ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN AHMET SÜHEYL ÜNVER’E MEKTUPLARI VE TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Çalışmamızda “Abdülaziz Mecdi
Tolun’un Ahmet Süheyl Ünver’e Mektupları ve Tasavvufî Görüşleri” ortaya konulacaktır.
Çalışmamız giriş, dört ana bölüm, sonuç, kaynakça, sözlük ve asıl metinden
oluşmaktadır. Giriş bölümünde İslam’da bir irşâd metodu olarak kullanılan
mektuba dâir bilgilere yer verdik. Birinci bölümde Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve
Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ve eserlerini ele aldık. İkinci bölümde söz konusu
Mektupların nüsha tavsîfini, dili ve üslûbunu inceledik. Üçüncü bölümde
ise mektuplarda geçen bazı kavramlara ve bu kavramlardan hareketle Abdülaziz
Mecdi Tolun’un tasavvufî görüşlerine yer verdik. Dördüncü bölümde ise Abdülaziz
Mecdi Tolun’un yazmış olduğu Mektupların transkribesini verdik. Bu
bölümde, mektuplardaki okuyamadığımız bazı kelimeleri aynen verdik.
Sonuç kısmında çalışmamızla
ilgili son tahlillere yer verdikten sonra metne bağlı kalmaya çalışarak sözlük
oluşturduk. Daha sonra sırasıyla kaynakça ve asıl metni vererek çalışmamızı
tamamladık. Çalışmamızın tasavvuf literatürüne az da olsa bir katkı sağlamasını
ümit ederiz.
Mehtap
İPEK / Kayseri, Ekim 2018
Mektup, peygamberimiz’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra
günümüze kadar başta tebliğ ve irşad olmakla birlikte diğer birçok konularda
bir vasıta olarak kullanılmıştır. Bu mektup geleneği haddi zatında insanlık
tarihinde çok ve çeşitli maksatlarla kullanılmıştır. Fakat biz daha ziyade
tasavvufî alana odaklandık ve tezimiz gereği bu alanın dışına taşmadık.
Tasavvuf alanında Mektûbât ismiyle birçok eser telif edilmiştir. Bunlara
Cüneydi Bağdâdî, İmamı Rabbânî, muasırı Aziz Mahmûd Hüdâyi, Kuşadalı İbrahim
Halvetî ve Esad Erbili gibi zatların Mektûbât’larını örnek verebiliriz.[1]
Tasavvuf
geleneğinde mektuplar şeyh ve mürîdin ilgi alanlarıyla sınırlı kalmıştır. Bu
nedenle sûfîler konuyu dağıtmamaya özen göstermişlerdir. Fakat bazen günlük
hayatla ilgili ve özel sorulara da cevaplar verilmiştir. Rüya yorumlarını da
buna dâhil edebiliriz. Fakat yine de kâP den çok hâl’e önem
verildiğinden, asıl faydalanma hâl transferi ile gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır. Birçok tasavvuf ehli tarafından bu tür mektup yazma geleneği
benimsenmiş ve tarikatların yaygınlaşmasından sonra da genellikle uzakta olan
mürîdlerin şeyhle irtibatı bu şekilde sağlanmıştır.[2]
Biz bu
çalışmada Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defteri’nde 190 numarada
kayıtlı olan Abdülaziz Mecdi Tolun’a ait tasavvufî mektupları ihtivâ eden bir
el yazması eseri inceleyeceğiz. Nitekim bahsi geçen bu eserde Ahmet Süheyl
Ünver’in şeyhi, Abdülaziz Mecdi Tolun da bu mektup geleneğini devam
ettirmiştir. Bizim bu çalışmamızdaki mektuplar, her ne kadar muhatabına
yazılmış mektuplar ise de, sadece muhatap değil muhatabın dışındakiler de bu
mektuplardan faydalanabilir. Zira insanların ortak yönleri ayrı yönlerinden
daha fazladır. Ayrıca mektuplar muhatabın durumuna göre yazılır.
Nitekim
mektuplardan muhatabın hem sosyal ve ilmî seviyesi hem de mânevî gelişimi
anlaşılır. Şeyh birçok mürîdle karşılaşmıştır, dolayısıyla insanı tanımada
büyük maharet sahibidir. Fakat şeyhin asıl ulaşmak istediği insan modeli
yetişkin ve kabiliyetli mürîdlerdir. Nitekim Ahmet Süheyl Ünver de on
parmağında on maharet olan çok kabiliyetli bir insandır. Böyle insanları
yetiştirmek, sevk ve idare etmek oldukça zordur. Zira ilim, makam, ünvan,
sosyal statü ve çeşitli kabiliyetlerin hepsi birer güçtür. Bu kadar çok gücü de
zapt u rabt altına alan mürşidin de manevi gücünün ne kadar yüksek olduğunu da
biz buradan anlamış oluyoruz. Nitekim padişahlara hiç kimse söz geçiremezken
mürşidlerin söz geçirmiş olması da onlardaki bu manevi gücü ve zapt etme
özelliğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.[3]
Dolayısıyla tasavvufa hem ulemâ, hem umerâ, hem de âvam mensup olmuşlar ve
hepsi de nefis ve şeytanın ilga ve telkinlerinden kendilerini ancak bir mürşid
yardımıyla kurtarabilmişlerdir. Bu nedenle en üst seviyedeki ilim adamından ve
idareciden, en alt seviyedeki halk tabakasına kadar birçoğu bu ihtiyacı
duymuştur.[4]
Tasavvufun en dikkat çeken yönlerinden biri de bir geleneğe sahip
olmasıdır. Bunlar bu gücü ve imkânı mensûb oldukları gelenekten almışlardır.
Dolayısıyla nev zuhûr şeyler insanlar üzerinde pek etkili olmamış fakat
geleneği olanların insanlar üzerindeki etkisi daha fazla olmuştur. Dolayısıyla
tasavvuf kimi zaman serbest bırakılıp kimi zaman yasaklanmasına rağmen
ağırlığını her asırda göstermiştir. Devletlerin ve milletlerin sukûn
buldukları, yükseldikleri ve en çok zengin ve etkin oldukları devirlerde de
tasavvuf işlevini görmüştür. Bu Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in
ilk yıllarında çok karışık; siyasi, iktisadi, sosyal olayların çok olduğu
dönemlerde de yine aynı etkinliğini sürdürmüştür. Görülüyor ki tasavvuf geniş
zamanda da dar zamanda da insanların bir sığınağı ve ilham kaynağı olmuştur.
Onun verdiği enerjiyle varlık anında sevinmemişler, yokluk anında da
yerinmemişler ve ümitsizliğe düşmemişlerdir.
Abdülaziz
Mecdi Efendi’nin Mektuplarında kullandığı bir kısım ifadeleri kolay
kolay başka tasavvuf kitaplarında bulamayabiliriz. Dolayısıyla biz bu
mektupları her ne kadar transkribe etmiş olsak da anlam bakımından Osmanlı
Türkçesi’ne ve tasavvufî düşünce dünyasına tam olarak hâkim olamayanlar bu
mektuplardaki konuları tam anlamıyla idrâk edemeyebilirler. Bu sebeple Mektupların
yazıldığı dönemin düşünce dünyasını da göz önünde bulundurarak mektuplarda
geçen ifadeleri çalışmamız boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Ayrıca bu
mektupların tarihi kronolojiye göre tasnif edilmiş olması da anlaşılmasında
bize yardımcı olmuştur.
Genel olarak
tasavvufî mektupların saklanılması, gizli tutulması da esastır. Yani mektubu
yazan yazdığı mektubu kimseye göstermez, alan da aldığı mektubu kimseye
göstermez. Fakat bunlar kaydı hayatla mukayyeddir. Vefat ettikten sonra bu
mektupların ortaya çıkartılmasında herhangi bir sakınca görülmez. Zira bu
mektuplardan daha sonraki nesillerin de istifade etmesi gerekir. Eğer
hayattayken bunlar ifade edilirse tasavvuftaki sır anlayışına ve özel eğitime
uygun düşmez.[5]
“Abdülaziz
Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eser, muhtevâsı itibariyle genel olarak tasavvufun
birçok konusunu (bazı konular hariç) bir-iki cümle ile kısaca ifade etmiştir.
Çünkü muhatab konuya hâkimdir. Diğer eserlerde sistematik ve ilmî usuller çok
belirgin bir şekilde görülürken, tasavvufî metinlerde ilmî ve sistematik
gayretten ziyade ihlâs ve samimiyet esas alınmıştır. Dolayısıyla konular iç içe
girerek anlatılır. Müstakil olarak anlatılan konular çok nadir olur. Bu metodu
müellif Kur’an ve sünnetten almıştır diyebiliriz. Zira bir ayetin veya bir
hadisin içerisinde birçok konu bir anda işlenir. Mektuplar muhatabın durumuna
göre yazıldığı için bu Mektuplarda bir anda değişen birçok konu ve
ifadelere rastlamaktayız. Çünkü insan halden hale değiştiğinden yazanın da
okuyanın da durumu itibariyle bu hal değişikliği olur. Haller, değişkenlikler
bitip de makamlar başlayınca mektuplar artık pek yazılmaz olur. Çünkü artık
makamlarda durgunluk söz konusu olduğundan mânevî gelişim doğrudan doğruya
muhatabın kendi inisiyatifine, Rabbiyle olan münâsebetine bırakılır. Şeyh artık
onu Rabbine teslim etmiştir ve onun üzerinde artık pek fazla işlem yapmaz.
Muhatab da
yeteri kadar geliştiği için böyle bir şeye de artık ihtiyaç duymaz. Fakat yine
de şeyhine saygı gösterir. Bu edebi ömür boyu muhafaza eder.
Çalışmamızda
“Abdülaziz Mecdi Tolun’un Ahmet Süheyl Ünver’e Mektupları ve Tasavvufî
Görüşleri”ni ortaya koymaya çalışacağız. Cumhuriyetin ilk yıllarında Abdülaziz
Mecdi Efendi’nin ruh ikliminde yetişen Ahmet Süheyl Ünver’in tasavvufî hayatını
da incelememize konu edineceğiz. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, Ahmet Süheyl
Ünver’e yazdığı mektupları ve tasavvufî görüşlerini inceleyerek kültür
tarihimizdeki yerine katkıda bulunmayı hedeflemekteyiz. Böylece “Abdülaziz
Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eserin, ilk kez tarafımızdan çalışılmış olması da
Ahmet Süheyl Ünver’in tasavvufî yönü hakkında bize fikir vermesi açısından önem
arz etmektedir.
Hayatlarında
da gördüğümüz gibi Abdülaziz Mecdi Efendi ve Ahmet Süheyl Ünver, hem kendi
devirlerindeki ilimde derinleşmişler hem de mânevî olarak insanların ilim ve
irfan yolunda ilerlemelerine yardımcı olmuşlardır. Onlar o günün en yüksek ilmî
pâyelerine erişmişlerdir. Bu iki değerli şahsiyetin birbiriyle olan
münasebetini öğrenmemiz açısından “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz. Mektupları 2” adlı
eseri bize bu konuda yol göstermiştir. Onlar, insanlara faydalı olmuşlar ve
nasıl faydalı olunacağı konusunda yol göstermişler ve insanlar için de en iyi
faydayı sağlamışlardır. Onlar, klasik kültürü canlı tutmuşlar ve gelecek
nesillere aktarmışlardır. Böylece nesiller arasında bir köprü vazifesi
görmüşlerdir demek mümkündür.
Tasavvufun
hem klasik dönemini hem de modern dönemini yaşamış olan Abdülaziz Mecdi Efendi
ile Ahmet Süheyl Ünver, yapmış olduğu çalışmalarla ve hayat şekilleri ile eski
ve yeni kültürü birleştirerek tasavvufa katkıda bulunmakla birlikte klasik
kültürün de temsilcileri olmuşlardır denilebilir. Bahsi geçen şahıslar bütün
bunların yanında hem klasik ilimleri bilen hem de modern ilimleri bilen
kişilerdir. Bundan dolayı eser tarafımızca dönem îtibâri ile de
değerlendirilmiştir. Çünkü çalışmamızın konusu olan bu eser, tekkeler ve
zâviyeler kapanmadan hemen önceki döneme ışık tutmaktadır. O yüzden 19. ve 20.
yüzyıl dönemini seçtik.
Konuyla
ilgili yapılmış diğer çalışmalara bakıldığında; Osman Nuri Ergin’in “Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti”, adlı eseri, çok şümullü
olmasına rağmen eserde çalışmamızın konusu hakkında çok fazla bilgiye
ulaşılamamıştır.
Osman Nuri
Ergin’in bu eseri sadece Abdülaziz Mecdi Efendi’nin hayatını konu edinmiştir.
Ahmet Güner Sayar’ın “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri 18981986”
adlı eseri, geneli itibâriyle Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ile ilgilidir
diyebiliriz. Ama tezimizin konusu olan bu eser ise hem Abdülaziz Mecdi
Efendi’yi hem de Ahmet Süheyl Ünver’i ilgilendirmektedir. Ayrıca bu iki zâtla
ilgili yapılmış olan diğer çalışmaların konumuzla doğrudan alakası yoktur.
Kısaca ifade edecek olursak çalışmamızın konusu olan eserin orijinal bir kaynak
olduğu düşüncesindeyiz. Böyle bir eserin de çalışmamızla hem yakından alakalı
olması sebebiyle hem de eserin ilim âlemine büyük katkılar sağlayacağı
düşüncesiyle eser üzerinde böyle bir çalışma yapmaya karar verdik.
Tez
araştırmasında takip ettiğimiz yöntem; öncelikle “Abdülaziz Mecdi Tolun Hz.
Mektupları 2” eserini günümüz harflerine aktardık. Daha sonra eserin içerisinde
yer alan mektupların muhtevâsı hakkında bilgi verdik. Buradan hareketle
“vahdet-i vücûd, insan, kalp, tefekkür, mi’rac ve urûc, aşk, râbıta”
kavramlarını da tasavvufî düşünce ekseninde inceledik. Üçüncü bölümde, Mecdi
Efendi’nin mektuplarındaki bazı ifadelerini anlayabildiğimiz kadarıyla
sadeleştirilmiş şekliyle verdik. Son olarak da Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve
Ahmet Süheyl Ünver’in hayatını ve eserlerini ele aldık. Çalışmamız boyunca
başvuracağımız temel kaynakların başında Abdülaziz Mecdi Tolun’un ve Ahmet
Süheyl Ünver’in kendi eserleri, lügatler ve konunun anlaşılmasına faydası
olacağını düşündüğümüz tasavvuf literatürü ve tarihiyle ilgili muhtelif diğer
eserler gelmektedir.
Çalışmamızda
başka çalışmalardan yaptığımız alıntıları çift tırnak (“ ”) içinde ve italik
olarak gösterdik. Mektuplarda yazan Rûmî tarihleri www.ttk.gov.tr adresindeki Tarih Çevirme
Kılavuzu sayfasından güncelleştirdik. Mektupların içindeki izah gerektiren
kelimeleri sözlük olarak Ek’ler kısmında verdik. Mektuplarda geçen ayetlerin
yerlerini tesbit etmekle beraber anlamları verilmeyen ayetlerin, hadislerin,
Arapça ve Farsça tabirlerin meallerini dipnotta verdik.
ABDÜLAZİZ
MECDİ TOLUN’UN ve AHMET SÜHEYL ÜNVER’İN
HAYATI VE ESERLERİ
I.
ABDÜLAZİZ MECDİ TOLUN’UN HAYATI VE ESERLERİ
1.
Ailesi,
Doğumu ve Eğitim Hayatı
Abdülaziz
Mecdi Efendi, 1281 (Miladi 1865) yılının Haziran ayında Balıkesir’in Okçukara
Mahallesinde doğmuştur. Babası Şeyhülkurrâ ve mûsikişinas Hafız Hasan
Efendi’dir (Ö.1310/1894). Annesi ise Hanife Hatun’dur. Hanife Hatun, Hafız
Hasan Efendi’nin ikinci hanımı, Abacılar kethüdası ulemâdan Hacı Mehmed
Efendi’nin kızıdır. Baba ve anne tarafından seyyid ve şerîftir.[6]
Abdülaziz Mecdî Efendi’nin ilk hocası olan
Hâfız Hasan Efendi, dinî ve fennî ilimlere âşinâ, edebiyata ve tarihe meraklı,
derviş bir zâttır.[7] İlk bilgilerini babasından alan
Abdülaziz Mecdi Efendi, Kur’an’ı da hıfzettikten sonra on dört yaşında
rüştiyeye (ortaokula) başlamıştır.[8] Ortaokulu bitirdikten sonra,
dayısı Yahya Nefi Efendi’den medreselerde okunan aklî ve naklî ilimleri
öğrenmiş ve böylece dayısından icazet almıştır. Yahya Nefi Efendi, müderris ve
aynı zamanda Balıkesir Belediyesi’nde başkâtiptir.[9]
Abdülaziz
Mecdi Efendi, kısa süren eğitim hayatına rağmen Arap dilini bütün incelikleri
ile konuşması, Farsça’ya olan hâkimiyeti, divan edebiyatına vâkıf olması,
tasavvufî hakikatleri anlaması ve birçok konuda kendisini yetiştirmesi
özellikle de kendi göstermiş olduğu gayretiyledir.10
Rüşdiye’den mezun olan Mecdi Efendi, 1884 yılında aynı mektepte
muallimliğe başlamıştır.[10] [11]
[12] Dokuz yıl muallimlik yapan
Mecdi Efendi, mevcut hükümetin siyasi kararı neticesinde ortaokullar liseye
dönüştürülünce ve daha sonra da bu okulların
12
dağıtılmasıyla açıkta kalmıştır.
Mecdi
Efendi, atamasının yapılabilmesi için çok uğraşmış fakat onun bu çabası bir
netice vermemiştir. Bu yüzden son dönem Osmanlı hukukçularından olan Meclis-i
Kebîr-i Maârif reisi[13] Büyük Haydar Efendi’nin dostu
Baki Efendi’nin faziletli ve olgun bir insan olduğunu duymuş ve Baki Efendi’ye
hitâben hemen oracıkta durumunu anlatan bir manzume yazmıştır.[14] Yazdığı manzum beyitlerle
bakanlığın dikkatini çeken Mecdi Efendi, imtihana davet edilmiştir. İmtihan
evrakını inceleyen heyet, yazısının güzelliğine, ifadesinin düzgünlüğüne ve
tenkit usûlüne hayran olmuştur. Fakat kısa süren eğitim hayatından dolayı bu
kâğıdın Mecdi Efendi’ye ait olmadığı şüphesi uyanmıştır. Bu sebeple Abdülaziz
Mecdi Efendi ikinci defa imtihana çağrılmıştır.
Mecdi
Efendi bu imtihanda başarılı görülerek, Balıkesir Lisesi Türkçe ve Edebiyat
öğretmenliğine tayin edilmiştir. Fakat Balıkesir Lisesinde ders verilmemiş,
Selânik yahut Şam’a gönderilmek istenmiştir.[15]
Aradan iki ay geçmesine rağmen göreve
başlatılmayan Mecdi Efendi, Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi Büyük Haydar
Efendi’ye Arapça manzum bir dilekçe yazmıştır.[16]
Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi Büyük
Haydar Efendi’ye hitâben yazdığı bu Arapça manzum dilekçe ile heyetin dikkatini
çeken ve bunun üzerine resmi bir görev verilmek üzere imtihana çağrılan Mecdi
Efendi, bu imtihanında başarılı olduğu için Balıkesir İdadisi Türkçe ve
Edebiyat muallimliğine tayin edildiği kendisine bildirilmiş fakat Şam’a
gönderilmiştir. Altı ay sonra da Girit'te Rum mektepleriyle rekabet için
açılmış olan Mekteb-i Kebir-i İslam'a tayin edilmiştir.[17]
Girit’teki Hakikat Gazetesi’nde edebî makaleleri yayınlanan Mecdi Efendi[18], o yıllarda Girit valisi
Mahmud Celaleddin Paşa’nın dostluğunu kazanmış fakat Girit İsyanı (1897)
sırasında istanbul'a dönmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle de Tantavizade Halid
Bey adına Anadolu'da zahire tüccarlığına başlamıştır. [19]
[20]
Mecdi Efendi, tasavvufa yatkın ve bir şeyhe bağlı olmaksızın kendi
kendisine bazı evradları çeken birisi olarak hayatına devam ederken, 37 yaşında
ani bir cezbe ve istiğrak hali yaşamış ve bu nedenle de işini bırakarak
memleketi Balıkesir'e dönmüştür. Bu hali sekiz ay kadar sürmüş, bu süre
içerisinde Kadiri Şeyhi Ali Âşur Efendi’ye sonra da Ahmet Amiş Efendi’ye
intisâb etmiştir. İşte Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, tasavvufî 20
hayatı bunlardan sonra başlamıştır.
Mecdi Efendi’nin tasavvuf ehline
karşı eskiden beri büyük bir muhabbeti olmuştur. Bunlar içerisinde Abdülkadir
Geylâni Hazretlerine karşı ayrı bir sevgisi ve ilgisi vardır. Kadiri Evrâdı’nı
okurken hüngür hüngür ağladığı kaynaklarda yazılmıştır.[21]
Mecdi Efendi, Balıkesir’de kaldığı süre
içerisinde, Balıkesir Hacı Ali Camii’nde bir ay boyunca vaaz etmiştir. Bu
vaazlara halk çok rağbet etmiş, herkes tarafından onun ilmî derinliği ve üstün
zekâsı olduğu kabul edilmiştir.
Bu olay Mecdi Efendi’nin
kendisine olan güvenini artırmış ve hakkındaki yersiz dedikodulara son
vermiştir.[22] Bunun doğal sonucu olarak da
1908 inkılâbında Balıkesir’den mebus seçilmiştir.[23]
Mecdi Efendi, yaşamış olduğu bu
cezbe halinden bir süre sonra tekrar ticarete başlamış ve 1905'te Konya ticaret
borsası komiserliğine tayin edilmiştir. Orada tanıştığı Sivaslı Ali Kemali
Efendi ve Ayaşlı Şakir adlı iki meczubun onun manevî hayatında derin tesirleri
olduğu bilinmektedir. Konya’da bulunduğu sıralarda Şeyhi Fatih türbedarı Ahmet
Amiş Efendi'ye intisap etmiştir.[24] Mecdi Efendi’nin mâneviyat
erleri ile teması her geçen gün artarak devam etmiştir. Mecdi Efendi, bu
mâneviyat erlerinin birçoğundan feyz almış ve bu sebeple onların meclislerine
devam etmiştir.
Mecdi Efendi, şeyhi Ahmet Âmiş
Efendi’nin 1920 yılında vefatına şahit olmuştur. Şeyhinin cenaze namazını
bizzat kendisi kıldırmıştır. Şeyhi Ahmet Âmiş Efendi türbedarı olduğu Fatih
Camii hazîresine defnedilmiştir.[25]
Mecdi Efendi, 1908’de Balıkesir
milletvekili seçilmiş ve bu görevini dört yıl boyunca sürdürmüştür.[26] Meşrûtiyet Meclisi’nin en
renkli sîmalarından biri olan Mecdi Efendi, aynı zamanda zabıt kâtipliği de
yapmıştır.[27]
Milletvekilliği süresi dolunca
yeniden vekil olamayan Mecdi Efendi, önce Balıkesir’e daha sonra da ani bir
kararla ailesini de alarak Mısır’a gitmiştir.[28]
Mecdi Efendi altı buçuk sene Mısır’da bulunmuş ve bu süreçte siyasetle
uğraşmamıştır.[29]
Mısır’da bulunan Türklerden Cemallettin
Efendi ve Gümüşhaneli Dergâhı Şeyhi Dağıstanlı Ömer Ziyaettin Efendi, Mecdi
Efendi’nin en ziyade görüşüp konuştuğu başlıca kişilerdir.[30]
Din İşleri ve Vakıflar
Bakanlığının 1924 yılında kaldırılması ve mebusluk hayatının bitmesi üzerine
İstanbul'a dönerek Beyazıt’taki evine çekilen Mecdi Efendi, Cumhuriyet'ten
sonra resmi ve özel hiçbir görev kabul etmemiştir. Dinî, tasavvufî sohbetlerde bulunan
ve birçok tasavvufî eser yazan Mecdi Efendi’nin bu süreci on yedi yıl
sürmüştür.* [31] Mecdi Efendi, Tolun soyadını,
Soyadı Kanunu’ndan sonra almıştır.[32]
Abdülaziz Mecdi Efendi, 1941
yılının Haziran ayında Kitâbü’l-Ma’rife tercümesini yazdırırken hastalanmış ve
doktoru Ahmet Süheyl Ünver’in kontrolünde müşâhede altına alınmıştır.[33] Bu kısa hastalık döneminden
sonra Mecdi Efendi, 27 Ağustos 1941’de Çarşamba günü Hakk’ın rahmetine
kavuşmuştur. Cenaze namazı Fatih Camii’nde kılınan Mecdi Efendi’nin naaşı Edirnekapı
Şehitliğin’e defnedilmiştir.[34] Mecdi Efendi’nin
kabri çok kıymet verdiği İstiklâl Şairimiz Mehmet Akif Ersoy ve Babanzâde Ahmet
Naim’in mezarlarının yakınındadır. Mecdi Efendi’nin doktoru ve aynı zamanda
mürîdi olan Süheyl Ünver bu elemini şöyle ifade etmiştir:
“Bütün esrar-ı vahdet
mündemiçtir kalb-i Mecdî’de
Çıkar tarih anınçün bak”[35] [36]
Çalışmamıza konu edindiğimiz
“Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” adlı eserde, müellifin hayatına dair
bilgilere rastlamadık.
Osman Nuri Ergin, Abdülaziz
Mecdi Efendi’nin eserlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığına
bağışlamıştır. Mecdi Efendi’nin, Osman Nuri Ergin’in tertip ettiği risâle ve
kitaplardan oluşan toplam on dokuz adet eseri vardır.”[37]
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin
eserleri ile ilgili başka çalışmalarda[38]
detaylı bilgi verildiği için biz burada eserlerinin sadece isimlerini vermeyi
uygun gördük. Bu eserler şunlardır:
“İnsân-ı Kâmil, İnsân-ı Kâmil
Tercümesi, Din-i Muhammedî, Divan, Kavâid-i Fârisiyye, Risâle-i Edebiyye,
Bedâyi', Esrarnâme, Hakikat-i İnsaniyye Tercümesi, Salât- ı Feyziyye Tercümesi,
Tecelliyât-ı İlahiyye Tercümesi, Vahdet-i Vücûd Tercümesi, Kitabü'l-Ma'rife
Tercümesi, Meratibü'l-Vücûd Tercümesi, Istılahatü's-Sûfiyye Tercümesi,
Amerika’dan Sorulan Suallere Cevaplar ve Sohbetnâme’dir.”[39]
II. AHMET
SÜHEYL ÜNVER’İN HAYATI VE ESERLERİ
1.
Ailesi,
Doğumu ve Çocukluğu
Ahmet Süheyl Ünver, 17 Şubat
1898 yılında Kadir Gecesi’nde İstanbul Haseki’de dünyaya gelmiştir. Babası,
Tırnovalı Mustafa Enver Bey’dir. Mustafa Enver Bey, II. Abdülhamid dönemi Posta
ve Telgraf Nezâreti İstanbul Muhâberât-ı Umûmiyye müdürüdür. Annesi, Safiye
Rukiye Hanım’dır. Safiye Rukiye Hanım, 19. yüzyılın ünlü hattatlarından Mehmed
Şevki Efendi’nin kızıdır.[40]
2.
Eğitim
Hayatı ve İlmî Şahsiyeti
Ahmet Süheyl Ünver, ilk ve orta
öğreniminden sonra 1920 yılında Mekteb-i Tıbbiyye’yi bitirmiştir. Hekimlik
ihtisasına 1921-1923 yılları arasında önce cildiyede başlamış, daha sonra da
dâhiliyede devam etmiştir. Bu arada aileden gelen kabiliyetlerini geliştirmek
maksadıyla çeşitli sanat dallarında çalışmalar yapmıştır. Hat, tezhip ve ebru
ustalarıyla tanışmış ve zamanın meşhur hocalarından meşk etmiştir.[41]
Süheyl Ünver, “hayat-ı
sanatımda ilk merhalem” olarak nitelediği Medresetü'l- Hattatin'e
başlamıştır. [42]
Bu arada karakalem ve sulu boya
ile resim yapmayı da öğrenmiştir. İstanbul’un çeşitli tarihi eserlerinin ve
tarihi köşelerinin resimlerini yapmıştır. Hekimlik ile sanatı hayatı boyunca
devam ettirmiştir. Bu arada şeyhi Abdülaziz Mecdi Efendi’nin sohbetlerine devam
etmiştir. [43] Onun hayatında hekimlik için
ihtisasa gittiği Paris önemli bir yer tutar. Orada da hekimlik çalışmalarıyla
sanat çalışmalarını bir arada yürütmüştür.
Müze ve kütüphanelerde
rastladığı eserlerdeki tezhip ve minyatürlerden Türk süslemesinin nâdide örneklerini
istinsah etmiştir. Ayrıca Türk-İslâm tıbbına dair yazma eserler üzerine ciddi
çalışmalar yapmıştır. 1929 yılında Paris’ten döndükten sonra üç aylığına
Avusturya’ya gitmiş ve oradaki kütüphanelerindeki yazma eserleri ve müzelerde
bulunan Türk eserlerini tespit etmiştir. 1930’da da İstanbul Tıp Fakültesi’nde
akademik hayata geçmiştir. İlim ve sanat çalışmalarını aralıksız devam ettirmiş
ve bu arada da Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurmuştur. Enstitünün çıkardığı dergide,
telif ve tercüme ilmî makaleler yayınlanmış ve 1939’da profesör olmuştur.[44] Süheyl Ünver, İstanbul’daki
tarihî eserlerin tespitinde çok önemli rol oynamış ve birçok tarihî eserin
kurtarılmasına vesile olmuştur.[45]
Türk Tarih Kurumu aslî üyeliği
de yapmış olan Süheyl Ünver, 1951’de gittiği Mısır’da birçok müze ve tarihi
yerleri görme fırsatı bulmuş, orada da Türk-İslam kültürünün izlerini takip
etmiş ve elde ettiği dökümanları ülkemize getirmiştir. Çok kıymetli ve eşsiz
birçok eserin bulunduğu kütüphane ve arşivini Tıp Tarihi Enstitüsü’ne bağışlamıştır.
Böylece “Dr. Ahmet Süheyl Ünver Arşivi ve Kütüphanesi” kurulmuştur.[46] Bağdat’a da gitmiş, oradan da
birçok tarihi malzeme toplamış ve ilmî incelemelerde bulunarak Türkiye’ye
dönmüştür.[47]
Daha sonra gittiği Amerika’da
misafir profesörlükte bulunmuş ve orada da tıpla ilgili dersler vermiştir.
Görüldüğü gibi ilim ve sanat dolu bir hayat yaşamış, 1954’te de ordinaryüslüğe
yükseltilmiştir. Katıldığı kongreler ve sunduğu tebliğleri onun ilim ve sanat
yönünün bütün dünyaca bilinmesine imkân sağlamıştır. Ülkemize ve insanlığa çok
değerli çalışmalarıyla örnek bir şahsiyet olmuştur.[48]
3.
Abdülaziz
Mecdi Efendi ile Tanışması ve Tasavvufî Şahsiyeti
Ahmet Süheyl Ünver, 1920’li
yılların öncesinde de tasavvuf ehliyle görüşmüş ve sohbet etmiştir. Özellikle
1920’li yılların öncesinde, Mevlevî kültürüne, kendini daha yakın hissetmiştir.
Bu yakınlık onu zamanın Mevlevî büyüklerini tanımaya yönlendirmesine rağmen[49] o, kimseye intisâb etmemiştir.[50]
Süheyl Ünver hakkında Ahmet Âmiş
Efendi şöyle demiştir:[51] “...Bu çocuk büyür gider,
beni unutmaz.”[52]
Ahmet Âmiş Efendi’nin bu sözüne rağmen bu mümkün olmamıştır.[53]
Süheyl Ünver, 23 yaşındayken
Ahmet Âmiş Efendi vefat etmiş ve onun cenaze namazını Abdülaziz Mecdi Efendi
kıldırmıştır. Ahmet Âmiş Efendi’nin vefat haberini alan Süheyl Ünver, bir
araştırma içerisine girerek bazı bilgiler elde etmiştir. Abdülaziz Mecdi
Efendi, Ahmet Âmiş Efendi’nin cenazesinde etkili ve güzel bir konuşma
yapmıştır. Bu etkili hitâbetin tesirinde kalan Süheyl Ünver’in kalbinde bir
heyecan meydana gelmiştir. Çünkü daha önce Süheyl Ünver bir arkadaşı ile yolda
giderken Mecdi Efendi’yi tesadüfen tanımıştır. O, bu tanışmada Mecdi Efendi’nin
arkadaşı hakkında bir müjde verdiğini ve bunun da hemen bir hafta içinde
gerçekleştiğini biliyordu. Fakat onun, cenaze namazını kıldıracak kadar Âmiş
Efendi’ye olan yakınlığını daha önce hiç kimseden duymamıştır. Kısaca o, Mecdi
Efendi hakkında, herkesin bildiği şeyler haricinde bir şey bilememiştir.[54] Bu süreçte Süheyl Ünver’in
zihninde, Mecdi Efendi’nin Ahmet Âmiş Efendi’ye muhakkak bir intisâbının olduğu
fikri uyanmıştır.
Süheyl Ünver, Abdülaziz Mecdi
Efendi’yle tanışmasının hikâyesini bir defterinde detaylı bir şekilde
anlatmıştır. Ayrıca Osman Ergin, bu tanışma faslını isim vermeden eserinde
ayrıntılı olarak ele almıştır.[55]
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin,
‘Süheyl’e başlıklı manzum davetiyesindeki[56];
‘Edeb tavrıyla gel’e bir dipnot düşmüştür. İlk sahifede beyan olunduğu üzere bu
davete derhal icâbet edilmiştir.[57] Süheyl Ünver, Mecdi Efendi ile
ilk defa Yeni Camii’de sohbet etmiştir.[58]
Böylece o, yaşamış olduğu bu özel anları ve Mecdi Efendi ile olan sohbetini,
özlü bir biçimde değerlendirmiş ve "içimden tam Müslüman olma yoluna
girdim”[59]
demiştir.[60]
Süheyl Ünver’in, Abdülaziz Mecdi
Efendi ile olan bu sohbetleri, baba-oğul ilişkisini de beraberinde getirmiştir.
Çünkü 1920’li yılların başında bir sohbetinde Mecdi Efendi Süheyl Ünver’e şöyle
demiştir:[61]
"... Zahirî baban
(Mustafa Enver Bey) tevellüd-ü tabiîliğe sebep oldu. Mecdi dedikleri fakîr-i
manevî de rûhî tevellüde bâis oluyor. Acaba bunun hakkı daha büyük mü olacak
dersin? Hiç şüphe mi var?”[62]
Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin
bu iltifatlarına aynı şekilde cevap vermiş ve bir cezbe hâliyle 1920-1925
yılları arasında şiirler yazmıştır. Süheyl Ünver’in bir ‘Divân’ının olması da
bunu göstermektedir.[63] Abdülaziz Mecdi Efendi, yapmış
olduğu çoğu sohbetinde herkesin içinde veya Süheyl Ünver’e iltifatlar ederek
ona teveccühte bulunmuştur.[64]
Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin
rehberliğindeki bu manevî yolculuğunda birçok mânevî dereceler elde etmiş ve
Mâksûd’a vâsıl olacağı hissini taşımıştır. Aynı zamanda birçok tasavvuf
erbâbıyla da görüşmeye devam etmiş ve Mecdi Efendi öncesinde olduğu gibi
kimseye bende olmamıştır.[65] Süheyl Ünver, bu duygularını “Dünyaya
bu zevât-ı âliyenin zamanında beni istifaza için gönderen Tanrı ’ya
şükrederim.”[66]
sözüyle ifade etmiştir. Süheyl Ünver’in, Adülaziz Mecdi Efendi’nin
rehberliğindeki mânevî eğitimi 23 yıl sürmüştür.[67]
Süheyl Ünver’in tasavvufî
şahsiyetinin oluşmasında ve manevî dereceler elde etmesinde Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin çok büyük tesiri olmuştur. Hatta o, kendisinin yetişmesinde birçok
hocasının emeği olduğunu söyledikten sonra kabiliyetlerini geliştiren ve ona
öncülük eden şu altı zâtın ismini yazmıştır:
Ressam Ali Rıza Bey, Ord. Prof.
Dr. Akil Muhtar Özden, Abdülaziz Mecdi Tolun, Prof. Dr. Marcel Labbe, Prof. A.
Gabriel ve Dr. Rıfat Osman.[68]
Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin
vefatından sonra da bu mânevî yolcuğunda ilerlemeye devam etmiştir. Yalnızlığı
kalabalığa tercih eden Süheyl Ünver’in, Mecdi Efendi ile olan sohbeti özellikle
1921-1925 yılları arasındaki heyecanı ve cezbe hali daha sonra yerini derin bir
sessizliğe bırakmıştır. Vaktinin neredeyse tamamını çalışmalarına ayıran Süheyl
Ünver, insanlar arasında mânevî hallerinin bilinmemesine de çok önem vermiştir.[69]
1980’li
yıllarda rahatsız olmasına rağmen çalışmalarını aksatmadan sürdüren Süheyl
Ünver[70], 14 Şubat 1986’da Cuma günü
ebedî âleme göç etmiştir. Cenaze namazı, 17 Şubat 1986’da Pazartesi günü öğle
namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınmıştır. Naaşı Edirnekapı Sakızağacı
Şehitliği’ne defnedilmiştir.[71] [72]
[73]
Süheyl Ünver, şöyle vasiyette bulunmuştur:
“Beni sakın öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri
Süleymaniye Kütüphanesi’nde Türk kültür arşivimle binlerce not ve hatıra
defterlerimin içinde. Mündericat ve resimlerim emrinize amade. Ben hayatımda
Tanrımın lütfu, büyüklerim, eş ve dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden
bahtiyar bir ömür sürdüm. Darısı dostlar başına.
Boş vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. inanın ki
diğer insanları bıktıracak kadar çok yaşarsınız. Boş geçen her vakit sizleri
ölüme götürür. Acıyın „12 kendinize.
Başka
çalışmalarda Ahmet Süheyl Ünver’in eserleriyle ilgili detaylı bilgi verildiği
için biz burada kısaca bahsetmeyi uygun gördük. Ahmet Süheyl Ünver’in basılmış
eserleri hakkında bilgi sahibi olabilmek için onun bibliyografyalarını
incelemek gerekmektedir.
Bu bibliyografyalar 1920-1981 yıllarını kapsayan beş çalışmadan meydana
gelmektedir. Süheyl Ünver’in 1920-1951 yılları arasındaki yayınlarını kapsayan
ilk iki çalışma Osman Ergin tarafından hazırlanmıştır. Üçüncüsünü Gönül
Özdemir, 1930-1969 yılları arasında sadece yabancı dillerde yayınlanan
çalışmalarını derleyerek yapmıştır. Dördüncüsü Gönül Özdemir, Belma Tanyeri ve
Tülay Ölez tarafından derlenmiş olup, Süheyl Ünver’in 1933-1971 yılları
arasındaki yayınlarını içermektedir. Bibliyografyalarının beşincisi ise Dr.
Cevat Yalın tarafından yapılan Süheyl Ünver’in 73 1972-1981 yılları arasındaki yayınlarını
kapsamaktadır.
1998 yılında Aykut Kazancıgil,
kızı Gülbün Mesara ve Ahmet Güner Sayar; Süheyl Ünver’in en kapsamlı
bibliyografya çalışmasını yayınlanmıştır.[74]
Süheyl Ünver’in toplam 2101 eseri vardır.
Bu eserlere; kitap, makale,
bildiri ve gazete yazıları da dâhildir. Bu eserlerden 1835’i Türkçe, 266 yayının
166’sı Fransızca, 70’i İngilizce ve 25’i ise Almanca’dır. Ayrıca İtalyanca,
İspanyolca, Arapça ve Urduca yayınlanmış birer yayını da bulunmaktadır.
Süheyl Ünver’in 20’ye yakın olan
yayınları ise 1982 yılından sonradır. Vefatından sonra bunlardan 4’ü yayınlanmıştır.
Aynı zamanda bibliyografyalarında yer almayan makalelerinin kesin olmayan
sayısı ise 200 civarındadır. Bu sebeple Süheyl Ünver’in 1920-1986 yılları
arasında basılmış yayınlarının sayısı 2300’ü bulmaktadır.[75]
Bu yayınların hâricinde farklı konularda
birçok dosya ve defterler hazırlayan[76]
Ahmet Süheyl Ünver’in Türk Tarih Kurumu’ndaki ve Süleymaniye Kütüphane’sindeki
dosyalarının toplamı 453[77], Süleymaniye Kütüphane’sindeki
defterlerinin toplamı ise 1116’dır.[78]
“ABDÜLAZİZ
MECDİ HZ. MEKTUPLARI 2” ESERİNİN
ŞEKİLSEL TANITIMI
“Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları
2” eseri, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Ünver Defter’inde 190 arşiv
numarası ile kayıtlıdır. “Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları 2” ile ilgili
Süleymaniye Kütüphanesi’nde katalog bilgisi tam olarak verilmediği için Mektupların
cilt-yazı ebâdı ve cilt-kâğıt özellikleri hakkında tam bir bilgiye sahip
değiliz. Mektuplarda herhangi bir zedelenme ve imlâda mürekkep dağılması
yoktur. Dolayısıyla mektuplar gayet okunaklıdır. Mektuplarda kullanılan yazı
türü rikadır ve bu mektuplar toplamda 22 varaktır. Her sayfasında satır sayısı
sabit olmayıp değişkenlik göstermektedir. Varakların yapraklarının baş tarafına
Arapça rakamlarla sayfa numarası yazılmıştır. Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’nin
farklı şahsiyetlere yazdığı mektupları da defterinde toplamış, bunların arasına
kendisine yazılanları da ilâve etmiştir.[79]
Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e bu
mektupları bazen postayla bazen de şahıslar aracılığı ile göndermiştir. Örneğin
1. Mektup’ta “İstanbul Evkâf İdaresinde Mimar Muzaffer Vasıtasıyla Doktor
Süheyl Bey’e verilecektir” şeklindeki ibâre, yine 8. Mektup’ta yer alan
“İstanbul Heyet-i Fenniyyesi’nde inşaat kâtiblerinden Râfet Beyzâde Burhâneddin
vâsıtasıyla Medâris-i İlmiyye doktoru Süheyl Bey’e”, ibâresi ve dahi 9.
Mektup’ta yer alan “Haseki’de bostan hamamında 36 numaralu hanede Doktor Ahmet
Süheyl Bey’e” ibâresi gibi.
Mektuplar
çeşitli usûllere göre tasnif edilir. Mecdi Efendi’nin bu mektupları tarihî
kronolojiye göre tasnif edilmiştir.
Mecdi Efendi’nin Süheyl Ünver’e
yazmış olduğu bu mektupların tarihleri 2a’da yazmaktadır. Mektuplar, 23 Mart 39
(Miladi 1923) yılında yazılmaya başlanmış, 27 Şubat 340 (Miladi 1924) tarihinde
son bulmuştur. Süheyl Ünver bu mektupların sahifelerinin yıpranmaması için
2b’de şu notu düşmüştür: “İş bu mecmua kıymettâr açılırken sahifelerin
uçlarından açılması ve yazıların üzerine ellerin temas etmemesi müştâk-ı feyzi
rabbani olanlardan rica olunur.”
Mecdi Efendi’nin Süheyl Ünver’e
yazmış olduğu mektupların sayısı 21’dir. Mektuplara, “Mektup 1”den “Mektup 6”ya
kadar mektup numarası yazılarak başlanırken 8b’de “Mektup 7” yerine “Numara 7”
ibâresi yazılmıştır. Daha sonra mektupların sayısı “Mektup 17”ye kadar
sırasıyla belirtilmiştir. Mektup 17’den sonra ise kalan 4 mektuba herhangi bir
numaralandırma yapılmamıştır. 20b’de “Said, Süheyl, Refik, Burhaneddin, Şefik,
Mustafa Salim Efendilere” ibaresi yazılmıştır. Mecdi Efendi her mektubun
sonunda mektupların bazılarına “Abdülaziz Mecdi” bazılarına ise “Ayn Mim”
harflerini yazmış bazılarına ise sadece tarih yazmıştır. Mektuplar her ne kadar
Abdülaziz Mecdi tarafından Süheyl Ünver’e yazılmış olsa da mektuplarda Süheyl
Ünver’in yazmış olduğu bazı notlar da vardır: Örneğin 2b’de yer alan “Mürşid-i
âli kaderim, merkezi daire-i vücûdum, nur-u feyyaz kalbim, şems-i tâbânım,
pederim Abdülaziz Mecdi Efendi Hazretlerinin Ankara’da umur-u şeriyye ve evkâf
müsteşâr-ı âliyyine şeref bahş iken abd-ü kemterleri bu fakir pür taksîre
göndermek lütfunda bulundukları mekâtib-i reşâdet penah efhamileridir.” ibâre,
Mektup 2’de 8b’de yer alan Reşadetlu faziletlu peder-i mükerremimiz, şeyhi
muazzamamız Mecdi Efendi hazretleri 15 gün mezuniyetiyle ve memuren şeriyye
vekâleti müsteşârlığından der-saadeti 6 Mayıs 339 (Miladi 6 Mayıs 1923)
tarihinde şerefyâb kılarak 21 Mayıs 339 (Miladi 21 Mayıs 1923) tarihinde tekrar
Ankara’ya mahalli memuriyet vâlâlarına avdet buyurdular. 22 Mayıs 39 (Miladi 22
Mayıs 1923). Daru’l-Hilâfetü’l-Âliyye Medreseleri Tabibi Süheyl.” ibâresi ile
22a’da yer alan “Mürşid-i müfahham, Şeyh-i mükerrem, üstad-ı muazzamımız
Abdulaziz Mecdi Efendi hazretleri şerefbahş oldukları Umur-u Şeriye ve Evkaf
Vekâleti Müşteşar-ı alininden bir ay mezuniyetle der saadeti baladaki mektubdan
tebşir buyurdukları gibi teşrif iderek 29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat 1924).
Cuma günü biz fakir kullarını bizzat buyurdular. Devlethanelerine kadar
götürdük. Birkaç gün sonra da Mart 340 (Miladi Mart 1924) evailinde-i şeriye
vekaletinin ilgası gibi cezri ıslahatda da makam-ı müsteşarileri de lağv
edilmiş olduğundan şimdi halka-i muhabbetine dahil olanlara rızık, faziletle
meşgul olarak millet ve memlekete hayırlı neticeler virecek dualarda
bulunmakdadırlar. 1 Mart 340 (Miladi 1 Mart 1924) el-fakir Doktor Ahmet Süheyl”
ibâresidir.
Biz bu çalışmamızın “Mektuplarda
Geçen Tasavvufî Meseleler” adlı üçüncü bölümünde muhtevâyı ayrıntılı olarak ele
aldığımız için burada kısaca üslubundan bahsetmeyi uygun gördük.
“Abdülaziz Mecdi Hz. Mektupları
2”[80] eseri muhtevâsı itibariyle
genel olarak tasavvufî mektuplardan oluşmaktadır. Mektup yazma geleneneğinin
birçoğunda olduğu gibi Abdülaziz Mecdi Efendi’nin yazmış olduğu bu mektuplar da
mektubun kendine has dil ve uslûbuyla yazılmıştır. Döneminin en renkli
sîmalarından biri olan Mecdi Efendi Mektuplarında, kalıplaşmış birçok
ifadenin ve hitap şeklinin dışında kendine has bir uslûb kullanmıştır.
Mektupların muhataba ulaştırılma şekli de önemlidir. Bu mektuplardaki hitap
şekilleri de farklıdır. Abdülaziz Mecdi Efendi, Mektuplarında Süheyl
Ünver’in bazen sıfatını bazen ismini bazen de ünvanını kullanarak hitap
etmiştir. Hitap şekilleriyle ilgili burada mektuplardan bazı örnekler aşağıdaki
gibidir:
“Nur’u-l
Fuâdım Süheyl’im”[81],
“Zâde-i
ruhum”[82],
“Süheylim,
oğlum semeretü’l-fuâdım”[83]
“Süheyil
Kalbi Mecdiye”[84],
“Semere-i
şecere-i vücûdum Süheyl’im”[85],
“Ey kalbimin nur-u kadim ve
cedidi”[86] ,
şeklindedir.
Bu mektuplarda, muhatapların hem
mânevî ve uhrevî hem de ailevî, ticârî ve resmî işleriyle ilgili bilgilere yer
verilmiş ve böylece muhataplara rehberlik edilmiştir. Mektuplarda genel
hatlarıyla yer yer takdir ve tenkitler de açıkça ifade edilmiş; memnuniyet ve
teşvik eden ifadelere de ağırlık verilmiştir. Mecdi Efendi, kendi şahsıyla
ilgili özel duygu ve düşüncelerini de mektuplarında ifade etmiştir. Zaman zaman
bazı ayet ve hadislerin dışında bazı ehil kimselerin sözlerine ve şiirlerine de
yer vermiştir. Bazı kelime ve kavramların daha iyi anlaşılması için geniş
bilgilendirme yoluna da gitmiştir. Mektuplar, Osmanlı Türkçe’si ile
yazılmasının yanı sıra Arapça ve Farsça ibâreleri de içermektedir. Mektuplarda,
bu Arapça ve Farsça ibârelerin çok az tercümesi verilmiş, diğer ibârelerin ise
o dönemin düşünce dünyası buna vâkıf olduğu için izâha gerek duyulmamıştır.
Örneğin 17. Mektup’ta yer alan “...Geçen bir vecize göndermiş idim. Şimdi o
icmalin tafsilini yazıyorum. Ekser uşşak Hüda muhabbeti şaraba, kalbi piyaleye
teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda nağme sera olan erbab-ı
şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab satan mecusun piri dimekdir.
Gerçinin cilve kune bağçe-i bade
füruşe
Hakir vib deri meyhane kenem
müşir kanera[87]
Beytindeki bade füruşdan maksad,
yine mürşiddir. Bağçe mecusizade dimekdir. Bu meyhanecinin çerağı böyle cilve
iderse kirpiklerimi meyhane kapusuna süpürke yaparım. Yani mürşidin yeni
mürîdlerinden bu yolda eseri füyuzat zuhur iderse anın bab-ı feyz meabının
eşiklerine arz-ı hürmet ve tazim eylemeğe kipriklerimle süpürmeğe mecbur
olurum. Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o
kabildendir. Bunun matlaı bizim henüz 36 beyitde kalan envar-ı süheyliye de bir
noktada ser name ittihaz olunmuşdur. Geçenki mektubumdaki kıta-i arabiye
(sahib-i ibn Abbad) keder ilmi maaninin mûcididir.
Türkçesi kadeh son derecede
rakık ve berrak şarabda öyle her ikisinin rıkkat ve safiyeti yekdiğerine
müşahebetle tefrik edilemeyecek suretdedir. Güya şekl-i meri yalnız şarabdan
ibaret olub kadeh hiç yok gibi yahud o şekil-i meri yalnız berrak bir kadeh
olub şarab hiç yok gibi. Bu manaya göre bununla kasd olunan manay-ı maksudu
kolay anlarsın.” İbaresidir. Bazı mektuplarda ise kısa ve rumuzlu ifadelere yer
verilmiştir. Zira belli bir seviyeye ulaşamayanların boş yere zamanları ve
zihinleri meşgul edilmek istenmemiştir.
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin Mektuplarında kullandığı bir kısım
ifadeleri kolay kolay başka tasavvuf kitaplarında bulamayabiliriz. Dolayısıyla
biz bu mektupları her ne kadar transkribe etmiş olsak da anlam bakımından
Osmanlı Türkçesi’ne ve tasavvufî düşünce dünyasına tam olarak hâkim olamayanlar
bu mektuplardaki konuları tam anlamıyla idrâk edemeyebilirler. Bu sebeple Mektupların
yazıldığı dönemin düşünce dünyasını da göz önünde bulundurarak mektuplarda
geçen ifadeleri çalışmamız boyunca anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Ayrıca bu
mektupların tarihi kronolojiye göre tasnif edilmiş olması da anlaşılmasında
bize yardımcı olmuştur.
3.1.
MEKTUPLARDA
GEÇEN TASAVVUFÎ MESELELER
Vahdet-i vücûd denilince akla
ilk gelen Muhyiddin ibnü’l-Arabî’dir. Onun yaklaşımına göre hakikatte, “Vücûddayalnız
Hakk vardır”. Buna göre Vahdet-i vücud, mâsivallahı Hakk’a tabi kılmaktan
ibarettir. Batı’daki panteizm anlayışı ise Hakk’ı mâsivallah’a tabi
kılmaktadır. Dolayısıyla ikisi birbirinin tamamen zıddıdır. Panteizm’de inkâr,
Vahdet-i vücûdda ise tasdik vardır. [88]
Yani “Sadece Allah vardır; O’ndan başka bir varlık yoktur” esasına
dayanan vahdet-i vücûd, kesrette vahdet, vahdette kesrettir. Bu anlayışa göre
her şey Bir’den doğuyor veya her şey Bir’e dayanıyor. Vahdet-i vücûdun izahını
yaparken her şeyin Bir olan Allah’tan zuhûr ettiği ve her şeyin O’na rucu’
edeceği ifadesi kullanılabilir. Mecdi Efendi Mektuplarında vahdet-i
vücûda temas edip geçmiş ve bu konunun üzerinde fazla durmamıştır. Ancak tevhid
konusunu, akaide uygun bir şekilde Mektuplarından bazılarında
incelemiştir. Zira bu konuyu herkes anlayıp idrak edemez. “Yüksel ki
yerin bu yer değildir”[89] ifadesi de bu durumu
göstermektedir. Mecdi Efendi’nin “Yüksel ki yerin bu yer değildir”[90] ifadesi şöyle yorumlanabilir:
Mecdi Efendi Süheyl Ünver’e, nefsinin mertebelerini geçerek şehâdet âleminden
kurtulup misal âlemine yükselmesini yani Bir’liğe ulaşıncaya kadar yükselmeye
devam etmesini ve “Sanayakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et”[91]
ayetinde de ifade edildiği gibi son nefese kadar, Allah’a kavuşuncaya dek o
yolda oyalanmaması gerektiğini tavsiye etmiştir. Süheyl! Eğer bulunduğun
mevkide kalırsan eksik olursun ve vahdete erişemezsin. Yunus Emre’nin
deyimiyle:
“Göçtü kervan kaldık dağlar
başında”[92]
gibi olursun, demiştir.
Mecdi Efendi, Mektuplarında
vahdeti şöyle anlatır: “Zaten vahdette kesret ve kesrette vahdet, ikisi de
sonuçta birbirinin ayn’ıdır ve aynı noktada birleşirler.”[93]
Mecdi Efendi’nin bu ifadesi şöyle yorumlanabilir:
Kur’ân-ı Kerîm’deki “Yeryüzünde
bulunan her şey yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zât’ı bâki
kalacak.”[94]
ayeti Mecdi Efendi’nin bu ifadesini daha iyi anlamamız açısından örnek
verilebilir. Allah vücud’dur. Bu sebeple âlemde bulunan her şey vücud’un
birer tecellisidir. Yani bizatihi varolan bir şey değildir. Fakat âlemdeki tüm
varlıklar (ayn) kendi özelliklerine de sahiptirler. Vahdette kesreti bir
ışık hüzmesine benzetebiliriz. Yani ışık hüzmesinden geçerek gök kuşağı misâli
yansıyan her renk, bizâtihi varolan bir şey değil, fakat ışığın varlığıyla
aksedendir.[95]
Mecdi Efendi, mektubunda vahdeti
şöyle anlatmaya devam eder:
“Aradan çıkardım. İki ten bir
beden yahud iki bedende bir şulezen ‘gel keyfim gel’.”[96]
[97]
Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri,
Yunus Emre’nin “Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaratan”91
sözüyle yorumlanabilir.
Şirki bırakıp Bir’liğe yani Tevhid’e geçmek
lazım. Çünkü ikilik yok, Bir’lik var. Belli bir eğitimden geçtikten sonra o
Bir’liğe ulaşılıyor. Yani ikilik ortadan kalkıyor. Allah’a tam teslimiyet"...
Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti
altında tutan (Kahhâr olan) Allah ’ındır.”[98] ayetinde de
belirtildiği gibidir. Nitekim peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “.Beni
göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle başbaşa bırakma!..”[99]
buyurmuştur. Mecdi Efendi, vahdete ulaşanlar için “Gel keyfim gel” der ve
mektubuna şöyle devam eder:
“Allah’a ulaşan kimsenin ufku
açılır, önündeki engeller kalkar ve o kimse ulaşabileceği en yüksek mertebelere
ulaşır.”[100] Çünkü Allah o kulunun artık “...işiten
kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı.”[101] olmuştur. Böylece bir
kulun ulaşabileceği en yüksek makamlara bu şekilde ulaşmış olur. En yüksek
makam ise cennette Allah’ın cemâliyle müşerref olmaktır. Zira sevgili
peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Allah’ın lütfu olmadan kimsenin
cennete giremeyeceğini[102] buyurmuştur.
Mecdi Efendi, yukarıdaki 9.
mektubunda şöyle devam eder:
“Her şeyde mutasarrıf-ı hakiki
Hak’tır.”[103]
Burada “Oysa Allah sizi de,
yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.”[104] ve “.Sen atmadın,
Allah attı...”[105]
ayetlerine atıfta bulunulmuştur. Çünkü her şeyde, bütün tasarruf Allah’a
aittir. Nitekim Elmalılı M. Hamdi Yazır, Tefsiri’nin dibâcesine şu dua ile
başlamıştır:
“.Sen duyurmazsan, ben duyamam.
Sen söyletmezsen, ben söyleyemem.
Sen sevdirmezsen, ben sevemem.”[106]
Mecdi Efendi’nin yine bir başka
mektubundaki ifadesi şöyledir:
“Hakiki vücûd Hakk’ın olup
O’ndan başkasına vücûd nisbet-i izâfidir. Bunun manasını manevî bir zevk ile
idrâk ederler.” [107] Bu mektupta Mecdi Efendi, “Allah
vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu”[108] hadisinde de ifade
edildiği gibi hakiki varlığın Allah olduğunu, diğerlerinin varlığının ise
Allah’a bağlı olduğunu ifade etmektedir. Yani her şey nisbîdir, insan ne
yaparsa yapsın hepsi Sonsuz’a varır. Dolayısıyla o yüksek mertebelere çıkamayan
kimse bu mertebeleri idrak edemez. “Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat
asıl göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur”[109] ayetinde de ifade
edildiği gibi buradaki idrakten maksat, kalbî anlayıştır.
Bunu da
ancak manevî bir zevk ile anlarlar. Mecdi Efendi’nin ifadesiyle “Hakikat sözün
bittiği yerden başlar.”[110] Belirli bir mertebeden sonra
söz biter ve geriye kalan ise sadece haldir.
Büyük bir
edib şair olduğu halde aczini ifade eden Mehmet Âkif Ersoy dahi bunu şöyle
ifade eder:
“Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım,ağlatamam;hissederim,söyleyemem
Dili yok
kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”[111]
İnsan
kendinden geçince hiçbir eşyayı görmez. Yani insan, manevî sarhoşluğun
sonucunda Allah’tan başkasını görmez hale gelir. İlâhî aşk şarabından içip
sarhoş olanlar, kendini ilâhî aşk’ta kaybederler. Yunus Emre, bunu aşağıdaki şu
dörtlüğünde çok güzel anlatır:
“Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana Sen’i gerek Sen’i”[112] [113]
Bu hâle bir
nevi ölmeden evvel ölmek de denilebilir. Bu durum şu şiirde anlatılmıştır:
“Cam inceldi ve şarap şeffaflaştı
Durumları bir oldu, birbirine benzedi
Sanki şarap var, kadeh yok
113
Sanki kadeh var, şarap yok
Yani bu
mertebeye ulaşan kimse için ayrılık ve gayrılık ortadan kalkar. Burada yarısı
su ile dolu bir bardak örneği de verilebilir. Yani bardağın yarısı boş veya
yarısı dolu derken bardak doğru şekilde tarif edilmiş olur.
Mecdi Efendi yine bir başka
mektubunda ise şöyle der: “Vadi-i mukaddese girenler na‘leyni hül‘ ederler.
Fahla‘ n‘aleyk[114] buna işaretdir.”[115]
Mecdi Efendi’nin bu sözünden şu
sonuca varılabilir: Tam bir teslimiyet içinde olanlar, Allah’a vâsıl
olduklarında kendi varlıklarını terk ederler. Bu mektupta “Fahla’ n’aleyk”
ayetine atıfta bulunulmuş ve Süheyl Ünver’e dünyevî ve maddî bütün varlığını
tamamen terketmesi gerektiği tavsiye edilmiştir. Bunu bir nevi yılan gömleğine
benzetebiliriz. Yani yılanın gömleğinden sıyrılıp çıktığı gibi Süheyl sen de
tamamen varlığından çık ve bir daha dünyaya değer verme! İşte o zaman Hakk’a
vâsıl olursun, ikilik ortadan kalkar, demeye çalışmıştır.
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin
bahsetmiş olduğu bu manevî yüksekliğe ermeden ve dahi Allah vergisi de olmadan
bu mektuplardaki ifadeler tam olarak idrak edilemez. Çünkü ‘Tatmayan bilmez’
sözünden de anlaşıldığı üzere tasavvuf kâl değil hâl ilmidir.
"Allah insanı en güzel
şekilde”[116]
ve “mükerrem olarak yarattı”[117]
ayetleriyle "kenzi mahfi"[118] ve "insanı
kendi suretinde yarattı"[119]
hadisi şerifi ve benzerleri göz önünde bulundurulunca, yaratıklar içerisinde
yaratıcının yanında insanın değerinin yüksek olduğu hemen anlaşılır. Tasavvuf
erbabı insanın yaratıcısıyla olan ilişkisini “Kendini bilen Rabb'ini bilir”
sözünden hareketle esas almıştır. Buna göre insanı ve yaratıcısını tanımada çok
büyük derin tefekkürler ortaya konmuştur. [120]
Bu girizgâhtan hareketle tasavvuf geleneği içerisinde birçok önemli isimle
birlikte Abdülaziz Mecdi Tolun'u da zikredebiliriz. Dolayısıyla Mecdi
Efendi’nin hem yazdığı kitaplarda hem de mektuplarında bu konuya temas ettiğini
görmekteyiz.
Allah’ın
sayısız güzel isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ettirildiği varlık insandır.
Dolayısıyla Allah’a yaklaşmak ve O’ndan uzaklaşmamak insanın birinci gaye ve
hedefi olarak görülür.[121] Nitekim “Ben insanları ve
cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[122] ayeti ile insanın
Allah’ın halifesi[123] olarak yaratılmış olması da
bu hedefin nihai bir sonucudur. Bu sebepledir ki; tasavvuf erbabı insan-ı kâmil
üzerinde çok durmuştur. Aynı tasavvufî gelenekten gelen Mecdi Efendi de,
insanın değerini ve kıymetini, insanla Allah ilişkisini mektuplarında ifade etmiştir.[124] İnsan kâinatın gözbebeğidir.
İnsan cisim olarak kâinatın içinde küçük bir yer tutar ama değer ve kıymet
olarak hepsinin üzerinde bir yere sahiptir. Nitekim “Göklerde ve yerde olan
her şey insanın emrine verilmiştir ( insana musahhar kılınmıştır)”[125]
ayeti de insanın kıymetini ve değerini ifade etmektedir.
Mecdi Efendi, insanın değerini
mektuplarında şöyle ifade eder: “O âlemlere mânevî olarak git ve bu suretle
rûhen bir bak. Bundan sonra sen iyilerin ve âriflerin baş tacı olmak şerefini
hakkıyla elde et. Bu makama sidretü’l-müntehayı’l-ârifin derler. Akl-ı küllün
cenâh-ı zerini bundan bâlâya doğru açılamaz yanar derler.”[126]
Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri
şöyle anlaşılabilir:
Ahsenü’l-hâlikîn[127] olan Allah, bu sıfatını en
yüksek seviyede eşref-i mahlukât[128]
olarak yarattığı insanda tecelli ettirmiştir. Sûretine de sîretine de çok üstün
özellikler verilen insanın yaratılışı çok özeldir. Bu nedenle insanın yapması
ve yapmaması gereken şeyleri de bilmesi ve ona göre bir hayat yaşaması gerekir.
Böyle bir yaşam tarzı insanın manevî derecesinin yükselmesine vesile olur. Her
geçen gün, bir önceki güne göre daha ileriye doğru bir yol almak gerekir.
Nitekim “İki günü müsâvî olan ziyandadır”[129] hadisi
bize bu konuda rehberlik etmektedir. Bu hadisten hareketle, Mecdi Efendi’nin
mektubundaki bu ifadesinden kastı amel açısından değil de, mârifet açısındandır
denilebilir. Aynı zamanda Kur’an’da da kulların dereceleriyle ilgili birçok
ayeti kerimeler vardır. Fakat şurası da bir gerçektir ki; belli bir sınırın
ötesine geçilmeye müsade edilmiyor. Yani varılacak son sınır bellidir ve bu
sınıra sidretü’l-müntehayı’l- ârifin denilir. Burası da âriflerin gideceği son
noktadır. Mecdi Efendi, bu mektubunda Süheyl Ünver’e bu son sınıra ulaşmasını
tavsiye etmektedir. Fakat Cebrail’in (a.s) sevgili peygamberimize (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) buradan sonrasına gidemem, yanarım[130]
dediği gibi ârifler de bu son noktadan sonrasına gidemezler. Allah mekândan
münezzehtir. İnsanın ise hem dünyada hem de ahirette bir yeri ve mekânı vardır.
Fakat insanın asıl yeri Allah
katında olanıdır. Mecdi Efendi, bu yüce makama erişmeyi tohum ve ağaç
istiaresiyle anlatmaktadır.[131] İnsan kâinâtın özeti,
çekirdeği mesabesindedir.[132] İnsan olmadan yeryüzünün bir
değer ifade ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü her şey insana hizmet için yaratılmış,
insan ise Allah’a kulluk için yaratılmıştır. “.‘Yere muhakkak benim iyi
kullarım varis olacaktır’...”[133]
ayetinden de anlaşıldığı üzere her şey insanın kulluğuna hizmet etmektedir.
Mecdi Efendi, mektuplarında
kalbi bir aynaya benzetmiştir.[134] [135]
Dolayısıyla tasavvuf ehli, kalp temizliğine çok önem vermiş ve kalbi nazargâhı
ilâhi olarak görmüştür. Şemseddîn Sivâsi’nin de dediği gibi:
“Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecelli ede Hâkk,
Pâdişâh konmaz saraya, hâne
mamûr olmadari”35
Yani insan kalbini ne kadar çok
temizlerse Cenâb-ı Hak o kalpte o kadar tecelli eder. Mecdi Efendi, onuncu
mektubunda kalbi anlatırken “mânevî dürbün” tabirini kullanmıştır. Bu ibârede
Allah’a yakınlaşmanın ve uzaklaşmanın kalp ile olduğu ifade edilmiş olmalıdır.
Mecdi Efendi’nin kalple ilgili
mektuplarındaki ifadesi şöyledir:
“O kalb, o arşu’r-rahman,
Allah ’ın mukaddes tecellîlerinin indiği yerdir. Kulun Allah katındaki derecesi
kalbiyle alakalıdır. Çünkü Allah kalbe nazar eder.”[136]
Mecid Efendi’nin, bu mektupta
kalbe “Arşu’r-rahman” demesi de bundan ileri gelmektedir denilebilir. Yani her
şeyin bir merkezi vardır. Kâinatın merkezi arş olduğu gibi insan vücûdunda da
mukaddesâtın merkezi kalptir. Yani insan-âlem benzerliği düşünüldüğünde; kâinat
büyük âlem, insan ise küçük âlemdir.[137]
“Ben yere göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım”[138] hadisi kutsisi ve “Rahman,
Arş’a istivâ etmiştir.”[139]
ayeti de bu bağlam çervesinde ele alınabilir.
Şayet kulda bu hadis tecellî
ederse, Allah da kulunun kalbine istivâ etmiş gibi olur, böylece kalp,
Arşu’r-Rahman seviyesine yükseltilmiş olur. “Allah sizin sûretlerinize ve
mallarınıza bakmaz”[140]
hadisi dahi kalbin Allah katındaki önemini, değerini ve yüceliğini gösterir. “Ey
Kâbe! Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne
yüce! Ama nefsim elinde olan Allah ’ayemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla,
kanıyla müminin hürmeti (saygınlığı) senin hürmetinden daha yücedir. ”[141]
diyen Rasullullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da bu hadisi
konumuzla bağlantılı olması açısından önem arzeder.
Bu kâmil insanın tasfiye olunmuş
kalbi, artık aşk ve muhabbetle dolmuş ve Rabbinden razı olmuştur. Nitekim Mecdi
Efendi bu durumu şöyle izah eder: “La es-elüküm aleyhi ecren ille’l-
meveddete fil kurba[142]
sırrı tecelli etti. Bu muhabbet kalbe yerleşince, sonunda Rıza meydana gelir.
Rızayı, Zât tecellîsi takip eder.”[143]
Allah’ın veli kullarını sevmek,
Allah’ı sevmeye götürür. Fakat kulları ve tüm yaratılmışları Allah’ı sever gibi
sevemeyiz. Bu sevginin O’nun çizdiği sınırlar dâhilinde olması gerekir. “Deki:
Eğer Allah ’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah ’da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın...”[144]
ayetinde de ifade edildiği gibi Allah’ın yarattıklarını Allah için seven insan,
muhabbetullah’a vâsıl olur. İnsanlar içerisinde sevilmeye en lâyık olanlar ise
peygamberlerdir. Nitekim Rasulullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Allah
için sevmek ve Allah için buğzetmek imandandır.”[145] hadisi de burada
zikredilebilir.
Mecdi Efendi’nin, bir başka mektubundaki ifadesi ise
şöyledir:
“...
Ben, kendinde hiçbir şey olmayanların, tamamen varlıktan çıkanların
bendesiyim.” [146]
Mecdi
Efendi bu cümlede, kendinde varlık hissetmeyen; fenâfillah, bekâbillah ve
cemu’l-cem makamına erişmiş kişileri sevdiğini ve takdir ettiğini ifade ediyor.
Mecdi Efendi, yine aynı mektubuna devamla şöyle der:
“Aklımın bahtlı olması,
kalbime şah olmasındandır.”[147]
Mecdi Efendi’ye göre akıl; asıl
sermâyesini, gücünü ve ışığını kalpten almaktadır. Zira Allah, imanı
olmayanlara beyinsizler ve akletmeyenler[148]
demiştir. Mecdi Efendi bu ifadesiyle, hem aklına hem de kalbine değer
vermiştir. Fakat o, kalbi selîm sahiplerinin aynı zamanda en akıllı insanlar
olduğunu da ifade etmiştir. Böylece o, akıl ile kalbi birleştirmiş ve bunların
birbirinin yardımcısı ve destekçisi oduğunu ifade etmiştir. Abdülaziz Mecdi
Efendi kalp tabiri yerine gönlü de kullanarak, gönül sâfiyetini şu mısra ile
izah eder:
“Gönül çok yücedir. Onda varlık ve mekân olmaz.”[149]
Mecdi Efendi, diğer mektubunda
ise şöyle der:
“Ürettiğim ve imâl ettiğim
şeyler tamamen rûhî ve kalbîdir. Yani maddi ve dünyevî değildir.”[150]
Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e
muhtemelen şunu demek istemiştir: Süheyl! Sen benim gönlümün eserisin,
gönlümden bir parçasın. Senden dünyevî hiçbir menfaatim yoktur.
Mecdi Efendi, bir diğer
mektubunda ise, “Sana mektupları kalbimle yazdığımdan zâhiri ifadeyi bugün
gönlüm istemedi.”[151] diyerek mektubun muhatabının
doktor olması hasebiyle tıbbî kalpten manevî kalbe geçiş yapar. Müridler,
şeyhlerinin kalp çocuğudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Peygamber ’in hanımları
ise annelerinizdir”[152]
ve “Mü’minler kardeştir”[153]'3
buyurmuştur. Sevgili peygamber’imiz de (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Ben
size babanız mesabesindeyim.”[154]
demiştir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e ‘Sen
benim gönlümden bir parçasın’ demiştir. Çünkü tasavvuf ehline göre doğum ikiye
ayrılır. Birincisi vilâdeti ûlâ’dır ki bu normal doğumdur. İkincisi ise
vilâdeti sânî’dir. Bu da şeyhin kalbinin mânevî eseridir. Yani şeyhin mânevî
baba olması, mürîdin ise onun mânevî evlâdı olmasıdır. Vilâdeti sânî’nin
kalpten kalbe olması gerekir. Mecdi Efendi, her ne kadar sözle bir şeyler
anlatmaya çalışıyorsam da; ‘tatmayan bilmez’, kalem ve söz her şeyi ifade
edemiyor kanaatini serdeder. Kısaca Mecdi Efendi, ikimizin arasında kalem dahi
yabancıdır demek istemiş ve ‘İşte bu defa bu kadar oğlum!’ diyerek mektubuna
son vermiştir. Söz gelimi Mehmet Âkif Ersoy’un;
“Değmesin mabedime nâmahrem
eli”[155]
mısrası da bu mahremiyeti çok güzel ifade eder.
Mecdi Efendi’ye göre, Allah yolu
rehbersiz olmaz. Eğer böyle olsaydı Allah, peygamberler göndermezdi. Biz her ne
kadar gözümüzle (basarımızla) ve basîretimizle (kalp gözümle) Cenâb-ı Hakk’ın
varlığını, birliğini ve sonsuz gücünü idrak ediyor olsakta; Verese-i Enbiyâ
olan bir mürşid ile gözümüz ve gönlümüz dört açılıyor. Böylece hakikatleri daha
iyi ve net anlıyoruz. Mecdi Efendi, bu düşüncelerini aşağıdaki şu şiirinde
güzel bir şekilde şöyle ifade etmiştir:
“Hüsnün etmiştir beni bir âşık-ı şöhret şiâr
Kâmekârım ben senin aşkınla her dem kâmekâr
Bîcihet herhangi semte eylesem atf-ı nigâh
Nur vechin dîdeme olmaktadır pertevnisar
Sîne sînâ şeklini ahzeyledi feyzin ile
Nârımı nur eyledin ey dilber-i âli vekâr
Yok benim gönlümde senden başka dürlü bir vücûd
Her nigârın nuru senden rû nümâ dârî nigâr
Sırr-ı eşya müncelidir zerre zerre dîdeme
Başka bir hâlet dilimde oldu şimdi ber karar
Bir velinin bâdesinden nûş idup bir kâse aşk
Vecd ile oldum ser bâbında mest-i hûşyâr
Cûş ider derya gibi gönlümde zevk-i intibâh
Kâmekârım ben ânın feyziyle her dem kâmekâr”[156]
Mecdi Efendi
Mektuplarında Allah’ın razı olacağı bir gönüle sahip olmayı ifade eden
ve bu görüşlerini destekleyen söz ve şiirlerden de alıntı yapmıştır.
Cenâb-ı Hak, kullarından abdest,
namaz, oruç ve benzeri ibadetleri istediği gibi tefekkürü, tezekkürü,
tedebbürü, te’akkulu ve tefekkuhu da istemiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, “Onlar
ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı
anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle
derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru!”[157]
ve “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona
çokça hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”[158] gibi ayetleri ve
peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Bir saat tefekkür, bir sene
ibadete denk”[159]
ve “Bir saatlik tefekkür, bir gece ibadetten hayırlıdır.”[160] hadisleri göz önünde bulundurulunca,
kainattaki her şeyin insanı tefekküre sevkettiği söylenebilir.
Mecdi Efendi, tefekkür bahsini
mektubunda şöyle izah etmiştir:
“ ‘La tetefekkeru fi zatillahi
bel tetefekkeru fi alaillah’[161] hadisinden hareketle Allah’ın
Zâtını tefekküre kalkışmak doğru değildir...”[162]
Mecdi Efendi’nin yukarıdaki bu cümleleri şöyle yorumlanabilir:
Mânevi yolculukta, Allah’ın zâtı
dışında her şey bizi tefekküre sevkeder. Bu hadisten anladığımız kadarıyla;
nasıl ki Cebrail (a.s), miraç hâdisesinde sevgili peygamberimize (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yanarım dediyse, sâlik de takatinin ve sınırlarının üzerine
çıkmamalıdır.
Bu takatin ve sınırların üzerine
çıkmaya yanma tabiri kullanılmıştır. Yani kuralına uygun yapılmayan
tefekkür, insanı meczup yapabilir. Dolayısıyla meczuplar, elde ettikleri
mânevî derecenin daha ilerisine gidemezler. Sâlikin meczup olmaması için de
mânevî yolculuğunda bir şeyhe ihtiyaç vardır. Böylece şeyh, bir nevi regilatör
görevi yapmış olur. Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’e mertebeleri geçerken acele
etmemesi gerektiğini tavsiye etmiştir. Çünkü fiili ve rûhî mertebeleri kademe
kademe geçmek gerekir. Bir anda yüksek gerilime çarpan kimse gibi olmamalıdır.
Zaten Allahın zatı, vahdeti vücudda A’ma mertebesi veya Ehadiyet olarak
adlandırılır ve hiçbir şekilde bilgimize açık değildir. Ancak vahidiyet yani
esma ve sıfat mertebesi ilk taayyün olup, bize açık olduğu söylenebilir.
Son olarak ise Allah’ın yaratmış
olduğu her şeyi, sadece görmek, duymak, dokunmak gibi beş duyu organıyla
algılamak yeterli değildir, bir de onlar üzerinde tefekkür etmek gerekir. Bu
Allah’a olan imanı kuvvetlendirir, zihni ve ruhu açar. Dolayısıyla insanın asıl
ufkunu açan tefekkürdür. Zikir ve tefekkür insanın mânevî dereceler elde
etmesine vesiledir. Bu mânevî derecelerin de sonu olmadığı için, bunların artık
belli bir seviyeden sonrası da isimlendirilmemiştir.
Mecdi Efendi, mi’rac ve urûc
bahsini, 27 Aralık 1923 tarihli mektubunda şöyle ele almıştır:
“Mi’rac ile urûc lugaten ikisi
de bir manada müstamel ise de mazhar olduğum terakki-i mânevî mi’rac değil
urûcdur. Urûc mânevîdir. Mukabili hazret-i halkıyeye rücûdur.”[163] Mecdi Efendi,
mi’racı peygamberimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tahsis etmiş ve ruhani
yükseliş olarak yorumlamıştır. Nitekim aşağıdaki sözünde bu açıkça
görülmektedir. Ayrıca urûc ile halktan Hakk’a yükselmeyi kasdetmiştir.
Mukabilinden bu anlaşılmaktadır.
Mecdi Efendi, mi’rac ve urûc
bahsini bir diğer mektubunda ise şöyle ele anlatmıştır:
“Mi’rac ile urûc lugaten
bir manada ise de ehlullahın seyir ve sülûk-i manevisinde hâsıl olan irtikayı
mâneviye urûc dinilub mi’râc dinilmez. Mi’rac Seyyidül Enbiya ve Evliya
Efendimiz’e mahsus bir iltifat-ı azim-i ilahidir.[164]
Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri
şöyle anlaşılabilir:
Peygamberimizin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlerin mi’racı[165]
olduğu gibi velilerin de urûcu[166] vardır. Çünkü onlar da
peygamberlerin izini takip etmişlerdir. Bu lütûflar çalışmakla elde edilen
şeyler değildir; bilakis Allah vergisiyledir. Peygamberimizin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mi’racı, hem bedenen hem de rûhendir, fakat veliler sadece
urûc yaparlar. Velilerin urûcu ise mânevîdir. “...(iyi) kullarımın arasına
gir...” [167] ayetinde de belirtildiği gibi
sâlik mânevî halinden normal hâline döner. Yani sâlik, urûca başlarken mânevî
bir hal yaşamış olmasına rağmen yine de normal bir insan olarak hayatına devam
eder ve bu mânevî urûc bittikten sonra, yine eski haline rucû eder.
Son olarak ise; Mecdi Efendi’nin
yukarıdaki ifadelerinden hareketle, peygamberlere has olan tabirleri veliler
için kullanmamak gerektiğini düşündüğü söylenebilir.
Mecdi Efendi, aşk bahsine
mektubunda şöyle değinmiştir:
“...Ekser uşşâk Hüdâ muhabbeti
şaraba, kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda
nağme sera olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab
satan mecusun piri dimekdir.
Gerçinin cilve kune bağçe-i
ba’de fürûşe[168]
Beytindeki ba’de fürûşdan
maksad, yine mürşiddir. Bağçe mecûsîzâde dimekdir... Meşhur aşık-ı billah ibn
Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o kabildendir.”[169]
Mecdi Efendi’nin, bu
cümlelerinin şu manayı ifade ettiği görülmektedir:
Geleneğimizde, beşeri aşktan
ilâhî aşka geçişin en güzel örneği Leyla ve Mecnun hikâyesidir. Bu kıssadan
maksat, beşeri aşkta kalmayıp ilâhî aşka geçmektir. Mecdi Efendi’nin yukarıda
kullanmış olduğu şarap, meyhane, meyhanenin sahibi gibi benzetmelerin hepsi
birer semboldür. Burada şaraptan maksat ilâhi aşktır. Piyaleden yani kadehten
maksat kalptir. Ba’de fürûştan (“ilâhî aşk şarabını sunan kâmil mürşid”[170]")
maksad mürşid, meyhaneden maksat ise tekkedir. Âşıktan maksat kul, mâşuktan
maksat ise Allah’tır. Allah ile kul arasındaki muhabbete şarap denmiştir. Fakat
günümüz insanları çok maddeci olduğu için bu ve benzeri ifadeler, bu tarz
insanlara çok da tesirli olmayabiliyor. Hâlbuki mektuplarda geçen bu ifadeler
temsilidir. Gerçekte ise ne meyhaneci vardır ne de meyhane vardır.
“Allah misâl vermekten çekinmez”[171]
ayetine istinâden ehlullah da birçok ince ve derin manaları temsili olarak
anlatmıştır. Ehlullahın dünyevî şarapla, meyhaneyle ve mecûsîlerle uzaktan
yakından ilgileri olmamıştır.
Mecdi Efendi, mektuplarında
râbıtayı Allah’ın bir sırrı olarak tanımlar ve buna sıkça değinir. Dolayısıyla
Süheyl Ünver’e rabıtaya çok önem vermesini ve dikkatle titizlik göstermesini
tavsiye eder. Mecdi Efendi, “Râbıta bir sırrı âzîmi ilâhidir.” [172] diyerek, onun mânevî
gelişimdeki önemine işaret eder ve râbıtasız bu yolun menziline
varılamayacağını belirtir. Nitekim bu Mecdi Efendi’nin Mektuplarındaki
şu ifadelerinden de anlaşılabilir:
“Râbıta bir sırrullahtır ve her
şeyi halletmenin en kısa yoludur. Râbıtadan kıl kadar dahi olsa ayrılmadan
doğru yolda devam et.”[173] “Râbıta, râbıta, râbıta
sırrîde yarar.”[174]
Mecdi Efendi’nin bu cümleleri
şöyle yorumlanabilir:
Râbıta doğrudan doğruya şeyhle
mürîdi bağlar ve araya başka bir şey girmez. Yani mürîd râbıta ile şeyhinden
feyz alır. Mecdi Efendi, mademki râbıtaya sır demiştir, bu sebeple râbıtayı
daha fazla açıklamaya gerek yok denilebilir.
Mecdi Efendi’nin bir başka
mektubundaki ifadesi şöyledir:
“Sen Süheyl sehlü’l-mürûr
yollardan gidiyorsun. Elini tutmuş rehberin vardır. Bu yolun Burak-ı îsâli (
ulaştırıcı vasıta) muhabbettir. (Burak, Allah’a ulaşmada bir vasıtadır. Nasıl
ki peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) burakla Allah’a gittiyse, biz
de muhabbetle Allah’a gideriz.) Muâmelât-ı zâhiriyye ve bâtiniyyeni mütevâzin
olarak icrâdaki mesleğinle devam et.”[175]
Mecdi Efendi’ye göre mürîd,
râbıta ile şeyhinin elinden tutmuş ve onun rehberliğinde mânevî bir yolculuğa
çıkmıştır. Maddî sahalarda bir rehbere, ustaya veya hocaya ihtiyaç olduğu gibi,
mâneviyatta da aynı ihtiyaç vardır. Mecdi Efendi bu mektubunda, Süheyl Ünver’e
hem tarikat yolunda hem de Tıp alanında ilerlemesi tavsiye etmiştir. Yani elin
kârda, gönlün yârda olsun ki hem dünyevî hem de uhrevî işlerinde mesafe
katedebilesin demiştir. “Allah'ım! Bize dünyada iyilik ve güzellik, ahirette
de iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azabından koru”[176] ayeti mûcibince hem
dünyanın hem de ahiretin imârını tavsiye etmiştir.
Mecdi Efendi’nin, yine bir başka
mektubundaki ifadesi şöyledir:
“Benim İzzeddin ile refikası
Tevhide’nin mektupları da geldi. Hubb-i iştiyak ile okudum. Onlara da bâlâdaki
cevabı söyle. Her ikisinin izdiyâd-ı inşirâhı râbıtadadır, söyle!”[177]
Mecdi Efendi’ye göre rabıta
insanı geliştirir, insanın içinin sırların mahzeni olmasına ve gönül huzuru
bulmasına vesile olur. Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’den kendi nâmına diğer mürîdlerle
ilgilenmesini istenmiştir. Aynı zamanda bu ifadelerden Süheyl Ünver’in
üstâdının nâmına halife olduğu yani onun temsilcisi olduğu da anlaşılabilir.
Mecdi Efendi’nin, Süheyl Ünver’e
yetki verdiğini gösteren mektuplarındaki şu ifadelerini de ayrıca verecek
olursak:
“Şefik’e verdiğin nasihat,
benden söylenmiş gibidir.”[178]
“Kâmekâr’a yazdığın mektub
hakikaten bir mürşid ağzından çıkacak sözlere benziyor. Elveledü sînvu ebîhi[179] derler aferin Süheyl.”[180] [181]
“Geriye çekildi şimdi gönlümü yapmak için bana bedel senin elini öpsün
girerse belki çıkamazmış girsunda çıkabilirse onu göreyim benden mektub
istiyor. Ona mektubum sensin, canlı mektub himmeti senden beklesun benden sana
senden ona bi’n-netice 181
benden ona mektubun bu fıkrasını yaz eline ver.
“...hanesi nerede ise oraya
gidub hacet var ise hem maddi hem manevi olmak üzere muayene ider ve kendisiyle
görüşürsün.”[182]
Tasavvuftaki genel anlayışa göre
bir şahsın, diğer bir diğer şahsa râbıta yapabilmesi için belli bazı
özellikleri taşıması gerekir. Belli özellikleri taşımayan kişilere kat’iyen
râbıta yapılmaz, şâyet yapılacak olursa hem râbıta yapan hem de yapılan şahıs
perişan olabilir. Dolayısıyla bu işte, icâzetli ve ehil olmak esastır. Mecdi
Efendi’nin bu konuyla ilgili anlayışı da tasavvuftaki bu genel anlayışa
uygundur. Mecdi Efendi, râbıta yapılacak bu vasıftaki bir mürşidi 9 Aralık 1923
tarihli mektubunda şöyle tarif eder: “...Yahu bana ne ünvanlar veriyorsunuz. Ne
ulvi kemâlât isnad idiyorsunuz. Beni benden çok mu biliyorsunuz. Anladık
babanızım mürşid didiğin en büyük bir şey olsa lütfu ilâhîye mazhar bir (veli)
dir. Veli didiğin büyüye büyüye bab-ı ilâhîde abd-i has olur. En büyük şerefi
ubudiyetidir. Neden size feyiz ve kemal irişur ise bu, bana değil Rabbime
racidir. Bütün kudret bütün azamet ona yani mabud celilü’ş-şanıma aiddir.
Yalnız bir noktada hakkın var bu bedensel ayrılığa dayanamıyorum diyorsun ben
de de öyle. Rabbim istediği gibi engelleri kaldırarak, gönlümün en büyük arzusu
olan seninle yüz yüze buluşmayı ve görüşmeyi nasib etsin.”[183]
Mecdi Efendi’nin bu ifadeleri
şöyle yorumlanabilir:
Tasavvufta en yüksek makam,
kulluk makamı olarak kabul edilir. Zira kelime-i şehâdette önce Allah’ın kulu
sonra Rasûlü denilir. Yani kulluk, risâletten önce gelmiştir. Mecdi Efendi’nin
bu mektubundaki ifadeleri ‘siz bana ne kadar üstün vasıflarla hitap etmiş
olsanız dahi bana Allah’ın kulum demesi yeter!’ şeklinde anlaşılabilir. Mecdi
Efendi, kemâlâta ermeyenlerden uzak durulması gerektiğini tavsiye etmiş,
kendisinin râbıtaya ehil ve lâyık olduğunu kapalı bir ifadeyle anlatmıştır. Son
olarak ise bu mektupta maddi beraberlikten ziyâde mânevî beraberliğin önemi
vurgulanmış fakat maddi olarak da beraber olma özlemi dile getirilmiştir.
Abdülaziz Mecdi Efendi, kâmil ve
mükemmil bir şeyhe yapılan râbıtanın nihâyetini; “Gerçekte Allah’ın has kuluna
yapılan râbıta, Allah’a râbıtadır.”[184]
sözüyle izah eder. Çünkü şeyhe râbıta, haddi zâtında Allah’a râbıtadır. Nitekim
Kur’an’da “Peygamber’e itaat, Allah’a itaattir.”[185], “...Bana yönelenlerin
yoluna uy...”[186]
buyrulmuştur.
Peygamberimiz de (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “...Benim görevlendirdiğim kimseye itaat, bana itaattir...”[187] buyurmuştur.
Kâbe’ye yönelen de haddi zâtında Allah’a yönelmiştir.
“. O’na yaklaşmaya vesile
arayın...”[188]
[189]
ayeti de konunun daha iyi anlaşılması için örnek gösterilebilir. Vesileyi,
elçiyi kabul etmeyen baştan peygemberleri ve melekleri kabul etmemiş olur.
Çünkü Kur’an-ı Kerim, melek ve peygemberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
aracılığı ile kabul olunmuştur. Burada sevgili peygamberimizin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) elçiliği söz konusudur. “.iyilik ve takva üzere
yardımlaşın...”19 “.Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz.
Fakat O’na sizin tavanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. ”[190]
ayetlerinde de geçtiği üzere bunların hepsi Allah için yapılınca,
Allah’a ibadet edilmiş olur. Çünkü Allah yerine koymak ayrı, Allah’a ulaşmaya
aracı olmak ayrıdır. Yani burada esas olan ibadetlerin Allah için yapılmış
olmasıdır.
Mecdi Efendi, mürîdin dua
ederken râbıtasını kuvvetli yapması gerektiğini şöyle tavsiye eder: “Yalnız
Beylerbeyi’nde mukim olduğunu bildiğin Baha Bey’e git ve söyle hasta olan
oğluna okur iken bana karşı râbıtasını kuvvetli yapsın.”[191]
Mecdi Efendi, ayet-i celîleleri
tefsir ederken râbıtalı olmanın önemine şöyle değinir: “Velehü’l-Kibriyâu
fi’s-semâvâti ve’l-ardi ve hüve’l-azizü’l-hakîm[192]’i
sırr-ı râbıtada tefsir it kalbin sırrı’s-sürur ile dolar.”[193]
Mecdi Efendi’nin bu ifadesi
bize, ayetlerin şeyhe rabıta halindeyken tefekkür edilmesi gerektiği hususunda
fikir vermektedir. Belli bir mânevî seviyeye geldikten sonra râbıta terkedilir,
murâkabe başlar. Kalp doğrudan doğruya Arşu’r-Rahman’a açılır ve oradan feyz
alır. Yani râbıta daimi değildir, geçici bir süre mürîdi yetiştirmek için bir
eğitim usûlü olarak uygulanır. Yani rûhî bir eğitim metodudur, ibadet değildir.
Ayrıca Mecdi Efendi’nin bu ifadelerinden ve tavsiyelerinden yola çıkılarak şu
söylenebilir ki; Ahmet Süheyl Ünver, Mecdi Efendi’den hilafet almıştır. Bu
Mecdi Efendi’nin, Süheyl Ünver’den kendi adına tasavvufî ders vermesini ve bu dersi
tarif etmesini istemesinden anlaşılabilir.
Mecdi Efendi:
“Ben (Edeb-i Muhammedî) ye
riâyetkâr bir adamım.” [194]
diyerek edebini, “Sen elbette
yüce bir ahlak üzeresin'”[195]
buyurulan peygamberimizden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aldığını ifade
etmiştir.
Mecdi Efendi, Allah’a ve
Rasûl’üne (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) olan sevgisini ve bağlılığını ise şu
beyitlerle ve sözlerle ifade eder:
“Gerçi
aşkınla senin, derya gibi cûş eylerim
Mahz-ı lütfunla lisânım gayra
hâmûş eylerim.”[196]
Yine bir başka beytinde;
“Sana bakmak
müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana bakdık da dolar dîde-i
giryânımıza”[197]
Yine bir başka mektubunda ise;
“Ne buldumsa seni sevmekle
buldum ey muallâ nur. Seni sevmekte var zevk-i ferâvan Ya RasulAllah Üveysiyim.
Âteş deryâlarından yüzerek lütf-i ilâhî ile kûy-i cinan sahillerine irişdim.” [198]
Mecdi Efendi, şeyhi Ahmet Âmiş
Efendi’den hilâfet almıştır. Mecdi Efendi’nin bu ifadesi muhabbet açısındandır.
Veysel Karânî, peygamberimizi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) görmeden ona iman
etmiş ve mânevî dereceler elde etmiştir. Şeyhini görmeden mânen yükselenlere de
üveysi denilir. Fakat Mecdi Efendi’nin burada meşrebinin üveysi olduğunu açıkça
ifade etmesi peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) içindir. Yani Mecdi
Efendi burada şunu demek istemiştir:
Ya RasulAllah! Ben seni
görmedim, ben senin zamanında yaşamadım ama ben seni çok seviyorum. Veysel
Karânî nasıl ki seni görmeden sana (salla’llâhü aleyhi ve sellem) âşık olduysa,
ben de onun gibi sana âşığım!
Sevginin islamda ve tasavvufta, insanı olgunlaştırdığı ve hedefe
ulaştırdığı bilinir. Zira sahabelere peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “Kişi sevdiğiyle beraberdir”19 buyurunca sahabeler,
en sevinçli günümüz peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hadisi
irâd ettiği gündür demişlerdir. Dolayısıyla sevgi olmadan Allah’la, rasûlüyle
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve Allah’ın dostlarıyla irtibat kurmak mümkün
değildir.
“ABDÜLAZİZ
MECDİ EFENDİ HZ. MEKTUPLARI 2”
ESERİNİN TRANSKRİBİ
ABDÜLAZİZ MECDİ HZ. MEKTUPLARI 2
GÖNDERMEK LÜTFUNDA BULUNDUKLARI MEKTUPLARIN TARİHLERİ
ADED
1
... 23 Şubat 339 (Miladi 23 Şubat 1923)...... Efendimiz 26 Şubat 39 (Miladi 26 Şubat
1923)’da mahalli memuriyetlerine gittiler.
2
.. 21 ve 23 Şubat 339(Miladi 21 ve 23 Şubat 1923)....Efendimiz
hazretleri şeriye
müsteşarlığından mezunen 6 Mayıs 39 (Miladi 6 Mayıs 1923)
’da dersaadeti teşrif buyurarak 21 Mayıs 39 (Miladi 21 Mayıs 1923)’da avdet
ettiler.
3
.. 4 Haziran 39 (Miladi 4 Haziran 1923)............ Efendimizin ikinci defa Ankara’ya
avdetlerinde aldım.
4..
12 Haziran 39 (Miladi 12
Haziran 1923)
5..
..21 Haziran 39 (Miladi 21
Haziran 1923)
6..
29 Haziran 39 (Miladi 29
Haziran 1923)
7..
8 Temmuz 39 (Miladi Temmuz
1923)
8..
..15 Temmuz 39 (Miladi 15
Temmuz 1923)
9..
..8 Ağustos 39 (Miladi 8
Ağustos 1923)
10..
..19 Ağustos 39 (Miladi 19
Ağustos 1923)
11..
..16 Eylül 39 (Miladi 16
Eylül 1923)
12..
..27 Teşrîn-i Evvel 339
(Miladi 27 Ekim 1923) .... Efendimizi sırf ziyaret
maksadıyla 8 Teşrîn-i Sânî
(Miladi 8 Kasım)’de Ankara’ya gidup 15 Teşrîn-i Sânî (Miladi 15 Kasım)’de
İstanbul’a döndüm.
13 ...... 27 Teşrîn-i Evvel 339 (Miladi 27
Ekim 1923)
14..
..23 Teşrîn-i Sânî 39
(Miladi 23 Kasım 1923)....Efendimizi bade ziyaret Ankara
? müjde
aldım.
15..
..1 Kanun-i Evvel 39
(Miladi 1 Aralık 1923)
16..
..30 Kanun-i Evvel 39
(Miladi 30 Aralık 1923) )
17..
..3 Kanun-i Sânî 340
(Miladi 3 Ocak 1924)
18..
6 Kanun-i Sânî 340 (Miladi
6 Ocak 1924)
19..
..11 Şubat 340 (Miladi 11
Şubat 1924)
20..
..27 Şubat 340 (Miladi 27
Şubat 1924)....Efendimiz bu tarihte İstanbul’a teşrif buyurdular. 29 Şubat sene
340 (Miladi 29 Şubat sene 1924).
Mürşid-i âli kaderim, merkez-i
daire-i vücûdum, nur-u feyyaz-ı kalbim, şems-i tâbânım, pederim Abdülaziz Mecdi
Efendi Hazretlerinin Ankara’da umûr-u şer’iyye ve evkâf müsteşâr-ı âliyyine
şeref bahş iken abd-i kemterleri bu fakîr pûr taksîre göndermek lütfunda
bulundukları mekâtib-i reşâdet penâh efhamileridir.
23 Şubat 339 (Miladi 23 Şubat
1923)
Dâru’l-Hilafeti’l- Âliyye
Medreseleri Tabibi
Süheyl
29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat
1924) tarihinde Efendimiz Hazretleri dersaadeti teşrif buyurdular.
İş bu mecmua kıymettâr açılırken
sahifelerin uçlarından açılması ve yazıların üzerine ellerin temas etmemesi
müştâk-ı feyz-i rabbânî olanlardan rica olunur.
Mektup 1
İstanbul Evkâf İdaresinde Mimar
Muzaffer vasıtasıyla Doktor Süheyl Bey’e verilecektir.
Hû
Abdülaziz Mecdi
Nûr’u-l Fuâd’ım Süheyl’im
Senden
üç, Şu‘arâ-yı Devlet azasından Baha Bey’den üç, Sa‘idden iki, Burhaneddin’den
iki, mûmâ ileyhin Sadâret-i sâbıka’daki Mehmed (Muhammed) Ali’den bir,
Refik’den bir, Şefik’ten bir, mülkiye talebesinden Sabit’den bir mektup geldi.
Hakkımda lüzumundan ziyade izhar-ı hürmet olunuyor. Henüz meşguliyetim tahaffuf
etmedi. Ayru ayru mektup yazmağa vaktim müsaid değil. Biraz daha işim kesb-i
hiffet ederse o zaman ayrı ayrı yazarım. Ma eğer mektub nenvisim ayb-ı ma
meken. Dermiyane râz-ı müştakan kalem na mahremest.[199]
Bana hulus-i kalb ile mektub yazanların istifadesi şudur. Mektubun vasıl olduğu
günün gicesinde meşagilden azadelikle ferağ-ı kalb hâsıl olduğu zaman Cenab-ı
Hak’tan kendileri için inkişâf-ı füyûzât duası yaparım. Hareket-i kalbiyemi
muhabbetle memzuc bir haletle initâfa sevk etmiş olurlar. Şunu demek istiyorum
ki mektub yazanlara karşı kalben cevab veririm. İşte o kadar. Balada esamisi
muharrer efendilere böylece anlat.
Yalnız Beylerbeyi’nde mukim
olduğunu bildiğin Baha Bey’e git ve söyle hasta olan oğluna okur iken bana
karşı rabıtasını kuvvetli yapsın. Ben oğluna vakit vakit duadan hali değilim.
Mehmet Ali ile Burhaneddin içun çalışıyorum. Fakat buradan İstanbul’a yazılmış
henüz cevab gelmemiş tekid ettirdim.
Cevab geldiğinde cevaz-ı
istihdam kararı verilecek badehu memuriyet verilecek. Dâhiliyede münhal az.
Mehmet Ali içun maarife söylemiş idim. Ders veririz dediler. Fakat cevaz-ı
istihdam kararı lazım diyorlar. Her ne ise lutf-u ilahi garîbdir. Refik ruhen
pek parlaktır. Burhaneddin eyu fakat ibaratında gayri caiz.
Kelimat mündericdir. Senin ruhen
bu kadar ittilaların olduğu halde tâbiratta ileri gidiyorsun. Fakir, Cenab-ı
Hakk’ın bab-ı kibriyasında bir kıtmirim. Fakir bir abd-i hakirim. Azamet ve
kudret-i zatiyesine nisbetle bir zerre-i naçizim. Cenab-ı Hak o zerreden
şumus-u azime tevlid etse o kudret o azamet yine Hakka racidir. Kadir-i Mutlak
Hazretleri fuyuzât-ı maddiye ve maneviyenizi müzdâd buyursun Âmin bi
hürmeti’n-Nebiyyi’l-Emin ve’l-hamdülillahi rabbi’l-âlemin.
23 Mart 39 (Miladi 23 Mart 1923) Şeriyye
Müsteşârı
Abdülaziz Mecdi
(Soldaki:) Hastahanede Muhammed
Ali’den bir şey yazmıyorsun. Cevad galiben yazı yazmasını bilmiyor. Onlara da
selam.
(Sağdaki:) Benim İzzeddin ile
refikası Tevhide’nin mektupları da geldi. Hubb-i iştiyak ile okudum. Onlara da
bâlâdaki cevabı söyle. Her ikisinin izdiyâd-ı inşirâh-ı rabıtadadır, söyle!
Mektub: 2
Guraba Hastahanesi Etıbba-yı
Hâzikasından Süheyl Bey oğlumuza
Hû
Süheyl Bey’e
Oğlum!
Senin 21, 27 Mart; 1, 13 Şubat
39 (Miladi 1,13 Şubat 1923) tarihli mektuplarınla mesnevi şeklinde bir manzumen
musanni’ bir yazı takımı, sonra bir tesbih, Şevki Efendi hattıyla bir besmele-i
şerife geldi. Burhan’nın 31 Mart tarihli mektubu, Tevhide ve İzzeddinin 3 kıta
mektubu, Cevâd’ın 18 Mart ve 1 Nisan iki kıta mektubu, doktor Salim’in
hastahanesindeki Mehmed Ali’nin Şefik ile biraderi Refik’in mektupları, Said’in
vecazetname-i aşkı, Salim’in niyazname-i şevki, Sabit’in 12 Nisan tarihli
mektubu dahi vasıl oldu. İhtimal ki gelip de şu dakika-i tahrirde nüshası elime
geçmiş mektub da vardır. Çünki bir buçuk ayda cevab yazamadığım mektubların
adedi (120) den fazladır. Bahaddin Bey’in de senin oraya gittiğini mansur pek
neş’eli bir mektubu dahi gelmiş idi. Şimdi dinle:
Besmele-i şerife pek hoşuma
gitti. Peder-i büzürg-vârıyın hattı enfesü’l hututdur. Evradımı senin tesbih
ile okuyorum. Biaenaleyh her zaman hem elimde hem dilimdesin. Kalemleri de
kullanıyorum. İstanbul’da iken odamın her tarafında senin levhalar gözüme
ilişirdi. Burada da gerek oda ve gerek dairede kullandığım kalemler senin ve
çektiğim tesbih yine senindir. Maddi ve manevi fuyûzâtın müzdâd ve kalbin
muhabbetullah ile âbâd olsun. Cevâd’ın gözlerinden öperim. Sözleri pek düzgün
değilse de kalbi düzgündür. Muhabbeti müzdâd olsun. (Sayfa) 7) Burhan’ın
yaldız (renkli) mektubu kâtibânedir. Fart-ı muhabbetle bazı hezevatı vardır.
Maddi ve ma’nevî mesrûr olsun. Tevhide ve İzzeddin pek müştakâne yazıyorlar.
İkisinin de derdi sırf manevîdir. Cenâb-ı Hak inkişâfât-ı kalbiyelerini
artırsın. Doktor Salim’in ki basit olmakla beraber selâmet-i kalbe işarettir.
Hak manevîyâtını maddiyâtına galib etsin. Mehmed Ali vadi-i hayret niyaz
mendidir. Cenâb-ı vâhibu’l- âmâl muvazene-i tammesini mucibu-u eltâf ile
kendisini tesrir etsin. Şefik, adeta bir rengi muhabbetle müzeyyen görünmeye
başladı. Her şeyden evvel mutad-ı kadîmi olan suallerden ferâgat etsin. Daha
ziyade nâil-i fuyuzât olur. Refik, kalb-i metin ve mekiniyle meydan-ı
muhabbetin bir şehvar-ı müzeyyen el-etvarıdır. Kuvvetli rabıtası var. Said
sermest neşvedir.
Meserret-i kalbiyyesiyle
eşk-rîz-i inbisat olmakda hakkı vardır.[200]
Neşvesi müzdad olsun. Gözlerinden öperim. Hoca Salim birdenbire parlayan bir
ziyayı muhabbettir.
Meserretle o da demâ-rîz
neşvedir. Şimdiye kadar cevabımı alamadığından Ramazan münasebetiyle bir tarafa
gitmiştir. Allah kalbi gibi kesesini de doldursun. Sabit, Orhan Şemseddin
Bey’le görüşmesini soruyor.
Pekâla, Avrupa’ya tahsile
gideceğini yazıyor. Hak muvaffak etsin. Vezâif memurete âid meşguliyetim
çoktur. Ayrı ayrı cevab yazmağa vaktim müsaid değil. Onun içün böyle kara cümle
şeklinde bir cevabnâme yazdım. Baha Bey’i görür isen inkişâfât-ı kalbiyyesine
dua ettiğimi söyle. Cenâb-ı Şâfi-i Hakiki oğluna şifa ihsan buyursun.
Ramazan’ın on beşinde izin alarak İstanbul’a gelmek niyetindeyim. Ve mâ tevfîkî
illa billâh.[201]
El- Fakîr İleyhi Teâla 21 Nisan
39 (Miladi 21 Nisan
1923)
Abdülaziz Mecdi
(Sayfa) 8 Hû
Mektubu yazdıktan sonra senin 10
Nisan 39 (Miladi 10 Nisan 1923) tarihli mektubunla topkapulu Mehmed Ali’nin
mufassal ve zuhûrât-ı Hâki bir, Burhan’ın tebrik-i Ramazandan bâhis bir, Mehmed
Ali’nin bir cümle-i vecize-i teslimiyetten ibaret bir, Şefik ile Refik’in
birer, Sabit’in Ramazan tebrikini mutazammın bir, Said’in nuranur aşk ile mâlî
bir, Nazmi Bey’in telif ve tab eserine âid bir, mektubu geldi. Mehmed Ali ile
Burhan’a maddeten bir hizmet edemediğimden sıkılmağa başladım. Belki bu sıkıntı
yerinden oynamayan tâlilerini oynadı. Diğer Mehmed Ali’nin işini oraya
vardığımda halledelim.
Muallimlik içun İzmir’e müracat
eyu olmuş. Sa‘id’e cevablarım kalbidir. Nazmi Bey’in eseri yazdığı gibi bize
gelirse elden gelen muâvenet diriğ olunmaz.
Şefik’e verdiğin nasihat, benden
söylenmiş gibidir. Refik’in mektubuna cevab iç sahifede mesturdur. Kalemi,
usul-i tahrirde biraz tutkundur.
Hak lisan-ı kalemini andelib-i
belağat eylesin. Validesine selam söylesin. Sen de hem validene hem de
hemşirene ikisine de selam söyle. Receb’in oğluna olan mektubu da geldi.
Kendisine kimsenin yed-i ezâsı mes etmesin diye dua ettim. Allahümme lâ mencee
velâ melcee minke illa ileyke Allahümme biyedike melekûtü külli şeyin ve ente
âlâ külli şeyin kadir. Allahümme ya mukallibe’l-kulûbi ve’l ebsâri, hallis
ibâdeke’s- sâlihîn. Ve’l-hamdülillahi rabbi’l-âlemîn.[202]
23 Nisan 39
(Miladi 23 Nisan 1923)
Abdülaziz Mecdi
Hû
Reşadetlu faziletlu peder-i
mükerremimiz, şeyhi muazzamamız Mecdi Efendi hazretleri 15 gün mezuniyetiyle ve
memuren şeriyye vekâleti müsteşârlığından der-saadeti 6 Mayıs 339 (Miladi 6
Mayıs 1923) tarihinde şerefyâb kılarak 21 Mayıs 339 (Miladi 21 Mayıs 1923)
tarihinde tekrar Ankara’ya mahalli memuriyet vâlâlarına avdet buyurdular.
22 Mayıs 39
(Miladi 22 Mayıs 1923)
Dari’l-Hilâfeti’l-Âliyye
Medreseleri Tabibi
Süheyl
Mektub : 3
Medâris Doktoru Ahmed Süheyl
Bey’e yeden bi-yedin verilecektir.
Hû
Süheyl’im!
28 Mayıs 39 (Miladi 28 Mayıs
1923) tarihli nemîka-i irfan penâhîleri cevabıdır:
Mektubunuz gönlüme büyük bir
inşirah bahş etti. Çünki her kelimesinden her cümlesinden bûy-i feyizi muhabbet
duydum.
Cenâb-ı Hak, feyyâz-ı mutlak
hazretleri âhiren mukaddimâtı icra edilen irtibat-ı sûriyi dahi irtibat-ı
manevî kadar feyizdâr eylesin. Havl-i bî kudretimde nigeran-ı fuyûzât olan ve
muhabbet-i şedide-i kalbiyeleri hikâye buyurulan şaban aşk-ı ilâhinin kulubunî
sahibe’l-kulûb olan hazreti mennân envâr-ı irfân ile tâbân ederek hakkımda
hüsn-ü zanlarını karîn-i hakikat eylesin. ( Ene indî zannî abdî bî)[203] sırrını nümâyân vâfık-ı
sağîremden şumus şâşâdar îkanlar peyda ederek dâimü’l-lemân etsin. Kable’l- îd
ve bade’l-îd bu havaliyyi feyz-i bârân-ı Rabbânî sîrab-ı kerem eylediğinden
lehu’l-hamd etrafın cuşu baharı gıbta-i bahş-i ezmandır. Mâlumu ârifâneleri
olduğu üzere ehlullah günü kesif ve günü latif âlemlerinden geçerek
nefehâtü’l-üns ile neşvedâr olduklarından bu âlem-i suriye irtibatları pek
zayıftır. Binâenaleyh bade’l-vusûl devam eden hayat-ı beşeriyyeleri kendileri
için olmayub beni-i beşere hizmet-i maneviyyede bulunmak içindir. Enbiyânın
rütbeleri ise daha âlidir. Risâlet meâb Efendimizin rahmetelli’l- âlemîn olması
bu manaya matuftur. Mamâfih nugât-ı sâireden de rahmetelli’l-âlemîndir. Bunları
tizkârdan maksad, halkın (sayfa) 10 ahvâl-i umumiyyesini tetkik ve
mucib-i ina ve meşakkat olan ne gibi şeyler var ise onların indifa’ ve inkişâfı
içün derûni ve binaenaleyh gayr-i mesmu sayhalarla bârigâh-ı ehadiyyete
niyazdan âdem-i feragatine işarettir. Said tezyid-i malumâta gayret etsin. Hali
hazırdaki vazifesi buna pek müsaiddir. Cümlesinin gözlerinden yanımda gibi
öperim. İstasyonda çektiğiniz fotoğraflardan göndermeyecek misiniz? Validene
Sâre’ye Mesât’e selam ve hayır dua bu kere mezunen hanenizi şenlendiren bizim
Resmiyede. bâki, Bâki mebâd her ki nehâhed bekay-ı tû.[204]
Ve’s-selamü alâ menittebea’l-Hüdâ[205]
4 Haziran 39 (Miladi 4 Haziran 1923) Rabıta
bir sırr-ı ‘azîm-i ilâhidir.
Müsteşâr
El- fakîr ileyhi tealâ
Abdülaziz Mecdi
Mektub: 4
Doktor Süheyl Bey’e verilecektir.
Hû
Süheylim!
Sana ben harem-i ilâhiden çıkan
sâdâlar gibi ifadelerle müzeyyen 3 Haziran 39 (Miladi 3 Haziran 1923) tarihli
mektubunuzu aldım. Aradaki neşidenin birinci beyti:
Gerçi aşkınla senin, derya gibi
cûş eylerim
Mahz-ı lütfunla lisânım gayra
hâmûş eylerim.
Olsa daha hoş olacak, diğerleri
hoştur. Mamafih sözün erişmediği şeye nazaran sözlerin hepsi boştur. Girdiğin
kapuyu unutmamaktaki sebât-ı sâlikâne ve şükür güzâri-i mürîdâne şâyân-ı
takdirdir. Rabıta bir sırrullahtır. Her şeyin hallinin tarik-i aksarıdır.
Rabıtadan ser mu adem-i inhiraf. Neşen müzdâd, zevk-i manevî ile kalbin âbâd
olsun. Gözlerinden öperim. Validene, eniştene, Sâre’ye Mesât’e selam.
Bâki sıhhat, selamet, devam-ı
zevk-i meserret.
12 Haziran 39 (Miladi 12 Haziran 1923) El- fakîr ileyhi tealâ
Abdülaziz
Mecdi
Tevâzu ayn-ı rifattir. Anın çun
sunu yezdâni
Makamgâhını bâlây-ı çeşm-i izzet
etmiştir
Burhan’ın gözlerinden öperim.
Mektubunu aldım. Bütün halk ile muamelede bâlâdaki beyti rehber-i harekât
ittihâz etsin. Bu bilhassa mültezemimdir.
Mektup: 5
Kart vizitleri arkasına yazılmıştır
Medâris-i ilmiyye tabibi Süheyl Bey’e
Hû
Süheyl’e
Süheylim!
Hikmet, bir hoca, vasıf ile gelen mektupların galiba 4
oldu. Sana mektupları kalbimle yazdığımdan zâhiri ifadeyi bugün gönlüm
istemedi. Yalnız Mevlânâ’nın Hüsâmettin Çelebi’ye söylediği deh-i Çelebi ne
dest-i tö ne lebb-i vu çeşm-i mest-i tö hatırımdan geçti. Dermiyân râz-ı
müştekân kalem nâmahremest[206] işte bu defa bu kadar oğlum
21 Haziran 39 (Miladi 21 Haziran 1923)
(Sayfa) 13
Mektub: 6
Allah
Doktor Ahmed Süheyl Bey’e
Hû
Süheyl’e
Süheyl’im!
24, 26 Haziran 39 (Miladi 24, 26 Haziran 1923) tarihli
mektupların geldi. Mustafay-ı sâlisin ilsâk olunan hatt-ı ta‘lîki pek
parlaktır.
Yahu çocuklar siz âdeta adam
gibi söz söylemeye başladınız. Benim kabirden aksetmiş gibi sesler duyuyorum.
Ne oluyor biraz daha mı değiştik.
Yüksel ki yerin bu yer değildir.[207] E ente em ene haze’l-aynu
fi’l-ayni hâşâke hâşâyi min isbât-ı isneyn[208]
diyenlere demsaz-ı vahdet mi olmak istiyorsun. 12 Haziran 39 (Miladi 12 Haziran
1923) tarihli cevâbnâme-i vecîzemin vusûlundan Said bahsettiği halde senden
şimdiye kadar bir şey zûhur etmedi. Halbuki sana da var idi. Gözlerinden öper
ve haneniz halkına selam ederim oğlum.
29 Haziran 39 (Miladi 29 Haziran 1923) El- Fakîr ileyhi Teâla
Abdülaziz
Mecdi
Muzafferin mektubunda vazife-i
tabâbetine âid bazı vesâyâ îrâd etmiş idim ondan sor. Arkadaşlarının hepsine
selam söyle Evlâd!
Numara 7
Medâris-i İlmiye Tabîbi Süheyl
Bey’e verilecektir
Allah
Süheyl’e
Zâde-i ruhum
Resmî ile gönderilen 29 Haziran
339 (Miladi 29 Haziran 1923) tarihli aşknâme ile - Ya Mahbûbe’l-Âşıkîn- levhası
ve tahayyür ve niyaz rehberili müşir diğer levha ve saat talikine mahsus
levha-i menkûşe ve aklâm-ı maktûa ve mürekkep vâsılı dest-i memnuniyet oldu.
İhtiyar-ı külfete lüzum olmadığı mâlum ârifâneleri olmakla beraber bu nevi
vesâil ve dâviyenin bâis-i tezkir ve câlib-i teveccüh kalb-i münir olması
bâbındaki debi kadimden münbaistir zan olunur. Şems-i vahdetin bir zerre-i
nâcizi olan bu abd-i âcizi uyûn-u nâs’ta ayn-ı şems gibi göstermesi Hakk’ın
ezeli cilvelerindendir.
Hakikat sözün bittiği yerden
başlar. Bu böyle olmakla beraber sözsüz de hiçbir şeyi olmadığındandır ki
Hazret-i Mevlânâ (bişnev ezney) diye başladığı manzûme-i azîme-i ilâhiyyesinde
evvelâ istimâ’yı emretmiş ve insân-ı kâmilden kinâye olan (ney) den 24 bin 200
küsür beyitlik koca bir söz kitabı meydana getirmiştir.
Demek oluyor ki söz de bir
şeydir. Bunun harfsiz savtsız olanı Kitab-ı Mübîn kalbde; harf ve savt ile
olanı kitap gûnde tecelli eder. Şunu demek istiyorum ki mekâtib ve vâride-i
âhiredeki sözlerin eskilerden daha âli ve hakâyık ile daha mâlidir. Onun içün
geçenki ecvibe-i vecîzelerimden birisinde - Yahu çocuklar siz âdeta adam gibi
söz söylemeye başladınız - diye latîfe etmiş idim. Tabiatı şiiriyyen günden
güne terakki etmektedir. Mamafih gazelinin bazı noktalarına yaymıştım Ber
vech-i âtî îrâd ediyorum. İkinci beytin ikinci mısra-ı şöyle:
Gönüldür pek muallâ anda kevn
olmaz mekân olmaz
(Sayfa) 15 Ve üçüncü
beytin ikinci mısraında: (mısra) yerinde (mücellâ) dördüncü beytin birinci
mısraında (mekâna) yerinde ( beyâna). Ve yedinci beytin ikinci mısraında :
(vuslat-ı nâgehân) yerinde (vuslatta zaman) ve dokuzuncu beytin ikinci mısraında
: (sözüyle ben) yerinde ( bu merkezde) denilse daha hoş olur. {ve’l-hâsıl size
olan muhabbetimi hürmetlerimi tekrîmâtımı lâyıkıyla beyandan âcizim} dediğin
hoşuma gitti. Sende ve bende olan serâir-i kalbiyyeye vâkıf olan Hak’tır.
Herkes ve bâhuhus evliyâullah ânın bâb-ı azameti sedde-kudsiyesinde birer
derbân ve bir mest-i nâtuvândır. Burada biraz tevakkuf ederek içimden de
söylendim.
Mektubunun son sahifesinin
ibtidâlarında daha âli ezvâk-ı vecdiyye mevcuttur. Oralara âid teşrihat
kâfiyyeyi râbıta ve muhabbette ara. Resminin oradan buraya avdetine ve bundan
mütevellid tesirat ve teesürata müteallik ifadeler tenezzülâta aiddir.
Hâdisât-ı kevniyyeye mütealliktir. Kalbim o nevi şeyleri duymaz.
Ahmed’e 23 Haziran’da yüzüğün
takıldığı bildiriliyor. Tarafınca tahassül edecek zinciri muhabbetin bir
halka-i nura nur zâhirisi olsun. (Latîfe) be adam Ankara’daki bir adamın elini
ayağını öpeceğine kendi yanında yakın olan elini ve ayağını öpsen olmaz mı?
Mecdî dediğin adam kim oluyor ki bu sultansız âna bende olasınız. O da sizin
gibi bir bende-i ilâhidir. Burada bizimle yeni münâsebet peydâ eden tabiri
âharla bana intisâb eden kâmekâr nâmında bir adam lisanından söylediğim gazeli sana
gönderiyorum.
O kadar parlak olmamakla beraber rehrevân-ı râh-ı ilâhisinde sabah seferi
terennümatından olduğu içün gönderiverdim. Gazel şudur:
Hüsnün etmiştir beni bir âşık-ı şöhret şiâr
Kâmekârım ben senin aşkınla her dem kâmekâr
Bîcihet herhangi semte eylesem atf-ı nigâh
Nur vechin dîdeme olmaktadır pertevnisar
(Sayfa) 16
Sîne sînâ şeklini ahzeyledi feyzin ile
Nârımı nur eyledin ey dilber-i âli vekâr
Yok benim gönlümde senden başka dürlü bir vücûd
Her nigârın nuru senden rû nümâ dârî nigâr
Sırr-ı eşya müncelidir zerre zerre dîdeme
Başka bir hâlet dilimde oldu şimdi ber karar
Bir velinin bâdesinden nûş idup bir kâse aşk
Vecd ile oldum ser bâbında mest-i hûşyâr
Cûş ider derya gibi gönlümde zevk-i intibâh
Kâmekârım ben ânın feyziyle her dem kâmekâr
Gel
keyfim gel- müessir perde pûş-i kibriyâ âsâr-ı hayrette - Senin ve hep arkadaşlarının
gözlerinden öperim. Ve’s-selam alâ meni’t-tebe‘a’l- Hüdâ[209]
8 Temmuz 39 (Miladi 8 Temmuz
1923)
Ayn. Mim
1 Temmuz 39 (Miladi 1 Temmuz
1923) tarihli mektub da geldi. Söz ne kadar çok olsa söz bir Allah bir elfâz ve
manî dönüp dolaşub bu neticede karar buluyor.
Mektub: 8
Süheyl’e
İstanbul Heyet-i Fenniyyesi’nde
inşaat kâtiblerinden Râfet Beyzâde Burhâneddin vâsıtasıyla Medâris-i İlmiyye
doktoru Süheyl Bey’e
Allah
Medâris-i İlmiyye
doktoru Süheyl Bey’e
Süheyl’im!
Medâris talebesine eczâyı tıbbiye
itâsı hakkındaki vesâyâ-yı fakîrâneme cevâben yazdığın mektub ile 5 Temmuz 39
(Miladi 5 Temmuz 1923) tarihli mektubun geldi. Sana mektub yazmağı hatırıma
getirince - sana bakmak müteazzir görünür böyle ki eşk. Sana bakdık da dolar
dîde-i giryânımıza- beyti hutûr etti. Hikmetini bilemem. Mânevî bir hayalin
veya cemâlin zuhûruna mı daldır.
Süheyl’im deki: (mim) i zamîri
izâfi olarak almakda mâna doğru çıkmazsa zamîr-i nısbî olarak tefekkürü maksada
daha yakîn delil olur. O zaman infisâl-i ittisâlime iftirâk visâle müngalib
olur. Adâd ne kadar çok ne kadar nâmütenâhi olsa hepsinde vâhid mevcûd ve diğer
adâd vahidin teaddüdüyle maduddur. Hakikat-ı mecâzdan zirve-i hakikate terakki
edenlerin nazarında eşyanın vücûdu madumdur.
Vücûd-u hakiki Hakk’ın olup andan
başkasına vücûd nisbet-i izâfidir. Bunun manasını zevk-i manevî ile idrâk
ederler.
Gelelim içeriden dışarıya:
Medâris’in iâşe meselesi pek mühimdir. İşârınız veçhile virilen gıda nâkısdır.
Ancak evkâfın da senede elli iki bin liradan fazla virmeye tahammülü yokdur. Bu
hususda bir çâre taharri etmekteyim. Muvaffaku’l-a‘mâl teysir iderse çâre-i hâl
bulunur.
(İnne meal usri yüsrâ).[210] Refîk’in bir mektubu geldi.
Birinci çıkmış mülâzım-ı sâni olmuş. Efendi’nin didiği gibi (tâ benim istediğim
de bu idi) müstakbeli mâddeten ve manen ziyâdâr olsun.(Sayfa) 18 Sana
mektub yazarken emek çekmem hafif yazarım meselâ geçenlerde Bahâ Bey’e biraz
canlı bir mektub yazmış idim. Hafif yazdığımın sebebi var. Hem içeriden hem
dışarıdan çifte ateş olmasın dirim.
Hayât-ı maneviyemde
sırru’l-esrâra müteallik olmayarak vicâhî canlı sözler söylediğim vardır. Fakat
yazdığım yokdur. Ben (Edeb-i Muhammedî) ye riâyetkâr bir adamım.
Ne buldumsa seni sevmekle buldum
ey mualla nur. Seni sevmekte var zevk-i ferâvan Ya RasulAllah üveysiyim. Âteş
deryâlarından yüzerek lütf-i ilâhî ile kûy-i cinan sahillerine irişdim. Benim
içün lisân-ı kalem nâmahremdir. Mamulâtım rûhî ve kalbîdir. Bununla sana işâret
tarifiyye yokdur. Sen Süheyl sehlü’l-mürûr yollardan gidiyorsun. Elini tutmuş
rehberin vardır. Bu yolun Burak-ı îsâli muhabbettir. Muâmelât-ı zâhiriyye ve
bâtiniyyeni mütevâzin olarak icrâdaki mesleğinle devam et. İnne’l- âkibete
li’l- müttekîn.[211] İttikâ esrâr-ı kalbiyyeyi
ifşâdan tehâşîdir. Artık yeter oğlum susuyorum haneniz halkına selam.
15 Temmuz 39
(Miladi 15 Temmuz 1923) Ayn.
Mim
MEKTUB 9:
Hasekide bostan hamamında 36
numarolu hanede Doktor Ahmed Süheyl Bey’e
Hû
Doktor Süheyl’e
Şule-i Şemsi Rabbani:
3 ve 17 ve 17 zerin sümbül 23 ve
29 Temmuz 339 (Miladi 23 ve 29 Temmuz 1923) tarihli mektublarına cevabdır:
Talebele-i Ulumun iâşe işini
ehemmiyetle teemmül idiyoruz. Esbabına tevessül olunmuştur. Netice-i Hayriye
memul kavidir. Bu zahiri sözüm bitdi.
17 tarihlinin birisi cevabdan
müstağnidir. Diğer mektuplar envar-ı Süheyliyenin birer huzme-i bediası ve
harem-i lâhut kudüse doğru uşşâkın zaruri olarak salıverdiği bir nevi nağme-i
refiasıdır. Bu nevi sadaları zat baht âleminde bu ve ondan bi nişan olan ve
alet tarafdaki her dürlü velvele-i mevcudat-ı izafiyeye bakmak istemeyen
sükkan-ı haram hassa ismai idebilmek hünerdir. Onlar sema arzusunu izhar
itmedikçe ismaa çare mefkuddur. Hasenatü’l ebrâr seyyiat’ül mukarrebin tabaka-i
salisenin en neşve aver en şaşa kemter gülistanlarının safahat-ı bediasını
seyr-u temaşa idiyoruz. Lezzat-ı maneviyenin en tarab-feza bedayii buradadır.
Bu dil-firib menazırı hoşça temaşa itmek ve isti‘cal itmiyerek etraf ve eknafı
lüzumu kadar vasi‘ nazarlardan geçirmek lazımdır.
17 tarihlideki gazelin
parlaktır. Yalnız son beyitdeki (Lutf-u Mevlâdır) yerinde ( Lutf-u Mevlâsın )
dinse daha hoş olur. Şimdi 17 tarihli mektubunu bir daha okudum. Her kelimesi
âlem-i manadan doğmuş bir ziyayı bedi. Aferin Süheyl. Sulb-u kalbimden.
(Sayfa) 20 kadd-i mezk
âlem-i vücud olduğun gün bu kadar düzgün bir ferzend-i manevi olacak ki
itminanım olmakla beraber bu günkü derecede değil idi. Siz bana hakkın eltaf-ı
mahsusasındansınız oh ne ala şey. Aradan çıkardım. İki ten bir beden yahud iki
bedende bir şulezen “gel keyfim gel” (irince Lutf-u hak bir başka istidat olur
peyda).
Çıkar elbetde sahn-ı sinesinden
nur-u rabbani nikâhımdan çıkan bir şule kalb-i yare düşmüştür. Ey bab-ı Ali
caddesi vadi-i ayün mü idin. Sulhami Bayramın tebrikinde pek hoş yazmışsın.
Hakikata bu sulh-u âlem içun bir rahmet-i umumiye oldu. Bizim eski Çukur’u
evvel selamlığında sevindiğim kadar sevindim.
Her şeyde mutasarrıf-ı hakiki
Hak’tır. Bayram hediyesi olsun diye (cananın) redifli bir gazel ile birde
arabiyyü’l- ibare sulh hutbesi yazdım.
Gazeli size Recep Ferdi
gönderecekdi. Hutbeyi Laz Hafız Sadeddin Hacı Bayram Veli (kaddesallahu sırreh)
Camiinde o meşhur olan nağme dil-firîbiyle okudu. 29 tarihli neva name-i
ilahide coştukça çoşmussun. Henüz beşikden çıkarak yürümeye başlamış çocuk
değil isen de üç yaşındaki bir sabi hakikatte bu derece nutk-u beliği zaman-ı
rüşde büluğunda göstereceği etvar-ı aliyenin büyük bir beraat istihlalidir.
Mamafih beyne’l-ihvan yek diğere
karşı lazime-i tevazu ifa bence bilhassa mültezemdir. (şems olsa semada nur-u
fadlın. Hakilere mail-i visal ol) dediğimi unutma. Ene seyyidü veled-i âdeme
velâ fahra[212] hadisinin manasını izah etmiş
idim. Bu kadar kâfi 19
19 bizim şeriyeyi memurin müdürü
Vasfı Efendi taliki gayet eyu yazıyor.(Aherli kâğıt) olursa sana levha yazarım
dedi. Biraz ahirli kâğıt gönder. Mehmet Ali’nin maaşını iki bin yapmışlar pek
keyiflidir. Her ne ise buraya gelmek hakkında hayırlı oldu dimekdir. Bizim
Receb Ferdi de beraet kazanmış müterakim maaşatının itası emrini de vermişler
İstanbul’a avdet etdi. Talii açık olsun. Mektublarımın hamili odur. Validene,
Sare’ye, Mesât’e, iki küçüğe selam gözlerinden öperim Süheyl’im.
8 Ağustos 39 (Miladi 8 Ağustos
1923) ayın. mim
Rezin sünbüleli varakalı,
işaret-i mahsusa-i yühevvidândandır, diyorlar hele bir kere sor. Tevhide’nin
mektubunu bugün aldım. İzzeddin içun çalışayım. Sonra neticeyi yazarım, Hû
11
Ağustos 39 (Miladi 11 Ağustos 1923) tarihli mektub da geldi cevabını ayruca
yazarım yalnız gazelin lafzı ve manası parlak vezni yok -failatun feilatun
feilatun fa’lün- olacak bu yolda tashihen gönder. Tesviye den dolayı Receb
Ferdi teehhür etdi. Mektublarda onun içun geru kalmış idi. Bugün posta ile
gönderdim. 14 Ağustos 339 (Miladi 14 Ağustos 1923)
Mektub 10:
İstanbul: Haseki’de bostan
hamamında 36 numaroda Doktor Süheyl Bey’e.
Hû
Mirât-ı Mücellayı İrfan
Envarı lâmia-i kalbiye de
zinetnümayı temessül olan ayatu beyyinat içinden manzur dide-i basiret olan bir
levha-i garâyi bedia, unvan-ı irfan fahır olmak üzere hattı zerin maneviyetiyle
neveşte oldu.
Murad ve mürîdin iki zıyadar
ayine-i esrar olduğu yetkin olunur yahud nuru’l-kamer müstefadün mine’ş-şems[213] sırrınca mah-ı nura nur
kalbin şems-ü pür envar-ı ruhdan iktibas nuraniyetindeki tekemmül telkin
olunursa mirâtının esrar-ı tekabülat ve tenekkülatı mefhum-u kalb habîr olur. (
Dilin ayinedir hakka o mirâta cihan âşık) diyen sevdazede-i İlahi hatibü’l-leyl
değil belki muhatab âşık pür meyildir.
Kalb, nazar-ı tahlil-i
etibbadaki şekl-i sanavberi olmayub bu fasıle-i asliyenin lisan-ı nebahatinde
bir fetile-i kudsiye-i ilahiyedir. O bir fetiledir ki ziyasına münazım-ı
şemsiye gibi bin encem-i ziyadar, bin envar olmakla iftihar eder. Ziyasındaki
saykal lemân râî ve mer’iyi rüyet ve iraye kadir bir nuraniyet-i bedia olmakla
ana mirât ziyadar dahi dinebilir. İşte o sır hidayeye mirât demekle muhatıp ve
muhatabı tenvir etmek istedim.
Bu mirâtın bir hassasıde
nazzarelik vazifesini ifasıdır.
Dürbün-ü
maneviyet dimek olan iş bu nezzare, o âlem nura’n-nur-u azametin şahinşah zi
şekve ve şevketini gösterir. Bendeyim her gedaya ey Mecdi. Baht-ı aklım kalbe
şah olalı (Sayfa) 23 Beytini söylediğim zaman kasd ittiğim ruh-u sultanı
bugün söylemek istediğim şahinşah zî-kudretin pişgah cemalinde secde-i tazim
usulüne aşina bir uşak olmak vazifesini bile hüsn-ü ifa idemez.
İşte o şehinşah-ı kadir otağ
(barigah) azamet ve iclâlini kemal-i lütfu ve kereminden bu fakirin ruh-u
sultanisi üstünde yani fevk-ı manevisinde kurmuştur. Binaenaleyh ubudiyet-i
mahza ile mümtazım. La ilahe illallah elmelikü’l-müteal. Şu halde abd-ı has
ilahiye rabıta sahibi abde rabıtadır.
12 Ağustos 39 (Miladi 12 Ağustos
1923) tarihli mektubunun feyz-i neşvesiyle yazdığım bu mektubu tasavvur ve
tasvir ve anın üstündeki hads ile de yazmadım. Yani zuhurdur izhar değil. Pür
şaşa ber füruş ile insibaba başlayan maaniyi bundan ziyade yazmağa izin
olsaydı. Daha hayli teheyyüât-ı hakikiye sahilleri tekvin olurdu. Artık susdum.
Bizim Kâmekâr Uluğbey’in sana karşı muhabbeti vardır.
Kendisi Kütahya Maarif
başkâtibidir, muhabere it. Üç gün mukaddem taahüdlü olarak gönderdiğim mektuba
ihvana da verilmek üzere mektublar lutfetmişdim vusulünü yazınız oğlum
Süheyl’im nurum.
Sene 19 Ağustos 39 (Miladi 19
Ağustos 1923) Ayın. Mim
İzmitden tenezzühgâh-ı
Saadet’den 16 Ağustos 39 (Miladi 16 Ağustos 1923) tarihli feristade-i rah-ı
muhabbet kılınan mektubunuz reşide-i dest-i meveddet ve inıtafat bedia-i
kalbiyeye vesile-i hareket oldu oğlum.
Mektubumun bir suretini
Kâmekar’a gönder.
Mektub 11
Allah
Medaris-i İlmiyeTabib-i Edibi
Süheyl Bey’e mahsusdur.
Hû
Süheyil Kalbi Mecdiye
Süheylim:
21, 21, 22 Ağustos; 2, 6 Eylül
39 (Miladi 2, 6 Eylül 1923) mektublarınıza cevabdır:
Müfredat-ı kâinat kadar maani-i
kesireyi ihtiva iden şu mektubların her cümlesine ayrı ayrı cevab yazmak afakın
mezahir nâmahdudasından cüstü cû hakikata benzeyeceği içun o yola sapmayarak
fakir, fezleke-i avâlim-i İlahiye olan kalb-i kamiledeki hulasa-i tecelliyatı
takliden biraz kısa yazmak istiyorum. Bununla çoğu azaltmak yahut azı çoğaltmak
maksud olmayub yalnız sırrı muktezayı deruni icabınca hareketden ibaretdir.
Zaten vahdet-i kesretin kesret ve vahdetin ayn-ı tamı olduğuna nazaren
neticedeki hatt-ı iltisakda yine birleşiyoruz dimekdir.
Evvela dide-i bînây-ı
basiretini, ruhsarı tâbnâk nebahetini öperim.
Buradaki dide ile ruhsar bir
cemal kemal-i manevi olmakla cûşişine kalbi şairden cüş ü huruş iden maani-i
rakıkanın bu nisab-ı feyz-i vahdetten nasibe-i şan u şerefi yokdur. La
yemessehu illel mutahherun[214] selsebil irfanından ağzını
pak itmeyenlerin şifah-ı habaseti o dideye o ruhsara dudağını dokunduramaz.
Saniyen kûşe-i arifanelerine şu hüdâyı kalbiyi isma itmek isterim ki
kellimu’n-nase alâ kaderi ukûlihim[215]
hakikat-ı âlîye hikmet-i celilesi maddi ve manevi bütün umur ve muâmelata (Sayfa)
26 Kabil-i tatbik ve müeddayı desîî bilhassa cedir tetkik olduğundan
bilumum muhavere ve musahabelerde nazar-ı intibahdan dûr tutulmasun. Tevazu
hakkında geçenlerde lüzumu kadar söz yazıldığından tekrarı balda olsa tat
vermez.
Aharlı kağıtlar, kalemler,
kağıtlar, zarflar, levha altlık, Mushaf nişaneliği geldi. Aharlı başka istemez
kalemde çoğaldı. Size verilmek üzere Said’e ufak bir levha-i farisiye
gönderdim. Bizim Kâmekâr’la bab-ı muhabereyi açtığınızı odasında yazdın mübarek
olsun. Kâmekâr’a yazdığın mektub hakikaten bir mürşid ağzından çıkacak sözlere
benziyor. Elveledü sînvu ebîhi[216] derler aferin Süheyl.
22 Ağustos 39 (Miladi 22 Ağustos
1923) mektubunuz heyeman ve istiğrak enmuzecidir. Bu haleti zevk itmemiştik. O
gice tecelli itmiş. Senin hiçbir zaman istiğraka tabiri diğerle sekri
samedaniyye düşdüğünü istemem. O mektubum dursun tekrar okuma. Onu okuyacak
zaman gelir. Rezin sümbüleli varaka kavm-i atika mahsusdur.
Mehmet Ali hala hal-i cezbdedir.
Bana bir istiğfarname göndermiş ben kim oluyorum. Nihayetü’n-nihaye bir abd -ı
has-ı ilahi. Bir şerefim varsa ubudiyet-i mahzadır.
Kendisine bir nasihatname
yazarak daire-i akla rücua davet itdim.
Kalb meydana çıkar mı? Sende pek
tazimkarane yazıyorsun. Adeta kendime bir kıymet vereceğim geliyor. Hesab-ı
kati ne oluyor, daha vermemiş mi idin. Sacidu rabbi’l-aziz yerinde mescudu
rabbi’l-aziz yazılmış o sehiv sana değil kaleme racidir. Mamafih bu 2 Eylül
mektubunun aksam-ı bakiyesi pek parlakdır adeta ilhamname gibi. Yalnız
rabıtanın ulviyyatını gösteren satırları okurken hatırımdan (ha şunu bildin)
geçdi güldüm. Mektubları ekseriya hal-i tenezzülde yazarım. Yüksek mektub
istiyor musun? Rabıta, rabıta, rabıta sırrîde yarar. Hanenizdeki küçük ve büyük
benat Hava’ya selam ve dua. Artık bu kadar söz kafi oğlum Süheyl’im nurum.
16 Eylül 339
(Miladi 16 Eylül 1923) Ayın.
Mim
Cevad
yanımdadır. Yakında 20 yahud 25 lira maaş aslı ile münasib bir mahale tayin
idiliyor. Kendisine olan muhabbetime noksan târî değildir. 19 Mayıs 37 (Miladi
19 Mayıs 1921) ‘de Süheyle söylediğim gazel burada yokdur. Suretini gönder
hatt-ı destimle yazub göndereyim. Cevad bir timsal-i zılli (fotoğraf) verdi
hoşuma gitdi. Sizde birer tane gönderin.
Velehül Kibriya-u fi’s-semavati
ve’l-ardi ve hüve’l-azizü’l-hakîm[217]i
sırrı rabıta da tefsir it kalbin sırrı sürur ile dolar.
MEKTUB 12
İSTANBUL Süheyil, Said
Süleymaniye Kütübhanesi’nde
İzmirli İsmail Hakkı Bey Kütübhanesi hafız kütübi Said Bey vasıtasıyla Doktor
Süheyil Bey’e
Hû
Ey kalbimin nur-u kadim ve
cedidi
16, 26 Eylül; 6, 11, 16, 18, 21
Teşrin-i evvel 39 (Miladi 6, 11, 16, 18, 21 Ekim 1923) tarihli mektubların ile
25 Eylül Mehmet Ali ye yazdığın sureti, gönderdiğin müzehhebat ve müressemat
geldi.
Dinle;
16 tarihlinin mukaddematı bir
sahib-i kalb ifadâtıdır. O kalb, o arşu’r-rahman mühbit-i tecelliyat-ı kudsiye
olsun ve olmak derece-i süluk itibariyle tabiidir.
Manzumenin üçüncü beytindeki
(hep) zaiddir. Size mahrem olacaklara delil olmakda ayruca bir zevk: bunun
üstünde iyice düşündüm. Keyfiyet kemiyete muraccahtır. Mehmed Ali’ye yazdığın
mektub, manen ve nasihaten pek yüksekdir. Bununla sende amel it.
26 Eylül: sünbülistan maani-i
nefehatı meşam canınıza biraz baygınlık getirdiğini gösteren evail-i beyanatdan
sarf-ı nazar, salikin sebha-i lisan ihlâsı olması lazım gelen teslimiyet,
havatim ifadâtı tezyin itmiş. Fotoğraf geldi simayı irfanın iki cazibedar
gonca-i melahatı olan gözler bilhassa manzuru dide-i dikkatim oldu. Bakdığı her
şahsın amak-ı hafayasına nüfuza mazhar olsun diye dua ittim. Hatt-ı taliki
tezhib bir kalbi pür nuru tezhib kadar hoş olmuş.
Aşağıdan
yukarıya doğru giden yolda kün kesif, kün latif, can sonra canan yukarıdan
aşağıya gelirken evvela canan sonra can ilâ âhirihi yahud hepsi canan ile
cananın füyüzat-ı zılalı. Bu bizim hesab, halkın canı da cananı da kendi
düşüncesine göredir. Ya mey yahut ney yahut müştehiyat-ı nefsiyyeden bir şey
“Eferaeyte menittehaze ilahehu hevâhu”[218]
ilâ âhiri’l-ayeti. (Sayfa) 29 6 Teşrinievvel 39 (Miladi 6 Ekim 1923)
tarihli olan bir mektub değil bir kitabdır. Tarihçe-i intisab diye yazdığın bu
macerayı muhabbet, numune nüma ibretdir.
Şems-i muhabbetde küsuf,
cüziyeye uğradığı zaman kalbinin feryad name-i şekvasıdır. Feveran zıyayı biraz
kısmak istediğim anın hüzün namesidir. Küsufun inkişafı sabahu’l- hayır
müsadetinin duhayı inşirâhı oldu. Bu seriu’z-zeval olan safahat-ı zemaniyeye
takdim itmiş esbab vardır. Maziye karışan hali teşrih ile tekrir, mesaliki ehlullahdan
değildir. 11 Teşrin (Miladi 11 Ekim)’de mevzu bahis olan Rıza Bey resmini
divara astım. İhtisasımın haricinde olan bu eseri meharet benim dahi calib-i
nazar-ı tahsinim oldu. Diğer iki resim dahi pek güzeldir. Enfiyenin sarısı
diğerinden daha eyudur. Bu Tahsin dâhil daire-i ihtisasım olmagla tahsin-i
hakikidir.
Tercüme-i hal parçası da geldi.
Cenab-ı Şakir hakkındaki bu tercüme tamamıyla makrûn-u hakikat olmamakla
beraber, müşarunileyhe aid bir eser-i hürmetdir. Ben fart-ı meşağıl ile kendi
tarih-i veladetimi bile unuttum.
Nerede kaldı ki Şakirin veladet
ve vefat günleri baksan a bir aydır cevab bile yazamadım. İstediğin gazel
hatt-ı destimle muharrer olarak melfufdur.
Cereyan-ı muhabbet değişdi
muhbiyyet mahbubiyete tebdil-i mevki eyledi. Naz çeken nazenin oldu. Çünkü
zeman sabavette geçdi. Lezzeti muhabbeti ihsas hâsıl oldu. La es- elüküm aleyhi
ecran ille’l- meveddete fil kurba[219]
sırrı tecelli itdi. Bu muhabbet-i cedide, imalathane-i kalbde senelerce
tahlilat-ı kimyeviye gördükden sonra netice-i tahlilde (Rıza) hülasasını
çıkarır. Rızayı sırrı zat tecellisi takib eder. Bu yeni muhabbetin lezzeti
eskisinden çok faikdir. Çünkü muhabbet maziyendeki lezzet az çok gaflet ile
memzuc idi.
Sence
olduğu kadar bence de mucib-i şeref olan mühriyet-i zahiriyeyi meydana getirmek
içun hayli uğraşdım. Veled-i sulbi veled-i kalbi mahiyetinde olmadığından
husul-u emel dağdar-ı halel oldu. Bunu ıslah içun beyne’n-nisa tarefeyn
arasında belki vasıta-i hayriye zuhur ider. Kati rüşte bence merda olmadığı
halde meseleyi ihtiyarlarına terk-i zaruret hâsıl oldu. Kudret-i külliye
Hak’dan olduğu halde insanların irade-i cüziyesine rabt edile efâle (Sayfa)
30 Döndü kaldı ne ideyim ki şıkk-ı vücudumdur. Mamafih Mesât ki talii
açıkdır. Mergubiyet tecellisine mazhariyeti vardır.
Şendeki mülakat iştiyakı buradan
gönderilmişdir. Hak, imkân-ı maddi esbabını tesire kadir olduğundan masarifi
mekasid haricinde zuhurat olursa gelirsin görüşürüz. Hatt-ı fasıldan aşağıdaki
ibarat 18, 21 tarihli mektuplara cevabdır. İkrar ve teslimiyet-i cedide tebdil
mecra iden macera icabıdır. Eltaf-ı İlahiye den ümidi derim ki kutsiyete
müntehi olur. Yani feyz-i mukaddesden feyz-i akdese geçer. Gel keyfim gel gerçi
canandan dil-i Şeyda içun kam isterim. Sorsa canan bilmezem kâm-i dil şeyda
nedir. ( eyler beni) redifli gazel, bî bedeldir. Vadi-i mukaddese girenler
naleyni hül‘ ederler. Fahla‘ na‘leyk[220]
buna işaretdir. Dünya ve mâfihâ ukba ve mâfihâ olsa gerekdir. Şimdi benim
gazeli tekrar oku! Validene hemşirelerine küçüklere selam senin de ilahi
gözlerinden öperim. Artık bu kadar söz kâfi oğlum 27 Teşrin-i evvel 39 (Miladi
27 Ekim 1923) Ayın. Mim
İhvanına yazılan mektubların
suretlerini almağı rızalarına bırak
Tecelliyat
mütenevvi vü namütenahi ve her şahsa göre muhtelifdir.
Radıyallahu anhum ve radû anh
zâlike limen haşiye rabbeh[221] ayetinin tefsiri ve tevilini
güzelce tefekküre başla
Mektub 13
İstanbul
Hasekide bostan hamamı sırasında
365 numarolu hanede mukim Doktor Süheyil Bey’e mektubdur.
Hû
Süheylim, oğlum
semeretü’l-fuâdım
25 Haziran 39 (Miladi 25 Haziran
1923) tarihli mektubunuzu bugün aldım. Vakıanın ulviyet hüzn-ü engizini lisan-ı
salike yakışır bir tarz-ı beyan ile tasvir itmişsin!
Bence ismi Saadet olan Mesât
kızıma acıdım. Suni olmadığı halde bu garib muameleye uğradı ( elhayr-u ma
vakaa ) diyerek az sabırdan çok mükâfat bekleyelim. Akreb-i evkatta arzusu
vechile gülsün ve süruru ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyesi ber vefk-i dilhah
hâsıl olsun. Validen feleğin kerem ve serdini görmüşdür. Vasıatül sadırdır
onunda akibeti müzdad olsun bizim resminin refika-i Şefika’sına da selam ve
dua. Küçüklerin kemal-i şefkatle gözlerinden öper ve devam afiyetlerine dua
eylerim. Sülûke ve dersin değişdiğine dair yazdığım mufassal mektubu bu sabah
hareket iden odacı Ârif efendiye virmiş idim. İçinde ihvanına da mektub vardır
gözlerinden öperim. 27 Teşrin-i evvel 339 (Miladi 27 Ekim 1923)
Ayın.
Mim
Mektub 14
İstanbul
Haseki’de Bostan Hamamı
sırasında (36) numarolu hanede şeref mukim Doktor Süheyl Bey’e mahsus
mektubdur.
Hû
Süheylim
1 Teşrin-i Sani
(Miladi 1 Kasım) tarihli mektubun ile Ankara istasyonundan karta Eskişehir’den
ve İstanbul’dan ^-U’iitara? ittiğin iştibak namelere cevabdır:
1 Teşrin-i Sani 39 (Miladi 1
Kasım 1923) mektubu latifül uslubun münderecatına esnayı mülakattaki
münavemat-ı şifahiye ile tafsil-i cevab virildiğinden tekrar cevab tahririnden
müstağni görülmüşdür. Gözyaşlarıyla yazılan diğer üç iştiyakname münderecatını
kalb sinamasında temaşa iderken perde-i hafayada beni tasvir iden.
Sineni hubb-u
nebiden şuledar feyz kıl: gül açılsun eyle icra sahne-i gülzara su
Ağladıkça ben nebî aşkıyla çağlar sinesi: sanki aşıkdır
benimle Ahmed-i muhtara su Beyitlerimde meşhud-u basiret olmakda idi. Bu yolda
hakiki meserret gözyaşlarından tevellüd ider. Kalbin gülşen-i sürur olsun
oğlum. Ahval-i kalbiyenin lisana sükûtu deb-i maruf değil ise de Ankara
istasyonundan trenin hareketi esnasında vedâa aid hareket-i kalbiyenin
kalbimdeki ihtizazat-ı latifesi pek hoşuma gitdiğini beyandan kendimi alamam.
Aferin evlad!
Sadet meselesini Kemal’e yazdım
ve bu işin neticelenmesi benim reyime talik olunmuşdur. Ve bunda büyük hayır
görüyorum didim. Bütün bütün emir suretinde olmasun diye muvafık gördüğün
takdirde hemen Süheyle müracaat it ve bana neticeyi bildir. Didiğim gibi
kadınlığa müteallık hususatda terbiye-i beytiyyenizi sena ittim.
Henüz cevab-ı zahirisi gelmedi.
Rufekana selam ve duamı tebliğ it artık cevab zamanı geldi. Hepsine ayrı ayrı
cevab vireceğim. Selimin ilacıyla Şefika’nın ilacı geldi. Haneniz halkına
bilhassa Saadet’e selam ider ve senin ilahi gözlerinden öperim Süheyl’im. 23
Teşrin-i Sani 39 (Miladi 23 Kasım 1923)
Ayın. Mim
Mektub
15
Hû
Ferzendi pak-ı
manevi Doktor Süheyle
Hû
Süheylim Ferzendi pakım nur
tabnakim
24 Teşrin-i Sani 339 (Miladi 24
Kasım 1923) tarihli mektubunu çeşm-i iştiyak ile birkaç defa okudum. Okudukça
inşirahım zevkim iştiyakım artdı. En hoşuma giden tabirin şudur. Mülakat ile
iştiyakım müntafi olmadı bilakis sakin duran ateşi karışdırmanız iştiyakımı
artırdı: senin teşbihin vechile ateş aşk-ı zülâl muhabbeti ebhira mütekasifeye
inkilab itdirdiği gibi muhabbet asli’l-usul olub iştidat ile aşka, aşk-ı
izdiyad ile vecde, vecd-i rıza ile vücuda münkalib olur.
Ve in min şeyin illa ındena
hazainühü vema nünezziluhü illa bikaderin malum[222]
ayet mübeccele-i ilahiyesi misdak münifince hazain-i ilahiyeden dökülecek
füyuzat hisab-ı maluma tabidir. Kaide-i tederrüc ve tekâmül bu mebhas-ı
celilede hükümrandır. “la tetefekkeruu fi zatillahi bel tetefekkeruu fi
alâillahi”[223] hadisinden müsteban olan
men’i peygamberi durub dururken mesela zatullahı tefekküre kalkışmak doğru
değildir.
Niam ve eltaf-ı ilahiyeyi ve
taayyünü evvelde sernümayı zuhur-u manevi olan ruhdan bil ibtida letaif ve
kesaif avalimini düşünmek doğrudur. Çünki akl-ı küllün daire-i vesia- i
ihatasındadır.
Ruhu tefekkür bir şeyin nefsini
idrak kabilinden olub letaif ve kesaif ise madunda ve binaenaleyh taht-ı
heymenedir.
Bu üç âlemi istediğin gibi
tekrar tekrar seyir ve seyahat ile bu suretle sertac-ı ebrar ve arifin olmak
şerefini hakkıyla ihraz it. Bu makama sidretül müntehayıl arifin dirler. Akl-ı
küllün cenah-ı zerini bundan balaya doğru açılamaz yanar dirler. Bu son tabiri
germiyan oğluna da yazdım. Her ne ise isticale hacet yokdur.
Şimdiye kadar seyahat-i
maneviyenin sayebanlar altında devam itdiğini yazıyorsun. Bundan sonrası da
öyle olsun. Yolda ne muhavvef giceler ne de girdablar vardır. Pekâlâ, lutf-u
ilahi ile ale’d-devam neşve ve sürur ve inşirah ile vasıl-ı ser menzil olmakda
müstebad değildir. Kes nedanest ki menziline canan gücaset. Ankar hest ki banın
çekes mi ayed.[224] Cananın menzil-i manevisi
nerededir. Bunu kimse bilemedi. Şu kadar var ki bir çâk sesi geliyor. O çâk
seside bu hususda söylenen kelimat-ı aliye ve çıkarılan asvat- ı samiye olsa
gerekdir. Her ne ise sen şu iştiyakı artır. Bakalım da belki dilhah vechile
bizi İstanbula çekersin bende (Sayfa) 34 Doya doya seninle görüşürüm.
Artık şiiri ilerletdin menzumatın düzgündür. Füyuzatın müzdad olsun yine tekrar
edeyim ilmu leduniden gaye, mehasin-i ahlakiyedir. Buna ale’d-devam ihtimam it.
Sonra tababete aid vezaifi ifa ise bilhassa ibadetdir. İhtiyar taksir etmeye
gelmez. Şeyh Abdulbaki Efendiye arz-u hürmet iderim. Kusura bakmasun cevab
viremediğim fart-ı meşagıldendir.
Doktor Kemal’den henüz bir cevab
çıkmadı ihtimal sana yazdı. Haneniz halkına selam gözlerinden iştiyak ile
öperim Süheyl’im.
1 Kanun-u evvel 39 (Miladi 1
Aralık 1923)
Hû
İstanbul
Evkaf Müdiriyetinde inşaat
katiblerinden Rafet Beyzade
Burhaneddin Bey vasıtasıyla
Doktor Süheyil Bey’e
Hû
Süheylim!
Rakkazzücacu
ve rakkati’l-hamru
Feteşabeha ve
teşakele’l-emru
Fekeennema
hamrun vela kadehun
Vekeennema kadehun vela hamrun226
İster ruh ile bedene, ister aşk
ile ruha, ister iki tarafın muhabbetine, ister iki ruhun ittihadı manevisine,
ister aşığın kalbi kavisine. Mamafih maneviyatdan hiçbir şeyi mahsus ile
kabil-i temsil değildir. Başka mufassal mektub yazacağım kalbin safi bedenin
hafif olsun.
30
Kanun-u evvel 39 (Miladi 30 Aralık 1923)
226
Dörlüğün tercümesi
şöyledir: “Cam inceldi ve şarap şeffaflaştı
Durumları
bir oldu, birbirine benzedi
Sanki şarap
var, kadeh yok
Sanki kadeh var, şarap yok”
Beş mektub vesaire geldi. Ayın.
Mim
MEKTUB 17 MÜKERRER
Hû
İstanbul
Haseki’de Bostan Hamamı
sırasında (36) numarolu hanede
Doktor Süheyl Bey’e
Hû
Süheylim!
Bir ay içinde gelen mektubların-
selami mektubundaki tahşiye ile beraber- altıdır. Geçen bir vecize göndermiş
idim. Şimdi o icmalin tafsilini yazıyorum. Ekser uşşak Hüda muhabbeti şaraba,
kalbi piyaleye teşbih itmişlerdir. Meşhur hâce Hafız Şirazi bu yolda nağme sera
olan erbab-ı şetarettendir. Hatta mürşide pîr-i mugan dir şarab satan mecusun
piri dimekdir.
Gerçinin cilve kune bağçe-i bade
füruşe
Hakir vib deri meyhane kenem
müşir kanera[225]
Beytindeki bade füruşdan maksad,
yine mürşiddir. Bağçe mecusizade dimekdir. Bu meyhanecinin çerağı böyle cilve
iderse kirpiklerimi meyhane kapusuna süpürke yaparım. Yani mürşidin yeni
mürîdlerinden bu yolda eseri füyuzat zuhur iderse anın bab-ı feyz meabının
eşiklerine arz-ı hürmet ve tazim eylemeğe kipriklerimle süpürmeğe mecbur
olurum. Meşhur aşık-ı billah ibn Farız hazretlerinin kaside-i hamriyeside o
kabildendir. Bunun matlaı bizim henüz 36 beyitde kalan envar-ı süheyliye de bir
noktada ser name ittihaz olunmuşdur. Geçenki mektubumdaki kıta-i arabiye
(sahib-i ibn Abbad) keder ilmi maaninin mûcididir.
Türkçesi kadeh son derecede
rakık ve berrak şarabda öyle her ikisinin rıkkat ve safiyeti yekdiğerine
müşahebetle tefrik edilemeyecek suretdedir. Güya şekl-i meri yalnız şarabdan
ibaret olub kadeh hiç yok gibi yahud o şekil-i meri yalnız berrak bir kadeh
olub şarab hiç yok gibi...
Bu manaya göre bununla kasd
olunan manay-ı maksudu kolay anlarsın.
29 Teşrin-i Sani 39 (Miladi 29
Kasım 1923) tarihli iştiyaknamen ahval-i kalbiyeyi tasvirde ne kadar bedayia
bürünmüşdür. Kâmekâr ile sende garib bir hassai beyan var. Maneviyatı tasvirde
ne kadar meani-i cedide-i ulviye icad idiyorsunuz. Sulb-u pak-i ruhumdan doğan
evlad-ı maneviyenin reşehat-ı bedia-i kalemiyesini gördükçe dikkat ve rıkkatle
okuyorum.
Bir ah lafzına bu kadar maaniyi
sığdırmış cidden sezadar takdir bir eseri aşk-ı bi nazirdir. (Sayfa) 36 Medresetü’l-Hattatîn’e
altun saat hediyesi kaziyesini gazete parçasında okudum. Elinde saat resmide
gördüm. Küçük çocukların mekteblerde mükâfat aldığı manzarası gözümden geçdi.
Güldüm. Selami’ye söyle vaktiyle yakın gel didim.
Geriye çekildi şimdi gönlümü
yapmak için bana bedel senin elini öpsün girerse belki çıkamazmış girsunda
çıkabilirse onu göreyim benden mektub istiyor. Ona mektubum sensin, canlı
mektub himmeti senden beklesun benden sana senden ona bi’n-netice benden ona
mektubun bu fıkrasını yaz eline ver.
İçtima
yerinde yazılan 9 Kanun-u evvel 39 (Miladi 9 Aralık 1923) tarihli mektubun yine
ah mahdudun meddi muttasılı yahu bana ne unvanlar veriyorsunuz. Ne ulvi kemalat
isnad idiyorsunuz. Beni benden çok mu biliyorsunuz. Anladık babanızım mürşid
didiğin en büyük bir şey olsa lütfu ilahiye mazhar bir (veli) dir. Veli didiğin
büyüye büyüye bab-ı ilahide abd-i has olur. En büyük şerefi ubudiyetidir. Neden
size feyiz ve kemal irişur ise bu, bana değil Rabbime racidir. Bütün kudret
bütün azamet ona yani mabud celilü’ş-şanıma aiddir. Yalnız bir noktada hakkın
var bu ıktırak-ı suriye dayanamıyorum diyorsun bende de öyle Rabbim istediği
gibi mevani-i izale buyurarak dilhah-ı âli veçhile mülakat-ı suriye dahi hâsıl
oluverir. Rabbim esbabını teheyyü buyursun. Hiş çed çak mektubuyun alt
tarafları pek ateşnak bu kadar ateşli yazma
istitafi
niyaz-i latif buru? Belki
Allah’ın bir hikmet muvakkatası var.
Hadisat-ı müstakbele husul-ü
süruruna bais olur. 11 Kanun-u evvel 39 (Miladi 11 Aralık 1923) vecazetnamesi
yine aşk ve feryadın ve iştiyak-ı visalin tetabi izafatıdır. Kalb-i safinin
muzafatı şikayatı ve şikayatın ifadatıdır. Devam-ı niyaz ise atii karibdeki
mülakatın ayatıdır. “ gel keyfim gel “ tabirini irad zamanlarının alamatıdır.
22 Kanun-u evvel 39 (Miladi 22
Aralık 1923) tarihli olan bir belagatname-i beyan bir bedayi name-i irfandır.
Bir de manzume-i garra ve
neşide-i ulya ile müveşşah olması tarz-ı ifade ve tarık-ı niyaza başka bir
revnak bahşetmişdir.
Ne canibde kadem basdın yüzüm ol
yerde fereş olsun
Ne yerde saye saldın hak olam ol
rehgüzar üzere
Öylemi hay kuzu hay, hay yavru
hay, senin hâk olacağın yere ayağımla basmam, kudretim olursa o hâki tac-ı
ruusi rical eylerim.
Hâk ol ki hüda
mertebeni eyleye âli
Tacı sırrı âlemdir o
kim hâk-i kademdir.
27 Kanun-u evvel 39 (Miladi 27
Aralık 1923) tarihli olan ilahi namesini bir âlem vecda vecd maziye daldırmağa
sebeb oldu. Seyr-i manevi esnasında mahza kerem ve lütf-u ilahi ile mazhar
olduğum makam-ı ubudiyeti devre-i seneviyesi münasebetiyle tebrik idiyorsunuz.
Mirac ile uruc lugaten ikiside bir manada müstamel ise de mazhar olduğum
terakki-i manevi mirac değil urucdur. Uruc manevidir. Mukabili hazret-i
halkıyeye rücudur. Cenab-ı Hak feyyaz-ı mutlak itdiğin duaları kabul buyursun.
Âmin bi hürmeti seyyidil mürseliin. Lutf-u ilahiden dilerim ki hakkımda hüsn-ü
zan ile irad unan tavsifat-ı âliye ve evsaf-ı mahsusa-i aliyeye de mazhar
olurum leyse minallahi bimüstenkirin en yecmeal alemu fi vahidin la ilahe
illallahul melikül müteal.[226]
Resmi beyle gönderilen dilber
dudağı geldi. İhtiyari zahmet buyurulmuş hoş âmedinin tezhibi pek hoşdur,
zarifdir dil garibdir. Cevad ayda ne kadar enfiye çektiğimi sormuş ne diyeyim.
Geçen gönderdiğinden bir eksik. Böyle enfiyede parasız gelirse artık durmayub
çekmeli.
Validene hemşirelerine selam
küçüklerin gözlerinden öperim. Saadet’in husul-u saadet karibesine duahânım.
3 Kanun-u Sani 340 (Miladi 3 Ocak 1924) Ayın. Mim
Hû
Said, Süheyl, Refik,
Burhaneddin, Şefik, Mustafa Salim Efendilere
Geçen sene (20 Cemaziyel evveli)
(Miladi 30 Ocak 1921) de mahza lütuf ve kerem-i ilahi ile makam-ı ubudiyetle
taltif buyurulduğumu tahdis-i nimet kabilinden olarak söylemiş idim.
Hakkımdaki hüsn-ü zan icabından
olmalıdır ki bunun sene-i devriyesinde bir tizkâr-ı hüsün olmak üzere akd-i
ictima olunarak mevlüdü nebevi kıraat olunmuş ve ruhu’l- seyyidü’l-enama arz-u
hacat idilmişdir.
Mirac ile uruc lugaten bir
manada ise de ehlullahın seyir ve süluk-u manevisinde hâsıl olan irtikayı
maneviye uruc dinilub miraç dinilmez. Mirac seyyidül enbiya ve evliya
efendimize mahsus bir iltifat-ı azim-i ilahidir. Ana nisbetle müftehir olan
benim gibi kıtmiran bab-ı risalete ana bende olmak şerefi kâfidir. Bu hususun
beyanıyla beraber fail-i füyuzat-ı maneviye olmanız duasını yâd iderek
hepinizin gözlerinden öperim oğullarım 3 Kanun-u Sani 340 (Miladi 3 Ocak 1924)
Ayın.
Mim
Allah
İstanbul
Süleymaniye Kütübhanesinde
İzmirli İsmail Hakkı Bey Kütübhanesi hafız kütüb-i Said Efendi vasıtasıyla
Doktor Süheyl Bey’e
Ankara’dan
Hû
Oğlum Süheyl’im
Ankara mebus-u muhteremi
Beypazarlı Hilmi Bey İstanbul’da bahçe kapuda Anadolu hanında numaro ^ de Türk
şirketindedir.
Yanına Salim’i yahud başka bir
doktor alarak mezkür şirkete gidersen orada ise idarehanesinde değil ise hanesi
nerede ise oraya gidub hacet var ise hem maddi hem manevi olmak üzere muayene
ider ve kendisiyle görüşürsün. Esnayı musahabetde kutbu rabbani, kandil-i
Sübhani Beypazarı Ali Efendi hazretlerinin merkadini dahi tarif eylersin. Kayda
aid aramızda konuşulmuş bazı hususat vardır. Bu zat bizim Akça şehirli Salim
Efendi’ye mecelle şerhi cild 18 alıvermiş ve bizim Abdullah Zihni’ye teslim
itmişdir. Kitabın mahallince teslimini dahi bildirsin işte bu kadar oğlum.
6
Kanun-u Sani 340 (Miladi 6 Ocak 1924) Abdulaziz
Mecdi
Allah
Doktor
Süheyl’e verile
Hû
Semere-i
şecere-i vücudum Süheyl’im. İmar-ı Rabbaniden infıcar iden hakayık-ı
vücudiyenin mertebe-i evlayı şerefindeki taayünât-ı evveliye sakf-ı refii
ilahisinde nakıştıraz beyan olmağa başladın.
Bülbül-ü dilfüruz
lâhut olanların nefehat-ı sükûtu kabil-i taklid olmayan ve tasvir ve tasvirden
bâlâter olan terennümatdır. İrtifaı azimü’ş-şanına mebni o sadayı lahuti bu
sahne-i nasuti henüz çınlatmamışdır. Cenah-ı feyiz itilası menkuş-u bedayi-i
tayinat olan andelib-i irfan ise seninle hem nağme-i beyandır. Onun ervahı
sermest iden safir dil-gîr seni teshir, senin sadayı dil- firibinde anı teshir
eylemişdir. Bunun enmuzec-i beligi 5 Kanun-u Sani 340 (Miladi 5 Ocak 1924)
tarihli iştiyaknamendir. Mantıku’t- tayrı bilenler bu sadayı dilnevaze hayran
olsalar yeri vardır.
İnsandan la mekâna, la mekândan
feyz-i celil insana yol bulan ashab-ı kulub, nuvatdan şecereyi şecereden nuvati
tevlid ile vücub ve imkân arasında bir fasl-ı müştereki teşbih icad iderek
teşhiz zihin ve kad ve bu suretle kandil hakikatı ikad itmişlerdir. 14 Kanun-u
Sani 340 (Miladi 14 Ocak 1924) belagatnamen o tasavvurat cümlesindendir.
Bundaki temenni-i mülakatı ümid
iderim ki bir aya varmadan husulpediz olarak mucib-i mübahat olur. Bu mektubda
hın-ı mülakatda halledilebilecek bazı rumuz-u kelamiye vardır. Beypazarlı Ali
Efendi Hazretleri kitabe-i yazarı azamet şana merhumu natıkdır. Hemşehrisi olan
Hilmi Bey makberenin tecdid ve tamiri sözünü virmişdir.
24 Kanun-u Sani 340 (Miladi 24
Ocak 1924) daki manzume, 5 Şubat’daki neşide gibi garam ruhu şevahid-i
aliyesindendir. Kalbdeki muhabbet şiirinde badi-i fesahat ve belagat oldu.
Manzumatında an be an terakki görürüm. Bundan ilerusunu mülakata taalluk
idiyorum. Gözlerinden öperim. Hanenizdeki cemaate de selam ve hayır dua
11 Şubat 340
(Miladi 11 Şubat 1924) Ayın.
Mim
Allah
İstanbul
Haseki’de Bostan Hamamı
sırasında 36 numarolu hanede
Doktor Süheyl
Bey’e
Hû
Süheyl’im
İki mektubunu aldım bunlara
cevabım şifahi olacakdır. Çünkü bu lutfa ve kereme Teâla yazını ki Pençşembe
günü buradan hareket idiyorum. Bir ay mezuniyetim vardır. Said ve Refik’in
mektubları da gelmişdir. İştiyak ile gözlerinden öper ve Cuma günü mülakat
temenni eylerim oğlum.
27 Şubat 340 (Miladi
27 Şubat 1924)
Ayın. Mim
Mürşid-i müfahham, Şeyh-i
mükerrem, üstad-ı muazzamımız Abdulaziz Mecdi Efendi hazretleri şerefbahş
oldukları Umur-u Şeriye ve Evkaf Vekâleti Müşteşar-ı alininden bir ay
mezuniyetle der saadeti baladaki mektubdan tebşir buyurdukları gibi teşrif
iderek 29 Şubat 340 (Miladi 29 Şubat 1924)
Cuma günü biz fakir kullarını
bizzat buyurdular. Devlethanelerine kadar götürdük.
Birkaç gün sonra da Mart 340
(Miladi Mart 1924) evailinde-i şeriye vekaletinin ilgası gibi cezri ıslahatda
da makam-ı müsteşarileri de lağv edilmiş olduğundan şimdi halka-i muhabbetine
dahil olanlara rızık, faziletle meşgul olarak millet ve memlekete hayırlı
neticeler virecek dualarda bulunmakdadırlar.
1
Mart 340 (Miladi 1 Mart 1924) el-fakir
Artık
günümüz şartlarındaki internet, mesajlaşma mektubun yerini tutmamaktadır. Mecdi
Efendi ve Süheyl Ünver her ne kadar insanları, onların anlayışlarına göre irşat
etmiş olsalar da o dönemin şartları yazılan bu mektupların içeriğini
etkilemiştir. İmam-ı Rabbani, uzak İslam ülkesi olan Hindistan’da değişik din
ve mezheplerin olduğu dönemde yaşamış ve bu dönemde Mektûbât’ını yazmıştır.
İmam-ı Rabbani, bu mektuplarını siyasî, ilmî ve akademik olarak kaleme
almıştır. Aziz Mahmut Hüdâyi ise Osmanlı topraklarının çok geniş olduğu,
padişahlık sisteminin düzenli bir şekilde devam ettiği ve aynı zamanda
tekkelerin ve zâviyelerin açık olduğu bir dönemde mektuplarını yazmıştır. Mecdi
Efendi ise mektuplarını devletle ilgili değilse de daha çok kişilerle ilgili
bir gayret içinde yazmıştır. Çünkü bu dönem tekkelerin ve zâviyelerin
kapanmasına yakın olduğu ve modern ilmin ilerlediği bir dönemdir. Bu sebeple
çalışmamızın konusu olan mektuplar daha çok şahsı, mânevî yönden yetiştirmeye
yöneliktir. Yani siyaset veya mezhep yönelikli değildir.
Tasavvuf
ilminin temel kavramlarının çok ve sık kullanıldığı bu mektuplarda, mânevi
gelişimin önemine ve eğitimine dair geleneksel ve kişisel bilgiler verilerek
bir nevi güncelleştirme yapılmıştır denilebilir. Yetişmekte olan insanlara
rehberlikte en çok bizim tarihimizde tasavvuf ve tarikatlarda bu usûlün
kullanıldığını biliyoruz. Nitekim Abdülaziz Mecdi Efendi’nin mektuplarında
şer‘i ilimlere dair bilgiler, iş‘âri (tasavvufî) bilgilerle mezcedilmiş
durumdadır. Bu mektuplarda, bilginin yerli yerinde kullanılmasına ve yeni
bilgilerin elde edilmesine teşvikle alakalı ifadelere rastlıyoruz. Doğrudan
âyet ve hadisler yanında verilen bilgilerin kaynakları da gösteriliyor. Biz
bütün bunlardan, bu mektupların ilmî, fikrî ve ahlâkî yönden büyük değer
taşıdığı kanaatindeyiz.
Şeyh-mürid
ilişkisini kısmen görmüş olduğumuz bu mektuplarda Mecdi Efendi, Süheyl Ünver’i
mektuplarıyla irşat etmekle kalmamış aynı zamanda irşat vazifesinin usûlünü ve
lüzûmunu anlatmıştır. Böylece Mecdi Efendi, diğer ihvana da Süheyl Ünver
üzerinden tavsiyede bulunmuştur. Çalışmamızın konusu olan bu eser tekkeler ve
zâviyeler kapanmadan önceki döneme ışık tutmaktadır. Mecdi Efendi hakkında ve bu
konu hakkında çalışma yoktur. Yani irşat zamandan zamana ve mekândan mekâna
göre değişmektedir. Mecdi Efendi, kendi zamanının en uygun âlet ve edevâtını
kullanmıştır. Osman Nuri Ergin, “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı
ve Şahsiyeti” adlı geniş çaplı eserinde böyle bir konuya değinmemiştir.
Biz
tezimize konu olan mektupları ele alırken, görünen ve görünmeyen kaynaklarının
tesbitine özel çaba sarfettik. Bu sebeple de yayınlanmış birçok eseri gözden
geçirdik. Böylece anlaşılamayan bir hususun kalmamasına özen gösterdik ki, bu
mektuplardan muhataplarının dışındaki diğer okuyucular da yeteri kadar
faydalansın. Tarikatlardaki meşrep farklılıkları bilinen bir gerçektir. Bu
mektuplardan anlaşıldığına göre, halvetî tarikatine göre yetişme ve yetiştirilme
metodu benimsenmiştir. Biz bunu “Halk içinde Hakk ile olma” şeklinde de
söyleyebiliriz. Nitekim mektubun yazarı da muhatabı da halk içinde aktif görev
yapan kişilerdir. Resmî görevlerini aksatmadan mânevî gelişimlerini
gerçekleştirmişler ve bunda da bir hayli başarılı olmuşlardır. Bunu
çalışmamızın temel kaynağı olan mektupların satır aralarında çok açık olarak
görmekteyiz.
Tezimizde ele aldığımız
mektuplar, Abdülaziz Mecdi Efendi tarafından Ahmet Süheyl Ünver’e yazılmıştır.
Çalışmamızda giriş, dört ana bölüm ve sözlük vardır. Birinci bölümde Abdülaziz
Mecdi Tolun’un ve Ahmet Süheyl Ünver’in hayatı ve eserleri hakkında bilgilere
yer verdik. İkinci bölümde söz konusu Mektupların nüsha tavsîfini, dili
ve üslûbunu inceledik. Mektuplar muhtevâsı itibariyle genel olarak
tasavvufun birçok konusunu (bazı konular hariç) bir-iki cümle ile kısaca ifade
etmiştir. Mektuplarda konuyla ilgili olarak ayetlere, hadislere ve tasavvufî
bazı şiirlere yer verilmiştir. Mecdi Efendi, Mektuplarında kendine has
bir uslûb kullanmıştır.
Üçüncü bölümde ise mektuplarda
geçen kavramlar ve bu kavramlardan hareketle Abdülaziz Mecdi Tolun’un kimi
tasavvufî görüşlerine değindik. Mecdi Efendi, Mektuplarında; insan,
râbıta, muhabbet, vahdet-i vücûd, kalp, gönül, raziye, marziye, sülûk, aşk, muhabbet,
vecd, rıza, mirac ve urûc kavramlarına değinmiştir. Fakat biz mektuplarda
değinilen kavramları birkaç başlık altında topladığımızda Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin ağırlıklı olarak değindiği şu yedi meseleyi ele aldık: “vahdet-i
vücûd, insan, kalp, tefekkür, mi’rac ve urûc, aşk, râbıta.” Bu nedenle biz
kavramları da bu mektuplar çerçevesinde ele aldık. Böylece Abdülaziz Mecdi
Tolun’un, İbn Arabî düşüncesi çizgisinde olduğunu görmüş olduk. Anlaşıldığına
göre müellifin yaşamış olduğu tecrübeler ve üstatları, müellifi ve Ahmet Süheyl
Ünver’i İbn Arabî düşüncesine sevketmiş olabilir.
Dördüncü bölümde Abdülaziz Mecdi
Efendi’nin yazmış olduğu Mektupların transkribesi mevcuttur. Son olarak
da eserden hareketle bir sözlük oluşturduk. Biz bu çalışmamızı elimizden
geldiği kadar mektuplarla sınırlı tutmaya çalışmış olsak da çalışmamızda başka
eserlere de atıfta bulunduk. Bu konular üzerinde araştırma yapacak olanların
her iki yöntemle de geniş ve derin bakış açılarıyla konuyu izah etmesi
gerekmektedir. Eğer yaptığımız bu çalışma Abdülaziz Mecdi Efendi’ye ve Ahmet
Süheyl Ünver’e az veya çok hizmet etmişse, inanıyorum ki onların rûhâniyetleri
memnun ve mesrur olmuştur.
Tasavvuf daha ziyâde rivâyet veya geleneksel yöntemlerle kendi
tarihini ortaya koyar. Tasavvufun bizzat içinde olanlarla, tasavvuf
araştırmacıları belli ortak noktalarda buluşmuş olsalar da yine de bu duyguyu
tatmayan bilmez, bu işler satır işi değil sadır işidir hakikatini daima göz
önünde bulundurmak gerekir. Biz o atmosfere girmeye ve üçüncü bir kişi olarak
onların hâllerine vâkıf olmaya çalıştık. Umarım bu konuda bizden istenen şeyi
ortaya koyduk. Bizden evvel, benzeri çalışmalar yapanların kaynaklarından
faydalandık. Onların da her birine teşekkür ve minnet borcumuz vardır.
|
KAYNAKÇA |
Yaşar,
Klasik Şiirimizde Aşk ve Sadâkât, Turkish Studies, International Periodical
For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Summer
2010. |
|
Aydın, |
Uğur,
Dünün Aydınları, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 24, İstanbul 1984. |
Azamat, |
Nihat,
Abdülaziz Mecdi Efendi mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1988,
cilt: 1. |
Cebecioğlu, |
Ethem,
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka yayınları, İstanbul
2005. |
Chittick, |
William,
Hayal Âlemleri: İbn Arabi ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, çev.
Mehmet Demirkaya, Kaknüs Yay., İstanbul 1999. |
Chittick, |
William, “Varolmanın Boyutları”, (Çev. Turan Koç), İnsan Yay.,
İstanbul 1997. |
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, İbn
Arabi'de Ma'rifetin İfadesi, İnsan Yay., İstanbul 2007.
Çakmaklıoğlu, M.Mustafa, Muhyiddin İbnü’l-Arabî
(560-638/1165-1240), Et-
Demirdaş, |
Tedbîrâtü’l-İlâhiyye
Fî Islâhı Memleketi ’l- İnsâniyye, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara 2006, Yıl 7, sayı 17. Öncel,
Fatih Türbedarı Tırnovalı Ahmet Âmiş Efendi (Ö. 1338/1920) ve İrşad
Metodu, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara 2012, sayı 24, cilt 1. |
Develioğlu, |
Ferit;
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat (Eski ve Yeni Harflerle), Doğu
Yayınları, Ankara 1970. |
El-Cîlî, |
Abdülkerim,
İnsân-ı Kâmil, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, İz Yay. İstanbul 2015. |
Ergin, |
Osman,
Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan
Basımevi, İstanbul 1942. |
Enver, |
Behnan Şapolya, Osmanlı Sultanları Tarihi,
Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul 1961. |
Gürlek |
Dursun,
“Dünyanın En Bahtiyar Adamı” Abdülaziz Mecdî Tolun, Kubbealtı Akademi
Mecmuası, İstanbul Ocak 2003, Yıl: 32, Sayı: 1. |
Gürlek, |
Dursun, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Neşriyâtı,
İstanbul 2008. |
Güven, |
Mustafa
Salim, “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Mektupları Üzerine Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş
Sütçü imam Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, cilt: X, sayı:
19. |
Isfahânî, |
Rağıb, ElMüfredâtfî Ğaribi
’l-Kur’ân, Mısır 1888. |
İbn Arabî, |
Tedbîrât-ı
İlâhiyye Tercüme ve Şerhi” (Çev. Ahmet Avni Konuk, Yayına Haz. Mustafa
Tahralı), İz yay., İstanbul 1992. |
İbn Manzûr, |
Lisânü’l-Arab, Beyrut 1967,C.6. |
Kara, |
Mustafa, Tasavvuf ve
Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 2010. |
Karaata, |
Ceylan
Akgün, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver'in Türk süsleme sanatı eğitimine
katkıları, Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Geleneksel Türk
Sanatları Eğitimi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2006. |
Karataş, |
İbrahim,
Balıkesirli Abdülaziz Mecdî ve Divanı ( İnceleme- Metin), Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları (Türk İslam
Edebiyatı Anabilim Dalı) Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2015. |
Kemal |
Nâmık;
Gariper, Cafer, Nâzım Hikmet’in Bakışıyla Nâmık Kemal, Yeni Türk Edebiyat
Araştırmaları, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2013, Yıl
5, Sayı 10, s. 86-87. |
Kılıç, |
Ali
İhsan, Abdülaziz Mecdi Tolun'un Ta'rifât'taki Tasavvufi Istılahlar Tercümesi,
Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2013, Yıl 14,
Sayı 31, s.186. |
Küçük, |
Osman
Nuri, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, insan Yay., İstanbul
2011. |
Luis Ma’lûf, |
El-Müncid, Beyrut 1960. |
Memişoğlu, |
Erdem,
Fâtih Sertürbedârı Ahmet Âmiş Efendi (k.s) Hazretlerinden ve Abdülaziz
Mecdi Tolun Bey ’den Seçme Hatıralar ve Rivayetler, Bilgi İmaj Yay.,
Ankara 2004. |
Mesara, |
Gülbün;
Kazancıgil, Aykut ve Sayar, Ahmet Güner, A. Süheyl Ünver Bibliyografyası,
İşaret Yayınları, İstanbul 2017. |
Mutçalı, |
Serdar, Arapça-Türkçe Sözlük, Dağarcık Yay.,
İstanbul 1995. |
Okay, |
Cüneyd,
İttihat ve Terakki içinde Antimason Bir Grup ve Lideri Abdülaziz Mecdi
Efendi, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 33, Eylül 1996. |
Olgun, |
Talat, Abdülaziz Mecdi Tolun'un
Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Görüşleri, Erciyes Üniversitesi Yüksek Lisans
Tezi, Kayseri 2013. |
Öngören, |
Reşat, “Mektup” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2004, cilt: 29. |
Özköse, |
Kadir, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yay., Ankara
2012. |
Sami, |
Şemseddin; Kamus-i Türki, 1-2, H. 1312. |
Sayar, |
Ahmet
Güner Ünver, Ahmet Süheyl mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul
2012, cilt: 42. |
Tekmen, |
Zeynep
Dürdane, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mecmûatül-îrfâniyye ’si ( Metin
Transkribe ve Tahlil), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Tasavvuf Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2013. |
Toprak, |
Burhan,
Yunus Emre Divanı, Odunpazarı Belediyesi Yay., İstanbul 2006. |
Türer, |
Osman,
Tasavvufî Düşüncede İnsan, Tasavvuf, İlmi ve Akademik araştırma Dergisi,
Ankara 2001. |
Uludağ, |
Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995. |
Unat, |
Ekrem Kadri, Ord. Prof. Dr. Ahmet
Süheyl Ünver (1898-1986), Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1986. |
Uysal, |
Muhittin, Tasavvuf Kültüründe
Hadis, Yediveren Kitap Yay, Konya 2001. |
Uz, |
M. Ali; Baha Veled’den Günümüze
Konya Âlimleri ve Velileri, Konya 2004. |
El- Aclûnî, |
Keşfü’l- Hafâ. |
Ali el-
Karî, el- Masnû’.
İmam-ı
Gazâlî, Ihyâ-u Ulûmiddîn.
Şemseddîn-i
Sivasî, Dîvân, Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî Tekkesi Bölümü.
Yunus Emre,
“Yûnus Emre Dîvânı”, (Haz. Mustafa Tatcı), Akçağ Yay., Ankara 1990.
Güven,
Mustafa Salim, “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Mektupları Üzerine Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, cilt X, sayı 19, s. 105142.
Detaylı bilgi için bkz., Enver, Behnan Şapolya, Osmanlı
Sultanları Tarihi, Rafet Zaimler Yayınevi,
İstanbul 1961.
“Andolsun
biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının’ diye peygamber gönderdik..."
(Nahl Sûresi 16/36), " Bizi
dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet...”(Fatiha Sûresi 1/7) ve "Kim Allah’a ve
peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği
peygamberlerle, sıddîklarla ve iyi kimselerle birliktedirler...” (Nisa Sûresi 4/69) gibi ayetler göz önünde
bulundurulduğunda, insanın mutlaka bir rehbere ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır.
Peygamberimizden (s.a.v) sonraki dönemde ise bizim toplumumuzda bu rehbere şeyh
denilmiştir.
Burada,
Sevgili peygamberimizin (s.a.v) sahâbe-i kiramdan sırdaşı Huzeyfe bin Yeman’ı
ve Ebu Hüreyre’nin (r.a) “Rasûlullah’tan (s.a.v) iki kap (dolusu) ilim
öğrendim. Birisini yaydım, anlatıp herkese duyurdum; ikincisini söyleyecek
olsam şu boğazım kesilirdi.” (Buhâri, İlim, 42)
rivayetini örnek verebiliriz.
Ergin,
Osman, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942, s. 1.
Karataş,
İbrahim, Balıkesirli Abdülaziz Mecdî ve Divanı ( İnceleme- Metin), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam
Tarihi ve Sanatları (Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı) Yüksek Lisans Tezi,
Ankara 2015, s.11.
Azamat, Nihat, TDVİslam
Ansiklopedisi, “Abdülaziz Mecdi Efendi” mad., İstanbul 1988, cilt: 1, sayfa 191.
Detaylı
bilgi için bkz., Olgun, “AbdülazizMecdi Tolun ’un Hayatı, Eserleri ve
Tasavvufî Görüşleri”, s. 6; Uz, M. Ali; Baha
Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velileri,
Konya 2004, s. 394- 396; Okay, Cüneyd, İttihat ve Terakki içinde Antimason Bir
Grup ve Lideri Abdülaziz Mecdi Efendi, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 33, Eylül 1996, s. 29; Ergin, “ Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı ve Şahsiyeti”,
s 4.
Olgun,
“Abdülaziz Mecdi Tolun’un Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri” adlı tezinde “Ali Haydar Efendi için o dönemin Milli
Eğitim Bakanı olduğunu yazmıştır.” Fakat Ali Haydar Efendi o dönemin Milli
Eğitim Bakanı değil Meclis-i Kebîr-i Maârif reisi’dir (Büyük Eğitim
Meclisi Başkanı)”; Ayrıntılı bilgi için bkz.
Aydın, Mehmet Âkif, DİA, “Ali Haydar
Efendi, Büyük”, mad., İstanbul 1988, c. 2, s. 396; Meclis-i Kebîr-i Maârif için
bkz. Millî Eğitim Bakanlığının Kısa Tarihçesi, www.meb.gov.tr/milli-egitim-bakanliginin-kisa-tarihcesi/duyuru/8852.
Bahsi
geçen mektubun orjinali için bkz., Ergin, “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi
Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti”, s. 9.
Azamat, TDV İslam Ansiklopedisi , “Abdülaziz Mecdi Efendi” mad., s. 191; Ergin, “Balıkesirli
AbdülazizMecdi
Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti”, s. 16-17.
Memişoğlu,
Erdem, Fâtih Sertürbedârı AhmetÂmiş Efendi (k.s) Hazretlerinden ve
Abdülaziz Mecdi Tolun Bey ’den Seçme Hatıralar ve Rivayetler, Bilgi İmaj Yay., Ankara 2004, s.27-28.
Demirdaş, Öncel, Fatih Türbedarı Tırnovalı
Ahmet Âmiş Efendi (Ö. 1338/1920) ve İrşad Metodu,
İslami Araştırmalar
Dergisi, Ankara 2012, sayı 24, cilt 1, s.12.
Geniş bilgi için
bkz., Gürlek, Dursun, Ayaklı Kütüphâneler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2008
s.139.
Dursun
Gürlek, “Dünyanın En Bahtiyar Adamı” Abdülaziz Mecdî Tolun, Kubbealtı Akademi Mecmuası, İstanbul Ocak 2003, Yıl:
32, Sayı: 1, s. 87.
Geniş
bilgi için bkz., Olgun, '“AbdülazizMecdi Tolun’un Hayatı, Eserleri ve
Tasavvuf! Görüşleri”; Ergin, “Balıkesirli
AbdülazizMecdi Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti”.
Bu
eserlere ve tercümelere ayrıntılı bilgi için bkz., Ergin, “Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti”,
s.81-92.
Sayar,
Ahmet Güner, TDV İslam Ansiklopedisi,
“ÜNVER, Ahmet Süheyl” mad., İstanbul 2012, cilt: 42, s.,350; Sayar, Ahmet
Güner. A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri, 18981986, Ötüken Yay., İstanbul 2011, s.23; Ayrıntılı bilgi
için bkz., Derman, M. Uğur, Hâtıralardaki Süheyl Ünver, Lâle Mecmuası, Türkpetrol Vakfı Yay., Sayı:6,
İstanbul 1988, s. 31-38.
Akgün
Karaata, Ceylan, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver’in Türk Süsleme
Sanatı Eğitimine Katkıları, Gazi Üniversitesi,
Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Geleneksel Türk Sanatları Eğitimi Bilim Dalı,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2006, s. 13.
Akgün Karaata, “Ord.
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver ’in Türk Süsleme Sanatı Eğitimine Katkıları ”, s.22.
Sayar, “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve
eserleri”, s.344,346; Akgün Karaata, “Ord.
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver’in Türk Süsleme Sanatı Eğitimine Katkıları”, s.24.
Akgün Karaata, “Ord.
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver ’in Türk Süsleme Sanatı Eğitimine Katkıları ”, s.24.
Mahir
İz’in sözleriyle: “Abdülaziz Mecdi Efendi âlim, zeki, şair, üstün
dirâyet ve ferâset sahibiydi, gördüğünü tesir altında bırakırdık Sayar, “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve
eserleri”, s.136.Dipnot:1.
Sayar,
“A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri”, s.136; Ayrıca detaylı bilgi için bkz., Ergin, “Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti ”,
s. 228.
Detaylı bilgi için bkz., Ergin, “Balıkesirli
Abdülaziz Mecdi Tolun ’un Hayatı ve Şahsiyeti ”,
s. 228.
“Aynı bağlamda 1922 yılında
şunları yazmıştır: "Ba ’del intisâb yeni bir şekl-i insâniyede nümayan
oldum.” Sayar, “A. Süheyl Ünver: hayatı,
şahsiyeti ve eserleri”, s.138, Dipnot: 13.
Sayar, "A.
Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri”, s.139; “Süheyl Ünver’in
hisselerine
tercüman olması
bakımından Mecdi Efendi ile mektuplaşmalarının ayrı bir önemi vardır. Ayrıca
Mecdi Efendi’nin muhtelif zevâta ve ihvana yazdığı mektupları da toplamış, bunların
arasına kendisine yazılanları da ilave etmiştir?”
Süheyl Ünver’in Mecdi Efendi’ye mektupları için bkz. “Mektuplarım” 1 ve 2;
Defter No: 191 ve 195 (Süremiz kısıtlı olduğu için Süheyl Ünver’in Mecdi
Efendi’ye yazdığı mektupları tezimize dahil edemedik. Tezimizin devamı
niteliğindeki bu eserle ilgili çalışmalarımız devam etmektedir.). Sayar, “A.
Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri”, s.138-139,
Dipnot 16.
Sayar, “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve
eserleri”, s.146. “Sohbetlerimiz
Deryasından”” ... “Mecdi Efendi Divânı’nda bulunmayan, "Hoş Âmedî: Süheyl
Ankara yolunda iken ve Ankara ’da ” şiirindeki şu beyti zikredelim:
‘Gel
ey rûh-i lâtif-i pâk idrâk
Gel
ey oğlum gel ey sırdân-ı levlâk”
Bu şiir Müzehher
Üverin ’in odasında başucunda asılı durmaktadır.””
Sayar, “A. Süheyl Ünver: hayatı, şahsiyeti ve eserleri”, s.146, dipnot: 31.
Unat, Ekrem Kadri, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl
Ünver (1898-1986), Edebiyat Fakültesi Basımevi,
İstanbul 1986, s. 9.
Akgün Karaata, "Ord.
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver ’in Türk Süsleme Sanatı Eğitimine Katkıları ”, s.30.
Akgün Karaata, "Ord.
Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver ’in Türk Süsleme Sanatı Eğitimine Katkıları ”, s.30.
Detaylı
bilgi için bkz., Akgün Karaata, "Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver
’in Türk Süsleme Sanatı Eğitimine Katkıları”,
s.34.
[80] Bu başlık eserin içerisinde
yer almaktadır. Başlığı olduğu gibi buraya aktardık. Ayrıca latin harfleriyle
kaleme alınan bu başlığın müellif tarafından değil de kütüphane görevlileri
tarafından kaleme alındığını düşünüyoruz.
[81] Mektup1, s.2.
[82] Mektup, Numara7, s. 14.
[83] Mektup13, s.31.
[84] Mektup11, s.25.
[85] Mektuplar, s.40.
[86] Mektup12, s.28.
Mana şöyledir: “Eğer
şarap satıcının şarap kadehi cilve ederse.” İkinci beytin manasını tam olarak
çözemedik. Bu sebeple biz burada sadece birinci beytin manasını verdik.
[88] Detaylı bilgi için bkz.,
Kılıç, Mahmut Erol, TDV İslam Ansiklopedisi, “Muhyiddin Îbnü’l-Arabî” mad., Ankara 2005, cilt 20, sayfa 507.
[89] Şiirin tamamı şu şekildedir:
“Yüksel ki yerin bu yer değildir, Dünyaya geliş hüner değildir!
Demiş...” Nâmık Kemal; Gariper, Cafer, Nâzım
Hikmet’in Bakışıyla Nâmık Kemal, Yeni Türk Edebiyat Araştırmaları, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2013, Yıl 5, Sayı 10, s. 86-87.
[90] Mektup 6, s. 13.
[91] Hicr Sûresi, 15/99.
Albayrak, Kadir, "Tebdîl-i
Mekânda Ferahlık Var mıdır veya Eyne’l-Mefer? ", Milel Ve Nihal İnanç,
Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt
5, sayı 3, Aralık 2008, sayfa 84.
Nazik,
Sıtkı, "Klasik Türk Şiirinde Âşığın Aynı Zamanda Kendine Rakip
Olması", Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sayı 17, İstanbul 2016, sayfa 254.
[100] Mektup 9, s.20.
[101] Buhârî, Rikâk, 38.
[102] Buhârî, Rikâk, 18.
[103] Mektup 9, s.20.
[104] Sâffât Sûresi, 37/96.
[105] Enfâl Sûresi, 8/17.
[106] Yazır, Elmalılı M. Hamdi, “Hak
Dini Kur’an Dili”, Akçağ yay., Ankara 1995,
Cilt 1.
[107] Mektup 8, s. 17.
[108] Buhârî, Bed’u’l-halk, 1.
[109] Hacc Sûresi 22/46.
[110] (Mektup) Numara 7, s. 14.
[111] Ersoy, Mehmet Âkif, Safahât, Ağlarım Ağlatamam Şiiri, Kültür Bakanlığı yay.,
1990.
[112] Yunus Emre, “Yûnus Emre
Dîvânı”, (Haz. Mustafa Tatcı), Akçağ Yay.,
Ankara 1990, s.311.
[113] “Rakka’z-zücacu ve
rakkati’l-hamru
Feteşabeha ve teşakele’l-emru
Fekeennema hamrun vela kadehun
Vekeennema kadehun vela hamrun” Mektup 16, s.34.
[114] Tâhâ Sûresi 20/12. Ayetin
meali: “ Şüphe yok ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar.
Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ ’dasınf
[115] Mektup 12, s.30
[116] Tin Sûresi, 95/4.
[117] İsra Sûresi, 17/70. Ayetin
tamamı şu şekildedir: “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları
karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden
rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”
[118] Hadis hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz., Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Kitap
Yay, Konya 2001, s. 268 ve devamı;
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, İbn Arabi'de Ma'rifetin İfadesi, İnsan Yay., İstanbul 2007, s.155.
[119] Buhârî, İstizan, 1; Müslim,
Birr, 115.
[120] Türer, Osman, Tasavvuf!
Düşüncede İnsan, Tasavvuf, İlmi ve Akademik araştırma Dergisi, Ankara 2001, s.9.
[121] Küçük,Osman Nuri, Fusûsu
’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, İnsan
Yay., İstanbul 2011, s.17- 18.
[122] Zâriyât Sûresi, 51/56.
[123] Bakara Sûresi 2/30. Ayetin
tamamı şöyledir: “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz”
demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”
[124] Detaylı bilgi için; Mektuplar,
Numara 7, s. 14’e de bakılabilir.
[125] Lokman Sûresi 31/20
[126] Mektup 15, s.33.
[127] Mu’minûn Sûresi 23/14.
[128] İsrâ Sûresi 17/70.
[129] El- Aclûnî, “Keşfü ’l-
Hafâ”, C.2, s.274; Ali el- Kan, “el-
Masnû ’”, s. 174; İmam-ı Gazâlî, “İhyâ-u
Ulûmiddîn”, C.4, s.335.
[130] Yavuz, Salih Sabri, TDVİslam
Ansiklopedisi, “Mi‘rac” mad., Ankara 2005, cilt
30, sayfa 132-135.
[131] Mecdi Efendi’nin bu konuyla
ilgili ifadesi şöyledir: “İnsandan la mekâna, la mekândan feyz-i celil insana
yol bulan ashab-ı kulub, nuvatdan şecereyi şecereden nuvati tevlid ile vücub ve
imkân arasında bir fasl-ı müştereki teşbih icad iderek teşhiz zihin ve kad ve
bu suretle kandil hakikatı ikad itmişlerdir.” Mektup 20, s.40.
[132] Nitekim Şeyh Gâlip o meşhur
beytinde şöyle der:
“Hoşça bak zâtına
kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen ” (Gölpınarlı,
Abdülbâki, “Şeyh Gâlip Divân
’ından
Seçmeler”, Kültür ve turizm Bakanlığı yay., Ankara 1985,
s.10-13.)
[133] Enbiyâ Sûresi 21/105
[134] Detaylı bilgi için bkz., Mektuplar, Mektup 10, s.22.
[135] Şemseddîn-i Sivasî, “Dîvân”, Süleymaniye Kütüphanesi Uşşâkî Tekkesi Bölümü,
No:95, C. 2, s. 640.
[136] Mektuplar, Mektup 12, s.28.
[137] Detaylı bilgi için bkz., İbn
Arabî, “Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi” (Çev. Ahmet Avni Konuk, Yayına Haz. Mustafa Tahralı), İz yay., İstanbul
1992.
[138] El- Aclûnî, “Keşfü ’l-
Hafâ”, C.2, s. 165; İmam Gazâlî, "İhyâ-u
Ulûmiddîn ”, C.3, s. 14.
[139] Tâhâ Sûresi 20/5.
[140] Müslim, Birr, 34.
[141] İbn Mâce, Fiten, 2, Hadis no:
3932
[142] Şûra sûresi 42/23. Ayetin
meali: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden akrabalıktan
doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.”
[143] Mektuplar, Mektup 12, s.29.
[144] Âli İmrân Sûresi 3/31.
[145] Ebû Dâvûd, Sünnet, 2, Hadis
No: 4599.
[146] Mektuplar, Mektup 10, s.22.
[147] Mektuplar, Mektup 10, s.22.
[148] Bakara Sûresi 2/13.
[149] Mektuplar, Numara 7, s.14.
[150] Mektuplar, Mektup: 8, s.18.
[151] Mektuplar, Mektup 5, s.12.
[152] Ahzab Sûresi 33/6.
[153] Hucûrât Sûresi 49/10.
[154] Ebû Dâvûd, Tahâret, 4.
[155] Ersoy, Mehmet Âkif, “İstiklal
Marşı”.
[156] Mektuplar, Numara 7, s.15-16.
[157] Âli İmrân Sûresi, 3/191.
[158] Bakara Sûresi, 2/269.
[159] Suyûtî, “Camiu’s-Sağir”, Cilt 2, s.127.
[160] Gazzali (Muhammed), “İhya-u
Ulûmi'd-Dîn” (Çev. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul
1986, Cilt 4, s. 764.
[161] Anlam şu şekildedir: “Siz
Allah’ın zatını tefekkür etmeyiniz ancak Allah’ın nimetlerini tefekkür ediniz.”
[162] Mektup 15, sayfa 33.
[163] Mektuplar, sayfa 37.
[164] Mektuplar, sayfa 38.
[165] Detaylı bilgi için bkz.,
Yavuz, TDVİslam Ansiklopedisi, “Mi'rac”
mad., s. 132-135.
[166] Detaylı bilgi için bkz.,
Uludağ, Süleyman, “Tasavvuf Terimleri Sözlüğü”, Marifet Yay., İstanbul 1995, s.335.
[167] Fecr Sûresi, 89/29.
[168] Mana şöyledir: “Eğer şarap
satıcının şarap kadehi cilve ederse.”
[169] Mektup 17, sayfa 35.
[170] Arpaguş, Safi, TDVİslam
Ansiklopedisi, “Pîr” mad., İstanbul 2007, cilt:
34, sayfa 273.
[171] Bakara Sûresi 2/26.
[172] Mektup 3, s. 10.
[173] Mektup 4, s. 11.
[174] Mektup 11, s26.
[175] Mektup 8, s18.
[176] Bakara Sûresi 2/201.
[177] Mektup 1, s.5.
[178] Mektuplar, s.8.
[179] Çocuk babanın oğludur.
[180] Mektup 11, s.26.
[181] Mektup 17, s.36.
[182] Mektuplar, s.39.
[183] Mektup 17, s.36.
[184] Mektup 10, s23.
[185] Nisa Sûresi 4/80.
[186] Lokman Sûresi 31/15.
[187] Sahih-i Buhâri, Tecrid-i
Sarih, C.2, s.314.
[188] Maide Sûresi 5/35.
[189] Maide Sûresi 5/2.
[190] Hacc Sûresi 22/37.
[191] Mektup 1,s.4
[192] Câsiye Sûresi 45/37. Ayetin
meali: “Ve göklerde ve yerde büyüklük O’na mahsustur ve azîz, hakîm olan
da O’durö
[193] Mektup 11,s.27.
[194] Mektup 8, s. 18.
[195] Kalem Sûresi 68/4.
[196] Mektup 4, s. 11.
[197] Mektup 8, s. 17.
[198] Mektup 8, s.18.
Farsça kısmın tercümesi şöyledir: “Biz eğer mektup
yazmazsak bizi ayıplama. Çünkü âşıkâne sırları anlamada kalem nâmahremdir.”
[200] Tercüme şöyledir: “Sarhoşluk
bir neşvedir, hasreti kalbiyle gözyaşı dökmeğe onun hakkı vardır.”
[201] Hud Suresi, 11/88, “Başarım
ancak Allah ’ın yardımı iledir.”
[202] Mana şöyledir: “Senden başka
güvenilecek yer ve Senden başka sığınak, korunak yoktur. Her şeyin hâkimiyeti
senin ellerindedir ve Senin her şeye gücün yeter. Ey kalpleri ve gözleri evirip
çeviren Allah’ım! Salih kullarını kurtar! Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsusdur.”
[203] Hadisin meali şu şekildedir: “
Ben kulumun zannı üzereyim.'”
[204] Mana şöyledir: “Baki olma her
kim seninle bâki olmak isterse.”
[205] Tâhâ sûresi 20/47 “Hidâyete
tâbi olanlara olsun.”
[206] Mana şöyledir: “Çelebi senin
elinden dudağındaki ve gözündeki aşk hatırımdan kaçtı. Âşıkâne sırlar kaleme
nâmahremdir.”
[207] Şiirin tamamı şu şekildedir: '“Yüksel
ki yerin bu yer değildir, Dünyaya geliş hüner değildir!
Demiş...” Nâmık Kemal; Gariper, Cafer, Nâzım Hikmet’in Bakışıyla Nâmık Kemal, Yeni
Türk Edebiyat Araştırmaları, Türk Edebiyatı
Vakfı Yayınları, İstanbul 2013, Yıl 5,
Sayı 10, s. 86-87.
[208] Tercüme şöyledir: “Bu kimsede
olan kimse, sen misin yoksa ben miyim? Sen değilsin, ben değilim.
(Böyle olması) ikiliğin isbâtındandır.”
[210] İnşirâh sûresi 94/6 '“Gerçekten,
zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”
[211] Hud sûresi 11/49 ““Muhakkak
ki (iyi) sonuç, takva sahiplerinindir.”
[214] Vakıa Sûresi 56/79 “Ona
tertemiz olanlardan başkası el süremez.”
[215] İnsanlara akılları miktarınca
konuşun.
[216] Çocuk babanın oğludur.
[217] Câsiye Sûresi 45/37, “Ve
göklerde ve yerde büyüklük O'na mahsustur ve azîz, hakîm olan da O'dur.”
Şûra
sûresi 42/23 “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden akrabalıktan
doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.”
[220] Tâhâ Sûresi 20/12 “ Şüphe yok
ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarım çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi
Tuvâ’dasın.”
[221] Beyyine Sûresi 98/8 “Allah
onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat,
Rablerine derin saygı duyanlara mahsusdur."
[222] Hicr Sûresi 15/21, “Hiçbir şey
yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle
indiririz.”
[223] Anlam şu şekildedir: “Siz
Allah’ın zatını tefekkür etmeyiniz ancak Allah’ın nimetlerini tefekkür ediniz.”
[224] Mana şöyledir: “Hiç kimse
bilmiyor ki cânânın menzili nerededir. Her bir şeyde onların sesi geliyor.”
[225] Mana şöyledir: “Eğer şarap
satıcının şarap kadehi cilve ederse...'' İkinci beytin manasını tam olarak
çözemedik. Bu sebeple biz burada sadece birinci beytin manasını verdik.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar