerin biri birini takip etmesi, nefsinin yok
olması son bulur. Yani, sufinin benliği (enaniyeti) tamamen yok olduğu zaman
ki, bu halde Hakk aşığı zaman ve mekandan münezzeh olan Allah ile manen bir
olur, vahdete erer.
“Gerçek sevgili, Hakk ’tır.
Bir de Hakk ’ın; “Sen benimsin, ben de seninim. ” dediği kişi, yâni; “Bir kimse
Allâh ’ın olursa, Allâh da onun olur. ” hadisinde buyrulan kişi.
Ey sâlik! Sen Hakk âşıkısın,
fakat Hakk da odur ki, gelince, yâni tecellî edince, sende kıl kadar bile
varlık kalmaz.
O bakışa, o tecellîye
karşı, senin gibi yüzlercesi yok olup gitti. Hocam meğer sen kendini yok etmeye
âşıkmışsın.
Sen bir gölge varlıksın,
fakat güneşe âşıksın; güneş gelince, gölge yok olur, gider.”[367]
Mevlânâ, Allah’a
aşık olan kişiyi mertebelerin en güzeline ulaşmış olarak överek, o kişinin
aslında gerçek varlığa ulaştığını belirtmektedir. Ne mutlu o kişiye ki, ölmeden
ölmüş gibi Hakk’a ulaşmış, aşkıyla Allah’ın varlığında yok olmuştur. Ezel olan
Allah, sonradan yaratılmış varlıkların ilk yaratılışlarında onları aşk ile
meydana getirmiş ise, dönüş yine aşk ile olacak ve Hakk aşıkları aşklarının her
deminde bu bilgiye ulaşacaklardır. Çünkü aşıklara Hakk’tan sırların açıldığı
haller vardır.
Mevlânâ’ya göre
aşık için âlem Allah’a ulaşmanın ve O’nunla irtibat halinde olmanın imkanını
sağlamaktadır. Can gözü ile âleme bakan aşık, her neye baksa onda Allah’ın
güzel mahzarını görür. Allah âlemde bir sır olarak değil, irfan[368]
olarak kendini bildirmektedir[369].
“Onun buyruklarını candan
kabul edince, o sana, nice sırların işâretlerini verir, yükünü kaldırır, seni
senden alır. Sana başka işler, rûhânî güçler ihsan eder.
Ey Hakk âşıkı, Allah'ın
buyruklarını kabul eder ve o buyruklara göre yaşarsan, zaman gelir, o
buyrukları sen söylersin. Şimdi ona ulaşma yollarını aramada ve istemedesin.
Bir gün lûtfeder, ona ulaşırsın.”[370]
Mevlânâ için
Allah’ın kurallarına uymak çok büyük önem arz ettiği gibi, aynı zamanda bu
buyrukların her varlığın özünde olan bir bilgiyle mevcut olduğunu ifade etmek
istemiştir. Çünkü, öz Allah’tandır ve Allah’ın muradı ne ise özünde muradı,
yani aklı ve kalbi, o olacaktır. Her varlıkta Allah’tan ilham alma ve ona
ulaşma kabiliyeti mevcut ise bununda bir sebebi olmalıdır. Bu sebep Mevlânâ’ya
göre Allah’ın aşkına ulaşma, her varlığın özünü daha iyi tanıyarak özü gerçek
varış noktasına ulaştırmaktır. Bu ise Allah’ın merhametinin en güzel ifadesi
olarak karşımıza çıkmaktadır. O, sadece iyilik yapılması ve kendi buyruklarına
uyulması neticesinde sonsuz olan aşkla insanları kendine ulaştırmaktadır. Bu
yol ise sadece ilahi aşkla gerçekleşmektedir.
“Hakk aşkıyla mest olan
kişi, nefsanî duyguların tesiri ile nasıl ayılır? Yâni duyduğu mânevî zevki
nasıl bırakabilir? Hakk mesti, sur üfürülünceye kadar kendine gelmez.”[371]
Aşk, kişiyi
öylesine yüksek mertebelere ulaştırır ki, artık benliğinden eser kalmaz da, tüm
varlığı Rabb’de var olur, varlığı sadece Rabb olur. Aşk ile mest olan varlık,
gerçek varlığına yani özüne İsrafil’in sura üflemesiyle ulaşır. Bu da Rabb’e
tam dönüş olan ikici dirilişle mümkündür. Çünkü, dünya aşığın Rabb’inden ayrı
kaldığı sürgün yeridir ve aşkın hiçbir hali ikinci yaratılışta ulaşılan
mutluluğu tattıramaz. İnsan eşya ve kesretten kurtularak aşk ile ruh birliğine
ve bütünlüğüne ulaştıran bir istiğrak halindedir[372].
Bu sebeple ikici diriliş Mevlânâ’ya göre gerçek diriliştir ve kavuşma anıdır.
Allah aşkı ile dolu olan kul bu anı sabırsızlıkla bekler, çünkü o an her andan
ve halden daha üst mertebedir.
“Hakk yolcusunun bir gün
kendi evine ulaşabilmesi için, bir çok konakları bırakıp gitmesi gerek.
Kardeşim, Hakk'a yakınlık,
sonu olmayan bir dergahtır. Böyle olduğu için hangi makarna, hangi mertebeye
varırsan, sakın durma, Allah aşkı ile ilerle...”[373]
Mevlânâ’nın,
aşkın yeryüzünde kulun yaşadığı aşkın derecesinin sonu olamadığını belirtmesi
aslında gerçek varışın yani kemallik mertebesinin yeryüzünde
tamamlanamayacağını belirtmesinden kaynaklanmaktadır. Aşık, Allah aşkı ile
yaşadığı hallere takılmadan daima daha üst derecelere ulaşma çabası içinde
olmalıdır. Allah aşıkı, aşkı ile bir an dahi durmaya veya beklemeye tahammül
edemez, dünya hayatından sıyrılarak ebedi hayatta aşkının yaşamak ve aşkta yok
olmak ister. Yeryüzünde sahip olduğu her neyi varsa hepsinden nefsi arınmış ve
onlara karşı herhangi bir istek ve arzusu kalmamıştır.
“Baştan başa gönül kesilen,
gerçekten aşık olan kişi pervane olurda aşk mumlarının etrafında döner durur.
Çünkü onun maddi varlığı,
bedeni balçıktan yaratılmıştır ama gönül ateştendir, alevdendir. Her cins kendi
cinsine meyleder.
Her yıldız göğün etrafında
döner. Çünkü cins cinsi ile anlaşır, onunla safa bulur huzura kavuşur.
Mıknatıs nasıl demiri
çekerse, benlikten kurtulan, yok olan kişide yokluğa kapılır, yokluğun
çevresinde döner, dolaşır.”[374]
Aşık, aşk ile
yeryüzünde Allah’ı hatırlatan her ne varsa ona Rabb’ine duyduğu aşktan dolayı
yaklaşarak pervane gibi etrafından ayrılmaz, Allah’a duyduğu özlemi bu şekilde
hem dile getiri hem de özlemi dindirmeye çalışır. Aşkın hareketi Mevlânâ’ya göre
dairesel harekettir ve bu hareket hemen hemen tüm varlıklarda gizli veya aşikar
bulunmaktadır. Bu sebeple aşık olan varlık Rabbine kavuşma isteğini bu
hareketle dile getirir. Beden topraktandır ve yeryüzüne mahkumdur. Bu sebeple
bedensel arzularla aşk mertebelerine ulaşmak imkansız iken ruhun aşk ateşinden
bir kıvılcım almasıyla gerçekleşen aşk ateşi daima yukarılara yani varlığının
geldiği mertebeye ulaşma çabası ile yukarı ilerler. Çünkü ruhun kaynağı
Allah’tandır ve ancak onunla safa bulur, huzura kavuşur. Mevlânâ’ya göre Allah
aşkı, ruhun özünü bulmasının kaynağıdır.
“Aşk ayrılık vaktinde
insanı hayale kaptırır, şekillere sûretlere sokar. Fakat seven gerçek sevgili
ile buluşunca, o hayaller, o şekiller, o sûretler yok olurlar da, tasavvur bile
edilemeyen, anlatılamayan hakîkat meydana çıkar.
Bu hâle düşen insan der ki:
“Aklın da, fikrin de, ilâhî mestliğin de aslı, temeli benim. O şekillerde,
resimlerde, hayallerde gördüğüm güzellik meğer bizim güzelliğimizin aksi imiş.”[375]
Mevlânâ,
yeryüzünü ve âlemi Allah’tan ayrı olduğu için birer hayale benzeterek, aldatıcı
ama gerçeğin aksi olarak nitelendirmektedir. Bu beyitten Mevlânâ, varlığın
şekil ve suret kazanmasının sebebinin ayrılık olduğunu ifade ederek, mümkün
varlığın imkanının kaynağının aşk olduğunu vurgulamak istemiştir. Hayaller yani
mümkün varlıklar ancak Vacip Varlık’a ulaşınca yok olacak, hakikat olan varlık
var olan tek varlık olarak müşahede edilecektir. Ancak bir düğer husus,
Mevlânâ’nın bu yok olma mertebesinde “biz-ben”
kelimelerini kullanmasıdır. Hem kendi varlığından söz ederek, hem de diğer
varlıkların beraber olması, Mevlânâ’nın varlığın Hakikat-i Muhammediyye
mertebesinde olduğunu belirtmesindendir. Çünkü bu mertebede tüm insanlar aşk
bütünlüğü ile Allah’ı anmada, Rabbin varlığını müşahede etmededir. Bu aşk hali
varlığın yok olmadan önceki en güzel halidir.
“Cenâb-ı Hakk, insan-ı
kâmile der ki: "Ben senin dilinim, gözünüm, ben senin duygularınım, ben
senin rızanım, ben senin öfkenim."
"Yürü, ey has kulum.
Sen benimle duyarsın, benimle görürsün. Sen gizli şeylere sahipsin, hayır,
gizli şeyler sensin."
Madem ki sen, hayret
âlemine daldın da kendinden geçtin, kendini Hakk'a verenlerden oldun; ben de
senin olurum, hadisinin sırrına erdin. Bu bir gerçektir ki: Varlığı Hakk'a
verene, Hakk, kendi lûtfunu, keremini ihsân eder.
Cenâb-ı Hakk, has kuluna;
"Ey kâmil insan! Kulluğun yüzünden bazen sana sen' diye hitap ederim.
Bazen de, senin yaratıcın olduğum, sende ilâhî nefha[376]
bulduğum için, sana ben' diye seslenirim. Her ne dersem diyeyim, ben, bütün kâinâtı
aydınlatan vahdet güneşiyim." diye buyurdu.
Her nerede benden bir nûr parlarsa, orada cümle âlemin
zorlukları çözülür,
hallolur.
Güneşin bile gideremediği,
aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk vakti gibi aydınlanır.
Cenâb-ı Hakk, Hz. Âdem'e,
kendi esmâ ve sıfatını bizzat gösterdi ve bildirdi. Başkalarına ise, o esmâyı
Âdem vasıtasıyla açığa vurdu.”[377]
Mevlânâ’nın bu
beytinde Kurb-ı nevâfil hadisine işaret var. Bir kul farz namazları kıldıktan
sonra nafile namazlarına devam ederse, Babb’ine manen yaklaşacağı kudsî bir
hadisle müjdelenmiştir. Bu hadiste Allah’ın, nafilelere devam eden kulunun
görür gözü, işitir kulağı, tutar eli olacağı haber verilmiştir. Başka bir
hadiste de, bir mümin, Allah'ın olursa, yani Allah'ın emirlerine, yasaklarına
tamamıyla uyarsa, Allah'ın da onun olacağı beyan edilmiştir. İlahi aşkın açtığı
sonsuz müjdeler ve güzellikler âlemi Allah’tan kuluna ikram ve ilahi
tecellidir.
Aşık olan
Rabb’ine tam manası ile yöneldiğinde ve varlığını aşk mertebelerinden geçirip
hayret mertebesine eriştiğinde beyan buyrulan kudsi hadisteki gibi, kulun gören
gözü, işiten kulağı olur. Yani fena fi’llah makamına erişir. Artık, Allah
kuluna bazen “sen”
diye hitab eder bazen de “beri”
diye. Aşk, bu mertebede varlığından hayret[378]
makamına doğru ilerleme kaydeder. Mevlânâ’nın bahsettiği gibi bu mertebede, kul
varlığından Rabb’ine sığınarak, O’nun büyüklüğüne ve güzelliğine hayran kalır,
rahmetiyle varlığını anlar ve bu anlama neticesinde tekrar hayretle aşık olur.
Allah’ın sıfatları bu mertebede kula tecelli eder ve kul Allah’ın bu sıfatları
karşısında hayretten erimeye, mahvolmaya ve yok olmaya doğru mertebe kazanmış
olur. Allah’ı en seven aynı zamanda Allah tarafından da en sevilen olur. Kul
aşkının bu hayret derecesinden sonra, Allah’ın bütün sıfatlarından teker teker
ilim alarak, Allah’a imanı kemale ulaşır, varlıkların yokluğunun sırrını
Allah’ta bulur.
Mevlânâ’nın, Adem olarak bu beyitte bahsettiği açığa vurucu,
aslında ruhtur. Çünkü ruh, nefh ile Hz. Adem’e, dolayısıyla tüm insanlara
öğretilen ilahi sıfatları aşk ile kavrama, ulaşma kabiliyeti ve yetisidir.
Allah’ın kendi sıfatlarını insanlara tecelli etmesi Adem’dendir, yani
ruhtandır. Her ruh bu ilme ve aşka sahip olma imkanı içindedir. Çünkü Allah’ın
sıfatlarının tecellisi, her varlığı kuşatacak ve merhametiyle yükseltecek
sıfatlardır.
“Kul, sevilen varlık,
Hakk'ın "Gel" emrine uyar, ölür gider. Aşık da sevdiğini kaybettiği
için ağlar, inler. Gül kokuşu, gül bahçesine gitti. Aşık da diken ile kaldı.
O, fanî bir varlığa gönül verdiği
için, isteğinden uzak düştü. Çalışması boşa gitti, çok zahmet çekti. Ayağı da
yaralandı.
Eğer, cüz' küll'e bağlıdır,
ondan ayrılmaz dersen, diken ye, diken de güle bağlıdır, beraberdir.
Cüz', küll'e her bakımdan
bağlı olsaydı, peygamberler boş yere gönderilmiş olurdu. Çünkü, peygamberler,
insanları Hakk'a ulaştırmak, yani, cüz'ü küll'e kavuşturmak için gelmişlerdir.
Kul, Hakk ile bir vücud halinde olsaydı, peygamberler kimi kime ulaştıracaktı?”[379]
Mevlânâ gül
kokusunu, Allah’ın kulunu davetine benzeterek, kokuyu gülden sananın, yani
görünen güzelliklere aşık olanların gerçek güzel olarak görünenlere aşık
olmasını, gülün dikeniyle kalanlara benzeterek, gerçek Hakk aşığının gül
kokusunun aslının Allah’tan olduğunu bildiğini belirtmektedir. Aşık, ruhunun
Allah’tan geldiğini bilir ve ruhun bedene ilk geliş halindeki gibi safiyane
kalması için Allah ile aşk vasıtasıyla irtibat kurarak ruhunda mevcut olan
erdemleri kaybetmemeye çabalar407. Her varlık bir sebeple Allah’a
bağlıdır ve aşıklar bu ilintileri fark ederek onların görünüşlerine, yani cüzi
varlılara aldanmadan külle varmaktadırlar. İnsanın özünde bulunan gizler,
aşığın önce kendini tanımasına sebep olduğundan kendindeki bu gizleri fark
etmesine sebep olmaktadır[380].
Kendini tanıyan ise, özünde var olan aşkın götürdüğü yöne doğru ilahi bir
lütufla yönelmeye başlar. Allah, kullarına olan sevgisini pekiştirmek ve
kendilerine ulaşmalarını çabuklaştırmak maksadıyla Peygamberler göndermiştir.
Mevlânâ’ya göre, Peygamberlerin gelme sebebi de, Allah’ın rahmetinin tecellisidir.
Bütün peygamberle aynı surettendir. Çünkü Allah’ın nurundan aldıkları bir nur
ile Hak’tan halka yönelirler. Tıpkı güneşe tutulan aynanın karanlığı
aydınlatması gibi. Bu yüzden Mevlânâ’ya göre Peygamber Allah’ın en büyük
lütufudur[381].
Allah, kullarını
ayrılık diyarına, dünyaya göndererek türlü eza ve sıkıntılar vermesinde ki
maksadı Mevlânâ’nın bu beytinde de anlaşılacağı üzere, kulun aşık olmasını ve
bu aşk neticesinde kendine tevekkül ederek Hakka yönelmesiyle yaşanacak muştu
ve merhametin gerçekleşmesidir. Allah bu muradına vekil olarak da Peygamberleri
rehber ve örnek olarak en büyük aşıklar olarak yeryüzüne göndermiştir. böylece
aşkın neticelenmesinde son söz ve alamet Peygamberlerde olduğu gerçeği ortaya
çıkmaktadır.
“Allah'ın bize peşin ihsanı,
bağışı, lûtfu hayat cevheridir. O'nun kahrı da bize lûtfettiği çok kıymetli
hayat cevherinin üstüne konmuş bir tuza benzer.
Allah âlemi kullarına
iyilik, lûtuf ve ihsanda bulunmak için yarattı. Bütün varlıkları, bütün
zerreleri O'nun cömertlik ve kerem güneşi okşamaktadır.
Ayrılık O'nun kahrından
doğmakla beraber, buluşmanın, kavuşmanın kadrini kıymetini bilmemiz içindir.
O; ayrılığı, can buluşma
günlerinin değerini bilsin diye ister. Böylece canı terbiye eder, kulağını
çeker.
Hz. Peygamber Efendimiz bir
hadislerinde demişlerdir ki: "Allah; 'Halkı yaratmaktan maksadım, onlara
iyilikte ve ihsanda bulunmaktır.'
diye
buyurmuşlardır." [382]
Bu beyitte
Mevlânâ, varlığın daha ilk yaratılışından bahsederek, aşkın neticesi hakkında
yine ilk çıkış noktasına varılacağını ima etmektedir. Hatta âlemin
yaratılışının dahi yine Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametinden yani kullarına
olan sevgisinden kaynaklandığını ifade ederek Hakka aşık olanların en güzel
nimetlere kavuşacağını, en üst mertebelere ulaşacağını müjdelemektedir. Aşık
için ayrılık, ateş gibi yakıcı ve bu ateş karşısında buz gibi eriyerek önce su
ve sonra buhar olup yokluğa ererek çeşitli merhalelerden geçme sebebiyle Allah
tarafından ihsan edilmiş nimettir.
"Ben, halkı benden
faydalansınlar, kar elde etsinler diye yarattım. Ben onlardan yararlanayım, kar
elde edeyim diye değil!" Bu kudsî hadis,
Mevlânâ’nın bu beytinde işaret edilen durumu ifade etmektedir. Dolayısıyla
yeryüzünde ihsan edilen güzelliklerin insana sadece Allah’tan ayrılığı
hatırlatmaktan başka maksadının olmadığı açığa çıkmaktadır. Dünya Mevlânâ’ya
göre aşkın neticesine ulaşma yolu olarak sadece kat edilmesi gerekilen yerdir,
asla güzelliklerine dalınacak bir diyar değildir. Sebep olmalıdır ki, Allah’ın
muradının neticesi gerçekleşsin.
“Aşk bir tek candır, ama
yüzlerce şekle girmiştir. Onun bu haline, bu kurnazlıklarına, oyunlarına
batkımda şaşırdım, deli divane oldum.
Görülmemiş güzellikler,
işitilmemiş edalar, aşk şekline girmiş de, geçmiş canın karşısına çıkmış.
Böylece aşk, canın gerçek ve ölümsüz güzelliğine kavuşmasını, anlatılmaz manevi
zevkler duymasını sağlamıştır.”[383]
Mevlânâ’nın bu
beytinden de anlaşılacağı üzere, aşk tek bir parça ve vücuttur. Ancak her
varlıkta hayat belirtisi olan canlılık gibi, aşkında belirtisi mevcuttur. Aşkın
her varlıktaki mevcudiyeti onlardan ayrılmaz bir parça gibi hatta canlıların
canı olarak hayat mekanizması oluşturmaktadır. Hayatın, canlılığın işareti
varlıklardaki büyüme ve hareket özellikleridir. Mevlânâ’ya göre, aşkın
varlılarda var olduğunu en belirgin özelliği ise onlarda bulunan hareket
halidir[384].
Aşkın olmadığı varlıklar maddelerini oluşturan parçalarının ayrılmasına sebep
olduğu gibi, o varlığın çürümesine sebep olmaktadır. İnsandaki aşk ruhundan
kaynaklanan bir “sebep”ledir. Çünkü, ruh bedenden ayrıldığı vakit, bedende
hayat belirtisi sona ererek, zamanla çürümeye sonrada toprakla birleşerek
aynileşmesine sebep olmaktadır. Bedenin özü toprak olduğundan, nihayeti de
toprak, ruhun özü aşk olduğu için de nihayeti Allah olacaktır.
Birlik
mertebesinde benliğin yok olduğunu göre bilmek için aşkın içine dalmak ve seven
ile sevilenin aynı olduğunu görmekle gerçekleşecektir. Mevlânâ, aşkın vahdete
ulaştırmasının aşkın sen-ben ikiliğini kaldırması yönünden varlık âlemini büyük
bir huzur ve huşuya kavuşturduktan sonra, ruhun vahdet-i vücut mertebesini
müşahede ederek yaşadığını söylemektedir[385].
“O vuslat, o kavuşma, ölümsüzlük içinde ölümsüzlük,
varlık içinde varlıktır. Fakat önceden o varlık, yokluk içinde tecellî eder.
Nûr
arayan gölgeler, nûr zuhur edince yok olurlar.
Âşık başını verince, akıl kalır mı? Her şey helak
olur, gider, ancak onun hakîkati, zâtı kalır.
Hakk’ın zâtı huzûrunda, var da yok olur, yok da..
Yokluk da varlık. Zaten şaşılacak şey de bu ya!
Huzûrda akıllar elden gider,
kâlem de bu bahse gelince kırılır kalır.”[386]
Hakk’ın varlığına nispetle. eşyada
gerçek varlık yoktur. Çünkü Allah ezelden de, ebetten de vardır. Eşyanın
varlığı, Hakk’ın varlığı ile, Hakk’ın yaratmasıyla mevhum varlıklarını
bulmuşlardır. Bu sebeple onlar yok demektir. Yokluk içinde iken, varlıkların
varmış gibi görünmesi aşıkları şaşırtmaz ama akıllıları şaşırtır. Çünkü
Mevlânâ, aşkı bedensel her türlü özelliklerden sıyrılması ve ruhun faal olarak
hareket etmesi neticesinde vahdete ulaşılacağını savunmaktadır. Akıl ile aşk
birbiriyle arkadaştır. Ancak akıl aşka karşı gelirse, yani tevhid mertebesine
uymak için akıl terk edilir, aşkın peşinden gidilir[387].
Aşk ile benliğini yok edilerek Allah ile bir olmayı arzulayan ve bu
417 418
aşk ile vecd
hali varlığını ortadan kaldıran kulun buradaki makamı fena makamıdır. Fena
makamına ulaşan aşık, bu merhaleden sonra beka bularak sonsuz aşk mertebesine
ulaşır[388].
“Gaflet içinde bulunan,
Allah'ın zatından mahcub, yani perdeli olan kişi, sadece Allah'ın san'atını,
yarattıklarını görür. Böylece; yarattıklarına, sıfatlarına takılıp kaldığı için
de Allah'ın zatından mahrum kalır.
Ey oğul! Hakk'a vasıl
olanlar, ona manen ulaşanlar zatın tecellîsine dalmış olduklarından, artık onun
yarattıklarına, sıfatlarının mazhariyetine nasıl bakabilirler?
Başın ırmağın suyuna dalınca, suyun rengini nasıl
görebilirsin?
“Hulâsa, candan arzu ettiği
sevgilisine kavuşunca, kılavuz olan, yâni vasıta olan kadın, âşıkın gözüne
soğuk görünmeye başlar.
Ey
güzel varlık; dileğine eriştin ya, seni gâyene ulaştıran bilgi artık senin
işine yaramaz; bu hususta bilgi istemek âşıka çirkindir!
Mâdem
ki gökyüzünün damlarına çıktın, oralarda geziniyorsun, artık merdiven aramak
mânâsızdır, soğuktur. ”[389]
Hakk'ın zatı
birdir, ancak sıfatları saymakla bitmez. Allah'ın doksan dokuz isminden bir
tanesi zat, ötekiler de sıfatlarıdır. Fakat sıfatları doksan sekiz isminden
ibaret değil, sonsuzdur. Yarattıklarının her biri o sıfatların mazharıdır.
Mesela Allah "Halik"tır.
Bundan, yaratılmışlar, onun "Halik"
isminin yani şifalının mahall-i zuhurudur. Mahlükatı görenler; onlarda "Halik"
sıfatının zuhurunu görürler, fakat bunlar şifalının eserlerini gördükleri için
zattan habersizdirler. Ancak zatı sıfat ile, sıfatı zat ile görenler gerçeğe
ulaşmışlardır. Kişi, gördüğü güzelle Hakkın güzelliğinin haberini alır, ancak
sadece bu haberle kalmaz. Bu güzellikten daha da güzel olanların delillerine
ulaşır ve haberciden, yani gönlünü verdiği sevgiliden sıyrılarak en sevgiliye
Rabbe ulaşma yolunda kat ettiği yollarda artık beşer sevgiliyi bırakır, gerçek
sevgiliye yönelir. Mevlânâ burada sebebin, sadece sebep olarak kalması
gerektiğini, gaye olarak aşkın neticesi olamayacağını söylemektedir. Aşkta
netice Hakta gerçekleşir.
Hakk yolunda
yürüyenler, Hakk'ı idrak etmeye gayret sarf edenler dört nevidir: Bunlardan
ilki, yalnız ilahî sıfatların eserlerini ve müzahirini görür, yani mahluku
görüp Halik'ı; sanatı görüp sanatkarı hatırlar. Bunlara "mahcub"
(perdeli) denir. İkincisi de; sıfatı zâtiyle kâim ve zâtı sıfatı ile zâhir
müşahade ederler. Bunlara da "arif
denir. Üçüncüsü ise; ehadiyyet makamında, mahv-ü müstağraktırlar. Bunlar
Allah'ın sıfatlarını da, eserlerini de görmezler. Hakk'ın zatından başka
şeylerde varlık görmezler. Bunlara da "müstağrikin"
(dalmış, Allah'tan başka hiç bir şeyi düşünmeyenler) denir. Dördüncüye gelince;
bunlar "kamil" ve mükemmel olanlardır ki, bunlar sıfatları zatı ile
ve zatı da sıfatları ile görürler. Bunlar kesrette, vahdeti, vahdette de
kesreti müşahede ederler. Ancak Mevlânâ’nın vahdet-i vücut inancında şunu
belirtmemiz gerekmektedir ki, var olan şeylerin hepsinin Allah’tan olduğu,
ancak bunların hiçbirinin Allah ile aynı olmadığı için, aşığın ve maşukun
aslında vahdet güneşinin nuruyla sarhoş olabileceğidir[390].
Irmağın içine
giren ve başını suya daldıran kişi sudan başka bir şey görmediği gibi, suyun
rengini bile ayırt edemez. Bunun gibi Allah'ın zatında müstağrak olanlar da,
Allah'tan başka bir varlık müşahede etmezler. "La mevcude illallah"
(Allah'tan ve O'nun zatından başka mevcut yoktur.) derler. Aşık, hakiki
sevgilisi olan Allah’ı daha ölmeden önce manen bulur, onda fani olursa Hakk’ı
bulmaya yardımcı olan, vasıta olan bilgi, ona soğuk görünmeye başlar.
Mevlânâ’ya göre
varlık, mümkün âlemde meydana geldiğinde sayılar ortaya çıkar, kesretin
vahdetten çıktığını ifade etmektedir. Çünkü, kesretin aslı vahdettir[391].
“Ey Hakk aşığı! Kesret
(çokluk) âleminden kurtul, mekansızlık âlemine git, vahdete ulaş! Böylece iki
görmekten halas ol ve ikilik inancını taşıyan başı kes, imansız kişinin boynuna
tak!
Hz. Adem ’in medresesinde
Hakk ’a mahrem olunca, gökyüzünün en üst kürsüsüne otur, ilahi isimlerden ders
al!”[392]
Yeryüzü,
Allah’ın lütfunun tecellisi olarak var olmuştur. Oysaki Mevlânâ’ya göre her şey
sadece Allah’ın nurunun belirtisi, her suret ve şekil sadece Allah’ın
varlığının birer delili olarak imkan sahasında mevcuttur. Bu sebeple eserden
müessire, sebepliden sebebe ulaşma aşkın açtığı sırlar dünyasının açığa vurduğu
bir gerçektir. Aşkı olan kişi, varlık âleminin bu yönünü gayet iyi bilir ve
gerçeğe, yani Allah’a varmanın çokluk âleminden sıyrılmakla mümkün
olabileceğini imkan dahilinde yaşar, buna şahit olur. Şahit olunan bu âlem,
Sidretü’l-Müntehâ âlemidir ki, bu âlemde aşık, vücut olarak, yani beden-ruh
ikiliği olarak mevcut değildir. Allah’ın sıfatlarıyla teker teker karşılaşan
aşık, aşkta yaşadığı hal üzere kalmamakta ve daima ilerleyerek “Bir”lik
makamına ulaşmaktadır. Hayret ile Allah’a aşık olan kişi Allah’ın sıfatlarına
bu âlemde nail olduktan sonra, aşktan ve hayranlıktan tüm ruhlar mahvolur, toz
zerresi halinde gelir, birbiriyle birleşir ve Allah’ın varlığında silinir.
Mevlânâ’nın
bahsetmekte olduğu bu âlem, aşığın varabileceği son noktadır ve yaratılmış olan
tüm varlıkların silindiği, vahdet birliğinin yaşandığı âlemdir. Mevlânâ’ya
göre, tek var olan Allah’tır. Bilinen ve görünen her varlık Allah’ın nurunun
bir yansıması, gölgesi nisbetinde gerçek, Allah’ın nurunun ortaya çıkmasıyla
yok olması yönünden ise yoktur. Bundan da anlaşılacağı üzere Mevlânâ Vahdet-i
vücut inancına aşk ve muhabbet yönünden yaklaşmaktadır[393].
“Küll'e doğru varan, külle ulaşan cüz'ün bütün
dikenleri birer gül olur.
Cenab-ı Hakkı yüceltmek,
ta'zim etmek nasıl olur? Kendini hor, hakir bilmek ki, kendini toprak gibi ayak
altında çiğnetmeye layık görmekle olur.
Tevhid, Allah'ı bilmek nedir? Kendini Vahid'in, Bir'in
önünde yakıp yok
etmektir.
Eğer gündüz gibi
aydınlanmak, parlamak istiyorsan, geceye benzeyen, gece gibi karanlık olan
varlığını, benliğini yak.
Bakın kimyada eritir gibi, varlığını, sana o varlığı
verenin varlığında erit, yok
et.
Sen sıkı sıkıya,
"Ben"e ve "Biz"e yapışmışsın. Yokluğa ve birliğe
ulaşamamışsın, karşılaştığın bütün bu bozuk düzen işler, bütün bu
perişanlıklar, bu yıkıntılar hep bu ikilikten meydana gelmededir.”[394]
Mevlânâ, bu
beyitlerinde aşığın maşukuna yani Rabbine yaklaşmasıyla kendisinde mevcut olan
kötü ahlak ve nefsani duyguların değişime uğrayıp, daha da güzel bir şekilde
Allah’ın katında olacağını vurgulamaktadır. Ahlaki yönden nefse uyarak yapılan
fiil ve duygular neticesinde ruhun kanatları günahlarla, yani Allah’ın güzel
ahlakından uzak olan hallerle alçalmaya, dünyaya bağlı kalarak ruhun
yükselmesine, insan-ı kamil mertebesine ulaşmasına engel olmaktadır[395].
“Allah ile insan arasında yetmiş bin perde vardır.”
hadis-i şerifinde de beyan buyrulduğu gibi, kişinin bu ayrılık ve firak
durumundan sıyrılması ahlaki güzellikleri kendinde çoğaltması ve benliğinden
sıyrılmasıyla mümkün olacaktır.
İç âleminin beş
duyusu olan “akıl, kalp, sır, ruh, hafa”
ile manevi olgunluk, yani kemal elde edilecektir[396].
Kendinden sıyrılma, aşığın Allah’ın varlığını kalb ile idraki ve bu idrak
neticesinde yaşanan hayranlıkla gerçekleşmektedir. Öyle ki Hakkın güzelliği her
güzelliği aşarak her güzelliği kendi nurunda yok ederek Tevhid birliğine
ulaşır. Aşık kendindeki bu hallerin güzelliğine dahi kapılmadan makamların en
güzelinin Allah katında olduğunu bilir ve kendine takılıp kalmaz. Daima en
güzele yönelerek her güzelliğin Hakkın güzelliğinde fani olduğuna şahit olarak
tüm varlıkların Rabbin huzurunda Allah’ı birlemesine şahit olur. Böylece
eşyanın da, âlemin ve ruhunda gerçek varlık sahasına yani memleketine dönüşü
arzular. Bu dönüşte aşık da yoktur maşukta. Sadece Bir Allah vardır. Bu makam
önceki beyitte de bahsettiğimiz sidretü’l-münteha mertebesidir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
MEVLÂNÂ
VE İBN SÎNÂ’NIN AŞK FELSEFELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
1.
AŞK KAVRAMI VE MAHİYETİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Mevlânâ ve İbn
Sînâ’nın aşk için ortaya koyduğu düşünceler her iki filozof için de yeteri
derecede açık ve farkları görülebilecek kadar ayrıntılıdır. Mevlânâ,
eserlerinin hiç birinde aşkı tam açıklama yoluna gitmemiş, onun her zaman bir
sır olduğunu ve bunun ancak aşıklar tarafından anlaşılabileceğini savunmuştur.
Ne bir tanım ne herhangi bir şekil ve his ile açıklamaya çalışmamıştır. Ancak
İbn Sînâ’da bunun tam tersini görmekteyiz. Aşk için yazmış olduğu Risale
Fi Mahiyat Al-lşk adlı eserinin
ilk paragrafında aşka bir tanım ve değer yükleyerek sınırlarını ve nasıllığını
ifade etmeye çalışmıştır. Anlamları bakımından her iki filozofunda aşk
hakkındaki düşünceleri aynı gibi görünebilir; ancak daha yakın perspektiften
olaya bakıldığında birbirlerinden farklı yaklaşımlar da gösterdikleri
anlaşılmaktadır.
İbn Sînâ aşkın
insanın özünde olan bir potansiyel, aşık olma yeteneği, sevme derecesi olarak
kişinin kendi içinde ezelde mevcut olduğunu belirtir. Burada İbn Sînâ’nın
belirtmek istediği aşkın Allah’ın muradı olduğudur[397].
Bu konuda hem İbn Sînâ hem de Mevlânâ hemfikirdir. Ancak Mevlânâ aşkın
insandaki potansiyelde olmadığını, aşkın Allah’tan ayrı bir vasıta ile
verildiğini savunmaktadır. Kişinin özünde aşk yoktur. Aşk kişinin benliğinden
ayrı olan bir duygu, Allah’a ulaşmada basamak ve kılavuz görevini yerine
getirmektedir[398].
Oysa İbn Sînâ, aşkın kişinin içinde bulunan enerjinin iyi ve güzele
yönelmesiyle ortaya çıkan isteme, arzulama potansiyeli olarak kişinin
varlığından ayrı bir varlık olarak görmemektedir[399].
Mevlânâ ve İbn
Sînâ arasındaki en belirgin farklılık bize göre aşkın mevcut olduğu ve
varlığının devamını sağladığı alan olmaktadır. Görüldüğü gibi İbn Sînâ aşkın
kişinin içinde gizli mahiyet olarak var olduğunu savunurken, Mevlânâ aşkın
kişinin sonradan kazanmasıyla oluştuğunu söylemektedir. İbn Sînâ, aşka vasıta
olanları iyi, güzel ve uygun olan diye adlandırarak, bunların Allah’ın muradı
olduğunu ve aşkın da bu vasıtalara duyulan sevgi ve istekten kaynaklandığını savunur.
Yani vasıtalar Allah’ın muradıyken Mevlânâ’da aşkın kendisi murattır. Çünkü
Mevlânâ aşkın kendisinin vasıta olduğunu, aşkın kendisine vasıta gerekmediğini
savunur.
İbn Sînâ, aşığın
aşk duygusunu hissetmesine vesile olarak “iyfyi göstermekte ve
istenen iyiye ulaşmakla sahip olunan aşk potansiyelinin daha da artacağını
savunmaktadır. Ancak Mevlânâ, aşığın ne iyiye, ne de herhangi bir başka şeye
gereksinim duymadan “kamillik”
derecesine ulaşabileceğini, hatta kendi öz varlığının dahi aşk ile yok olacağını
savunmaktadır. Burada dikkatimizi çeken husus, İbn Sînâ’nın aşkı somut
varlıklarla pekiştirmeye çalıştığıdır[400].
Oysa Mevlânâ’da bunun tam tersi olan somut varlıktan soyuta, metafizik âleme
geçiş açıkça görülmektedir.
İbn Sînâ’nın “iyi,
güzel ve uygun olan”ın vesile olduğu isteme,
aşık olma durumu, aşığın kendi varlığına kendinden daha “iyi,
güzel ve uygun olan” bir maşukla
“bir”leşme neticesinde kemal derecesine ulaştırmaktadır. Bu seviyeye ulaşmış
olan lnsan-ı Kamil, bu seviden
itibaren dünyevi arzulardan ve aşklardan uzaklaşır, ilahi aşkı yaşamaya başlar.
Mevlânâ’nın
aşığı, İbn Sînâ’daki gibi herhangi bir iyiye ihtiyaç duymaz. Allah’a ulaşmak
için gerekli olan tüm iyi ve güzellikler zaten insana en güzel şekilde
verilmiş, bu sistem ve kapasiteyle donatılmıştır. Bu sebeple Mevlânâ’nın maşuku
insan olarak geçmemektedir. Kişi kalbi boyutlara nefsani istekleri terk ederek
ulaşınca kemal derecesine ulaşmaktadır. Bu sebeple aşık her zaman Allah’a
aşıktır. Mevlânâ’da Allah’a ulaşmada vasıta iyi veya güzel değildir; vasıta
aşkın kendisidir[401].
Bu açıklama
aslında her iki filozofun düşüncelerinin, aşk ve Allah arasındaki ilişkinin
irdelenmesiyle daha iyi açıklanacağını ortaya çıkarmaktadır. Çünkü İbn Sînâ
varlık felsefesini oluştururken aşkı ilk amil yani Tanrı olarak addetmektedir.
Ona göre Allah aşkın, aşığın ve maşukun ilkidir. Varlığın sebebi olarak ortaya
çıkan aşk, aynı zamanda sonuçtur. “Bir”den
aşk ile taşan varlığın her biri birer maşuk bularak kemallik kazanır ve böylece
birleşerek kendi varlıklarını yeniden “bir”lerler. Birlikte yine aşk
yaşanmaktadır, çünkü Allah aynı zamanda aşktır[402].
Aşık için varılacak son derecede yine aşk olacaktır. Oysa Mevlânâ aşkın içine
girilmesiyle bünyenin tazelenip içersinde bulunan dünyevi istek ve arzuların
bittiğini, böylece Sidre-i Münteha’ya kadar gidilebileceğini savunmaktadır[403].
Aşk duygusu insanı kemal dercesine ulaştırmada Allah’tan sırlar ve sebepler
sunarak bu ilerleyişi hızlandırmaktan öte bir duygu değildir.
Çünkü Sidre-i
Münteha makamında ne varlık vardır ne de o varlığın herhangi bir aşkı vardır.
Yukarıda
açıklandığı üzere aşk, İbn Sînâ’ya göre bir eş vasıtasıyla ulaşılan son nokta
ve amaçken, Mevlânâ’da ise vasıtasız vasıta olan araç durumundadır. İbn
Sînâ’nın düşüncesine göre aşka yaklaşmak iyiye yaklaşmakla mümkünken, kötülükle
uğraşmakta aşktan uzaklaştırmaktadır. İbn Sînâ’nın felsefesinde aşkın karşıt
durumu olan kötülük, âlemlerin yaratılış düzeneğinde en alt kademe olan ayaltı
âlemde, yani yaşadığımız âlemde mevcuttur[404].
Kötü olan şeyler ahlaki yönden insana ve topluma zarar veren, yapılması
yasaklanan şeylerdir. Haram olan ahlaki ve fiili bu durumların işlenmesi kişiyi
kemallik derecesinden uzaklaştırarak, aşktan uzak kişinin dahi kötü olmasına
sebep olur. Dolayısıyla aşka yaklaşma olduğu gibi aşktan uzaklaşmak da
mümkündür. Oysa Mevlânâ, aşkı her varlığın özünde gördüğünden, yaratılmış olan
hiçbir varlıkta kötülükten zerre olmadığını, hatta tüm varlığın Allah’ı aşık
olarak tesbih ettiğini bildiren ayeti de bu duruma delil olarak göstermektedir.
Kötülük ne herhangi bir varlığın özünde ne de âlemdedir. Her şeyde aşk vardır
diye düşünerek her şeyin bir anlamda aşk olduğunu savunmaktadır[405].
Aşk, İbn
Sînâ’nın felsefesinde bir mücadele ürünüymüş gibi görünmektedir. İnsan daima
iyiye, güzele, doğruya ulaşma çabası içerisinde ve arzusundayken, aslında
kendini gerçekleştirme, benlik bütünlüğüne ulaşma çabasındadır. Bu sebeple iyi
ile kötü arasında keskin bir çizgi koyarak, en iyi, en güzel olmak için
Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmak ister. Bu istek, aşkı doğurur ve nerde bir
iyi bulunsa ona aşık olunur. Buna aşkın basiti olan beşeri aşkta girmektedir.
İbn Sînâ, beşeri aşkı ilahi aşka bir hazırlık, takviye görevi yüklemektedir.
Beşeri güzelliğe ulaşma isteği neticesinde oluşan aşk, İbn Sînâ için bir fiil
bir eylem boyutundadır[406].
Mevlânâ aşkı
herhangi bir çaba veya yönelmeye bağlamadan sadece yaşanan bir hal olarak
görmektedir. Çünkü var olan her şey iyi ve güzeldir, âlemdeki varlıkların hepsi
birbiriyle zaten uyum içindedir. Dolayısıyla ne bir kaçış ne de bir iyileşme
durumu yoktur. Mümkün olan varlıklar zaten mümkünlük derecesinin en üst
kademesindedirler. Her şey sadece Allah’a muhtaç olacak şekilde yaratılmıştır.
Bu sebeple Kuran-ı Kerim’de sık sık sadece Allah’tan isteme, O’na tevekkül
edilmesi istenmektedir[407].
İnsanın başka bir beşere ihtiyaç duyarak ve onunla tamamlanarak kemale ermesini
gerektirecek bir durum yoktur. Çünkü insan ruhu Allah’tan ilahi bir nefestir ve
sadece Rabbine aşık olarak kemale ermektedir.
Mevlânâ’nın bu
düşüncelerinin paralelinde doğal olarak beşeri aşk basit hatta sahte olarak
karşımıza çıkmaktadır. Mevlânâ’ya göre aşığın aşık olduğu maşukun varlığı ne
cinsten ise aşk o cinsin mertebesinde olur. Topraktan yaratılmışın yine
topraktan yaratılmış insana aşık olması o bedenin ölümü ve toprakta çürümesiyle
aşkta son bulacaktır. Bu sebeple sonsuz olan âlemde tek baki olan Allah, aşık
olunacak tek gerçektir.
İbn Sînâ Allah’a
aşık olan kişinin varılabilecek en üst mertebeye ulaştığını savunarak, bu
aşıklığın kemallik demek olduğunu savunmaktadır. Çünkü aşık olan kişi âlemin
özünü anlamış olur, varlıkların birbiri ile ilintilerini ve sebeplerini
çözümlemesiyle hayatta en mutlu nasıl yaşanır ve bu mutluluğun devamı için
sahip olunması gereken ahlaki olgunluğun genelleştirilerek yaşanması
neticesinde mükemmelliğin ortaya çıktığını düşünmektedir[408].
Mevlânâ’nın daha
önce de bahsettiğimiz gibi aşkın ulaştırabileceği son varış yerinin aşk
mertebesinden de üstte olan mertebeler olduğunu, aşktan sonra da insanın
ulaşabileceği mertebelerin olduğunu savunmaktadır. Aşığın çıktığı yolun sonunda
ancak yokluk mertebesi vardır[409].
Dolayısıyla Mevlânâ, İbn Sînâ gibi aşka fazla değer vermeden, aşkı bu
yolculuğun başlangıcı olarak görmekte, sonraki mertebeler hakkında aşığa gizli
bilgiler veren hal olarak değerlendirmektedir.
Mevlânâ’nın aşka
İbn Sînâ’dan daha fazla gizem katmasının sebebi, aşkın her iki filozof
tarafından da aynı kaynaktan çıktığı, fakat Mevlânâ’nın aşkı Allah ile daha
sıkı bir ilişki içerisinde görmesinden kaynaklanmaktadır. Daha doğrusu İbn Sînâ
Mevla’ya ulaşmak için Leyla(güzel, uygun, olgun ve iyi maşuk)’ya ihtiyaç
duyarken, Mevlânâ Mevla’ya ulaşmak için Leyla’yı araya koymamıştır.
Aşk iki filozof
için de vacip bir durumdur ve Allah’ın muradıdır. Mevlânâ’ya göre her varlıkta,
İbn Sînâ’ya göre ise sadece iyilerde aşk mevcuttur. Her varlığın aşk içinde
olması demek Mevlânâ’ya göre Vahdet-i Vücut, yani varlıkların birliği ile aynı
nefesin ve aynı aşkın yaşanması demektir. Âlemin ve içindekilerin “bir”den
çıkan ve sonradan oluşan “çok”luk
âleminden ibaret olduğunu ve çokluk âlemini aslında gelip geçici yalandan ibret
olduğunu savunan Mevlânâ, her yaratılmışın içinde aslında ilahi bir aşk
olduğunu savunmaktadır. Her şey aslında bir şey ve bu bir şey de aslında aşık
olduktan sonra yoktur.
İbn Sînâ,
âlemdeki varlıkların eksik ve bazılarının da bu eksikliğin fazlalığından
kaynaklanan “kötü”
olduğunu savunurken, Vahdet-i Vücutçu anlayıştan uzak olduğunu anlamaktayız.
Ona göre her şey zıddıyla vardır. İyi- kötü, güzel- çirkin, beyaz- siyah gibi
birbirleriyle daima mücadele eden, birinin varlı ğı diğerinin yokluğunu
gerektiren ve yer- gök gibi birbiriyle asla bir araya gelmemesi gereken
elementler daima mevcuttur ve bunlar arasında daima mücadele olacaktır.
Mücadeleyi daima iyi olan yani aşk kazanmalıdır. Bu Allah’ın muradıdır. Ancak
sadece iyi Allah’ın muradı değil, aynı zamanda kötü de vardır ve var olmaya
devam edecektir. Şayet kötü olmazsa ne mücadele olacaktır nede sonunda
kazanılan aşk olacaktır.
Kötü olmadan
iyiyi anlamak nefis sahibi insan için imkansızdır. Bu sebeple her varlıkta
iyilik yani aşk tamamıyla vardır demek İbn Sînâ için imkansızdır. Çünkü bedenle
var olan insan topraktan yani dünyadan parça almış ve bünyesine kötülüğü
yerleştirmiştir. Bedensel ölüm, kötülüklerden kurtulmayı sağlar[410].
Ancak gerçek varlığa ölüm ile ulaşılır. İbn Sînâ, ölümden sonra gerçek olan
varlığımızın yani özümüzün birleşeceğini, “çok’
olan insan ruhlarının tek ruh olacağını savunmaktadır. Çünkü aşk ayrılık kabul
etmez, sürekli bir çekim ve cazibe ile her ayrılığı vuslata dönüştürücü bir güce
sahiptir[411].
Mevlânâ’nın bu
konudaki düşüncesi İbn Sînâ’nınkine göre daha uç noktadadır. Çünkü Mevlânâ
dünyadaki varlığını gölge olarak nitelerken, aşık olan kişinin de gölge olan bu
varlığını dahi yokluk kapısına çıkacağını düşünmektedir. Ölüm ile ayrılık
diyarı olan dünyadan kurtularak Rabbine ulaşmakta ve böylece ilahi nefesin aşk
ile sarhoş olup kendinden geçmesi neticesinde aldığı lezzetin içinde
boğulmaktadır. Öyle ki artık aşık değil sadece lezzetin kendisi vardır. Aşık
yok olmuş, Fenâ Fi’llah mertebesine ulaşmıştır.
Görüldüğü gibi
İbn Sînâ, ölüm ile aşığın gerçek varlığa ulaştığını savunmakta, Mevlânâ ise bu
felsefesinin tam tersi konumunda olan yokluk mertebesine ulaşıldığını
savunmaktadır.
Fenâ Fi’llah
makamı, Mevlânâ için varlığın Allah’ın güzelliği karşısında yaşadığı hayrettir.
Bu makam her insanın ulaşabileceği bir yurt olmamasından Allah aşık kullarına
bu âlemden sırlarını aşk ile sunmakta, kendisine aşıkları davet etmektedir.
Ancak bu bilgiler aklın alabileceği türden değildir. Bu sebepledir ki aşıklara
mecnun denir. Mesnevî’nin birçok yerinde aklın aşk karşısındaki konumunu
sorgulayan Mevlânâ, aklı aşkın merkebi gibi görmekte ve aşkı anlayamamakla
suçlayarak aşkın hizmetkarı yerine koymaktadır.
İbn Sînâ’ın aşk
felsefesi incelendiğinde Mevlânâ’nın akla vermiş olduğu değerden daha fazla bir
değer görmekteyiz. Çünkü İbn Sînâ’nın Risale
Fi Mahiyat Al- İşk adlı eserinin
baştan sona akla uygunluğunu ifade etmek için ispat yollarına gittiği dikkatten
kaçmamaktadır. Aşkı tanımlarken dahi her şeyin mantık çizgisinde ilerlediğini
göstererek, aşığın niçin aşık olduğunu açıklamaktadır. Beşeri aşkın,
cisimlerin, diğer canlı ve cansız varlıkların kendi bünyelerinden kaynaklanan
illetlerle eşlerine yöneldiğini ifade etmeye çalışmaktadır.
Varlıkların
birbiriyle olan ilişki ve düzenini açıklarken aşkın varlıklar üzerindeki
düzenleyiciliğini göz önüne koymaktadır. Mevlânâ, İbn Sînâ gibi aşkın sebebi
olarak âlemin düzen ve intizamını devam ettirmesi ve insanlığın birlikteliğini
savunur ve aşkın âlemin komut sistemi, düzenleyicisi olduğunu söyler[412].
Âleme etkisi konusunda aynı şeyleri düşünmektedirler.
İki filozofun
aşk konusunda benzer yönleri ilk bakışta göze çarpan bir konu olan aşkın
nedensellik yönüdür. Çünkü aşkın nedenini açıklamak, onun değerini açıklamakla
aynıdır. Bu sebeple her iki filozof da aşkın nedenini ilahi bir murada
bağlayarak, varlık felsefelerine giriş yapmaktadırlar. Bu felsefeye göre
varlık, aşk ile var olmuş ve aşk ile varolmaya mecburdur. Aşkın olmadığı bir
âlem mahvolur, karışır ve yaratılmasının da bir anlamı olmazdı. Çünkü, herhangi
bir varlığın varlığını idame ettirebilmesi için daima hareket halinde olmaları
gerekmektedir. Cansız varlıkları oluşturan atom dahi kendi etrafında dönerek
canlılık, aşk belirtileri sunmakta ve bu hareket tüm âlemi oluşturan cisimleri
de kendi hareketiyle aynı tarzda bir yönelmeye itmektedir. Bu hareket aşığın
Allah’a ulaşmak için de hareket etmesine ve yönelmesine sebep olmaktadır.
Hareketin olmadığı düşünüldüğünde, varlık sistemini oluşturan en önemli amilin
ortadan kalktığı görülmektedir. Bundan anlaşılacağı üzere hem Mevlânâ
hem de İbn Sînâ aşkı hareket ettiren, hareketi de varlığa
dönüşen olarak düşündükleri ortaya çıkmaktadır.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, İbn Sînâ insanın bir
diğer insana aşık olmasıyla Allah’a yönelebileceğini savunurken, Mevlânâ ise
insanın sadece Allah’a yönelerek de aşkın yaşandığını savunmasıdır. Mevlânâ
insan-ı kamilden bahsederken, İbn Sînâ’da kemallik derecesinden bahsederek aşk
için çok önemli olan bu hususta benzer düşündükleri görülmektedir[413].
Buna göre, insan aşk ile yücelir, olgunlaşır ve kemale erer. İnsanın
tamamlanması ve Allah’ın sevdiği konuma gelmesi sevdiğinin ahlakı ile
ahlâklanmasıyla olduğundan, aşık Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmaya çalışır ve
böylece Allah’a ulaşmaya yönelir. Aşka yönelmeyen geriler ve Allah’a uzak
olanlardan olarak aşağılık ve sevilmeyen konumuna girerler. Burada bahsedile
aşığın maşukuna benzemeye çalışması her iki filozof için de aynıdır.
2.
AŞK
VE GÜZELLİK İLİŞKİSİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
“Cenâb-ı Hakk, has kuluna;
"Ey kâmil insan! Kulluğun yüzünden bazen sana sen' diye hitap ederim.
Bazen de, senin yaratıcın olduğum, sende ilâhî nefha bulduğum için, sana ben'
diye seslenirim. Her ne dersem diyeyim, ben, bütün kâinâtı aydınlatan vahdet güneşiyim."
diye buyurdu.”[414]
Mevlânâ’nın
âlemin varlık sahasına çıkmasını değerlendirirken, âlemi duvara benzediğini ve
âlemde her ne var ise hepsinin Allah’ın tecellisinin, vahdet güneşinin
yansıması olarak açıkladığı dikkatimizi çekmektedir. Mevlânâ, varlık görüşünde
vahdet-i vücutçu bir anlayışla, bütünlüğün yani birliğin her varlıktaki
ilintisini Allah’tan gelen feyz ve nur olduğunu söyleyerek, varlıklarda
ilintili bulunan güzelliğin yine Allah’ın güzelliğine delil olduğunu
belirtmektedir. Güzellik, güzelin kendisi değil, asıl güzele götüren elçidir.
Bunu idrak eden akıllı kişi güzele değil, güzelliğin diyarına aşık olarak,
gördüğü her güzelde Allah’a kavuşmanın heyecan ve arzusu ile hayranlığı artar.
Hak aşığı, hem kendi gönlünde, hem de baktığı her yerde, her şeyde, Allah'ın
kudretini, büyüklüğünü, yaratma gücünü görür, hisseder. Ona hayran olur.
Etrafını saran çoklukta vahdetin, birliğin güzelliğini müşahede eder.
Günahlardan
arınmış, beşeri kirliliklerden temizlenmiş can aynası, Allah'ın lütfu ile içine
akseden hakikatleri saklayamaz, açığa vurur, gösterir. Bu hakikatler, Allah’ın
güzelliğine karşı duyulan hayranlıktır. Dolayısıyla Allah’a karşı duyulan
aşktır. Hak aşığı, bu dünyada gördüğü güzellerde görünen fiziki güzelliğin
değil, gördüğü güzellerde tecelli eden ilahi güzelliğin aşığıdır. Çünkü, maddi
güzeller, gelip geçici bir aynadır. O aynalar ve tecelli eden güzellikler ise
sonsuzdur. Aşık kendi varlığından, benliğinden kurtulursa, yalnız güzellerde
değil, kendinde de Allah’ı bulur[415].
Vahdet
anlayışını bu şekilde yorumlamakla, Mevlânâ’nın güzele ayna tutmakla aynı mana
taşıdığını görmekteyiz. Zira, âlem yokluktayken, yani karanlıktayken aydınlığa
kavuşarak varlık sahasına çıkmıştır.
“Yokluğa;
yokluktan da öte yüzlerce yokluğa gitse, Allah'ım, Sen onu çağırınca, başını
ayak yapar da yine koşar gelir.
Yüzbinlerce
zıt, kendi zıddıyetini yok eder. Sonra Senin buyruğun yine onları varlık
âlemine getirir...
Aman
ya Rabbî! Her an yokluk âleminden, varlık âlemine katar katar yüzbinlerce
kervanlar gelir durur.”[416]
Beytiyle
yokluğun Allah’ın “Ol!” emrinin kulu olduğunu, varlığın zıddı olan yokluğun bu
emir karşısında kendini yok ederek suretlerin varlık kazanmasının, aşığın da
ilahi güzellik karşısında benliğinin zıddı olan yokluk hakikatine ulaşmasından
bahsetmektedir. Nice yaratılmış suretler hakikat güneşi karşısında kendi
varlılarında mevcut olan ilahi feyizden, feyzin kaynağına hareket ederek
benliklerini sadece feyz kalana dek yok eder dururlar. Güneşin ışığı nasıl
olurda güneşe bakmayı engeller, varlıktaki güzellik güzelliğin diyarına nasıl
ulaştırmaz? Mevlânâ, aşığın maşukunu ararken yöneldiği her şeyin ardında tek
bir varlığın olduğunu bilmesi, suretlerin daima yokluktan varlığa çıktığını
anımsamasına sebep olduğundan, güzellik Allah’ın kendi güzelliğine daveti misali
her varlığa ilintili bir şekilde yerleşmesine sebep olmaktadır
der[417].
Mevlânâ’nın
güzelliği Hakk’ın dışındaki diğer varlıklarda sadece ilintili bir şekilde
bulunduğunu söylemesi, yani mümkün varlıkların imkan sahasında varlık
kazanmasının akabinde geçici bir vuku buluş olarak nitelemektedir. Varlıkların
sıfatlarında her ne var ise hepsini Allah’ın esma ve sıfatlarının tecellisi
olarak gören Mevlânâ, her varlıkta bulunan güzelliğin kendinden daha güzel ve
mükemmelden işaret taşımaktadır. Aşık, güzellikler ardındaki gerçek güzelliği
fark edince, görünen güzellerden uzaklaşır ve Hakk’a yönelir. Görünen güzellere
aşık olmayı geçici ve
yalancı bir
heves olarak nitelendirmektedir. Bu var oluş, güzelliğin verildiği noktada
tekrar Rabb’e götürmesi yönünden geçici bir haldir.
İbn Sînâ,
Mevlânâ’nın da varlık zincirine ilişmiş bulunan güzelliğinden çok farklı
olmakla birlikte, güzelliğin Allah’tan sûdur etmiş olduğunu düşünmektedir.
Çünkü “en güzel’ Allah’tır[418]
der. Dolayısıyla âlem de güzel olmak zorundadır. Her varlıkta güzellik vücud
bulurken, sahip oldukları iyilik derecesine göre güzellik elde etmektedirler.
Yani iyinin olmadığı yerde güzelliğin azalması ve dolayısıyla çirkinliğin
meydana gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Ancak Mevlânâ ile en belirgin ayrılık
noktaları olan “çirkin-kötü”
varlıkların birer hal olmadan öte varlık olarak yer almalarını gösterebiliriz.
Çünkü Mevlânâ, Vahdet-i Vücut görüşüyle her şeyin birbiriyle bütünlük arz
ettiğini öne sürerken, aslında âlemde her şeyin iyi ve güzel olduğunu zaten
kabul etmektedir. İbn Sînâ, “güzel”in ahlakıyla süslenmeyi güzellik olarak
görmekte, varlık mertebelerini de kemal dereceden “çirkin-kötü”ye
kadar bu mantıkla devam ettirmektedir[419].
“En Güzel”
Allah olduğuna göre, iyinin ve uygunluğun olduğu her şeyde güzellik suret
olarak ilişmektedir[420].
Bu açıdan bakıldığında İbn Sînâ, “güzel iyidir”
sonucuna gitmektedir. İyiden haz alan daima güzeli arar ve en güzele ulaşmayı
isteyerek Allah’a aşk ile yönelir. Ancak iyinin “saf
iyi”ye ulaşması için kendine uygun olan güzele yönelerek “en
güzel”e ulaşma çabası içine girerek kendi
varlığını daha da güzelleştirir. Güzellik derecesi aşığın kemale ulaşma
derecesiyle aynıdır[421].
İbn Sînâ, güzeli
bu şekilde yorumlarken güzelin, Zorunlu Varlık’ın tecellisi olarak Mümkün
Varlık sahasında cisim olarak da varlığını kabul etmektedir. Çünkü, Risale
Fi Mahiyat Al-lşk adlı eserinde
güzelden bahsederken aşkın iliştiği güzelliği suret güzelliğine bağlayarak,
güzelin belirli bir tanım ve şeklini vermektedir. Ona göre aşk güzel suretlere
karşı duyulan istek olarak yorumlamaktadır. Hatta, “İhtiyaçları güzel
yüzlülerden temin ediniz” hadis-i şerifine dayanarak, güzelliğin madde ve
cisimlerde şekilsel boyutunun önemli olduğunu belirtmektedir[422].
Oysa Mevlânâ’nın güzelden bahsederken surete karşı kullandığı sitem ve bir nevi
suretin geçicilinden kaynaklanan önemsememe dikkatimizi çekmektedir. O, İbn
Sînâ gibi güzelliği ön planda tutmadan, gerçek güzele yönlenilmesinin gereğini
savunarak, İbn Sînâ’nın düşüncesinin tam tersi bir durum olan güzelliğin “yok-yalan”
oluşunu ispat etmektedir[423].
Mevlânâ’nın
güzelliği, Allah’ın “nur”u
olarak varlıklarda sadece ilintili olarak gösterirken, yansıyan nurun ve bu nur
ile beliren suretlerin Allah’ın kulu olduğunu belirterek, ilâhi maksada
ulaştırmada güzelliğin de zevk ve neşe verici yönden aşıkların kalbine
belirdiğini söylemektedir[424].
Hem İbn Sînâ hem
de Mevlânâ’nın, görünen güzeli insan suretinde görünürken aynı şekilde ele
aldıkları, ahlaki güzelliğin suret, yüz güzelliğine aksettiği düşüncesidir[425].
Bu noktada hemfikir olan düşünürlerimiz, yaratılmış olan güzellerin, ilahi bir
feyiz, Allah’ın esma ve sıfatlarının tecellisinin neticesi olduğunu savunurlar.
İbn Sînâ, güzelliğin varlığını kabul ederek, aşka hem sebep
olarak görmekte hem de aşkın neticesi olarak belirtmektedir. Çünkü aşık
maşukunun önce suretine aşık olmaktadır. Ona göre her suret mahiyetine uygun
bir şekle büründüğünden, maşukun güzelliği, aşık ile maşuk arasında bir uyum
olmasına sebep olmaktadır. Kendine uygun güzele aşık olan, daha da güzelleşir.
3.
AŞKIN
KAYNAĞININ KARŞILAŞTIRMASI
Aşkın tanımını
yaparken, İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın farklılıklar olmasına rağmen ilahi bir lütuf
olarak gördüklerini belirtmiştik. Düşünürlerimize göre aşk, sadece kendi
arzularımız değil aynı zamanda yaratıcının da muradı olarak yaratılmış ve her
varlığa iliştirilmiştir. Aynı ortak nokta bu kısımda da karşımıza çıkmaktadır.
Çünkü İbn Sînâ ve Mevlânâ, aşkın Allah’ın nurundan, feyzinden ilhamla doğduğu
ve hayat sunduğu sonucuna ulaşmışlardır.
Ancak her iki
felsefecinin de birbirlerinden farklı yaklaşımları aşkın kaynak olarak geliş ve
yayılış şekillerinde kendini göstermektedir. Sûdur (inayet) nazariyesiyle
Varlık’ın yaratılışını ve Allah’ın Aşk, Aşık ve Maşuk olduğunu ontolojik
delillerle[426]
ortaya koymaya çalışan İbn Sînâ, Mevlânâ’nın “feyiz”
anlayışından ayrılarak, aşkın tecelli olduğunu savunmaları yönünden ortak bir
noktada buluşmuşlardır.
İbn Sînâ’nın
Allah’ın varlığının ontolojik delillerini ortaya koyarken savunduğu görüşlerin
başında Allah’ın Zorunlu Varlık olduğu ve Zorunlu Varlık’ın saf iyi, kötü ve
mükemmelsizliğin dışında olduğu, mutlak güzellik ve cömertlik ile Zat’ının
Aşık,
Maşuk ve Aşkın
kendisi olduğunu savunmaktadır[427].
Buradan hareketle mümkün varlığın algısıyla karşı karşıya olan bizlerin,
Zorunlu Varlık’ın zatından olan aşk ile taşması neticesinde mümkün varlıkların
hepsine aşkın iliştirilmesini Allah’ın sıfatlarının tecellisinden
kaynaklandığını savunmaktadır.
Ontolojik yönden
aşka böyle bir delil getiren İbn Sînâ, aşka hem psikolojik hem de biyolojik
yönden değer vererek, her varlığın eksiklik ile yaratılmışlığını ileri
sürmektedir. Burada varlıklar arasındaki ilişkilerde eş olma ve varlıklar
arasında uyumu göstermeye çalışarak aşkın hayat için bir ihtiyaç olduğunu
göstermeye çalışmaktadır[428].
Mevlânâ’nın İbn Sînâ’daki bu delillendirmesine karşılık olarak, “feyiz”
ve “nur” olarak gördüğü
aşkın her varlıkta var olduğunu savunması, her iki düşünürün de Allah’ın Aşık
ve yaratılmış varlıkları da Maşuk veya yaratılmışların Aşık, Allah’ın Maşuk
olduğunu ve böylece Aşk’ ın yaşandığını göstermeye çalışmaktadırlar.
Mevlânâ, aşkın
Allah’ın varlığının feyzi ile olduğunu savunmasından kastı şudur; Allah,
rahmetiyle varlığı yoktan yarattı ve her varlığa kendi sıfatlarından tecelli
ile nur verdi. Bu nur her varlıkta Allah’ı tesbih ve aşk ile anmalarına sebep
olarak varlıkların hayatlarının devamını sağlamaktadır. Allah’ın nurunun ilk
yansıdığı yer Hakikat-ı Muhammediyye’dir. Ve bu mertebe Ehadiyyet mertebesidir.
Her varlık burada birlik halinde ve her varlığın özü bu mertebede bütün halindedir.
Tek ruh olan bu ruhtan çokluk, kesret meydana gelerek âlem ve diğer varlıklar
oluşmuştur. Mevlânâ, Allah’tan yayılan bu feyz ile aslında her varlığın özünün
tek-bir olduğunu belirterek vahdeti vücutçu bir anlayışla aşkın varlıkların
meydana gelişlerinde ilk amil olduğunu söylemektedir. Bu sebeple “Sen
olmasaydın ben kainatı yaratmazdım.” kutsi
hadisine binaen varlığın sebebinin aşk olduğunu ve yaratılışın aşktan
kaynaklandığını savunmaktadır.
İbn Sînâ’nın,
yaratılmış her varlığın eksiklik içinde olduğunu savunması, Mevlânâ gibi
vahdet-i vücutçu bir görüşten uzak olduğunu göstermektedir. Ancak burada
belirtmeliyiz ki, İbn Sînâ’nın sûdur nazariyesi ile Mevlânâ’nın feyz anlayışı
birbirinden farklılıklarla doludur.
Mevlânâ’nın feyz
ile âlemin yaratılışında kastettiği mana, âlemin Allah’ın sıfatlarının her
birinin tecelli etmesi ile kendi zatına göre belirmesidir. Bu tecelli ile
âlemin Allah’tan derece derece, fakat devamlı bir surette iniş tarzı ile ve
başka bir mevcudu meydana getirme özelliğindedir. Feyz devamlı bir oluş
halidir. Varlıkların devamlı bir oluş halinde olması ise feyzin kesilmesi ile
son bulur. Bu sebeple feyz yaratıcı ile devamlı irtibatı sağlayan aşk
manasındadır. İbn Sînâ Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd) dedikleri yaratıcının,
kendi kendini düşünmesinden (akletmesinden) meydana gelen ilk akla,
mutasavvıflar Hakikat-ı Muhammedi veya Nûr-ı Muhammedî derler. Allah
"gizli bir hazine" iken bilinmeyi istemiş ve bu irade neticesinde
evreni var etmiştir. Bu varoluş süreci tedrici bir iniş (tenezzül) sistemini
ifade eder. Bu anlayışın ilk sistemleştiricisi ise Muhyiddin el-Arabî’dir. Ona
göre varoluş Tenezzülât-ı Seb'a dediği bir iniş sırası (mertebe) takip eder.
O'nun bu anlayışı Yeni-Eflâtuncu sûdur nazariyesine bir çok yönden benzer. Şu
farkla ki, sitemin ikinci mertebesinde Hakikat-ı Muhammediyye bulunur ve son
mertebe de ise insan bulunur.
İbn Sînâ'nın
öğretileri arasında, yaratılış öğretisi özellikle önem taşır. O, bu konuda,
çokça tartışılmış olan şu teoriyi ileri sürmüştür: “feyiz teorisi” , “kozmik
akıllar teorisi” “on akıl teorisi” gibi adlarla anılan sûdur teorisiyle ezeli
olanla sonradan olan ; değişmeyenle değişikliğe uğrayan ; bir, mutlak ve
zorunlu olanla çok ve mümkün olan varlıklar arasındaki ilişkiyi belirlemek ve
bütün kainatı hiyerarşik bir sistem dahilinde yorumlamak istemişlerdir. Buna
göre ilk varlık olan Allah , her türlü iyilik, güzellik ve yetkinliğin
kaynağıdır. O hiçbir şeye muhtaç olmadığı için herhangi bir amacı da yoktur.
Zira amaç bir eksikliği ve ihtiyacı belirler. Yüce ve aşkın olan varlık , süfli
ve bayağı olan mümkün varlıkları amaç edinmez. Şu halde son derece cömert ve
kamil olan Allah’ın irade ve ihtiyarı olmadan bu kainat tabii bir zorunlulukla
O’ndan çıkarak meydana gelmiştir. Yalnız buradaki zorunluluk mantık bakımından
bir zorunluluk olmayıp, Allah’ın zorunlu varlık olmasından kaynaklanan bir
zorunluluktur. Yani O’nun zorunlu, yetkin ve inayetinin bol oluşu iradesine
gerek kalmadan varlığın O’ndan çıkmasına sebep olmuştur. Daha doğrusu mutlak
olan Allah, aynı zamanda salt akıldır, kendi zatını bilir, dolayısıyla kendisi
tarafından bilinir. Demek oluyor ki O hem akıl, hem akleden (akil) hem de
akledilendir (ma'kûl). Bu kavramların üçü de Allah hakkında aynı şeyi yani
mutlak bilinci ifade etmektedir. İşte Allah'ın kendi zâtını bilmesi,bu varlığın
O'ndan çıkmasına sebep olmuştur. Bir başka söyleyişle bilgi ve düşünce bir
eyleme neden olmuştur. Bu bağlamda bilme ile yaratma aynı anlama
gelmektedir[429].
Varlığa gelen
her şeyin bir nedeni olması gerekir. Varlığa gelmek için bir nedene gerek duyan
varlıklara, o mümkün varlıklar adını verir. Kendisi de mümkün bir varlık olan
bir nedene, ondan önce gelen bir neden yol açmış olmalıdır. Bununla birlikte,
bu nedenler dizisi sonsuz bir dizi meydana getirmez. Bundan dolayı, varlığı mümkün
değil de, zorunlu olan, var oluşunu bir nedenden değil de, kendisinden alan bir
ilk neden var olmalıdır. Bu ilk neden, Vacibü'l Vücud, yani Zorunlu Varlık olan
Tanrı'dır. Tanrı'nın zaman içinde bir başlangıcı yoktur; O, Ezelî-Ebedîdir.
Tanrı tam ve gerçek varlığını her zaman sergiler. O, her zaman fiil halinde
olduğu için, hep yaratmıştır. Yaratılış, İbn Sînâ'ya göre, hem zorunlu ve hem
de Ezelî-Ebedîdir[430].
Çünkü, hareket aşktan kaynaklanmakta ve sabitliği, durağanlığı ve ölümü-yokluğu
ortadan kaldırmaktadır[431].
Yoktan yaratmayı anlaya bilmemiz için öncelikle yokluğun ne demek olduğunu
bilmemiz gerekmektedir. Yokluğu iki kategoride incelemek mümkündür. Biri varlık
bakımından yokluk, diğeri mantık bakımından yokluk. Varlık bakımından somut
mutlak yokluk diye bir alt başlıkla incelemek mümkündür. Bu mutlak varlığın
karşıtı olan yokluktur. İbn Sînâ yokluğun kendi kendine anlaşılacak kapasitede
olmadığını, ancak varlık ile kıyastan yapılacak bir anlaşılabileceğini
savunmuştur. Mesela şeker yoktur dediğimizde buradaki yokun anlamını biliriz,
çünkü her zaman varolan, varlığını bildiğimiz şeyin geçmişte olup içinde
bulunduğumuz anda olmamasıdır. Bu yokluğa olurlulukla aynı manadadır
diyebiliriz. Çünkü varlığı beklenilen umulan şeydir şu anda yok olan[432].
İbn Sînâ, varlığın
temel sebebinin Aşk olduğunu belirterek, varlığın sebebinin tabii, zaruri bir
sonuç olduğunu belirtmektedir. Ona göre a) Varlığın Mümkün ve Zorunlu Oluşu
ayrımından faydalanarak, b) Hareketin delilinden, c) Sebeplilik delilinden, d)
Bizzat Varlık fikrinden hareketle elde edilen bu sınıflamasına İbn Sînâ’nın
“Allah’ın Estetik Delili” denmektedir[433].
Tanrı, İbn Sînâ'ya göre, mutlak olarak birdir. Bir olandan ise yalnızca bir
çıkar. Bu durumda evrendeki varlıkları açıklamak nasıl mümkün olabilir diye
düşünen İbn Sînâ, burada sûdur nazariyesini ortaya koyarak, Tanrı'dan çıkan ilk
birliğin, ilk Akıl olduğunu söyler. Allah için düşünmek ile yaratmak bir ve
aynı şeydir. Onun sisteminde Tanrı'dan başlayan sûdur ya da türüm sürecinde,
yukarı düzeyden varlıkların düşünülmesi daha aşağı düzeyden varlıkların
yaratılması anlamına gelir. Buna göre, tüm varlıkların en tepesinde bulunan
Tanrı'nın kendisi kendisini düşünmesi, Tanrı'dan İlk Akıl'ın sûdur etmesine yol
açar. İlk
Akıl'ın kendi
nedenini, yani Tanrı'yı düşünmesi İlk Akıl'dan sonra gelen Akıl'ın doğuşuna
neden olur.
Buna karşın, İlk
Akıl'ın kendi kendisini düşünmesi hem ikinci nefs'e ve hem de o nefs'in
canlandırdığı bir kürenin (feleğin) sudûruna yol açar[434].
Bu sûdur süreci on akıl ve dokuz nefs ile dokuz feleğin doğuşuna kadar devam
eder. Son akıl Etkin Akıl'dır. Etkin Akıl bu dünyadaki varlıkların maddi
öğelerini ve insanların ruhlarını yaratan varlıktır. Etkin Akıl aynı zamanda
insanların ruhlarına yada zihinlerine bilgi için gerekli olan form ve
kategorileri aktarır.[435]
İlk zorunlu
varlık sabittir olunca kendisinden diğer varlıkların çıkması zorunlu olmuştur.
Bu varlıkların nedenidir. Diğer varlıkların zorunlu varlıktan meydana gelişi
feyz yoluyladır. Zorunlu varlık diğer varlıkların varlığı için var olmadığında
kendinden meydana gelen varlıklar kendisinin de nedeni olamazlar. Çünkü kendisi
başka varlıklar için olmuş olsaydı onun yetkin varlık olması, ilk varlık ve
gaye olmaktan çıkarak vasıta olmuş olurdu. Zorunlu varlık özünden başka hiçbir
şeye muhtaç değildir. Bu ister kendisinde oluşan bir olay, bir hareket, isterse
özünden başka bir alet olsun.[436]
Görüldüğü gibi
İbn Sînâ, Allah’ın feyzini taşma ve coşma olarak görmekte iken, Mevlânâ feyz
ile, kendi zatından yansıyan nur olarak nitelendirmektedir. Mevlânâ, varlıkların
özünün, yani ayan-ı sabitedeki hallerinin aşk olduğunu savunarak her varlığın
sevgi neticesinde bir bütünlük ve “birlik” halinde olduğunu belirtmektedir. Her
varlığın ilk hali aşktır ve ilahi feyz ile aşk her varlıkta zuhur etmektedir.
Ancak İbn Sînâ Mevlânâ’nın bu varlık teorisinden daha farklı olarak ilk
yaratılmış (çıkmış) olan şeyin akıl olduğunu savunarak aşkı varlıklara sadece
ilintili ve gizli bir parça olarak yerleştirmektedir. Oysa akıl ve aşk üstünlük
mücadelesi veren iki lider gibi birbiriyle tezatlaşmaktadırlar.
“Akıl,
aşkın şerhinde, açıklamasında, merkep gibi çamura battı kaldı. Aşkın da
âşıklığın da ne olduğunu yine aşk açıkladı.”[437]
Mevlânâ, aklın
aşk karşısında bir köle gibi olduğunu savunarak, aşkın varlıkların bizzat
kendisi olduğunu söylemektedir.
4.
AŞKTA
İLAHİ MOTİFLERİN KARŞILAŞTIRMASI
Aşk, aşık ile
maşukun birbirlerine olan istek ve çekiminden dolayı her ikisinin de daima
beraber olmalarını sağlamaktadır. Bu hem İbn Sînâ hem Mevlânâ için aşıkların
halleri üzerindeki ortak düşünceleridir. Çünkü aşık maşukuna hayrandır ve ona
ulaşma çabası içindedir. Bu istek aşığın maşukuna yakınlaşmasına ve onun güzel
yönlerini kendine nakletmesine sebep olmaktadır.
Mevlânâ, bu
yakınlaşmayı “hal’
ile ifade ederek, aşığın yaşadığı lezzetler ile Rabbi’ne yakınlaştığını ve
böylece aşkını arttırarak aşkta bir üst merhaleye ulaştığını söylemektedir.
Aşık, aşkı ile Allah ile irtibat kurar ve gerçek varlıklar âleminden bilgiler
alarak erdemli olur. Âlem Allah’ın aynası olup aşık için her zerrede kendinden
alametler bulundurmaktadır[438].
İbn Sînâ’da âlemde Allah’ın yaratmış olduğu ve kendinden olan iyi, güzel ve aşk
alametleri ile yaratılmış varlıklara aşk sunmakta ve varlıklarını tazim yolunu
açmaktadır diye düşünmektedir[439].
Her varlıkta
Allah’tan illetlerin olması varlıkların devamı ve kuvvetleri için kendilerine
aşk yolu ile verilmiştir. Âlemin devamı ise adalet, iyilik ve güzellik ile
mümkün kılınmıştır. Bu haslet ise Mutlak Varlık olan Allah’ın ahlakındadır. Bu
sebeple her varlıkta bulunan vacip aşk, varlıklara düzenleyici olarak hayat
yolunu açmaktadır[440].
İbn Sînâ’nın bu düşüncesinin ardından ise, her varlığın yaratılış gayesine
uygun hareket neticesinde Tanrı’ya benzeme yolunu açmaktadır. Aşkın bir alameti
olarak da aşığın maşukuna benzemesini gösteren İbn Sînâ, aşkın gayesine bu
şekilde ulaşacağını savunmaktadır. Çünkü her aşık maşukuyla birleşecek ve bu
birleşme neticesinde benzerlikler meydana çıkacaktır. İnsanın nefsini
meleklerin nefsine benzediğini belirterek insanın sonsuzlukla beraber yol
alacağını söylemektedir[441].
Mevlânâ, İbn
Sînâ’nın sıkça üzerinde durduğu “aşığın maşuka benzemesi’
tabiri yerine, “aşığın maşukun ahlakıyla ahlâklanması” olarak görmektedir.
Ancak Mevlânâ’nın ahlak ile kastettiği mana yine İbn Sînâ’nın da kabul ettiği
ve aşkın neticesi olarak gördüğü “Birlik’
tir. Çünkü Mevlânâ, aşığın Allah ile aradaki perdeleri kaldırarak Hakk’ta fani
olması ile gerçek aşkı Allah’ın Varlığında hissetmesi neticesinde beka
bulacağını savunmaktadır. Böylece aşık, maşukunun hali üzerine
hallenecektir[442].
İbn Sînâ’ya göre
her varlık, kendinden bir önceki varlığa benzeme yönünden illetlidirler.
İnsanın kendi anne ve babasına benzemesi de bununla aynıdır. İllet var
olmadıkça, malulün ortaya çıkmaması gibi her varlık bir öncekinin etkisi
altında, ve ondan bir parça taşımaktadır[443].
Böylece “ilk benzeyen”e benzeme
zinciri devam edip giderek, ilahi olana yakınlaşmaya çalışmaktadır. İlk illet
ilahi nefislerin maşuku olduğundan, beşer ve melek nefisleri, mutlak iyinin
zatına benzemeye çalışarak harekete geçer. Bu benzemeye çalışma, hareketin
sonu, fazilet ve kemalle ulaşmadır[444].
İbn Sînâ’nın bu düşüncesi onun benzerliğe maddi bir yön de katarak cisimler
arasındaki çekimi aşka dahil etmesinden kaynaklanmaktadır[445].
Ancak Mevlânâ, cismi araz olarak görmekte, arazı da Allah’ın varlığını aynası
olarak görmektedir[446].
Cisimleri gerçek varlık olarak kabul etmeyen Mevlânâ, her varlığın ilahi bir
lütuf ile var olduğunu ancak gerçek aşığın bunlara yönelmeyeceğini
söylemektedir. Dünyaya ve içindekilere İbn Sînâ kadar anlam yüklemeyen Mevlânâ,
görünen varlıkların kesretin ürünü olduğunu ve kesretten “birlikle
ulaşmada aldatıcı olduğunu söylemektedir[447].
Mevlânâ’nın
âlemin varlık olarak meydana gelişini İbn Sînâ gibi aşka dayandırdığı,
varlıkların Allah’ın sıfatlarının birer yansıması olarak gördüğünü
belirtmiştik. Onun bu düşüncesi İbn Sînâ’nınkiyle paralellik arz etmektedir.
“Çünkü
onun maddi varlığı, bedeni balçıktan yaratılmıştır ama gönül ateştendir,
alevdendir. Her cins kendi cinsine meyleder.
Her
yıldız göğün etrafında döner. Çünkü cins cinsi ile anlaşır, onunla safa bulur
huzura kavuşur.
Mıknatıs
nasıl demiri çekerse, benlikten kurtulan, yok olan kişide yokluğa kapılır,
yokluğun çevresinde döner, dolaşır.”[448]
Beyitlerinden de
anlaşılacağı gibi uygun olan cinslerin birbirine meyli olduğu gibi, ruhun öz
itibariyle Allah’tan olması da insanın maddi varlığından sıyrıldıktan sonra
Allah’ta huzur bulacağı sonucunu çıkarmaktadır. İbn Sînâ ile Mevlânâ’nın aşkın
hareketi olarak gördüğü dairevi hareketi benimsemekte ve gök cisimlerinin
dönüşünü aşka bağlamaktadır. Gök nefislerinin varlık sebebi olan gök akıllarına
ulaşmak ve onlara benzemek için bu hareketin tabii bir sonuç olduğunu
söylemektedir[449].
Mevlânâ ve İbn
Sînâ’nın aşığın maşukuna benzemesi yönünden ortak oldukları bir diğer nokta
ikisinin de Allah’ın ihlaslı kullarının kendi emir ve yasaklarına uyması
neticesinde Allah’ın kuluna, kulunun da Allah’a aşık olacağını beyan ettiği
hadisine dayanmalarıdır[450].
Kul, Rabb’ine aşk ile yöneldiği zaman kendi benliğini Allah’ın sıfatlarının
kulluğuna ulaştırarak insan-ı kamil derecesine yükselmektedir.
Yaratılmış her
şeyin özünü fark eden insan, varlığını özünü Allah’ta bulur ve her neye baksa
Allah’ın ihsanı olduğunu fark ederek Rabb’ine hayranlık duymaya başlar. Bu
hayranlık kendi varlığının aslında bir hiçten ibaret olduğu gerçeğini ortaya
koyar. Aşık bu halin Allah’ın murad ettiği yaşama biçimi olduğunu bilir ve
Allah’ın varlığını daima bulma, bilme, aşık olma, benzeme ve O’na ulaşma
neticesinde yaşanacak mutluluğu kazandırmaktadır[451].
Bu durum ise her iki düşünürümüz içinde aşık için kolaylıkla
elde edilecek bir durumdur. Çünkü her varlık Allah’ın iyiliği, ihsanı, feyzi,
nuru ve güzelliği ile donatılmıştır. Hayatın devamı ve varlıkların düzenini
sağlayan aşk, Allah’ın merhameti, inayeti olarak belirmektedir.
5.
AŞKIN
NETİCESİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Mevlânâ ve İbn
Sînâ’nın aşka bakış açıları aşkın yaratılışından başlayan kaynakta ortaya
çıkmıştı. Bunun doğal sonucu olarak da aşkın tüm varlıklara nüfuzu iki
filozofumuz içinde farklı yollarla olmaktaydı. Çünkü aşk varlıkların her
birinde mevcut olduğu şekliyle mümkün âlemde mevcudiyetlerini korumaktadırlar.
Ancak varlıkların bünyelerinde olan bu aşkın da gaye ve doğal neticesinin
olması mutlaktır. Çünkü aşk malullerin aslı gibi görülmekte ve her iki
düşünürümüz tarafından bunun ispat ve delilleri ortaya konmaktadır.
İbn
Sînâ’nın aşk üzerine yazdığı risalesinde, aşkın tanımını yaptıktan sonra “Aşk, ayrılan şeylerden
olursa, ayrı olduğu sırada ona meyletmenin, var olduğu sırada da onunla bir
olmanın mebde ’idir. Sonra, varlıkların her biri, kendine uygun olanı güzel
bulmakta ve bu yok olunca ona temayül etmektedir.”
der[452].
İbn Sînâ’nın
sûdur nazariyesi ile açıkladığı varlıkların ilk meydana gelişi ve son olarak
ayaltı âleminde hayatın varolması, varlıkların bünyelerinden saf iyilik ve
güzellikten illetler bulundurarak olmaktadır. Kendi varlıklarında kemalden
eksiklik olması hasebiyle, kendine en uygun olan bir başka varlığa meyleden
aşık varlık,
olgunluğa ve
kemalliğe erişme çabasıyla bünyesine sonradan ilişmiş ve gerçeklik yönü zayıf
olan kötülükten uzaklaşmaya, diğer felsefecilerinde üzerinde durdukları, aşk-
nefret çatışması yaşayarak maşukuyla bir olmaya çalışır. İbn Sînâ, aşığın
maşukuna ulaşma çabasını aşk olarak görmektedir. Ancak, aşık maşukuna ulaşınca
aşk hissinin mahiyetinin ne olduğu konusunda pek açıklama yapmamıştır.
Risalenin başından sonuna dek aşkın varlıkların hüviyetinde nasıl meydana
geldiği ve bünyeye vacip bir yönden ilişmiş olan aşkın, kemalata ulaşmak için
varlıklardaki halleri anlatılmaktadır.
İbn Sînâ, yukarıda
da naklettiğimiz gibi, çok kısa ve geçiştirilmiş bir şekilde “bir
olmanın mebde ’i” olarak ifade ettiği maşuka
ulaşma şekli hakkında aydınlatıcı bir bilgi vermemektedir. Ancak sık sık
vurguladığı “ilahi murad’
ile Allah’ın “bilinmeyi isteme”sidir.
İbn Sînâ bu konuda Tanrı’nın bilinmesi ile, varlığın ilk kastini bilmek
olduğunu ve her varlığı O’na bağlı olarak görmeyle aynı olduğunu söylemektedir.
İbn Sînâ’ya göre Allah, malulleri vasıtasıyla kendi tecellisine nail olunmasına
aşıktır. Bu gaye ile yaratılan her varlık, içinde bulunan aşk ile daima Allah’ı
bilme, anma, sevme, arama ve uygunlarla olgunlaşma ile neticelenir. Çünkü her
zaman ve her şeyde idrak ve tasavvurları daima Tanrı’yı bilme ve bu bilgi
neticesinde gerçekleşen aşkın varolmasından dolayı, artık kendilerini dahi fark
edemezler ve kendi varlıklarını düşünemezler[453].
İbn Sînâ’nın en açık şekilde kastettiği aşkta yok olma yani Fena Fi’llah
makamıdır.
Mevlânâ’nın bu
konuda söyledikleri şüphesiz ki İbn Sînâ’nınkine nazaran oldukça fazladır. Çünkü
İbn Sînâ aşkı ayaltı âleminde en yoğun yaşanan yer olarak görmektedir. Oysa
Mevlânâ, dünya hayatının aşık için ayrılık yeri olarak görerek, aşığın
maşukundan uzaklaştığı en son nokta olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla âlemin,
Allah’ın feyzinin yansıması, nurunun aynaya aksi olarak gerçek olmadığını
savunmaktadır. Çünkü, aşık ve maşuk birbirinden ayrıdır. Aşık Allah’a ulaşmak
için kendisine dünyadan bir şeye yönelmemelidir. İlahi murad, insanın
kesretteki vahdet ışığını fark ederek cüzi varlıktan külli varlığa
varmalarıdır. Bu şekilde düşünen Mevlânâ, aşkın son noktası olarak Fena
Fi’llah makamının ardından gelecek olan
ehadiyyet mertebesinden bahsetmektedir.
“Zeyd
dedi ki: "Günlerce aç, susuz bulundum, geceleri de Allah aşkı Ve ayrılık
ateşi ile yanıp yakıldığım için uyuyamadım.
Mızrağın ucu kalkanı nasıl
deler geçerse, ben de gündüzlerden gecelerden öyle geçtim, onlara ve onlarda
geçen hadiselere bağlanıp kalmadım.
Bu yüzden gecesi, gündüzü
olmayan öyle bir âleme (ehâdiyyet âlemine) ulaştım ki, orada bütün şeriatler,
bütün dinler birdir. Bir saat ile yüzbinlerce yıllar birdir.
O ehadiyyet âleminde, ezel
ile ebed birleşmiştir. Fakat, anlayışsızlığı yüzünden akıl oraya yol bulamaz.””[454]
Aşığın varlığı,
Allah’ın esma ve sıfatlarının âlemde fark etmesi ve O’nun varlığını her
varlıkta hissetmesi neticesinde Allah’a varmanın çokluk âleminden sıyrılmakla
mümkün olabileceğini fark eder. Şahit olunan bu âlem, sidretü’l-münteha
âlemidir. Bu noktadan sonra aşık, vücut olarak, yani beden-ruh ikiliği olarak
varlığını devam ettiremez. Allah’ın sıfatlarıyla teker teker karşılaşan aşık,
aşkta yaşadığı hal üzere kalmamakta ve daima ilerlemektedir.
SONUÇ
Aşk, filozoflar
tarafından mahiyet olarak âlemin içinde veya dışında mevcut bir sistem gibi
işlemekte ve âlemin varlığının devamını sağlamada ilk amil olarak
görülmektedir. Bunun en belirgin kanıtı ise, şüphesiz ki felsefenin başladığı
zamandan günümüze değin süregelmiş olan varlık sisteminde kendini
göstermektedir. İster batı felsefesinde olsun, ister İslam felsefesinde olsun
bu düşünce kabul görmektedir.
İbn Sînâ ve
Mevlânâ’nın aşk hakkında ortaya koydukları düşünceler ne onlar için ilktir,
nede son olacaktır. Hatta, aşkın mahiyeti incelendiğinde, aşk, felsefenin tüm
konularını içine alacak kadar geniş bir etkiye sahip olduğunu gördük. Öyle ki,
İbn Sînâ, Aşk, Aşık ve Maşuk olarak Allah’ın bu düzeni kurduğunu ispat etme
amacıyla, her varlıkta aşkın gırizi bir şekilde mevcut olduğunu öne
sürmektedir. Ancak İbn Sînâ, bu düşüncesini ortaya koyarken Aristo’nun
“hareketsiz neden” ilkesinden yola çıkmış, hareketsizliği, aşkın kazandırmış
olduğu hayat ile bütünleştirerek, bir anlamda “yok”luk ile aynı manada olan
hareketsizliği kaldırmıştır. Çünkü, hayat hareket demektir ve hareket aşkın
alametlerinin ilkidir. Bu sebeple Tanrı ne hareketsiz olacaktır ne de müdahale
etmeyen bir varlık.
Aşkın çıkış
noktasını Tanrı olarak addeden İbn Sînâ, Tanrıdan sudur eden her varlıkta
Allah’ın tecellisi ile aşktan bir parça olduğunu ve bu parçalar sayesinde
âlemin düzeninin sağlandığını düşünmektedir. Böylece, her parça bütün
olabilmek, kemale ulaşabilmek gayesi ile birbirlerine aşık olma ve aşk
neticesinde birleşmeyi arzulayarak, Tanrı’n muradını yerine getirmeyi amaç
edinmektedirler, diye düşünür.
Mevlânâ ise, İbn
Sînâ’ya nazaran aşk hakkında daha fazla çözümleme yapmasına rağmen, aşka İbn
sina kadar değer yüklememiş, aşkın sadece gerçeğe ulaşmada vasıta görevi olarak
addetmiştir. Aşk, Allah için hissedildiğinde hakikata açılan kapıya kadar
varlığı taşımakta, sonrasında ise yine aşk hakikat karşısında varlığını yok
saymaktadır.
Biz yapmış
olduğumuz bu karşılaştırma ile, felsefenin her kademesinde daha da değer
kazanacağına inandığımız aşk felsefesinin önemine değinme maksadıyla İbn Sînâ
ve Mevlânâ’nın düşüncelerini en açık ifadelerle ortaya koyduk. Ve gördük ki,
sadece aşk mevzusunda değil, aşkın, felsefenin her konusunu kapsayacak derecede
Mevlânâ ve İbn Sînâ’nın felsefeleri içinde olduğu görülür. Ancak Mevlânâ ile
İbn Sînâ’nın âleme ve varlığın meydana gelişine bakış açıları farlı olduğundan,
aşka, amil olarak farklı kategorilerde değer verdikleri görülmektedir. İbn
Sînâ, ayaltı âleminde kötülüğün mevcudiyetini savunarak, kemale ermede
kötülüklerden kaçma ve mutluluğa ulaşarak en mükemmel düzenin meydana
gelmesinde çok önemli bir etken olduğunu ileri süre. Ancak Mevlânâ, âlemde
kötülüğün olmadığını, her şeyin ezelde mükemmel bir düzen içinde yaratılmış
olduğundan Vahdet-i Vücutçu bir düzen ile aşkı ortaya koyar. Her varlık, aşk
ile rabbine bağlıdır ve bu bağlılık sayesinde âleme hayat sunulmuştur. İbn Sînâ’nın
bu konuda düşünceleri Vahdet-i Vücut anlayışından uzak olduğu, yukarıda ifade
ettiğimiz nazariyelerden anlaşılmaktadır.
Yapmış olduğumuz
bu karşılaştırma çalışmamız için diyebiliriz ki, İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın
buluştukları ortak nokta, aşkın Allah’ın muradı olduğudur. Aşk kaynak olarak
Allah’tan gelmekte ve aşkın yaşanması için, âleme, varlıklara ve insana her
türlü imkânı sunmaktadır. Çünkü, âlemin ve insanın varlığının gayesi, Allah’ın
istemesi üzerine ve O’nun istediği şekle göre varolmaktır.
BİBLİYOGRAFYA
ALFRED, Weber, Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, Sosyal Yay.,
İstanbul 1991. ALPER, Ömer Mahir, “İbn Sînâ”, TDVİA, İst. 1999.
ALTINTAŞ,
Hayrani, İbn Sînâ Metafiziği, AÜİFY, Ankara 1985.
______ ,______ İbn
Sînâ Metafiziği, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1997.
______ ,______ Tasavvuf
Tarihi, AÜİFY, Ankara 1991.
ARASTEH, A. Reza, Mevlânâ
Celaleddin Rumi’nin Kişilik Çözümlemesi- Aşkta ve
Yaratıcılıkta
Yeniden Doğuş, Kitabiyat Yay., Ankara 2000.
ATAY, Hüseyin, Fârâbî ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, Ankara Ünv.
Basımevi, Ankara 1974.
AYDINLI, Yaşar, Farabi’de Tanrı- İnsan İlişkisi, İz Yay.,
İstanbul 2000. BARDAKÇI, Mehmet Necmettin, Tasavvuf, Fak. Yay., Isparta 2000.
BEGÜM, Nurcihan, “Mevlânâ Celaleddin Rumi ve Kebir’de Özel
Felsefenin Estetiği”, Mevlânâ-Bilgi Şöleni, (271-290).
BULAÇ, Ali, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe, Vahiy-Akıl İlişkisi,
İz Yay., İstanbul 2000.
______ ,______ İslam
Düşüncesinde Din-Felsefe/ Vahiy-Akıl İlişkisi, Beyan Yay.,
İstanbul
1994.
Büyük
Lügat Ve Ansiklopedi, “Aşk”, Meydan Yay., İstanbul 1990.
CAN, Şefik, Mevlânâ, Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, Ötüken Yay.,
İstanbul 2003. CEBECİOĞLU, Ethem, “Âlem-i Ervah”, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü,
Ankara
1997.
CEBECİOĞLU, Ethem, “Aşk”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara 1997.
CEVİZCİ,
Ahmet,”Aşk”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay. İstanbul 2002.
CİHAN, A. Kamil, İbn Sînâ ve Gazali’de Bilgi Problemi, İnsan
Yay., İst. 1998. COLEMAN, Barks, “Fena ve Beka Rumi’nin Şiirlerinin Eşiğinden
Geçen İki Yol”, Mevlânâ- Bilgi Şöleni, Ankara 2000, (553-564).
ÇAĞRICI,
Mustafa, “Hevâ”, TDVİA, İstanbul 1998, C. XVII.
______ ,______ İslam
Düşüncesinde Ahlak, İst. 1989.
ÇUBUKÇU, İbrahim Agah, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe
Hareketleri, Ankara 1991.
DEMİRCİ,
Mehmet, “Hakikat-i Muhammediyye” mad., TDVİA., C. 15.
DEVELİOĞLU,
Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1995.
DODURGALI,
Abdurrahman, İbn Sînâ Felsefesinde Eğitim, İFAV, İstanbul 1995.
DURUSOY, Ali, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri,
İFAV, İstanbul 1993.
EL-CEVZİYYE,
İbnu’l-Kayyim, Aşıklar Kitabı, Şule Yay., İstanbul 2002.
ERAYDIN,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV Yay., İstanbul 1997.
FARABİ,
El-Medinetü’l Fazıla, Çev. Nafız Danışman, M.E.B., İstanbul 1990.
GAZZALİ, Kimya-ı Saadet, çev. Abdurrahman Aydın, Aydın Yay.
İstanbul, basım tar. Yok.
GILSON, Etıenne, Ortaçağ Felsefesinin Ruhu, Çev. Şamil Öçal,
Açılım Kitapevi, İstanbul 2003.
GOICHON, A.M., İbn Sînâ Felsefe ve Ortaçağ Avrupasındaki
Etkileri, Çev: İsmail Yakıt, Ötüken yay., İst. 1993.
GURER, Dilaver, “Mesnevî’de “Peygamber” Kavramı ve Peygamberler”
Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ Özel Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (103-120).
HANÇERLİOĞLU, Orhan, “Sevi”, Felsefe Ansiklopedisi, Kavramlar ve
Akımlar, Remzi Kitapevi, İstanbul 1993, C. IV.
HAZINI, Sultan Ahmed Bin Mahmud el-Kuraşi, Cevahiru’l-Ebrar,
(nşr. Cihan OKUYUCU), Kayseri, 1995
HEYET,
“Aşk”, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, İstanbul 1985.
HOCA,
Nafız, “Bakli”, TDVİA, İstanbul 1991, C. IV.
IŞIK, Emin, “Hazreti Mevlânâ’da Vahdet-i Vücut Meselesi”,
Mevlânâ- Bilgi Şöleni, Ankara 2000, (45-58).
İBN
ARABÎ, İlahi Aşk, Çev: Mahmut Kanık, İnsan Yay., İstanbul 2003.
İBN MİSKEVEYH, Ahlakı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ.
Kayaoğlu, KTB.
İBN
SİNA, en-Necat, Tah. Muhiddin Sabri el-Kürdi, Mısır 1938.
______ ,______ İşaretler
ve Tembihler, Çev: Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem
Demirli,
Litera Yay., İst. 2005.
______ ,______ Kitabu’ş-Şifâ,
Metafizik, çev: Ekrem Demirli, Ömer Türker, Litera
Yay.,
İstanbul 2004.
______ ,______ Metafizik,
Çev: Ekrem Demirli, Ömer Türker, C. I.
______ ,______ Risale
Fi Mahiyat Al-İşk, çev. Ahmet Ateş, İstanbul 1953.
İZMİRLİ,
İsmail Hakkı, İslam Felsefesi Akımları, İstanbul 1997.
______ ,______ İslam’da
Felsefe Akımları, Kitapevi, İstanbul 1995.
KARA, Kerim, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül” Tasavvuf
Dergisi- Mevlânâ Özel Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (483-524).
KARAİSMAİLOĞLU, Adnan, Mevlânâ ve Mesnevî, Akçağ yay., Ankara
2001. KAYA, Mahmut, “Farabi”, TDVİA, İstanbul 1995, C. XII.
______ ,______ Kindi-
Felsefi Risaleler, Klasik yay., İstanbul 2001.
KILIÇ,
Cevdet, Muhammed İkbal ve Fikirleri, MKVY, Ankara 1994.
KILIÇ,
M. Erol, “İbn Arabi”, TDVİA, İstanbul 1999, C. XX.
KIRKKILIÇ, Ahmet, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş,
İstanbul 1996. KİNDİ, “Işk”, Felsefi Risaleler, Çev: Mahmut Kaya, İstanbul
1994.
KOCATÜRK, Saadettin, “Mevlânâ’nın Manevi Şahsiyetinin Oluşumu ve
Mevlânâ’nın Şiirinde Aşk, Maneviyat ve Yeniden Doğuş”, Mevlânâ-Bilgi Şöleni,
(477-498). KUKUL, M. Halistin, “Mevlânâ Celalendin-i Rumi’nin Mesnevîsin’de
İnsan”, Mevlânâ- Bilgi Şöleni, (519-534).
KURTOĞLU, Zerrin, Plotinus’un Aşk Kuramı, Asa Yay., Bursa 2000,
s. 133-149 KUTLUER, İlhan, “Aşk”, TDVİA, İstanbul 1991, C. IV.
MACİT,
Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev: Kasım Turhan, İstanbul 1992.
MACİT,
Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İstanbul 1990.
MEVLÂNÂ,
Divan-ı Kebir, Çev: Şefik Can, Ötüken Yay., İstanbul 2000, C. I.
______ ,______ Mesnevî,
Çev: Şefik Can, Ötüken Yay, İstanbul 2002, C. I.
OLGUNER,
Fahrettin, “Eflatun”, TDVİA, İstanbul 1994, C. X.
Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat “Alâkâ”, İstanbul 1985.
Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat “Hevâ”, İstanbul 1985.
Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat “Vecd”, İstanbul 1985.
Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, “Aşk “, İstanbul 1985.
Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, “Hubb”, İstanbul 1985.
ÖNGÖREN, Reşat, “Mevlânâ Celaleddin-i Rumi”, TDVİA, Ankara 2004,
C. 29. ÖZKÖSE, Kadir, “Mevlânâ Düşüncesinde Firkat ve Vuslat”, Tasavvuf
Dergisi- Mevlânâ Özel Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (233-250).
ÖZTÜRK,
Yaşar Nuri, Mevlânâ ve İnsan, İstanbul 1993.
SCHOPENHAUER, Aşkın Metafiziği, Çev. Selahattin Hilav, Sosyal
Yay., İstanbul 1997.
SCHWARZ,
Fernand, Kadim Bilgeliğin Yeniden Doğuşu, İnsan Yay., İstanbul 1997.
SOYDAN, Celal, Muhammed İkbal-Aşk ve Tutku, Akçağ Yay., Ankara
2000. SUNAR Cavit, Tasavvuf Felsefesi, İSAM, İst. 1974.
TAYLAN
Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul 1985.
______ ,______ Anahatlarıyla
İslam Felsefesi, İstanbul 1985.
______ ,______ İslam
Düşüncesinde Din Felsefesi, İFAV, İstanbul 1994.
______ ,______ İslam
Felsefesi, İst. 1985.
TİTUS Burckhardt, İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş, Çev:
Fahrettin Arslan, İst., 1995.
TOPÇU, Nurettin, İslam ve İnsan- Mevlânâ ve Tasavvuf, Dergah
Yay., İstanbul 2002. ULUDAĞ, Süleyman, “Ahmed el-Gazzali”, TDVİA, İstanbul
1989, C. II.
______ ,______ “Aşk”,
TDVİA., İstanbul 1991, C. IV.
______ ,______ “Aşk”,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay. İstanbul 1991.
______ ,______ “Bayezid-i
Bistami”, TDVİA, İstanbul 1992, C V.
______ ,______ “Hallac-ı
Mansur”, TDVİA, İstanbul 1997, C. XV.
______ ,______ Sufi
Gözüyle Kadın, İnsan Yay., İstanbul 1998.
ULUTAN, Burhan, İbn Sînâ Felsefesi, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı, İstanbul 2000.
UYSAL,
Enver, “İhvan-ı Safa”, TDVİA, İstanbul 2000, C. 22.
ÜLKEN,
Hilmi Ziya, İslam Felsefesi Kaynak ve Etkileri, Cem Yay., İstanbul 1993.
______ ,______ İslam
Felsefesi, Cem Yay., İstanbul 1993.
______ ,______ Türk
Tefekkür Tarihi, İstanbul 1933, C. II.
YILMAZ,
Burhan, Bilinmeyen Mevlânâ, Kozmik Yay., İst. 2005.
YILMAZ,
H. Kamil, “Eğitimde Gönül Faktörü Mevlânâ Örneği”, Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ
Özel Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (13-24).
www.felsefeekibi.com (12.05.2004) www.mesopotamianews.com (12.05.2004)
ÖZGEÇMİŞ
1979 Bingöl’de
doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Elazığ’da tamamladım. 1997 yılında F.U. İlahiyat
Fakültesine başladım. 2002’de mezun oldum. 2003 yılında F.U. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilimdalında Yüksek Lisans Eğitimime
başladım. Elazığ’da yaşamaktayım.
94 Kılıç, M. Erol, “İbn Arabi”, TDVİA,
İstanbul 1999, C. XX, s. 500
172 Tin, 95/ 4
92
Altıntaş, a.g.e, s. 111
93
Altıntaş, a.g.e, s. 112
297 Fecr, 89/
27-28
298 İzmirli,
a.g.e., s. 150
308 Âlem-i
Ervah: Ruhlar âlemi anlamındadır. Vücud, “taayyün-i sani” ve “vahidiyyet”
mertebesinden sonra “suver-i ilmiye” bakımından “ruhlar” mertebesine iner. Bu
mertebe suver-i
aliye, cevher-i basit olarak
ortaya çıkar. Burada renk ve şekil olmadığı gibi, zaman ve mekanla da alâkâları
yoktur. Bu mertebede her ruh, kendisini ve kendi mebdei olan Hakk’ı idrak eder.
(bk. Cebecioğlu Ethem, “Âlem-i Ervah”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
Ankara 1997, s. 101)
317 Mesnevî,
C. I, s. 17
318 Mesnevî,
C. I, s. 17
327 Mesnevî ,
C.I, s. 196
329 Mesnevî,
C. II, s. 255
331 Divan-ı
Kebir, C. I, s. 146
337 Mesnevî,
C. III, s. 619-623
348 Mesnevî,
C. III, s. 564
355 Mesnevî,
C. II, s. 181
358 Mesnevî,
C. II, s. 350
371 Divan-ı
Kebir, C. II, s. 352
372 Mesnevî,
C. IV., s. 407
373 Hac,
22/ 17
374 Mesnevî,
C. IV., s. 267
377 Mesnevî,
C. III., s. 239-240
378 Mesnevî,
C. II., s. 360
379 Mesnevî,
C. III., s. 336-337
370 Mesnevî,
C. IV., s. 522-523
371 Sidretü’l-Münteha:
Mahlukun Allah’a doğru giderken ulaşabileceği son nokta. Bundan sonrası sadece
Allah’a mahsustur. Sidreden sonrasına ulaşmak mümkün değildir, çünkü varlık
burada mahv olmuş, toz haline gelmiş, silinmiştir. Sırf yokluğa bitişiktir.
(bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Sidretü’l-Münteha” Mad., s. 643)
382 Araf,
7/29
Mesnevî, C. I, s. 172
Sayısı, Sayı 14, Ankara. 2005, (233-250), s. 235
417 Vecd:
Kul, Hakk’ın sırrına muttali olduğu zaman, ruhun ulaştığı huşuya denir. Aynı
zamanda, zikrin tatlılığı hissedildiğinde ruhun şevkin galebesine tahammülden
aciz kalmasına denir. ( bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Vecd” Mad., s. 750)
418 Fena:
Fani olmak, yok olmak manasına gelir. Nesnelerin aşığın gözünden silinmesi
demektir. (bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Fena” Mad., s. 338)
Kaynak:Hilal ARSLAN, İbni Sînâ Ve Mevlânâ’nın
Aşk Felsefelerinin Karşılaştırılması ( Yüksek Lisans Tezi ) T.C. Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimlar Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı
İslâm Felsefesi Bilim Dalı Elazığ-2006
[1] Soydan,
Celal, Muhammed İkbal-Aşk ve Tutku, Akçağ Yay., Ankara 2000, s. 110
[2] Cebecioğlu, Ethem,
“Aşk”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara
1997, s.120;
Develioğlu Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1995, s. 47;
Heyet,
“Aşk”, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, İstanbul 1985, s. 73; Kindi,
“Işk”,
Felsefi Risaleler, Çev: Mahmut Kaya, İstanbul 1994, s. 69
[3] Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, “Aşk “, İstanbul 1985, s. 73
[4] Cevizci,
Ahmet,”Aşk”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay. İstanbul 2002, , s. 99
[5] Uludağ,
Süleyman, “Aşk”,Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay. İstanbul 1991, s. 58
[6] Uludağ,
Süleyman, “Aşk”, TDVİA., İstanbul 1991, C. IV, s. 11
[7] İbn Arabî,
İlahi Aşk, Çev: Mahmut Kanık, İnsan Yay., İstanbul 2003, s. 78
[8] Uludağ, a.g.e.,
s. 58
[9] İbnu’l-Kayyim
el-Cevziyye, Aşıklar Kitabı, Çev: Feyzullah Demirkıran, Savaş Kocabaş, Şule
Yay., İstanbul 2002, s. 23
[10] el-Cevziyye,
a.g.e., s.35
[11] Bakara; 2/165
[12] Bardakçı, Mehmet
Necmettin, Tasavvuf, Fak. Yay., Isparta 2000, s. 99
[13] el-Cevziyye,
a.g.e.., s.35
[14] Uludağ, a.g.m,
s. 11
[15] el-Cevziyye,
a.g.e.., s.36
[16] Bakara; 2/ 165
[17] Uludağ, a.g.e.,
s.12
[18] el-Cevziyye,
a.g.e., s.36
[19] Ahzap; 33/ 4
[20] Gazzali,
Kimya-ı Saadet, Çev. Abdurrahman Aydın, Aydın Yay. İstanbul, basım tar. yok, s.
871872
[21] Osmanlıca Türkçe
Ansiklopedik Büyük Lügat, “Hubb”, s.386
[22] Develioğlu,
“Hubb”, a.g.e., s.377
[23] İbn Arabî,
a.g.e., s. 77
[24] el-Cevziyye,
a.g.e., s.27
[25] el-Cevziyye,
a.g.e., s.31
[26] Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat “Hevâ”, s.366
[27] Uludağ,
“Hevâ”,a.g.e., s. 219
[28] Develioğlu,
“Hevâ”, a.g.e., s. 359
[29] Çağrıcı,
Mustafa, “Hevâ”, TDVİA., İstanbul 1998, C. XVII, s. 274
[30] Sad; 38/ 26
[31] İbn Arabî,
a.g.e., s. 75
[32] Osmanlıca Türkçe
Ansiklopedik Büyük Lügat “Alâkâ”, s. 41
[33] Develioğlu,
“Alâkâ”, a.g.e., s. 25
[34] Uludağ, “Alâkâ”,
a.g.e., s. 38
[35] Uludağ, a.g.e.,
TDVİA, C. 2, s. 334
[36] el-Cevziyye,
a.g.e., s.31
[37] Osmanlıca Türkçe
Ansiklopedik Büyük Lügat “Vecd”, s. 1040
[38] Develioğlu,
“Vecd”, a.g.e., s. 1141
[39] Uludağ, “Vecd”,
a.g.e., s. 514
[40] el-Cevziyye,
a.g.e.,s. 33
[41] Cebecioğlu,
a.g.e., “Vecd”, s.750
[42] Can, Şefik,
Mevlânâ, Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, Ötüken Yay., İstanbul 2003, s. 546
[43] Cebecioğlu,
a.g.e., s.762
[44] el-Cevziyye,
a.g.e., s.52
[45] Buruç; 85/ 14
[46] Hud; 11/ 90
[47] Kılıç, Cevdet,
Muhammed İkbal ve Fikirleri, MKVY, Ankara 1994, s. 176
[48] Etıenne
Gılson, Ortaçağ Felsefesinin Ruhu, Çev. Şamil Öçal, Açılım Kitapevi, İstanbul
2003, s. 321
[49] Büyük Lügat Ve
Ansiklopedi, “Aşk”, Meydan Yay., İstanbul 1990, s. 786
[50] Hançerlioğlu,
Orhan, “Sevi”, Felsefe Ansiklopedisi, Kavramlar ve Akımlar, Remzi Kitapevi,
İstanbul 1993, C. IV, s. 71
[51] Hançerlioğlu, “Sevi”,
a.g.e., s. 71
[52] Kutluer, İlhan,
“Aşk”, TDVİA, İstanbul 1991, C. IV, s.17
[53] Gökberk, Macit,
Felsefe Tarihi, Remzi Kitapevi, İstanbul 1990, s. 35
[54] Alfred Weber,
Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, Sosyal Yay., İstanbul 1991, s. 29
[55] Taylan, Necip, Anahatlarıyla
İslam Felsefesi, İstanbul 1985, s. 59
[56] Gökberk, a.g.e.,
s. 35
[57] Empedoklesin
bu yaklaşımı; ilk yaratılışta ayrılan unsurların tekrar birleşmesi, İslam
inanışındaki kıyamet ile benzerliği göze çarpmaktadır.
[58] Alfred Weber,
a.g.e., s. 29
[59] Kutluer, İlhan,
“Aşk”, TDVİA, İstanbul 1991, C. IV, s.17
[60] Fernand Schwarz,
Kadim Bilgeliğin Yeniden Doğuşu, İnsan Yay., İstanbul 1997, s. ...
[61] Büyük Lügat Ve
Ansiklopedi, “Aşk”, C. I, s. 101
[62] Eflatun’un,
“nefsimizin önceden şahit olduğu mükemmelliği” ifadesi bize, İslam Felsefesinde
sıkça adı geçen ve İslam dininin temel inanışlarından biri olan Âlem-i Ervah’ı
hatırlatmaktadır.
[63] Fernand Schwarz,
a.g.e., s...
[64] Olguner,
Fahrettin, “Eflatun”, TDVİA, İstanbul 1994, C. X, s. 470
[65] Kutluer, a.g.m.,
“Aşk”, İstanbul 1991, C. IV, s.17
[66] Taylan, a.g.e.,
s. 73
[67] Kutluer, a.g.m,
s. 17
[68] Kutluer, a.g.m,
s. 17
[69] Kutluer, a.g.m.,
s. 17
[70] Hançerlioğlu,
“Sevi”, a.g.e., s. 71
[71] Kurtoğlu,
Zerrin, Plotinus’un Aşk Kuramı, Asa Yay., Bursa 2000, s. 133-149
[72] İbn Miskeveyh,
Ahlakı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, KTB, Ankara 1983, s.
125
[73] Büyük Lügat Ve
Ansiklopedi, “Aşk”, s. 101
[74] Schopenhauer,
Aşkın Metafiziği, Çev. Selahattin Hilav, Sosyal Yay., İstanbul 1997, s. 13
[75] Kaya, Mahmut,
Kindi- Felsefi Risaleler, Klasik yay., İstanbul 2001, s. 232
[76] Hilmi Ziya
Ulken, İslam Felsefesi, Cem Yay., İstanbul 1993, s. 61
[77] Kaya, a.g.e., s.
232
[78] Aydınlı, Yaşar,
Farabi’de Tanrı- İnsan İlişkisi, İz Yay., İstanbul 2000, s. 45
[79] Hüseyin Atay,
Fârâbî ve İbn Sînâya Göre Yaratma, A.U.Y. Ankara 1974, s. 103
[80] Aydınlı, a.g.e.,
s. 45
[81] Necip Taylan,
İslam Düşüncesinde Din Felsefesi, İFAV, İstanbul 1994, s. 126
[82] İsmail Hakkı
İzmirli, İslam Felsefesi Akımları, İstanbul 1997, s. 85
[83] Aydınlı, a.g.e.,
s. 45
[84] Farabi,
El-Medinetü’l Fazıla, Çev. Nafız Danışman, M.E.B., İstanbul 1990, s. 28
[85] Aydınlı,
a.g.e.,, s. 45
[86] Bulaç, Ali,
İslam Düşüncesinde Din-Felsefe, Vahiy-Akıl İlişkisi, İz Yay., İstanbul 2000,
s.127
[87] Kaya, Mahmut,
“Farabi”, TDVİA, İstanbul 1995, C. XII, s. 152
[88] Farabi, a.g.e.,
s. 79
[89] Kaya, Mahmut,
a.g.m., s. 153
[90] İbn Miskeveyh,
Ahlakı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, KTB, s. 125
[91] Uludağ,
Süleyman, Sufi Gözüyle Kadın, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 117
[92] İbn Arabi,
a.g.e., s. 43
[93] Hâzinî, s.
200, 212. ,..^jjâj*i ^ ^ Cki Ujcî jî c^ii Ujcî V lji£ ciS Ya da meşhur lâfızla
: ...C^ii lji£ ciS şekliyle Tasavvuf kaynaklarında çokça zikredilen,
mutasavvıfların dilinde, Kutsî Hadis olarak şöhret bulan bu rivâyetin,
muhaddisler tarafından Mevzû’ olduğu ittifakla ifade edilir.: ‘Aclûnî, II/ 132,
nr. 2016.; İbn ‘Arrâk, Tenzîh, I/ 148, nr. 44. ; ‘Ali el- Kârî, s. 269, nr.
333.
[94] Zariyat, 51/ 56
[95] İbn Arabi,
a.g.e., s. 39
[96] İsra, 17/ 44
[97] Maide, 5/ 54
[98] İbn Arabi,
a.g.e., s.47
[99] Uludağ,
Süleyman, “Hallac-ı Mansur”, TDVİA, İstanbul 1997, C. XV, s. 379
[100] Uludağ,
Süleyman, “Hallac-ı Mansur”, TDVİA, İstanbul 1997, C. XV, s. 379
[101] Uysal, Enver,
“İhvan-ı Safa”, TDVİA, İstanbul 2000, C. 22, s. 1
[102] Kutluer, İlhan,
“Aşk”, TDVİA, İstanbul 1991, C. IV, s.17
[103] Uludağ,
Süleyman, “Bayezid-i Bistami”, TDVİA, İstanbul 1992, C V., s. 240
[104] Hoca, Nafız,
“Bakli”, TDVİA, İstanbul 1991, C. IV, s. 546
[105] Uludağ,
Süleyman, “Ahmed el-Gazzali”, TDVİA, İstanbul 1989, C. II, s. 70
[106] el.Cevziyye,
a.g.e., s. 71
[107] el-Cevziyye,
a.g.e., s. 72
[108] el-Cevziyye, a.g.e.,
s. 72
[109] Ahmed b. Hanbel,
Müsned’dinde Hz. Aişe’den nakleder, bk. El-Cevziyye, a.g.e., s. 78
[110] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 79
[111]El-Cevziyye, a.g.e., s. 73
[112] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 73
[113] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 74
[114] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 75
[115] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 151
[116] Vecd: Hakk’ın
sırına ulaşıldığı zaman ruhun yoğun olarak hissettiği huşu, kalbin Allah
tarafından bir varide tesadüf edip, o varid sebebiyle kendisinde huzur ve
sürurun ortaya çıkmasıdır. (bkn. Cebecioğlu, a.g.e., “Vecd" Mad., s. 750)
[117] İbn Arabi,
a.g.e., s. 27
[118] Fatır; 35/15
[119] el-Makdisi,
a.g.e., s. 36
[120] Hâzinî, s. 16.
Bu rivâyet, kaynaklarda geçen...*^4 Jj mj£ ^ j ,Mj^ı aüİI Uj J Kutsî
Hadîs’inden mülhemdir : Buhârî, Rikâk, 38 : Ebû Hureyre’den ; Ebû
Ya’la, Müsned,
XII/520, nr.
7087 : Meymûne’den ; Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, X/269 : Aişe’den ; İbn Hacer,
el- Metâlib, I/ 139, nr. 505 : Meymûne’den
[121] el-Makdisi,
a.g.e., s. 33
[122] “Allah Adem’i
kendi suretinde yarattı”, “Yüze küfretmeyiniz, çünkü Allah Adem’i Rahman
suretinde yarattı”, “Rabb’imi en güzel surette gördüm” hadisleri buna örnektir.
[123] İbn Arabi,
a.g.e., s. 32
[124] el-Makdisi,
a.g.e., s. 34
[125] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 275
[126] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 276
[127] Enfal, 8/ 45,
“Ey inananlar! Bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın; başarıya erişebilmeniz
için Allah'ı çok anın.”
[128] Ali İmran,
3/31, "Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder".
[129] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 301
[130] Buhari, Müslim.
[131] Buhari, Müslim,
Ebu Davud, İbn Mace
[133] Sunar Cavit,
Tasavvuf Felsefesi, İSAM, İst. 1974, s. 213
[134] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 271
[135] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 272
[136] Fussilet, 30-32
[137] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 274
[138] Nisa, 38; Kehf,
50; Nahl, 63; Hacc, 4; Nisa, 119-121
[139] El-Cevziyye,
a.g.e., s. 275
[140] İbn Arabi,
a.g.e., s. 63
[141] İbn Arabi,
a.g.e., s. 64
[142] İbn Arabi,
a.g.e., s. 66
[143] İbn Arabi,
a.g.e., s. 57
[144] Sekr:
Sarhoş, sarhoşluk manasındadır. Kalbe gelen varidin etkisiyle, salikin ihsastan
çıkıp, gaybete düşmesidir. Sekr tam olmayıp hisler tam kaybolmazsa bu salik
mütesakirdir. (bkn. Cebecioğlu, a.g.e., “Seki", s. 626)
[145] Titus Burckhardt,
İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş, Çev: Fahrettin Arslan, İst., 1995, s. 38
[146] İbn Arabi,
a.g.e., s. 60
[147] İbn Arabi,
a.g.e., s. 66
[148] Hâzinî, s. 200,
212. ^ ^ ciki Ujeî jî Ujcî v ljj£
cS
Ya da meşhur lâfızla : ljj£ cS şekliyle Tasavvuf kaynaklarında çokça
zikredilen, mutasavvıfların dilinde, Kutsî Hadis olarak şöhret bulan bu
rivâyetin, muhaddisler tarafından Mevzû’ olduğu ittifakla ifade edilir.: ‘Aclûnî,
II/ 132, nr. 2016.; İbn ‘Arrâk, Tenzîh, I/ 148, nr. 44. ; ‘Ali el- Kân, s. 269,
nr. 333.
[149] İbn Arabi,
a.g.e., s. 39
[150] Rad, 13/13.
[151] İsra, 17/44.
[152] Enbiya, 21/20.
[153] Nur, 24/41-42.
[154] Rum, 30/17-8.
[155] Saffat,
37/164-6.
[157] İbn Arabi, a.g.e., s. 44
[158] Alper, a.g.m.,
s. 336-340
[159] İbn Sînâ, Risale
Fi Mahiyat Al-İşk, çev. Ahmet Ateş, İstanbul 1953, s. 3
[160] Burhan Ulutan,
İbn Sînâ Felsefesi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2000, s. 90
[161] Ulutan, a.g.e,
s. 91
[162] Ulutan, a.g.e,
s. 91
[163] Ali Durusoy, İbn
Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İFAV, İstanbul 1993, s. 46
[164] Cihan, A. Kamil,
İbn Sînâ ve Gazali’de Bilgi Problemi, İnsan Yay., İst. 1998, s. 78
[165] Hayrani
Altıntaş, İbn Sînâ Metafiziği, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1997, s. 74
[166] Altıntaş, a.g.e,
s. 75
[167] Altıntaş, a.g.e,
s. 74
[168] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[169] Dodurgalı,
Abdurrahman, İbn Sînâ Felsefesinde Eğitim, İFAV, İstanbul 1995, s. 115
[170] Altıntaş, a.g.e,
s. 83
[171] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[172] Altıntaş, a.g.e,
s. 83
[173] Atay, Hüseyin,
Fârâbî ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, Ankara Ünv. Basımevi, Ankara 1974, s.
[174]98
178
İbn Sînâ, a.g.e., “Giriş” Hilmi Ziya Ülken, İstanbul 1953,
s. IX
[175] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 3
[176] Tin, 95/ 4
[177] Goıchon, A.M.,
İbn Sînâ Felsefe ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri, Çev: İsmail Yakıt,
Ötüken yay., İst. 1993, s. 72
[178] İbn Sînâ,
Kitabu’ş-Şifâ, Metafizik, çev: Ekrem Demirli, Ömer Türker, Litera Yay.,
İstanbul 2004, s. 27
[179] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 35
[180] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 36
[181] İbn Sînâ,
en-Necat, Tah. Muhiddin Sabri el-Kürdi, Mısır 1938, s. 245
[193] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 13
[194] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 14
[195] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 14
[196] Ulutan, a.g.e,
s. 49
[197] Atay, a.g.e, s.
95
[198] Ulutan, a.g.e,
s. 49
[199] Ulutan, a.g.e,
s. 50
[200] Atay, a.g.e, s.
96
[201] Altıntaş, a.g.e,
s. 114
[202] Ulutan, a.g.e,
s. 50
[203] Durusoy, a.g.e,
s. 70
[204] Fahri Macit,
İslam Felsefesi Tarihi, çev: Kasım Turhan, İstanbul 1992, s. 134
[205] Durusoy, a.g.e,
s. 70
[206] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 3
[207] İbn Sînâ, en-Necat,
s. 245
[208] Altıntaş, a.g.e,
s. 72
[209] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 3
[210] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 15
[211] Taylan Necip,
Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul 1985, s. 215
[212] Altıntaş, a.g.e,
s. 83
[213] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[214] Fahri, a.g.e, s.
136
[215] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[216] Altıntaş, a.g.e,
s. 84
[217] İbn Sînâ,
İşaretler ve Tembihler, Çev: Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli, Litera
Yay., İst. 2005, s. 110
[218] Durusoy, a.g.e,
s. 75
[219] Durusoy, a.g.e.,
s. 76
[220] Fahri, a.g.e.,
s. 126
[221] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[222] İşaretler ve
Tembihler, s. 115
[223] Taylan, Necip,
İslam Felsefesi, İst 1985, s. 215
[224] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 8
[225] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 8
[226] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[227] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 246
[228] Durusoy, a.g.e.,
s. 150
[229] Altıntaş,
a.g.e., s. 23
[230] Durusoy, a.g.e.,
s. 149
[232] Durusoy, a.g.e.,
s. 188
[233] Taylan, a.g.e.,
s. 217
[234] İzmirli, İsmail
Hakkı, İslam’da Felsefe Akımları, Kitapevi, İstanbul 1995, s. 153
[235] Dodurgalı,
a.g.e., s. 195
[236] Bulaç, Ali,
İslam Düşüncesinde Din-Felsefe/ Vahiy-Akıl İlişkisi, Beyan Yay., İstanbul 1994,
s. 133
[237] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[238] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 12
[239] Bulaç, a.g.e.,
s. 132
[240] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[241] Cihan, a.g.e.,
s. 78
[242] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[243] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 12
[244] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 8
[245] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[246] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[247] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 12
[248] Altıntaş,
a.g.e., s. 72
[249] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 13
[250] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[251] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 18
[252] İzmirli, a.g.e.,
s. 152
[253] Durusoy, a.g.e.,
s. 188
[254] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 13
[255] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 15
[256] Bulaç, a.g.e.,
s. 132
[257] Bulaç, a.g.e.,
s. 133
[258] Durusoy, a.g.e.,
s. 188
[259] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 13
[260] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 18
[261] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 19
[262] Fena
Fi’llah: Allah’ta fani olmak, kulun zat ve sıfatının, Allah’ın zat ve sıfatında
fani olması anlamındadır. Dünya ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak,
Allah’a yönelerek istiğrak (bir şeyi baştan başa kaplamak) hali meydana gelir.
Yani kişi, tüm varlığını Allah’a vererek ölü gibi olur. “Ölmeden ölmek.” Bu
manada kullanılmaktadır. (bk. Cebecioğlu, “Fena Fi’llah” Mad., a.g.e,
[263]s. 269)
269
Durusoy, a.g.e., s. 189
[264] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 19
[265] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 19
[266] İbn Sînâ,
en-Necat, s. 245
[267] İzmirli, a.g.e.,
s. 137
[268] Altıntaş,
a.g.e., s. 23
[269] İzmirli, a.g.e.,
s. 138
[270] İbn Sînâ, a.g.e.,
s. 2
[271] Dodurgalı,
a.g.e., s. 115
[272] Çağncı, a.g.e.,
s. 101
[273] Dodurgalı,
a.g.e., s. 119
[274]İbn Sînâ kötülüğü üçe ayırır: eksiklik, elem ve günah. (
bk. Ülken, a.g.e., s. 123)
[275] İzmirli, a.g.e.,
s. 138
[276] Dodurgalı,
a.g.e., s. 116
[277] Durusoy, a.g.e.,
s. 170
[278] Altıntaş,
a.g.e., s. 96
[279] Dodurgalı,
a.g.e., s. 120
[280] Durusoy, a.g.e.,
s. 81
[281] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 14
[282] Fahri, a.g.e.,
s. 136
[283] Altıntaş,
a.g.e., s. 83
[284] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 15
[285] Dodurgalı,
a.g.e., s. 186
[286] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 16
[287]Altıntaş, a.g.e., s. 74
[288] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 14
[289] Altıntaş,
a.g.e., s. 74
[290] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 16
[291] Dodurgalı,
a.g.e., s. 115
[292] Kâlem, 68/ 4
[293] Taylan, a.g.e.,
s. 217
[294] Durusoy, a.g.e., s. 172
[295] Öngören, Reşat,
“Mevlânâ Celaleddin-i Rumi”, TDVİA, Ankara 2004, C. 29, s. 444
[296] Altıntaş,
Hayrani, Tasavvuf Tarihi, AÜİFY., Ankara 1991, s. 110
[297] Üstürlâb:
Üstüne gök kubbesinin haritası çizilmiş yarım dâire şeklinde bir âlettir.
Bununla, gökteki yıldızların bulunduğu yerler, güneşin doğup batışı ile zeval
vaktinin saati bilinir.
[298] Mevlânâ,
Mesnevî, Çev: Şefik Can, Ötüken Yay, İstanbul 2002, C. I, s. 16
[299] Mevlânâ, Divan-ı
Kebir, Çev: Şefik Can, Ötüken Yay., İstanbul 2000, C. I, s. 143
[300] Mesnevî, s.
13-14
[301] Kırkkılıç,
Ahmet, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş, İstanbul 1996, s. 306
[302] Hal: Kişinin
zikir, hüzün, sevinç gibi durumlarda kalbine gelen durum manasındadır. Hali
yaşayan kişi gerçeği bulup marifete ererler ve neticede tevhidi yaşarlar. (bk.
Cebecioğlu, “Hal”, a.g.e., s. 314)
[303] Divan-ı Kebir,
C. I, s. 32
[304] Öztürk, Yaşar
Nuri, Mevlânâ ve İnsan, İstanbul 1993, s. 125
[305] Yılmaz, Burhan,
Bilinmeyen Mevlânâ, Kozmik Yay., İst. 2005, s. 180
[306] Mesnevî ,C. I,
s. 15
[308] Mesnevî, C. I,
s. 100
[309] İlm-i
Ledünni: Gayb ilmi, sırlara vakıf olma anlamlarına gelmektedir. Tahsil
yapmadan, çaba sarf etmeden, Allah tarafından vasıta olmaksızın kula öğretilen
ilim masındadır. “... ona katımızdan bir ilim öğrettik.” (Kehf 65) (bk.
Cebecioğlu, “İlm-i Ledünni” Mad., a.g.e., s.471)
[310] Mesnevî, C. I,
s. 124
[311] Mesnevî, C. I,
s. 125
[312] Ahzap 33/ 4
[313] Özköse, Kadir,
, “Mevlânâ Düşüncesinde Firkat ve Vuslat”, Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ Özel
Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (233-250), s. 243
[314] Mesnevî , C. I,
s. 144
[315] Mesnevî, C. I,
s. 192
[316] Coleman Barks,
“Fena ve Beka Rumi’nin Şiirlerinin Eşiğinden Geçen İki Yol”, Mevlânâ- Bilgi
Şöleni, Ankara. 2000, (553-564), s. 555
[317] Mesnevî, C. II.,
s. 349
[318] Mesnevî, C. V.,
s. 310
[319] Mesnevî, C. IV,
s. 640
[320] Mesnevî, C. I.,
s. 47
[321] Barks, a.g.m, s.
553
[322] Yılmaz, H.
Kamil, “Eğitimde Gönül Faktörü Mevlânâ Örneği”, Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ Özel
Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (13-24), s. 15
Yasin, 36/82, “Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu
sadece, o şeye "Ol" demektir hemen olur.”
[324] Kara, Kerim,
“Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül” Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ Özel Sayısı,
Sayı 14, Ankara 2005, (483-524), s. 485
[325] Begüm,
Nurcihan, “Mevlânâ Celaleddin Rumi ve Kebir’de Özel Felsefenin Estetiği”,
Mevlânâ- Bilgi Şöleni, (271-290), s. 273
[326] Mesnevî, C. III,
s. 619-623
[327] Halvet:
Kişinin yalnız başına, zihinsel konsantrasyon ve bazı özel zikirler çektiği,
karanlık bir ortamda ve dış dünyayla ilişkisinin kesildiği manevi terbiyedir.
Allah ile gizli konuşmak, kendini her şeyden soyutlayarak sadece Allah’la
olmak. (bk. Cebecioğlu, “Halvet”, a.g.e., s.321)
[328] Mesnevî, C. VI,
s. 619-623
[329] Kara, a.g.m., s.
476
[330] Mesnevî, C. VI,
s. 619-623
[332] Karaismailoğlu,
Adnan, Mevlânâ ve Mesnevî, Akçağ yay., Ankara 2001, s. 87
[333] Mesnevî, C. III,
s. 617
[334] Kara, a.g.m., s.
486
[335] Mesnevî, C. I,
s. 26
[336] Mesnevî, C. II,
s. 345
[337] Mesnevî, C.
III, s. 564
[338] Mesnevî, C.
III, s. 444-456
[339] Mesnevî, C. II,
s. 310
[340] Divan-ı Kebir,
C. II, s. 412
[341] Rebab:
Hindistancevizi kabuğu ve deriden yapılmış uzun saplı saz.
[342] İsra, 17/ 70,
“Ademoğullannı bütün varlıklara üstün kıldık.”
[343] Divan-ı Kebir,
C. I, s. 156
[344] A’yan-ı
Sâbite: Varlıkların Allah’ın ilminde sabit olan ezeli hakikatleri demektir.
Varlık âlemine çıkmadan önce bunlar hakkındaki ilmi. ( bk. Cebecioğlu, a.g.e.,
“Ayan-ı Sabite” Mad., s. 125) Varlıkların Allah’ın ilminde sabit olan ezeli
hakikatleri. Var olmadan evvel varlıklar hakkında Allah’ın ilmi. İlahi
tecellinin zuhur mahalli. Bu âlemde çeşitli suretler ile tanıdığımız
varlıkların, Allah’ın ilminde gerçek halleri. Allah, eşyayı, varlıkları ve
kainatı yaratmadan önce olmuş olan ve olacak olan her şeyi, her olayı, her
varlığı biliyordu. Her varlığın O’nun ezeli ilminde değişmez bir sureti vardır.
Eşya ve olaylar bu surete göre meydana gelir. (Bk. Şefik Can, Mevlânâ- Hayatı,
Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Yay, İst 2003, s. 486)
[345] Kal’a Burçları:
İnsanların maddî varlığı, benliği ve gururudur.
[346] Mesnevî, C. I.,
s. 47
[347] Hakikat-ı
Muhammediyye: Muhammedi hakikat demektir. Kaşani’ye göre ilk belirme
(te’ayyün-i evvel) ile beraber zattan ibaret olup, Esma-i Hüsna’nın tamamı
Hakikat-ı Muhammediyye’dir. Bu hakikate İsm-i Azam da denir. ( bk. Cebecioğlu,
a.g.e., “Hakikat-ı Muhammediyye” Mad., s. 312)
[348] Mehmet Demirci,
“Hakikat-i Muhammediyye” mad., TDVİA., C. 15, s. 180
[349] Burak: İki
kanatlı cennet hayvanıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) onunla miraca çıkmıştır.
Parıltılı ve şimşek gibi hızlı olduğu için, tasavvufta aşkı ifade edrek, kulu
Allah’a götüren en hızlı vasıta olarak nitelendirilmektedir. (bk. Cebecioğlu,
a.g.e., “Burak” Mad., s. 163)
[350] Divan-ı Kebir,
C. II, s. 140
[351] Mesnevî, C. I.,
s. 37
[352] A. Reza
Arasteh, Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Kişilik Çözümlemesi- Aşkta ve
Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, Kitabiyat Yay., Ankara 2000, s. 61
[353] Rad, 13/13.
“O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından tesbih ederler. Onlar
pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de
onlarla dilediğini çarpar.”, İsra, 17/44. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar
O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz
onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayan'dır.”,
Enbiya, 21/20. “Gece ve gündüz, bıkmadan tesbih ederler.”, Nur, 24/41-42.
“Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih
ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir. Allah, onların
yaptıklarını bilendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş
Allah'adır.”, Rum, 30/17-8. “Akşamlarken ve sabahlarken, öğle ve ikindi
vaktinde Allah'ı (ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur) tesbih edin, namaz
kılın.”, Saffat, 37/164-6. “Melekler şöyle derler: "Bizim herbirimizin
bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlanz, şüphesiz biz
Allah'ı tesbih edenleriz."”
[354] Öztürk, a.g.e.,
s. 130
[355] Emin Işık,
“Hazreti Mevlânâ’da Vahdet-i Vücut Meselesi”, Mevlânâ- Bilgi Şöleni, Ankara
2000, (45-58), s. 51
[356] Divan-ı Kebir,
C. I, s. 430
[357] Mesnevî, C. V.,
s. 537
Rad, 13/13. “O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de
korkularından tesbih ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında
çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.”, İsra,
17/44. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile
tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.
Doğrusu O Halim olandır, bağışlayan'dır.”, Enbiya, 21/20. “Gece ve gündüz,
bıkmadan tesbih ederler.”, Nur, 24/41-42. “Göklerde ve yerde olan kimselerin,
sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi
niyaz ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir. Göklerin ve
yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş Allah'adır.”, Rum, 30/17-8. “Akşamlarken
ve sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde Allah'ı (ki göklerde ve yerde hamd O'na
mahsustur) tesbih edin, namaz kılın.”, Saffat, 37/164-6. “Melekler şöyle
derler: "Bizim herbirimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra
sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz."”
[360] Tin, 95/4.
[361] Hucurat,
49/13. “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi
milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok
sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.”
[362] M. Halistin
Kukul, “Mevlânâ Celalendin-i Rumi’nin Mesnevîsin’de İnsan”, Mevlânâ- Bilgi
Şöleni, (519-534), s. 523
[363] Mesnevî, C. II.,
s. 114
[364] Begüm, a.g.m.,
s. 270
[365] Mahv: Bir
şeyin eserini, izini tamamen silmek, yok etmek anlamındadır. Kulun aşk ile
kendi varlığını yok edecek derecede silmesi, varlığını kaldırması anlamındadır.
(bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Mahv” Mad., s. 473)
[366] Sahv: Kulun
yitirdiği hislerini tekrar kazanması anlamındadır. Aşk ile eseri silinen
benliğin ve varlığın geri gelmesi, varlığını tekrar hissetmesi manasındadır.
(bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Sahv” Mad., s. 613)
[367] Mesnevî, C. II.,
s.363
[368] İrfan: Sezgi,
tecrübe ve manevi yolla elde edilen bilgi. (bk. Cebecioğlu, a.g.e., “İrfan”
Mad., s.
399
[369] Topçu, a.g.e.,
s. 141
[370] Mesnevî, C. I.,
s. 81
[371] Mesnevî, C. II.,
s. 60
[372] Ülken,Hilmi
Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul 1933, C. II, s. 211
[373] Mesnevî, C. II.,
s. 107
[375] Mesnevî, C. II.,
s. 264
[376] Nefh: Üfleme
manasındadır. Allah’ın Hz. Adem’e kendi ruhundan üflemesi. Rahmani nefes, ilim
manasındadır. (bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Nefh” Mad., s. 544)
[377] Mesnevî, C. I,
s. 141
[378] Hayret: Derin
düşünce ve Allah huzurunda hakikat ehlinin ve ariflerin kalplerine gelen bir
haldir. Arif bu durumda, hayret ve kavuşma ile sürekli muhtaçlık halindedir.
Hayrette olan kişi, Allah’ın gücüne, sun’una, hikmetine karşı aşırı bir arzu
duyar. Yaşadıkça bilinmez hale gelir. ( bk. Cebecioğlu, a.g.e., “Hayret” Mad.,
s. 338)
[379] Özköse, Kadir,
“Mevlânâ Düşüncesinde Firkat ve Vuslat”, Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ Özel
[380] Çubukçu,
İbrahim Agah, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ankara 1991, s. 127
[381] Gürer, Dilaver,
“Mesnevî’de “Peygamber” Kavramı ve Peygamberler” Tasavvuf Dergisi- Mevlânâ Özel
Sayısı, Sayı 14, Ankara 2005, (103-120), s. 119
[382] Mesnevî, C. II,
s. 455
[384] Arasteh, a.g.e.,
s. 26
[385] Topçu, Nurettin,
İslam ve İnsan- Mevlânâ ve Tasavvuf, Dergah Yay., İstanbul 2002, s. 132
[386] Mesnevî, C. II.,
s. 366
[387] Öztürk, a.g.e.,
s. 131
[388] Arasteh, a.g.e.,
s. 26
[389] Mesnevî, C.
III., s. 112
[390] Işık, a.g.m.,
s. 56
[391] Eraydın, Selçuk,
Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV Yay., İstanbul 1997, s. 356
[392] Divan-ı Kebir,
C. III, s. 42
[393] Işık, a.g.m., s.
54
[394] Mesnevî, C.
II., s. 192
[395] Özköse, a.g.m.,
s. 234
[396] Kocatürk,
Saadettin, “Mevlânâ’nın Manevi Şahsiyetinin Oluşumu ve Mevlânâ’nın Şiirinde
Aşk, Maneviyat ve Yeniden Doğuş”, Mevlânâ- Bilgi Şöleni, (477-498), s. 478
[397] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 2
[398] Mesnevi, C. I,
s. 16
[399] en-Necat, s. 245
[400] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 6
[401] Mesnevi, C. I,
s. 15
[402] İbn Sînâ, a.g.e,
s. 19
[403] Mesnevi, C. I,
s. 47
[404] Çağncı, Mustafa,
İslam Düşüncesinde Ahlak, İst. 1989, s. 101
[405] Mesnevi, C. II.,
s. 349
[406] Fahri, a.g.e, s.
136
[407] “Kullarım
sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden
isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul
edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.” Bakara, 181; “Şeytan
seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir.” Araf, 200
[408] en-Necat, s. 245
440
Divan-ı Kebir, C. I, s. 143
[410] Metafizik II, s.
170
[411] en-Necat, s. 245
[412] en-Necat, s. 245
[413] en-Necat, s. 245
[414] Mesnevî, C. I,
s. 141
[415] Mesnevî, C. I,
s. 16
[416] Mesnevî, C. I,
s. 132
[417] Mesnevî C. VI,
s. 621
[418] Altıntaş, a.g.e,
s. 23
[419] Durusoy, a.g.e.,
s. 150
[420] İbn Sînâ,
Metafizik, Çev: Ekrem Demirli, Ömer Türker, C. I, s. 69
[421] Durusoy, a.g.e.,
s. 149
[422] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[423] Mesnevî, C. VI,
s. 620
[424] Mesnevî, C. VI,
s. 623
[426] Bayraktar,
a.g.e., s. 196
[427] Bayraktar,
a.g.e., s. 196
[428] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 8
[429] www.felsefeekibi.com (12.05.2004)
[431] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 1
[432] Hüseyin Atay,
Farabi ve İbn. Sînâ’ya Göre Yaratma, Ankara 1974, s
[433] Bayraktar,
a.g.e., s. 203
[434] İşaretler ve
Tembihler, s. 120
[436] Atay, a.g.e.,
s.107
[437] Mesnevî, C. I,
s. 17
[439] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 11
[440] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 18
[441] İzmirli, a.g.e.,
s. 152
[442] Mesnevî, C. I,
s. 81
[443] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 13
[444] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 15
[445] Bulaç, a.g.e.,
s. 133
[446] Mesnevî, C. IV,
s. 443
[447] Ülken, a.g.e.,
C. II, s. 211
[449] Durusoy, a.g.e.,
s. 188
[450] Mesnevî, C. I,
s. 141, İbn Sînâ, a.g.e., s. 19
[451] İşaretler ve
Tembihler, s. 175
[452] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 3
[453] İbn Sînâ,
a.g.e., s. 19
[454] Mesnevî, C. I,
s. 224
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar