Print Friendly and PDF

Cenaze İçin Birkaç Kilo Hurma

Bunlarada Bakarsınız

 


İma C. Özkan  |  29 Ocak 2013  |  Kategori : Sinema   |  Okunma:7.131



Başkasına muhtaç olma duygusunun, vicdanı oluşturan ilkelerin en esaslısı, en derini, en köklüsü olduğunu ve başkasına, yani ötekine, her daim ben’in, biz’in sınırlarını belirleyen diğerine, diğerlerine muhtaç olduğumuzu söyler Dücane Cündioğlu.

İma C. Özkan yalnızlık ekseninde “Cenaze İçin Birkaç Kilo Hurma” filmini masaya yatırdı. Ve insanı anlattı. Kendini bilmek için çıldıran insanı… Derinlikli bir yazı sizi bekliyor.

***

Karın yağdığını görünce/ Kar tutan toprağı anlıyacaksın

Toprakta bir karış karı görünce/ Kar içinde yanan karı anlayacaksın.

Allah kar gibi gökten yağınca/ Karlar sıcak sıcak saçlarına değince

Başını önüne eğince/ Benim bu şiirimi anlayacaksın.

S. Karakoç

 

İnsan ömründe bir kere gördüğü bir çift gözden ötürü, birine vurulabilir mi? Yahut, tek cümleden ibaret birkaç saniye boyu duyduğu sesten ötürü âşık olabilir mi? “Hadi canım! Hangi yüzyılda yaşıyoruz; olur mu hiç öyle şey!”diyebiliriz, bunda şaşırtıcı bir yan yok. Temel soru belki de sahiden bu: Hangi yüzyılda yaşıyoruz? Biraz daha genişletelim soruyu o halde; nasıl bir asırda yaşıyoruz? Tamı tamına bir yanılsama çağında yaşıyoruz. İğne atsan yere düşmez bitişikçenekli insan kalabılığı bir yanda; diğer yanda katışıksız bir ıssızlık. Adı üstünde, “yanılsama” işte; sanıyoruz ki kentlerin uzağında bir başına yaşayanların, kimsesiz kalanların yazgısında cirit atan cevval bir süvaridir yalnızlık. Hâlbuki bir yalnızlık yüzyılı düpedüz yaşadığımız. Evet biz, her birimiz; aralarına birer kavi düğüm atılarak ve fakat aynı ipe dizilmiş tesbih taneleri: Değemeyiz birbirimize, bizi birarada tutan şu ip bile soylu bir yanılsamadan başka nedir ki? Bizi birarada tutan şey; aynı sırat üzre, itinayla tefrik ve tasnif edilmiş, dahası parodik biçimde çoğul bir zamirle “biz”e uladığımız “hiçin dibine kadar” yolu olan bir yalnızlık. Peyami Safa’nın da o şahane romanına ad koyarken acı acı güldüğüne neredeyse emin olacağım: Yalnızız! Tüm trajedilerin gülünç bir yanı olduğunu nasıl inkâr edebiliriz. Öyle ya; “biz”den ve“yalnızlık”tan varılan kavşak Yalnızız! O sebepten “Yalnızım, evet herkes yalnızdır, yalnızız. Bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır” diyordu. O sebepten “Tutkal kıvamında susuşları, yalnızlığın keskin tineriyle inceltip, kendi kendimize mırıldanmalara çevirdiğimizde, dudaklarımızdan dökülen yalnızca ‘Ne yaptım?’ Ne yaptık biliyor musun? Belirsiz bir zamire sürüldük. Aşkın hiçbir eylemi, çekilmez bu zamirle” diyordu. Nasıl bir asırda yaşıyormuşuz; biliyoruz şimdi. Belirsiz zamirler asrında. Bu bilgi işimize yarıyor mu? Yoksa yalnızlığın tüm teknik imkanlarını zorlayarak bayağı kesirler âleminde kendimize yarım porsiyonluk irrasyonel satıhlar mı buluyoruz? Edip Cansever bu “sıfırın altındaki” çetin yalnızlığı kastediyor olmalı “Bir kişi bile değilim yalnızlıktan” derken.

Yontma taş devri, cilalı taş devri, maden devri derken; vardığımız yer “Bir kişi bile değilim yalnızlıktan” devri! O halde, fazla emin olmayalım bir çift göze yahut bir cümlelik sese kapılmayacağımıza. Öyle bir yalnızlık ki, bir yazı karakterine, bir film kişisine, elektronik posta kutumuzdaki bir spam mesajına ya da ne bileyim bir ineğe, hatta cansız olduğuna aldırmadan bir ölüye bile en derin sırlarımızı verebiliriz. Bir ölüye; evet evet bir ölüye. Bunun nesi tuhaf? Yiyen, içen, yürüyen, nefes alan ve fakat susan bunca yaşayan-ölü resmi geçidinde, kolay kolay “canlı” diyemeyiz bir diğerimize. Ömür denilen akordsuz ve paslı çalgılar topluluğunda, orkestra çoktan bilincin alt katındaki bir ardiyeye terkedilmiş. Bir ölüden ziyade bizim ihtiyacımız var yaşadığımızın kanıtlanmasına. Bir ölü bile; salt ölmüş olmasıyla bir vakitler yaşıyor olduğunu kanıtlayabilir. Öyleyken biz, o meşhur filmde Donnie Darko’nun dediği gibi “Yalnız olmadığıma inanmak istiyorum ama, bunu destekleyecek hiçbir kanıtım yok”noktasındayız. O halde zaten sık sık “var olduğumuz izlenimi verecek”* bir şeyler buluyorken kendimize, kolayca varsayımsal başka şahsiyetler de uyarlayabiliriz.

Bana tüm bunları yeniden düşündürten bir film izledim yakınlarda. Yine başlangıçta sırf adından vurulduğum filmlerden biri; bir İran filmi. Daha önce adını bile duymadığım, yeni dönem İran Sineması’ndan çok genç bir yönetmene; Saman Salur’a ait bir film. Orijinal adı Chand Kilo Khorma Baraye Marassem-e Tadfin olan bu film, Türkçeye Cenaze İçin Birkaç Kilo Hurmaolarak tıpkı İngilizceye olduğu gibi neredeyse birebir çevrilmiş. Altı yıl önce, 2006 yılında tamamlanmış olan film, bildiğim kadarıyla en son Fransa’nın güneyinde düzenlenen 8. Oben Uluslararası Film Festivali’nde en iyi orijinal film senaryosuna verilen ödülü aldı. Daha önce deEdinburg, Locarno ve Nantes film festivallerinde çeşitli düzeylerde ödüle değer bulunmuş. Hikâyesi, seçtiği tabiat ve oyuncuları kadar; dediğim gibi adı da benim açımdan son derece cazibeli olan Cenaze İçin Birkaç Kilo Hurma’da postacı Abbas rolünde Mohsen Namjoo’yu görmekse tamamen katmerli bir heyecan yarattı. Çünkü yıllardır, başta “Ey Sareban”, Hafız’ın sözlerine bestelenmiş “Zolf bar-bad” ve “Gees”olmak üzere pek çok şarkısını defalarca dinlediğim bir sanatçı Namjoo.

Sinema dünyasında özellikle İran Yeni Dalgası olarak etiketlenen yönetmen ve filmler denince,Kirazın Tadı ile 1997’de Altın Palmiye alan Abbas Kiarostami, ardından sözgelimiKaplumbağalar da Uçar ile Bahman Ghobadi hatırlanır. Ayrıca diyelim Serçelerin Sessizliğiyanı sıra Türkiye’de hayli popüler olmuş Allah’ın Boyası/Reng-i Huda ve Cennetin Çocuklarıile Majid Majidi de İran Sineması’nın en tanıdık isimleri arasında muhakkak anılır. Her birini müthiş tad alarak izlemiş olmakla beraber, yine de benim açımdan tüm İran Sineması için bir “standart” olan ve cidden bir şaheser olarak gördüğüm Gav/İnek filmi ve onun yönetmeni olanDariush Mehrjui’nin yeri bambaşkadır. 1969 yılında çekilen Gav bana kalırsa, sözünü edeceğimCenaze İçin Birkaç Kilo Hurma’nın da referans kaynağı, hatta mihmandarı olduğu için, bu tevafukun filmden etkilenişimdeki payını belirtmeden geçemeyeceğim.

Cenaze İçin Birkaç Kilo Hurma


İran çölünde, dünyanın dışındaymış hissi veren bir peyzajda; yeni çevre yolunun tamamlanmasıyla birlikte yoldan çıkan, tenhalaşan bir benzin istasyonu. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir mıntıka. Handiyse hurdaya çıkmış iki petrol pompası, pencerelerine naylon gerilerek eve dönüştürülmüş Nuh nebiden kalma taka bir minibüs ve orada yaşayan iki adam. Biri eski bir dövüşçü olan Ağa Sadri. Gözlerinin tekini muhtemelen o gösteri dövüşlerinden birinde kaybetmiş. Yanında bir de yardımcısı var. Ne motorluluğu ve dahi ne de taşıtlığı kalmış minibüs içinde birlikte yaşıyor; ihtimal ki hiç gelmeyecek olan müşterilere bu tenhalıktan hizmet vermek üzere bekleşiyorlar. Sadri ve Yadi bekleşiyor. Farsça ‘tenha’yalnızlık demek. Bekleşirken yan yanalar ama dünyanın tüm otoyollarını uç uca eklesek aralarındaki mesafeyi kapatamayacağımızı biliriz.

Sadri ile Yadi, bu karla kaplı çölün ortasında çoğunlukla da Sadri’nin bitmez tükenmez “anten ayarları” yaptırması yüzünden didişip dururlar. Çünkü Sadri, adam gibi hiçbir yayını çekmeyen eski televizyondaki hava raporlarını takıntılı bir şekilde dinlemektedir. Ansızın ortadan kaybolduğu zamanlar dışında tek düzenli merakı bu meteoroloji verilerine ulaşmaktan ibarettir. Yetkili ağızlardan gelecek bilgilere ulaşamayınca ise, başını gökyüzüne kaldırıp, bulutların geçişini incelemektedir. Bugün kar yağar mı? Neden yine güneş çıktı bulutların arasından? Kar, biraz daha kar yağamaz mı şu kış gününde?

Eski mesleğini icra eder sık sık Yadi’nin üzerinde. Fakat Yadi bir türlü koordinatlarını değiştirmez, olduğu yeri terk etmez. Çünkü Yadi; ömründe bir kez gözlerini görüp kara sevdaya düştüğü yakın kasabalardan birinde oturan kıza, boyuna ateşli aşk mektupları yazmaktadır. Dahası, bunca vakit tek satır cevap alamadığı halde, günün birinde onunla evleneceğinden en ufak bir şüphe duymamaktadır. Peki bu iki kayıp ruhun meskun olduğu izole coğrafyada mektuplar nasıl yollanır? Tam bu noktada bölgenin bisikletli postacısı Abbas ile tanışırız; Mohsen Namjoo yani. Abbas, Sadri’den ve onun saldırganlığından çekinmesinden dolayı, Sadri’nin ortadan kaybolduğu zamanları seçer Yadi’yi ziyaret etmek ve mektuplarını almak için. Özürlü bir erkek kardeşi ve hallaç bir babası olan Abbas’ın en büyük hayali de motorsiklet sahibi olup işini yapmaktır. Yadi ve Abbas’ın diyaloglarını içeren sahneler, filmin kara mizahı en başarılı kullandığı sahneler aynı zamanda.

Cenaze İçin Birkaç Kilo Hurma


Filmin en özel bölümlerinden biri, Sadri’yi durmakta olan otomobil içindeki kadınla konuşurken gördüğümüz bölüm. Yüzü bu süre boyunca kadrajın dışında kalır gizemli kadının. Yalnızca yüzük takılı parmaklarını görürüz. Sadri ona; daha önce nasıl âşık olduğundan bahseder. Âşık olduğu kadının, her zaman örtülü olduğu için, bir kez bile yüzünü görmediğini söyleyerek başlar konuşmasına. Kocaman ağır arabaları kaldırdığı bir gösteri esnasında; seyredenler arasındaki bu kadın “Büyük dövüşçü, sen iyi bir adamsın” demişti hepsi bu. Sadri sesine âşık olduğunu söyler o kadının. Ve bir daha hiç gelmediğini, onu hiç görmediğini. O günden sonra, eskisi gibi arabaları kaldıramadığını, ellerinin titrediğini; hatta bir sefer tam işin heyecanlı bölümünde ellerinden yere düşürdüğünü, izleyenlerin onunla bu yüzden alay ettiğini. Bu konuşma boyunca kadından tek bir ses çıkmaz. Derken sahne değişir. Kimdir bu kadın; ne yapmaktadır bu ücra yol kenarında hem de kar yığınları arasında?

Kara mizah ile dramın tüm unsurlarını barındıran hikâyede, bütün bu saf yalnızlık içinde yürüyen üç farklı dokunaklı aşk öyküsünün izini sürmek ne kadar tuhaf! Sadri, Yadi ve Abbas. Film temelde bu üç karakterin özlem, bekleyiş ve aşk halleri üzerine. Fondaki kar ve cebr-i coğrafyanın da başoyuncu olduğu yörüngede cereyan eden yalın bir öykü. Bir de açılışta ilk olarak satıcının birinden “Cenaze için birkaç kilo hurma” isterken gördüğümüz cenaze aracı sahibi Oruç var elbette. Nadir de olsa, Sadri ve Yadi’yi ziyaret eden, daha ziyade kimsesiz cenazeler için defin işlemlerini gerçekleştiren bir adam Oruç. Son ziyaretlerinden birinde Sadri ona ayrıntılı şekilde, gömülmesi ertelendiği takdirde bir cesedin ne kadar sürede bozulacağına dair sorular soruyordu. Cesedin bir kadın ya da erkek olması halinde durumun değişip değişmeyeceğini sonra. Oruç; kış olmasına rağmen karların yavaş yavaş eridiğinden, bu halde bir cesedi fazla tutmanın tinsel ve fiziksel tehlikelerinden söz ederek yanıtlıyordu onu.

Karakterlerin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal izolasyonuna çok başarılı bir peyzaj oluyor hakikaten mevcut mekân. Hiçliğin ortasındaki bu ıssızlık, bu her şeyin göründüğü gibi olmayacağına dair hüzünlü bilgi, filmin siyah-beyaz çekilmiş olmasıyla pekişiyor, insanın iliklerine işliyor. Röportajlarından birinde, toplumun geri kalanı tarafından bir nesnenin tozuna üflercesine marjın dışına, dünyanın dışına atılmış; unutulmuş bu insanların kaderine derin bir ilgi duyduğunu söyleyen yönetmenimiz Saman Salur’un başarısı, bundan sonraki filmografisini takip etme konusunda müthiş bir tahrik unsuru elbette. Aslına bakılırsa, her haliyle estetik zekâsı gelişkin bir sanatçı gözünden çıktığı belli olan çerçeveler, Salur kadar görüntü yönetmeni Touraj Aslani’ye de hayran bırakıyor. Hele bazı geniş açılı çekimler vardı ki; peyzajın camlara vuran yansısını çerçevelemiş kimi fotograflar, insan kenarlarından tutup her zaman bakabileceği bir duvara asma iştiyakıyla doluyor. Mohsen Namjoo’nun yanı sıra, diğer oyuncuların oyunu da yerinde ve temizdi: Mohsen Tanabandeh, Nader Fallah, Mahmud Nazaralian ve Hassan Rashid Ghamat. Ayrıca filme dair bir ayrıntı olarak, Arya Azimi tarafından yapılan müziğin de festivallerde hayli ilgi topladığını belirtmek gerek.

photo-Quelques-kilos-de-dattes-pour-un-enterrement-Chand-kilo-khorma-baraye-marassem-e-tadfin-2006-9


Hikâyenin karakterleri sanki birer duygu durumunun alegorisi. Misal adının anlamı “hoşgörülü kimse” demek olan Yadi; umuttur. En derin üzüntüsünü, Abbas’a emanet ettiği mektuplarıyla ilgili ihaneti öğrendiğinde bile hudutsuz iyimserlikle maskeleyebilmişti. Sadri ise; Beckett’in hiçlik coğrafyasının, Buzzati çölüne benzer arkaplanında, ümitsiz bekleyiştir olsa olsa. Abbas’a gelince; Abbas, ıssızlığa muvakkat bir ziyaretçi olarak, ne olursa olsun “ıs”lı hayata bir ucundan tutunmaya dair remiz. Ontik kimi duyarlıkları bazan kasvetli, bazan absürd kara komedi ile birleştiren daha ayrıntılı alegoriler bulmak da mümkün. Hatta postacı Abbas’ın benzin istasyonuna müşterilerin ilgisini(?) çekmek üzere getirdiği; kalın karton üzerine resmedilmiş adam boyu David Beckham posterinin göründüğü sahne, sürreal bir selam olarak kabul edilebilir. Kimsenin hatırlamadığı bu çorak, bu ıssız, bu tenha coğrafya; yine de küresel reklam dehalarının ulaşamayacağı kadar uzak olamazdı ya. Hem uzak diye bir şey yoktur!

Bir seferinde, karlar içinde duran arabadaki esrarengiz kadının yanına oturup, ona kendini çaresiz hissettiğini anlatırken, birden kadının parmağındaki yüzük ve boynundaki kolyenin olmadığını fark eder Sadri. Artık kadının yüzü de kadraja girmektedir. Yüzü ve sımsıkı kapalı gözleriyle, hafifçe omzuna devrilmiş başı. Filmin en vurucu sahnelerinden biri, bu dakikalardan sonra başlıyor. Sadri arabadan çıkar. Arabanın üzerine yerleştirdiği kar kütlelerini alıp bir kenara savurur. Yumak yumak bulutların gölgelediği gökyüzüne kaldırır başını. Sitemli sözlerle başlar ilkin. Gözünü yitirişinin acısını, yalnızlığın acısını haykırır. Göğe bakarak “Gözümü kör ettiğinde, senin olanı geri aldın demiştim. Şimdi çok şey mi istiyorum senden; biraz kar yağsa dünyanın sonu mu gelir? Biraz kar yağdır ki, bana verdiğini koruyabileyim. Niye bana karşısın?” Ancak filmin çarpıcı finalinde, göklerden Sadri’ye cevap gelecektir. Her şey sona erdiğinde, ortada araba da, kadın da, Yadi de kalmadığında; Sadri’nin avuçlarına kılık değiştirmiş bir nimet konacaktır. Hiç değilse bir hatıra, bir im isteyen Sadri’nin elleri işte bu şükran nesnesiyle dolacaktır. Bu sahneye bakarken belki de en iyisi,  başlangıçtaki şiir dizelerinin devamını yâd etmek:

 

Bu adam o adam gelip gider/Senin ellerinde rüyam gelip gider

Her affın içinde bir intikam gelir gider/Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın.

 

 

*S. Beckett; Godot’yu Beklerken’de Estragon Vladimir’e “Her zaman kendimize var olduğumuz izlenimi verecek bir şeyler buluyoruz di mi Didi?” diyordu.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar