Print Friendly and PDF

Yoksul Özdeyişleri / İsmet Zeki Eyuboğlu

Bunlarada Bakarsınız


ÖNSÖZ

Söylenmesi gereken yerde söyleyecek sözü olmayan kimseler, başlarının boşluklarını gizlemek için, önsöz yazarlar. Oysa onların önsözleri sonsözleridir. Yapıt bittikten sonra yazılan önsöz boştur. Önsöz yapıtın başına konan sonsöz olmaktan öteye geçemez.

Yapıtının önsöz'ünü başkalarına yazdıranların ne kendilerine güveni vardır, ne de yazdıklarına. Onlar, başkalarının adını sığınak edinmiş, yazdığına öylece değer kazandırmak isteyen acınmalık kimselerdir.

Bütün önsözler, yer aldıkları yapıtın boşluğunu gizlemek için, birer yalancı örtüdür. Kocaman bir yapıtta söyleyemediğini önsözde söylemeye kalkan kişiye tatlı tatlı gülmeli.

Önsözlerin en gülüncü, en eğlencelisi kişinin çalışmadığı bir konuda yazılmış yapıtın başına konandır. Bunu bir de ozanlardan biri yazmışsa iki kat daha gülünç, üç kat daha eğlenceli, yedi kat daha acıklı olur.

Önsöz yazmayı seven birine sonsöz yazmasını söyleyin ağzının bir mağara gibi açıldığını görürsünüz.

Güçlü, kendi kendine yeten yapıtlar önsöz istemez. Bir bakın şu güzel Raffaello'nun, Leonardo'nun, Michel Angelo'nun, Rubens'in yapıtlarına önsöz görür müsünüz? Onlar çağlarını aşan yüce doruklardır, önlerinde kimse bulunmuyor, nereye gitseler ön'dürler. Oysa nice kitaplar vardır, önsözleri kendilerinden çoktur.

KENDİ ÜSTÜNE KONUŞMA

Bir yazarın, aydının, düşünürün sık sık yaptıkları, yazdıkları üstüne konuşması, açıklamalar, yorumlar yapma gereği duyması, yetersizliğinin, kendine olan güvensizliğinin belirtisidir. Yazısına, yapıtına yeterince güveni yoktur onun. Düşüncelerini iyice aydınlatamamış, açıklayamamış demektir. Söylemesi gerekeni söyleyen, yapıtında dile getiren kişi konuşmaz kendi üstüne.

Eksikliğini gidermek için konuşur kişi kendi üstüne, yeterince aydınlanmadığından dolayı aşağılık duygusunun baskısı altında ezilir. Konuşması bu yıpratıcı duygunun dile gelişidir açıkça.

Ne denli gülünçtür bir öykücünün, bir romancının yapıtı konusunda uzun uzun konuşması, şunu yaptım, bunu yaptım demesi. Yaptığını, yapmak istediğini yapıtı koyar ortaya.

Kendi üstüne konuşmak için başkalarına yeterince bilgi veremeyen yazarlar, aydınlar kendilerini açıklamak, anlatmak için gerekser konuşmayı.

Bırak yapıtın söylesin, yazdığın açıklasın düşüncelerini senin, bunu yapamamışsan, kendi görüşlerini yapıtında pırıl pırıl kılamamışsan ne konuşur da yorarsın okuyucuyu, yazık değil mi onun emeğine?

Olgun bir kişi konuşmaz kendi üstüne, yazdıkları söyler onun düşüncelerini açık açık. Onun gücü yazdığında görülür konuşmalarında değil.

Yapıtın üstüne konuşma gereği duyuyor musun, ona güvenin yok senin, neden başkalarından güven, saygı, sevgi beklersin daha, kimi kandırıyorsun?      

ROMAN

Söz yığını değil roman, yazarının evren anlayışını, yaşama değin görüşünü, olaylara bakışım dile getiren, gerçeğe dayalı bir yorumdur. Olayların özüne inemeyen, olaylara karışan kişilerin içini, kişiliğini dile getiremeyen bir roman boşuna dedikodudur.

Belli bir düşünceye bağlanmayı, olaylar dizisinde belli bir görüşü savunmayı gerektirir roman. İyi romancı konu edindiği olaylardan güçlü bir insan sorunu çıkarmayı bilendir. Buna bir de dilin gücünü katmalı.

Kuru, ya da kişinin yüreğini taşıran bir roman ilk okuyuşta sürükler insanı, etkiler. Bu dilin özünden gelir. Onları unutun, romandan ne öğrendiğinizi düşünün, sizi aydınlatan bir ışık kalmışsa roman odur.

Öyle güçlü romancılar vardır ki bir bilgenin elinden çıkmış sanılır yazdıkları. Öylesine sorunlarla dolu, öylesine düşüncelerle yüklü.     -

Büyük bilgi kaynaşmalarının olmadığı ülkelerde başarılı, güçlü roman yazma olanağı da yoktur.

Çok konuşan, uzun yazmayı seven iyi roman yazamaz, kalın kalın kitaplar yazar ancak. Ondan sakının. Sesinin kesildiği yerde romanı da susar.

SÜRÜ

Yalnız koyunlardan, sığırlardan, orman yabanlarından, kuşlardan, daha bilmem hangi tür yaratıklardan oluşmaz sürü. Bir de yazarlardan oluşan sürü vardır toplumda. En tiksindirici, en yalın kat, en iğrenç sürü de bu sürüdür işte. Onlar yazmayı bir başarı sayarlar, bu başarı, onlara inananların boşluğundan, salaklığından, dazlaklığından doğar. Günü gününe yazı yazan, yazdığım günlüklerde yayımlayan bir yazar okumuyor, çalışmıyor demektir. Onun öğrendiği ne ki yazdığı da olsun?

Sürü varlığı olmak mı istersin günden güne yaz, yayımla, bir okuyucu sürüsü oluştur kendin gibi. O sürünün içinde geberip gidersin sen de.

Sürü aydını olmak yarına kalacak olanı bilmemektir. Nice böyle aydınlar vardı, yaşarken elüstü tutulmuş, ölmeden önce unutulmuş.

Sürü yazarı yazdığına bakar söylediğini, düşündüğünü bilmez. Onun düşünme yeteneği olsa öyle sık yazma olanağı bulamazdı.

Günlük yazarları koyun bekleyen çobanlara benzer. Çoban ıslık çaldıkça koyun sürüsü yön değiştirir, ıslığın doğrultusunda gider, ancak ne yaptığını bilmez. İşte günlük (gazete) yazarları böyle yaptığını bilmeyen, sürünün içgüdülerini sezen çobanlardır. Ne onlar okumadıkça çobanlıktan kurtulur, ne de sürü onların ıslığına uydukça sürülükten. Bizde de böyledir bu.

Bir yazara bağlanan, onun yazılarını günü gününe okumayı alışkanlık edinen kimselerin oluşturdukları topluluk da bir sürüdür. Sürü belli bir görüş bilinci olmayan, başkalarının istemine bağlı topluluktur, okuyucular da böyledir işte. Okuyucuların sürüleşmesine en çok yardım eden günlük fıkra yazarlarıdır. Onların yazdıkları yalnız görünüş bakımından yazıdır, özden yoksun, boş, eğlendirici, oyalayıcı gevezeliktir onların yaptıkları. Otlattıkları sürüden ayrılamazlar bir türlü. (Günümüzde bu youtube kanallarını takip edenler için söyleyebiliriz. )

DOĞRULUK

Bütün insanlar konuşurlarken doğrudur da davranırlarken söylediklerini unuturlar. Oysa doğruluk davranışta görülür, söyleyişte değil.

Niceleri vardır söylerken doğru, davranırken eğridir. Toplumun başına yıkım getiren, insanları birbirine düşüren, yalanı yaygınlaştıran böyleleridir. Gene de seçimlerde, yönetim işlerinde onlar kazanır, onlar başa geçerler.

Şölenlerde, eğlencelerde doğruluk kolay, görev başında güç.

Doğruluğu dilinden düşürmeyenler ondan en çok uzak kalanlardır. Onların dilinde doğruluk balık oltasında yemdir. Doğruluk sözde değil iştedir.

Geri kalmış toplumlarda doğruluktan en çok yararlanan eğrilerdir.   .

Bütün eğriler konuşurken doğrudur.

Doğru kişi doğruluğunu söylemez, davranır» onun doğruluğunu kendinden önce işi söyler.

Başkalarını doğrultmadan önce kendin doğru olmaya bak. Sen doğru olursan eğriler azalır.

Yazarken doğru davranırken eğri olan kimseden daha korkunç bir varlık yoktur. O kendini de; kendine inananları da aldatır açıkça.

Doğruyum diyen eğriliğini gizlemek için örtü aramaktadır, o örtünün altında kalmaktan sakınmalı.

Bilgilinin eğrisi, bilgisizin doğrusu birdir.' Biri bildiğinden eğri, öteki bilmediğinden doğrudur.

ANILAR

Bütün yaşanan geçmiş olaylar birer anı değildir. Anı geçmişin insanda bıraktığı geliştirici, yaratıcı izlenimdir.

Başından geçenleri yazar kimileri usanmadan, okuyanın yüreği bulanır, başı döner çokluk. Bütün yaşananları anı saymak anının ne demek olduğunu bilmemektir.

Anıların en kötüsü günlük türünde yazıya geçirilenlerdir.

İşsiz güçsüz kimseler eğlenmek için oturur anılarını yazar, günlük tutarlar. Bilmezler sonradan okuyucuların kendileriyle eğlendiklerini.

Anıların çokluğu kişinin düşünmeye alışkın olmadığını gösterir, düşünen kişinin öyle yığın yığın anıyı yaşayacak günü mü olurmuş?..

Kişinin özünü dile getirmeyen, düşünme açısını genişletmeyen bir anı yük olmaktan öteye geçmez.

Bir bakın şu düşünme olanağından yoksun, bilgisiz yöneticilere, büyük sanılan komutanlara ne çok anıları vardır.

Anıların çokluğu düşünme yeteneğinin yokluğunu gösterir.

Şu anılarını yazanlar bir de düşündüklerini yazabilseler ne çok güler eğlenirdik.

KOYUN

Koyun kendi doğal ortamında ne güzel, ne sevimli bir yaratıktır. Oysa onu insanlaştırınca, insanı koyuna benzetince ne acınacak bir duruma düşürülür. İnsan bunu bilse uysallığını koyuna benzeterek onun da kanına girmezdi.

İnsanın koyunu işe yaramaz, tutsaktır, uysallık onun gözünde erdem olsa bile aşağılıktır, özden kopuştur.

İnsanlar koyunlaştıkça yöneticilerin kurtlaşması olağandır, onlara suç yüklememeli. Bütün suç bile bile koyun olmadadır.

Bir toplumun koyunlaştığı oranda yöneticiler de kurtlaşır. Yöneticileri kurtlaştıran toplumun koyunlaşmasıdır.

Kurt olma sana yakışmaz, ancak bile bile kurdun ağzına düşercesine koyun olman da gerekmez.

Koyun olmak insanın kendi benliğini, kişiliğini gereğince bilmeyişi yüzündendir.

Bir toplumu koyunlaştıran onu çobanları durumunda olan yazarlar, aydınlar, düşünürler, bilgililerdir. Oysa onlar da yap tıklan çobanlıkla kalırlar, koyunun ürünlerini yiyenler gene başkalarıdır.

Koyunu sevmek koyun olmayı gerektirmez. Bir de koyuna sorun bakalım, kendini bilse, dile gelse insan olmaya yanaşır mı?

YAZMAK

Kâğıdı kirletmek için değil, okuyanları aydınlatmak, kendini daha iyi yargılamak için yazmalı.       

Yazılanın değeri içerdiği düşüncelerin yeniliğinden, getirdiği aydınlıktan dolayıdır.

Yazdıklarını kendisi bile okuyamayan, okudukça yetersizliğini anlayan insan ne mutludur. Onun yazması bir doğurmadır.

Özü aydın olanın yazdıkları da pırıl pırıl olur. Kimin yazılan güç anlaşılıyor, değişik yorumları gerektiriyorsa onda yoğunlaşan bir karanlık vardır. O kendi evrenini bile aydınlatacak güçte değildir.

Çok yazmak önemli değil, yazdıklarıyla kendini yargılamak, yazdıklarıyla düşündükleri, eylemleri arasında uyum kurmak önemlidir.

Bir de bakın şu bizim yazarlarımıza, kaç kişi var içlerinde yazdığından çok okuyan. Okumayan bir kişinin yazdığı da okunmaz doğrusu.

Bizim yazarlar, yazarken düşünmeyi, düşünürken yazmayı bilmeyen kimselerdir. Onların yazdıkları birer boya izi olmaktan öteye geçmiyor.

Şu günlük fıkra yazarları yok mu kandırmaca oynarlar okuyucularla. Önce kendilerini sonra okuyucuları yanıltır dururlar.

İçinden seni iten bir güç,  yaz diye başına vuran bir düşüncen yoksa yazma, ne sen yorul, ne okuyucuyu yor.

Yazılanların en acısı, en öldürücüsü ekmeği kazanmak için ortaya konanlardır. İnsan yok olur gider onların içinde.

ŞİİR

Yoğun bir düşüncenin en kolay söylenişidir şiir. Bundandır onun uzunluğu sevmeyişi, çok sözden kaçışı.

Şiir, bütün görünüşlerden uzak kalmayı seven, bir özdür. insanın yüreğinden alır sıcaklığını, insanın sözlere dönüşen anlamı olur, bu öz.

Bir toplumda ne denli çok şiir yazılırsa o denli azdır ozan. Ne ozan çok şiiri, ne şiir çok ozanı sever.

Gelişmemiş, yeterince aydınlanmamış toplumlarda şiir denince belli ölçülere, uyaklara göre söylenen söz dizileri anlaşılır. Oysa onların egemen olduğu yerde şiirin işi ne?

Ozanın en kötüsü bütün yazdıklarının şiir olduğunu sanandır, şiirden başka söz bilmeyendir.

Bir kimse boyuna kendi şiirinden söz ederse, onun, ozanlığına kendinden başka inanan yok demektir.

Övülünce sevinen, beğenilmeyince kızan ozanın daha kırk fırın ekmek yemesi gerekir. Bırakın semirsin biraz.

Şiir özdür, ona ses diyenler, özün de sesin de ne olduğunu bilmeyenlerdir. En kötü şiir bütün varlığını sesle sürdüren şiirdir. Sesini kesin kendini de yok edersiniz birden. Peki şiir nerde kaldı?

Ne kötüdür yazdığını şiir sanan ozan.

Çarpık ozanın şiirlerini oluşturan kavramlar da çarpık olur. Onun çarpıklığını yüzüne vurunca sizin doğruluğunuzu bir kaşık suda boğmaya kalkar. Neylersin iki topal birbirine değnekdir ancak.

Şiir söylemek için okuryazar olmanın gereği yoktur, nice doğuştan görmez ozanlar vardır. Ondandır bizim yurdumuzda sıçandan çok bulunması.

OZAN

Çok okuması, çok düşünmesi gereken kişidir ozan. Oysa bizde ozan denince okumaktan korkan, düşünmekten ürkek yaratık anlaşılır. Yalan söyler boyuna

Bir düşünceyi en güzel, en kestirmeden söyleyendir ozan. Onun derinliği düşüncelerinin bulanıklığından değil pırıl pınl oluşundandır. Bundan dolayı açık söyler güçlü ozan, buruk söyleyen, çarpık söyleyen ozan dilin de canına okur kendinin de.

Ozanın güçlüsü diline biçim veren, derinlik kazandırandır, konuştuğu dili kargacık burgacık sözlerle anlaşılmaz duruma getiren değil.    

Ozanın başıboş olursa dizelerinde anlam kargaşalığı, kavram bozukluğu, dağınıklık, olabildiğine soyutlaşma, anlaşmazlık egemen olur.

SÖZ

Boş bir ses değildir söz, öyle olunca, insandan başka dirilerden de çıkar boyuna. Esen yeller, kımıldayan yapraklar, dallar, akan sular, yağan yağmurlar, yuvarlanan taşlar, gürleyen gök, çakan şimşek, dalgalarla çalkanan deniz, kırılan cam, yannan odun daha niceleri ses çıkarır. İnsan duysun duymasın yerinden oynayan bütün doğa varlıkları ses verir. Söz demeyiz bunlara. Özel bir anlamı vardır sözün. Yalnız kişiye verdiğidir o. Öyleyse konuşurken bir insan olduğumuzu unutmamalıyız. Sözü gerçek yerine oturtmalıyız.

Nice sözler vardır söylenmiş de bir iz bırakmamış dinleyenler üzerinde, bir boş ses olmaktan öteye geçememiş. Ne çıkar onları söylemekten?

Söyleyen değil, söylenen söz önemlidir. Onunla anlarız söyleyenin ne olduğunu. Geri kalmış, yeterince aydınlanmamış bir baş, söze değil de söyleyene değer verir. Oysa söyleyene değer kazandıran sözdür, söylediğidir.

Söyleyene değil söylenene bak, odur kişiyi ortaya koyan, odur onun ölçüsü. Kişi dururken değil söylerken kişidir.

Güzel söz kişiye güzellik verir, kötü söz kişinin bütün güzelliklerini alır götürür.

Söz kişinin giysisidir.

Sözün güzeli süslü değil doğru olanıdır.

Kızınca sus, sevinince gülümse, düşününce söyle söyleyeceğini.      

Söz vardır kişiyi aydınlatır, söz vardır ortalığı karartır boyuna.

Aydınlık susarken karanlık konuşurken anlaşılır.

Sözün ustası kötü, ustanın sözü iyidir, deme, düşün biraz. Nice ustalardan nice beklenmedik sözler dinlemiş evren.

Söz söylendiği yerde kalırsa, yerine getirilmesi gereken içeriği bir yana atılır, ya da uysallık yüzünden geciktirilirse, o söz değil bir uğultudur ancak. Verdiği sözü yerine getiremeyen kişi küçülür boyuna, küçüldüğünü bilmeden küçülür, acıyın ona, gülmeyin.

Söz, yalnız, söyleyeni tartar.

Sözünü geçiremeyen yerinde konuşmasını bilmeyendir.

Ozanın söylediği doğrudur kendisi de inanıyorsa.

Yerine getirilmeyen söz söyleyenin boşluğudur.

Söylediğini yap, yapabileceğini söyle bir insan olduğunu ancak böyle gösterebilirsin, ötesi senden daha boştur.

FIKRA

Başın dışkılığını çıkarma yoludur fıkra. Fıkra yazarları da bu işin günlükçüleridir.

Düşünmeye, yaratmaya gücün yetmiyorsa, gevezeliği seviyorsan durma fıkra yaz, oturduğun yerde boşaltırsın başının gübresini.

Okumayan, anlamayan kimsenin okuyan, anlayan görünmesine fıkra yazmak denir. Boş kovadan çıkan ses gibidir öylelerin sesi.

Özlü, aydınlatıcı, düşündürücü bir fıkra en az on günde yazılır. Bir de günü gününe yazanları getir gözünün önüne. Ayı oynatır gibi olursun.

BENZETME

Bütün benzetmeler kişinin özüyle bağlantılı bir eğilimin ürünüdür. Kimi yaratılarda benzetme biçimsel, kimilerinde de imgeseldir. Resim, yontu, mimarlık, kabartma, mozaik, tiyatro (bütün oyun türleriyle), görüntü oyunları göze yönelik benzetmelere ağırlık verir, verebilir. Bunlarda benzetme biçimseldir. Oysa müzik, şiir türlerinde benzetme imgesel bir yapıdadır. Bu iki tür benzetmede, kişinin yaratıcı gücü kendini gösterir, bir beceri sergilenir.

Bir de yüzeysel benzetme vardır, anlamlı olsa bile anlamsızdır. Sözgelişi kişinin eşeğe benzetilmesi, arslana benzetilmesi anlamlı görünse de anlamsızdır. Kişi, doğal varlığının çizgileri içinde neyse odur, kendinden başkasına benzeyemez, kendinden başkasının özdeşi olamaz. Yiğit, korkusuz bir kimsenin arslana benzemesi benzetilmesi öğücü sanılırsa da yericidir. Arslan ne de olsa bir hayvandır, doğa onun yerini, yaşama biçimini belirlemiştir. Kişinin ona benzemesi, atılganlığı yüzünden olsa bile, iyi değildir. Arslan gibi saldırmakla eşek gibi tekmelemek arasında doğal güdü bakımından ayrım yoktur, yalnızca nitelik değişikliği vardır. Bülbül gibi ötmekle kurt gibi ulumak kişiye yaraşmaz, kişi kişidir, ancak kişice konuşabilir.

İmdi: arslan gibi kükremek, kurt gibi ulumak, bülbül gibi ötmek, kartal gibi süzülmek, eşek gibi anırmak, öküz gibi böğürmek, kedi gibi miyavlamak, köpek gibi havlamak, at gibi tepmek, tazı gibi kaçmak, ceylan gibi bakmak, kuzu gibi durmak, koyun gibi melemek, keçi gibi direnmek, deve gibi öç beslemek bg. eylemler hep hayvanlara verilmiştir. Bu eylemler hep hayvanların özelliğini yansıtır. Bunlardan biriyle kişiyi benzerlik içine sokmak, ona "sen hayvansın" demekten öte bir anlam taşımaz. Kişi, ne denli güçlü olsa da, kendi doğal varlık alanında görünmeyi seviyor...

ERDEM

Dolunay gibi karanlığı yaran, tanıdık tanımadık kim olursa olsun üzerine ışık saçan bir kaynaktır erdem. Onda sen, ben yok, yalnız aydınlatma var.

Güneşe baksana şuna buna değil evrene gülüyor, aydınlık saçıyor. Öyledir erdemli kişi de. Onun gözünde bütün varlıklar birdir, sevilesidir.

Işıyan güne bak, akan suyu dinle, güneşin sıcaklığına dokun, çiçekleri kokla, dur düşün. İçlerinde ben, sen diyen var mı? Öyle bir olgunluğa ulaşmaktır erdem.

Neden kan döküyorsun, canlar alıyorsun boyuna? Hangisini yeniden yapar yaratabilirsin? Hangi gideni geri getirmek elindedir senin?

Boyuna takılan bir süs takısı değildir erdem, yaşama uygulanmalı, bütün insan davranışlarında görülmeli.

Erdem kişinin kendini bilmesi, sınırlarını tanıması, başkalarının varlığında kendi sıcaklığını duyması, kendinde başkalarının tadına varmasıdır.

Erdemli olduğunu söyleyenden daha erdemsizi yoktur. Bir bak, güneş, boyuna ben güneşim diyor mu? Yaptığı koyuyor kendini ortaya.

Bütün insanları sevmeyen, yüreği onlar için çarpmayan, yalnız görünüşte iyi davranır gibi yapan bir kimse için erdem ağır bir yüktür.

UNUTMAK

Nedendir iyiliklerin unutulup kötülüklerin unutulmadığı?

Nedendir anıların bile için' için acılarla, üzüntülerle donatıldığı?

Unutmak iyidir, ancak iyilikleri değil kötülükleri. İkisini unutmak ise çok daha iyidir. Başka bilgiler edinme olanağı sağlar da ondan.

Unutmak gitgide yaşlanmak, aşınmaktır. Oysa kişi yaşlandığını, aşındığını söylemez de unutkan olmaya başladığını anlatır durur.

Unutulanın yerini bir başka bilgi alıyorsa bundan büyük yarar, bundan büyük mutluluk olmaz bilen için.

Unutulanı anımsamaya çalışmak gereksiz bir yorgunluktur. Seni bırakıp gideni sen de bırak artık.

Bırakılmadan bırakmayı bilmek, unutulmadan unutmak, insanı birçok gereksiz üzüntüden, tedirginlikten kurtarır.

Bırakanı bırakmamak, unutanı unutmamak güçlü değil kendine yetmeyen kişinin işidir. Güçlü kişi unutanı da, bırakanı da yerine koymayı bilendir.

Bütün unutulması gerekenler unutur, bırakılması gerekenler bırakır önceden. Onlar böylelikle değer kazanacaklarını sanırlar boyuna.

İNSAN

Bütün gerçeğiyle karşımızda duruyor insan. Ona bakmalı, onunla senli benli olmalı.

Uzaktan bakmakla bilinmez, anlaşılmaz insan. Yanına sokulmalı, sesini duymalı, kokusunu almalı, sıcaklığım yaşamalı.

İnsanın karşısında duran ona yabancıdır. İnsana yabancı olmak da doğadan kopmadır boyuna.

Davranışları içinde bir bütündür insan. Onun varlığı davranışlarıyla belirlenir, biçimlenir. Davranan varlıktır insan

İnsan başkanıyla bütünleşir, sınırlanır. Yalnız kendini yaşayan bir varlık insan değildir.

Bağımsız insan yalnız insandır doğada. İnsan soydaşlarıyla ne denli bağlaşımlı olur, onları kendi özünde, kendi özünü onlarda bulursa o oranda özgür olur. İnsanın bağımsızlığı bu sorumluluklar içinde ne yapacağım bilip davranmasındadır. Canının istediğini yapmak insan için bağımsızlık değil sorumsuzluktur. Bu nedenle insan, sorumluluklarıyla bağımlı, özgür bir varlıktır.

Bir başarı varlığıdır insan. Başarıysa boyuna kendini yenilemektir. İnsan kendini yenilediğince insandır.

İnsanın kaynağını değil kendini araştırmak gerekir. Ne yapacaksın insanın kaynağını bulup da, kendisi bir bütün olarak duruyor karşında.

İnsan çağının içindedir, yaşadığı ortamdadır. İnşam anlamak için çağının içine girmeli, yaşadığı ortamı bilmeli.

Çağının varlığıdır insan. Yaşadığı çağda olmayan, çağın dışında kalan, insan sayndır, tedirgindir.

DÜŞÜNMEK

Üretmektir, yaratmaktır düşünmek. Ancak yaratabilen, üretebilen düşünür. Onun dışında kalan düşünme değil uyanıklık içinde uyumaktır.

Düşündüklerini anlatamayan, anlattıklarını düşünemeyen insan yetersizdir, yeteneksizdir.

Düşünmekle var olur, gelişir insan. Düşünemeyen insan açtır, içi boştur, yorgundur.

Düşünmek insanın kendi kendini doldurmasıdır. Bundandır düşünenin dolu, düşünemeyenin boş, yeğnik oluşu.

Düşünmek kavranılan yerlerine koymadır. Bu işi beceremiyorsan boşuna yoruluyorsun. Git yüzünü yıka soğuk suyla uykun geçer, biraz üşüşen de korkma, sayrılığın arkasında düşüncesizlik vardır.

Soydaşlarınla bütünleşmek istiyorsan düşünmeye çalış. Düşünemediğin sürece yalnızsın.

Düşünmek aydının değneğidir, ona dayandığı sürece düşmez, karanlıkta yürüse bile. Düşündükçe karanlık çekilir, aydınlık gelir, bundandır aydının karanlıkta düşmeyişi, bilgisizin öğle güneşinde bile yolunu bulamayışı.

YÜCELİK

Başkalarına saygı, sevgi, anlayış göstermek, bütün insan davranışlarının özünde dile gelen insanca bir anlam bulunduğuna inanmak insan olmanın ilk belirtisidir. Yücelmenin ilk aşaması da budur. Yücelik olgun insanın alçakgönüllülüğünde görülür.

Seni öldürmek, başına yıkımların en kötüsünü getirmek isteyen kimsenin düşüncelerinde doğru, yerinde söylenmiş olanlar varsa, onları açıkça onaylarsan daha kolay yener, daha hızla yücelirsin. Ancak bunu kendini yüceltmek değil; karşındakinin de arasıra doğru söylediğini göstermek için yapmalısın.

Yüceliğin yüreği bütün insanlar için çarpar, damarlarında bütün soydaşlarının kanı dolaşır, onun sıcaklığı insanlığın sıcaklığı, soluğu insanlığın soluğudur.

Yücelik başkalarının yükselmesine çalışma, başkalarının mutluluğu için kendi mutluluğundan geçmedir gereğinde.

Yüce kişinin benliği, bencilliği yoktur, o başkaları için yaşar, başkaları için düşünür, başkaları için çalışır.

BAYILAN YILAN

Sıcak bir yaz günüydü, ortalık kavruluyordu güneşte, yellerin sesi kesilmiş, soluğu durmuştu. Sarmaşıklarla kuşatılmış taşların arasından bir yılan çıkıverdi. Önce yalnızca başı göründü, gözleri çevreyi taradı, sonra gövdesinin önemli bir bölümü, daha sonra hepsi çıktı güneşe, dilini gösterdi, korkuyordu besbelli. Az ötede sakallı, sarıklı birisi toprağı eşiyordu, anlaşılmayan sözler mırıldanıyordu. Bir gömü arıyordu anlaşılan. Yılanı görünce doğruldu, geldiği yana yöneldi, yaklaştı, gözleri ışıdı, aradığı gömünün yerini öğrenmenin yarattığı bir kıvancın izleri belirmişti yüzünde. Sonra yılana yaklaştı, yılan başka yana yöneldi. Sakallı kendi kendine: "İşte gömü buradadır, tanrı yardımıma yetişti."

Yılan kaçarken kocaman kazmayı sırtına indirdi, kazma taşa geldi yılanı öldüremedi. Sakallı, ikinci kazmayı vurmadı, geri çekildi, yılanın çıktığı yere vardı, taşlan kaldırmaya, otlan, sarmaşıkları koparmaya koyuldu. Bu sırada daha büyük, gözleri pırıl pınl ikinci bir yılan çıktı taşların arasından, sakallı ürktü, geri çekildi, üçüncü yılan görününce kaçmaya başladı. İlk vurduğu yılanda bir kımıldama belirdi, yılan ölmemiş, bayılmıştı. Sakallı, biraz sonra iki oğluyla geldi, yılanlar kaçmışlardı. Taşları kaldırıyor, otları, sarmaşıkları kesiyor, gömüyü çıkarmaya uğraşıyorlardı. Çalışma iki gün sürdü, üçüncü günü gömünün içinde bulunduğu küpün ağzı göründü. Dördüncü gün küp çıkarıldı, içinde insan kemikleri vardı. Belli çok eski çağlardan, ölülerin küplere konup toprağa gömüldüğü dönemlerden kalmıştı. Umudları eksilmedi, yine kazdılar, yine kazdılar, kazı alanını genişlettiler, insan kemiklerinden öte bir nesne çıkmıyordu. Öyle bıraktılar, birkaç gün sonra işe yasal görevliler el koydular. Sakallı ile iki oğlu gözaltına alındı. Kazılan yerde yeniden geniş kapsamlı araştırmalar yapıldı, çok eski bir sinlik olduğu anlaşıldı.

Sakallı ile iki oğlu salıverilince yine, gizlice, orayı kazmaya başladılar. Yine sıcak bir gündü, sakallı ilk kazmayı indirince ayağında ağır bir sızı, bir ısırma etkisi duydu, yerinden sıçradı, bir de ne görsün kocaman bir yılanın üstüne basmış, yılan da onu sokmuştu. Sakallı çığlığı bastı, oğulları yetişti, ısırılan yeri bıçakla yardılar, kanını acımasızca akıttılar, dizkapağının üstünden bağladılar. Sakallı günlerce yattı, inledi, sonunda ölmedi, sayrıevinde sağlığa kavuştu. Kazılan yerde bir gömü olduğu sanısına kapıldı yeniden, ancak kazmaya korktu. Üç gün sonra oğullarından biri birdenbire öldü. Sakallı çarpıldığını ileri sürdü. Birkaç gün sonra, geceyarısı sırılsıklam yatağından fırladı, korkulu bir düş görmüştü: "Yılana sokulma, onda senin atalarının tini vardır." Bu sözler onu büsbütün korkuttu. Bir daha kazdığı yere gitmeye korktu. Başka bir gece yeni bir düş gördü: "O yere yaklaşma, seni de oraya gömecekler, öldürdüğünü sandığın yılan seni koruyacak, onun tini sende, senin tinin ondadır." Sakallı büsbütün şaşırdı, okuyup üflemeye başladı. Çok güvendiği bir cinciye vardı, olayı anlattı. Cinci okuyup üfleyerek kazılan yere gitti, öldürülen yılan daha çürümemiş, toprağa karışmamıştı, onu sokan yılandı. Sakallı o gece de bir düş gördü: "Kurtuldun, gözün aydın, seni sokan yılan senin kanından ağulanıp öldü, senin de sonun kendi kanından olacak."

ÖZVERİ

Emile Durkheim'in, Türçeye "İntihar" olarak çevrilen (Prof. Dr. Özer Ozankaya, 1986) yapıtını çağımızda ordulara bağlı kalanlar okumasınlar, okurlarsa beğenmezler, kimileri de kızar, alınır, yapıtı yererler. Bu olumsuz davranıştan kendilerini alamayanlar aldanırlar, yanlış bir yol tuttuklarının değil, yapıtları değerlendirmede yetersiz olduklarının bilincine varamazlar.

Emile Durkheim, adı geçen yapıtında şunları söylüyor:

" ... Askerin başta gelen özelliği, sivil yaşamda hiçbir yerde aynı ölçüde görülmeyen bir tür kişisel olmama'dır. Emredildiği anda yaşamını feda etmeye hazır olması gerektiğine göre, kendi kişiliğine az önem verecek biçimde yetiştirilmelidir. Bu, olağanüstü durumlar dışında, yani barış zamanında ve mesleğinin her günkü uygulamaları arasında bile disiplin, emirleri tartışmasız ve hatta kimi kez anlamadan yerine getirmesini gerektirir. Ama bunun için, bireycilikle hemen hiç bağdaşmayan bir düşünsel özveri zorunludur... Ordu, çağdaş toplumları oluşturan bütün parçalar içinde, aşağı toplumların yapısına en çok benzeyen kesimdir." (s.214-215)

Bu alıntıda dilegetirilen düşünceden alınmanın, bunu bir özsaygısı sorunu yaparak yermenin, kırılmanın gereği yoktur. Üzerinde durulan konu bir toplum olayıdır, kişiyi anlamanın yollarından biridir. Kişi nerde, ne biçim yetişmiş, ne içerikli bir eğitimden geçmişse öyle kalır. Yalnızca kendine verilenle yetinen, başka alanlarda bilgi edinmenin gereğine inanmayan, evreni yalnızca kendi bildikleriyle açıklamaya kalkışan bir kimseden ilerici, güçlü, bilimsel bir atılım beklemek yersizdir, dahası saçmalıktır. Ordu denen topluluk bir özveri kurumudur, ancak evrene kapalı olmayı, öğretilenle yetinmeyi gerektirmez. Çağımızda, toplumları ordu düzenine göre yönetmek, yönlendirmek isteyenlerin düş kırıklığına uğramalarının nedeni budur. Yasaların verdiği yetkiye dayanarak savaş birliklerini yönetmek kolaydır, bu olayda karşıt görüş bildirme, verilen buyruğu tartışma sözkonusu değildir. Oysa ordu-dışı topluluklarda geçerli olan tartışmadır, eleştiridir. Tartışmanın, eleştirinin yasaklandığı toplumlar gelişme olanağı bulamaz, kendi kendini yıpratır.

Çağımızın geri kalmış ülkelerinde, ister din inançlarına, ister orduya özgü yapıya dayanılsın, buyrukla yönetmeyi ilke edinen kuruluşların başarılı olduğu görülmemiştir. Sık sık yönetimi değiştirmeler, yöneticileri görevden uzaklaştırmalar bütün gelişme atılımlarını engeller, toplumu bir "buyurulanı yapmalısın" kıskacında kıvrandırır. Ancak çağın ilerleyici atılımı bu yalancı kıskacı kırar, kopan bölümü de onu kullananın gözünü çıkarır. Çağımızda, özellikle, Amerika yardım örtüsü altında orduya özgü bir yönetim biçimini geliştirmeye, yaymaya çalışmaktadır. Kendi çıkarlarını sürdürme amacıyla yaptığı yardımların geliştirdiği bir geri kalmış ülke bilinmiyor. Amerika, geri kalmış ülkelerde bir yandan din inançlarını sömürerek, bir yandan ordu besleme gerekliliğini öne sürerek kişisel olmama bilincini egemen kılma eğilimindedir. Ona bağlanan, onun yörüngesinde yürüyen toplumların hepsi de orduya özgü bir yönetim anlayışı içindedir.

Buyruklarla beslenen bir özveri bilinç ışığından yoksundur. Kişi ne denli güçlü olursa olsun, hangi görev aşamasında bulunursa bulunsun, yeterince gelişememişse özveriyi bir buyruk gereği sanmanın bilinçsizliğinden kendini kurtaramaz. Kışla yönetiminin odağını oluşturan, daha önce başkalarınca belirlenmiş, yasal geçerlik kazandırılmış, buyruklardır. Kimi toplumlarda yasa tartışılır da buyruk tartışılmaz. Bu doğru değildir (savaş dışında). Ancak buyruğu tartışmanın da yetkililer arasında geçerli olması gerekir.

Emile Durkheim'in düşüncelerine katılmamak bilgisizliktir, bence. "İntihar" adlı yapıtında okuyucuya sunduğu somut, belgesel örnekleri çürütmek kolay değildir. Kendini öldürmenin hangi ülkelerde, hangi yönetimler altında, hangi uğraş alanlarında, hangi nicelikte olduğunu kanıtlara dayanarak gösteriyor. Orduya gönüllü olarak katılanlar arasında kendini öldürenlerin niceliği, başka uğraş alanlarında kendi kendini öldürenlerin niceliğiyle karşılaştırılınca şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıkıyor. Avrupa'da kişi beğenerek, severek, gönüllü olarak orduya katılıyor, o topluluk içinde kalmayı yeğliyor. Emile Durkheim şu örneği veriyor: "Prusya'da rütbesiz askerlerin intihar oranı milyonda 560 iken astsubaylarınki 1140'tır. Avusturya'da dokuz asker intiharına bir subay intiharı düşmektedir, oysa subay başına düşen asker sayısının 9'dan çok daha fazla olduğu açıktır. Bunun gibi iki askere bir astsubay düşmediği halde, 2,5 asker intiharına karşı 1 astsubay intiharı vardır..." (s.214)

Benim bildiğime göre, kendi kendini öldürmenin bir aktöre kuralı gibi benimsendiği yer, Stoa felsefesinin egemen olduğu Roma'dır. Roma toplumunun Cumhuriyet, İmparatorluk dönemlerinde kendi kendini öldürenlerin sayısı şaşırtıcıdır. Bunlar arasında komutanlar, bilgeler, yöneticiler, aşamasız yurttaşlar çoktur. İmdi, bu tür olayları özveriye bağlamanın gereği var mı?

Sanmıyorum. Emile Durkheim'in görüşlerine içten gelen bir saygımız vardır. Ancak kendi kendini öldürmede bir bilinç bulanıklığının etkisini de unutmamalı. Kendi kendini öldüren ister bilgin, ister bilge, ister düşünür, ister yöneten, ister yönetilen, ister komutan, ister er olsun bilinç bulanıklığına uğramıştır, kendinde değildir. Emile Durkheim bunları da vurguluyor, sonra kendi kendini öldürmeyi toplumsal bir nedene bağlıyor. Bu onun, geliştirdiği, toplumsal kurama uygun bir açıklamadır. Bilinç bulanıklığının toplumsal bir nedene dayanması, bütün kalıtımsal olaylar özdeş anlayışla ele alınırsa, tartışma götürmez. Ancak kalıtımsal olayların toplumsal özelliklerle koşullandığını da saptamak gerekir.

Neyse, bu konu üzerinde olabildiğince durmak, karşılaştırmalı araştırmalara girişmek, başka kuramlar ileri sürmek bilginlerin işidir, biz burada yetkimizin çiziktirdiği ortamda kalalım.

Kaynak: İsmet Zeki Eyuboğlu,  Yoksul Özdeyişleri Ocak 2000, İstanbul 


Not: Kitabın tümünü ekleyecektim.  Lakin muhteviyatı dinsiz bir kişinin bakış açısıyla dolu olduğundan tavsiye edemem bile. Fakat içinden hoşuma giden birkaç  bölümü aldım.   

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar