Print Friendly and PDF

AŞK BUDUR!

Bunlarada Bakarsınız


Uluhiyet abidesidir. Aşk insan ve hilkat muammasının anahtarıdır. Var olan ancak aşktır, onsuz hayat yoktur.

Semîha Cemâl -Sâmiha Ayverdi

İSTANBUL
Marifet Basımevi

ROMAN HAKKINDA:  1

Roman nasıl vücuda geldi.

Sâmiha Ayverdi imzasıyla 1938 yılında yayınlanan ve yazarın daha sonra basılmasına izin vermediği AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!) [Yazar, romanından Aşk Bu İmiş diye bahsediyor. (sh: 271)Kitabın kapağında ise, eserin adı [sehven] Aşk Budur şeklinde yazılmıştır.]isimli ilk romanı hakkında, kim ya da kimler tarafından ve nasıl yazıldığına dâir, uzun zamandan beri ortaya atılan bir rivâyet vardır. İlk defa elli küsur yıl önce […] H. Hanımdan duyduğum bu rivâyeti, […] iki hanımın […] hâtıralarında da gördüm. Şöyle ki:

“Aşk Bu İmiş adlı romanı, Ken’an Rifâî’nin talebelerinden Semiha Cemâl Hanım yazıyormuş, fakat ömrü vefâ etmeyince yarım kalan eseri tamamlama vazîfesini hocası Ken’an Rifâî, Sâmiha Ayverdi’ye vermiş, devâmını o yazmış.”

Bir müddet evvel yayınlanan S. Ayverdi’nin eserlerinden derlenmiş bir kitapta[(Özcan Ergiydiren, "Aşk Bu İmiş Romanını Kim Yazdı?” Akademi Mecmuası, Ekim 2012, s. 56-59)]  da şunlar yazılmış:

“ Aşk Budur Sâmiha Annenin ilk evlâdıdır. Semiha Cemâl Hanım’la ortak kitabıdır. Ve gene Sâmiha ve Semiha ilişkisinin iç içe geçmesiye zuhûr etmiş bir kitaptır.

Aşk Budur ortaya çıkışı îtibâriyle çok farklı bir eserdir. Eser, Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinden Semiha Cemâl Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah cebesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye verilir.

[…]

Romanın yayınlanmasından bu yana, ara sıra zuhûr eden ve yukarıdaki gibi çok hoş bir hâle bürünen bu hikâyenin aslı neydi?

[…]

Yazar [SA], kırk yıla yakın bir zaman boyunca talebeleriyle yaptığı sohbetlerde, ilk romanını neden yazdığını şöyle anlatmıştı:

“ Aşk Bu İmiş isimli romanımı beni rencîde eden bir yazıya aksülamel olarak on beş günde yazdım. Kendilerine [Ken’an Rifâî Hazretlerine ] götürdüm ve […] takdim ettim. […] Bu kitap basılsın.’ dediler. ‘Benim ismimle olmasın, müstear isim konsun’ diye istirham ettim; ‘Hayır, dediler, senin isminle çıksın.’ Bir müddet sonra basıldı.”

[…]

Yazar, Mülâkatlar adlı kitabında da bu konuya temas etmiş: 78. sayfada:

“Aşk Bu İmiş’i yazmadan evvel hislerimi rencîde eden bir kitap okumuştum. Bu, o tehevvürün tekaazasıyla [sıkıştırmasıyla] yazılmıştır.” diyor. 151. sayfada tekrarlıyor:

“İlk eserim olan “Aşk Bu İmiş”’i o zaman okuyup da hislerimi rencîde eden bir eserin reaksiyonu ile on beş günde yazmıştım. Neşretmeyi tasavvur etmezken, sözünden çıkamayacağım bir büyüğümün arzusu neticesi olarak neşrettim.”

Gazeteci Kandemir’in Sâmiha Ayverdi ile yaptığı 14 Temmuz 1949 târihinde Edebiyât Âlemi’nde yayınlanan bir röportajda da bu hakîkati teyit ediyor. Kandemir soruyor:

-İlk eser?

Düşüncelerimi, duygularımı rencîde eden bir kitap okumuştum… Tam on bir sene evvel…

-Neydi?

Şimdi hatırlamıyorum… Onun ilk reaksiyonu olarak, cevâbî mahiyette ilk kitabımı, gâyet kısa zamanda yazmıştım. […]

Yazar, kendisiyle yapılan mülâkatta “Tam on bir sene evvel” diyerek Aşk Bu İmiş romanını 1938 yılında yazdığını belirtiyor. Semiha Cemâl Hanım […] 1 Şubat 1936’da vefât etmiş, roman ise 1938’de yayınlanmış. Eğer gerçekten romanın yarısını Semiha Cemâl yazmış, Sâmiha Ayverdi tamamlamış olsaydı, 1936 yılında veya 1937 başlarında ve “Semiha Cemâl” imzasıla yayınlanırdı. Kendi kitaplarına dahi adını yazmak istemeyen bu müstesnâ insan, çocukluğundan beri çok sevdiği yol arkadaşının eserini asla kendine mâl etmezdi.

[…]

bâzı kimseler […] “dâimâ sessiz sedâsız kapı dibinde oturan”[ Bu ifade S. Ayverdi’nin kendisine âittir.] Sâmiha’nın bu kitabı yazmış olduğuna inanamamışlar; “Semiha Cemâl Hanım’ın yarım kalmış romanını, belki hocasının yardımıyla, Sâmiha tamamlamış, demişler.

Sâmiha Ayverdi’nin ardı ardına neşredilen eserleri, bu zannı, tamamıyla silmişse de, […] uzun yıllar İstanbul’dan uzakta kalmış birkaç kişi bu zannı günümüze kadar taşımışlar.

Netice: Aşk Bu İmiş romanını, Sâmiha Ayverdi 1938’de yazmış ve yazı hayâtına bu eserle başlamıştır; gerisi hikâyedir. [Rana Özkan ve Rüzgâr Özge]

*************

ROMAN HAKKINDA:  2

“Aşk Budur” Semîha Cemâl Hanım ve Sâmiha Ayverdi Hanım’ın ortak kitabıdır. Sâmiha ve Semîha ilişkisinin iç içe geçmesiyle zuhur etmiş bir kitaptır.

Aşk Budur ortaya çıkışı itibariyle çok farklı bir eserdir. Eser, Kenan Rifâî’nin öğrencilerinden Semîha Cemâl Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah aşkının cezbesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye verilir.

Bu meyânda anlatılan bir hadise vardır. Semîha Cemâl hanımın hastalığı ağırlaştığı ve zâten çok zayıflamış olan vücudunun buna daha fazla dayanamayacağı anlaşılınca, Sâmiha Ayverdi, Hocası Kenan Rifâî’ye gelerek, “Efendim, dua buyursanızda onun yerine ben gitsem” diye niyazda bulunur. Kendileri, bunun sebebini sorduğunda, Semîha Cemâl Hanımın faydalı bir vücut olduğunu ve yazarlığı ile insanlığa hizmet ettiğini söyler. Sonrasında gelen cevap çok nettir: “Öyleyse bundan böyle kalemi sana veririr sen yazarsın. ”

Sâmiha Ayverdi bu emir üzerine kalemi eline alarak Aşk Budur adlı kitabı tamamlar ve neredeyse yarım yüzyıl sürecek olan yazarlık hayatı da işte böylece başlamış olur. Kitap dikkatle okunduğunda, belli bir yerden sonra eserin üslûbunun farklılaştığı görülür. Bu, saf ve yakıcı bir aşktan, aşkın aklına doğru seyreden bir değişimdir. Semîha Cemâl Hanımın Allah aşkıyla şekillenen ve âdetâ yazanı ve okuyanı yakıp yokluğa mülhak eden anlatımı, Sâmiha Ayverdi’nin Hocasından almış olduğu “Yan, ama tütme!” düstûruyla işleyen kaleminde daha çok İlâhî aşkın yapıcı ve oldurucu çehresini takınır.

Roman, M.Ö. Arabistan’ın Kuzeyinde yaşamış olan güçlü ve şaşaalı Hayre Hükümeti’nin saray ve aristokrat çevresinde geçen bir aşkı anlatıyor. Bu dönemde Hayreliler, Araplar arasında çok yaygın olan putperest inancına sahipler. Hükümdar Menzer’in başhekimi Hamza, yine hükümdarın katında önemli bir mevkide bulunan amcası Zeyyad’ın biricik kızı Meryem’e âşıktır. Fakat Meryem ona istediği cevabı vermez. Romanda Hamza beşerî aşkın zirvesini temsil eder fakat aşkına karşılık beklemek zaafına düşmüş olması onu bu duygunun hakikatine ulaşmaktan men etmektedir.

Meryem ise yanmak ve yakmak tabiatında yaratılan ateş gibi, bu dünyaya sevmek ve sevilmek kabiliyetinde gelmiş asil ve güzel bir kızdır. Fakat hayatı boyunca canını önüne koymaya değecek bir eşik bulamamanın da azâbı içindedir, içerisinde bulunduğu maddî dünyânın zevkleri onu doyurmak bir yana, gönlünde en ufak bir ilgi bile uyandırmazlar. Böylesine aşka kabiliyetli bir insan olur da, hilkat eli hiç onu unutur mu? Romanı yazan kalem de unutmamıştır.

İlerleyen bölümlerde, kaderin bir cilvesi ile ülke menfaatlerini korumak adına, hükümdarın emriyle Hamza ve Meryem sözde bir evlilik yaparlar. Başhekim Hamza bu evliliğin ilk aylarında bir görevle Mısır’a gider. Geri dönerken orada tanışıp kölelikten kurtardığı ve dost olduğu Ömer’i de beraberinde getirir. Ömer Hayre’de yaşarken bir vesileyle Mısırlı tüccarların eline düşmüş bir esirdir. Fakat kendisine yakıştırılan bu esir sıfatını kabul etmeyecek kadar da özgür bir ruhtur. Çünkü Ömer’in, kendisini nefsin zaafları esâretinden kurtarıp, tek Allah’ın kulu olma özgürlüğüne götüren bir hocası vardır: Ebu’ş-şettar aşîreti reisi Yusuf.

Yusuf, İlâhî nurun o devirde kendisinden göründüğü kâmil insandır. Sözüyle, haliyle, gösterdiği maddî ve mânevî cömertliklerle yalnız kendi aşiretinin değil bütün Arap kabilelerinin gönlünde taht kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel kıssasında anlatılan Yusuf peygamber gibi o da Allah’ın cemâl tecellîsine mazhar olmuş bir sultandır. Romanda bu ismin kullanılması tesâdüfî değildir. Kur’an’da Kenan illerinde kaybolan Yusuf Allah’ın zâtî güzelliğini temsil ettiği gibi Aşk Budur’daki Yusuf da, kalem sahiplerinin, gizli ve aşikâr her an hocaları Ken’an Rifâi’nin varlığında seyrettikleri Allah tecellîsini sembolize eder.

Aşk Budur  Semîha Cemâl hanımın Aşk kitabının genişletilmiş hâlidir.

Sh: 81-83

Kaynak: Cemâlnur SARGUT, Sâmiha Ayverdi  İle Sırra Yolculuk-, Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar, Nefes, 2009, İstanbul


AŞK BUDUR!

Semîha Cemâl -Sâmiha Ayverdi

BİRİNCİ KISIM

Palmir hükümetinin Romalılar tarafından inkıraza uğratılması üzerine Hayre hükümeti, bilhassa Üçüncü Menzer zamanında gerek Bizanslılarla Iranlılar arasın­daki mütemadi harblerin kendi lehlerine bir şevket ve ikbal devresi açmış olmasından ve ölçüsüz hâzinelerin memleketi servete gargetmiş bulunmasından, gerekse beldenin coğrafî vaziyetinin şark ve çenub ticaretinin merkezinde bulunuşundan ve civar medeniyetlerle de sıkı temasları neticesi olarak bu kavmın fikrî ve İçti­maî seviyesi çok yükselmişti. O kadarki, cenubî Ara- b'ıstandan Antakyaya kadar uzanmış olan Hayreliler, Roma ve Kostantiniyelilerin debdebe ve haşmetile retabet edecek bir saltanat devri yaşıyorlardı.

İrak ve Elcezire arabları tamamen Hayre hüküm­darlarına tâbi olmuşlardı. Yalnız Gassanilerle Hayreli­ler arasında bazı yarı müstakil aşiretler, reisleri tara­fından idare edilir, fakat siyasî tasnifte gene hepsi Hay­re hükümdarına tâbi bulunurlardı. Bunlar, ticarî, ziraî ve edebî faaliyetlerile memlekete daima faydalı ve yar- lımcı bir sınıf teşkil ederlerdi. Onun için Hayre hü- cümdarları bu aşiretlere ananevî bir müsamahakârlık re itimad gösterirdi.

Hayreliler, milâddan evvel hemen bütün Arabis- tanda olduğu gibi, güneşe, puta taparlardı.

Bu tarihte Hayre sarayı, ihtişam ve debdebede, misli bulunmaz bir halde idi.

Saray, bir müddetten beri yolu beklenen Bizans elçisi Marküsün şerefine büyük bir resmi kabul hazır­lıyordu. ***

Irak çöllerinde gene bir akşam başlıyor. Ufuk, kanlı bir kılıç gibi boydan boya uzanmış yatıyor. Gü­neşin adım adım alçalan muazzam ve ebedî başı, ne­rede ise kumların sinesine düşüp kaybolacak...

Hayre Hükümdarı Üçüncü Menzerin başhekimi Hamza, malikânesinin penceresinden, alışık olduğu bu lâvhaya, çok okunmuş ve ezberlenmiş bir kitabeye bakar gibi kayıdsız, fakat düşünceli bakıyordu. Belki baktığının da farkında olmıyarak, gök yüzünün bu âteşîn çarhına, parmağındaki lâal yüzük kadar bile kıymet vermiyen bigâne, hattâ hırçın bir bakışla ba­kıyordu. Otuz iki senelik hayatının, her batan güneşle bir az daha ümitsizleşen bir sevdaya doğru gittiğini görerek, bu aşkı hep menfî teselsüllerle, gittikçe müş­kül safhalara sokan günlerin taakubunu, elinden gelse durduracaktı. Güneş te bir rakkas gibi, zahımlarla dolu olan bu günlere, her batışıyle bir aded daha zam ederek onunla istihza ediyor gibi idi.          

Hamza, ruhî bir tezebzüb ile, kendini veya sevgi­lisini bu işte mes’ul edeceği yerde, zamanı itham edi­yordu. Hamzanın tahakkuk etmemiş maddî bir isteği yoktu. Hemen Hükümdarın sarayına muadil bir mali­kânede geçen müreffeh hayatının yegâne büyük acısı, aşkının bir taraflı oluşu idi. Fakat bu acı, onun için

ıztırabın en yamanı, en dehşetlisi idi. Zira günden güne derinleşen, kuvvetlenen, her menfî darbadan hiz alan bu aşktan kurtulmanın imkânsızlığı, Hamzanın sarahatle bildiği yegâne hakikatti. Bu sevda onun her zerresine kök salmış, cihangirane bir saltanatla yerleşmişti.

Genç adam, az kimseye nasib olan şerefli hayatı­nın bütün kıymetlerini, Hükümdarın teveccühünü, muhitinin alâka ve muhabbetini, servetini, şerefini bu aşka değişebileceğini düşünüyordu.

Ayni zamanda hislerinin ihtilâli genç hekimi baş­ka şeyler düşünmiye de sevkediyordu. Hamza gençti, güzeldi ; kadınların mütehalik çenberinden zorluklarla kurtulacak kadar sevimli idi. Bilhassa bunların içinde kendisini samimî bir aşkla seven Hükümdarın kızının gösterdiği alaka ne kadar kuvvetli ve derindi.

Sonra alicenaplığı, dürüst ve İnsanî hisleri, halk arasında dilden dile dolaşan namı, iftihara değer şey­ler değilmi idi ? Hükümdarın kendisine verdiği kıymet dünyanın dört tarafında anılan ismi, ağırlığınca altınla veznolunarak, satılan, kapışılan tıb kitapları, bütün bunlar bir insan için ne büyük şeylerdi. Hamza bun­lara istinat ederek, hayatını zevkli ve müsterih bir hale sokamaz mıydı ? Bütün bu tesbit ettiği esaslar, pek çok kimsenin muhayyelelerini süsleyen, tahakku­kunu bin can ile bekledikleri emellerdi. Halbuki bütün bu mebzuliyet, servet, şöhret, alkışlar ve cihanın nü- mayişkâr sıytü sadasından Hamza kendisine ancak bir iftihar ve inkâr edemediği bir gurur hissesi çıkarabili­yordu. Bunlar ancak ona, yeşil başlı bir ördeğin suda yıkanışı zevkini veriyordu. Eğer sevgilisinin aşkını ka* zanmak için bir karşılık icab etse, Hamza, malik ol­duğu her şeyi fedaya hazırdı.

Kervanlar Hekim Hamzanın hazakatmdan istifade «tmek isteyen dertlileri akın akın taşıyorlar, ondan ıstişfa etmek her dertlinin şirin hülyasını teşkil ediyor, malikânesine yabancı diyarlardan gelen illetlileri taşı­yan kılavuzlar, bu yolların taşını toprağını ezbere bili­yorlardı. Onun akıllı başı, herkese deva bulmakta, her dertliye yetişmekte ne kadar samimî, ne kadar hasbî idi. Fakat âleme şifa ve deva olan bu baş, neden kendi çaresiz ve mahzun, müşkülü cevapsız kalıyordu ?

Hekim Hamzanın pek büyük bir derdi vardı.. Ne macunlar, ne bin türlü mualeceler onu bu derdden, bu ibtiladan kurtaramazdı. Bilâkis gün geçtikçe bu dert onu dört taraftan kuşatıyor, ümitsiz ve perişan ediyordu. Hem o, bu aşktan kurtulmanın çaresini bilse bile gene istemezdi.

Hamza demek sevgilisi, Meryem demekti. Meryem Hamza’nın hayatından çekilirse, o, bir ceset gibi cansız, manasız ve ifadesiz kalırdı. Onun bütün varlığı Meryem’den ibaretti.

Hamza’nın Meryem’e olan gönül bağı, hayatının te­merküz [bir yere toplanma; merkezleşme, birikme. ] ve istinat [dayanma, güvenme. ] noktası idi. Meryem onun için kalb gibi idi, malik olduğu diğer kıymetler ise birer cüz gibi idiler. Bu kalb dursa, diğer bütün uzuvlarda birer birer çürümeye mahkûm olmayacaklar mıydı ?

Hamza için, şerefleri, kıymetleri, ihtirasları, ile saltanatlanmış hayatı, Meryem olmasa, manasız bir yükten başka ne olabilirdi ? Hamza, muhitini çevrele­miş olan hasut, samimî takdirkâr hasılı her türlü in­sanlardan kaçmak, uzaklaşmak, ona, sevgilisine, hep ona, her zaman ona müteveccih olmak istiyordu.

Hamza, ufukla öpüşen güneşe bir daha baktı. Ar- tıkgönlüyle sulh yapmış, aşkında tahassun etmiş, mev­cudiyetini bu sevda bir şarmaşık gibi sarmıştı. Hamza, bu icazkâr kudretle kendini mahsur ve zebun hissedi­yor, iradesinin, kudretinin, bu aşkın şedit kudretine takılıp sürüklendiğini görüyordu.

Aşk..

İnsanı beşer kütlesinden temyiz eden kuvvet..

Aşk., tükenmez bir sermaye!.

Aşk, ölçüsüz sevgi..

Aşk, sevdanın kemâli..

Aşk, garezsiz muhabbet...

Hamza bir solukta bunları düşünürken birdenbire durdu. Zira o, sevgisinde garezsiz değildi. Sevilmek, sevgisine muka­bele görmek talebi değil miydi ki onu bir gölge gibi takip ediyor ve Hamza daima, aşkının bir taraflı olu­şundan muztarip oluyor, elem çekiyordu.

Hamzanın Meryemin aşkına doğru akan müsbet ihtisasları, bu cürümle dondu kaldı. Şüphe yok ki aş­kın azametine karşı bu bir cürüm, bir leke idi.

İşte Hamza, bile bile aşkını, bu taleb lekeleriyle beneklemekten, kirletmekten hali olmuyordu.

Böyle zamanlarda kendi kendini ( seven fakat se- vilmiyen Hamza!) diye çağırır ve bir an durup bekler, sanki bu cümleyi Meryemin sesinin tekzip edeceği zehabına düşerdi.

Ne olurdu Hamza, Meryemden karşılık istemiyecek kadar büyük ve yüksek olsaydı da kendi aşkına şerik koşmasaydı. Halbuki o, Meryemin, aşkına mukabele etmesine karşılık, şerefini, faziletlerini, mefkuresini, temellük ettiği her türlü varlığını, hasılı Meryem neyi isterse hepsini vermeye hazırdı. Demek ki Hamzada ne varsa iğreti bir libas gibi çekilip çıkarılabilirdi. De­mek kendi malı olarak hiç bir şeyi yoktu.

Yalnız aşkı, yalnız o... Hislerini incelten, işliyen^ gönlü hayatına istikamet ve şekil veren, onu en mu­tena bir şekilde tanzir eden bu aşka bir münteha ta­savvur edemiyordu. Hamza, bir ilâh gibi takdis ettiği, dört elle sarıldığı bu aşkı, neden karşılık beklemek zahmiyle sakatlıyordu ? Fakat genç adam bu suali bin­lerce defa daha sorsa faydasızdı ; zira bu ibtila da, o aşkla beraber her bir zerresine işlemişti.

Hamzanın gözleri ufukta tekrar güneşi aradı. Fa­kat o, çoktan kaybolmuş, gökyüzünün yeşil fanusunda yer yer yıldızlar uyanmıştı.

Hamza üzüntü ile yerinden kalktı. Meryem için Babile ipekli kumaş ısmarlamıştı. Bugünün kervan günü olduğunu unutarak dalmış kalmıştı. Sür’atla kalktı ve hemen hediyeyi almak üzere çıktı.

Hekim Hamzanın anası ve babası, onu küçükken yetim bırakmışlardı. O, amcası Zeyyadm himayesin­de büyüdü. Bütün aile gibi Zeyyad da zengindi. Ham- zaya kendi kızı Meryeme ettiği muameleyi eder, fakat samimî bir şefkat göstermezdi. Zira mizacı oldukça ha­şin ve duygusuzdu. Zeyyad, hislerinden ziyade akliyla hareket ederdi; aklî-düsturları da, muayyen ve ezber­lenmiş fikirlerden ibaretti. Bu düsturlar yanlış da olsa Zeyyad bildiğinden şaşmazdı.

Zeyyad, fıtrî bir istidad ve taazzumla, kendini mu­hitine fazla saydıranlardandı. Esasen hükümdarın mu- sahibliği gibi değerli ve yüksek mevkii, onu müraî hörmetkârlar hâlesi ortasında bırakmıya kâfî birsebebti.

İşte Meryem bu baba ile, pek az tanıdığı his ve zekâ enmuzeci bir ananın ilk çocukları idi.

Annesinin ölümünden sonra babası bir çok defalar evlenmiş, fakat kiminden ayrılmış, kimi ise ölmüştü. Onun için Meryem, bu büyük sarayın kadınlığını kü­çük yaşından beri, babasının şiddetini tadil eden has­sas bir müvazene ile yapıyordu. Belki herkes için müş­kül olan bu iş, onun çok zekî yaradılışına büyük bir zahmet vermiyordu. Hem de genç kızın böyle İdarî işlere meyli ve onlardan bir zevk hissesi olmamakla beraber, zarurî bir insiyakla bu işi başarıyordu. Mer­yem babasının nazarında da, halkın kanaatmda da Ham- zanm nişanlışı idi. Hamzanın, ilk gençlik senelerine kadar amcası Zeyyadın evinde, Meryemle aynı çatı altında yaşamış olması, sonra Meryeme karşı izhar etti­ği şiddetli alâka, haklı olarak herkeste bu umumî ka­naati uyandırmıştı. Fakat bu keyfiyet şimdiye kadar ne Zeyyad, ne de Hamza tarafından aleniyete konul­mamış, Meryemin mütalâası alınmamıştı. Zeyyad, kı­zını gözünden uzaklaştırmak onun dirayetli ve şuurlu mevcudiyetinin kendi hayatının üstünden çekilmesinin müşkülâtiyla başbaşa kalmamak için bu işde acele et­miyordu.

Hamzanmki ise büsbütün ayrı sebeblerdendi. O, her şeyden evvel Meryemin kendisine meyletmesini bekliyordu. Zira kendi ifrat sevgisine mukabil, Mer- yemde buna karşı bir nişane bile görmüyordu. İşte Hamza, sırf kızı ürkütmemek, büsbütün kendinden uzaklaştırmamak, daha doğrusu menfî bir cevab alma­mak için bu ihtiyata lüzum görmekle beraber gün geç­tikçe ye’se kapımaktan da kurtulamıyordu.

Gerçi Meryem güzeldi, fakat ondan çok güzeller de vardı. Bununla beraber, değil yalnız Hamzanın, bütün Hayre erkeklerinin gönlü bu kızın kalbini tavaf eder-


ierdi. Meryemi bir ilahe kadar güzelleştiren bir sır var- ki, bunu kimse bilmiyor, görmiyordu. Cisimdeki can nasıl görülmüyorsa, Meryemi fevkaladeleştiren bu sır da bilinemiyordu.

Meryemin solgun bir ay gibi beyaz bir rengi vardı. Sabah sislerde buğulanmış bir çiçek gibi taze olan bu yüze, harikulade bir mahiyet veren iki esrarlı siyah gözden, ruhunun nihayete varılmıyacak derinliği âşıkâr görülürdü.

Meryeme babası, itinalı bir terbiye vermiş, Bizans- tan, ve Acemistandan getirttiği hocalarla, bu terbiye­ye zengin bir malûmat ilâve etmişti. Genç kızın seci­yesini işleyen bu saikler, kabiliyetini âzamî derecede inkişaf ettirmişti. Meryemin söz söylemesini, fikirleri­nin selâbet ve isabetini, tefekkür ve zekâ hamlelerini, yaşlı ve tecrübeli Hükümdar bile takdir eder ve Mü- sahibi Zeyyadm kızını, kendi evlâdlarmdan fazla se­verdi.

Saray eğlencelerinin ekserisini Hükümdar Merye­min namına izafe ederdi. Zira sıkı bir mecburiyet ol­madıkça Meryem bu kalabalık ve umumî içtimalara iştirak etmezdi. Onun başlıca hususiyetlerinden biri de, ürkek bir gazal gibi herkesten kaçması ve cemiyetin zevk aldığı şeylerden zevk duymaması, kendi gönlüyle başbaşa kalmayı tercih etmesi idi. Muvazeneli ve ma­kul Meryem, bu bahiste hırçın ve tekdi.

Meryemin cemiyetten kaçması sebebsiz değildi. Zira o, uzaktan yakından kendi etrafında dönen sayı­sız perestişkârlardan hiç birisinin gönlü üstünde tevak­kuf edemez, sür’atla çevrilen bir kitabın yaprakları gibi, her sahifesinde bir sevdalı baş olan bu yapraklan, bir daha açılmamak üzere kapatırdı. Hamza da dahil ol­duğu halde bütün perestişlerin, başının üstünden ge­çen tuğyanına karşı daima müstağni, daima bigâne oluşunu bir türlü muhit izah edemiyor, fakat kızın gönlünün, başka bir gönüle takılı olduğunu da kabul edemiyordu.

Hasılı Meryem, memleket için en hara­retli bir mevzu, en parlak bir taçtı. Erkekler onun için «gönülsüz Meryem» derlerdi. O, gönülsüz değildi. Bilâkis bu gönül, pek nadir kimseye nasib olan şedid bir aşk duygusuyla hisli ve uyanıktı. Bu yakıcı duygu, bir kaftan gibi kızı baştan ayağa kaplamış, onun için­dir ki, muhitiyle arasına kavi bir hail olmuş ve onu yalnızlığa sürüklemişti.

Meryem'in büyük bir aşk için hazırlanan gönlü, mamur bir aşk payitahtı idi. Fakat, henüz bu payi­tahtın asıl hükümdarı gelmemişti. Şüphe yok ki, bu teshiri müşkül, hattâ ümidsiz gönül, Hamzanın da olamıyacaktı. Teyzesinin oğlu Halid, Bizanslı heykel- traş Fraiıklen, İbnisseyfler, Musa Taviller, sayısı hesabı unutulmuş başlar, hattâ kendisini çok sevdiğini bildiği Hamza bile bu resmigeçide dahildi.

Meryem, gönlü muammasını kendi de bile bilmi­yordu. Herkese olduğu gibi bu gönül kendi için de büyük bir sır idi. Bir aşk kaynağı olan Meryem, nasıl oluyorda hiç bir sevdanın üzerinde tevakkuf edemi­yordu ? Şu muhakkak ki Meryem kendini sarmış olan aşk kudretine, şeddini yıkmıya müheyya bir sele ba­kar gibi korku ile bakıyor ve bir gün gelip bu şed­din yıkılışının ne dehşetli olacağını düşünüyordu. Mer­yem'in gönlü seli, o zaman kim bilir neleri devirip parçalıyacak, önüne katıp bir çöp parçası gibi sürük-

liyecekti. Belki bizzat kendi de bu mukavemeti müm­kün olmıyan kuvvetin bir kurbanı olacaktı.

Meryem fikren yorulmuştu. Kapıdaki cariyeye ses­lenerek : '

Gamzeyi çağır ! dedi.

Gamze, doğduğu gündenberi beraber yaşadıkları bir kızdı. Annesi babası da Zeyyadm yanında çalışır­lardı. Bu kız, hislerinde ve hareketlerinde, kendi aley­hine bile olsa doğruluğu tercih eden ciddiyetiyle te­mayüz etmiş zarif ve hoş bir kızdı. Bahusus Merye- me samimî bir takdir hissi ile bağlı idi. Meryem onunla şundan bundan konuşarak dinlenirdi...

Bu gece Bizans elçisi Marküsün şerefine sarayda ziyafet vardı. Dolgun bir hazine teşkil eden kervanla hükümetinin dostluğunu arzetmİye gelen elçi için par­lak eğlenceler hazırlanmıştı. Hükümdar Üçüncü Men­zer, bu işlere bizzat tekayyüd etmiş, bu cemiyete Mer­yem'i de davet etmeği ihmal etmemişti. Onun mevcu­diyetinin tetv'ıc etmediği b'ır cemiyette neş’e ve zevk tamam olmazdı ki... Meryem herkes için, kendi için­deki manayı tahrik eden sihirli bir kabiliyetti.

Hamza saraya giderken amcasına uğnyarak Mer­yem'i aldı. Havada gündüzden kalma fazla b'ır hararet vardı. Gece parlak ve mehtablı idî. Meryem, sanki bir işkence yerine gidiyorfrıuş gibi sıkıntı ile konuş­madan yürüyordu.

Bak Meryem, gökte ay var. Sen ona bakmıyı seversin.

Evet, aya yalnızken bakmak hoşuma gider Hamza.

Hamza sarardı, cevab vermedi. Hoş bu cevabın cevabı, sükûttan başka ne olalabilirdi ? Hamza Merye- min bunun gibi daha ne ağır sözlerine tahammül ederdi. O, kendi mevcudiyetinin, Meryemin her müsbet his­sinin engeli, her güzel hissini mecruh eden bir diken olduğunu anlıyordu. Meryem, bediî duygularında bile Hamzanın iştirakine tahammül edemiyordu.

Sarayın kapısına kadar konuşmadan geldiler. Ken­dilerini karşılıyan hademe, büyük avluyu meşale ile rehberlik ederek geçirdi ve onları gene elinde meşa- leli bir cariyeye bıraktı. Bu cariye her gece Hamzayı ayni yollardan, ayni merdivenlerden geçirerek yuka­rıya çıkarılmıya memur olan kızdı. Etrafı iyice aydın­latabilmek için onlardan iki üç basamak ilerde gidi­yordu. Bu, esmer, uzun boylu, tonbulca bir kızdı. Meşaleyi tutan kolu, ufkî olarak yana açılmış, bilek­lere doğru mevzun bir hatla incelen bu kol, gergin ve sert görünüyordu. Bu kolun müntehasındaki küçük esmer eli, meşalenin sapını sımsıkı tutmuş bir heykel kadar hareketsiz ve sabitti.

Kız vakur ve ciddî idi. Üçü de konuşmadan yürü­yorlardı. Yalnız postların emdiği ayak sesleri yanak yanağa konuşan iki sevdalının fısıltısı gibi birbirine karışıyordu. Meryem :

Ne hoş bir kız Hamza, dedi.

Hamza hemen :         '

Evet., ismi de kendi gibi güzeldir: Tebessüm!

Meryem kızı daha iyi görebilmek için merdiven­leri hizla çıkarak ona yaklaşmıştı; cariye bu alâka üzerine hafifçe gülerek Meryeme baktı. Hakikaten isminin manasına sahib bir kızdı. Dudaklarında tesbit olmuş tebessüm o kadar tatlı ve sıcaktı ki, Meryem de ona ayni candan ve arkadaşça bir gülüşle muka­bele etti.

Sarayda daha bunun gibi nice Tebessümler, nice yüzlerce güzeller vardı. Meryem, Hamzanın bu demet demet çiçeklere, bu devşirilmesi kendi arzusuna bağlı mebzul ve güzel kokulu güzellere uzak kalıp kendi ümidsiz sevdasının esiri oluşuna hayret ediyordu. Hamza bunlardan biriyle telezzüz etse, ne iyi olacaktı. Mümkün olsa Meryem, onu zorla bu vadiye sevk ederdi.

Yukarı çıktıkları zaman kalabalık onları selâmla­mak için bir ân donmuş gibi durdular. Fakat derhal canlanarak mübalağalı cümleler ve nümayişkâr hare­ketlere başladılar :

Hoş geldin Meryem, hoş geldin bahtiyar Ham­za ! Diye bağırışmıya başladılar.

Meryem bu gece gökten düşmüş bir melek gibi güzel!

Meryem, ebedî fecir..

Meryem hayat..

Meryem bizim tacımız..

Hayrenin kalbi Meryem...

Fakat Meryem’in kalbi kimin, aşkı kime bu belli değildi...

Arap şairlerinin ilham-kârı Meryem, varol bizim sevdamız...

Bir kadın sesi, kıskanç ve huysuz bir ses :

Hamza Meryem’den güzel !

Bir başka ses :

— Elbette güzel.. Ben Hamza ol­sam yüz Meryem’i etrafımda pervaneye döndürürüm.

Bir erkek sesi araya giriyor :

İyi ki olmamışsın.. Çünkü sen de bizim gibi onun etrafında pervaneye dönerdin.

Haydi oradan münasebetsiz.. Çok içmişsin ga­liba..

Keşki sarhoş olsaydım, sizi memnun edecek daha neler söylerdim.

Erkek bir kahkaha fırlatarak uzaklaştı.

Sesler devam ediyordu.

Meryem vekarla ve hakikaten tecessüt etmiş bir ruh lâ ti fesi gibi masum ve lıarikulâde ayakta duruyor, bu sihirli kameti çevreleyen halka gittikçe daralıyordu. Her ağızdan bir türlü taşkın seda fışkırıyor.

Her hitap, hedefe düşmüş bir ok gibi kızın kal­bini deliyor. Meryem bu sahneleri, bu nümayişleri bil­diği ve bu dağdağadan zevk yerine elem duyduğu için değilmidir ki, tenhalığı kendine hemhal etmiş, yalnız­lıkta gönlüne istirahat ve selâmet bulmuştu. Kız, böyle resmî davetlere, bir taraftan hükümdarın, bir taraftan da babasının tazyiki ile naçar sürüklenirdi.

Meryem için kalabalığın içinden çıkmak, kurtulmak hemen imkânsızdı. Gözleriyle Hamzayı aradı. Burada en emin melc e onun dostluğu ve refakati idi.

Meryemin gözleri bir kerre daha Hamzayı aradı. O da kendisi gibi asabı ve ezilmiş bir halde, bu sıkı­şık halkayı çözmek için beyhude uğraşıyordu.

Bereket versin ki bir ses, Hükümdarın elçi ile be­raber birinci divanhaneye geçmekte olduğunu haber verdi. Meryemin etrafını çevreleyen muazzam halka,

KatiffAn pm'ır almıc triKi lıirrlpn apvspfli. kız da vavasca

aralarından süzülüp çıktı. Fakat iik karşılaştığı, Hü­kümdarla, kendine takdim edilmek istenen elçi oldu.

Bizansm büyük elçisi Marküs, ufak tefek, sarı saçlı, sarı benizli, hatta çamur rengi sarımtırak gözlü bir adamdı. Yananklarının soluk rengi üstünde henüz tokat yemiş gimiş gibi yol yol kırmızı çizgiler vardı. Ağzını etrafı, bir dudaktan ziyade mor bir şeritle çevrilmiş gibi idi.

Elçi Marküsün simasında en dikkate değen nokta, bu çamur rengi gözlerin itımadsızlık veren cüretli ve müstehzi bakışları idi. Maamafih, bu bakışlarda inkâr edilemiyecek şeytanî bir zekâ ve kurnazlık vardı.

Meryemin tahammülsüzlüğü son haddine varmıştı. Bir kolayını bulup bir an evvel bu zevk ve safa mah­şerinden kaçmak istiyordu. Fakat Marküs, Meryeme adeta neşideler söylemiye başlamıştı. Bu muhavere, ilk tanışan kimselerin riayet edeceği resmiyet hududunu çoktan aşıp taşmıştı.

Hükümdarın raks için emir vermesi ile herkes gibi elçi de Meryemin yanından ayrılarak yerine oturdu.

Bu gece ilk oynıyacak kız, sarayın en güzel çariyesi ve Hükümdarın en ziyade beğendiği Selime idi. Bu kız Marküse, Bizansa hareket edeceği zaman hediye edi­lecekti.

Selime levend bir güzeldi ve güzellik sıfatını temsil eden emsali az bir âna malikti. Yüzünün ve vücudunun her parçasında mübalağalı, taşkın bir cazibe vardı. Yalnız, sırtını ve omuzlarını sımsıkı örten, sonra katî helezonlarla dizlerine düşen saçları bir hazine sayıla­bilirdi. Uçları birbirine yakın iki kumral kaşın altında, gene o renkte gözleri, tombul bir kızılcık gibi kıp kırmızı dolgun dudakları vardı Bu müstesna başın kaidesi olan muntazam omuzlardan başlıyan vücud hattı, kusursuz ölçüler ve nisbetlerle topuklarına kadar iniyordu. Bu güzel başla, bu güzel vücudu birbirine bağlıyan, uzun beyaz boyunda esatiri, bir sanemin bakir letafeti vardı.

Marküsiin müstakbel cariyesi en câlâk oyunların­dan birini oynuyordu. Cariyenin âdeta kemiklerinden tecrid edilmiş gibi yumuşak, seyyal vücudunun hare­ketleri, bilhassa Merküsün önünde merkezileşerek akla gelmez melıaretler gösteriyordu. Bütün gözler kızın oyununu sonuna kadar adesevî bir hassasiyetle takib etti.

Yemekle beraber diğer cariyelerin oyunları ve gü­rültülü bir musiki de başlamıştı. Meryem sofrada, en âsude, en emin yer olarak Hamzanın yanını intilıab etmiş ve bunu öyle süratle yapmıştı ki, kimse bu em- rivakii tashihe imkân bulamamı Ş tı •

Meryem, içkinin ve üryan kızların şehevî hereket- lerine dalan cemiyetin iz’acından hemen hemen kur­tulmuş gibi idi. Herkes rakısla ve kızlarla alâkadardı. Yalnız Elçinin dudaklarına götürdüğü her kadehle, Meryeıni tecessüs eden bakışı ziyadeleşiyordu.

Gitgide mütehevvir bir çağlıyan gibi coşan sazın ahengi, yarı bitab davetlilere, maveraî bir ufuktan ge­len şadalar gibi derin, müphem tahassüsler veriyordu. Hemen bütün cemiyet yarım şuurla kalmıştı.

Böyle zamanlarda hisli buluşlarıyla Meryemin im­dadına yetişen Gamze, gene bir kolayını bularak kızın yanma sokuldu :

Hademeye söyledim; üst kattan bahçeye çıkan köprünün kapısını açtı, istersen Hamza seni oradan gö­türsün. Hükümdar sıkıldığını hissetti, bir şey demez» Ben kalır vaziyeti idare ederim, dedi.

Meryem, sarayın üst katını bahçeye bağîıyan köp­rüye çıktığı vakit, parmaklıkları saran güllerin havayı işba haline getirmiş kokusıyla karşılaştı.

Bu tabiî ve bol ıtır, bir az evvelki izdihamın vü­cudunda teksif ettiği sıkıntıyı ilk hamlede tadil etti. Bol, geniş bir nefes aldı.

Çok sıkıldın değil mi Meryem ?

Hem de pek çok...

Gamze bu kolaylığı bulmasaydı, biraz sonra sar­hoşlar sızınca ben seni kaçıracaktım.

Bu köprüden bir kere daha kaçmıştık, hatırlı- yormusun Hamza?

Hiç hatırlamaz olurmuyum ? Fakat o zaman gül mevsimi değildi. Üstünde pembe bir elbise vardı, ete­ğin çalıya takılıp yırtılmıştı...

Meryemin tamamen unuttuğu bu teferruatı, Hamza henüz olmuş gibi canlı ve müselsel bir irtibatla hatır­lıyor ve söylüyordu. Meryem bir az daha müsamaha­kâr olsa genç adam kim bilir daha neler söyleyecekti. Fakat kız bu müsaadeyi vermedi, kesif bir cisimden ziyade şu baygm kokulardan düzülmüş kadar lâtif olan köprüyü, bir rüya gibi sür’atle geçerek, sık ağaçların esmerleştirdiği yola girdi.

Gece mehtablı idi. Her yer bembeyazdı. Top top açılmış güller, yeşil yaprâklar, uzun büyük köprü, ha­sılı bütün tabiat aynı renkte görünüyordu. Her taraf dumandan, yahud ince tülden bir kaftan giymiş gibi beyazdı. Havada mutlak bir sessizlik ve ranavet vardı.

Yalnız gökten suhuf iner gibi düşen tek tük yapraklar, bu sahnenin yegâne sadasım teşkil ediyordu.

Onlar şimdi bağçenin üst kısmında idiler. Sarayın avlusuna giden aşağıdaki bağçe, büyük fenerlerle yer yer aydınlatılmış, büyük havuzun etrafına meşaleler konmuştu. İki büyük meşalenin ziyası, bu durgun suyu, altından bir köprü gibi baştan başa katediyordu. Bun­lar, sanki üstümden yürünecek sabit yollardı.

Hamza, bulundukları hâkim mevkiden bu manza­rayı görmek bahanesiyle durdu. Meryem de bir ağaCa dayanarak onu bekledi.

Hamzanm bir ân olsun Meryemle baş başa kal­manın zevkinde yaşamak istediği görülüyordu. Ne olur­du, Meryem bir şey söylese, lıiç olmazsa deminki gibi bir hatıradan bahsetseydi.. Bu hatıraların hepsi, genç adama can veriyordu.

Fakat Meryem, dayandığı ağaçta, kendi gönlünün sesini dinliyerek bekliyor ve konuşmuyordu.

Karşılarında sarayın heyulası, her aydınlık pençe- resiyle yer yer parlıyordu. Tabiat, sızmış bir sarhoş gibi sükûta dalmış... Şu çep çevre görünüş, efsanevî bir âlemden kopup düşmüş bir sihir, dehşet verici bir büyü müydü ? Zira bu gecenin güzelliği ve sükûneti, hakikati vehim zannettirecek kadar kat’î ve muannid... Şu saraydan taşan sesler de olmasa, Hamza dünyada olduğunu büsbütün unutacak...

Bu sesler ona, bir az evel yaşadığı müşkül, azabil saatları hatırlatıyor. Yüreğini dağlıyan kıskançlığı belli etmemek için zavallı Hamzanın renkten renge giren çehresi, kaç nikahın altında gizlenmiş bulunu­yordu.

Hamza sevda bahsinde, kendisiyle yarış edebilecek, Meryemi kendi kadar sevilecek bir insan tasavvur ede­miyordu. İşte Meryemi şiddetle benimsemesi de bu sevdadan ileri geliyordu.

Hamza etrafına baktı. Ay iyice yükseklerde idi. Yıldızlar bile bu gecenin mahremiyetine hörmet ederek derinliklere çekilmiş gibi idiler. Havada okadar mutlak okadar kai’î bir şessizlik vardı ki, hava tabakaları, sa­rayın gürültülü çatısının hayhuyunu olduğu gibi akset­tiriyordu. İkisi de biraz evvel kendilerinin de içinde bulundukları bu karmakarışık sedaları dinlediler Meryem:

Gidelim mi Hamza ? Dedi.

Peki Meryem, nasıl istersen.

Yavaş yavaş yürümeye başladılar. Yol, tatlı bir meyille hurmalıkların arasına giriyordu. Dua eden bi­rer el gibi gök yüzüne kalkmış yaprakların arasından ayın beyaz şevki, her ikisinin de üstüne gelişi güzel, firarı nakışlar vuruyordu.

Hamza bir adıın geride kalarak, yandan, bu ışık­ların, bu beyaz lekelerin, sevgilisinin yüzünde dolaş­masına bakıyordu. Bu saf ve temiz yüzde, ne ezici, ne harab edici bir düşünce vardı. Meryem acaba ne dü­şünüyordu ? Halbuki Hamzaya sorsalar, o, Meryemden başka bir şey düşüfımüyor, bir şey bilmiyordu. Hamza, maddeten kendine bu derece yakın olan bu vücudun hissen kendinden ne kadar uzak olduğunu düşünerek ihtiyarsız bir hareketle titredi.

Gök yüzünde kopuk kopuk bulutlar çoğalmıştı. Ay bazı bazı bunlardan birinin arkasına gizleniyordu. Gene bir defasında karanlığın ve yorgunluğun tesirile Meryemin ayağı bir taşa ilişerek sendeledi ve bir ağaca çarptı. Hamza, göğüsüne hançerle vurulmuş gibi bağı­racak, ne yaptığını bilmez bir halde Meryeme doğru atıldı ve kıza sarıldı. Hamza bu halile, sırf sevgilisini tehlikeden kurtarmak isteyen bir samimiyetiyle ma­sumdu. Fakat Meryemin “hiç bir yerim acımadı, üzülme Hamza,, diyerek verdiği mükerrer teminatla akîı başına geldikten sonra da Hamza, gönlünün verdiği hissî bir emirle Meryem'i bir türlü kollarının içinden bırakamı- yordu. Fakat, kendi müteheyyiç hisleri ve şedit heye­canına rağmen Meryemin heyecansız ve sakin kalbi, bu kolların mütehallik savletini hissetmeyip, bilâkis bu çenberden kurtulmak için kat’î bir azımla gerilen vücudu, sarih ve canlı bir ihtar gibi Hamzanın kol­larını gevşetti. En beliğ bir ifade ile Meryemı bırak mak, hem de bir daha yaklaşmamak üzere bırakmak lâzım geldiğini anlatmış oldu.

Duygular manzumesinin sezdiği hakikatlar, çok defa kelimelerin izah ettiği sözlerden daha yanılmaz hükümler taşır. Hamza da daima, hassas bir ibre gibi, Meryemin hislerinin mümessili olan hareketlerine dik­kat eder, onları, sözle ifade edilmişten daha iyi anh- yarak, bu arzuların icab ettirdiği taraf teveccüh ederdi.

Şu muhakkaktı ki, Meryemle günden güne arala­rındaki mesafe genişliyor ve genç kız, istikameti meç­hul bir semte doğru alabildiğine gidiyordu. Bu gidiş nereye idi? Hamza Meryemin her hangi bir gönülün arkasından gittiğini asla tasavvur edemiyor, bununla beraber Meryemdeki aşk kabiliyetinin de günden güne tekâmül ederek onu dayanılmaz cazibesine doğru çek­tiğinde de şüphe etmiyordu.

Şimdi şu önünde yürüyen sevgilisini nasıl görü­yorsa, bu hissinde de aynı vüzuh ve katiyetle aldan­madığını seziyordu. Güzel, ateşin, gümrah duygulu Mer­yem, Hamzadan uzaklaştığı nisbette aşka, Hamzayı ür­küten meçhul bir aşka doğru gidiyordu.

Aralarında artık sık sık vukua gelen vakaların, kendi aleyhine kaydettiği neticeler, bu hükümleri ka­tileştiren birer imza gibi inkâr götürmüyordu.

***

Hamza o geceyi çok buhranlı geçirdi. Sabahleyin erkenden uyandı. Güneş yavaş yavaş, sabah sisini bir gelin duvağını kaldırır gibi çekip aldı.

Şimdi her taraf daha vazıh, daha sarih hatlarla tebellür etmiye başlıyor, tatlı inhinarlarla oymalanmış tepecikler, bağçenin musann’a tarhları, bir güzelin yü­zündeki gamzeyi hatırlatan, şu bir noktası batmış, çu­kurlaşmış kum dağı... henüz yapraklarındaki rutubet kurumamış hurma ağaçları, artık hep meydanda idi... tabiat, rehavetli hülyasından uyanıyor Hamza bu güzel­liği hırpalayacakmış gibi soluklarını korkarak alıp ve­riyordu.

Bu tabiî güzellik, onu bir an için müteselli etmişti. Fakat bu, bir nevi sahte siperdi. Dün geceki vak’a- nm acısını unutmak için kendi kendini avundurmak is­tediği bir kaçamak yolu... Hiç Meryemin sözlerini, ha­reketlerini unutmak için tabiat güzellikleri ona bir de­va olabilir miydi ? Hamza bunlardan ne kadar kaçsa, ne kadar unutmak yollarını araştırsa, artık günden güne gerilen bu vaziyeti bir neticeye bağlamak lâzım olduğunu, bütün dehşetine rağmen zarurî görüyordu.

Hamza muhakemesini zorluyor, fakat bir karare doğru gidemiyordu. Ya Meryem’le evlenmeli yahut ta ondan ayrılmalı, bu gülünç vaziyete bir nihayet ver­meli idi. Birinci ihtimali düşünürken, buna kendi bile güldü. Meryem’in kocası olmak, ona Kafdağı’nı aşmaktan da müşkül görünerek hemen ikinci şıkka atladı; yani Meryem’i terk etmek !

Fakat Meryem’i terk etmek, Hamza’nın elinde mi ki, bunu düşünebiliyor ve bunu velav bir an için olsun hatırına getirebiliyordu? Sevgilisini kendi ihtiyariyle bırakmak! Bu nasıl kabil olabilirdi?

Hamza bunu da şiddetle reddetti. O halde, gene mi bir karar veremiyecek, gene mi bir erkek gibi ha­reket edemiyecekti ? Birden bire genç adam beşaret almış gibi ferahladı. Olsa olsa bir müddet için Merye­mi arayıp sormaz, ondan bir müddet için olsun uzak yaşardı. Kim bilir belki Meryem de bu suretle onu özlerdi.

Bu karar onu, biraz evel düşündüğü ayrılık tehli­kesini bertaraf etmiş gibi sevindirdi. Hemen yerinden kalktı, süt babasına gitmek üzere atına bindi.

Süt babası, Hamzamn vasi hurma fidanlıklarının bir kısmının idare eden bir ihtiyardı.

İnce bir dereboyunun iki tarafında uzayıp giden hurma ağaçları, süt babanın kendi gayretile bir çiftlik haline koyduğu küçük evine müntehi olurdu.

Hamza, güneşin şiddetinden yorgun ve bitab, için için yanan dereboyundan gidiyordu. Her zaman yeşille sarı rengin halitasından mülevven olan sular, şimdi güneşin kuvvetli ziyasından adeta beyazlaşmış, beyaz alevlerle yanıp duruyordu. Sonra kökleri suda, fakat başları gene suya iğilmiş sazların ne sönmez bir ateşi, ne büyük bir aşkı vardı. Su, hep su.. Ortada ise, su­dan tenebbüt etmiş ve gene zuhur ettiği bu masdara baş uzatmış narin bir münhani, yay gibi ince bir vü- cud.. Onların bütün varlıkları, bu suya kanmayan var­lıktan ibaret...

Hamza, niyazkâr bir teşnelikle mihveri bükülmüş, ateşin bir dudak gibi dereye ebedî bir buse ile birle­şen sazlara gıbta ile baktı ve kendi gönlü ile bunların arasında sıkı bir müşabehet buldu. Onun vücudu da Meryemin sevdasında yaşıyor ve gene hayat emmek için ona doğru bütün varlığı ile sarkıp uzanmıyor muydu ?

Hamza, iradesiz bir hareketle, atının karnına iki ayağını da vurdu ve dizginleri şiddetle çekti. Hayvan geri döndü, geldiği istikamete doğru mütehevvir bir savletle koşmıya başladı. O kadar ki nalların kabart­tığı kum tabakası, süvariyi de, hayvanı da kalın bir perde gibi örtmüştü. Ortada, yolun imtidadınca uza­yan bir dumandan başka bir şey görünmüyordu. Gü­neş, Hamzanın takib ettiği yolun tam karşısında idi. Genç adam sanki dünyadan atlayıp, turuncu, mor, kırmızı boylar püsküren güneşe yetişmek, onun ateşîn çarhına dalıil olabilmek için böyle sür’atle koşuyor, koşuyordu. Amcasının evine geldiği zaman kendi de, hayvanı da harab bir halde idiler. Hamza, Meryemi görmemek için biraz evvel verdiği kararını çoktan unut­muşa benziyordu. Şuursuz bir kafa, Meryemden başka her şeyden boşalmış bir idrakle kapıdan içeri girdi.

Her vakit attan inmesine yardım eden kapıcıdan itibaren, dehlizlerde, taşlıklarda tesadüf ettiği kadınlı erkekli bütün hizmetkârlar, onun toz toprak içinde bu heyecanlı gelişine bir mana vermiye çalışarak hay­retle birbirlerine bakışıyorlar, korkudan seslerini çı- karamıyorlardı.

Hamza doğruca Meryemin dairesine koştu. Kapı aralıktı. Meryem büyük geniş sedirin üstünde oturu­yordu.

Başını bir kolunnn üstüne koymuş, yüzü bu kolun kavsi içinde görünmüyordu. Bol ve beyaz elbisesinin geniş etekleri sedirden aşağı sarkmış, yalnız ayaklarının ucu meydanda kalmıştı. Bir zanbak demeti kadar beyaz ve temiz Meryemin tam karşısına gelen bir küçük min­derde Halid, elindeki kitabtan şiir okuyordu. Bu şiirler muhakkak ki Meryem için, hem de bizzat Halid tata- fından yazılmış olacaktı. Memleketin en yüksek şair­lerinden olan Halid, kimbilir Meryem için neler söy­lüyordu. Hamza işitiyor, fakat anlamıyordu. Halidin ağzından çıkan her bir heca, genç adamın menfî duy­gularına çarparak dökülüyor, samiasına yol bulamıyor­du. Hamza bugün Meryemin yannda, değil rakiblerin- den birini görmek, hattâ kızın hoşlanabileceği her han­gi camid bir cisme bile tahammül edemiyecek bir hal­de idi.

Yerdeki postlar Hamzanın ayak seslerini emdiği için, yavaş yavaş ilerleyerek odaya girişini ikisi de duy­madılar.

Meryemin esasen yüzü örtülü idi. Hamza, bu sah­nenin neticesine metanetle intizar ediyordu.

Her halde bir kaç saat evel Hamzanın, kurtuldu­ğunu zannettiği tehlike tahakkuk etmek üzere idi.

Halid bir şiirden ötekine geçmek için bir lâhza durmuştu. Meryem bunu fırsat bilerek ve vaziyetini hiç bozmadan ;

Halid kitabı götürme belki okurum! dedi.

Meryem bu nazik ihtarla Halidin gitmesinden mem­nun olacağını anlatmak istediğin şüphe edilmezdi. Her halde bir insan bundan daha nezaketle istiskal olun­mazdı. Halid de bunu anlamış gibi kalktı, fakat başını çevirdiği zaman, Hamzanın cansız bir kaya gibi sert, renksiz çehresiyle karşılaştı.

iki erkek te aynı gayızlı nazarlarla birbirlerine ba­kıştılar.

ikisi de, büyük mücadelelerin başlangıcını gösteren korkunç sükûtlarında devam ediyorlardı.

Meryem, Halid gitmeden vaziyetini bozmamıya ka­rar vermiş olacak ki, teyze zadesinin veda etmesini bekliyerek hiç kımıldamıyordu.

Halit bir aralık Meryemin bu hareketsiz başına baktı. Hamza da onu takib etmekte gecikmedi. Bu baş günahsızdı. Burada cereyan edecek herhangi bir ha­dise, onu şiddetle müteessir edecekti. Her ikisi de bu müşterek hissin tesirile biraz sükûnet buldular. Hem Halit, Hamzanın dillerde dolaşan sevdası karşısında uzaklaşmaktan başka ne yapabilirdi?

Gidiyorum Meryem..

Güle güle Halit..

Halit Hamzanın biraz evvel girdiği aralık kapıdan bir hayal gibi süzülüp çıktı.

Meryem biraz sonra başını kaldırıp Halidin boş minderinin yanında Hamzanın mütehayyiç kametini görünce, şu azıcık zaman içinde mühim bir hadisenin geçmiş olduğunu hissetti.

Hamzanın halinde, şimdiye kadar hemen hiç gör­mediği müteaddî bir cür’et vardı. Sanki hakikî hüviyeti, meçhul bir el tarafından ihtilas edilmiş, onun yerine Meryemin tanımadığı korkunç bir şahsiyet getirilmişti. Hamzanın sesi de, dürüşt ve cür’etkârdı.

Meryemin: — Hoş geldin Hamza!

Diye selâmlamasına, bozuk, raşeli ve anlaşılmaz bir sesle mukabele etti.

Meryem, bu adamın senin odanda ne işi var ?

Meryem doğrudan doğruya bu sualin cevabını ver­meden, Hamzanın hasta olup olmadığını anlamak istedi.

Hamza ne oldu sana bugün, hasta mısın yoksa?

Bu seni alâkadar etmez. Bana cevap ver !..

Hamza bu sözleri Meryeme söylediğine kendi de

inanamıyordu. Fakat söylüyordu, daha da söyliyecekti.

Niçin devap vermiyorsun ?

Benim vereceğim cevap, senin sualinin içinde olduğu için susuyorum : Sen amcamın oğlu isen, o da teyzemin oğludur. Sen hangi sıfatla bu odada bulunu­yorsan, o da aynı karabet icabiyle geldi. Benim şiir sevdiğimi bildiği için bir kitap getirmiş okuyordu.

Ya o, bütün gün gelen küstah heykeltraş Franklen ?

Biliyorsun ki heykelimi yapması için Yunanis tandan buraya onu siz getirttiniz. BabamVe sen. Şimdi de kendi kabahatinizi bende arıyorsunuz öyle mi ?

Meryem Hamzayı yatışdırmak ümidiyle tekrar se­sini tatlılaştırdı ve sözün mecrasını değiştirmek için:

Bak Hamza.. Heykel şurada.. Perdenin arkasında.. Okadar güzel oluyor ki... Bu heykeli bütün Bizans ve Roma san'atkârları merak ediyorlarmış.. Gel bakalım çok bir şey kalmadı, bitmek üzere...

Meryemin böyle sükûnetle izahat verişi, Hamzayı saran şüphe ve kıskançlık kaftanını çekip çıkarmak için müracaat ettiği bu uslu ve samimî tavırlar, erkeği büsbütün çileden çıkardı.

Meryem.. Sözü lüzumsuz istikametlere çevırmel Sana sorduğum suallerin cevabını ver. Ne Halit akra­balık yüzünden, ne de Franklen vazife dolayısile gel­miyorlar. Bunlar zahirî bahaneler... Ben onların sana olan hakikî izafetlerini soruyorum.

Meryem Hamzayı aldatmak için sahnevî bir müra­ilikle hakikati tahrif etmiyordu. Sırf Hamzamn aşkına hörmeten, bu kıl kadar ince bağı şimdiye kadar ko­parıp atmamıştı. Fakat mademki Hamza bunu anlamı­yordu, o halde Meryem ne diye hâlâ ona acımakta devam edecekti ?

Hamza kendine gel.. Bana hangi salâhiyetle sual soruyor ve niçin cevap bekliyorsun ? Bunu bana izah et... Ben söyliyeceklerimin hepsini söyledim. Keşki senin şüpheleri doğru olsa, keşki Meryemin bir sevdiği olsaydı...

Hakikatin acı tokmağı, Hamzamn başına bütün şiddetiyle indi. Evet, Meryeme bu âınirane sualleri neden ve ne hakla sorabilmişti ? Meryemle bütün ra­bıtası, kan hareketinden sonra bir kuru vehimden iba­retti. Onun Meryeme ne nisbeti vardı ki, böyle küs­tahça kafa tutabiliyordu ? Hem Meryemin masumiye­tinden şüphe ettirecek bir vakaya mı şahid olmuştu ki onu hırpalıyabiliyordu ?

Hamza, vaziyeti kısaca tahlil edince, büyük bir mahcubiyetle başı önüne düştü.

Meryem, Hamzamn bu hissini duymakta geçikmedi. Sesini tekrar tatlılaştırdı. Artık o da bu sahnelere bir nihayet vermek, Hamzamn kendi üstünde tasavvur ettiği hal ve istikbal ümidlerini kökünden keserek bu işi bitirmek istiyordu. Hamza, bilerek bilmiyerek buna muvafık bir zemin hazırlamış bulunuyordu. Hemen bu va/.iyetten istifade etmek lâzımdı. Belki de Hamza, Meryemi temellük ümidlerini kat’î olarak kaybederse, hıı müşevveş ve helecanlı vaziyetten kurtularak rahat eder, hayatına yeni bir istikamet çizerdi. Meryem ara­larındaki bu mevhum bağı koparacak olursa Hamzaya hir iyilik etmiş, onu bir derdden kurtarmış olacağını düşünüyordu.

Hamza, bana karşı olan hissiyatın bence ma­lûm ve hürmete şayandır. Fakat seninle şimdi iki ar­kadaş, derdleşen iki dost gibi konuşalım. Zira bundan sonra da senden yalnız bu dostluğu, bu arkadaşlığı amcamın oğlu Hamzayı arayacağım. Bana karşı olan hislerine artık bir had çekmek, onları başka bir isti­kamete döndürmek zamanı geldi

Sen, tanıdığım ve takdir etiğin insanların en ba- şmdasın. İnsanî hislerin, dostluğun, merd arkadaşlığın hayatımın kıymetli bir kısmını işgal eder. Fakat yal­varırım sana Hamza artık bu mevzuu halledilmiş bi­lelim.

Belki sözlerim seni rencide etti. Fakat buna sen sebeb oldun.

Sonra şunu da söyliyebilirim ki etrafımı çevreli- yen adamlar, Halidler, Franklenler, hasılı bütün insan­ların sevgisi, üstünde bir nefes bile tevakkuf etmedi­ğim oyuncaklardır.

Meryem yerinden kalktı. Biraz evel işaret ettiği perdeyi çekti. Bitmek üzere olan heykel meydana çıktı.

Bak Hamza, emin ol ki bana ithaf edilen her hangi bir şeyle ne alâkadarım, ne de onları kaybet­mekle bir teessür duyarım.


Meryem, narin vücuduyla heykelini kucakladı, sür- atla pencereden dışarıya fırlattı, Heykel taşlıkta büyük bir gürültü ile parçalandı

Hamza kızın hareketine mani olmak için koşmuş, fakat yetişememışti. Heykeltraş Franklenin şaheseri, bir toz yığını halinde şuraya buraya dağılmış kalmıştı.

Meryem ayni çeviklikle gene koştu ve Halidin bı­raktığı kitabı da parçaladı. Kızın kitabı almak için is­tical eden eli, Hamzanın Babil kervanından kendisi için aldığı Acem sanat eseri bir çiçekliği de devirmiş, o da bu ift'ırak faciasının kurbanı olmuştu.

Hamza donmuş kalmışdı.

Meryem müteheyyic devam etti. Sanki başkası söylüyor da Meryem dinliyordu. Hamzaya ümid vereck sözler söylemiyor, bilâkis tam bir samimiyet halinde, adeta kendi kendine hitab ediyormuş gibi konuşuyordu.

•— Hamza... ben şimdiye kadar hiç bir tarafa gö­nül bağlamadım. Şu parçalanan kıymetli eserler gibi, o eserlerin canlı birer nüshası olan vücüdlardan da gönlüme karargâh aramıyorum. Nafile, benim üzerime töhmet koyma. Sen, mizacımın büyük bir aşk istida- diyla yuğurulmuş olduğunu en yakın bilenlerdensin. Fakat bu inkişaf etmemiş duygu, belki de ömrümün sonuna kadar hiç kimseye sıçrayamıyacaktır. Zira bu aşk ihtiyacı, his kayıdiarınm esaretine mütehammil de­ğildir. Benim endişem, bu serabı duyguların esaretine bağlanamaz.

Ben kimseyi sevmedim. Seveceğimi de zannetmi­yorum, müsterih ol Hamza!

Hamza artık nasıl müsterih olabilirdi ? Meryemin (kimse) kelimesiyle ifade ettiği zümre içinde kendi de dahildi. Hem müsterih olabilmesi için Meryemin tav­siyesini tutabilmesi, sevdasını başka istikamete döndü­rebilmesi lâzımdır- Halbuki Meryem ona, en yapamı- yacağı şeyi teklif etmişti. Eğer Meryem aşkı bilseydi ona “aşktan vazgeç,, diyemezdi. Hamzaya her şey tek­lif edilir, her şey söylenir, fakat bu asla !

Biraz evvelki gügremış arslana benzeyen Hamza, sevgilisinin bu sarih tenbihiyle kendi vaziyetini ve bir gün olup onun gönlüne sabih olması ihtimalinin nasıl katî bir darba ile yıkıldığını görüyordu.

Hamza Meryemden muvakkat olsun uzak bulun­mak kasdıyla kırlara doğru başı boş giderken, niçin atının dizginlerini kısarak Meryeme, kaçtığı, sakındığı bu teklikeye doğru azamî suratla koşmuştu. Bu vazi­yeti bir an evvel tahakkuk ettirmek, şiddetle içtinab ettiği bu hadiseye ön ayak almak için mi?

Meryemden kaçan Hamza ile, Meryeme koşan Ham­za aynı şahis değillerdi ki... Birincisi, bir his sahtekârı, kendini bile hile ile aldatmak istiyen bir mürai idi. İkincisi, olduğu gibi görünen, nikabsız, dürüst ve sa­mimi idi.

Hamza şimdi bu iki şahsiyeti mukayese ederken hangi Hamzayı yaşatmak, hangisini öldürmek lâzım geldiğini düşünüyordu. Meryemi memnun etmek için, her halde İkinciyi öldürmek lâzım gelecekti. Aşkını saklıyamıyan, her ne bahasına olursa oisun onu itiraf eden Hamza artık yaşıyamazdı. Meryemin yaşadığı dünyada, ancak birinci, nikâhlı Hamza yaşayabilirdi. Hoş bir gün bunların ikisini de öldürmek Meryemi büsbütün Hamzadan kurtarmak ne iyi bir fikirdi.

Hamzanın aşkı artık her zamankinden daha muş- kül, daha acınacak bir safhaya girmişti. Meryemin his­lerine alenen muttali olmak, onu aşkından vaz geçir­mek şöyle dursun, müstear bir hüviyet içinde daha sinsi, daha derunî yanıp yakılmaya sevkediyordu.

Bu güne kadar Meryemin evine bir amca oğlundan daha salahiyetli, daha serbest, âdeta sevgilisine yarı sahihmiş gibi girip çıkıyordu. Meryem de onun akra­balık ve dostluk perdesi altında gizlenen alâkasını mü­samaha ediyor ve ona hörmetkâr davranıyordu.

Eğer böyle bir vakaya sebebiyet vermeseydi, yani Meryemi açıkça hislerini söylemiye mecbur etmeseydi, belki de uzun bir zaman, belki de ebediyen bu evin müdavimi ve sevgilisinin mahremiyetinin en yakın bir aşinası olarak kalacaktı.

Meryem de bu hadiseden, çok müteessir olmuştu. O, Hamzaya her zaman acır, ıztırabîarmı giderememek çaresizliği karşısında, her zaman üzüntü hissederdi.

Meryem, aşkın sebebiyet verdiği hataların şayanı af olduğunu, bu günahların kefareti kendi içinde ol­duğunu bilirdi. Onun için Hamzayı bu dürüst harekâ­tından dolayı mazur görüyordu.

Hamza arasıra gelip kendisini görmeliydi, eğer on­dan bu hak ta alınırsa tahammül edemez ölürdü.

Meryem bu müsaadeyi Hamzaya münasib bir lisan­la söyliyebilmek için onun kendinden itina ile kaçan gözlerini aradı. Fakat genç adam Meryeme bakmadı, hiç bir şey söylemeden kapıdan çıktı.

Giderken, Meryemin her zaman arkadaşından cebrî bir nezaketle :

Daha erken değil mi Hamza ? Demesini bekledi.

Hamza, bu basma kalıp cümlelerin Meryemin du- ulaklarından zorla çıktığını bildiği halde, sırf bu sesle teşyi olmak, bu sesin mest edici ahengini duymak için onun samimî olmadığını bldiği halde gene duymak is­terdi. İşte şimdi de aynı hisle bunu beklerken, gön­lünde hâlâ üınid kıvıcımlarının yanıp sönmesine şaştı.

Fakat Meryem ondan, bu bir damla hayat suyunu da esirgemişti.

Benimle beraber gömülecek sır nedir biliyor- musun Ziibeyde ?

-— Ne bileyim sultanım söylerseniz elbette büyük bir alâka ile dinlerini.

Eğer bilirsen seni azad ederim.

Ben artık azad olmaktan ziyade bu sırrı öğren­mek istiyorum.

istiyorsan bul..

Nasıl bulayım, söylemiyorsunuz ki...

Düşün de bul..

Hiç düşünmez olur muyum ? Ne olur söyleye­yim artık.

Söylemem, söylemem, ben bu sırrı kendime bile söylemem. Ben nereye o oraya... Ben mezara o da mezara...

Bu genç yaşınızda böyle fena şeyler söyleme­yiniz... Hem anneniz de dadınız da duymasın,..

Nereden duyacaklar? Sen sarayın en sıkı ağızlı kızısın. Sen söylemedikten sonra...

Üçüncü Menzerin en güzel kızı Kamerle, cariyesi Zübeyde, tıpkı masallarda olduğu gibi, hemen her gün aynı kelimeler içinde dönen bu muhavereyi tekrar ederlerdi. Böyle söylenmiyen sır, bir gönül sırrından başka ne olabilirdi ? Cariye hemen hemen buna karar verecek olurken gene vaz geçerdi. Zira Kamer gibi mağrur ve kimseyi bevenmiyen, taazzumüyle şöhret bulmuş bir Sultanın cariyesini karşısına alıp böyle mevzular üzerinde konuşacağını, cariye asla havsala­sına sığdırmazdı.

Halbuki Kamer, Hükümdarın mağrur kızı, bu sırrı söylemekte bir fayda ümit etmiş olsaydı, onu değil yalnız cariyesine, hatta babasına, anasına, bütün cihana ilân eder, gururunu hançerliyerek parça parça ederdi.

Her varlığa meydan okuyan aşk gelince, gurur ne oluyor ki, Kamerin yolunu bağlasın ? Onun bu sırrı ilân etmemesi gururundan değil, söylemekte müsbet bir semere ummadığındandı. Bu hususta kimsenin de­lâleti faydalı olamazdı. Zira bu, zorluğa gelmiyen bir gönül, bir aşk sırrı idi. Bunu yalnız Kamerle sevdiği adam biliyordu. O adam ki genç sultana karşı mer­merden daha katı bir kalbin sahibi, Kamerin kendisine olan şiddetli alâkasını çoktan beri hissetmiş olduğu haîde bu aşka bir yabancıdan daha kayıtsız olan bir zalimdi. Bu adam bir kızı seviyordu. Fakat Kamer her veçhile kendini bu kızdan üst göröyordu.

Bu kız, babasının müsahibinin kızı Meryemdi.

Halbuki Kamer, belki ondan daha güzel fazla ola­rak bir Hükümdar kızıydi. Hamza istese, Kamer bu aşkla onu şiddetle mes'ut edebilirdi. Halbuki Meryemin Hamzaya sarih bir alâka ile bağlı olduğunu kimse işit- memişti. Kamer bugün her vakitkinden daha ziyade Meryem'i kıskanıyor ve ona sonsuz bir kin hissediyordu. Zira Hükümdarın güzel kızı Kamer, Hamzayı her va­kitten daha ziyade özlüyor ve seviyordu. Genç hekimi görebilmek için, gene yalandan hasta olmaktan başka çare bulamıyordu.

Zübeyde, dadıma söyle Hekim Hamzayı buldur­sun çok fena başım ağrıyor.. Dedi.

Zübeyde Kamerin emrini yerine getirmek için he­men dışarı çıktı. Biraz sonra genç sultan kapının kı­mıldadığını gördü. İçeriye dadısı 'girdi, elinde bir şişe vardı. Saf kadın Kamerin hastalığına inanmış, telâş ve üzüntü ile yaklaştı.

Ne oldun gene yavrum ? Bir şeye mi canın sı­kıldı ?

Kamer, dadısının suallerini duymuyordu bile...

Hekim Hamzayı çağırtınız mı dedi ? Dedi.

Yavrum, Hekim Hamza çok uzakta bir hastaya gitmiş. Geçen gün bana bu şişeyi verdi: Sultanın ba­şı ağrıyıp beni çağırttığı zaman bu ilâçtan bir kaşık içirirsin. Dedi. Haydi yavrum al şu ilâçtan, bir şeyin kalmaz ! Diyerek Kamere ilâcı uzattı.

Güzel Kamer bu darbeyi asia beklemiyordu. De­mek ki Hamza bunu da yapmıştı. Dadıya ilâcı bırak­makla, Kamere açıkça, artık beni taciz etme, demek istemişti. Kamer ne kadar hüsnüzan sahibi de olsa, bu remizli ihtarı tevil edecek kadar budala değildi. Keşki Hamza ilâç yerine zehir bıraksaydı... Maamafih Ka­mere, bu ilâcı görmek bile bir zehirden daha müessir, daha tahribkâr bir sille oldu.

Şişe, dadının elinden kamerin eline geçerken bir­den bire düşerek kırıldı ve içindeki mayi döküldü.

Eyvah kızım ne yaptın. Ya hekim Hamza geç gelirse, sana şimdi kim ilâç verecek ?

Elimden kayıverdi, dadı... Hem başımın ağrısı hafifledi, sakın Hamza geldiği zaman hasta olduğumu söyleme !

Elçi Marküş, Hayreye geleli on beş günden fazla olmuştu. On beş gündenberi memleketin her tarafında tertib edilen eğlenceler, ziyafetler, gezintilerle, izaz edilmişti. Bir hafta sonra da üçüncü Menzerin Bizans Imperatoruna göndereceği hediyeleri ve elçinin şahsı namına hazırlanan kıymettar eşyaları, bilhassa güzel cariye Selimeyi hamilen Bizansa hareket edecekti.

Marküs bu gün, ziyaret mutad olmıyan bir saatte üçüncü Menzere mühim bir maruzatı olduğunu söyli- yerek kabulunü rica etmişti.

Elçi Hükümdarın huzuruna girdiği vakit, yüzünde hep ayni müstehzi nikahı vardı. Misafireti esnasında gördüğü hüsnü kabulden, sarayın gösterdiği teveccüh­ten, halktan gördüğü alâka, ikram ve itibardan, alış- kan ve yarı resmî bir lisanla uzun uzun bahsetti. Bir elçiye yakışan soğuk teşekkürden sonra da birdenbire maksadına girdi.

Haşmetmaab î .Benim için lütfen hazırlattığınız cariyenin yerine, intihab ettiğim başka bir kızı ister­sem vermek lütfunda bulunur musunuz? Beni reddet- miyeceğinizi kuvvetle ümid ederek huzurunuza bu emniyetin şetaretiyle girdim.

Söyleyiniz, bu bahtlı kadın kimdir ?

Musahibiniz Zeyyadm kızı Meryem..

Hükümdar Üçüncü Menzer, Marküsten ne daha az

akıllı, ne de daha az kurnazdı. Elçinin resmî bir insi-


camla tabiye ettiği sözlerinin arkasında gizli bir mak­sadı olduğunu esasen sezmişti. Onun için bu damdan düşme teklif karşısında hiç şaşırmadı. Bilâkis sahnevî bir teessürle ciddileşerek :

Maalesef bu mümkün değildir dostum., dedi.

Niçin Haşmetmaab? Ben kendisine lâyık oldu­ğu refahı temin edemez miyim ? Bizanstaki sarayım böyle bir güzel için zannederim^ lâyık bir makamdır. Esirlerim, mücevher hâzinelerim, bütün debdebe ve haşmetim hep onun olacaktır. Tesadüf ettiğim kadın­lar içinde ben onun kadar harikuladesine, kendimi de, servetimi de ayaklarına atabileceğim bir İkincisine rast gelmedim. Emin olunuz ki onu, tahminimin fevkinde izaz ederim.

Meryemin sizinle evlenmiyeceğini, maddî istirahatinin temin edilememesi ihtimalini düşünerek söy­lemedim. O, Hamzanın nikâhlısıdır da ondan. Düğün hazırlıkları bitmek üzere.. Bir haftaya kadar evlene­cekler. Bizansa hareket etmezden evel, bu cemiyete şeref vermenizi esasen rica edecektim.

Hükümdarın gösterdiği bu katî ve meşru mazeret, elçiyi mağlûb etmişti. Hemen kendini topladı :

-— Mesut olsunlar... demek ki kızın istignalı ta­vırları gönlünün Hamzada oluşundanmış, dedi.

Hükümdar Menzerın yerinde bir başkası olsaydı, elçinin düşmanlığını celbederek siyasî bir gaileye yol açmamak için, istenen kadın, kendi kızı da olsa te­reddütsüz verirdi. Fakat hükümdar vicdanlı bir adamdı. Meryemi evladlarından fazla sever ve takdir ederdi. On beş günlük müsafereti esnasında daima şüpheli, menfî hisler uyandıran bu yabancıya bu kızı nasıl ve­rebilirdi, esasen verse de kız kabul eder miydi? Eîçi Marküsün fena şöhreti, daha kendi gelmeden evel Ara- bistana yayılmıştı. Hükümdar, on beş gündür onu da­rıltmadan selâmetlemek için tetik üstünde bekliyordu. Akıbet gider ayak en hatıra gelmez bir teklifte bu­lunmuştur.

Hükümdar Meryemi bu adamın elinden kurtarmak için, onun Hamzaya meyli olmadığını az çok bildiği halde bu hükmü vermiye mecbur olmuştu. Eîçi, bu sözün sıhhatim adamları vasıtasıyla tahkik ettirse bile kimse Meryemin Hamzamn nikâhlısı olduğunu taac- cüble karşılamazdı. Zira herkes bu izdivacı bir emri mukadder gibi bekliyordu.

Hem hükümdar, böyle makul bir sebeble ikna et­meden elçinin teklifini reddetseydi, bu adam, daha burada iken büyük bir cidalin esaslarını hazırlamıya başlayacaktı. Elçiyi Hayreden fena intibalarla gönder­mek, memleketin başına büyük bir derd açmak de­mekti.

Elçi ile cereyan eden bu muhavereyi müteakıb, Hükümdar bazı yakınlarını, bilhassa Zeyyadı ve Ham- zayı alarak eski saraya gitti.

Burası, küçük bir dağın zirvesine kurulmuş acaib bir bina idi. Uzaktan görünüşü, kablettarih yaşamış cesim bir hayvanın tahaccür etmiş müstehasesi hissini verirdi. Fakat içi, bilhassa bağçesi fevkalâde güzeldi.

Hükümdar Menzer, dinlenmek istediği zamanlar buraya gelir, bir kac gün kalır. Hamzayı da beraber getirirdi. Zaten Hamza için hangi gün evinde kalmak nasib olurdu ki ?

Hükümdarın vücudu için onun hazakati, en mühim bir istinadgâlıtı. Hem Hamza hükümdar için yalnız bir hekim değil, bir dost, samimî, temiz bir varlıktı. Hü­kümdar, kendi resmî musahibi Zeyyaddan ziyade, bu gencin hususî fikirlerinden istifade ederdi.

Hükümdarın bu gün eski saraya gidişi, dinlenmek için değildi. Orada Hamzaya bu mühim haberi müj­delemek ve bu meseleyi hemen file koymak çarelerini konuşup kararlaştırmak içindi. Hamzanın her şeye tok olan gönlünü, bu haberden başka sevindirecek bir şeyin olmadığını Hükümdar biliyordu. Onun için saraya gelir gelmez hemen Harazayı karşısına aldı ve elçi Marküsle aralarında geçen muhavereyi başından sonuna kadar anlattı. Nihayet neticeyi de tebşir etti.

Fakat Hükümdarın tahmini hilâfına, Hamzanın yüzü gittikçe kapanıyor, usaresi boşalmış bir cisim gibi çeksiz takallüslerle doluyordu. Gözlerinde sabit bir kederin acılığı şimşek gibi kapanıp açılıyor, Hamza, her bir mesamesinden ateş fışkırdığını hissediyordu.

Genç hekim, alnında toplanan ter tanelerini, elinin sert bir hareketiyle sildi. Yanan vücudu, aynı zamanda üşümekten titriyordu.

Bir türlü dimağıyla hisleri ve uzviyeti arasında muvazene tesis edemiyor, maneviyetini de, uzviyetini de, haraca bağlıyan ihtilale karşı koyamıyordu. Şuuru, battal ve bozuk bir âlet gibi bir köşeye yıkılıp kalmıştı.

Meryemin : “bana karşı olan hislerine bir had çek­mek, onları başka bir istikamate çevirmek lâzım...,, di- yişini hatırlamak, bu topraklaşmış vücuda bir az can verdi. Daha ne duruyordu. Hükümdara cevab vermek, bu korkunç sükûtu bir nihayete erdirmek lâzımdı.


Hükümdarım, bu izdivaç olamaz. Ben Meryemle evlenemem ! dedi.

Ay, neden ?

Evlenemem, çünkü Meryem beni sevmiyor.

Emin misin ?

Maalesef hem de çok eminim...      

O halde sevdiği kimdir ?

Hiç kimse...

İnanıyor musun ?

Kendime ne kadar inanıyorsam, ona daha fazla inanıyorum.

Hamza artık bir çocuk gibi ağlıyordu. Hükümdarın dostuğu onu hem mütehassis etmiş, hem de sonsuz bir kedere atmıştı. Üçüncü Menzer, bu çığnndan çıkmış adamın sükünet bulması için epey bir zaman bekledi.

Fakat daha fazla kaybedecek vakit yoktu. Elçinin me­selenin iç yüzünü öğrenmesine vakit kalmadan bu iş halledil eli idi.

Hamza, çocukluğu bırak. Bu izdivaç olacak.

Hem memleket için, hem de Meryemi o adamın pençe­sinden kurtarmak için senin onunla evlenmen zaruridir.

—- Meryem, Meryem... o, buna asla razı olmaz l

Meryem akıllı bir kızdır. Bu işde hem vatanının selâmeti, hem de kendi selâmeti mevzubahistir. Me­ryem beni bir elçiye yalancı çıkararak Hükümdarının şerefini kırmak hususunda inad edecek bir kız değildir»

Hoş o da, sen de ne kadar ısrar etseniz ben kendimi bu mevkie düşürtmem.

Haydi Hamza, sen biraz bağçeye çık, hava al; ben amcanla bu işin alt tarafını düşünürüm.

Hamza, birden bire uykudan uyanmış gibi kendini bağçede buldu. Hükümdarın yanından nasıl ayrıldığını,, nerelerden geçip te buraya kadar geldiğini hiç hatır­lamıyordu. Şuuru onu tamamiyle terketmiş gibi idi.

Tabiatın kucağında oluşu, ona teselli vermişti. Hamza, tabiat güzellikleni çok severdi. Etrafına teces­süsle bakmıya başladı. Buraya bir defa, leyleklerin hic­ret mevsiminde Meryemle beraber gelmişlerdi. Gene böyle, nar ağaçlarının gölgesinde oturmuşlar, konuş­muşlar, ve leylek gazalarının yeknesak tasavvutunu dinlenişlerdi.

Hamzanın gözleri, buranın bugünkü halini görmü­yor, Meryemle beraber yaşadıkları mazinin hükmünde seyrediyordu. Sanki gözleriyle tabiat arasına bir perde çekilmiş, ona, içinde bulunduğu bu harikûlâde man­zaraları göstermiyordu.

Hamza yalnız, bu perdeye nakşolmuş maziyi gö­rüyor, onu okuyor, onu seyrediyordu.

Hayır, Hamza maziyi okumuyor, onu ezberebili- yordu. Meryeme aid hatıralar, Hamzanın hafızasına o kadar sağlam ve eksiksiz yerleşmiştir ki, o her istediği zaman bunları yeniden yaşatırdı.

Yazla baharın mültekasında bir gündü. Durgun içli bir hava, tabiat yer yer boyanmış ve canlanmıştı. Eski Sarayın bağçesinde ağır başlı, mahzun, bir az da mümzevî bir cazibe vardır. Burası, görmüş geçirmiş kimselerin, aranıp sorulmıyan iztirabiyle daima hüzün­lüdür. Fakat güzel bir yüz için hüzün de bir nevi ca­zibe menbaı, diğer bir kıymet değil midir? Ağlıyan bir gözün, gülen bir yüzden daha teshir edici bir nü­fuzu olduğğ inkâr olunur mu ?

Meryemle şuradan, çok uzaklarda görünen dağların zengin teselsülüne beraberce bakmışlar, Meryem bun­ları el ele yürüyen yaramaz çocuklara benzetmişti. Sonra şu karşıki vadiye inmişler, bir tebessüm kadar ince, şeffaf bulutların hareketlerini seyretmişlerdi.

Görünmiyen bir yelpaze ile üflenerek, şekillerini, yerlerini değiştiren bu bulutları bile Hamza şimdi bü­tün vüzuhiyle görüyor gibi idi.

Sonra yavaş yavaş başlıyan akşam, güneşin yalnız dağların ve yüksek ağaçların tepelerinde kalışı ne gü­zeldi. Damla damla çöken gece, esmer bir libas gibi tabiatı sarıyor, öperek, okşıyarak nüvazişle örtüyordu.

Eğer kabil olsaydı, bu çöken geceyi Hamza, eliyle itip durduracak, gitıne zamanını ihtar eden bu kara tehlikeyi defedecekti. Zira Meryemin

Haydi Hamza, gidelim artık !

Ddiyen sesini duyuyor, kalkıyorlar, yurumiye baş­lıyorlar.

Gök yüzünde damar damar renkler var... Bunlar birbirinin içine geçmiş, birbirinin ismine tecavüz etmiş mahlût renkler, gök yüzünün âfif boyaları...

Meryem kumların arasından, kimini çiçeğe, kimini böceğe, kimini yüreğe benzeterek taşlar topluyor, avu­cunda sim sıkı saklıyor. Bunlar Meryemin okadar ho­şuna gidiyor ki, kaybolur diye Hamzanın cebine koy­mak teklifini bile kabul etmiyor.

Saraydan ne kadar da uzaklaşmışlar, hep yürüyor­lar, yürüyorlar... Meryem, dağların şurasında, burasında pırıldıyan su birikintilerini görünce duruyor. Bunlar tıpkı kırılmış bir aynanın, şuraya buraya fırlatılmış parçaları gibi mücella ve durgun.. Yaklaşan gecenin yağız çehresinde büsbütün parlak görünüyorlar.. Mer­yem hemen koşuyor, bunlardan birine iğilerek ba­kıyor. Kendi hayalini aynen tekrarlıyan bu suya ba­karken kız gülüyor. Meryemin bu sıcak neş’esi Ham­zaya cüret veriyor, o da suya iğiliyor. Meryem, kendi hayalinin yanında beliren Hamzanın başım görünce, elindeki taşları, uyuyan suya şiddetle fırlatıyor ve baş başa duran bu iki gölgeyi karmakarışık edip bozarak hızlı hızlı yürümeye başlıyor.

Hamza bu gibi darbelerle hurdahaş olmıya alışıktı. Maamafilı bugün sevgilisi ile geçen şu birkaç saatin sarhoşluğu, onu bu hadise yüzünden fazla bir eleme düşürmedi ; bu işe kendi hesabına müteessir olacağı yerde, Meryemin kendi eliyle topladığı, her birine bir isim koyduğu taşlarının ziyama acıdı.

Saraya varıncıya kadar, müsbet tahassüsleri zengin teselsüllerle devam etti.

İşte şimdi Hamzanın dimağı, o hatıraları tekrarlı­yor ve yaşıyordu. Maamafih bu hatıralar onu doyur- mamıştı : (Meryemle geçen zaman ne kadar kısa, bir nefes gibi...) Diye söylendi..

Sidi, sidi... Hükümdar sizi istiyormuş...

Hamza, yunına kadar sokulan hademenin sesiyle

kendine geldi.

Çok yorgunsunuz galiba Sidi... Uç kerre ses­lendim duymadınız. Ben de, sizin gibi hastalarla uğ­raşsam böyle olurdum. Siz olmasanız memleketin hali ne olur ? Karımın on senedir çektiği sancıyı sizin ilâ­cınız geçirdi.

Hamza, bu kendi söyleyip kendi dinleyen hademe­yi takib ederek saraya girdi.


Meryemle Hamza bu gün evleniyorlar. Bütün şe­hir, hattâ civar aşiretler bile ayakta.

Bu anî izdivaç, herkeste hayretle karışık bir te- heyyüc uyandırmış. Meryemde ümidi olan erkekler, bu darbadan sersemlemiş gibi... gerçi Meryemle Hamzamn bir gün olup evlenecekleri hemen hemen mukadder bir keyfiyetti, fakat bu kadar tepeden inme oluşuna hay­ret etmemek te mümkün değildi.

Bu merasime hemen bütün şehir davtli idi. Çünkü Hamzayı da Meryemi de sevmiyen kim vardı ki istisna edilebilsin? Yalnız bu izdivaçtan dolayı, düğün değil matem yapanlar, kan ağlayanlar da vardı.

Saray kalabalık, Hamzamn evi kalabalık, sokaklar, meydanlar kalabalıktı, izdihamdan kimse kimse kim- s ey i görmüyor, tanımıyordu.

Büyük meydandaki yüzlerce çadıra, dolup boşalan sofralar kurulmuş... bağrışanlar, bir ağızdan şarkı söy- liyenler, sarhoşlar, hasılı her tabakadan, her sınıftan halk var...

Hükümdar, bu düğünün mübalâğalı bir şataret için­de geçmesi için akıllara hayret verecek mikyasta geniş ve mütenevvi surette eğlenceler hazırlatmıştı.

Bir sarhoş bağırıyor: — Burası Hekim Hamzamn sofrasıdır, yiyin, için... burada şaraplar bardakla içil­mez, destisiyle içilir...

Başka bir sarhoş arkadaşının hitabesini tamamla- mıya çalışıyor :

Korkmayın arkadaşlar için, için! Hasta olur­sanız Hamza size ilâç verir. Siz ona gidemezseniz o size gelir.

Bir başkası : — Eğer midemde bir kaşık ilâç için yer olsa, bir kadeh daha şarab içerdim., diyor.

Meydanın her tarafında yer yer çalgıcılar, oynıyan delikanlılar var..

Saraya davetli olanlar için daha başka, daha ağır eğlenceler tertib edilmiş. Meryem de bunların arasında..

Marküsle, heykeltraş Franklen bir köşede derdle- şiyorlaî. Franklen de Elçinin kafilesiyle beraber artık Bizansa dönecek. Mademki Meryem heykeli kırdı, bu san'at eserini tahrib etti ve bir başkasını da yaptır­maktan ictinab ediyor, o halde sırf bu iş için gelen Franklenin buralarda artık ne işi olabilir?

Marküs üst üste içiyor ve arada bir içini çekerek :

Kızı kaçırdık 1 Diyor.

Franklen ise bir kâhin gibi tefeül ederek :

Meryemin, heykeli tahrib ettiğini duyduğum gün, onun Hamzaya tutkun olduğunu, aralarında ge­çen bir aşk sahnesinin bu neticeye sebeb olduğunu anlamıştım. Üzülmeyiniz, bu kız esasen size yaramazdı. Diyor.

Franklenin bu anlayışsız hükmünü elçi tasdik edi­yor :

Öyle, öyle amma, kız çok güzeldi! Diyor.

Biraz sonra bu iki dost ta, diğer davetliler gibi şa­rabın tesiriyle, ayarsız, bozuk bir neş’e dalgasına ka­pılıyorlar.

Şaşırtıcı bir neş’enin şuursuz haleti ruhiyesi, bir kaftan gibi halkın üstüne geçirilmiş. Bu örtünün al­tında bariz bir adale nümayişi var.

Ziyade neş’e, zaten ruhun asil bitaraflığını ve sü­kûnetini ihlâl eder onu sindirir, vücudda hüküm sür­mesine mani olur.

Herkes gülüp eğleniyor, fakat kimse de, asıl bu hadisenin merkezi olan Meryemle Hamzanın ruhî man­zarasını seyretmiye, araştırmıya lüzum görmüyor. Zira halkın nazarında onların saadetleri, şüphe edilmiyecek kadar kat’î. Hatta işin az çok iç yüzünü bilen Hüküm­darla Zeyyad bile bu mes’eleyi kapanmış farzediyorlar.

Fakat Hamza, o harab.. O, herşeyi biliyor. Mer­yeme ismen olsun kendi zevcesi olmak elemini vermi- ye razı olması, gene Meryemin selâmeti için olmasaydı, o, bunu kabul edermİydı ? Fakat Meryem bunu biliyor mu ? Yoksa bu işi Hamza tarafından tertib edilmiş alçakça bir emri vaki mi telâkki ediyor ?

Hamza, şu, bir hafta zarfında bir türlü gidip Mer­yemi görmiye ve vaziyeti bir defa olsun yüzyüze an- latmıya cesaret edememiş, işi tabiî cereyanına bırak­mıştı.

Bu akşam Meryemin yüzüne nasıl bakacak ve ona ne söyliyecekti ?

Bu evlenme hadisesinden dolayı Hamza, Meryemin hesabına teessür hissetmekle beraber, bundan sonra onunla, tıpkı çocukluklarında olduğu gibi, aynı çatı altında yaşıyacaklannı düşünerek, sinsi, korkak bir se­vinç te hissediyordu. Fakat bu hissini kendine bile iti­raf etmekten çekiniyor, Meryemin duygularına hürmet­sizlik ettiğini anlıyarak, fazla düşünmek istemiyordu.

Maamafih bir lâhza olsun, Meryemle beraber olmak düşüncesi, genç adama bütün ıztırablarını tatil ettirdi. Bir zevk dalgası bütün vücudunu berkî bir sür’atla dolaşıp çekildi ve Hamza tekrar kendi haliyle kaldı. Şüphe yok ki, Hamza da, Meryem de, kendilerine izafe edilen bu gürültülü merasimin en yabancısı, en bigâ-

nesi idiler. Gerçi ikisinin de teessürleri ayrı ayrı men* balardan geliyordu ; fakat ikisi de birbirinden elemli ve perişandı.

Meryem saraydan Hamzanın evine geldikten sonra, . odasına çekildi. Kızın her bir damarı ayrı bir kalb gibi vuruyor, âdeta hu hayecan maddîleşrek vücudu­nun her hangi bir tarafından, zabtolunmaz bir feveran­la fışkırarak, ortalığı istilâ edecekmiş gibi geliyordu. Gönlünden müteselsil bir sür’atle geçen hisler, bütün sükûnet kabiliyetini kapıyor, çalıp, çalıp kaçıyordu.

Genç kızın her bir uzvu seğiriyor, titriyor, sanki on senelik ömrü, sür’atle bir saatte yaşıyormuş gibi bütün vücudu yanıyordu. Korkulu hisler, birer cesim körük gibi bu ateşi üflüyor, alevlendiriyor, bir an evel, yakıp bitirmek istiyordu...

O, bir hafta evvel cereyan eden ayrılık hadisesi tamam olup ta, tam Meryem kalbî istirahata varacağını zannettiği bir zamanda kopan bu kıyamet neydi? Te­sadüf mü, kader miydi bunlar?

Meryem, bu hayat muammalarının menşeini bil­mek, öğrenmek istiyor. Zira bunlar bilinmedikçe, in­san kendini gurbete düşmüş bir yalancı hissediyor. Ben­liğine, ruhuna, hasılı hilkatin sırrına bigâne olan kim­senin bir diyar garibinden, bir yabancıdan ne farkı alabilir ?

Meçhuller içinde yaşamak, kendine, ve ken­dini yaratana yabancı olmak kadar azablı bir şey olurmu ?

Meryem işte daima bu azabı, bu üzüntüleri çeker. Fa­kat nerede ona bu yolda yardım edecek, bilgisi, bilgi­leri mağlûb edecek vücud nerede?

Meryem işte, has­retini çektiği bu vücudu arıyor ve kanmayan ruhu, tabiatın fevkindeki azamete yetişmek istiyor. Bu ateşin kabiliyetli kız, ancak o zaman rahat edecek, ken­dine sahib olacak....

Hamza... O da bir diyar garibi... O da bu yolda yardıma ve nura muhtaç bir zavallı... hattâ unsurî zaaflarına mukayyed olmuş basit bir mahlûk... Meryem bu hususta da onun yabancısı...

Genç kızın şuuru gittikçe sönüyor. Düşünmek is­tiyor, fakat kabil değil, muttasıl çırpınıyor.

Bağçede ve içerde, hatta sokaklarda sesler çığlık­lar, hareketler o kadar ziyadeleşiyor ki, kahkaha sağ- nakları nareler, velveleler, şuursuz bir savletle kabaran izdihamlı hareketler, fütursuzlukla koşan bir sel gibi akıyor.

Meryemin başı ağrıyor. Sanki vücudunun uzvî ve hissî bütün müvazenesizliği başında toplanmış... Ufak çekiç darbaları gibi yeknesak vuruşlarla beynini döğen bu sessiz uztırabtan adeta memnun oluyor ; bir türlü (ne fena baş ağrısı) diyemiyor.

Yalnız ağlamak, bütün mütekâsif elemlerini akıtıp dökmek istiyor, fakat ağlıyamıyorda. Şu kadar var ki, göz yaşı, arzu halinde iken bile ona bir tesselli, bir şifa gibi geliyor...

Nerede ise sabah olacak... hâlâ dışarda bin bir ağızdan çıkan sesler var...

Birden bire Meryemin kapısı açılıyor, Hamza içeri giriyor. Odanın ortasına kadar korkarak ilerliyor. Me­ryem şaşkın, bir kelime söylemiyor. Hamza da ondan farklı değil. Fakat genç adamın müstear bir ciddiyetle kendini tahkim etmiş olduğu besbelli. Esasen şu bir hafta zarfında Meryemin yanına hiç gelmemesi, onu arayıp sormaması da, hakikî duygularının tamamen zıddı olan bir hareket...

Odana daha evvel gelecektim Meryem. Fakat Kamer sultan tehlikeli bir baygınlık geçirmiş ; beni çağırttılar. Onun için geç kaldım.

Belli ki, Hamza’nın asıl söylemek istediği sözlere bu bir mukaddeme idi. O, sözlerini ezberlemiş, fakat bu ezberlenmiş sözleri de şimdi söylemek için müşkülât çekiyor, azım ve gayret sarf ettiği halde söyleyemiyordu. Nihayet kendine bile yabancı gelen titrek bir sesle başladı:

—       Meryem... Seni ismen olsun karım olmaya icbar eden bu emrivakiden dolayı çok müteessifim. Şimdiye kadar gelip bu teessürümü bizzat anlatmadığım için beni affet. Özrüm senin malûmundur.

Bu izdivaçtan dolayı hissettiğim teessürün samimiyetini tahmin ettiğini bildiğim için fazla bir şey söylemek istemem.

Teessür, diyorum; zira seni müteessir eden bir vak’a, her ne kadar benim canla arzu hissettiğim bir şey de olsa, gene teessür duyarım.

Maamafih üzülme Maryeın, heykelini parçaladığın gün, küstahlığıma verdiğin cevabla, hemen senden nasıl uzaklaşmışsam, beni bundan sonra da daima ken­dinden uzak ve hislerinin hürmetkârı bil i Bu izdivaç­tan dolayı hayatında yegâne değişiklik, babanın kona­ğından benim evime nakletmiş olmandan ibaret kala­caktır. Şu resmî vaziyetimizden istifade ederek, senden aşkıma cevab bekleyecek kadar beni pek aşağı bir adam farzetmezsın değil mi? Esasen şu saatte odana bunları söylemek ve seni daima müsterih görebilmek için geldim.

Hamza fazla bir şey söylemedi. Ziyaretini uzatmak

4

istemiyordu. Bir adım geri çekildi. Kapıdan çıkarken birdenbire hatırlamış gibi:

Yarın amcamdan müsaade alalım da Gamzeyi buraya getirelim. Sen ona alışıkınsın. Yoksa burada çok yalnız kalacaksın, dedi.

Meryemin istirahatini en ince noktalarına kadar düşünen genç adamın sözleri artık boğazında tıkanıp kalıyordu. Hemen buradan çıkması lâzımdı. Yoksa bir haftadan beri şu sözleri söyleyebilmek için bin zorluk­la topladığı kuvveti, cesareti, güneşin kaptığı bir su damlası gibi meçhul fezalara doğru uçup gitmek üze­re idi.

Gelin elbiseleri içinde bir melek gibi masum kızın güzelliği, genç adamın metanetini şiddetle tehdid edi­yordu. Tam odadan çıkarken, Meryemin bir konca le­tafetiyle açılan dudaklarının hareketi, Hamzayı tekrar yerinde durdurdu.

Beni Marküs badiresinden kurtadığınız için Hü­kümdara da, sana da hangi sözlerle teşekkür edeceği­mi bilmiyorum. Dostluğun benim en kıymetli istinad- gâhımdır Hamza.

Benim için çok üzüldüğünü ve ıztırab çektiğini de biliyorum. Fakat bu üzüntüyü, bu ıztırabı paylaşmanın çaresini bulamadığım için de ayrıca acı duyuyorum. Susmak ve dinlenmek sırası Hamzaya gelmişti. Mer­yemin bahsettiği acı, Hamzanın sevgisine mukabele edememek azabından ibaretti. Demek ki Meryem, şu nazik dakikada bile aynı şeyi tekrar etmek lüzumunu hissetmişti.

Kabil olsa Hamza: Biliyorum, biliyorum; yeter söylem ! diye haykıracaktı, sustu ; fakat bu sükûtu de­vam ettirebilmek için elleriyle, rast gele vücudunu koparıyor, canını acıtarak cümlei asabiyesini tembih ediyordu. Bir an kendi kendine : Şu kızın eline bir hançer versem de hiç olmazsa beni öldürüverse diye düşündü.

Fakat o zaman ölüm bir kerre gelmiş olacaktı. Halbuki Meryem onu, gözün görmediği hançerle sene­lerden beri, her nefes yüz ölümle öldürmüyor muydu ? Hamza, yüz hayata bedel olan bu ölüme cihanı değiş­mezdi. Ondaki lezzet ve sekri, bir Hamza bilirdi.

Ne olurdu genç adam Meryeme müteveccih olan ezelî ibtilâsının, önüne geçilmez zaafının bir zerresini Kamere karşı da hissetseydi. Kendi için her gün biraz daha solan, eriyen Kamere, o ancak, yumuşak tüylü bir kediye acıdığı gibi acıyordu.

Hamza son gayretiyle geri döndü. Artık Meryeme bakmıya cesareti yoktu. Aşktan kavrulmuş dudakları:

Meryem, Meryem.. Diye sayiklıyarak odadan çıktı.

Meryem, sessizce uzaklaşan bu merd adamın ar­kasından takdir ve minnetls baktı. O mahud sahneden sonra Hamzadan başka, kimse bu fedakârlığa, hayır bu zillete katlanamazdı.

Yazık ki bu zavallının sevdası gönlünde daima sol- mıya mahkûmdu. Meryem kendini ne kadar zorlaşa, Hamzamn harareti karşısında bir kerre bile gönlünde müsbet bir hissin doğuşunu göremiyecekti. O, bu ada­mın insanlığının ve fedakârlığının bacını ebediyen öde­yememeye mahkûmdu.

Anlaşılan bu da mukadder bir emirdi. Demek ki bu da, genç kızın akıl erdiremediği kaderden ileri geli­yordu. Aceba putlara daha fazla kurban kesse, kaderi istediği cihete çekebilir miydi ? Gene Gamzenin sözü­nü hatırladı. Bu söz Gamzenin değildi, yolda birisin­den duyarak, gelmiş Meryeme söylemişti :

“Kader, in­sanın kendi varlığı ile beraber yoğurulmuştur. Ondan içtinap [Sakınma, çekinme, kaçınma. ] edilemez. İnsan, kaçmak istediği kaderini bera­berinde götürür.,,

 Hadisat, bu vecizeyi Meryeme bilfiil kabul ettirmişti. Fakat genç kız, okumasını becereme­diği bu mukadderat salıifalarını, İlâhî şuurun akıl er­diremediği gizliliklerini öğrenmeyi ne kadar isterdi. O, şundan bundan duyduğu tek tiik sözlerle kanaat edecek yaradılışta değildi. Meryem, hakikata karşı daima aç, daima mütehassir, daima teşne idi.

Tıpkı, anasının boynuna kotlarını dolamak, yüzü­nü öpmek için ayaklarını kaldırarak uzanan, fakat ge­ne de yetişemiyen bir çocuk gibi, o da son gayretile hakikata yetişmek için uzanır, uzanır bütün aklî kud­retini kullanır fakat lıerşeye rağmen ona erişemiyerek yeisle dönerdi.

Hakikatin nurlu yüıü, Meryemin anası idi. Şüphe yok ki Meryemi yaratan ve onu sinesinin saf sütü ile besliyen bu ananın boynuna kollarını dolamak, onu öpmek için ne yapmak mümkünse yapacaktı. Ya ken­disi büyüyüp ona yetişecek, yahut anası onun göz yaş­larına acıyarak iğilecek ve güzel yüzünü öptürecekti.

Meryem gene dalmıştı. Birdenbire silkinti. Herkes onun saadetini tes’it ederken, genç kızın ruhu gene maveraî bir cevelana çıkmıştı.

Başını pencereye çevirdi. Ebedî bir yara gibi fe­cirle yavaş yavaş moraran, kızaran ufka baktı. Bütün vücuduna çöken dermansızlıkla dizleri bükülerek, ken­dini yatağının üstüne bıraktı.

Meryemle Hamzanın hayatlarının mühim bir hadi­sesini teşkil eden bu izdivaçtan sonra, Meryemin iman ettiği mukadderat, onlar için yeni ve hiç beklenme­dik bir safha daha hazırlıyor, belki de hayatlarının dönüm yerini teşkil edecek katı bir zaviye çiziyordu.

izdivaç merasiminin üstünden yirmi dört saat geç­memişti ki, Mısır Firavurunun, Üçüncü Mezere gönder­diği bir ricacı heyeti, hükümdarlarının tehlikeli bir devreye giren hastalığına, ne Mısır tabiblerinin, ne de kâhinlerin bir çare bulamadığını, gene kâhinlerin ifa­delerine nazaran bu hastalığı ancak Hayre hükümda­rının Baş Hekimi Hamzanın bir çare bulabileceğini ileri sürerek, Hekim Hamzayı Mısıra göndermesi için Fira­vunun, Üçüncü Menzere ricasını bildiriyorlardı.

Beraberlerinde çok kıymetli hediyelerle gelen bu heyet, Hamzayı salimen memleketine getireceklerini de vadediyor, aynı zamanda bu ricayı reddetmemesi için Hükümdarlarının her türlü dostluğa hazır olduğunu da ilâve ediyorlardı.

Meryemi bir zekâ oyunuyla Marküsün elinden kur­taran Hükümdar şimdi ne yapacaktı P Kurnaz elçiyi mat eden bu baş, şimdi haklı olarak şaşırmış kalmıştı. Hü­kümdar bu haberle ağlıyacak kadar müteessir olmuştu.

Üçüncü Menzer, Hamzanın vücuduna şiddetle muh­taçtı. Hamza onun eli ayağı, hem de memleketin kıy­metli bir uzuv idi.

Hükümdar bir an, baş hekiminin gaybubetiyle du­yacağı sahsî üzüntüsünü unutarak, ona muhtaç olan halkı düşündü. Hamzanın Hayreden dört beş ay uzak­laşması elim bir boşluk bırakacaktı. O giderse halk kime baş vuracak, uzak diyalardan şifa aramıya gelen derdlilere kim çare bulacaktı ?

Üçüncü Menzerin geçirdiği tereddüd anı epeyce uzun sürdü. Bir tarafta kendinin ve halkın ferdî men- featları, diğer tarafta memleketin umumî selâmeti mev­zuu bahisti. Memleketinin refahı için taassubla çalışan Hükümdara, şüphesiz umumî menfeatı tercih etmek icab ediyordu. Hatta icab etse o, kendi hayatını dahî vatanının selâmeti yolunda feda etmekte tereddüd et­mezdi. Nihayet, sefer heyetinin reisine :

Hükümdarınızın hatırı benim için pek kıymet­lidir. Kendi sıhhatları benim sıhhatim demektir. Baş hekimin Hamzayı göndermiye muvafakat^ediyorum. Şu kadar var ki Hamza benim indimde, resmî mevkiinden ziyade hususî kıymetiyle, sarsılmaz bir değer kazanmış bir vucuddur. Onun istirahatı, benim rahatım demektir. Vazifesi biter bitmez, hemen iade edilmesi başlıca şartımdır.

Siz de uzak yollardan geldiniz. Bir kaç gün kalı­nız, istirahat ediniz sonra yola çıkarsınız.

Sefer heyetinin reisi Amazis, Hükümdarın bu ali- cenablığına tomturaklı bir lisanla teşekkür ettikten sonra, hasfa Firavunun intizarda kalmaması için, hemen bir gün sonra hareket etmelerine müsaade istedi.

Hükümdar üçüncü Menzerin, uzun saltanat senele­rinin isbat ettiği' değerli hasletleri arasında, metanet ve dirayeti de kuvvetle zikredilirdi. Fakat şimdi, beş on gün içinde üsi üste gelen bu emrivakilerden bu­nalmış kalmıştı.

Avunmak için bu gece bir az eğlenceye ihtiyacı vardi, bu suretle hadiselerin mütekasif tesirlerinden sıyrılmak istiyordu. Ayni zamanda bu müşkül haberi Hamzaya söylemek için kuvvet toplaması da lâzımdı.

Hükümdara bu gece her şeyde bir melâl varmış gibi geliyordu. Yüzlerce genç kızın, kâh canlı bir yay gibi vücudlariyla çizdikleri münhaniler, kâh bu diri ve taze viicudların fırlamıya hazırlanmış bir ok gibi gergin ve sert hareketleri, musiki, her şey, ona yabancı dille konuşan kimselerin ifadesizliğini veriyordu.

Hük ümdarın düşünceli neşesizliği, muhitinin de dikkatini celbediyor, bunu, Mısırdan gelen sefer heye­tinin getirdiği bir Iıarb haberine, yahut Akdeniz kıyı­larına hâkim olan Mısırlıların ticarî bir tazyikine ham­lediyorlardı.

Hükümdarın neşesizliğinin doğurduğu soğuk hava, hemen bütün saraya suratla sirayet etti. Rakseden kızlar bile bu işe hayret etmekte idiler. Her zaman güzel ve muattar saçlarını okşıyarak onlara iltifat eden Hüküm­darın bu gece nesi vardı ?

Bahusus muhitin endişesi, Menzerin mutaddan ev­vel divanhaneyi terkederek Hamza ile beraber çekil­mesiyle büsbütün arttı.

Bizans elçisi Marküs, güzel cariyesi Selime ve zen- bir hediye kervanı ile Bizansa müteveccihen hareket ederken, garib bir cilve eseri olarak Hamza da, he­yetle beraber Mısıra müteveccihen yola çıkıyordu.

İKİNCİ KISIM

Bugün lıava ne kadar sıcak... İhtiyat sularımız da bitmek üzere. Bana öyle geliyor ki biraz daha suya rast gelmezsek, biz de, develerimiz de öleceğiz...

Çölde su olan yerleri kılağuzlar bilir, sen key­fine bak Menes !

Tam keyfe bakmanın sırası.. Çıldırıyorsun sen galiba.

Bu ne metanetsizlik Menes ? Hem bu iklime, hem de bu tarzda yolculuklara alışık olduğun halde, mukavemetsizliğin şaşılacak şey !. Bak hekim Ham- zanın hiç sesi çıkıyor mu ?

Hekim Hamza büyük adamdır Apikos. Herkes ona benzeye bilir mi ? Oyle olmuş olsa herkesin bir Hamza olması lâzım gelirdi. Bahusus ben hiç zorluğa gelemem. Dostum Apikos, bir damla suyum kalmadı, iyilik etmek istiyorsan testini bana uzat !

Apikos, arkadaşı Menese suyundan verdi, ve sözü Hamzaya çevirdi.

Ben hekim Hamzanın bu uslu duruşuna bir mana veremiyorum. Sen ne dersin Menes? Yola çı­kalı bukadar gün oldu, bizimle hemen hiç konuşmadı. Yalnız tektük kılağuzla konuşuyor, ikisi de arab da onun için..

Bizimle konuşacak değil ya...

Kendim sordun, kendin cevab verdin Apikos.. Sen de olmasan kafilenin hiç neş’esi olmıyacak..

Ben şimdi neş’eli şeyler söylemedim ki...

Biraz daha konuşsan arkasından alay gelir, ben seni bilmez miyim ?

Lâtifeyi bırak Menes, git Amazise söyle de bir kere Hamzayı yoklasın. Belki bir söyliyeceği vardır.

Fakat biliyormusun Apikos, Menzer de yaman hü­kümdarmış ; veda edeceğimiz sırada Amazise neler söyledi.. Sanki Hamzayı Misıra bedava mı gönderiyor? Akdeniz kıyılarında Arab ticaretine Mısırlıların müda­hale etmemesini, mevziî çarpışmalarda arab hukuku­nun himayesini istedi. Eğer elimizde bulunan Arab esir­lerinden de haberi olsa, onların da serbest bırakılma­sını şartları arasına koyardı.

Menes, hükümdarın bu noktayı bilmemesine mu- zafferane güldü.

Rüzgârın şiddetle savurduğu sıcak kum tabakası, ikisinin de sözlerini kesmişti. Gözlerini yumarak, baş­larını şuğutuftan içeri soktular. Hakikaten güneş, bü­tün azemetiyle arza inmiş gibi idi. Çöl, güneşin kursu kadar yakıcı idi. Esen rüzgâr, yalın ateşti. Menzile ye­tişebilmek için, bu güneşin altında akşama kadar yü­rümek lâzım geliyordu. Susuzluğun tehdidi ciddî idi.

Hayreden kalkan kervanları, lut denizinin cenubun­dan geçerek, Gazeye gelecek, orada, kendilerini bek- liyen gemilere binerek, Dimyata, oradan da Helyopalise muvasalat edecekti.

Bu seyahat tabiî şeraitte geçtiği surette, birbuçuk ay devam edecekti.    .

Mevsim, çölün en sıcak zamanı idi. Güneşin kuv-


veti çoğalmış, çoğalmış yer, gök, hava, hatta şu son­suz çölün sinesini ben gibi süsleyen kafile bile ateş kesilmişti. Suhunetin şiddeti her şeyi eritmiş, kavur- muştu. Denebilir ki, bütün kafilenin içinde sıcaktan, susuzluktan müteessir olmıyan yalnız Hamza idi. Hamza okadar kendinden münselih ve varlığına yabancı idi ki, Meryeme takılıp kalan gönlü ve hakikî hüviyeti, orada, Meryemle başbaşa kalmış, Hamza, bu ıssız, yakıcı çöl­lere boş bir cesedlegelmişti. Onun için hiç bir ezadan müteezzî olmuyordu.

Meryem’e mektup göndermek arzusu, bütün imkân­sızlığı ile gönlünde alevlendiği zaman, Hamza, avucuna noktalar koyuyor, bu noktalarda kalbinin bütün hara­retli ifadesi, bütün suzişi [Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması. ] ve aşkı mevcud olduğuna inanıyordu.

Bu noktalar sanki kendi kendine tafsil olacak, se­mada teker teker uçup, birer aşk namesi gibi Meryem’e kadar gidecekti.

Hamza, bu ruhî emirde büsbütün de haksız değildi.

Bütün bu mevcudatın bile aslı, basit bir noktadan başka neydi ?

Uzvî ve manevî varlığı ile, koskoca bir hilkat âbi­desi olan insanın da aslı, bir noktadan başka nedir ?

Sonra mükevvenatın azameti içinde, arz da bir nokta değil midir ?

Ya o, insanların vücuda getirdiği eserler, mabedler, saraylar, âbideler, kervansaraylar, heykeller, henüz vücuda getirilmeden evvel, yani daha insan kafasında, tasavvur halinde iken, bir noktada gizlenmiş değil midir ?

Hasılı mana, noktadadır; tafsilât, teşekkülât [meydana gelmeler.] ise kılükal [Dedikodu, söylenti:]  ve teferrüattır.

Hamza dalgın dalgın, gene avuçlarına bu nokta­lardan koyduğu sırada, kafilede bir kaynaşma oldu. Yolları çok iyi tanıyan klağuzlar:

Su, su... diye bagrişmiya başladılar

Ufka doğru bir kaç ihtiyar hurma ağacı görünü­yordu. Develer bu haberi insanlardan evel almışlar gibi şiddetle koşmıya başladılar.

Hamza, kafilenin gürültüsünden ve sevinç avaze- lerinden kendine geldi. Ancak o zaman, bütün vücu­dunun şedid bir su ihtiyaciyla yanmakta olduğunu hissetti. Dili, ağzının içinde kaskatı olmuş, dudakları patlamış ve kan içinde kalmıştı.

Hamza, şimdiye kadar bu derece susamış, vücudu­nun bu derece kurumuş olduğumu hissetmemiş olma­masına taaccüb etti. Sanki çölün kızgın havası, vü­cudundaki kanı bile massetmiş, onu kup kara bırak­mıştı.

Şimdi, o da herkes gibi bir an evvel suya yetiş­mek için bitab bir telaş içinde idi. Bu hale gelinceye kadar bir zerre hararet hissetmemiş olmasına tekrar şaştı. Fakat, dimağı birden bire gerilere, ta uzaklara [giden genç adam, hafifçe güldü ve tebessümüyle müş­külüne cevab vermiş gibi başını salladı. Çatlamış, kanlı dudakları hafifçe kımıldadı ; birbirinden sönük, birbi­rinden bitab bir sesle :

Meryem, Meryem..., dedi.

Meryemin suzişiyle dağlanan bu vücud, tabiatın maddî ateşini duymamakta mazurdu. Hamza için onun sevdası öyle bir suzişti ki bunun yanında ateşler birer kıvılcım gibi fersiz kalırdı. Bu dudaklarda, genç ada­mın şu kavrulmuş dudaklarında bir aşkın tarihi gö­mülü idi. Bu dudaklar, o sevdanın kilidi idi. Bu du­daklar, aşkın tekazâsını bile yenmiye uğraşır, sevgili­sine bile, sevdasından bahsetmezdi. Bu dudaklar, o sevgilinin karşısında zamirini gizlemesini bilir, tıpkı iki müştak vücud gibi sımsıkı birbirine kavuşur, ke- nedlenip susardı.

Ağaçların altına geldikleri zaman, herkes develer­den kendini atıyor, bir an evel suya erişmek heyeca­nıyla kimse kimseyi görmüyordu. O zamana kadar iki hükümdarın emaneti olarak izaz etmekte paylaşma­dıkları Hamzayı bile kimse hatırlamıyordu. Mahşerî bir gürültü ile koşuşuyor, bağrışıyorlardı. Deveciler develerini bırakmış, efendi ile hizmetkâr, sınıf, seviye farkı kalmamıştı. Hatta suya, insanlarla beraber diz çöken develer bile, bu müşterek ihtiyaçta insanlarla aynı safta idiler. İnsan, hayvan, bütün başlar sücuda varmış gibi suyun etrafını çevrelemiş içiyor, içiyor­lardı.

Su... hayat malzemesinin ruhu, lezzetten tattan muarrâ, renksiz, kokusuz su... her şeyden, çeşnisi, kokusu olan her şeyden bıkılır, fakat sudan bıkılmaz; ona doyum yoktur ki... O, her şeyin aslidir, hayatıdır. Hamza, aşkla suyun arasında sıkı bir müşabehet bul­duğu için onu çok sever. Su da, aşk gibi, evsafı hiç bir şeyde olmayan yegâne keyfiyettir. Hayatın mayesi su, ruhun mayesi de aşktır. Suda, kesif unsurların ev­safından bir hatıra olmadığı için sevgilidir. Aşkta da, sevgiliden başka kasd olmadığı için nihayetsiz dere­cede şeriksizdir. [ortaksız] 

Hey... arkadaşlar, akşam yaklaşıyor. Macora boğazı tehlikelidir, gün kavuşmadan oradan geçmeliyiz.

Kafile, devecilerin ihtarile hareket etti. Hakikaten git gide manzara vahşileşiyor, arızalı, kayalik saha başlıyordu. Çok eski zamanlardan kalma harabelerin, sarp, korkunç kayalıkların arasından geçiyorlardı.

Hamza, güneşin yavaş yavaş kısılan şevkine baktı. O, artık, ihtirak kabiliyeti tükenmiş, kor olmuş mu­azzam bir cisim gibi ateş halinde ufka doğru sarkmıştı. Nerede ise kanlı bir kılıç gibi yatan ufuk, bu ateşin kursu kapacak, gök yüzünün bu ezelî şahı kendini giz* liyecekti.

Hamza tam Macora boğazından geçerken, dik bir yamaçta bir cismin hareket ettiğini gördü. Buranın teh likeli olduğunu esasen kılavuzlar söylemişlerdi.

Kayadan kayaya atlıyan bu cisim gittikçe yakla­şıyordu. Geçid oldukça karanlıktı. Hamza ile beraber arkadaşları da bunu görmüşlerdi. Deveciler:

Hazır olun 1 Diye muhafızlara bağırdılar. Fakat gene Hamza, her keşten evel, kendilerine doğru ko­şanın, küçük bir kız olduğunu ve ellerinin hareketle­rinden, bir şeyler istemek için kafileye doğru geldiğini anladı. Kızın gülerek gelmesi ve zararsız bir mahlûk olması, yolcuların korkudan gerilen sinirlerini tatlı bir aksülâmelle gevşetti. Ona develerden boncuk, hurma, şeker kamışı attılar. Kız, çevik ve alışkan hareketlerle bunları eteğine doldurdu, koşa koşa bir kayanın üstü­ne çıkarak hemen şeker kamışını emmeğe başladı.

Yol ilerledikçe manza tekrar munisleşiyor, gene çölün müstevî nihayetsizliği başlıyordu. Arkada kalan dağlar, siyah lekeler gibi, gök yüzünün muhteşem mi- nasına doğru sivrilip kalmıştı. Güneşin son aydın bu üryan tabiat köşesine alaca renkler zammediyor, dağların birbirlerini kesen çukurlarına, gittikçe koyula­şan sincabi gölgelerle doluyordu. Hatlarda, renklerde, gittikçe vuzuh silinip kayboluyor, onun yerine yıldız­larla beneklenmiş tabiatın muazzam ve heybetli hayali doğuyordu.

Menzile geldikleri zaman, her vakitkinden daha yorgun, daha bîtab idiler. Dinlenmek, uyumak için her kes bir köşeye çekildi. Hamza yalnız kalınca, eşyaları arasından ihtimamla bir şişe çıkardı; içindeki mayiden, yüzüne, gözlerine sürerek tekrar kapadı, kaldırdı. Bu şişe, Meryem’in kendi eliyle eşyaları arasına yerleştirdiği gül suyu şişesi idi.

Bu anî seyahat haberi kızı ne kadar şaşırtmıştı.. Hamza, Meryem’in bu haberi, belki de bir müjde gibi telakki edeceğini düşünmüştü. Hâlbuki o, yenemediği bir şaşkınlıktan başka hiç bir hissini belli etmemiş, Hamza’nın eşyaları hazırlanırken, yolda ihtiyacı olabilecek bütün teferruatı düşünmüş, o meyanda bu gül suyu şişesini de bizzat yerleştirmişti.

Konuk yerlerinde Hamza ne içerde ne de çadır altında yatardı. Onun için gene çabucak hurma lifinden yatak yaptılar. Esasen kafilenin mühim bir kısmı da açıkta yatacaklardı.

Hamza’nın derunî ve maddî süzişlerle yorgun düşen vücudunu, çok geçmeden uyku kaptı, bu sefer de karşısına bir rüya âlemi açıldı. Bu, öyle bir rüya idi ki, kalbe düşen bir ok gibi, Hamza’nın yüreğini delip geçti:

Rüyasında meçhul bir el görüyor, meçhul bir ses duyuyor, fakat bu elin ve bu sesin sahibini göremiyordu. Bu el ona, semada, aya şiddetle yaklaşmış bir yıldızı ve ayı gösteriyor : Bak sevgilin kimin sesinde ! diyordu.

Hamza o anda Meryem’i hakikaten, sevdiği bir kimsenin sesinde görseydi de, ancak bu kadar harab olur, bu kadar perişan edici bir kedere düşerdi.

Bu korku ile birden bire uyandı. Bu uyanış ta, ona rüyadaki korkusunu tekzib [yalanlamak, bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.] edecek mahiyette değildi. Zira bir lâhzada uykunun afyonlu tesirinden silkinerek bakışlarıyla gökyüzünün tarayınca, ziyadar bir yıldızın aya şiddetle yaklaşmış olduğunu gördü. Demek ki bu manzara, rüyasını filen teyid ve tabir eden bir hakikat, acı bir ihtardı.

Hamza biran, içinden çıkılması müşkül biı şuur ihtilatına kapıldı. Gaybin bu sarih ihtarına rağmen, dimağı, hakikati tahrif etmeye bu hadiseyi, aklî sebeblerle izah etmeye çabalıyordu. Meselâ, şimdi şu gördüğü ay ve yıldız, biran uyanarak görüp, tekrar uykuya daldığı için unuttuğu ve tahdeşsuuruna [şuuraltı] malettiği bir hîkâye olamaz mıydı ? Belki de bu rüya, alelâde bir cevvî hadiseden mülhem olduğu bir hadise idi.

Hamza, aklının bu müdafaasından kuvvet, teselli verici bir ümid bulmaya çabalıyor, fakat hakikatin sesini susturmaya muvaffak olamıyordu. Zira genç adamı o manzaradan ziyade tedhiş eden bir bedahet [açıklık, ispata ihtiyaç duymamak, âşikâr] vardı ki bu: Bak sevgilin kimin göğsünde! Diyerek gök yüzüne uzanan el, ve bu elin sahibinin sesi idi. Hamza’nın rüyada yarım yamalak şuurunun ne bu eli, ne de o      sesi icad etmesi imkânsızdı. Çünkü o elde de, bu seste de öyle sadık bir mâna vardı ki, Hamza, şimdi bile bu iki meçhul karşısında titriyordu. O el, kimin eli idi, bilmiyordu. Fakat bildiği bir şey varsa, bu elin, hiç kimse de görmediği ruhanî bir halâvetle manalaşmış, güzel bir el, oluşu idi.

Karanlık gecede güneş sanki bu elin üstüne doğmuş, yahud güneş bu elden doğmuştu.

Bu elde ve seste, Hamza’yı, kaderin önüne geçilmez buyruğuna alıştırmak isteyen müşfik ve himaye- kâr bir tatlık vardı.

Hamza bir kere daha gökyüzüne baktı. Muzî ve hayatdar yıldız, zevkten ve hazdan mest, ayın sinesinde parlıyordu.

Ay ile dudak dudağa gelmek üzere olan ve ona bu kadar mahrem bir imtiyazla sokulan bu yıldız, demek ki, sevgilisiydi, Meryem’di. Tıpkı ayın kendi vücudundan kopmuş, ışrakı 8 Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. ] şiddetinden sıçramış bir zerre gibi aşk heyecanlarıyla parlayan bu yıldızın tahtı kimdi ?

Hamza’nın bir lâhza bile temellük edemediği sevgilisine, sinesinden taht düzen bu âsümanî 8 Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.] vücud kimdi ? Bu bahtlı insanı bilmek için Hamza şu anda canını verirdi.

Hamza, iradesiz bir hareketle başını sağa sola çevirdi. Ancak bunu bir az evel rüyasında kendisine hitab eden sesten, o nuranî elin sahibinden sorup öğrenebilirdi. Fakat genç adam etrafında kimseyi göremedi.

Hamza, bütün vücudunun, topraktan bir külçe gibi ağırlaştığını, yatağa yapıştığını, hissediyordu.

Artık yavaş yavaş sabah oluyor, etraftan tek tük sesler başlıyordu. Nöbetçiler, dolaşarak kafileyi uyandırıyorlardı. Hareket zamanını ihtar eden bu seslerin davetine icabet lâzımdı. Hamza, yatağından kalkmadan evvel bir kere daha başını göke çevirdi. Bütün acı ihtarına rağmen bir kere daha onları, Meryem’le sevgilisini temsil eden ayla yıldızı görmek istiyordu. Fakat gözlerine dolan yaşlar, bu manzara ile bu gözlerin arasını perdelemişti. Hamza bu yaşları silmeden yataktan fırladı kalktı.

**

Bu rüya hadisesini takibeden on günü, genç adam çok hümmalı, ıztırablı geçirdi. Fıtraten kavî ve mukavim bir mizaca sahib olmakla beraber, ıztırab onu, kuvvet ve mukavemet kabiliyetlerinden boşaltmış, nasıl, demircinin bazusu demiri istediği şekle sokarsa, aşk ıztırablarının pençesinde yumuşak bir demirden farkı olmayan Hamza da, bu kavî bazunun içinde aynı zebun teslimiyetle ateşin günler geçiriyordu.

Gene bu aşk değil mi ki, yelesi kabarmış nice aslanları bir kuzuya çevirir. Bir zamanlar Hamza da aslan gibi kükremiş, fakat ne de çabuk bir kuzuya dönmüştü. Hatta şimdi bu işe gayb alemi bile müdahale etmiş, bu yaralı adama, sevgilisinin elinden gittiğini işaret etmişti. Bu rüyayı ona kim göstermişti ?

Meryem acaba hakikaten bir sevgilinin sinesinde mi idi ?

Çöllerde eli, kolu bağlı Hamza, bunu nasıl anlasın bunu nasıl öğrensin?

Genç adam, aşkının bir kasırga dehşetiyle gönlü ağacından söküp kopardığı ümid yapraklarının şuraya buraya uçup kayboluşunu melalle seyrediyor ve bir gün olup bu ağacın bir kış manzarası gibi çırçıplak kalacağını da düşünüyordu.

Hamza, Meryem’i kaybettiğini itiraf etmek için daha ne bekliyordu ?

Onu bu sevdadan döndürmek için işte, sevgilisinin zahımlarına gayb âlemi de iştirak etmiş, Hamza’yı yaralamak için, görünmeyen kuvvetler de Meryem’le birleşmişti.

Bu sevda ile genç adam, damla damla eriyor, fakat her zamanki gibi bu duya duya ölmekte de gizli bir zevk buluyordu.

Hayır, hayır, her şeye rağmen bu aşktan vaz geçmeyecek, Meryem’in aşkına iftikar [Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük. ] etmekten yüz döndüremeyecekti.

**

Bugün gene üzgünsün Meryem..

Öyle Gamze...

Nen var, ne oldun, hasta mısın yoksa ?

Hayır hasta değilim. Bir şey de olmadı. Ham- 2anm bu tehlikeli ve zahmetli yolculuğa çıkmasında kendimi mes ul görüyorum. Bu manevî yük beni yo­ruyor. Onu buradan benim gönlüm uzaklaştırdı Gamze.

Bu benim de hatırıma gelmişti.

Bu manevî mes’uliyetten kurtulmam, onun Hayreye selâmetle avdeti ile mümkündür. Meryem:  Gerçi o [Hamza] ge­lince, hayatım bir işkence olacaktır. Zira insanın, manası olmayan bir kimseyle bulunması kadar büyük azab yoktur. Onunla bir evde bulunmanın benim için cehennemi bir hayat olacağını biliyorum. Fakat insa­niyet duygusu bana bunları bile düşündürmüyor.

Gamze, Meryemin İnsanî hislerinin meftunu idî, kızın düşüncesini ve üzüntüsünü haklı buluyordu. Fa­kat onu bu hususta teşci etmedi. Bilâkis oyalamak ve unutturmak için sözün mecrasını değiştirdi:

Haydi Meryem, kalk süt babanın evine gidelim. Aylardan beri insan yüzüne çıkmadın. Bizi görünce sevinir. Dün sana bal getirdi, Hamzayı sordu, gitti.

Gezinti tekliflerine karşı her zaman somurtan Mer­yem, bu defa uslu uslu :

Peki.. Babama da uğrayalım; gitmiyorum diye beni Hükümdara şikâyet ediyormuş, dedi.

Gamzenin dediği gibi Meryem Hamza gittiğinden beri evinin içinde, tam kendi istediği gibi sessiz, gürültüsüz bir hayat geçiriyordu. Arabın ateşin erkekleri de, artık Harazanın karısı olan Meryemi taciz edemiyorlardı. Hatta teyzesinin oğlu Halit bile ziyaretlerine nihayet vermişti. Hamza olmadığı bahanesiyle Meryem, saray eğlencelerine de iştirak etmiyordu. Fakat Zeyyad, gülüp eğlenen cemiyetin, zevklerine kızının iştirak etmemesine, bir türlü mana veremiyor, onun bu inzivada gönlünün mahsûs olmıyan vicdanî zevklere karşı mübtela olduğu sönmez iştiyaka bir ce­vab, kendini kendine yaklaştıran bir kuvvet bulduğu­nu anlıyamıyordu. Halbuki Meryem için, mahsus duy­gularının zebunu olan cemiyet, iğrenç ve kördü. İki gözden mahrum kimseler gibi önünü ve teveccüh ettiği yeri görmiyerek ulu orta sürüklenip giden şuursuz bir sürü idi. Nitekim, bu dünya illetinin mübtelaları, tıpkı ağacında çürümüş bir yemiş gibi, küçük bir sarsıntı, hafif bir rüzgâr ile dökülüp, toprakta iğrenç manzara- lariyle bir kaç gün durduktan sonra kaybolup gidiyor­lardı. Fakat, kimse kimsenin akıbetinden mütenebbih olmuyor, gene bütün şiddetiyle dünya ve onun kendi gibi geçici zevkleri tarafından tekrar sürükleniyorlardı. Bu maddî ve sathî hayatın esas vasfı vefasızlık ve nan­körlüktü. Herhangi bir sebeble bir ferdini kaybeden cemiyet, onu derhal unutuyor ve başka fertlerle bu ek- sikiiği kapatıyor, tamir ediyor ve bu silsile böylece de­vam edip gidiyordu.

Meryem, dünya hayatına yüksekten bakabildiği için, onun bu hayvanı cebhesini görebiliyor ve mümkün ol­duğu kadar ondan uzak olmıya çalışıyordu. Eğer o da bu rüzgâra kapılanlardan olsaydı, ağacından henüz kopmuş çiçekli bir dal gibi, rüzgâr önünde şaşkın ve perişan, sağa sola çarpacak, şuursuz bir gidişle sürük­lenecek, nihayet yaprağı da, çiçeği de türlü takallüb- lerle yolunuptoprağa karışacak ve unutulacaktı.. Mer­yem bu hayatın nesini istesin, hangi müstakar zevkine bel bağlasın da kendini onun içine salıversin ? Onun gönlü ihtiyacı, vicdaniyatın hududu görünmiyen vüs­atine dayanıyor, sathı ve firarı zevklere kanamıyordu.

Meryem, düşüncelerinin coşkun tevalisi ile yolun farkına varmadan, babasının evine kadar geldi. Sokak kapısından itibaren, bağçede, avluda, mutaddan fazla bir telâş ve gürültü ile karşılaştı. Kapıcı onları mera­simle selâmlarken, Hükümdarın içerde misafir olduğunu söyledi. Meryem bu haber üzerine girip girmemek için bir an terddüt etti. Fakat geldiğini görenler, koşup geliyor, şevinçle kendisini selâmlıyorlardı. . Bir kerre görüldükten sonra geri dönmek olmazdı, Gamzeyi din­leyip sokağa çıktığına pişman olarak içeri girdi.

Hükümdar nadiren müsahibi Zeyyadın [Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan. ] evine gelir, bir kaç saat kalırdı.

Meryem daha yukarı çıkmadan koşarak bir cariye geldi ve Hükümdarın Meryem’i çağırdığını söyledi.

Geldiği, ne de çabuk duyulmuştu...

Meryem kapıdan adımını atarken Hükümdar :

Vay ipekkurdu, nasıl oldu da kozanı delip dı­şarı çıkabildin ? Diye lâtife ile karşıladı.

Hükümdar neş’eli zamanlarında Meryem’e, ipekkurdu, diye hitab ederdi. Meryem de bu tabirden hoşlan­dığı için tebessümle mukabele eder, ses çıkarmazdı. Fakat bu sefer gülmedi ve susmadı.

İpekkurdu, yani kendi kendini habseden mah­lûk demek değil mi Hükümdarım ? Niçin gülüyorsunuz?

Öyle.. Bu maksatla kullanılan bir hitab bu !

Anlamadığım bir şey varsa, sizin gibi zekî ve dü­şüncelerini tartabilen büyük bir kimsenin, tecerrüdün [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] manasını anlamaması ve onu istihfafla [hafife alma, küçük ve aşağı görme, küçümseme. ] karşılamasıdır.

Ben, eas itibariyle dünyadan nefret etmiyorum. Bilâkis dünyayı güzel, hem de pek güzel buluyorum. Şu kadar var ki, her güzel şeyin, iğrenç cepheleri de olması tabiîdir, işte ben, dünyanın bu mülevves [kirli, bulaşık. ] kısmın­dan istikrah [Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek. ] ediyorum. İşte ben bundan tiksiniyor, bu taşkın, yorucu ve manasız hayattan uzak olmaya ça­balıyorum.

İpekkurdu, diye hor gördüğünüz o böceğin koza içinde geçen mahbus hayatı, manada azadlıktır. Zira göklere uçmaya müstaid [istidat ve kabiliyet sahibi olan. Zeki ve akıllı kimse, uyanık, anlayışlı. ] kanatları o, bu esarette tedarik eder. Onun için bu tecerrüde, esaret değil, hürriyet demelidir.

Siz, ipekkurdunun havadan, güneşten, su­dan, hasılı her bir ihtiyaçtan müstağni olarak geçirdiği bu sarhoşluk âlemini neden istihfaf ediyorsunuz?

O hayatın tadını, o sarhoşluğun zevkini bilmediğiniz için değil mi ?

İpekkurdu kendini, kendinden başka sâkini olmayan bu daracık hücreye, ihtiyariyle mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] eder. Zira ona bu yalnızlıkta, fezaların ihata edemeyeceği bir genişlik vardır.

**

Zeyyad, kızının dudaklarından birbirine çengellen­miş gibi çıkan sözlerden korkuyor, hükümdara gös­termeden susması için işaretler ediyor, el ve göz hare­ketleriyle onu sükûta davet ediyordu.

Musahibin de hakkı vardı; çünkü Meryem daha se­lâmlaşmadan söze başlamıştı. Hem de ne sözler ?

Zeyyad’ın zihniyetine göre, küstah, çirkin bir ifade !

Ço­cukluğundan beri şekil perest olan Zeyyad, Meryem’in laubali telakki ettiği sözlerinden dolayı onu daima suçlu çıkarırdı. Halbuki Hükümdar, Zeyyad’ın kızının bu öl­çüsüz ve merasimsiz hareket ve sözlerine alışık ve mem­nundu. Meryem’in böyle açık ve samimî konuşması ona, güzel bir besteden daha hoş gelirdi. Zira bu kızın söz­lerinde gönlünün harareti, sarahatle görünürdü. O, ya hiç konuşmaz, yahut da söylediği vakit, duygularını tervih [Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma. ] eden derunî bir ibramla söylerdi.

Hükümdar, Meryem’in susmaması için soluklarını bile yavaş yavaş alıp veriyordu. O şimdi başka bir mevzua girmişti:

Süratle cereyan eden bir nehri bir sed, insan zekâsının düzdüğü bir hail durdurabilir. Fakat görünmeksizin akan ömür nehrini durduracak bir kuvvet ci­handa yoktur. Bu nehrin koşup gittiği son merhale ölümdür.

Dünya ile sıkı fıkı dost olmadığım için beni neden ayıplıyorsunuz ?

Dünya vefasızdır Hükümdarım!, bu böyle olduğu , gibi dünyada bulunan her şey de tabiî olarak vefasızdır. Dünya dalına sıkı yapışmaya gelmez, zira çürüktür ; en beklenmeyen zamanda kopar, tu­tunmuş olan da düşüp parça parça olur. O, kedi gibi doğurduğunu yer.

Sonra karşınızda rakseden bir güzelin yüzünde saltanat süren taravet ve gençlik, ariyet bir libas gi­bidir. Müddeti gelince vefasız dünya onu çekip alır ve bir başkasına giydirir. Dünya, ne güzeli çirkinleştirmeye ne zengini sokak dilencisi etmeye, ne de ma­mureleri viran eylemeye sıkılmaz. Dünyanın durmadan dönen çarkı, her saniyede bir can vücuda getirdiği gi­bi bir diğerini de alıp götürür.

Beni, fettan [Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.] bir kadına benzeyen, bu iki yüzlü dün­yaya gönül bağlamadığım için mi ayıplıyorsunuz ?

Bir az sabredin en beğendiğiniz bir güzeli, senele­rin hançeri o hale sokar ki, iki sevgili birbirinizi tanı­maz olursunuz. Bütün lâtif ve hoş şeyler, avdet ede­cekleri toprak tarafından istihfafla beklenmektedir. Eğer bana payidar ve ebedî zevki bulup getirir de, gene ona gönül vermezsem o vakit kellemi kesiniz razı­yım...

Hükümdarım seni severim. Merdsin, adilsin; hem hal inde saltanat kâbusu yoktur.. Onun için....

Artık Zeyyad dayanamadı, kızının cür’etkârlığı had­den aşmıştı. Kaç defa Hükümdarla böyle arkadaşça konuşmamasını ihtar etmişti. Bir Hükümdara karşı, seni severim merdsin... ne demekti ?

Demek ki sevmese, seni sevmem., diyecekti.

Zeyyad, Hükümdarın şahsına olacak hürmetsizlikten ziyade, günün birinde bu lâu­baliliğin, kendi mevkiini sarsacağından endişe ederek kızını böyle pervasızca konuşmaktan menetmek isti­yordu. Halbuki zavallı adam, asıl Hükümdarın Meryem’e olan sevgisinin, kendi mevkiini kuvvetlendiren âmil­lerden biri olduğunu bilmiyordu.

Hükümdarım, müsaade edermisiniz Meryem bir parça dışarıya çıksın. Yorgun geldi, ne söylediğini bil­miyor.

Ne istiyorsun Meryem’den ? Canın sıkıldıysa sen çık.

Güzel Meryem, benim güzel kızım., seni çok özle­miştim. Ne iyi oldu da geldin. Bu gün içimde bir dar­lık vardı, seni görünce ferahladım. Hamzanın gaybubeti beni çok sarstı. Günleri sayıyorum. Her halde bu gün­lerde Gazeye varmışlardır.

Öyle olmalı Hükümdarım.

Bu gün bir parça dolaşmak istiyordum. Hava da çok güzel., istersen hep beraber çıkalım Meryem î

Peki Hükümdarım. Ben de Hamzanın süt baba­sına gitmek istiyorum.

Beraber gidelim o halde. Haydi Zeyyad söyle atları hazırlasınlar. Meryem iyi ata biner.

TJçp beraber yola çıkt*\ar. Meryem kendini, tabia­tın ahenkdâr manzumesi içinde bulunca geniş bir ne­fes aldı. Gönlündeki menşei meçhul ateşi biraz olsun teskin edecek, avunduracak yardımcı vesilelere ne ka­dar ihtiyacı vardı. Tabiatın canlı ifadesi, hislerine inti­zam, gönlüne kuvvet verdi. Sanki bütün tabiat susmuş, huşula bir aşk neşidesi dinliyordu. Meryem de tabiat gibi mestti.

Hava o kadar durgun ve yorgundu ki, mesafeler adeta kısalmış, yakınlaşmış, uzak dağların rengine ber­rak bir aydınlık çökmüştü.

İki dağı birleştiren dar ve meyilli vadiden bir ko­yun sürüsü süzülerek iniyordu. Bu geçid o kadar dar­dı ki, koyunlar teker teker, tıpkı dağların sinesine ge­çirilmiş inciden bir gerdanlık gibi dizi dizi geçiyorlardı.

Bir az ötede, rüzgârın okşar gibi rikkatle dalga­landırdığı ekin tarlaları başlıyor. Her hareketiyle renk­leri kâh koyulaşan, kâh filizileşerek açılan, güneşin kuvvetli akisleriyle vakit vakit beyazlaşan tarlalar...

Hükümdar, Zeyyad ve Meryem önden gidiyorlar, maiyet süvarileri de uzakça bir mesafeden onları takib ediyorlardı.

Meryemin kafile ile gitmekten içi sıkılmıştı. Atını mahmuzladı, rüzgarın önüne düşmüş bir bulut gibi uçup gitti.

Hükümdar onun arkasıdan bakarak :

Senin kızına yaşamak için buradan başka bir dünya lâzım.. Hamzaya acıyorum ! dedi.

Akşam dönüşte Meryemi evine bıraktılar.

.***•

Bir değneği bile büküpte birden bire bırakınca yay­lanır, fırlar. Hekim Hamzanın gönlü ise sevdanın söz anlamaz eliyle, teessür ve ıztırablarıyla öyle bükülmüş, öyle kıvrılmıştı ki, bu gepgergin münhani bir bırakılsa, her manii, her haili, hattâ mesafeleri ve zaman mef­humunu aşıp, doğruca sevgilisinin civarına düşecekti. Hamza, daha Mısıra vasıl olmadan, avdet zamanını lıe- sab ediyor, ve bu yaman çölleri tekrar geçmek, Mer- yeme gitmek için kendinde şiddeli bir kuvvet buluyor­du. Bu kaygu, genç adamın göğsünde ikinci bir kalb gibi çarpıyr, ve gittikçe artan çekiç sesleri gibi, bu korkunç darabanı, maneviyetinde olduğu gibi, aynen uzviyetinde de hissediyordu.

Hamza teheyyücten bunaldığı zamanlar, sağdan sol­dan avunacak çareler aramaz, teselliyi de gene aşkın­da, hep onda arardı. Kim bilir belki Meryem de onu özlemişti. Bu bir büyük teselli idi.

Bir akşam vakti, Hayreden kalkan kervan, çölleri aşarak tam bir ay yolculuhtan sonra Gazeye girdi. Burası, Arona ve Askalondan sonra, Akdeniz’in cenu­bunda son mühim limandı. Hamza ile arkadaşlarını Dimyata götürecek gemiler, burada çoktan bekliyordu.

Hamzayı, istirahat edebilmesi için sahilde bir hana misafir ettiler. Ertesi gün gemiler şafakla beraber ha­reket edecekti.

Bu sevimli liman bir ihracat ve ticaret merkezi idi. Onun için şehirde her kavimden karışık bir kalabalık görülüyordu.

Hamzamn istirahatine memur olan Firavunun teş­rifat ve saray memurları, onu denize karşı güzel bir odaya yerleştirdikten sonra, gezmek, eğlenmek için birer tarafa çekildiler.

Hamza denizi çok severdi. Böyle vasi su sahasını, ancak seyahatleri esnasında görebiliyordu. Hamza gerçi seferin meşakkatine metanetle mukavemet göstermişse de, nihayette o da bir insandı, yorgun, hattâ hasta gi­bi idi; istirahate şiddetle ihtiyacı vardı. Sabahleyin fe' cirle beraber hareket edeceklerine nazaran, bu geceyi sakin geçirmesi lâzımdı.

Pencerenin önüne oturdu. Gurubun yaklaşmış olma­sıyla gökyüzü alev alev yanan bir kubbeye benzemişti. Bu ateşin renk, aynen nıücella sulara da aksetmişti. Suları tutuşturup yakan bu kızıllık, sahillere doğru git tikçe, lacivert, mor, turuncu yanar döner harelerle ya­vaş yavaş sönüyordu. Sanki tabiat, görünmiyen bir sev gilinin hasretiyle böyle yanıp tutuşuyordu.

Tabiat yanıyor da Hamza yanmıyor muydu? Hem onun hasreti, tabiatınki gibi gizli de değildi.

Yanıyordu, anlatılmaz, dile gelmez bir şiddetle yanıyordu. Hamzanın gönlündeki ateşe, hasret ateşi de demek mümkün değildi. Zira genç adam, o kadar Mer- yemle dolu, o kadar sevgilisiyle ittisalde idi ki, aşkla meşbu olan her zerresi Meryem kesilmişti. Eğer ken­dini onunla bu kadar meşbu hissetmemiş olsa, bu aşırı zevki nereden bulurdu ? Hem ayrılık, hem ittisal.. Hamza buna kendi de şaşıyordu.

Eğer hasretle ittisal, elle tutulan, gözle görülen mahsus bir vücuda malik olsalar, birini ötekinden fark etmek mümkün olmazdı. Bu iki hal, o kadar birbiri­nin eşi, birbirinin mütemmimi idi ki, birlikte söz söy­leyen iki dudağın hareketi gibi, bunlar da ayns gayeyi itmam eden ayrı fakat aynı vücud idiler.

Hamza dışardan gelen ince bir sesi dinlemek için başını pencereden çıkardı. Sahilde bez çırpan bir ka­dın alçak fakat yanık bir sesle şarkı okuyordu :

Sular haldaşım oldu.

Gönül sırdaşım oldu.

Sanma ki yalnızım ben,

Aşkın yoldaşım, oldu!

Hamza, kendi gönlünün, karşısındakine sıçramış bir ifadesi gibi olan bu muhteriz sesi Iıuşula dinledi. Bu ses, erguvanı sulara dalıp çıkıyor, sekerek kaybolup gidiyordu. Nerede ise ay da çıkacaktı. Fakat Hamza, rüya gecesinden beri aya bakarken şiddetli bir korku ve ürkeklik hissediyor, öyle ki, ayın yükseklerden ba­kışı onu, erişilemiyecek kadar kendinden yüksek bir rekib ile karşi karşıya olduğu zehabına düşürüyordu. Ay, o geceden beri Hamzanın meclıul rakibi idi. Genç adamı artık bu kaçılamıyacak semavî rakibe ve nereye

Bir akşam vakti, Hayreden kalkan kervan, çölleri aşarak tam bir ay yolculuhtan sonra Gazeye girdi. Burası, Arona ve Askalondan sonra, Akdeniz’in cenu­bunda son mühim limandı. Hamza ile arkadaşlarını Dimyata götürecek gemiler, burada çoktan bekliyordu.

Hamzayı, istirahat edebilmesi için sahilde bir hana misafir ettiler. Ertesi gün gemiler şafakla beraber ha­reket edecekti.

Bu sevimli liman bir ihracat ve ticaret merkezi idi. Onun için şehirde her kavimden karışık bir kalabalık görülüyordu.

Hamzanın istirahatine memur olan Firavunun teş­rifat ve saray memurları, onu denize karşı güzel bir odaya yerleştirdikten sonra, gezmek, eğlenmek için birer tarafa çekildiler.

Hamza denizi çok severdi. Böyle vasi su sahasını, ancak seyahatleri esnasında görebiliyordu. Hamza gerçi seferin meşakkatine metanetle mukavemet göstermişse de, nihayette o da bir insandı, yorgun, hattâ hasta gi­bi idi; istirahate şiddetle ihtiyacı vardı. Sabahleyin fe' cirle beraber hareket edeceklerine nazaran, bu geceyi sakin geçirmesi lâzımdı.

Pencerenin önüne oturdu. Gurubun yaklaşmış olma­sıyla gökyüzü alev alev yanan bir kubbeye benzemişti. Bu ateşîn renk, aynen mücella sulara da aksetmişti. Suları tutuşturup yakan bu kızıllık, sahillere doğru git tikçe, lacivert, mor, turuncu yanar döner harelerle ya­vaş yavaş sönüyordu. Sanki tabiat, görünmiyen bir sev gilinin hasretiyle böyle yanıp tutuşuyordu.

Tabiat yanıyor da Hamza yanmıyor muydu? Hem onun hasreti, tabiatınki gibi gizli de değildi.

Yanıyordu, anlatılmaz, dile gelmez bir şiddetle yanıyordu. Hamzanın gönlündeki ateşe, hasret ateşi de demek mümkün değildi. Zira genç adam, o kadar Mer- yemle dolu, o kadar sevgilisiyle ittisalde idi ki, aşkla meşbu olan her zerresi Meryem kesilmişti. Eğer ken­dini onunla bu kadar meşbu hissetmemiş olsa, bu aşırı zevki nereden bulurdu ? Hem ayrılık, hem ittisal.. Hamza buna kendi de şaşıyordu.

Eğer hasretle ittisal, elle tutulan, gözle görülen mahsus bir vücuda malik olsalar, birini ötekinden fark etmek mümkün olmazdı. Bu iki hal, o kadar birbiri­nin eşi, birbirinin mütemmimi idi ki, birlikte söz söy­leyen iki dudağın hareketi gibi, bunlar da aynı gayeyi itmam eden ayrı fakat aynı vücud idiler.

Hamza dışardan gelen ince bir sesi dinlemek için başını pencereden çıkardı. Sahilde bez çırpan bir ka­dın alçak fakat yanık bir sesle şarkı okuyordu :

Sular haldaşım oldu.

Gönül sırdaşım oldu.

Sanma ki yalnızım ben,

Aşkın yoldaşım oldu!

Hamza, kendi gönlünün, karşısındakine sıçramış bir ifadesi gibi olan bu muhteriz sesi huşula dinledi. Bu ses, erguvanı sulara dalıp çıkıyor, sekerek kaybolup gidiyordu. Nerede ise ay da çıkacaktı. Fakat Hamza, rüya gecesinden beri aya bakarken şiddetli bir korku ve ürkeklik hissediyor, öyle ki, ayın yükseklerden ba­kışı onu, erişilemiyecek kadar kendinden yüksek bir rekib ile karşi karşıya olduğu zehabına düşürüyordu. Ay, o geceden beri Hamzanın meçhul rakibi idi. Genç adamı artık bu kaçılamıyacak semavî rakibe ve nereye gitse kendisini takib etmek mukadder olan bu nuranî çehreye gıbta ile bakıyordu.

Pencerenin pek yakınından geçen bir martı, Ham- zanın nazarlarını tekrar denize çekti. Oturduğu yumu­şak minderin üstünde tatlı tatlı gerindi. Etrafını daha iyi görebilmek için başını pencereden dışarıya çıkardı. Ne tuhaf, sokak o kadar kalabalıktı ki... Bilhassa bu­lundukları hanın önü. Burada her lisandan konuşan, karışık bir insan kalabalığı göze çarpıyordu. Hamza konuşulan sözlerin bir kısmını anlıyor, bir kısmını anlamıyordu.

Gürültü gittikçe sıkışıyor, her türlü müdahale, bu söz anlamaz insanları dağıtamıyordu. Hamzayı pence­rede gören birisi :

Mutlaka budur. Bu güzel yüzlü delikanlı...

Bir adam, kollarında sıska, buruşuk yüzlü bir ço­cuğu kaldırarak bağırıyor:

Delikanlı, bize merhamet et. Şu çocuğum, ölen çocuklarımın dokuzuncusudur.

. Bir başkası:

Hey arkadaş! Hekim Hamza sen misin?

Hamza tereddüdsüz cevab veriyor :

Evet benim ! Hepinize bakacağım gelin !

Her keşten evvel içeriye Apikos girdi. Mahcub, suçlu, başı önünde idi :

Arkadaşlardan biri sizin buraya geldiğinizi ve bir gece kalacağınız nasılsa ağzından kaçırmış. Bu yüz­den sizi rahatsız ediyorlar. Bir kaçına bakınız, kalan­ları ben savarım, dedi.

Hayır, hayır., sataşmayın zavallılara.. Sabaha kadar bakabildiğim kadarını tedavi ederim.

Hamza, taliin garib bir cilvesi olarak o gece sa­baha kadar hastalarla uğraştı. Gemiler, şafakla bera­ber yelken açarken, sahilden fışkıran şükran sesleri, minnetle dolu yüzlerce kalbin sayhaları, yavaş yavaş uzaklaşan gemilere kadar geliyor, sonra bu sesleri bu­lutlar emerek, göklerde sönüyordu. Hamza bu sesler­den yalnız bir tanesini unutamıyör ve kendi kendine tekrarlıyordu :

Senin derdine de Allah derman olsun temiz yürekli genç !

***

Mısır, bir haftadan beri tatlı bir heyecan ve ümid içinde. Hayre Hükümdarının baş hekimi Hamzanın, Firavunun sıhhati ile alâkadar olan bir haftalık mesa­isi, günden güne müsbet neticeler vermektedir. Sara­yın etrafı gece gündüz, Firavunun sıhhatından haber bekleyen bir kalabalıkla kenedlenmiş, Örülmüş... Halk, Mısırın tarihine şanlı sahifeler ilâve eden Hükümdar­larının sıhhatiyle alâkadar. Bu alâkadan yalnız, hay­vanlardan daha fena şeraitte, daha zorlu, feci ve vahşî müşküllerle çalıştırılan esirler müstesna... Yalnız on­lar Firavun için gayız ve kin besliyorlar...

Hamzanın Mısıra gelişinin onuncu günü, hastanın vaziyeti adeta nekahat safhasına girdi. Hemen bir se­neden beri yataktan çıkamıyan Firavun, dünyaya yeni doğmuş gibi seviniyor.

Hamzaya gelince o, şu on gün zarfında geceli gün- düylü çalışmış, hep hasta ile meşgul olarak hemen bir gece bile istirahat edememiştir... Firavunun iyileşmekte olduğunu görerek, istirahat nöbetinin kendine geldiğini düşünerek memnun oluyor.

Mısıra geldiğinden beri ilk defa kendine tahsis edi­len büyük ve muhteşem odada, kuş tüylü sedirin üs­tünde dinleniyor. Bu odada neler yok... her köşede san’atkârane bir acaiblik, saltanat zevkim temsil eden remizler var. Bediî lâvhalar, oymalar, heykelcikler, altın yaldızla işlenmiş duvar ve tavan nakışları, yer­lere mebzulen serilmiş postlar, bilhassa birbiriyle dö- ğüşecekmiş gibi baş başa konmuş arslan postları... Mermerden oyulmuş büyük bir rafın üstüne dizilmiş ıtır dolu şişeler, gül yağları ve saire,.. Nihayet Ham- zanın tahta benziyen yatağı...

Kemerleri, sütunlarıyla bir meydan kadar geniş olan bu büyük odanın dahilî manzarası, kısabık bir zamanda gözden geçirilecek gibi değil ki...

Hamza çabucak gözlerini bu kıymetli eşyadan ayırıp dışarıya çeviriyor. Mısırın tabiî manzarasına, bilhassa efsanevî Nile, ta çocukluğundan beri işittiği sayısız hi­kâyelerin mevzuu olan ve Mısır rahiblerinin muhayye- lelerinin türlü türlü menkıbeler izafe ettikleri bu aza­metli nehre bakıyor.

Mısırda halkın büyük bir kısmı, Nilin semadan çık­tığı kanaatındadır. Nil, semavî nehirlerin yer yüzünde bir timsali olarak kabul edilir. Feyezanları ise (İzis) in göz yaşları olduğu için böyle bol ve feyizli olduğu söylenir.

Firavun biraz iyileştikten sonra Hamza, Mısır me­deniyetini yakından görmek, bilhassa inşa edilmekte olan Ehramı tedkik etmek istiyordu.

Genç hekimin, sarayda gördüğü ikram o kadar aşırı idi ki, bu kadarı kendisine hoşluk yerine sıkıntı veri­yordu. Bilhassa Firavunun, cariyelerden. beğendiğini


seçmesi için üst üste vaki olan tekliflerini baştan sav­mak nekadar eziyetli idi. Esasen Hamzanın Mısır sa­rayına ayak basması, kadınlar ırasında şiddetli bir re­kabet ve mukaseme telaşı uyandırmıştı. Bunların içinde bilaassa bir tanesi vardı ki, ısrarla genç hekimin yüzüne dalan gözlerinde mütecaviz bir alâka görülüyordu. Bu, güzel bir kızdı. Bilhaşsa, Hamzanın görmiye alışmadığı yabancı bir güzelliği vardı. Başak renginde saçları, deniz renginden çalınmış yeşile bakan tatlı çekik göz­leri, buğulu pembe cildi ve çehresinin umumî hatları, onun yabancı ırktan bir şimal kızı olduğunu belli ediyordu.

Bir gece Hamza uyurken, başında yumuşak ve sı­cak bir temasla uyandı. Yatağın baş ucunda yanan yağ kandilinden odaya müıbhem ve korkak biv ışık hattı akıyordu. Oda sisli ve loştu. Maamafilı Hamza eliyle, başına temas eden şeyi arayınca, avucunun içinde yumuşak bir kadın eli kaldı. Yeşil gözlü cariye Ham- zanın yatağına oturmuştu. Uyandığını hissedin :e, ba­şını genç adamın yüzüne doğru iğdi.

Kırık, yarım bir arabca ile :

Bekledim, bekledim beni çağırmadın; sana ben geldim, dedi !

Eli hâlâ Hamzanın avucu içinde idi. Hissedilen bir ürperme ile cebab bekliyordu.

Gel!

Kız, genç hekimin bu davetine karşı hiç terddüd etmeden yorganının ucunu açarak yanına uzandı.

Uyku içinde başlıyan bu vakanın şaşırtıcı dolaşık­lığı ile Hamza, rüya ile hakikatin mezcolmuş hatlarını seçememişti. Fakat şimdi şüpheye düşecek bir nokta yoktu. Kızı çağırmış, o da gelmişti. Teninin hareretini, saçlarının baş döndüren kokusunu kuvvetle hissediyor­du. Hamza, göğüsüne gittikçe sokulan bu altın başı şiddetle itti ve yataktan fırlayarak kendini yerdeki pos­ta attı. Kız şaşırmış kalmıştı. Bütün saray erkeklerinin alâkadar olduğu güzelliği, ilk defa tahkire maruz ka­lıyor, ilk defa reddediliyordu. Kız, bunun sebebini, genç adamın dudaklarından inilti gibi çıkan kelimelerde gizli olduğunu tahmin ederek, bütün duygularını toplıyarak dinledi; fakat bir şey anlıyamadı. Hamza elan :

Meryem, Meryem !Diye sayıklıyarak ağlıyordu.

Cariye, artık bu müşkül adama yaklaşmıya korku­yordu. Maglûb ve fakat hırçın olarak odadan kaçtı.

*

*

Hamza, saraydaki üst üste ziyafetlerden, eğlence ve merasimden yorgun düşmüştü. Mısıra geleli tam yirmi gün olmuştu. Firavunun bağçede dolaşabilecek kadar iyileşmiş olması, halkı, coşkun bir nümayiş tu­fanı içinde coşturuyordu. Hamza, gezmek niyetiyle ne tarafa çıksa, halk ta arkasından sel gibi akıyordu.

• Genç hekim artık sefer tedarikine başlamıştı. Altı gün sonra memleketine müteveccihen Mısırı terkede- cekti. Evvelâ Mısırın çarşısını gezdi. Sokaklar daracık, dükkânlar başbaşa, esnaf ise komşuluk oynıyan çocuklar gibi peykelerin üstünde birbirleriyle konuşuyor, şaka­laşıyorlardı. Bunlar, dükkândan ziyade, kapakları açık bırakılmış antika kutuları gibi küçük küçük, sıra sıra hücrelerdi. Bu dükkânların içinde en ziyade kadın eş­yası, kadın zinetleri satılıyordu.

Her yerde, her zaman kadınlar... Her şey onlara, her şey onlar için !..


Hamzanın <ia bir kadını var. Sevdiği, taptığı bir kadın. Hem de şeklen olsun karısı î

Gene adam, bu vadide alabildiğine inkişaf etmek istidadını göste/en hissiyatı silsilesini durdurdu. Sanki bu tahassüslerini Meryem duyubda canı sıkılacakmış gibi ileri gitmedi.

Hekim Hamza o dükkândan o dükkâna giriyor, alıyor, alıyordu. Mümkün olsa Mısırın bütün güzellik­lerini sevgilisine taşıyacaktı. - Saraya döndüğü zaman bu eşyaları kendi eliyle yerleştirdi.

Hamzanın Mısırda bir kaç mühim gezintisi daha vardı. Bir gün, inşaatı epeyce ilerlemiş olan Ehramları, bir başka gün de Menfis mabedini ziyaret edecekti. Fakat bu iki gezintiyi de mümkün olduğu kadar mu­hitin dikkatini tahrik etmeden yapmak istiyordu. Zira daha sokağa çıkacağı şayi olurken, sarayın etrafı mu­azzam bir kalabalıkla kapanıyordu. Onun için kimse­ye görünmeden, yalnız bir kılağuzla gitmiye karar ver­di. Bir az dinlenmek, mütemadi mesaisinin verdiği ta- abı bir az atabilmek için bu gezintilere ihtiyacı vardı.

Ehramlara gitmek üzre yola çıktığı gün hava çok sıcaktı. Şehrin kalabalığından muvaffakiyetle uzaklaş­tıktan sonra atlara binerek doğruca inşaat sahasına gittiler. Buradaki faaliyet ta uzaklardan itibaren görü­lüyordu.

Hamza atını kılağuza bırakarak, yalın güneşin al­tında karınca faaliyetiyle çalışan esirlerin arasına daldı.

Taşdan bir âbidenin yükselmesi için binlerce ha­yatın sel gibi akıp kaybolduğu bu öldürücü, zecrî ça­lışma karşısında şaşırarak, bu ne yaman işkence, diye düşündü.

ü

Esirler, üstlerine kirli paçavralar sarılmış birer is­kelete benziyorlardı. Bu kirli paçavralar, onların kendi derilerinden ibaretti.

Çıplak, çırçıplak vücutlarının yegâne libasını teşkil eden bu deriler, o kadar kirlenmiş, kâh kamçı darba- larmdan, kâh taşların açtığı berelerden öyle müstekreh bir hal almıştı ki, nesicleri hakikaten tabiî manasından çıkmış, mülevves bir paçavra manzarası almıştı.

Bunların gözleri, bakışları da bambaşka mahiyet almıştı. Fütûr ve ümidsizlikten, nereye ve niçin baktı­ğı anlaşıîmıyan korkak, şaşkın, hattâ tazallüm ve işti- kâ hislerinden bile uzak, boş, fersiz, ifadesiz nazarlarla bakışıyorlardı. Bunlar, adeta beşeriyetin tabiî hakla­rından insilâh etmiş, insan olduklaını bile unutmuş ve hayvanlaşmış mahluklardı.

Ellerindeki kırbaçlarla bu sürüyü tahrik eden azılı muhafızların, işkenceden ve zulümden, şuuru boşaltıl­mış bu esirlerin aralarında dolaşmaları, sırtlarına lü­zumlu lüzumsuz kırbaç yemerinden daha az korkuç de­ğildi. Zira bu azametli dolaşmaların, o kadid vücudlara saldığı korku, bunları fevkalbeşer bir gayretle çalış- mıya sevkediyordu.

Hamzaya bu hazin manzaradan elem geldi. Kaç zamandır merakla beklediği bu gezintiden daha ilk adımda pişman oldu.

Bir hükümdar hayatı ile bunların, bu esirlerin ha­yatı arasında yaradılış itibariyle ne fark vardı ? Şurada, göz önünde sönen binlerce hayati, Firavun, nasıl ve hangi vicdanî salâhiyete istinadla düşünmüyordu. Ken­di canı için hazineler feda eden bu adam, neden baş­kalarının hayatına kıymet vermiyordu.

Ne garib, kendi eteğindeki bir tozun bulunmasına tahammül etmiyen insan, başkalarının sırtına çeki taşı yüklemekte, nasıl ve nereden gelmiş bir hak ve imti­yaz bulabiliyordu ? Hamza, bin türlü fedakârlık ve me­şakkatlerle memleketinden gelerek, böyle bir adamın imdadına yetiştiğine teessüf etti.

Bu düşünceler onu, olduğu yerde bağlamış, ne ileri ne geri gidebiliyordu. Güneşin tahammiilfersa harareti, beynini kavuruyor, ateş döken bu hüznıeler sanki başı­nın üstünde toplanmış, gene adamı ateşten bir heykel halinde olduğu yerde tesbit etmişti. Sanki ayağının al­tındaki kumlar bir sağa bir sola gidip geliyor, onu da hir rakkas gibi mihaniki hareketlerle iki tarafa sallı­yordu.  .

Hamza büyük bir cehd ile kendini toplamıya uğ­raştı. Artık zulümun bu canlı ve mücessem lâvhasını daha fazla görmiye tahammülü kalmamıştı. Bu acı man­zaranın içinden bir an evel kurtulmak için Ehramları görmekden vazgeçmeğe karar vermişti. Geri dön­mek için başını çevirdiği zaman, gözleri, kendisine lâ- kayd bir nazarla bakan bir esirin gözlerine ilişti. Bu bakış, ötekilerin korkulu ve gayrı şuurî nazarlarından bambaşka idi. Bunda, azim, tevekkül, ıztırabları yenen şedid bir irade görünüyordu. Bir an bakıştılar. Hamza, münferid ve herkesten uzakta çalışan bu esire doğru, iradesiz bir hareketle yürüyordu.

Esir Ömer ile Hamza

Arkadaş adın ne senin ?

Esir, Hamza’nın Arapça sorduğu suali anlamış ola­cak ki tam bir Arap lehçesiyle :

Ömer ! dedi.

Arab esirlerindesin, demek ?

Arabım, fakat esir değilim.

Hamza, bir an bu söze inanır gibi oldu.

Mademki esir değilsin, neden seni bu zorlu işde çalıştırıyorlar ?

Esir, karşısındakinin anlayışsızlığına taaccub eder gibi onu süzdü ve :

Senin anlayacağın manada esirim; fakat kalbim, yani hakikî varlığım her bir hürden daha azad, daha şaddır. Hatta hükümdarınızdan da, senden de hürüm. Ben esir değilim delikanlı... Esir, sizlersiniz. Zira siz, şeref şöhret, gurur, taazzum [Kibirlenmek. Büyüklük taslamak.] ve tahakkuku için haris olduğunuz bin türlü ibtilanın, bin türlü zaafın kulu ve hizmetkârısınız.

Düşman hariçte olsa, onu ezmek kolaydır; fakat içimizdeki düşmana çare yamandır. Hariçteki düşman­lar cismi tahrib eder, cana ilişemez; içerdeki düşman ise canı çürütür, ruha aman vermez.

Esir sustu ve şakaklarından süzülen ter hattını, parmağı yukardan aşağıya yüzünden geçirerek yere akıttı, tekrar taş kırmaya devam etti.

Hamza şaşırmış kalmıştı. Bu adamın tekrar ko­nuşmasını, söylemesini istiyordu. Fakat gene hekim, şu kılıksız, esirin karşısında adeta şaşırıp kalmıştı. Esirin çehresinde sarih bir asalet vardı; esasen Hamza’ya alâka vererek ismini sorduran da bu mana olmuştu.

Gizli olan manayı gammazlayan ayna, simadan baş­ka ne olabilir?

Çehre, kalbin iğriliğini ve rastlığını ifşa etmekte asla ketûm değildir. Hamza da, esirin yüzünde ruhanî asîl çizgiler görmüştü. Ona biraz daha yak­laşarak :

Elindeki kazmayı bırak ta seninle konuşalım! dedi.

Olmaz!

Niçin olmuyor ?

Merak etme sana bir şey ya­pamazlar, ben muhafızlara söylerim.

Olmaz eliyorum sana !

Korkma canım., bir şey diyecek olsalar bile ben müdahele ederim.

Ben insanların muahazesinden [Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid. ] korkmam, Allah Teâlâ’dan korkarım. Eğer ben elimden kazmayı atar da bu­rada seninle, yahut herhangi vazifemin haricinde bir işle meşgul olursam, insanların itabına uğramasam bile Allah Teâlâ’nın muahazesine ve hiç olmazsa kalbimin itabına müstahak olurum. Zira herkese vazifesini veren Allah Teâlâ’dır, insanlar değil...

Beni bu zorlu işle mükellef edenleri, sen insan­lar mı zannediyorsun ?

Hayır, hayır... Bil ki, Allahın tasarrufuna, insanlar birer alettir. Beni burada taş kırmıya memur eden Firavun, yahut sırtıma kırbaç vuran şu biçare muhafızlar mı zannediyorsun ?

Hayır, bu nasibi bana Allah’ım münasib görmüş ve onlar vasıtasıyla da bu arzusunu tahakkuk ettirmiştir. Amma, senin gibi bir adama bu nasibi neden vermiş, diyebilirsin. Bu, onun bileceği iştir. Bil ki Yaradan’ın iki türlü hik­meti vardır. Biri aşikâr ki bunu, aklı olan herkes bilir, diğeri de gizli hikmetidir ki, onun sebebini yalnız ken­di bilir.

Kim bilir vaktiyle ne kabahat işlemişimdir ki, beni burada taş kırdırmakla terbiye ediyor. Bil ki sebepsiz hiç bir şey olmaz. Bütün çektiğimiz şeylere vaktiyle biz, kendimiz müşteri olmuşuzdur. İnsana her ne gelirse ken­dinden gelir ve başkası tarafından maruz kaldığı sitem ve cefalarla, gene kendi amellerinin neticesini çeker.

Binaenaleyh benim bu amelimin de mükteseb [Kazanılmış. Elde edilmiş. ] bir vazife olduğuna şüphe etme !

Allah Teâlâ istemedikçe kimse kimseye ne iyilik ne fe­nalık yapamaz.

Hem, onlar, dediğin de kim oluyor ?

Onlar da, her kes te, birer vazife ile tavzif olunmuş emir kullarıdır. Hakikatta işleyici ve buyurucu Yaradandır; sade o...

Onun için delikanlı, beni, işimi terletmeye teşvik etme. Zira insan, mükellef olduğu vazifede kusur ederse itaba lâyık olur, insanlar tarafından muaheze edilip edilmemenin ehemmiyeti yoktur, elverir ki o kimseden, vazife ve nasibini veren Allah hoşnutsuzluk getirmesin. Mademki adıma, esir, diyorlar esaretin icabı taş kır­mak ve bunun gibi zahmetli işlerde çalışmaktır. Ma­demki esareti kabul etmişim, o halde onun icabatını da seve seve ve kusur etmemeye çalışarak yapmayı da taahhüd etmişim demektir. Kalbim, her nefes harekâ­tımı teftişten hali değildir; beni fiillerimden dolayı o muatab [azarlama ] etmezse, gönlüm daima müsterih ve kaygusuzdur. Elverir ki Yaradana karşı sözünden dönmüş olmayayım. O benden hoşnut olduktan sonra, ha taş taşı­mış, kırmış, ha kaba döşekte yatmış, istirahat etmişim, bence ikisi de birdir.

Ey, yeter artık, söyletme beni... Hem benimle ko­nuşup ne yapacaksın ?

Ben seninle konuşmak istemiyorum ki...

Esir gene sustu. Başından akan terler daha çoğal­mıştı. Bu ter izleri, patlayacakmış gibi kabarmış da­marlarının üstünden atlayarak geçiyor, yırtık, kirli göm­leği bunları bir sünger gibi emiyordu.

Esirin semavî bir vecd ile çınlayan sesi, hâlâ Hamza’nın kalbine batıp çıkıyor, gene hekim ne yapaca­ğını bilmeden ona bakıyordu.

Fakat esir, hiç te bir az evvelki derunî ve değerli hitabeyi okuyan coşkun adama benzemiyordu. Siması tamamen kapanmış, tabiî ve sâkin çizgilerle dolmuştu. Tıpkı, bulunduğu muhite göre renk değiştirerek ken­dini, mütecessis nazarlardan gizlemenin yolunu bilen bukalemun gibi, serî bir istihale ile değiştirivermişti. Hamza, en ummadığı yerde, en umulmayan bir ağızdan işittiği bu sözlerden garib bir zevk, izah edemediği bir incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] duymuştu. Gönlünde uyanan bu müsbet ihtisasları, esire bir az daha sokulmakla ifade etmek istedi. Esir şimdi hadid ve ciddî idi. Hamza’nın muha­vereyi uzatmak isteyişini sezmiş gibi sert ve şimşekli bir bakışla baktı.

Benden ne istiyorsun? Var işine git! siz kim, biz kim ?

Sizin bir tek süslü pabucunuz, benim gibi yüz esiri satın alır. Git kendi denginle konuş., senin mevziin esirler karargâhı değil, kibar meclisleridir. Bu­raya yanlış gelmişin delikanlı...

Hamza, bu tavsiyeyi menfî cihetten tatbik ederek güneşten ve heyecandan bitab düşmüş vücudunu kum­ların üstüne bıraktı. Değil koğulmak, döğülse de bu­radan gidecek değildi.

Esir onun bu samimî hissini okumuş gibi birden­bire tavrına miilayemet, sesine şefkat doldu ve söylemiye başladı :

Delikanlı, bak şu sırtım kırbaç darbelerinden ne kadar sertleşmiş, nasırlanmıştır. Görünüşteki bu şedid esarete rağmen, hiç bir yabancı eli değmiyen, değil kırbaç zahmı,[ Yara, ceriha ] hatta bir nazarın bile örseliyemiceği kalbim, öyle bakir ve temiz bir aşkın karargâhı­dır ki, işte oraya, mütecaviz bir elin uzanması asla mümkün değildir.

Başım, vücudum, elim ayağım sille tokat yiyebilir;, fakat kalbime kimse el uzatamaz, oradaki zevki, hiç bir buyruk tatil edemez. Ben, şu gördüğün vücud de­ğilim, ben bir görünmeyen zevk ve hoşluğum. Madem­ki gizli olan hakikî hüviyetime tecavüz imkânı yoktur, O halde ben nasıl esir olurum ?

Benim bir tek muharrikim,[ tahrik eden, harekete geçiren. ] bir tek gayem, bir tek zevkim bir tek Allah’ım vardır : Aşk!

İşte ben, ona taparım; beni o idare eder, o ya­şatır.

Hamza’nın dudakları da ihtiyarsız olarak ( aşk, aşk) diye kımıldadı ve gözlerinden, haberi olmadan iki damla düştü.

Esir, gene adamın bu suzişine şüpheli bir bakışla baktı ve muhatıbının zaafını sezerek hararetli bir sesle sözüne devam etti :

Aşkı sen hangi manâda kabul ettin de, aşk, aşk., diyorsun ?

Bir güzelin ilham ettiği aşktan mı bahsedi­yorsun yoksa ?

Aşkı, bir güzele mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] görmek, onun hakikatına karşı küfürdür. Bahçıvanın, bahçe çitinin dışına attığı bir gül, gülistanın kemalini ifade eder mi hiç ?

Gerçi o gülde de lâtif bir koku vardır, fakat zamanın tagallübatı [Zorbalıklar, tahakkümler.] bunu ondan çarçabuk alır, soldurur, mahveder. Fakat çiti atlayıp gül bahçesine girersen, orada, solan bir gülün yerine, pembe dudaklı yüz koncanın açılmak için müheyya [hazır hale getirilmiş.] olduğunu görür­sün. Senin gönlün de o zaman bu güllerden bir gül olur ve aşkın ebedî bahar ile ölmezlerden olur.

Şunu bil ki, aşkın hakikati bulunmadıkça, hilkatin maksudu ele gelmez ve insan aşkının kemali derece­sine göre mükemmel olur. Hilkatin ve kâinatın mana­sını bulmak istersen aşkı bul. Çünkü insan aşkı bulmak için dünyaya gelmiştir. Hayatın sebebi aşktır; mükevvenat ta aşkın tekazası sebebiyle tekevvün [Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. ]  etmiş­tir. Ancak aşkı bulandır ki, maksuduna ve hilkatinin manasına kavuşmuştur. Aşk deyip te geçme, zira kıya­met tarihine, bir hudud vardır, ama aşka had ve ga­yet yoktur.

Cismi güzel gösteren ruh ve aşktır; aşkın taalluku ise ruha ve ruhla husule gelen güzelliğedir. Bütün gü­zelliklerin menba-ı aşktır; lâkin çok kimselere aşk mükevvenat aynalarından yüz göstermiştir. O, herkese vasıtasız ve üryan olarak yüz göstermez, meğer ki o kimse aşkın satvetinde kendini yok etmiş, aşk kesil­miş, yani onunla ölmüş, onunla dirilmiş olsun!

Birçok kimseler gördükleri ve gönül verdikleri güzellikleri ve hoşlukları bu müteayyin [Karar verilmiş. * İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi. * Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.] vücutlardan zannederek onların mesti ve sevdalısı olurlar. Fakat şu demde ki bu vücutlar mahvolur ve aşkın hakikati tezahür eder o kimse buna mülaki olunca, musavver olmayan hakikat ona der ki : Beşeriyet kirleri ve iktizalarıyla zebun ve mest olan sen, o güzellikleri bu vücutlardan sandın, halbuki o güzellikler benim mut­lak, güzelliğimin aksinden ibaretti. Asıl benim, hal­buki sen onları asıl zannetmekle yanıldın !

Esirin tekrar susması, bir külçe halinde oturan Hamza’ya biraz hareket verdi; sanki bu adamın sözle­rde yaşadığı dünyayı değiştirivermiş, havası, mürekkebatı [terkipler, bileşikler. ] İlahî bir nefhadan ibaret olan tanımadığı bir seyareye [gezegen; gezen, dolaşan. ] atlayıvermiş gibi idi. Hiç ummadığı bir kimse ile olan şu kısacık muhavere, Hamza için karanlık bir gecenin bir şimşek çakmasıyla aydınlanıp, tekrar zul­mete gömülmesi gibi oldu. O, tekrar ve sürekli bir aydınlıkla nurlanmak istiyordu. Zira Hamza, bu mu­vakkat fecir esnasında, ruhunun tanımadığı gizli bir köşesini görmüştü. Bu köşede, esirin söylediği ebedî ve lâyemût [ölümsüz. ] aşk, inkişaf etmemiş bir nüve halinde köh­ne, metruk duruyordu.

Esirin sözleri hakikat kadar doğru idi. Zira Hamza biliyordu ki, kâzib [Yalancı. Yalan söyleyen. ] sözler, gönülde iz bırakmadan geçip gider. Rast ve sadık sözleri ise, kalb, mihenk gibi haber verir.

Esirin dediği gibi, hakikatin, kucağına atılmak, orada muhalled [Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan. ] olmak ne cazib, ne doyulmaz bir ha­yaldi. Fakat bu hayali tahakkuk ettirmek için Merye­m'in aşkını feda etmek lâzımdı çünkü iki aşk bir kalbde olamazdı. Halbuki bu-aşk onda, hâkim ve yenil­mez bir şaşaa ile tekaza [Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.] etmekte idi. Gerçi esirin söz­leri baştan aşağı doğru idi, ne çare ki Hamza için, Meryem'in aşkına hakikati bile tercih etmek bir emri muhaldi. Meryem’siz Hamza, kışın kamçısını yemiş bir ağaç gibi çıplak, kuru ve mahsulsüz demekti.

Hiç Hamza’yı Meryem’in aşkından koparacak bir kuvvet olabilir miydi ?

Gene adamın dimağı, bir taraftan bu hükümleri vermeye çalışırken bir taraftan da esirin sözlerine bigâ­ne kalamıyordu. Zira onlardan gönlüne, bilmediği bir haz ve tesellî edici bir şifa hüzmesi sızmıştı. Bu ziya­dar yoldan esire doğru gizlice çekildiğini hissediyordu.

Gene hekimin insicamı bozulmuş düşünceleri baş­ka bir safhaya atladı. Bir esir bu mânalı nükteleri na­sıl ve ne suretle öğrenmişti ?

Söyle bana Ömer, sana bu hakikati kim aşıladı?

Yoksa, kendi kendine biten bir nebat gibi, bütün bun­ları kendiliğinden mi buldun?

Bu sual, Ömer’in elinden kazmasını düşürdü. Elle­riyle beraber bütün vücudu da titremeye başladı. Esi­rin çehresi, hasret, ıztırab, zevk ve aşkı aynı zamanda temsil eden bir mahşere dönmüştü. Ruhunu dudakla­rına bağlayan bir sesle :

Ben, güneş gibi ziyayı kendinden neşreden bir varlık değilim. Ne bildim, ne buldumsa hepsini, hatta kendimi, kendi hakikî varlığımı da ondan, kabilemin reisinden iktibas ettim. Onun vücudu güneşinden kap­tım. Sana onun...

Ömer sözünü tamamlayamadan yüzü üstü düştü ba­yıldı.

Demindenberi fevkalbeşer bir kudret ve salabetle çalışan esirin, en zaif, en hassas cebhesinin bu kabile reisi olduğunu anlamakta Hamza tereddüd etmedi.

Esirin ayılması uzun sürmedi. Derin bir haz âle­minin sarhoşluğu içinde kendi kendine gözlerini açtı. Ömer’in bayılması, Hamza’nın hekimlik gayretini tahrik ettiği için hiç olmazsa, bileklerini, kollarını ovmak suretiyle iyileşmesine yardım ediyordu.

Ömer gözlerini açar açmaz, baş ucunda onu gö­rünce, bu rikkata[acıma; incelik; yufka yüreklilik, yumuşaklık. ]  gülümsedi ve Hamza’nın avuçları için­deki ellerini yavaşça çekerek :

Üzülme delikanlı, bana ilâç fayda vermez; benim dermanım kendi derdimdedir.

Dedi ve gene hekimin itimad veren samimî teces­süsünden kurtulamayacağını anlamış gibi, daha o bir şey sormadan, macerasını söylemeye başladı :

Ben bir tacirdim. Memleketim buraya çok uzak­tır, senede, yahut bir kaç senede bir ticaret etmek için Şap denizi kıyılarına gider gelirdim. Gene bir defa kervanla henüz gelmiştik ki, birdenbire bir karışıklık oldu, Araplarla Mısırlılar, çarpıştılar bu esnada ben de esir düştüm. Tam iki sene oldu, Allah’ım bana burada taş kırdırıyor. Fakat şunu da bil ki gönlümdeki zevk, ölçüsüz bir mebzuliyetle beni her şeyden müstağni et­mektedir. Yalnız hasret, yalnız o, işte bir şeye benze­miyor. Bu gözlerin hakkını hiç bir zevk ödeyemiyor.

Hamza, ağlayacak kadar müteessirdi. Esire son bir sual daha sormak için ellerini tuttu. Bu sefer Ömer kendine uzanan bu dost ellerin içinden, bir ağaç ka­dar sertleşmiş, çatlamış, bütün evsafını kaybetmiş el­lerini çekmedi.

Nerelisin Ömer ?

Hayreliyim !

Hamza taaccübden bir an kekeledi. Hemen kendini toplayarak acele ile :

Ben de Hayreliyim! dedi.

İkisinin de bakışları, birer sorgu çengeli gibi bir­birine kenetlenmiş kalmıştı. Hamza bu garib buluş­manın zevkiyle :

Ben hekim Hamza’yım, sarayın baş hekimi., dedi.

Ömer, rikkat dolu bir tebessümle gülümsemişti.

Seni tanıdım şimdi delikanlı. Bir kaç defa ara­mızda ismin geçmişti.

Kiminle ?

Aşiretimin reisile...

Hangi aşirettensin ?

Ebüşşettar aşireti...

Reisi kimdir?

Taaccüb etmek sırası Ömer’e gelmişti. Nasıl olu­yordu da bir Hayreli, bunu bilmiyordu ? Ömer, Hamza’nın merakla açılmış gözlerine bakarak :

Yusuf, Yusuf ! dedi.

Hamza, memleketinde sanki bu ismi işitmemiş miydi?

Hem yüzlerce defa... Yusuf’u herkes bilir, her­kes severdi... Fakat Hamza, Meryem’in sevdasından, biraz evvel Ömer’in sayıp döktüğü unsurî ve beşerî kayıtlardan vakit bulup ta bir kerre bile, herkesin sevdiği Yusuf’u görebilmiş miydi ?

Onu tanımıyor musun ?

Ömer’in bu sualine Hamza, hayır, derken, yüzünün utançtan kıp kırmızı olduğunu hissetti.

Yusuf’un yüzünü görmenin kıymet ve saadetini, o, Mısırın çöllerinde mi öğrenmeliydi?

Gene hellime bu aşiret reisinin ruhî kemli, Öme­r’in vücudundan aşikâr olmuştu. Ömer’in vücudu seli, Yusuf’un gönlü deryasına müntehî [Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten] oluyordu. Hamza’nın vücudunu kapan bu sel, ona şimdiden bu deryanın inci ve mercan hâzinelerinin kapağını açmıştı. Açmıştı, fakat Hamza bu hâzinelerden istediği gibi istifade edebile­cek miydi ?

Zira Meryem’in sevdası, onun elinin, kolu­nun kavî kemendi idi. Hiç Hamza bu ibtilâdan baş çe­kip, kendini o deryanın nihayetsiz derinliğine bıraka­bilir miydi ?

Fakat Ömer’in, hakikatin hudutsuz azametinden kopup gelen sözleri ve gönlünün zevki tuğyanı da, Hamza’ya yabancı ve ırak görünmüyordu.

Ne tuhaf Ömer, Hamza’ya ne Mısırda bulunuşunun sebebini, ne de memleketinin haberlerini merak edip sormuyordu.

Ömer, bak ben sana bu kadar sualler sordum; hâlbuki sen, yurdunun haberlerini bile sormuyorsun?

Sen Hayreden çıkalı iki sene olmuş; ben çıkalı daha iki ay oldu. Sana taze, yeni havadisler verebilirim.

Ömer gönlünün süzişini toplayan bir adam sonra :

Benim sana soracağım yegâne sual, Yusuf’a aid olacakdır. Mademki sende buna verilecek cevap yok­tur, o halde neyi sorayım ?

Beni dünyada ondan baş­ka hiç bir şey alâkalandırmaz; yalnız onu tanır, onu bilir, onu görürüm., ben onun yanık bir sevdalısıyım.

Birden bire başlıyan bir davul sesi, bütün sahayı dolduran esirleri birbirine karıştırdı. Her biri, ellerinde­ki kazmaları, tokmakları, kürekleri atarak, yemek da­vulunun sesine doğru koşmaya başladılar.

Ömer de, sanki, Hamza’dan kaçmak için fırsat bekliyormuş gibi bir kelime söylemeden sür’atle bu kafi­leye karışarak kaybolup gitti.

Hamza’nın: Dur gitme Ömer! diye bağıran sesi, esirlerin uğultulu gürültüleri arasında, denize düşen bir damla gibi iz bırakmadan yok oldu.

Bir anda bütün saha boşalmış, Hamza çölde tek başına kalmıştı.

Gene hekim saraya döner dönmez Firavunun ya­nına çıktı. Hükümdar neşeli idi. Onu :

Bu zamana kadar Ehramlarda miydin Arabın iftiharı Hamza, canıma can katan delikanlı 1 diye kar­şıladı. Hamza yirmi gündür Firavunun minnetle ken­disine türlü türlü iltifatlarının ganisi olmuştu. Fakat şimdi bunları dinleyecek vakti yoktu.

Hükümdarım, sizden bir şey istiyorum, dedi.

Söyle., ne istersen söyle. Sen bana yeni bir can bağışladın, ben de sana hazineler, mücevherler vereyim. Elverir ki sen iste, sen söyle I günlerden beri sana neler teklif etmedim.. Haydi hiç bir şeye ihtiya­cın olmadığını farzedelim, ya o güzel cariyeleri redde ne sebeb var ? Herkesin malûmudur ki bu saraydaki güzel kızlar, dünyanın hiç bir yerinde bulunmaz.

Firavun gene mutad hitabesine başlamıştı. Ham- zanın sabursuzlandığını anlıyarak, bu defa kısa kesti ve :

Haydi, söyle bakalım istediğin nedir ? dedi.

Bir esirin affı !

Bir esir mi, bu kadarcık mı ? Ben senin için bütün esirlerimi affederim, kimdir bu esir, söyle ba­kalım ?

Ömer isminde bir hemşehrim 1

Firavunun emriyle atlılar, inşaat sahasında çalışan esirlerin arasında Ömeri bulup getirmek için hemen uçup gittiler.

Taze bir kız gibi hicabla uzanmış Nile bakan pen­cerenin önünde, Hamza ile Ömer, sabahtanberi karşı, karşıya oturuyor ve iki dost gibi tatlı tatlı konuşu­yorlardı.

Omer arasıra, üstündeki temiz ve yeni elbiselere

uo

bakarak çoktanberi unuttuğu bu tabiî kıyafeti yadır­gayarak gülümsüyordu. Bir günde Hamza ile Omerin aralarında öyle bir anlaşma öyle candan bir kaynaşma hasıl olmuştu ki, beşikten başlıyan rabıtalarda bile böyle derin ve içten gelen bir dostluk olamazdı. Hamza bu hissini Omere söylediği zaman o da ayni fikri teyid etmiş ve :

—        Asıl akrabalık, ruh arkadaşlığıdır. İnsanın kendi manasını bulduğu kimsenin yakınıdır; demişti.

Meselâ Hamza, kendi amcasile, bu kadar hukuk ve kan karabetine rağmen, Omerin şu bir günlük dostluğunun binde birini hasıl edememişti.

Bu ne acaib bir sırdı ki Hamza, esaretten kurtar- dıği bir yabancıya, en gizli, kendinden bile kıskandığı sırrını tevdi etmiş, Meryeme aid aşkını başından niha­yetine kadar söylemişti.

Ömer bu hikâyeyi alâka ile dinlemiş, fakat hiç bir mütalea ilâve etmemişti. Hamza, muhatabının bu sessiz dinleyişindeki manayî az çok hissetmişti. Fakat Mer- yemden bahsetmek, hem de, dostluğunda İlâhi bir kuv­vet olan böyle bir kimseye söyliyerek tesellilenmek ih­tiyacı gönlünde şiddetle tekaza ediyordu. Hamza, yal­nız rüya hadisesini söylememiş, söz oraya dayanınca, bunu Omere sÖylemiyi, Meryemi gaybettiğini şahid hu­zurunda itiraf etmek gibi telekkî ederek susmuştu. Hal­buki Hamza, Omerin asıl bu husustaki tesellisine muh­taçtı. Maamafih o, teselliyi de aşkında arıyor, bu aş­kın azametine gömülerek, her menfi ve makûs ihtimali unutmıya çabalıyordu.

Ömer, daha Hamza ile ilk buluşuşlarında, ona hakikatin yakasını açıp, hakikî ve lâyemût aşktan bah­setmekte çok acele etmiş olduğunu anlıyordu.

Fakat bu hareketinde Ömer de mazurdu. Zira Ham- zanın yüzünde gördüğü manâ yakınlığı, görmüş geçir­miş olgun Omeri bile coşturmuş, iki seneden beri kim­seye açmadığı gönlünü ona göstermişti. Hoş Omerin Hamzaya söyledikleri, bu gönlün muhtevasının zengin fihristine nazaran bir zerre bile değildi. Yusufun, in­sanı iki cihan zevklerinden de müstağni eden aşkı ile yanıp yakılan, dolup taşan bu gönülde daha neler, ne el sürülmemiş hazineler vardı.

Fakat o, bu kadarını da söylememeliydı. Zira Ham­za, henüz sevgilisinin aşkından örülmüş bir kılıf içinde mahbustu. Başını bu ağın içinden çıkaramıyordu ki, Omerin açtığı âlemi görüp, hissetmesi mümkün olsun? Onun, Omerin sözlerini anlayıp zevketmesine bile im­kân yoktu. Hamza, belki bir gün, hakikati göstermi- yrn bn Itılıf» delip çıkar, yahtıd dn ebediyen onun için­de zebun olarak sönüp giderdi.

Fakat şu muhakkak ki Ömer, bu gene adamda, hakikata karşı büyük bir istidad ve iştiyak, ruhunda bariz bir ulviyet görmüştü. Hem Allah Teâlâ Ömer’i kurtar­mak için Hamza’nın vücudunu vesile intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ] etmişti. Onun için Ömer kendini esaretten çekip kurtaran bu adamın selâmeti için ölünceye kadar ve elinden gelirse ölümden sonraki hayatta da ne mümkünse yapmaya çalışacak, ona dost ve yardımcı olacaktı. Zaten Yusuf Ömer’e ve daha nice yüzlerce Ömer’lere, dustluk mef­humunu izah ederken, insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, bü­tün yaratılmış olanlara şefkattir; halk Allah’ın ailesidir. Halka en sevgili olan, ailesi için fayda verendir diyerek, bütün mahlûkata teşmil ettiği umumî bir dost­luk fikri telkin etmemiş miydi? Ömer şimdiye kadar kime fenalık etmişti ki Hamza’ya bundan bir hisse çıkarabilsin ?

Elbette o, kerkese o) iuğu gibi, Hamzamn da dostu olacaktı. Fazla olarak Hamzayı, halaskarı ol­ması itibarile tebcil de edecekti.

Fakat zavallı gencin, aşkın hakikati zevkini tada­bilmesini henüz müşkül görüyordu.

Meryem teranesi, gene adaııııı sinesinde açılııış unulınaz bir yara idi.

Vakit öğle olmuştu. Konuşmalarının biteceği yok­tu. Hamza ayağa kalktı.

Omer, beı^ Yusufa bir armağan almak için çar­şıya gidiyorum. Gerçi Firavunun benim için hazıılat- Itğı eşyalar arasında çok değerli şeyler var, fakat ben Yusuf için kendi elimle bir ş';y seçmek istiyo rum. Sen beni burada bekle. Öğleden sonra seninle T (enfis ma­bedine gidelim. IJrnîd ederin? ki iki sene ; ırfmdn Hu muazzam abideyi gÖrnıiye fırsat bulamamışındır.

Evet, doğru., görmedim. Hoş bu fırsa ı bulmuş olsaydım bile, kendi gönlü vı mabedini dokşmaktarj, taş ve toprağı ziyaret etmi) e vakit ayıramaz Jım,

Fakat mademki sen öyle istiyorsun, gidelim. Hem artık Mısırda bir kaç günürnüz kaldı, değil mi ? Fira­vun bu giin ilk defa sok* ça çıkacakmış. Gözlerine mil bekilecek esirler de senin şefaatinle bu gün affedi­liyor. Allah seni, iyi işlerir., memuru etmiş. Fakat bun­dan kendine gurur hissesi ;ıkarma. Sen ortada bir va­sıtadan ibaretsin. Sana di şen, hayırlı işlerin memuru elliği için Allahına şükret ıektir.

Allaha şükretmek te nasıl olur biliyor musun ? Oııun sana verdiği iktidarı fenalıklarda kullanmayıp

i' i işlere sarf etmek ve Yaradandan korkmak, işine

nrışmamaktır*

iyi kimseden iyilik, fena kimseden de fenalık zu*

!ıuru tabiîdir dostum...

i l

.

Hamza ile Ömer Menfis mabedindeler... Hava o kadar sıcak ki nefes almak için müşkülât çekiliyor, ilişirin hemen en sıcak bir günü..

Mabede girer girmez nisbeten serin bir hava on- bn karşıladı. Bu hava, ruhanî bir ıtr ile meşbu idi. Nereden sızdığı belli olmıyan, gül, öd ağacı, anber ve buiııır kokularının halitasından yayılan bir dalga, ma­bedin havasını işba haline getirmişti.

Kubbeden sarkan d;zi dizi kandiller, semavî bir tuhre gibi helecanla muillâkta bekleşiyorlardı. Pençe relerin rengârenk camlarından akan sarı, yeşil, kırmızı renklere boyanarak sızan güneş, mabedin fezasını çep- çevre kuşatan bu kandillere, alaimisema renkleri zam­mediyordu.

Burası, yüz binlerce insanın ruhanî istinadgâhı olan muazzam Menfis mabedi! Ömer Hamza’yı kolundan tutarak çekti :

Şunlara bak Hamza.. Şu zavallılara bak! Ümid ederim ki, sen bunların inandıkları manasızlıkların gi­riftarı değilsin !

Ateşe, öküze, taşa, güneşe tapan şu yavan fikir­lere bak ta onlara acı...

Hamza için putlara tapmaktan vaz geçmek kolaydı. Çünkü bunların düzme ve ibtidaî vâhimelerin [Vehim veren, vesvese veren. ] mahsulü olduğunu zaten biliyordu. Bunlara tapmaktan, kurtulmak bir şey değildi. O, Meryem’e tapıyordu. İşte ondan vaz geçmek muhaldi.[ imkânsız; olması mümkün olmayan]

Ömer, Hamza’nın cevab vermek istemediğini göre­rek tekrar sözüne devam etti :

Ey, İzislere, Üzirislere, Pahtlara, Hapilere, daha yüzlerce mabudlara baş koyan insan!

Nedir bu senin dar düşüncen, köhne fikrin ?

İnsan kendi hizmetkârına, kendi muhayyelesinin icad ettiği şeylere tapar mı ?

O insan ki, mahlukat içinde en kıymetli eser, hakikatin sırrı, hikmetlerin muammasıdır, başlı başına bir âlem, uzvî, hissî ve manevî tezahürlerile bir kâinata bedel­edir, nasıl olur da, kendi hayalinin doğurduğu may­munlara bile tapacak kadar küçülür?

Tapacaksan kendi aslına tap, secde edeceksen ona secde et! Çünkü insan ancak aslına, hakikata taptığı zaman, insanlığın manasını iktisab etmiş olur.

Aslına tap, aslının önünde secdeye var!

İşte bu secde, ne tazîm ne de ümid veya korkudandır. Belki aşkın heybet ve istilasındandır ki, baş, ihtiyarsız ola­rak yere düşer; bu yere kapanışında zemini bile yük­sek bulur ve tapmak için daha, daha alçamak, daha yok olmak, kendini unutmak ister.

İşte aczin şiddeti içinde eğilen bu baş, manada yükselir ; zaten onun aşkıyla kendini alçaltan her şey yükselir, kıymet ve mana kazanır.

Öleceğini düşünerek yaşamak, kalb istirahatı, kalb zevki verir; fakat ölmüş gibi yaşamak, zevkin, istira­hatın kendisidir. İşte, Mabudu bilerek ve görerek ta­pan, ve onun için yere kapanan baş ta, kendinden öl­müş, hakikî istirahata ve rahata kavuşmuştur.

Ömer, tekrar ibadet edenlere sözünü çevirdi.

Kalkın ey zavallılar!

Boş yere yerlere kapan­mayın. Bu mabudlar sizden de âciz, sizden de kudretsiz­dir. Tapılacak, bilinecek, görülecek hep hep kendi ha­kikatindir. O, her mevcudun canı, her mahlûkun çık­tığı ve kavuştuğu noktadır.

İşiten, gören, tasarruf ve tedebbür [Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek. ] eden sade o dur. Kâinatı tedvir eden buyruk, onun işaretinden ibarettir. Onun azameti, Ölçüye, hesaba gelmeyen büyüklüğü, gözlere perde, onu görmeye muhkem hail olmuştur.

Bu hakikat ki sizi ve beni ve bütün mükevvenatı, içinden dışından sarmış, azametine müstağrak etmiştir, işte bu nihayetsiz büyüklük, onu gözlerden gizleyen perde olmuştur. Onu görmek isterseniz, aşkla başınızı yere koyun. Onu görmek için, gene onun aşkı nurundan gözlerinize fer, gönlünüze cevher isteyin. Suzişiniz beşeriyetin ari olan gömleğini yaksın, sizi asıl insanlığınıza kavuştursun.

Dünyaya üryan gelen insan, hakikatına da her şe­yinden soyunduğu vakit varabilir.

Önıerin gilgidt* heyecnnlnnniHfli llnmzayı telâşa düşürdü. Gerçi arabca söylediği için sözlerini hemen kimse anlamıyordu; fakat ne de olsa, sesinin samimî heyecanı, müselsel ve takıntısız bir ahenkle söylemesi, etraflarına oldukça kalabalık bir meraklı kitlesi top­lamıştı. Hamza tanınmaktan korkuyordu. Hem Ömer alenen onların akidelerini baltalıyan sözler söylüyordu. Öyle bir söyleyişle söylüyordu ki tamamen kendisin­den insilah ediyor, derunî ve gizli bir âlemin kasırgalı esişlerinden haber getiriyordu. Fakat, Harazanın iki günlük dostu Omer, ne kadar doğru söylüyordu. Ham­za da, Arablann taptıkları putları daima manasız bu­lur, bu müşahhus ve gayrı müş; lıhas mabudlara inanan halka, başka bir seyareden ba tan yabancı bir mahlûk gibi hayretle bakardı. Şu kad*,r var ki bu meseleyi ne fazla düşünmiye vakit bulabilmiş, ne de onu kendi kendine tebellür ettirecek selâhiyeti kendinde görebil­mişti. Hamzanın Ömer gibi bir dosta, dünya gecesini aydınlatacak bir meşaleli ele r;e kadar ihtiyacı vardı. Hamza şimdi, bu merd ve vefralı arkadaşı bulmasına vesile olan Firavuna adetâ minnetdar idi.

Hamza yavaş yavaş Omeı sn arkasını okşayarak :

Haydi gidelim artık Omer, geç oluyor. Yol uzak., dedi.

Ömer, dalgın dalgın Haıııaaııııı yüzüne bakıyordu. Gene adam tekrar etıniye mecbur oldu :

Kalk dostum, haydi yürü.. Bizi arnııııya çık­malarını mı istiyorsun ?

Omer kalktı, yolda tektük konuşuyorlardı. Ham­za, kaybolmuş anasını bulan bir çocuk gibi Ötherin refakatinden zevk duyuyordu. Açık ve doğru sözleriyle, maddî kıymetlerden müstağni Ömer., beşerî ihtiyaçla­rın insanı sefilleştiren, küçülten çarpışmalarından kur­tulmuş, hasılı unsurî zaafları yenmiş, İlâhî serhadde ayak basmış bir yoldaş...

Fesliğene Örselenmekten, öd ağacına ateşe düşmek­ten ne gam ? Bilâkis bu mihnet, onların güzel koku­larının daha ziyade meydana çıkmasına bir vesiledir. Ömer de, esaretin işkenceli lızyıki altında, ruhunun güzel kokusunu Hamzaya ne ıretti. Çünkü bu ruh, as­lında temiz ve güzel kokulu jdi.

Gene hekim, bu düşüne« lerin tevlid ettiği bir feveranla :

—       Ömer, senin dünyada mislin yok, ne hoş, ne güzel bir adamsın sen,.. Dedi.

—       Sus, sus Hamza.. Misilsiz olan, yalnız Allah Teâlâ’dır. Beni yaratan, benim gibi nicelerini yaratmaya muktedirdir.

Hamza, bil ki Yaradan’ın, sahranın kumlarından çok Ömerleri vardır. .

Hem benim nemi methetmek istiyorsun ?

Eğer şekil ve simamı methetmek istiyorsan, bu taravet,[ Tazelik. Körpelik. ] en çok ölünceye kadar sürer. Eğer sözlerimi methediyorsan, ölüm gelince bu da kalmaz. Fakat, bende Allah’ımın aşkını görüp onu methetmek istiyorsan, şehade tinde sadıksın; çünkü onun letafet ve taravetine halel gelmez, hiç bir suretle ona zeval ve kesafet yoktur; Çünkü o, odur.

—        Vaz geçtim, vaz geçtim seni methetmiyorum. Gece oluyor biz hâlâ yollardayız, onu düşünelim. Hakikaten güneş çoktan kaybolmuş, çöllerin hisli ve müblıem gölgeleri içine dalıp gitmişti.

Günün son aydınlğı, gök yüzünde yeşilimsi bir renk halinde kalmıştı., Bu yeşil gökün kucakladığı şeh­re gittikçe yaklaşıyorlardı. Bu ışıklar Mısırın boydan boya uzanmış esmer, cazib vücuduna püskürülmüş ben- ler gibi latâfet veriyordu.

Bu ziyadar noktalar, gök yüzünden gizlice kaçıp gelmiş korkak yıldızlara da benziyordu.

Saraya girdikleri zaman gece yarısı oluyordu. Ham­za yatmadan evvel, Meryem için aldığı eşyaları birer birer eline alıp baktı, tekrar yerlerine koydu. Bunlar, alındığı gündenberi hep böyle okşanıyor, takdis olu­nuyordu.


Hamza için Meryeme aid olan her şey gibi, ona< izafe ettiği bu ufacık tefecik şeyler de mukaddesdi...

Gene adam artık, sevgilisine kavuşacağı günün yaklaşmasilye büsbütün müteheyyiçti... O kadar ki, his­leri ve dimağı, Meryemden başka vadide işlememek,, ondan başka bir şey düşünmemek ısrarıyla âdeta mu­attal gibi idi... Bütün vücudu bu aşka teslim olmuş,, bütün varlığı bu sevdadan ibaret...

Oyle ya, şu anda oııu yaşatan ne kalbi, ne dimağı nc de mürekkebatındaki unsurların itidali... Hamzanm bütün havâsını bu aşk durdurmuş, öldürmüş.. Bu sâ- mit mezaristanda yalnız bir ses var î Meryemin sesi !

***

Hamza ile Omerin Mısırdan hareketleri pek şaşaâlı merasimle yapıldı. Kafileleri, evvelkindan daha kala- balabalık, daha muazzamdı. Minnettar Firavun, Ham­zanm istirahatı için her şeyi düşünmüş, hiç bir külfeti esirgememişti.

Hareketlerinin ilk gününden itibaren yolculuk, ev­velkinden çok kolaylıklı ilerliyor, adeta günler, yarı yarıya kısalmış gibi çabuk çabuk geçiyordu.

Bir an evvel Meryeme kavuşmak arzusu ve Ome­rin can gibi yakın ve uyanık dostluğu, gönlü sahifa- larının ateşin ifadesi, hep bunlar, Hamzayı tervih edi­yor, zorlukları duyurmayordu.

Nili takiben Dimyata kadar olan yolculukları es­nasında gördükleri bediî lâvhâlar ne hoştu. Artık on- güııdenberi çölde idiler. Fakat Hamza, vakit vakit ar­kada kalan o mebzul güzellikleri, biri ötekini unuttu­racak kadar sevimli tabiat sergilerini hatırlıyordu.

Sessiz, hatta nefessiz vadilere yayılmış sürülerin birbirine cevab veren melemeleri, çıngırak sesleri ne güzeldi! Onlar bu sürülere kaç defa tesadüf etmişlerdi. Bir keresinde bir yamaçtan aşağı doğru, iki sıralı inen koyunlar, akar su gibi vadide birleşerek bir hat teşkil etmiş ve her haraketlerile bu hattın şeklini değiştire­rek nihayet yeşillihlerin arasına dağılmışlardı.

Her taraf, güzel, güzeldi !

Belki de Hamza, her adımı    ile Meryeme biraz daha

yaklaştığı için biilün güzergâhı        onun füüunuyla revnak* lanmış olarak görüyordu. •

Ömer, Nil boyu nekadar güzeldi değil mi ?

Her­kesin ölümden sonra aradığı cennet, sanki onlardı.

Hayır Hamza hayır, ben sana cenneti iki ke­lime ile söyleyeyim: Cennet, gönül zevkidir. Bu zevke kavuşmuş olanlar, her yerde, her zaman cennettedirler. Cenneti bulmak için ölmeye hacet yok! Esasen onu burada bulamamış olanlar, öldükten sonra da bula­mazlar.

Beni korkutuyorsun Ömer...

Hakikata müteallik sözler korkunç olamaz dos­tum.. her ne kadar düşündürücü iseler de, ümid ve tesellisi de içindedir. Hakikattan korkma Hamza, zira yegâne fenalık görmeyeceğin dostun, hakikattir.

Kor­kulacak şey nedir, bilir misin?

Hakikati bilmemek ve yalnız cismin muktezasının zebunu olmaktır.

İki dostun daha fazla konuşmalarına vakit kalma­dan, Hamzaya, can sıkacak kadar ikram eden Amazis» her zamanki teranesiyle yanlarına geldi.

Hekim Haza, bir şey istiyor musunuz ?

Firavunun memurları soluk almadan sıra sıra gelip Hamzadan, bir arzusu olup olmadığını sorarlardı. Çöl ortasında sudan başka ne istenebilirdi ? Onlar da bu­nu bilmekle beraber, Firavundan aldıkları şiddetli em­rin tesirile böyle hareket etmiye mecbur oluyorlardı.

Hamza her zamanki gibi Amazisi gönderdi. Fakat artık Omerle de konuşmadılar.

Bir müddet sonra bir menzile gelmişlerdi. Herkes,

«ti ra 1ın t i n verdiği bir . memnuniyet içinde neşeli idi. Birbirlerine yol hikâyeleri, tesadüf ettikleri garibeleri arılatıyorlardı.

O kadar acaib, yarı vahşî kabileler aracından geç­mişlerdi ki, Hamza hâlâ bu intihalardan kurtulamıyor- du. Bilhassa kendi muhitlerinden, kendi yaşadıkları çevreden başka bir âlem olduğunu bilıniyen kabileler vardı. Bu, tabiatla göğüs göğüse yaşamıya alışmış ve tabiatlaşınış insanlar, bir insandan ziyade, şuursuz bir cismin insanlaşmıya özenişi gibi, Hamzanın yadırgadığı garib ve basit hareketlerde bulunuyorlardı. En ehem­miyetsiz bir şeye karşı, fikrî seviyeleri hayret ve kor­ku izhar ediyor, kendi aklî ölçüleriyle telif edemedik­leri şeylerden şiddetle uzaklaşıyorlardı.

Hamza bunlardan bazısına tahta kutu içinde şekerli buğday ikram etmişti. Fakat onlar, buğdayı avucunla verseydin yerdik, kutuda belki şeytan vardır. Diye ka­bul etmemişlerdi. Hamza bu vakayı her hatırlayışında gülüyordu. Gene gülerek Omere anlattı.

Gülme Hamza.. bu kara cehalet, insanların he­men her sınıfında türlü türlü şekillerde tezahür eder.

Bu küçük misali, hayatın her safhasına tatbik edebi­liriz.

Meselâ, kendi gayesinin hakikattan uzak olan mahdud çemberi içine takılıp kalan her hangi medenî bir şehirlinin bunlardan mana itibarile ne farkı vardır ?

Biri ibtidaî cehalet, diğeri medenî cehalet. Fakat netice aynı.

Hattâ öyle akıllı geçinen kimseler vardır ki, onlara hakikatin parlak yüzünü ne kadar göstersen, ne kadar anlatsan, arlar gibi dururlar, fakat ne görür, ne de an­larlar. Belki, görüşlerinin kısalığından, en şaşaalı bedahati [Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.] bile tekzibe kalkışırlar. Fakat sen bunları ma­zur bil Hamza!..

Zira kişi, cahili olduğu şeyin münkiri olmakla beraber, hakikati işitmek ve anlamak ta bir istidat meselesidir. Ruhları küçük olanlar kendileri bü­yük te olsalar bir şey anlayamazlar.

İzah et Ömer!

Yani demek istiyorum ki hayvanlık derecesinde olan kimselerin hisleri ve idrakleri kendilerine mah­sus dairenin dışarısına çıkamaz. Bunlar hayvaniyet hu­dudunda ilerisini görmeye muktedir olamazlar. Bina­enaleyh, havas ve idrakleri mahsusat basamağından yukarı çıkmadığı için kalbleri cehil karanlığı ve şuur­suzluk damgasile mühürlenmiştir de ondan...

Çalış Hamza, her iki dünya için de çalış., cemiye­tin ve ailenin saadetine çalışmak ta ibadettir. Çalış Hamza, zira insanın kıymeti, çalışmanın derecesiyle mütenasibdir. Bak ben meselâ memleketin en çok iş ya­pan tacirlerinden biriydim ; fakat bu sayım hiç te kendimi ıslah için olan sayime (çalışmama) ve kalb zevkime mani ol­mamıştır.  Sonra Yusuf un bir nefes boş vakti yoktur.

Amazis gene Hamzayı meşgul etmek için geliyor ve onun gelişile de Omer susuyor, Amaziz söylemi- ye başlıyor. Bilhassa o, çölün yakıcı havasile, deniz kıyılarının yosun kokulu tatlı serinliğini hasretle mu­kayese ediyor. Bu görüşe Hamza da iştirak ediyordu.

Bu sahillerin güzelliği, işveli bir kızın şaşırtıcı, mebzul letafetiyle bezenmişti. Sanki bu fettan güzel, göz açıp kapayıncaya kadar bir libasını çıkarıp, bir başkasını giyerek mütemadiyen bezeniyor, kâh ise çır- çıplak kalıyordu.

Şelale gibi yükselerek gelen dalgalar, bembeyaz köpüklerle döne döne sahile çarpıyordu. Nihayet en son mehtabsız gece, geminin Gaze limanına girdiği gece, sahilde yanan iki fenerin altın rengi akislerinin, gene bir başın iki tarafından düşen iki sırma örgü gibi sularda çalkalanışı ne güzeldi. Tabiat o gece, gizli bir uyku dalınıp yibl hülyalı ve m ra İli.

Gaze şelıri, büyük küçük bir çok ziyalı noktalarla nuHiçiıınmıg, mimlileri hfy.ryt'it rtınlnî bir aylıt yapıyor gibi idi.

Sahilde, tek lük balıkçı sesleri işitiliyor, bu miin- ferid sesler bile o muhteşem gecenin sükûnetini, tabiatı saran cerihasız sükûtu yer yer yırtıyor, hırpalıyordu.

Amazisin gevezeliğiyle Hamza hakikaten dalmış, avunmuştu.

Hava bu gün rüzgârlı. Şugutuftan dışarı çıkamı­yorlar. Bir aydan beri devam eden yolculukları, artık nihayete ermek üzere.. Hamza mes'ut.. Çünkü ümid ve hülya içinde. Hattâ nereden bulduğu bilinmeyen bu müsbet hirslerinin tazyikiyle Ömere, çölde gördüğü o rüyayı bile anlattı.

Omer rüyayı dinledi. Hamzamn heyecanlı intiza­rına rağmen :

Bunun cevabını Yusuf söyliyebilir.. dedi ve başka bir söz ilâve etmedi.

Artık Hayreye varmak için üç saatlik bir mesafe vardı. Hamzamn bir gün bir gecedir su içmek bile ak­lına gelmiyordu. Bir aıı, öyle bir hale geldi ki, şuurla his, irade ile muhakeme, mantıkla muvazene arasın­daki bütün mevhum çizgiler silindi ve bunların hepsi birbirine karıştı. Hamzamn varlığını yakıp yıkan bu ihtilâlde, Meryem, yegâne hayatdar ve mecruh olma­mış varlık olarak kaldı.

Hamzamn kervanı şehirden girerken, onları ilk gören bir atlı muhafız, Üçüncü Menzere müjde götür­mek için bir duman parçası gibi uçup gitti.

Gene hekimin avdeti haberi, bir anda bütün şehire sirayet ederek halkı ayaklandırmıştı. Öyle ki Hamza, saraya giden yolu, görülmemiş tezahürlerle geçti. Onun memlekete ayak basması, her fırsatta iyiliğini görmüş halkı, deniz gibi coşturup dalgalandırmıştı. Hamza sağma soluna selâm veriyor, herkesle alâkadar oluyor, tanıdıklarını isimlerile çağırıyordu.

Sarayda kaldığı müddetçe halk onu meydanda beklediler ve nihayet aynı şiddetli nümayişlerle evine kadar takib ederek dağıldılar.

Hamza büyük avluda attan indi. Kapı önüne biri­ken hizmetkârlar arasından koşa koşa geçerek Mer­yem'in dairesine girdi.

O         da, herkes gibi Hamzanın geldiğini duymuş, odasının kapısında her zamanki tebessümü ile, uzun beyaz elbisesinin içinde melek gibi masum, harikulade gözlerinin bütün safvetile Hamzayı bekliyordu.

Fakat bu manalı yüzün ifadesinde, Hamzanın bek­lediği hiç bir değişiklik, hiç bir tahassür ifadesi yoktu. Dört aylık fasılanın, taptığı bu yüze, eskisinden fazla bir tahassüs noktası bile zammetmemiş olduğunu gene adam dehşet içinde gördü. Halbuki bu seyahat kendisi için, ne mütelıalik, ne hâr, ne vecidli bir devre ol­muştu.

Meryem Hamzanın şaşkınlığını görerek, ona elle­rini uzatmış, o da bu ellerle, bütün ihtisasına, bütün aşkına, bütün tuğyanına rağmen, bir dost, bir arka­daştan fazla bir hararetle musafalıa etmiye cesaret edememişti.

Esasen Hamzanın evvelce de Meryemin gıyabında verdiği şiddet kararları, ona karşı daha cerbezeli, daha cüretli olmak niyetleri, bu büyük siyah gözlerin kud­reti ateşi ile derhal eriyip, bütün kararını önüne ka­tarak sürüp götürmez miydi ?

işte aynı sahneler tekrar başlıyordu. Bunda hayret edilecek ne vardı ? Hamza neden ümidlere kapılmış, ve bu -ümidleri hangi menbadan bulmuştu ? Meryemin hislerinde kendi lehine bir cereyan başladığını ona kim fısıldamıştı ? Bilâkis, gördüğü rüya, gayb âleminin bu hazin ihtarı bile, bu ümidlerin üstüne gaibane bir sille gibi düştüğü halde, o gene, her- şeyi anlamamazlıktan gelerek, marazîleşmiş ümidlerini körü körüne takviye etmişti.

Hamzamn hasta haleti ruh'ıyesi, bu noktaya gelince birden aksıyor, ileri gitmiyordu.

Hamza ile Meryem, karşı karşıya, yollardan, Mı­sırdan, Firavundan, Omerden, hasılı bütün seyahat in­tihalarının hulâsasından sathî bir şekilde konuştular. Bu tafsilat bittikten sonra, aralarında konuşacak mev­zu da bitmişti. O zaman Hamza, ruhî bir buhranla, ye­isini ve üınidsizliğıni hulâsa eden bir cümleyi saklıya- rmyarak :

Sıkıldın mı Meryem, gideyim mi ? Diye sordu.

Ne olurdu gene kız hislerini biraz, nikahlamasını

bilseydi.. Halbuki açık ve dürüst cevab verdi :

Darılma Hamza.. Zaman olur kİ ben kendi mev­cudiyetime bile tahammül edemem ; kendimdan bile sıkılırım I

Hamza, dört ay kâh ümid, kâh fütur, kâh hasret

c-4-s-**-. N-Â. Çc * ?■ ,     Cî«.      vs kî. i

elemi, ömrünün hiç bir ıztırab günüyle mukayese edî- lecek gibi değildi. Bu dakikadaki elemini ölçecek bir ölçü olamazdı. Arkada kalan dört aylık hasret gün­leri, ona şimdi daha ehven, daha müsaadekâr geli­yordu. Zira onlarda, biraz olsun ümid, biraz teselli kokusu vardı. Şimdi ise bu hülya, hayalî bir sür’ale dağılıp boşluklara karışmıştı.

Fakat Hamza, buna rağmen gene ric at kapısı ara­dı. Gene Meryemden uzaklaşmak için ker^dinde kuvvet bulamadı. Zillet, tahkir, meskenet, göz yaşı, onu terk- etmekten daha kolaydı.

H.-uni'a söz anlamıyan gönlünün mukavemet kırıcı ihramına, bu sefer de karşı koyamadı. Kendini cere­yana bırakmıya karar vererek Meryeme cevab vermedi ve bu suretle, korkuç bir mahiyet almak isti dadım gösteren bahiste devam etmedi.

Yalnız Hamza bütün kuvvetini derliyek:

Meryem, ister misin demin söylediğim Omerin aşiretine gidelim ? Ebüşşettar aşireti şehrin hemen dı­şındadır. Ben bu aşiret reisini görmeği çok merak edi­yorum. Sen de vakit geçirmiş olursun dedi..

Peki, Hamza, gidelim.

Ben şimdi gidip amcamı ziyaret edeyim. O va- kite kadar hazırlan, beraber çıkarız.


ÜÇÜNCÜ KISIM

Yusuf’un evini uzaktan görmek, Hamza’ya helecan vermişti. Burası bir katlı, üç odadan ibaret küçük bir evdi. Binanın üstünde geniş bir sütun vardı. Hamza’ya bu ev, kendilerinin her biri birer saraya benzeyen kâşaneleri yanında pek mütevazı, pek sade göründü.

Meryem de müphem bir heyecan hissediyordu. Bu aşirete ilk gelişi idi. Belki de bu yabancı muhitte, tanımadığı kimseler arasında sıkılacaktı. Fakat hem Hamza’nın arzusunu yerine getirmek, hem de onunla baş başa kalmamak için bu ziyareti kabule mecbur olmuştu.

Ömer onları kapıda karşıladı. Meryem, bu yanık yüzlü, muntazam beyaz dişli adamın yüzündeki itimad ve kalb rahatı veren manaya bakarak bir az ferahladı. Ömer onları, kırk yıllık bir dost gibi tehassürle [ hasret çekmek, elde edilmesi istenen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek] selâmladı.

—       Hoş geldiniz aziz misafirler... Gözüm yollarda idi. Meğerse sana ne kadar alışmışım Hamza...

Ömer, Meryem’e de Hamza gibi ismile hitab ederek selâmladı. Kızın bir az mütehayyir [Şaşmış, hayrette kalmış. ] ve yadırgayan bakışlarını görünce, yarı ciddî, yarı lâtife İzahat vermeye mecbur oldu :

—       Sanki bu memlekette Meryem’i kim tanımaz ki ben bilmeyeyim ? Hem, yolculuğumuz esnasında Hamza’dan, gündüzleri terane, geceleri ninni yerine hep bu ismi dinledim durdum. Yalnız Meryem bizi bilmez! diye gülümseyerek, yol göstermek için önden yürümeye başladı. Hamza ile Meryem de onu takib ettiler.

Hep beraber, ceylan ve keçi derisiyle döşenmiş uzunca bir dehlizden geçerek, sağda, baheye bakan bir odanın aralık kapısının önünde durdular. Ömer içeri seslendi :

—       Gelelim mi Sidi ? iki kıymetli misafir geldi.

Bu sualin cevabını, içerden bir el filen verdi. Yusuf kapıyı açmış, onları ayakta bekliyordu.

Bir nefeslik bir zaman, Hamza da, Meryem de kapının eşiğinde kaldılar.

Hamza’nın gözleri, Yusuf’un musafaha için kendisine uzattığı ele takılıp kalmıştı. O, bu eli tanıyordu.

—       Ömerin dostları, ocağımızı şereflendirdiniz, buyurun...

Hamza bu sesi de tanıyordu.

Bu el ona, rüyasında ayın koynundaki yıldızı gösteren eldi. Bu ses te “işte sevgilin,, diye o işareti tekid eden sesti.

Hamza ne yanılıyor, ne de evhama kapılıyordu. Yusuf’un eli, o elin kendisi idi. Hamza’nın hükmü o kadar kat’î idi ki, bu hususta ufak bir şüphe ve tereddüd bile geçirmedi. Yalnız onu düşündüren, bu elin sahibine, çölde soramadığı suali hemen sorup soramamak Meryem’in sevgilisi kimdir? Diye Yusuf’un malûmatına müracaat edip etmemekti. Kimsenin bilmediği bu sırrı, onun bildiğinde Hamza şüphe etmiyordu. Sahrada o      semavî hadiseyi işaret eden elin sahibi, mutlaka Meryem’in sevgilisini, Hamza’nın rakibinin kim olduğunu biliyordu. Esasen Ömer de bu rüya hakkında söz söylemeği Yusuf’a bırakmamış mıydı ?

Fakat yazık ki gene adam, kalbini sıkıştıran bu tecessüsü yenmeye mecburdu. Hiç bu kadar sırasız, bu kadar damdan düşme sual sorulur muydu ?

Yusuf cevabiyle Hamza’nın tecessüsünü tatmin edecek olsa bile, daha ilk telâkide böyle bir şeyi sormak pek abes olurdu.

Hamza, Yusuf’un başlı başına bir âlem olan ellerine tekrar baktı. Zaten o geceden beri, bunları asla unutmamış, hayır unutamamış, onlar kendilerini unutturmamışlardı. Bunlar hakikaten, dertleşilecek, söz söylenecek, hitab edilecek birer varlıktılar.

Hamza bu tereddüd ve şaşkınlık anını geçirinceye kadar, Yusuf’un eli musafaha için onu bekledi.

Meryem, Hamza’nın bu duruşunun ve ruhî bir buhran geçirdiğinin farkında olmadı. Zira o da, anlaşılmaz bir saikle sersemlemiş gibi idi.

Hamza Yusuf’la selâmlaştıktan sonra, ancak başını kaldırıp bu asîl çehrede İlâhî bir tuhfe [Hediye, armağan ] gibi çakan manaya, baktı.

Yusuf, Ömer’in bir buçuk aylık arkadaşlığı esnasında her vesile ile andığı Yusuf, demek ki, bir bakışla gönülde mahşerî bir telâş uyandıran, varlığı muzmahil [Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] eden, tefekkürü kabzeden bu harika idi!

Hamza, Ömer’in Yusuf hakkında söylediği sözleri, Yusuf’a nazaran sönük, hatta yavan buldu. Fakat Ömer’in de hakkı vardı. Yusuf, anlatılmaktan balater [Pek yüksek, daha yüksek ] bir mucize idi.

Ömer’in aylardan beri Hamza’ya aşılamaya uğraştığı ilahî mefkure, bu gözlerin bir tek başında hülasa edilmişti.

Yusuf’un geniş omuzlarını ortasında yükselen başı, hilkatin esrariyle yüklüydü. Bakışları, insana bir lâhzada hudutsuz bir vüs’atın kapılarını açarak sonsuz, derin bir âleme götürüyordu. Kaşlarının ortasında, tesbit olmuş bir şimşek remzi gibi, iki münkesir hattan mürekkeb derin bir çizgi vardı. Sanki bu harikulâde çehrenin bütün esrarı bu kati hattâ toplanmış, istediğine esrarını gammazlıyor, istemediğinden de saklıyordu.

Yusuf’un sesi Hamza’nın düşüncelerini tatil etti :

—       Ömer’i ne kadar memnun etmişsiniz. Onun gibi ben de sizi tehassürle bekliyordum.

—       Ziyaretiniz için ne kadar geç kalmış olduduğumu şimdi anlıyorum Sidi. Sizi Mısırda tanımak, benim için yüz kızartıcı bir keyfiyettir. Bu mülâkat senelerce evel de olabilirdi. Geçmiş zamanıma acıyorum..

—       Her şey için merhûn bir vakit vardır ve o şeyin vukuu, bu mukadder zamanın gelmesine bağlıdır. Danenin başak olması, bir muayyen zamanın safahatına tabi olduğu gibi, insan da vaki olacak şeyler vukuu anına kadar böylece, zamanın tekallübatına [Bir halden başka bir hale değişmek. ] maruzdur.

Sonra, geçmiş zamana acımak, onunla mukayyed olmak, vakit ziyamdan başka bir şey değildir. Geçmiş de, gelecek de insanın malı olamaz, ancak yaşanan ânın faydalı geçirmenin çarelerini aramak lâzımdır. Çünkü, geçmiş te, gelecek te, halin içindedir.

Yusuf sözünü tamamlar tamamlamaz Ömer, Harn- zanın Yusuf için Mısırdan kendi elile aldığı murassa kılıcı getirdi :

Hamza bunu mısırdan senin için almıştı Sidi 1 dedi. Yusufun yüzünde ince ve manalı bir tebessüm dolaştı.:

Bana en güzel, ve en kıymetli hediye, Ömerin vücududur. Madem ki onu getirdiniz, ikinci bir hediye­ye ne lüzum vardı ? Maamafih beni hatırladığınıza te­şekkür ederim.

Bu küçük hediye, ziyarete bir vesiledir Sidi t

Ziyarete vesile ve sebeb, sevgidir. Asıl bahane ve vesile, ondan ibarettir. Muhabbeti olanın eli boş olamaz. Zira sevgi, sebebin, vesilenin kendisidir Hamza...

— Fakat bu kılıç, aynı zamanda düşmanlarınıza karşı iyi bir silâh ta olabilir diye düşünmüştüm.

Benim düşmanım yoktur ki Hamza. hem ben hiç silâh taşımam. Çünkü muhafız hakikatta tedbir değil, takdirdir. Maamafih kul tedbir eder Hâlık takdir eder ve ancak olan, onun istediğidir. Farzet ki sahranın bütün kumları düşmanım olmuş, o, istemedikçe, hiç biri bir zarar yapamaz, zira mahlûk, Yaradan’ın bu cihan meydanındaki tasarrufunun bir âletidir. Emri veren Hâlıktır. Bu emri tatbik eden, file getiren âlet de insandır.

Ömer de daha Mısırda iken Hamza’ya böyle söy­lemişti. Yusuf ise aynı umdeyi çok keskin ve parlak bir talâkatla müdafaa ediyordu.

Yaradan, filiyle, kavliyle, gizli ve aşikâr tasar­rufuyla insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Yaradan’ın gazabı da, ihsanı da, insanlara gene insanlar vasıtasıyla gelir.

İşte insan, Yaradan’ın olan bu tasarrufu kendinden bildiği için cahildir. Halbuki bu tasarruf, onda emanet ve ariyettir. Bir gün olup Yaradan bunu o kimseden alınca ne tasarruf kalır, ne de vücud... İnsan, fiilin, kavlin ve tasarrufun hep Ondan olduğunu bildiği vakit Yaradan’ı bilmiş olur.

Yani, kendi vücudunun hakikatta bir vasıta oldu­ğunu bilen, Yaradan’ın varlığını bilmiş olur. İşte insan bu bilgiyi iktisab etmek için yaratılmıştır.

Bu bahis uzundur. Zira hilkat sırrının esaslı bir di­reğidir. Kısmet olursa daha geniş bir zamanda konu­şuruz.

Yusuf, düşünceye dalan Hamzayı tabiî hailine çek­mek, hem de hediyesinin reddedilmiş olmadığını bil­dirmek için :

Hekim Hamza.. bu kılıç benim için hususî bir kıymeti haiz olacaktır. Zira o, sizin gibi varlığı ara­nan bir dostun buraya ilk gelişinin hatırasıdır.

Omer al onu, duvara, tam karşıma as! dedi.

Yusufun söz söyleyişi harikulâde ahenkli idi. Bir çok hükümdarlar görmüş, resmî, gayrı resmî şahsiyet­lerle karşılaşmış, daima büyüklerin meclislerinde ya­şamış, hasılı gün görmüş Hamza, bu sapsade kıyafetli, mütevazı samimî, fakat rabbanî kudretle heybetlenmiş bir aşiret reisinin karşısında titriyordu.

Yusuf konuşurken karşısındakinin hislerinin inbisat etmemesi, ruhunda baş döndürücü bir tegayyür hasıl olmaması imkânsızdı.

Hamza da, Meryem de, hemen hiç konuşmadan bu sesin, sözlerin manasına göre büründüğü ahengi, se­mavî bir nağme gibi dinlediler. Hamza, bu sesin kud­retli akışı karşısında, kalbinde dalgalanan, rakibim kimdir, sualinin med cezirini bile hissetmemiye başladı.


Yusuf artık hafif mevzulardan konuşuyor, bilhassa Meyillini hikâyeleri anlatıyordu. Omın ııeş’mi de ciddi­yeti kadar cazibdi

Meryem Yusııfu yandan görüyor, bu yüze, ezelî bir bilmeceyi, kimsenin çözemediği bir muammayı halle­decekmiş gibi bakıyor, hiç bir hareketini gözden ka­çırmıyordu.

Yusufun bakışları, fasılasız zıya huzmeleri döken bir menşur gibi, endaze ve hesab.ı gelmiyen bir kuv­vetle karşısındakilerin mevcudiyetlerine bol ve niha­yetsiz zevk dalgaları döküyordı . Bu ziyafetten Mer­yem de hisselenmişti; hattâ o, bu meclisin en sâmit, fakat en aşırı zevkine batmakla teferrüd eden tek var­lığı olmuştu. Öyle ki genç kız, bir göz açıp kapama müddetinde, sanki bütün kâinatı dolaşmış kadar mü- tehayyirdi.

Meryem, Yusufun sözlerini, muhayyelesinin tebel­lür etmiş hakikî nüshası gibi dinliyordu. Meryemin ara­yıp bulamadığı kakikat ve birlikten, salâhiyetle bahs­eden Yusuf, genç kızın tecessüd etmiş mefkuresi idi.

Bir aralık Yusuf yüzünü Meryeme çevirdi :

Aşiretimizi ilk ziyaretiniz değil ini Meryem ? dedi. Konuşurken bakışları birbirine değmişti. Nazar­ların bu çarpışması Meryemi zeminden semavata, ora­dan gene şiddetle zemine attı. Kız sadece:

Evet S i d i..

Diyerek başını ihtiyarsız bir hareketle pencereye çevirdi.

Hamza, dünya içinde dünya olduğunu, ancak ma­sallarda işitilen bir hurafe zannederdi. Fakat bunun bir hakikat olduğunu, şimdi anlayordu.

Beşerî zaaflar ve ihtirasların çarpışmalıyla donmuş hisleri, Yusufun harareti ile nasıl gevşemiş ve onu bir su damlası gibi berkî bir süratla, bu, dünya için­deki kalb dünyasının gizli asumanına çekmişti. Bir aralık gözü Meryeıne ilişti. Onun da yüzünde zevkten örülmüş kesif bir nikab vardı.

Hamza Yusufa dönerek:

Sizinle olmak, cennette olmaktan daha güzel î Fakat artık bize müsaade adin de gidelim. Gece saray­da bulunacağız ! dedi.

k

Meryem bu söze karşı, ilk defa tazallümkâr, Ham- zaya baktı. Yüzünü, tatlı bir nefes gibi kucaklayan zevk hatları silindi ve bu güzel çehre hüzünle doldu. Hamza bu ikinci menfi nikabı da kızın yüzünde gör^ müştü.

Fakat o, ilk defa sevdiğine sözünü geçirmekten zevk alan bir zaferle, kızın yalvaran bakışlarını gör­memezlikten gelerek ayağa kalktı; onun kendisini ta- kib eden ayak seslerini, aşk uyandıran bir mağnayı dinler gibi alâka ile dinleyerek yürüdü.

Biraz evvel, aynı yollardan Ebüşşattar aşiretine doğru gelirken, sıkılacağını düşünen Meryemi, şu kı­sacık zaman fasılası, şimdi oradan ayrılmaktan nıüte- vellid garib bir hüzne bırakmıştı.

Eve gelip saraya yetişmek için acele acele elbise değiştirirken, orada geçireceği gecenin ağırlığını düşü­nerek şimdiden yorulmıya başlamıştı. Bereket versin ki sarayda merasim ve ziyafet yapılmıyacaktı. Hükümda­rın kızı Kamer sultanın ölümü, bir zaman için olsun eğlenceleri tatil ettirmişti.

Meryem, kumral saçlarını telaşla örerken, bir ta­raftan da, Kamerin vasiyetini yerine getirmekle mü* kellef olduğunu düşünüyordu.

Bu güzel kız, ölümünden bir kaç gün evvel Mer­yem'i çağırtmış, elini kendi ateşli avuçları içinde sım­sıkı tutarak :

Sen dünyanın en bahtlı kadınısın 1. diye ağlamış, ağlamıştı. Kamerin o zamana kadar kimseye söyleme­diği sırrını, Meriyem, kadınlık hissinin intikal kabili­yeti ile bu tek cümleden anlamış ve ölüm halinde ya­tan bu kızı teselli etmek, ona sevdiği adamı bulup ge­tirmek, kendi elile vermek saadetinden mahrum olduğu için çaresizlikten gelen bir yese düşmüştü. Uzun za­mandan beri hasta olan Kamer, demek ki Hamza için Ölüyordu. Hem de büyük bir duygu asaleti göstererek bunun kimseye söylememişti.

Meryem, Kamerin derdini öğrenmekten mütevellid melâlli hislerinin gözlerinde toplanan samimî ifadesile gene sultana baktı. Hastalığın kavurduğu bu yüz ne saftı. Marazî bir hassasiyetle duygu âlemi genişlemiş olan Kamer, Meryemin yüzündeki bu müşfik ifadeden kuvvet alarak:

Gelir gelmez ona söyle, beni arasıra hatırlasın!

Dedi.

Bu gönünl faciasından aceba Hamzanın haberi yok muydu ? Fakat sevilen insan, ne kadar lakayd da olsa, bunu bilmemesi imkânsızdı. O halde Hamza, neden bu güzel ve temiz kızı bile bile ölüme sürüklemişti ?

Kamere acıyıp Hamzaya töhmet koyan Meryem, gö­nül gaddarlığında kendisinin yüz Hamzayı geçtiğini ha­tırına getirmiyordu.

Artık Hamza gelmişti. Binaenaleyh Kamerin vasi­yetini yerine getirmek zamanı da gelmişti.

Meryem cariyeye seslendi:

Sidiye hazır olduğumu söyle !

Haber gittikten bir an sonra Hamza geldi, fakal kapıda durdu, içeri girmedi.

Hamza, saraya gitmeden evel sana »öyli eceğim var. İstersen şimdi, istersen giderken, yolda söyliyeyim.

Söyle Meryem, dinliyorum.

Kamer Sultanın ölümünü işittin mi ?

Evet biçare kız !

Geç acıyorsun î

Ne yapmalıydım?

Aşkına mukabele ve hörmet etmeliydin.

Hörmet ettim. Fakat elimden ne gelirdi onu sevmedim ki mukabele edeyim ? Sevilmiyen kimsenin aşkına mukabele edilebilir mi Meryem ?

Hamza bu son suali, hırçın bir kuvvet ve sevgili­sinin bu sitemkâr suali hak etmiş olmasının verdiği hınçla sormuştu.

Meryem böyle bir sorguya çığır açtığı için kendini suçlu buldu. Hamza doğru söylüyordu. Kendi de bu zavallı adamın aşkına lıöımet ediyor, fakat mukabele edebiliyor muydu ? O halde yapamadığı ve yapamıya- cağı şeyi, bir başkasından nasıl ve ııe hakla isteye­biliyordu ?

Hnmzn müteheyyiçti. Sualinin, sevgilisini ınahcub eden ağırlığı, ona, zafer zevki vermişti. Gene kızın pembeleşmiş lâtif yüzüne hasretle çılgın gibi baktı. Fakat her bir hissin fevkinde olan aşk, gene adamı, Meryeme karşı kazandığı şu zaferden de gâm aldır­madı. Sevgilisini üzmüş olmak, onu şiddetle pişman etmişti. Meryemin bir nefeslik istirahati için, kabil olsa, bin yıllık zahmete katlanırdı. Müşkül bir vaziyete düşe ı kızı kurtarmak için en iyi çare bahsi kapat­mak '.ı :

Gidelim artık geç oluyor. Dedi.

Gideriz, yalnız sözümü tamamlamadım.

Kamer sultan, sana söylemem için bana bir söz en ahet etti : Gelir gelmez ona söyle, arasıra beni ha- tıı lasın, dedi.

Hamza ihtiyarsız olarak acı acı güldü :

Öyle amma, bu anışım, bir hasret zedenin va­siyetini tutmak ve aşkına hörmet etmekten başka bir şey olmıyacaktır, bu anışta derunî bir alâkanın ibramı olamaz ki.. Fakat madem ki onun arzusuna senin du- dj kların tercüman oldu, bunu senin emrin telekki ede­re t yerine getireceğimden şüphe etme I

Bir gönlün iki sahibi olmaz Meryem. Beni bu hu­susta mazur göreceğini biliyorum. Hem bu bahsi bu­rada bırakalım, yeter artık. Zaten Meryem de bunu is iyordu.

Hamzanın avdetini geç haber alanlar kapının Önü­ne toplanmışlardı. Türlü türlü sözlerle etraflarını saran bı kalabalığın ortasında saraya kadar gittiler.

Yusuf gerçi Ebüşşettar kabilesinin reisi idi. Fakat civarda bulunan bütün kabilelerin sevgi noktası idi. Onun mesaisi, umumî ve ahenkdâr, ahlak sağlamlığı üzerine kurulmuş bir hayatın teminine matuftu. Muhitine ihtiraslardan uzak, temiz, örselenmemiş yekpare bir sükûn âlemi tesis etmişti.

Yusuf’un dostluğunun en değerli bir sermaye olduğunu, bütün yakınları tadarak öğrenmişlerdi. Onun sevgisi, kaç kişiyi melûf  [Alışmış, huy edinmiş. ] oldukları fenalıklardan kurtarmış, onun müdahalesi, birbirinin kanma susamış mütehevvirlerin [Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. ]  ellerinden hançerlerini düşürmüştür. Ondan gelen bir haber, bir selâm birçok kimseleri, doğru yola delâlet eden bir rehber olmuştur. Çürümek üzere olan kalpler, onun sevgisiyle hayat bulmuş, dirilmiştir.

Birbirleriyle döğüşe döğüşe gelenler, bu sulh ve asayiş ocağından, iki candan dost olarak el ele çıkarlardı.

Bundan başka, Yusuf’un malen hayırhâh olduğu kimselerin sayısını da kimse bilmezdi. Yusuf’a babası Malik bin Halim’den büyük bir servet kalmıştı; fakat o, babası gibi debdebeli yaşamaktan hoşlanmadığı için, istediği gibi muhitine yardım ederdi. Malik bin Halim, malî vaziyetinin müsaadesinden istifade ederek oğlu için her taraftan hocalar getirterek tahsiline ehemmiyet vermiş ve bu bilgisini takviye etmesi için onu, uzun seneler komşu memleketlere göndermiştir.

Yusuf daha pek gene yaşında iken, beyaz sakallı adamlar ondan akıl danışmaya gelirlerdi. Hatta Kocalarından biri: Sen mi benim hocamsın, yoksa ben mi seninin hocanım aklım ermiyor, derdi. Malik bin Halim mağrur ve ağır başlı bir adamdı, fakat o da gene oğlunun hayranı olmaktan ve için için onu takdir etmekten kendini kurtarmazdı.

Babasının ölümünden sonra Yusuf aşirete reis olmuş, fakat hayatını daha sadeleştirmiş, daha basit şeraite bağlamıştı. Civar aşiretlerin reisleri muntazam günlerde Yusuf’un evinde toplanırlar, kabilelerinin ticarî, ictimaî, bilhassa ahlâkî ve edebî cereyanları hak- kındaki müzakerelerden «onrn, hükümdara bu nıüzakerelerin hülâsasını bildirmek için içlerinden birini gönderirlerdi.

Yusuf’un aşireti, bilhassa şiir ve fesahatta çok ilerlemişti. Yusuf nazariyatcı değildi. Takrir ve telkin ettiği esasları, daima canlı misallerle izah eder, bilhassa şahsında tatbik ve filen tahkik etmemiş olduğu umdeleri kimseye tavsiye etmezdi.

Ebüşşettar aşireti, Hayrenin kalbiydi. Bu aşirette, Yusuf2u müteaddid seyahatleri esnasında takib etmiş yabancıların sayısı da mühim bir yekûn teşkil ederdi. Bunlardan biri, Yesribli Halil’di. Yusuf’u takib etmek için anasının babasının, hatta Yusuf’un mümanaatını [engel olmak. ]  kırarak, Yesrib’den kalkan kervana gizlice iltihak etmiş, o zamandan beri Hayre’de yerleşip kalmıştı. Halil, lâübali tavırlı, sözlerini düşünmeden söyleyen temiz yürekli bir adamdı. Konuşurken kavga eder gibi bağırması, zorba ve teklifsiz halleri, hoşa giden hususiyetlerindendi. Yusuf’la ekseriya pencereden konuşur, sözünü daima telâşlı ve yüksek sesle söylerdi. Hemen bütün üzüntüsünü, çok sevdiği karısı ile, üç çocuğunun hastalıkları teşkil ederdi.

Yusuf, zevcesi Ummül Bedr, kölesi Mahbub ve Mahbubun karısı Sude ile otururdu. Yusuf’un, Billi diye çağırdığı zevcesi Ummül Bedr, aynı zamanda akrabası idi. Yusuf, bu saf ve güler yüzlü ve çocuk ruhlu kadınla, çocukluk refakatinin merbı tiyeti, temiz kalbinin durgun ve teressübsüz [Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek. ] safiyeti için evlenmişti. Ummül Bedr güzeldi de.. Fakat Yusuf kendi taşkın aşkının cevabını bu sade ruhta bulamayacağını bildiği için zevcesini olduğu gibi kabul etmiş, onun için Ümmül Bedr daima kaygusuz, neşeli ve telâşsız bir ömürle mesud olmuştur.

Yusuf’la aynı çatı altında yaşayanlardan biri de Mahbub’dur. Bu gene adama kim, köle, derse Yusuf’un canı sıkılır, o yüz kere azadlıdır, derdi. Yusuf ona arazi ve ev bağışlayarak azad etmiş ve evlendirmişti. Fakat Mabbub, Yusuf’un yanında kalmayı azadlığa ihtiyar ederek karısıyla beraber bu çatının altında yerleşmişti. Mahbub, küçük bir çocuğun anasına karşı mecbul [Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan ] olduğu zaaflarla Yusufa düşkündü.

Gerçi Mahbub da bir insandı, fakat masum va müşfik mizacı, dost, dürüst, namuskâr hareketleri, onu şayanı hayret bir itimadın sahibi etmişti. Her muhite intibak eder, kimseyi fena bilmez, dost, düşman diye iki ayrı mefhum tanımazdı. Onun, hakikatta Yusuf’tan başka arzusu, ondan başka vücudu yoktu.

Gece gündüz onun arzularına karşı uyanık ve fevkalbeşer bir hassasiyetle nigehbandı.[ Gözcü, gözetici, bekçi.]

Mahbubun yegâne zaafı, gezmek, eğlenmek, bilmediği yerleri görmekti. Her eğlence meclisine Yusuf onu gönderir, bir şenlik, bir düğün ihtimali konuşulurken “Mahbubu da unutmayın !„ derdi.

Mahbubun karısı Sude, Ömer’in kızıdır. Yusuf bu kızdaki İnsanî hislerin şayanı hayret tekâmülünü takdir ettiği için onu çok sevdiği Mahbub’la evlendirmişti.

Fakat Sude de bu fazileti Yusuf’un terbiyesinden bulmuş, onun telkin ettiği, mahlûkata şefkat düsturunu kendi kabiliyetiyle karıştırarak, mükemmel bir insan numunesi olarak meydana gelmişti.

Sude Yusuf’tan ne öğrendiyse, onu eksiksiz olarak tatbik ederdi. Hastalara, çocuklara, garib ve muhtaçlara, hasılı kendinden yardım ve şefkat isteyen her mahlûka, gaibane bir vecd ile atılır, kudretini son damlasına kadar harcardı.

Sude, kimseden minnet ve karşılık beklemez, ondan yardım ve iyilik görenler, asla minnet ve şükran yükleriyle mahcub olup ezilmezlerdi.

Sude, sanki dünyaya Allah Teâlâ’nın rahmet ve rikkatinden gönderilmiş bir mahlûktu. Kalbi, bu cihanın bütün ıztırabını ve feryadlarını içine almak isterdi. Aleme bir muamma olan gönlü Yusufun ayaklan uçundaydı., zira Sude Yusufu, kendini bile dehşete veren yenilmez bir aşkla sever, fakat bu sevdasını, âlemden sakladığı kadar Yusuftanda gizlerdi. Sude gönlünü ve aşkını da başkalarının sinelerinde yaşatırdı.

Ömer’in kızı Sude, işte böyle, hislerine hükmedebilen feragat ve fedakârlık timsali bir kadındı.

Yusuf’un dostluğu ve sevgisi halkasında, daha nice Sudeler, Ömerler, Mahbublar vardı ki, o, her birini bir fazilet ve ahlâk abidesi olarak işlemiş, yetiştirmiş, hilkatin sinesine birer şaheser olarak hediye etmişti. Bunların her biri, kıymette, fazilet ve kemalde, yüzlerce insana bedel kimselerdi.

Gene kız, gördüğü andan Beri bir lâhza karşısın­dan eksilmiyen bu bakışlardan korkarak gözlerini yu­muyor, fakat gözleri kapalı iken Yusufun gözlerini daha sarahatle görüyordu. Meryem ne yapdıysa bu bakışla­rın tesirinden kurtulamadı.

U8 ufun “aşiretimize hu ilk gelişiniz değilmi Mer­yem ? derken, bakışlarının kendi gözlerine bir an değip kaçan ateşi, hâlâ gönlünde, hâlâ değdiği yerde müstakardı.

Bakış, insana bilmediğini öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı.

Meryem yeni bir şey öğrenmişti, hıı muhakkaktı. Fakat öğrendiği şeyin mahiyetini bilmiyordu.

Gene kız o gece ağladı. Fakat o, bu göz yaşları­nın da mahiyetinden habersizdi.

Bakış, insana bilmediğini öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı.

*

Hamza Omeri akşam yemeğine çağırmıştı. Fakat kendisi, Hükümdarın gösterdiği bir lüzum üzerine sa­rayda kalmıya mecbur olduğu için, misafiri ağırlamak işi Meryeme kaldi... Meryemle Omer, zaten ahbab ol­muşlardı. Omerin görüşüne nazaran Meryem, hakikatin güzel yüzü saklanmıyacak ateşîn bir kabiliyetti. Gerçi Omer Hamzada da mâna yakınlığı görerek, esarette taş kırarken ona munis olmuş, bir cinsiyet ibramiyle gön­lünü açmıştı fakat bu cinsiyet ve mana bilişikliği Meryemde, olanca vuzt^ile kendini gösteriyordu.

Meryem, bugün Omerin Yusuf tan bahsetmesini is-

tiyor fakat heyecandan buna nasıl bir girizgâh bulaca­ğını bilmiyordu. Nihayet :

Yusuf niçin gelmedi Omer ? Dedi.

Fakat bu tepeden inme sualini kendi de beğenmedi.

Şu kadar var ki Ömer sözün şeklinden ziyade, ifade edilmek istenen manasına ehemmiyet verdiği için Mer­yemin sualini yadırgamadı. Ömer için Yusufu söyİeınek zaten bir ihtiyaçtı. Bu sorgu onu canlandırdı.

Meşgul de ondan, Meryem., her ağlıyanın gözü­nün yaşı onu gider. Aşiret gaileleri ondu, şulıai müra­caatların tatmini onda.. Boy vakitleri de tefekkürle geçer. Sunu oııu naııl anlatabilirim ki, Yusufun gönlU, ezelî aşk ateşinin ocağıdır. Onu bilmek ve söylemek, yulçın zirveleri aşmuktun, daha güçtür.

Yusuf bizden bir şey beklemez ve istemez; zira o- nun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. O yalnız, telkin et­tiği hakikat umdelerinin nemuluıımiş, sünbülelorini devşirmekle zevklenir. O, u ya istifade etmeliyim, ya- hud da ettirmeliyim,, der.

Yusufun manasız meşgaleleri ve zevkleri yoktur.

Maamafıh Meryem, onun, şu izah ettiğim büyüklük lerinin fevkinde, aklın uzanamadığı mestur bir veçhesi vardır ki onu bilmek için Yusuf olmak lâzımdır.

Yusuf daima tahassür içindedir, fakat hasreti ki­medir, bu bilinmez. Ona aşık derler; fakat aşkı kime­dir bu da bilinmez.

Ömer, belki de daha çok şeyler söyleyecekti. Fakat Meryemin bir sonbahar yaprağı kadar sararmış cehresi onu ikaz etti ve sustu.

Bu bururınış yüzde, canlı iki siyah göz ömere

Daha, daha ! Der gibi yaranarak ve yalvararak bakı­yordu.

Fakat Omer bu ateşi alevlendirmiye korktu ve söylemedi.

*

*

Meryem artık gönlünü teftiş edemiyordu. Bu gönül* evvlce tanıdığı soğuk, avare, başı boş gönül değildi.

Orada, günden gline büyüyen dehşet engiz hakikati artık ört bas edemiyordu. Güneş nasıl kılıf içine sak­lanamazsa, bu satvetli hakikat ta, inkâr etmekle tevil edilemez saklanamaz bir hale gelmişti.

Bir hırsız, faraza hurma çalan bir kimse, bu hare­ketini başkalarına karşı inkâr edebilir; fakat böyle bir suç işlemediğine bizzat kendini inandırabilir mi ? Mer­yem de şimdi kendi kendinden hesab sorunca, boynunu bükmekten ve zamirini itiraf etmekten başka çare göremiyordu.

Meryemin gönlü artık boş ve aşktan tehi değildi. Bu gönlün şimdi bir sahibi, bir hükümranı vardı: Yu­suf I

Yusuf onu bütün azametiyle istilâ etmişti. Meryem gönlüne baktığı znmnn orada, ondan başka bir varlık goremiyordu.

Şimdiye kadar avare bir kelebek gibi, kokulu ko­kusuz hiç bir çiçeğin sinesini intihab etmiyen bu gö­nül, nasıl olmuştu da müşkülâtsız, mücadelesiz, zor­luksuz, Yusufun gönlü mahşerinde konuklamıştı ?

Meryem, gönlünü saran bu ihtilâlden korkarak bir köşeye sinmiş, bu hakikati bu güne kadar kendine bile itiraf edememişti. Fakat artık, onu, ister istemez, her bir zerresinin şahid olduğu bir kalabalık huzurunda iîâı> ediyor, iiirnf eyliyordu. Şimdi, Meryem sakinin dn> bıı aşk kendi kendini itiraf edecek, kendi kendini fâş ede­cekti. Zira gene kızın her bir damarı ayrı bir kalb gibi şiddetle Yusufu söyliyerek atmıya başlamıştı. Mer­yemin şimdiye ' kadar hiç bir tarafa takılmadan mual­lakta bekliyen gönlü, nihayet aradığını bulmuş, aşkın bizzat kendi tarafından yakalanmıştı.

Mütemadiyen değişen madde, bir taraftan inhilal, bir taraftan teşekkül eden eşya, bunların hepsi, Mer­yemin gönlünü kapacak kuvvete malik olmıyan şey­lerdi. Meryem aşkı, aşkın manasını arayordu; işte ara­dığını bulmuştu.

Aşk, ebedî sanatkâr!

Ancak ona zeval yok. Her şeyin terkibi ondan, her şeyin mayesi o, her şey onun huruşundan kopmuş, her mevcudun canı, varlığı, ma­nası, ibtida ve intiham o... Arz parçalansa, onu istihlaf [Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. ] edecek yüzlerce seyyare, bu aşktan zuhur emrini bekler. O olduktan sonra Ademle Havva’nın kıssası hiç te bitmez, tekerrür eder durur. Her şeyin bir niha­yeti vardır, onun asla.

Meryem ağlamak istiyordu. Fakat onun sevdasına karşı göz yaşı ne olabilirdi?

Bulutlardan nem kapmak, denizlerden bir damla çalmak gibi bir şey... Gene kızın bütün mesameleri birer göz olsa ve her birinden binlerce yaş dökülse, gene bu aşkı ifade ve izah ede­mez, gönlünü saran bu ateşin bir zerresini söndüremezdi. Ne göz yaşı ne feryad, hiç, kiç [arka bölümde olan ] bir tezahür, kabına sığmayan bu şahlanmış kuvvete bir ifade, bir remiz olamazdı. Aşkı aşktan başka hiç, amma hiç tarif eden yoktur. Ömer’in, “Yusuf’u bilmek için Yu­suf olmalıdır „ dediği gibi, aşkı söylemek, aşkı anla­mak ve anlatmak için de aşk olmalıdır. Bir şeyin ha­kikati olmayınca o şey, hakkiyle nasıl bilinebilir?

Gene kızın bütün varlığını yakan bu gizli aşktan henüz kimsenin haberi yoktu; gönlündeki kıyameti, hayretengiz bir tuğyanla taşıp kabaran bu sevdayı mu­hakkak ki yalnız ve yanlız Yusuf biliyordu, bu gönül kıyametini koparanın ondan haberi olmaması kabil miydi ? Onun aşkı ocağından sıçrayan bir ateş bu gön­lü tutuşturmuştu.

Meryem, aşkı kuvvet ile Yusuf’un kendi hakkındaki hislerini tecessüs ediyor ve kanaatlerinde aldanmadı­ğını görüyordu, çünkü bunları, aldanmayan aşkı teyid ediyordu.

“Beşçeri» anasırın muhkem bendinden çekip kurta­ran, onu ufuksuz dünya, hudutsuz cihana ulaştıran aşktır. Yalnız, yalnız odur. Akılla öğrenilebilen bütün kisbî ilimler, aşk ilminin mebadis'ıne [Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler. ] bile varamaz. Bir ilim ki dünyanın kışrından [Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. ] tecavüz etmez, o ilmin ce­hilden farkı yoktur. Aklın bildiği ve bildirdiği ilimler anasır hududundan ileri geçemez, çünkü yanar. Hal­buki aşkın talim ettiği ilimde, mütenahiyet [sonu belli olan, sınırlı. ] ve kıyasat [Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan. ] kokusu yoktur, zira aşk hakîler [toprak] gibi zemin üzre seyr etmez ki ona arıza ve hudud tasavvur olsun! O, taal­luk ettiği vücudu da kendine benzetir; kendi gibi İlahî ve lâyemût [ölümsüz] eyler...,,

Meryem, bir gece Yusufun perakende olarak söy­lediği bu sözlerini, kendi kanaatlarmın icmali, düşün­celerinin derlenip toplanmış hulâsası olarak dinlemişti.

Bu konuşmadan sonra Yusuf bağçeden içeri gir­mek üzere ayağa kalkmış, Mahbubun yolu aydınlattığı meşalenin, ışığında hep beraber yürümiye başlamış­lardı. Meşalenin arkadan gelen kuvvetli şevki, Merye­min başının gölgesini, Yusufun tam arkasının ortasına, aksettirmişti. Saçlarının, başın tabiî hududundan dışar- da kalan dağnık kısmı, Yusufun arkasına çizilmiş gibi tel tel seçiliyordu. Meryem, bu mücessem lavlıayı bah­çenin karanlığı silmeden, Yusufun vücuduna intibak etmiş olan hayalinin kaybolduğunu görmiye vakit kal­madan, gözlerini yumarak geri döndüğü zaman bir ad ım arkadan gelen Hamza ile göğüs -göğüse çarpıştı. Gene adam bu telâşın sebebini bilmediği için şaşırarak:

Ne oldun Meryem ? diye sordu. Kız ;

Bir az daha bağçede kalmak istiyorum, dedi.

Meryemin bu sözü samimî değildi. O, sevdiği şey­lerin kaybolduğunu görmiye tahammül edemezdi. Ba­husus Yusuf uzaklaşırken de arkasından bakamıyor, onu, nazarın yetişemiyeceği bir mesafeye kadar gözle­til© tnklb edemiyordu. Yuiiıfun ntının gittikçe küçü­len bir cisim gibi uzaklaşması, yahud sokağın bir zavi­yesinden, görünmiyen bir köşesine geçmesini seyrede- miyordu. İşte şimdi de aynı hissin tazyikile ondan kaç­mıştı. Bu hareketler belki bir teselli, ruhunun kendi kendine icad ettiği tedafüi bir telkindi ; fakat ne de olsa, o, böyle tesellilere muhtaçtı.

Meryem şimdi, sönük ve boş hayatının istikame­tini değiştiren ilhamkâr aşkı, ruhunda cilveşen inkılâ­bın safahatını seyre dalmıştı. Yusufun ismini anmak bile bu gönlü şahlandırmıştı.

Meryem’in Yusuf’la eriyen varlığı, muti ve teslimiyetkâr bir kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan uzak­laşınca birdenbire soğuyor, katılaşıyor, adeta donu­yordu. İnkişaf etmek için güneşin doğmasını bekleyen bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne zamandan beri bu aşkı bekliyor, bu aşk için yaşamıyor mıydı ?

Bu iştiyak, onu bulamamasının verdiği hırçınlık, cemi­yetten de şedid bir aksülamelle kaçmasına, teferrüd etmesine sebeb oluyordu. Yusuf’tan başka Meryem için kim olabilirdi? Onu ilk gördüğü günden beri, bu aşkın önüne geçilemeyen incizabına doğru, baş döndürücu bir süratle ilerliyordu. Zaten Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül yoludur, bu yolda giden yolcu sensin. Bu gitmekten maksat da kendini bulmak ona kavuşmaktır, dememiş miydi ?

Meryem de berkî  [Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ] bir süratle sağını solunu görme­den gönlü yolunu geçiyor ve Yusuf’a gidiyordu. Onun başka türlü kendini bulmasına imkân var mıydı ?

Yusuf’un aşkında bütün mükevvenatın hülâsasını bulmak için koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir kayıtla mükellef değildi. Zira varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka herkese kapalı olan kalbinden maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.

Meryem’in Yusuf’la eriyen varlığı, muti ve teslimiyetkâr bir kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan uzak­laşınca birdenbire soğuyor, katılaşıyor, adeta donu­yordu. İnkişaf etmek için güneşin doğmasını bekleyen bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne zamandan beri bu aşkı bekliyor, bu aşk için yaşamıyor mıydı ?

Bu iştiyak, onu bulamamasının verdiği hırçınlık, cemi­yetten de şedid bir aksülamelle kaçmasına, teferrüd etmesine sebeb oluyordu. Yusuf’tan başka Meryem için kim olabilirdi? Onu ilk gördüğü günden beri, bu aşkın önüne geçilemeyen incizabına doğru, baş döndürücu bir süratle ilerliyordu. Zaten Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül yoludur, bu yolda giden yolcu sensin. Bu gitmekten maksat da kendini bulmak ona kavuşmaktır, dememiş miydi ?

Meryem de berkî  [Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ] bir süratle sağını solunu görme­den gönlü yolunu geçiyor ve Yusuf’a gidiyordu. Onun başka türlü kendini bulmasına imkân var mıydı ?

Yusuf’un aşkında bütün mükevvenatın hülâsasını bulmak için koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir kayıtla mükellef değildi. Zira varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka herkese kapalı olan kalbinden maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.

Hava okadar güzel ki siz de bizimle beraber biraz yiirüseniz...

Bu sırada odadan içeri giren Ümmül Bedr Yusufun yerine cevab verdi :

Haydi gidelim; hem mehtab da var..

Sen uyumadın mıydı Billi ?

Yatmıştım ama, bunların bağçede seslerini du­yunca dayanamadım kalktım.

Mahbub da her zamanki gibi çıkmak taraftarı oldu. Yusuf, ekseriyetin arzusuna uymayı severdi. Hep be­raber çıktılar.

Hamza ile Ummül Bedr önden yürüyorlar, kâh şa­kalaşıyor, kâh konuşuyorlardı.1 Meryem Hamzadaki bu tabiîliğe hayret etmekten kendini çekemiyordu. Biraz evvel Yusufla konuştukları, o, her becası kalbe ateş gibi düşen sözleri ne çabuk unutmuş, onların hükmün­den nasıl çıkmış, sıyrılmıştı ? Yarım saatlik bağçe eğ­lencesi, Yusufun yıllar sürecek sohbeti zevkini nasıl silip götürmüştü ? Hamza onları unutmamış olsa, şimdi böyle kahkahalarla gülüp söyliyemez, bir az olsun o büyüklüğü mütaîea ederek zevkine dalardı.

Gerçi Yusuf ta tabiî görünüyordu. Fakat onun ta­biîliğinin bambaşka sebebden ileri geldiğini Meryem öğrenmişti. Yusuf devamlı olarak ne tefekkür âleminde ne de beşeriyet hükmünde kalmak istemiyordu. Eğer Yusuf, kendini kapan aşk zevkine bir had çekmemiş oîsa, beşerî umuru muattal kalacaktı. Onun için ken­dini zorla bu sarhoşluk vaktinden çekip alıyordu. Yu­suf için sırf beşerî umur ile oyalanmak ta muhal bir emirdi. O, bu iki veçheyi tam bir itidalle tevzin eder, birinin hahkını ötekine taşırmamıya dikkat ederdi.

İşte bu gece de gene aynı sebebden dolayı o aşk âlemini unutmuş gibi herkesle şundan bundan konu­şuyordu. Maamafih her zamandan az söylüyor, Mer- yemden de itina ile uzak yürüyordu.

Meryem ise hemen hiç bir söze iştirak etmiyor, konuşmuyordu.


Fakat söylenmiyen duygular, çok defa ifade edi­lenlerden daha beliğ, caha fasih olur. Meryemin de ke­tum belâgatinin neler ifade ettiğini Yusuf anlıyor, bu her ifadenin fevkinde olan gönül dilini yalnız o işi' ■tiyor ve hissediyordu. .Sanki iki kalbin arasında kurul­muş bir gizli köprüden gönülleri birbirine gidip geli­yordu. Fakat bu alış verişi ne bir göz görüyor, ne de bir kulak duyuyordu. Yusufun her nefesi, ateşten bir tufan halinde Meryemin gönlüne akıyordu.

Onun aşka susamış varlığının her zerresi, bu coş* kun seli massediyor ve tekrarını sayıklıyordu. Kurak bir zemine düşen yağmurun, hemen yübusede tahavvül etmesi gibi, bu gönü'1 de hep aynı tahassür,aynı eksil- miyen iştiyakla Yusufu, hep onu bekliyordu.

Yusuf, her müşkülün cevabı, Yusuf, her eksiğin tamamı... Meryem Yusufu, aklın yetmediği bir keyfi- yctsi zlikle istiyor ve onun ölçüye, hesaba gelmiyen aş­kına tehalükle kuşuyor, koşuyor... Onun her tavrı bir vecize, her hareketi aşkın kahhar belagatının keskin bir ifadesi... Meryem bu yaman ve ateşîn ifadeyi okuyor, ezberliyor, onu gönlüne hakkediyor...

Yusufun aşkı, gözün görmediği, aklın bilmediği asımanlardan süzülüp ebedî bir şelâle gibi gönlüne do­luyor. Yusufun sözleri, bu sözlerin her bir hecesi, aklı kapan bir kudrete bürünmüş te gelmiştir. Bu sözlerde mestedici aşk kokusu tütüyor. Meryem, başını, bu mes­tedici kokuya gömüyor, orada kalmak, orada ölmek istiyor. Yusufun her tavrında, aşkın fasih beyanını neşreden bir hususiyet var.

Bunu Meryemden başka kimse görmüyor mu? Gö­rüyor ; görmüşler de her biri birer Ömer, birer Malı-

bub ve Yusufun sayısı biiînmiyen yakınları olmuşlar.. Fakat Meryem onu sade gözler», hisleri, hattâ göz ke­silmiş her bir mesamesi!© de jförmiye kanaat etmiyor. Onu n$Uı, Açkının           nuru ile görüyor. Yusufun

sevdasına iftikar eden her zerresi haykırıyor, onu âleme bildirmek, bu endaze ve ölçüye gelmiyen aşk tufanını anlatmak için çırpınıyor. Ne olur keşki sevdiğimi bü- tün cihan sevse de hep sözlerimiz onun kıssaîart ojlsa. diyor.

Meryem, YusvOr*      dakikaların ne demek ol­

duğunu, onların ne bedelsiz kıymetlerle mücehhez bu­lunduğunu biliyor. Bildiği içindir ki işte onları çekip uzatmak, bütün bir ömre vasletmek ihtiyacı ile zebun olup çırpınıyor...’

Meryem Yusuftan uzakken yaşamıyor ki... Onsuz geçen zamanlarını, onunla yaşadığı dakikaların artığı, ile şöyle böyle geçiriyor.

Yusufun zevcesine hitab eden sesi ile Meryem titredi :

Dönelim ini artık Bi 11 i ?

Niçin sesin çıkmıyor ? Epiyce yol yürüdük..

Hiç de duymadım... Hem biliyor musun, Mer­yem, Sude île beni yairm evine davet etti.

Öyle mi, ne zaman konuştunuz, karar verdiniz ?*

Sen Hamza ile konuşurken...

Pekâlâ Billi...

Hamza söze karışarak :

Sen de gelsen ne iyi olur Yusuf...

Benim yarın işlerim var Hamza...

Meryem «e* çıkarmadan bu muhavereyi dinliyordu. Hiç Y usuf Meryemin evine gelir-miydi? Yanında bile yürümemek için itina ederken, kendi nynfrı ile bu ted* birsizliği yapar mıydı.

Sen de bir şey söyle Meryem ; beraber olursak belki kandırırız. Yarın sarayda işim de az., ben de ye­meğe gelirim.

Yusufun işlerine mani olmıyalım Hamza; ma­demki meşguliyeti varmış...

Yusuf Meryemin sözünün hakikî hedefi olan sitemi anlamamış gibi ses çıkarmadı.

Onlar aşirete doğru geri döndükten sonra, Ham- zanın şetareti, yalnız kalmanın verdiği müsaadekâr fırsatla kendisine meftûniyetle bakışı, Meryemin hay­retini büsbütün . arttırdı. Zavallı adam, Yusufla geçen zamanı ne kadar ucuza satıyor, ondan başka şeylerle nasıl avunuyor, diye düşündü.

Eğer bilse, Yusufla beraber, onunla aynı çatı altın­da bulunmanın zevkini Meryem gibi bilse, hiç ondan uzaklaşırken, gözü başka şeylerle telezzüz edebilir- miydi ? Gene kız batırmak ahlamak iatiyor : Beni niçiıı onun yanından koparıp aldınız ? Beni nereye ve niçin götürüyorsunuz ? Benim ondan başka kimsem olmadığım bilmiyor musunuz ? Kasem ederim ki ben yaşamıyorum, merhamet edin bana, bu ölmüş vücuda merhamet edin. Onun sevdasila yanmıyan, bu sevdaya batmıyan, bu aşkla muaşaka etmiyen bir zerrem mi var ? Ona, bütün varlığı ile müftekir olan bu vücudu niçin, niçin ondan uzaklaştırıyorsunuz. Bütün dehşetile beni istilâ eden bu aşkın uryanlığına olsun hörmet edin t

Meryem sabahtan beri pencerenin önünde Ummül Bedrle Sudenin gelmelerini bekliyordu. O bu gün yal­nız dinlemek istiyor. Konuşacak, söyleyecek Meryem

o          kadar uzaklarda ki... istiyor ki onlar söylesinler de kendi dinlesin.. Kalbinde, her bir damarında, vücudu­nun her zerresinde sarî olan Yusufu söylesinler ve o dinlesin, dinlesin...

Hayır, hayır..

Yusuf ve Meryem, diye iki ayrı var­lık yok ki... Cihanda ne Meryem var, ne de başka bir mevcud... Hattâ cihan da yok.. Meryem için yer, gole, her “şey yâlnız, yalnız Yusuf, yalnız o... Meryem Yusuf tan başka bir şey görmüyor ve bilmiyor... Onun için Yusuf’tan başka bir şey yok ki bilsin! Esasen hiç bir güzelliğin cazibesine iltifat etmeyen müstağni nazarla­rından bütün cihan silinmiş Yusuf’un istilakâr yarlığı, mükevvenatın bütün nakışlarını silmiş götürmüş. Hat'tâ genç kızın kendi vücudu bile çoktan bu adem ka­filesinin arasına karışıp kaybolmuş...

Gamzenin koşarak içeri g’ırmesile Meryem pence­reden çekildi. Arkadan Ummül Bedr, Sude ve Ömer girdiler. Ummül Bedr hem gülüyor, hem de konuşu­yordu :

Aman Meryem, bu ne dalgınlık ? Sana selâm vermekten kollarımız ağrıdı. Kuzum bizi nasıl görme­din ?

Sizi sabahtan beri pencerede bekliyorum. Yok­sa başka yoldan mi geldiniz ?

Hayır hayır, tam pencerenin karşısına gelen, her zamanki yoldan geldik; biz seni gördük, selâm da verdik, ama senin gözün bizi görmedi. Seslendik, işa­retler ettik, nafile., görmedin, görmedin..

Bak hesabda yoktu ama, memnun olursun diye sa­na Omeri de getirdik.

Meryemin müdafaasız sükûtu Ummül Bedri telâşa düşürdü:

Rahatsız mısın yoksa Meryem, neden rengin uçuk?

Ummül Bedr kinaye söylemiyordu ; bilâkis tam bir samimiyetle konuşuyordu. Meryemin ruhî buhranına dikkat etmiş olsaydı, o da Omerle Sude gibi susar ve onların hissen olsun genç kızın gönlündeki kıyameti sezişlerine iştirak ederdi.

Ummül Bedrin sualine, Gamze cevab verdi :

Meryem hasta değil ; fakat siz o kadar geç gel­diniz ki bekliye bekliye pencere önünde uyuşmuş kal­mıştır, dedi.

Gamze Meryemin neş esizliğini telâfi efmek için gevezelik ediyor, hoş, sözlerle bu eksikliği kapatmıya çalışıyordu.

Meryeme taabbüdkâr bir segvi ile bağlı olan Gam­zenin hisli gözleri, gene kızdaki değişikliği başlangı­cından itibaren görmüş ve bunun ne derece miihlik olduğunu da, kendi anlayışı mizanile ölçmüştü.

Belki Gamze Yusufu görmemiş olsaydı, Meryemi bu kadar harab eden bu aşk kaynağına muğber ola­cak, belki de kin besliyecekti. Fakat Yusufu gördükten sonra onun hakkında menfi bir his beslemek imkân­sızdı. Yusuf, hem bir çocuktan da masum, hem de akıl­ları durduracak kadar teshir edici bir kudrete sahibdi.

Bereket versin ki Meryemin misafirleri merasim perver kimseler değildi. Hepsi de berrak bir su gibi kalbleri görünen temiz, olgun insanlardı. Onlar buraya ne ikram görmiye, ne de Hamzanuı muhteşem kâşa­nesinin kıymetdar eşyalarına hayran hayran bakmıya gelmemişlerdi. Onların gönüllerini siisliyen sükûn ve AHtıyi^, dünyuıımlıer bir v ar 11£nulun müala£ni çdccck kadar mutlak ve gani idi.       .

Hemen üçü biribırlerile konuşuyorlar, biribirlerine yetiyorlardı. Meryem de büyük bir cebr ile bunlara iştirak etmiye gayret ediyordu.

Sana Yusufla çocukluk hatıralarımızı ve evle­nişimizin hikâyesini anlatacaktım Meryem, ister misin söyliyeyim ?

Elbette Ümmül Bedr..

Bu izdivacı ben de senin kadar bilirim, ister­seniz ben anlatayım çocuklar..

Lâtifeyi bırak da Ömer beni dinle.. Meryeme söyliyeceklerimin içinde senin de bilmediğin kısımlar vardır. Zannediyormusunuz ki Yusuf benim yalnız zev- cimdir? O benim her şeyimdir : Anam, babam, karde­şim, dostum. Yusufun babası Mâlik bin Halim, anne­min dayısıdır. Öksüzlüğüm yüzünden ben dayımın ya­nında büyüdüm. Çocukluktan genç kızlığa kadar lıep beraber geçen bu müşterek hayatımız içinde o bana bir büyük kardeş muamelesi yapmıştır. Fakat öyle bir kardeş ki, bir anadan, bir babadan beklenen şefkatle dopdolu... Her vesile ile himayesini, her suretle yar­dımını ve dostluğunu gördüm. Zaten Yusuf yalnız bana değil, bütün insanlara, eksik söyledim, bütün mahlû- kata karşı müşfik ve hayırlıdır.

Küçükken Yusuf için ben, aynı zamanda bir eğ­lence idim. O, başka gençler gibi hariçte eğlenmez,.

eskiden beri kendi âleminin zevki içinde yaşardı. Be­nimle masum lâtifeleri pek çoktur, hattâ bazen bu yüzden ağlardım da... Bilhassa bağçemizde bir ağacın üstünde leylek yuvası vardı. Yusuf ekseriya : Billi Billi 1 diye çağırır, ben de aldanıp gidince kolumdan tutar zorla yuvanın altına sürükler, leyleklerin yukar­dan bıraktıkları mayi ile üstüm başım kirlenince o güler, ben ağlardım.

Küçükken çörek severdim, hâlâ da severim ya... bana o kadar çok getirirdi ki, kaç defa bu yüzden hasta oldum. Kendisi bunlardan bir lokma bile tat- mazdı. Zaten Yusuf eskiden beri az yemek yer; o za­manlar bütün gıdası bir çanak sütle biraz ekmekten ibaretti.

Bir kere de Fırat taşmıştı, o zaman evimiz nehrin sahilinde idi. Sular içeriye kadar yürüdü, ben ağlamıya başladım, evde de o gün ikimizden başka kimse yoktu. Yusuf beni arkasına alarak evden dışarı çıkardı.

Ümmül Bedr bir lâhza durdu. Belli ki dimağı ma­ziden sahifalar çeviriyordu.

Yusuf sıcak ve uzun günlerde öğle zamanı ya­tardı ; beııi de odasına çağırır, oturturdu. Onun uyu­masını seyretmiye doyamazdım. O kadar uyanık gibi uyurdu ki uyuduğunu bildiğim halde bir türlü inanmak istemez ve yüzüne bakarken kendim uyuyup kaldım.

Bir gün dayımın ayak «esile uyandım. Telâşla ko­şarak yanıma geliyordu. Meğerse başım pencerenin için­de öyle muhataralı bir vaziyette uyumuşum ki, ufak bir hareketle düşmek tehlikesinde olduğumu gördüm. Uy­ku sersemi kalktım, Yusufu yatağında aradım; o çok­tan kalkınış, gitmişti.

Ümmül Bedr gene durdu ve :

Çocukluk hatıralarila vakit geçirmiyelim ; bun-^ lan anlatmak uzun, pek uzun sürer.

Kadınlar Yusufu hiç rahat bırakmazlardı; gerçi o, bu alâkadan ve güzel kadınlardan hoşlanırdı, fakat ev­lenmek için hiç birini intihab etmezdi. Hele ölmüş bir aşiret reisinin dul ve zengin karısı vardı ki, haber haber üstüne gönderirdi. Etraftan yağan tekliflere şaşıp şaşıp kalırdık. Ben o zaman küçüktüm, böyle şeylere pek aklım ermezdi ama, dayımın çok sevdiği bir cari- yesı vardı, bütün bunları bana o anlatırdı. Yusufu her­kes davet eder, bir vesile ile çağırırdı.

Babası bu davetlerde genç ve güzel oğlunun bu­lunmasını, şarkı söylemesini hiç istemezdi. Yusuf ta babasının bu arzusuna riayet ederdi. Yusufun sesi o kadar yakıcıdır kî, bu kadar senedir dinlediğim halde, hâlâ her duyuşumda ağlarım. Sonraları artık bu da­vetleri, tamamen îhmal etti.

Nihayet hiç umulmadık bir zamanda babasının zo­ru ile evlendi; fakat kadın çok kıskançtı. Yusufun ha­yatına acı su gibi karıştı. Bir müddet böyle yaşadılar, ömrü de azmış, çok yaşamadı.

Yusuf, karısı öldükten sonra Bağdada gitmişti. Onun gaybubeti esnasında dayım da beni, iki günlük bir mesafede oturan bir tacirle nikâhladı. Düğün alayı ile giderken, nikâhlımın vurulup öldüğü haberi ile kar­şılaşarak geri dönmiye mecbur olduk. Bu giriş çıkış patırtılar arasında dayım da vefat etti..

Bağdaddan ansızın dönen Yusuf, babasının yerine aşirete reis oldu. Az bir zaman sonra da bana bir gün birden bire : “ Benimle evlenir misin Billi „ ? dedi. Bu bekletiledi^im sual, beni ziyade mütehayyir etmekle beraber, evet, dedirn.

Hemen her arab erkeğinin sekiz, on karısı vardı. Kendi kendime: Muhakkak ki Yusuf, huysuz olmadı­ğımı bildiği için, islediği kadınlarla evlenmek ynhtıd eğlenmesine göz yumacağımı bildiğinden beni intihab etli, diyorduttı.

Fakat tahminim doğru çıkmadı, yirmi senedir, hep çocukluğumda gösterdiği şefkatli alâkasını bir gün kaybetmedi.

Yirmi sene zarfında, yaşamlyan üç çocuğun anası oldum. Büyük kızım sağ olsaydı, şimdi on dokuz ya­şında olacaktı.

Meryem kendi kendine : Benden üç yaş . küçük î dedi.

Sude, Yusufa aid sözleri Meryemin nasıl önüne geçemediği bir heyecanla dinlediğini artık öğrenmişti. İşte şimdi de dikkatle Meryemin yüzüne bakarken gene kızın denize koşan bir sel gibi Yusufa doğru ne kadar sür’atle ilerlediğini hislerile adım adım takib ediyordu.

Sude için Meryem, Yusufun aşkına karargâh ola­bilecek tek ve hakikî menzildi.. Onnn için Mahbubun karısı, bu giizel vücuda ihtiram ediyor, onun kendisi için yenilmez bir rakib olduğunu bildiği halde, feda­kârlık ve feragat timsali olan Sude, bu şahsî zaafım da mat ve mağlub etmiye çalışıyordu. Zaten o, gönlünü ve aşkını bile başkalarının sinelerinde yaşatmıya alışık değil miydi ? Hattâ icab ederse Meryemin aşkına da miizaharet etmelidı. Zira Sudeye bu yakışırdı. O, an­cak bu müşkül, bu yaman feragati da gösterirse, fera- gata hakikî bir remz olabilirdi. Lâkin Sude bu hareketi kendi tekâmülü namına değil, sevdiği Yusuf için yapmak istiyordu.

Hamzanın muhteşem sofrasında artık yemekler yenmiş, misafirleri yelpazeleyen cariyeler nöbet değiş­tiriyorlardı. Meryem yalnızken bunu aslâ yaptırmazdı; fakat şimdi misafirlerine hürmetsizlik olmaması için ses çıkarmıyordu. Bir aralık Omer :

Meryem müsaade eder misin cariyeler çekilsin­ler. Biz istersek kendimizi yelpazeleriz. Onların ayak üstü bu işi yapmalarından azab duyuyorum, dedi.

Hay hay Omer.. zaten ben yalnızken hiç te bu işi yaptırmam.

Peki bizi yabancı yerine mi koydun da bu me­rasime lüzum gördün ? İnsan, sahib olduğu mevkiin salâhiyetlerini suiistimal etmemelidir. O esirler, cari­yeler arasında ne temiz kalbi i insanlar vardırki,-bir tanesi yüz asilzadeye bedeldir. Esasen esirle efendi­nin, yaradılış itibarile bir farkı yoktur. Yaradan kal­be bakar, nesebe değil., kimin gönlü temiz ise, Yara­dan indinde efendi o dur, azad o dur, hür o dur. Ömer gene dertlenmişti; fakat birden bire Hamza’nın içeri girmesiyle sustu.

Hamza yorgun görünüyordu. Geç kaldığı için mi­safirlerine özür diledi ve hemen Meryemin yanına otu­rarak cebinden bir kutu çıkardı :

Bak Meryem sana bir gerdanlık yaptırttım. Ye­şil, rengi sevdiğin için hep zümırüdle işlettim.

Hamza hem söylüyor, hem de gerdanlığı kızın boy-, nuna takmıya uğraşıyordu.

Meryemin beyaj bir^su kuşunun boynuna benziyen yükselt ve lâtif gerdanını bu yeşil Inşlar sanki sıra sırn öpüyorlardı. Hamza, körlerine ka^ar yükselen heyecanını gizliyemiyerek tahassürle bu giiıel kıza ba­kıyordu.

Ömer kendi kendine : — Zavallı adam, çölde gör­düğümden daha sevdalı., diye düşündü.

Hamza, gözlerini zorla Meryemin çıplak boynun­dan kurtararak gözlerine çevirdi :

Meryem, bu akşam Hükümdar bizi istiyor. Şim­diden söyliyeyim ki, gitmemek olmaz.

Sonra Ummül Bedre dönerek :

Artık bu gece bizi beklemezsiniz değil mi? dedi.

Ben kendi hesabıma sizi her zaman beklerim ve

isterim ; fakat zaruret karşısında ne denir?

Nenden hemen söz vefdin Hamza?

Böyle deme Meryem \ Biliyor musun sen saraya ■gitmiyeli ne kadar zaman olmuş? Tam kırk gün. Bu­nu ben de bilmiyordum da, baban söyledi. Günleri sa­yacak kadar bu işle alâkadar ve öfkeli. Bereket versin Hükümdar’bu sıralarda lıaricî iyinle meşgul dc senin yokluğunu lâyıkile duymuyor. Maamafilı, “ Meryemi bahsettin hiç görünmüyor,, diye canı sıkıldığını his­settirdi. Amcam da söz söylememe vakit kalmadan :

Merak etmeyim Hükümdarım, Hamza onu hab- setmiyor. Her gün Yusufun evindeler., dedi.

Diyorum ya bereket Hükümdar çok dalgındı da, kurcalamadı ; yalnız :

-- Bizi de ihmal etmesin canım! diye gelişi güzel cevab verdi.

Hamza henüz sözünü tamamlamamıştı ki Meryem, bir çığlıkla yerinden fırladı :

' - ' . 11

İGU

Yusuf, Yusuf!

Yusufun geldiğini herkesten evvel o görmüş ve kendine hâkim olamıyarak bağırmıştı. Yusuf;

Hem hatırından çıkamadım, hem de misafirle­rini almıya geldim Hamza.. diyerek içeri girdi.

Var ol Yusuf, ben de şimdi Meryeme bu gece saraya gideceğimizi söylerken, seni görememek üzün­tüsünü duymuştum. Sonra, misafirlerimizi alabilmen için senin de bir parçacık olsun .misafir olman icab eder. Hem otur da misafirlerimi heyecanlandırmamak için söylemediğim bir şeyi sana anlatayım.

Yusuf sanki kaçacakmış gibi Hamza hemen söy- lemiye başladı.

Bu gün bir hastaya gidiyordum. Yolda bir fakire rast geldim ; para istedi, vermek üzere durdum. Tam bu esnada iki adım ilerdeki duvar yıkılmaz mı ? Eğer

o          adama tesadüf etmeseydim, tabiî duvarın altında ka­lacaktım. Bu nasıl iş, söyle bana Yusuf ? Bir tesadüfle koca bir hayat kurtulur veya söner mi ? Nasıl olur da bir insanın akıbetini kör bir tesadüf tayin eder ?

Geçirdiğin kaza için evvelâ, geçmiş olsun di­yelim Hamza.. Sonra, bu kazadan kurtulmanı tesadüfe hamletme. Zira cihanda vaki olan hiç bir hâdise tesa­düfe mübteni [Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu. * Dayanan, istinad eden, müstenid ] değildir. Her şey bir sebebe mübteni ol­duğu gibi bir gayeye, o da daha yüksek bir başka ga­yeye müteveccihtir.

Binaenaleyh hiç bir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Her şeyde İlâhî bir sebeb ve varlık olmakla beraber onları, bu şekilsiz maddeden, bu karışıklıklardan çı­karıp intizama sokan ve her olana emir veren bir ha­kikî âmir vardır. Sana evvelce de söylediğim gibi bu hakikî âmir, her yerde hazır ve galib ve her yerde mevcuttur. Demek oluyor ki, tesadufî bir şey yoktur; her olan şey mutlak evvelden kararlaştırılmıştır. Her olan şey, muazzam bir aklın emir ve hükmüne hizmet etmektedir. Onun emrinden hariç bir şey olamaz.

Senin camid [Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız] zannettiğin taşlar, yahud her hangi bir cismin içi hayat doludur. Zira bütün mevcudattan görünen Yaradandır. Hiç bir şey yoktur ki bundan ha­riç olsun.. Camîd zannedilen her şey hayattadır. Gü­neşin etrafındaki yıldızlar gibi, bu zerrat ta merkezine müncezib olarak harekettedir. Harekette olan her şey ise hayattadır. Hayat ta, Yaradanla kaimdir. Hayatta olan her şeyden şüphesiz Yaradan zuhur eder. İşte her şeyde Yaradanın bu hüviyetini gören yani her şeyde o şeyin manasını seyreden, kâmil insanlardır. Demek olu­yor ki, Allah Teâlâ senin kurtulmanı istemiş, karşına o fakir kulunu çıkarmış, mes’ele bundan ibaret!

Şunu da bil ki Hamza, Yaradan’la dostluğu olanın her şeyi kolay olur.

Sen onunla dost olursan, o da seninle dost olur; dostu Allah Teâlâ olanın ise neden korkusu olur?

Onun için, bir şey yapacağın vakit daima düşüne­rek yap.

Dünkü günün âdil bir şahit olarak senden ayrıldı. Girdiğin gün de seni gözetici olarak duruyor. Eğer giden günü kötülükle geçirmişsen İkincisini iyilikle geçir yapacağını sakın yarına bırakma, olur ki yarın gelirde seni bulamaz. Onun için her nefesini kendinin nigehbanı [Bekçilik, gözcülük. ] olarak al ve her ne yaparsan onu kendine yaptığını bil !

Eline batan dikene kızma, bil ki onu sen kendin batırdın, bu zahmı tesadüften ve yahud başka bir şa­hıstan zannetme!...

Ya bir saniye, ya bir dakika, ya bir sene, hasılı bir zaman evvel yapmış olduğun bir şey sebebiyle o zahmı, bu dikenden yedin.

Hülâsa yaptığın şey, iyilik olsun, fenalık olsun aslâ kaybolmadığı için zamanı gelir, seni bulur. Çünkü her taraf aynadır; her ne suret bağlarsan o suretin bu aynada belireceği aşikârdır. Aynaya karşı yumruk sıkarsan o da sana öyle yapar, gülersen o da güler. Mademki bütün cihan insanın fiillerine ayna gibidir, o halde aynanın önünden kaçmak elbette muhaldir.

Bu sözlerinden sonra tesadüf kelimesini kullan­mamak lâzım geliyor..

Kelimeyi değil, kelimenin delâlet ettiği manayı kullanma !

Yusuf gitmeye hazırlanırken Hamza gülümseyerek elinden tuttu :

Bitmedi; bir derdim daha var Yusuf.

Benden daima yardım gören birisi vardır ‘ belki siz de bilirsiniz, hekim Süleyman derler. Malî vaziyeti pek iyi değildir. Her zaman benden yardım ister, eline para geçince de sarhoşlukla yer bitirir, çoluğu çocuğu sefalet içindedir, gelip para isteyince, dayanamam veririm. Bu defa yardım ederken bir az da nasihat ettim. Her halde buna canı sıkılmış olacak ki gezdiği yerde benim için söylemediği fena söz yokmuş. Hâlbuki ben onu hakikî bir dost zannederdim. Ama bil­seniz bu adama ne müşkül vaziyetlerinde yetiştim. Mak­sadım yaptığım, iyilikleri sayıp dökmek değildir; fakat hâlâ şuna hayret ediyorum ki, yapılan iyiliğin cevabı neden böyle oluyor ?

Dünya dedikodu, hayat ise, can çekişmek de­mektir, Hayatı takip edenler bunu her gün, her vesile ile görebilirler.

Dünyanın her hangi bir şeyine vefa ümidiyle bağ­lanan kimse, mutlaka ondan cefa görür. Bu kaide değişmez, bunda herkes müsavidir. Çünkü bütün ha­yat, gelmek, çekmek, ölmek kelimeleriyle ihtisar olu­nabilir ve herkes ne ederse onu bulur. Yalnız, kimine er, kimine geç! Dünya vefasız olduğu ve kedi gibi doğurduğunu yediği gibi tabiî olarak adamları da vefasızdır. Onların sana yaklaşması, ya senden korkuların­dan ve yahud da senden bir şey beklediklerindendir.

Neden herkesin kendi meşrebinde olduğunu isti­yorsun ve olmayınca kızıyorsun?

Sen onu ayıbladığın gibi, o da seni ayıblar. Bazı kimseye iyilik yapmak, ona tokat vurmak gibi gelir. İyi bir kimseye fenalık yapmak ne tesir ederse, ona da bu iyilik aynı tesiri yapar, çünkü meşrebi, istidadı buna müsaiddir.

Bir kimseden istidadının fevkinde bir şey istemek, biberden şeker lezzeti aramak kadar muhal bir şeydir. Bir biber fidanına ne kadar ihtimam etsen, onun za­tındaki hasiyetini kemale getirmekten, yani acılığını ziyadeleştirmekten başka bir şey yapamazsın. Dünya tezadlarla doludur; bunlardan birine tesadüf ettiğin zaman taaccüb etme Hamza..

— Peki ama, madem ki herkes dünyada bir vazife ile mükellef olarak yaradılmıştır; o halde fenalık eden neden ceza görüyor ?

—Bu ince bir meseledir, Hamza. Dediğim gibi dünyada namütenahi [sonsuz] zıd fiillerin vazifedarları vardır. Meselâ zuliim yapan olduğu gibi, intikam alıcı da var­dır. Şifa veren olduğu gibi, zehir saçıcı da vardır.

Affeden olduğu gibi, kahreden de vardır. O halde zulüm yaptığın vakit karşında intikam alıcıyı görürsün.

Bir kimseye fenalık yaparsan, seni kahredici ile karşılaşırsın. Zira evvelce de dediğim gibi Allah Teâlâ’nın tasarrufu, insanlara gene insanlar vasıtasiyle vaki olur. Eğer bu hakikati bilirsen, niçin bu böyle oluyor, filan kimse neden böyle yapıyor, diyemezsin. İşte bu noktadan, hakikî failin Allah olduğu manası çıkıyor.

Onun için fenalık yapan bir kimseyi, meselâ demin söylediğin adamı, neden böyle yaptı, ben olsam böyle yapmam, diyemezsin. Doğru, sen olsan böyle yapmazdın, çünkü sen o vazife ile dünyaya gelmemişsin. Yaradan seni o vazifenin memuru etmemiş. Herkesin kendi vazifesini ifa ettiğini bildikten sonra davaya ve üzüntüye lüzum kalır mı ? Sen ona yardım etmekle kendine düşen vazifeyi işledin; o da sana nankörlük etmekle kendine düşen vazifeyi işledi. Neticede ikiniz de vazifenizi ifa etmiş oldunuz.

Bunun için, nasıl güzel bir musiki, güzel şeyler, lâ­tif çehreler sende inşirah uyandırıyorsa, böyle birisi tarafından zemmedilmek, tahkir ve tezyife maruz kal; makta da aynı o zevki duyman ve bu muameleyi gör­düğün kimseyi affetmen lâzımdır. Eğer bunu yapabi­lirsen, güzel sesten, güzel yüzden, hasılı güzelliklerden bulduğun zevki, bu affedişte de bulur ve kalbini cerihasız [Yara. Çürüklük. ]bir sükûn ve istirahata kavuşturmuş olursun.

Bilsen Yusuf, karşına ne kadar derdli gelsem, onları sen bir anda yok ediyorsun. Dünyanın bir çok yerlerini gezdim, dolaştım, sayısız kitablar okudum. Fakat senin şifa verici sözlerine hiç bir tarafta tesadüf etmedim. Hoş senin yüzünü görmek te, sözlerini dinle­mek kadar kalb sıkıntısını yok eder. Ne garib seni gö­rür görmez gönlümdeki sıkıntı dağılıp gidiyor.

Gerçi şimdi beni müskit [Düşüren, ıskat eden. ] bir cevabla ilzam [delille muhatabı susturma, söz ve düşüncede üstün gelme. ] ettin ; fakat “niçin sıkıldın Hamza?,, diye bir tek cümle, basit bir söz de söyleseydin gene ferahlar, sükûn bulurdum.

Sana bunun da sebebini kısaca anlatayım Hamza... Söz cisme, mana da ruha benzer. Ruhun cisme taalluku, lâfzın manaya taalluku gibidir, ruh cismin ne içinde ne de dışındadır. Mananın da lâfza münasebeti böyledir; mana ondan ne başkadır ne de onun aynıdır. Göz manadan zevk alacak kuvveti haiz olursa, lâfzı dinlemeden de bu zevki alabilir. İnsanın cismi bir ke­lime, bir sözdür; ondaki mana da aslıdır.

Fakat söz  büyük şeydir ; nasıl ruh cisme lâzımsa mana için de harf ve savt (ses) öylece lâzımdır.

O senin kitablarda bulamadığın ilâhî ilim, aklın istidlalat [İstidlaller. Muhakemeler ] nazariyesine müracaat edilmeksizin kesbolunan ve ancak aşk ile hasıl olan kalb ilmidir. İnsan bizzat kendinden ve her şeyden samimî bir feragat ile geçtiği vakit gayb âleminin nuruna müstağrak olur. Bu birliği bulan gönül sade enfüsü değil, afaki bile tasarruf eder.

Mahsus olan eşyaya hükmetmek kolay ve bayağı bir hünerdir. Dünyanın her tarafında, bilhassa Hindde bu hokkabazlardan pek çok vardır. Eşyayı yerinden oynatmak hüner değildir Hamza, İş, gönülleri yerin­den oynatmakta, gönüllere hükmetmektedir.

Hasılı gerek bu dünyada, gerekse ötekinde refah ve rahatın âmili, kendini bilmek ve kimseyi incitmemektir. Fazilet ve kemâlin de en bariz alâmeti, kimsenin aybını görmemek ve söylememektir.

Yusuf, sözlerini tatbik edebilmek için bana bir köşeye çekilmek ve bu alayişli hayatı terk etmek lazım gibi geliyor...

Niçin yanlış anlıyorsun Hamza? Bilâkis, bilâkis.. Gönül hayatı, Hind fakirleri gibi aç kalmak, yırtık ya­malı elbise giymek, yoksul olmak veya bir köşeye çe­kilip miskin miskin oturmak değildir. Ye, iç, gez, eğ­len, cemiyete faydalı ol; istifade ettiğin güzellikler ve faydan dokunan insanlar da Allah Teâlâ’nın varlığından birer parçadır. Bunu da bil ki insanın kıymeti sayi nisbetinde yükselir.

Maksat bu alayişe, bu patırdılara kalben bağlan­mamak ve her el uzattığın ve her gördüğün şeyde Yaradan’ı görmektedir.

Yusuf ayağa kalktı :

Haydi çocuklar, akşam oluyor gidelim. Hamza ile Meryem bu gece saraya davetliler, dedi.

Hamza telâşla :

Daha çok vaktimiz var, biraz daha otur Yusuf- bir az daha...

Yusuf Hamzanın ısrarına tebessümle mukabele ederek Ummül Bedri elinden tutup kaldırdı :

Haydi Billi, yürü, Sude babasile gelir ! diyerek hemen uzaklaştılar. Omerle Sudeyi teşyi etmek için ayakta bekliyen Hamza :

Boşbuğazlık ettim, saraya gideceğimizi Yusufa duyurmamalıydım. Gelmişken biraz daha otururdu. Halbuki ona daha ne kadar söleyeceklerim vardı; d ye teessüf ediyordu. O zamana kadar sesi çıkmadan din­leyen Omer :

Yusuf söyleyeceğini söyledi; onu daha mı yora­caktın ? Hoş o, faydalı *öz söylemekten nc u«antr> ne de yorulur, karşısındakini istifade ettirmeye üşen­mez, O, bizi talime, bizden daha haristir.

Bu dünya ne kahbedir bilmezsin Hamza... Ben de bir vakitler bilmezdim; bana onun da kendimin de iç yüzünü Yusuf gösterdi. Dünya, bir işvebaz kadın gibi insanı en ummadığı bir zamanda aldatır. Binbir güzel­likleri, cilveleriyle seni kendine ram eder. Halbuki o varlık gösteren bir yokluktur. Arzularına ermemek üzere bu aldanışlar insan için ne acıdır. Hanı hamur­dan devecikler, oyuncaklar, beşikler, bebekler yaparak şekere benzetirler; çocuklarda bunlara bayılır ve alıp yemek için çırpınırlar. Hâlbuki onun tadı şeker değil, hamurdur; fakat bunu sen bilirsin, çocuğa anlatamaz­sın ki...

Çocuk, şekerden deve, beşik yiyeceğim diye onları ister.

Her ne kadar: bunlar hamurdur, şeker değildir, de­sen de ikna edemezsin. Ancak ısırınca işi anlar ve atar.

Eğer sen de büyüyüp çocukluktan çıkarsan, bu dün­ya zevklerinin bir aldatıştan ve bir avuç çamurdan iba­ret olduğunu anlar ve onları kendiliğinden atarsın.

Omer tatlı tebessümü ile kapıdan çıkarken, Hamza:

i>ur Omer, bari sen gitme beraber çıkalım? dedi.

Sude, babasının, Hamzanm teklifine temayül etti­ğini görünce:

Olmaz Hamza, benim de işlerim var, müsaade et te gidelim 1 diyerelc yüriidii ve kapıdan çıkarken, Meryemle buluşan bakışları, her zamankinden daha birbirinin derdine yakın ve hisli idi.

***

Meryem o gece saraydan dönerken, Hamza ile be­raber Marküsien kaçtıkları ziyafet gecesi, bahçenin şed­dinden büyük havuzu seyrettikleri 3 erde durdu. Gene havuzun etrafındaki meş’aleler yanmıştı. Ziya hatları, manzum bir kitabenin yaldızlı mısraları gibi sıra sıra durgun suya düşmüştü.

Hamza, bu asil adam, Meryemi Marküsten kurtar­makla ne büyük bir iyilik etmiş, sonra da ona karşı bütün vaidlerinde durmuş, bütün düşkünlüğne rağmen bu ahdi ilılâl etmemişti. Fakat hu hayalın sonu ne o- lacaktı ? Eğer Meryemin aşkı Yusuftan başka bir vücu­da aid olaydı, kız Hamzaya karşı kendini suçlu ve mcs'ııl tutardı; fakat şimdi asla! Zira Yusufun aşkı bir emri muhakkaktı. Ondan ne içtinab edilir, ne de uzaklaşılabilirdi ?

Meryem Yusufu ııiçin seviyor? Onun için mükev- venatta Yusuftan başka sevilmiye değer bir mevcud yoktur da onun için seviyor...

Meryem Yusufu sade sevmiyor.. Ona âdeta tapıyor.

Sevmek lâfzı, aşkına nazaran ne kadar ibtidaî, ve ifadesiz bir mefhum !.

Meryem bir gün olup bu şiddetli suzişin bir tara­fından fışkıracağından, kendini ele vereceğinden kor­kuyor...

Meryem, hakikaten Yusufa tapıyor! kendini tanı­mayacak, uzvî ve manevî bütün kuvvetlerini darma dağnık eden bir şiddetle kendini bilmiyor... Bildiği, gördüğü bir şey var : Yusuf î

Sabahleyin gün, pembe dudağını ufukta kımıldatır­ken, Meryem de ilk defa, her keşten ve Hamzadan da habersiz olarak Yusufa gitmeyi kendi kendine kararla­ştırıyordu. Bu kararla bir az sükûnet buldu ve ancak, kendini Yusufa giden yolda görünce biraz aklî başına geldi.

Bu yollar, onun taşını toprağını, kedisini, köpeğini her bir zerresini sevdiği bu yollar, ne güzel, ne anla­tılmaz bir füsunla dolu îdi. Meryemin hareket halinde­ki ayaklarımı kimin idare ettiği, istikametini kimin tayin ettiği belli değildi. Genç kız bunları bir an dü­şünecek oluyor, fakat şuuru da meçhul bir kuvvet ta­rafından emilmiş, kurutulmuş...

Meryem bir aralık, Yusufa ne zamandan beri böyle şiddetle bağlanmış olduğunu düşünmek istiyor. Kızın yarım şuuru, zorla ilk telakkilerine kadar gidebiliyor. Fakat hayır... bu kadar büyük aşkın tarihi, zaman öl­çülerine mukayyed olamaz ki... Yusufia Meryem, ebe­diyet göklerinin ebedî aşmalarıdır. Yazık ki ruhun, geçtiği merhaleleri unutmak nasibi vardır. O yalnız bulunduğu devrin hükmünü bilir. Baş ve son itibarı da gene bu devrin evvelinden âhırına kadar olan va­ktin ölçüsü içinde sayılır. Her şey gibi, bu baş ve son telekkisı de İzafî ve nisbîdir. Yoksa ruh için ibtida ve intiha olur mu ? Kezalik ruhun seferlerinin de sonu ve başı yoktur. Ruhun mazideki hatıraları, ancak te­dailerle bazı bazı tenevvür eder. Unutulmuş bir rü­yayı, ona benzer bir vakanın, yahud bir sözün hatır- latışı, gibi... Meryem, katiyetle Yusufun kendi hislerine lakavd olmadığını biliyoıdu. Fakat, neden genç kızın aşkına sarahaten cevab vermiyor, hatta bu aşkı an^a- mamaziıktan geliyordu ? Hislerinin ve hareketlerinin âmiri olan Yusuf, neden mütekabil hislerini ona söy­lemiyor, hatta Meryemin bu husustaki tuğyanına mü­samahakâr olmuyordu ?

Bu ihtimam, bu çekinişler, hep Hamza için, hep onu aradan çıkarmamak içindi. Yusuf, bu büyük aşkı hep bu düşünce ile fedamı edecekti ? Meryemin Ham- zaya bir gönül borcu olmadığını Yusufun bilmemesi de imkânsız görünüyordu.

Gene kız birdenbire, hayatının sonuna kadar zin­danda. habsedilen bir kürek mahkûmu gibi naçar bir yeisle kendini bağlanmış kalmış gQrdü.

Bütün bir belde erkeklerinin maglûbane bir itaatla eteklerine sürünmeyi minnet bildikleri, bu duygusuz kızla, şimdi biran evvel sevdiğine ulaşmak için ken­dinden geçmiş Meryemin, o ham, o mağrur kızla ne alakası vardı ? Yusuf bu vücuda, bu yanmış bu aşk kesilmiş vücuda hepmi lakayd kalacaktı ? Onu böyle çıldırtan o değil miydi ?

Hayat, mütemadi bir inkilâb, mutemadî Ölüp di­rilmeden ibaret... Meryem de şimdi, samimî bir itikadla o, eski Meryemin ölmüş olduğunu görüyordu.

' *

Sude Meryemin tek başına, bir bulut gibi uçarak geldiğini görmüştü. Bu geliş, her vakitki tabiî görünen gelişlere hiç benzemiyordu. Gene kızın yüzündeki duy­gularını örten müstear nikahlar düşmüş, yalnız şedid bir aşkın hummalı sarahati kalmıştı. Meryemin bu pe-


rişan gelişi, Şudeye, kendi kendine vermiş olduğu fe­ragat ve yardım vadini hatırlattı. Artık fedakârlık za­manı gelmişti. Evde, ’ Yusufla kendinden başka kimse yoktu. Yusuf odasında olduğu için kızın bu acaib ge­lişinden haberi yoktu.

Geçirecek vakit yoktu ; Sude kararını tatbik etmek üzere hemen yerinden kalktı ; yavaşça Yusufun kapı­sının önünden geçti, aynı ihtiyatla belli etmeden so­kak kapısını açarak aralık bıraktı, gene ilıtiyatkâr fa­kat seri adımlarla geri dönerek bağçeye çıktı ve arka kapıyı açarak evden kaçtı.

Meryem sokak kapısını aralık bularak içeri girdi; evin içinde hiç ses yoktu. Kapı açık bırakılmış olduğu için evin boş olmadığını tahmin ediyordu. Yusufu bul­mamak korkusu, kalbine hançer gibi batıp çıkıyordu.

Bütün odalara, hattâ bahçeye de baktı, kimseler yoktu. En sonra eli Yıısufun kapısına uzandığı zaman, genç kızın vücudu aşktan ve raşeden düzülmüş bir zevk kesilmişti. O anda bu vücuda yüz hançer vurulsa o, bu zevkten bir zerre kaybetmezdi. Bütün varlığı, lâyemût bir kudret tarafından kabzolunmuş, Meryem Yusuftan başka her şeyden boşalmış, bitmişti.

Nihayet bu titriyen el, kapıyı hızla itti. Yusuf ilk gördüğü günkü gibi gene ayakta idi. Meryem, bu aşk rüzgârı, koştu, taze bir hurma fidanı gibi yukarı kalk­mış kolları, ateşîn bir halka olarak Yusufun boynu etrafında sim sıkı dolandı...

Yusuf, aşkın sıızişinden, aşkın üryan ve mukave­met kırıcı tezahüründen örülmüş bu halkayı çözmedi, çözmek istemedi. Ebediyet ateşininin timsali olan du­dakları, kızın saçlarına iştiyak ve aşkla cevab vejdi.

Birbirine karışan bu iki baş, bir an, aşkın nüces- sem bir ifadesi oldu.

Fakat meryemin hiç bir şeyden haberi yok, o hiç bir şeyin farkında değil, hiç bir şey bilmiyordu. Yu­sufun çözmiye kıyamadığı kolları, bitab bir teslimiyetle kendiliğinden açıldı. Düşmek üzre olan bu vücudu kolları içine alarak yavaşça, bir ceylân postunun üstü­ne bıraktı.

Yusuf, bir aşk demeti kadar gü/.el kıza, semavat- tftjı derlenen nşk çiçeklerinin usaresinden sızmış alt-şîn Meryemin lâtif çehresine bakıyor: ruhumdan kopan bir yıldız, aşkımın konukladığı bir vücud.. diye düşünü­yordu.

Elân baygın yatan kızm yüzünde aşkın şiddetinden gergin ve suzişli bir ifade vardı. Gözleri sımsıkı örtülü, kirpikleri ratıb, dudakları, açılmıya hazırlanmış bir kon­ca gibi yarı aralıktı.

Yusuf müteheyyic, bir az daha iğilerek, bu yüze kendi aşkından ibaret oian bu aşk külçesine meftuni- yetle baktı, baktı...

Meryemin vücudunda dirilme hareketleri başlarken Yusuf ta ayaklarının ucuna basarak odadan, sonra da evden çıkarak gitti.

*

* *

Meryem Yusufun odasında tek başına gözlerini aç­tığı zaman, yarım yamalak bir şuurla, buraya gelişi hadisesinin teferruatını zihninde tasnif etmiye bğraşı- yordu. Elinin Yusufun kapısına kadar uzandığını ve odada Yusufu gördüğünü hatırlayor, başka birşey bil­miyordu.

Şimdi, burada niçin yatıyordu ? Şüphe yok ki fev

Ualâde Lir hal onu böyle yere sermişti. Yusuf nerede idi? Niçin ve nc zaman gitmişti? Meryem onunla ne koııuşımş, Yusuf ona nelreden bahsetmişti.

Düşündü, düşündü, hiç bir şey bulamadı. Merye­min bütün bu müselsel düşüncelerinden çıkan netice» artık bu büyük aşkı, daracık göğsünün gizlemesine imkân kalmadığını kendine itiraf etmesi oldu.

Yuüufu sevmek, zaaf değil, kuvvet, meziyet, fizi- letti. Unsurî varlıklara karşı olan ibtilalar kalbi ne kadar sefilleştirir, bayağılaştırır, alçaltırsa Yusufun aş­kının mübtelası olmak ta insanı o nisbette yükseltir ve kıymetlendirirdi. Esasen Meryem için her hangi bir kimsenin kıymeti, Yusufa olan sevgisi nisbetile ölçül - idi. ’V'r'-yem onun için bu aşkın tezahürlerde •evkten sr.ttv'fee «üşüyordu.

Yûsuf, önce, her hangi bir yaradılmışla mukayese edilemiyecek eşsiz bir vücuddu. Mukayese, benzeri olan şeyler arasında yapılabilirdi. Halbuki, ne Meryem, ne de bütün cihan için bir Yusuf daha olamazdı ki, o^ başkasile mukayese edilebilsin!.. O, bir tane idi, o bü­tün cihandı 1

Meryem, ezelî bir meşale gibi y.anan gönlünün aleşile, değil yalnız kendini, kâinatı bile yakıp kül edecek kadar yakıcı idi. Meryem Yusufla kendini bul­muş, gene onunla kendini kaybetmişti. Meryemin ifrat aşkının ismi, Yusuflu!

***

Zeyyad, Hamzanın da, Meryem’in de Yusuf’u sık sık ziyaretlerinden hiç memnun değildi. Çünkü o, her şeyden şüphe eden gayrı samimi bir mizaca malikti. Tanıdığı ve kıymet verdiği şeyler, hayatın yalnız maddî cebhesi, kabuğu idi. Zeyyad’ın duygu şebekesi, ham bir külçe gibi İşlenmemişti. Maamafih mağşuş[Katışık. Karışık. Saf olmayan. ] ve zahmete delmez bir katılıkla oluşu yüzündün, işlenmek ihtimali do pek azdı.

Yusuf’un dilden dile dolaşan mütevazı ve sakin hayatını, o bir tuzak telakki ediyor, zengin Hamza’nın da bu tuzağa düşürülmüş bir zavallı olduğuna iman ediyordu. Öyle ya., hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Hamza, kendinden İçtimaî derecesi dun [uzak] olan bir aşiret reisîne neden iftikar ediyor, meclûb oluyordu ? Zeyyada göre ihtiyaç, daima maddî şeylere olabilirdi. O halde Hamza’nın Yusuf’a değil, Yusuf’un Hamza’ya boyun iğmesi, ihtiyaç göstermesi lâzımdı.

Zeyyad bu meseleyi daima kendi görgüşü ile görüyor, başka nokta-i nazardan mütalâa ve izah edemiyordu. Hamza ise amcasının kısa ve bulanık nazarlarını pekiyi tanıdığı için itirazlarına, bir sinek vızıltısının müziç sadası kadar bile ehemmiyet vermezdi. Zaten onu sevmezdi ki sözleri müessir olsun...

Hamza, gene amcasını ziyaret ettiği sırada, Zeyyad onu karşısına almiş mutat sözlerini söylüyordu.

—       Söyle Hamza, senin neye ihtiyacın var ki Yusuf’a gidiyorsun ? Paraya mı, şöhrete mi, neye, söyle bakayım hana ! Herkes çölleri, denizleri aşarak dünyanın herr tarafından akın akın senden şifa bulmıya geliyorlar. Şöhretini uçan kuşlar bile biliyor. Neye ihtiyacın var, ondan ne öğrenebilirsin ki gece demiyor, gündüz demiyor gidiyorsun ? Söyle, bana makul sebeb göster! Seni niçin davet ediyor ?

Maksadın ilim ise, Şeyhülhikeme git.. Yaşlıdır, tecrübelidir, onunla konuş.. Yusuf’un putlara bile ibaret ettiği malum değil. Dinsiz olduğuna hiç şüphe yok! Hamza, amcasının itirazlarını her defasında sükutla, hazan da baştan savma sözlerle geçiştirirdi, Fakat bu defa Zeyyad çok ileri gitmişti; gene adam dayanamadı:

—       Amca, sen ne söylüyorsun ?  Şeyhülhikemdeki ilim bende de var. Belki ben ilim cihetile ondan da üstünüm, benim bu ilimlere ihtiyacım yok... Fakat Yusuf’taki ilim, ne Şeyhülhikemde, ne bende, neşende, ne de bir başkasında var..

Yusuf’tan kaynayan ilim, senin benim bileceğimiz bir menbadan gelmiyor. Onların usulleri ve kitablar ile, Yusuf’un bilgisinin elifbasını öğrenmek için bile insanın ömrü kifayet etmez. Şeyhülhikemlerin, Hamzaların sabahlara kadar rahle başında meşakkatle öğrendikleri, kıylükali Yusuf’un ağzından çıkan basit bir kelimeye değişmem.

Sonra beni, onun çağırdığını mı zannediyorsun ? Merak etme o, kimseyi çağırmaz. Ona ben, kendim gidiyorum. Yusuf’un ne bana, ne sana ne de kimseye ihtiyacı yoktur ki çağırsın, davet etsin ?

Yusuf’un babası Malik bin Halimi tanırsın; zengin bir adam olduğunu da bilirsin. O, babası gibi ihtişamla yaşamıyorsa, bu gidiş, fakrından ve başkalarına ihtiyacından değil, maddî varlıklara kıymet vermeyişindendir.

Evet, senin tama ettiğin bilgilerden, tıb, heyet ilimlerinden bende hesabsız bir mebzuliyet vardır. Ben bu ilimlerle şimdiye kadar binlerce insanın cismine deva ve şifa oldum; fakat bir gönüle asla ! Ben, kendi gönlümün, kendi derdimin illetini tedaviden acizim, nasıl olur da başkalarına imdat eylerim ?

İşte Yusuf benim canıma, ruhuma şifa veriyor. Ben, mahsus ve aşikâr olan dertlerin hekimiyim. Yusuf ise ziyade gizli olan can derdinin hekimidir. Ben devayı anasırdan toplarım ;o doğruca Allah’dan getirir. Benim dimağım bilgilerle dolu, fakat gönlüm aç ve muhtacdır. Bu boşluğu Yusuf’tan başka dolduracak bir vücuda tesadüf etmedim. İşte ona, bu boşluğu dolduracak hakikati aramaya gidiyorum.

O, dediğin gibi dinsiz değildir ; belki din, kendisidir amca !

Kızın Meryem’e olan yenilmez düşkünlüğümü bilirsin ne olur bir az da onun bana olan duygusuzluğunu, yabancılığını bilmiye niyet etseydin!.

Meryem, Mısırdan avdetim [dönüş] günü, bütün ümid ve hülyamı da son ve katî bir darba ile yıktı. İşte o gün kendimi öldürmeye karar vererek bu kararla bir az sükunet bulmuş. Meryem’le son bir gezinti yapmak arzusunun önüne geçemeyerek, ayağımın tozuyla Yusuf’a gitmiştim. Fakat onu görmek, anî ve katî olarak vermiş olduğum hu kararı, bir nefeste yok etti; sözleri bana yaşamak kuvveti verdi, hakikatin leziz çeşnisinden, tattırdı. Yalnız ve yalnız Meryem’i gönlümden silemedi Bu da onun kudretsizliğinden değil, benim iradesizliğimdendır.

Yusuf’un gönüllerde uyandırdığı şevkten ve sermedi hayattan haberdar olsan, ona, gönlündeki suzişin şiddetinden, ayaklarınla değil, başınla koşup giderdin.

İşte amca benden istediğin makûl cevabi İstersen daha söyleyeyim.

Fakat Zeyyad yeğeninin bu hitabesinden, fikirlerini değiştirmemiş bilâkis, Hamza’nın büyülendiğine hükmetmişti. Gene hekim amcasının muannid [inatçı, inat eden.] sükûtu karşısında Yusuf’un bir sözünü hatırladı. O, “insan, kendi manasını, kendi cinsiyetinin cazibesini bulduğu kimselerin sözünden müteessir ve mütehassis olur, demişti. İşte Hamza ile Zeyyad’ın aynı nesebden olmaları da ruhî ihtilâflarına mani olmuyordu.

gene adam bunu düşünerek amcasına baktı. Gerçi Zeyyad artık yeğenine mukabele etmiyor, cevab vermiyordu; fakat odanın içinde titiz ve asabî adamlarla dolaşması, kendisine lâkırdı anlatmamasının mecbur ettiği sinirli bir sükûttan başka bir şey olmadığını genç adanı anlıyordu. Belli ki Zeyyad Yusuf’a kızdıkça kıyıyor ve onu ortadan kaldırmanın bir çaresini arıyordu.

Zeyyad, yeğeninin söylediği yüksek sözlerin mevzii değildi.

Onun için Hamza, sözlerinin aksülamelinin amcasında galiz hisler şeklinde tecelli ettiğini görerek, keşki bu duygusuz adamla konuşmasaydım, diye teessüf ediyordu.

Gitmek üzere ayağa kalkacağı sırada, kapıda beliren bir köle, saray haznedarı Ebukasımın ziyarete geldiğini haber verdi. Zeyyad, esasen Yusuf bahsinin istemediği bir şekilde devam etmesinden bunalmıştı. Misafirin gelişini bir nimet telakki ederek köleye :

—       Buyursun ! dedi ve geçip yerin oturdu.

Haznedar Ebukasım kalender bir adamdı. Boş vakitlerinde basit şiirler yazar, etliye sütlüye karışmaz» her kesin itimadını kazanmış hoş meşreb ve neşeli bir adamdı.

Herkes ona derdini söyler, fakat o, kimsenin sırrını kimseye söylemezdi. Yegâne zaafı kadınlardı. Memlekette en çok karısı olan Ebukasımdı.

Zeyyadın hem çoçukluk arkaşı, hem de aşağı yukarı meslekdaşı idi. İkisi de uzun senelerden beri sarayda bulunmuyorlardı.

Ebukasım içeriye her vakitki gibi bol neşe ile girdi. Fakat Zeyyad’la Hamza’nın birer köşeden cansız birer heykel gibi kalkarak kendisini somurtmuş yüzle selâmlamaları, ona, bu odanın bir az evvel bir mücadeleye sahne olduğunu haber verdi.

Sır söylemek için Ebukasımdan korkulmazdı. Zeyyad nihayet kendisine müzaharet edebilecek bir arkadaş bulmakta bir az canlandı. Bu inatcı gence belki o müessir olabilir, artık kendisinin anlatmakta âciz olduğu şeyleri o ikmal edebilirdi. Zeyyad’ın demindenberi kendisine yardım etmeleri için yalvardığı putlar, işte ona Ebukasım gibi bir yardımcı, eski bir dost göndererek müzaharat etmişler, taaruz cebhesini kuvvetlendirmişlerdi.

Haznedarın, dost bir alâka ve ısrarla “ neniz var, söylesenize ne oldunuz?,, Diye soruşlarını Zeyyad fırsat bilerek, biraz evvel Hamza’ya Yusuf hakkında söylediklerini, daha heyecanla, daha hararetle anlattı.

Hamza, amcasının sözlerini ses çıkarmadan dinlemişti. Ne desin, ne söylesin ki bu adam taşdan da berbad bir inad gösteriyordu. Söz anlamakta taş, bu adamdan daha kabiliyetli idi; zira hiç olmazsa o, akılla mücehhez değildi.

Zeyyad sözlerini tamamlayarak, arkadaşının cevabını beklerken mesut ve rahattı. Hamza’nın mağlubiyeti ona şimdiden ölçüsüz bir zevk veriyordu.

Ebukasım ciddileşti ve dedi ki :

—       Bilirsin ki Zeyyad, ben kimsenin sırrını kimseye anlatmam. Fakat bende bir sır vardır ki, sahibinin izni olmamakla beraber onu size anlatacağım. Öyle tahmin ediyorum ki bu vakanın delâlet ettiği hükümler, size bu mesele hakkında kâfi bir kanaat verecektir.

Ne tuhaf, Ebukasım Hamza’ya değil Zeyyada hitab ediyordu.

İyi ki gelmişim dostum Zeyyad.. çünkü bu hususta seni tenvir edecek bilgilerim vardır.

Ben Yusuf’u çok eskiden tanırım.

Evvela şunu söyleyeyim ki, benim bildiğim Yusuf, senin bildiğini zannettiğin Yusuf’tan bambaşkadır. Ben onun merd, alicenab, hayırhah, cömerd ve cevval bir zekânın sahibi olduğunu biliyorum. Putlara kurban kesib kesmemesi beni alâkadar etmez ; o kendi bileceği bir iştir.

Bu sözleri Ebukasım mı söylüyordu ?

Zeyyad kulaklarına inanamıyor, hiddetini, hıncını belli etmemek için avurdlarını ısırıyordu.

Ebukasım, başladığı söze telâşsız, emniyet ve itidal dolu olan bir sesle devam etti •

Yusuf’u bana tanıtan, bir vakadır. Bundan hemen yirmi sene evvel bir gece sabaha karşı bir eğlenceden dönüyordum. Yolda iki kişiye tesadüf ettim; birisi yaşlıca, değeri çok gençti.

Yaşlıca olanın yedeğinde bir deve vardı; hem yürüyor, hem de bağıra bağıra ağlıyordu. Gene, ona yavaşça bir şeyler söylüyor, fakat bir türlü susturamıyordu. Tabiî gece yarısı bu garib manzara beni alâkadar etmiş olduğu için bir türlü çekilip gidemiyordum. Meseleyi anlamak için içimde iyice merak uyanmıştı. Deveyi çekenin ağlamasını bahane ederek yanına sokuldum.

—       Arkadaş, ne oldun, çocuğun mu öldü, niçin ağlayorsun ? dedim.

—       Daha beter., keşki çocuğum ölseydi de, bu işi yapmasaydım! Adamın bu cevabı büsbütün merakımı arttırdı. ‘Yanındaki gene, mütemadiyen onu susturmaya uğraşıyor, fazla bir şey söylemesine mani olmak için kolundan çekerek benden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Öteki ise hâlâ bir çocuk gibi ağlayarak:

—       Söyleyeceğim, söyleyeceğim., bütün memlekete ilân edeceğini ! diyordu. Nihayet sert bir hareketle kolunu gencin elinden kurtardı, süratle yanıma koştu. Sanki genç arkadaşı, sözlerini dudaklarından kapacak, söyletmyecekmiş gibi acele ile ağzını kulağıma yaklaştırdı. Zavallının halinden, kuvvetli bir huhran geçirdiği belli idi.

—       Dinle beni yolcu, iyi dinle ! sen dinlemezsen, dağa, taşa söyleyeceğim ! Dinle, beni bir insan gibi dinle ve hakkımda hükmünü ver ! dedi.

Şu gördüğün genç, Ebüşşettar aşiretinin reisi Malik bin Halimin oğlu Yusuftur. Ben de bu gece bu delikanlının devesini çalmak istiyen hırsızım ! Bir az evvel bahçeye girdim; tam hayvanı alıp götüreceğim zaman duyuldum kaçmaya vakit bulmadan yakaladılar. Köleler, başıma, sırtıma vurdukları yumruklar, tekmelerle beni sersemlettiler. Bizim gürültümüz bütün evi uyandırmış olacak ki, bu genç te geldi. Uşaklardan hâlâ dayak yiyiyordum. Onun sesi bağırarak araya girdi :

—Ne yapıyorsunuz?, biçare adama ne vuruyorsunuz ? O benim adamımdır; ben onunla bu gece gizlice bir yere gidecektim, uyumuş kalmışım; kabahat bende, bırakın onu, bırakın!, dedi ve beni uşakların elinden kurtardı.

Neye uğradığımı, ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım.

—       Sen bir az dur ! diye, beni bıraktı ve hemen giyinmiş olarak yanıma geldi. Ses çıkaracak halim kalmamıştı. Evin civarından uzaklaşınca bana bir kese uzattı : “ Bundan sonra rızkını helalden ara; bir şeye ihtiyacın olursa gel benden iste, deve de senin olsun!,, dedi.

Bu gencin üluvvü cenabı beni bitirmişti; ayaklarına kapandım kendisini evime çağırdım. Geldi, benim gibi bir hayduttan korkmayarak geldi. Beşikte uyuyan oğlumu sevdi. Ona bir misafir gibi kahve pişirdim, içti; sanki kırk yıllık dost imiş gibi benimle hep başka şeylerden konuştu. Gene bir misafir gibi izin isteyerek kalktı. Ben, deveyi de, parayı da geri vermek için yalvardım, yakardım, razı edemedim.

Sen söyle, sen hükmet ey yolcu ne yapayım? diye ellerime sarıldı.

Benim kim olduğumu bilmediği halde bu namus lekesini tereddütsüz söyleyen şu adam, hakikaten dediği gibi, onu dağa taşa ve bütün âleme ilân etmekten çekinmeyecek kadar ruhen altüst olmuştu.

Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Yusuf’a dedim ki :

—       Delikanlı, deveni geri almazsan, bu adamın ev halkında uyandırdığı şüphe, teeyyüd [Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma. ] etmiş olur. Para onda kalsın, senin dostluğun bundan sonra ona yüz deve satın alır..

Yusuf, bu ısrar üzerine devesini aldı. Adamı orada? ağlayarak terk ettik, Yusuf la beraber yolumuza devam ettik. O, bu İnsanî hareketini unutmuş gibi, hakikaten hırsızın da bir az evvel söylediği gibi hep bu meseleye temas etmeyen şeylerden konuşmak istiyordu. Ben de hiç olmazsa onu evine kadar takib ederek bir az olsun konuşmak, bu ulvî hareketini izah edecek söz zemini arıyordum. Nihayet dedim ki

 — Ben, saray memurlarından Ebukasımım, müsaade eder inisin arasıra sana geleyim ?

—       Hay, hay., fakat bir şartla : bu geceki vakanın sırrı, üçümüzü tecavüz etmeyecek! Yusuf bunu tebessümle, adeta rica ederek söylemişti.

—       Peki, dedim. Fakat bu ulüvvü cenaba seni sevkeden nedir ?

—       Cemiyete bir insan kazandırmak gayesi...

Eğer bu adamda kötülük aslî değil de arızî ise, onun bu illetini tedayî etmek için şu acı ders, kâfidir.

O zaman şüphe yok ki, bu adamı hem dünya ka­zanacak, hem de o kendini ve Yaradanın sevgisini ka­zanacaktır. Ben ortada bir âletim. Bana da, iyiliğe ve­sile olmanın zevki yeter:

Fakat o, eğer anadan doğma bir kör veya sağır gibi bu derdle mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi edemez. Maamafih bana düşen, vazifemi yapmak­tır, ötesini Yaradan bilir. Belli olmaz ki, iyi fena olur;, fena da iyi olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir vesile zuhur edince bu fenalıktan kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene bir sebep zuhur edince bu iyilikten tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] edebilir.

Mademki insan olarak yaratılmışız, o halde insaniyetin icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza faydalı olmak, bizim için bir hilkat ve limanlık taahhüdüdür.

Beşeriyet basamağı yüksek bir merhaledir; büyük nimet ve fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu fırsatı bulmuşken yapmalıdır. Bu basamağa yükselmiş­ken mevkiinin kadrini bilmemek, ruhun nuranî çehre­sini çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil midir?

Eğer insan öldüğü vakit cisminin, hevasının, iktizaları­nın galebesile giderse, insan şekli de gaybolup türlü türlü hayvan şekline girer ve o şekillerde muazzeb olur.

İnsanın dünyaya gelişi, birçok taahhüdlerin, vazi­felerin hamili olması demektir. Benim o adama karşı yaptığım muamele, bu vazifelerin içinden küçük bir numunedir. Buna o kadar büyük bir mahiyet verme­yiniz!

Yusuf, bu yüksek hareketini tabiî göstermek için sözü, başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin kapısına da gelmiştik. Tan yeri yavaş yavaş ağarıyor­du. Birden bire susmasıyla tatlı bir rüyadan uyanmış gibi esef ettim.

İşte dostum Zeyyad, şimdiye kadar, bu vakayı kimseye söylemedim. Fakat onu bir an da unutamadım.

Bu garib maceranın sonunu takib ettim. Sonra bu hırsız, vaka gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söyle­diği küçük oğlunu ona sattı. Bu çocuk, el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur. Belki de babasının ma­cerasını bile bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a verdikten sonra, kendi de o kapının en vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim işlerini bu adama emni­yet eder, yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.

Bu vakadan sonra Yusuf’u ziyarete başladım. Bazı bazı o da bana gelirdi.

Kasem ederim ki, onun bir sözü, bir bakışı, put­lara kesilen yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.

Bir gün Yusuf’un evine gitmiştim. O, karşısına, önüne gelene kafa tutan zorbalardan birini almış na­sihat ediyordu.

Adam, bir meseleden dolayı suçlu idi. Fakat ken­dini kurtarmak için :

Ne yapayım vaz geçemiyorum; Allah beni böy­le yaratmış, yapmamak elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :

Bak oğlum, diye sokaktaki bir inek pisliğini gösterdi ve:

Dikkat ettim, şu pisliğe dünden beri kimse bas­madı, dedi. Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan temyiz et­tiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü bastıkları takdirde ayaklarının kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç yaşında küçük bir çocuk geçse idi, o basar, belki de onunla oynardı bile... Çünkü ondaki cüzî irade kabili­yeti inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette o ma­zurdur. Fakat madem ki sen çocuk değilsin, fark ve temyiz edecek kabiliyetin var, bir pisliğe bile basmayıp atlıyorsun, o halde neden, fenalığı yaptıran Allah­’tır, diyorsun ? Bu huausta da iradeni kullansana.

Bak meselâ, maişetini temin etmek, para kazan­mak için türlü türlü zahmetlere katlanıyor, keza zev­kin için gözünü daldan budaktan esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da kendini zorla sana Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısı­dır. Fakat evvelâ senin feragat göstermen şarttır.

İnsan tıpkı bir gemi kaptanı gibi kendi dümenini idare edici ve işine gelmeyen şeylerden baş döndürücüdür.

Söylediğim gibi bir pisliğe, bir uçuruma basmak ve atılmak istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir çukura atılması için ya yürürken başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ olması lâzımdır.

Hâlbuki fenalık yapanlar, yani bu pisliğe bile bile basanlar, uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat [kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar, iradelerini fenalık cihetinde kulla­nanlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ olanlar gibidir. Yahudda cismen bü­yümüş oldukları halde ruhen inkişaf edememiş, çocuk kalmış ahmaklardır.

Suçlunun başı gittikçe öne düşüyordu. Onu mevcutiyetimle büsbütün mahcub etmemek için, bu muha­verenin sonunu feda ederek dışarı çıktım...

Benim çocukluk arkadaşımsın Zeyyad.. Onun için sana acırım, Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç, ken­dine yazık edersin. Çünkü öyle temiz bir adamı it­ham etmek, kendini yakmak demektir. Tavsiye ede­rim biraz gururundan fedakârlık yap, onu davet et, yahud kendin git evinde gör.. Emin ol ki onu görmek, hakkında beslediğin bütün fena hislerini tekzib edecek ve seni sana kazandıracaktır. Yusuf herkese karşı şef­katle mütehassistir; eğer, kendisi hakkında beslediğin menfî hislerden haberdar olsa, seni bu yanlışlıklardan kurtarmak için bizzat gelip düşüncelerini tashih et­mek isterdi.

O, kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi de, et­rafındakiler de daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten sevinir; ne de sevilmemekten yerinir.

Onun insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve sağlam ahlâk aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu kabirdir öteki hayatın ise başı kabirdir. Allaha sevgili olmak isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün amel­lerin en iyisi, güzel ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı olanlardır, der.

Sen onu görmedin Zeyyad o halde sus, söylenme. Onun vücudu baştan ayağa bir mucizedir.

Zeyyad artık herkesten korkacaktı. Çocukluktan beri tanıdığı Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini bugüne kadar bilmedikten sonra, artık kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi? Demek ki memlekette kimin hislerini yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un muhabbeti çıkacaktı?

Zeyyad kendi kendine: Keşki dilim tutulaydı da bu herife derd yanmayaydım diyordu.

Ebükasım, sözleriyle mütemerrid arkadaşını yumuşatamadığını hissederek, burada daha ne duruyoruz, der gibi Hamza’ya baktı. Gene hekim de bu bakışı bekliyormuş gibi haznedarın sözlerine bir kelime bile ilâve etmeden ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı selâmla­yarak müsterih ve pür zevk, kapıdan çıktılar.

Mermerden bir heykel gibi hâlâ yerinde donmuş duran Zeyyad, onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü buruşturarak olduğu yere çöktü.

***

 

Hamza o gece Yusufa, amcasının hislerini anlat­maktan kendini alamadı. Yusuf onu sükûnetle din­ledi ve :

Bîçare adam.. Onu kurtarmak çok müşkül, zira hastalık kalbinde.. Dedi.

Maamafih hem bir insan, hem de senin akraban


olması dolayısile onun hayırhahı ve dostuyum. O, seni bana bağlıyan bağı göremez ; zira gözlerinde illet var. Zavallı Zeyyad boşuna kendini yoruyor.

Hamza, amcasının daha ne kadar gizli ayıblarla dolu, söz anlamaz dik bir adam olduğunu söyledi. Da- ha da neler söyleyecekti, fakat bu izahatı, Yusufun si­masında anî bir tegayyur hasıl etmişti.

O zaman şüphe yok ki, bu adamı hem dünya ka­zanacak, hem de o kendini ve Yaradanın sevgisini ka­zanacaktır. Ben ortada bir âletim. Bana da, iyiliğe ve­sile olmanın zevki yeter:

Fakat o, eğer anadan doğma bir kör veya sağır gibi bu derdle mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi edemez. Maamafih bana düşen, vazifemi yapmak­tır, ötesini Yaradan bilir. Belli olmaz ki, iyi fena olur;, fena da iyi olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir vesile zuhur edince bu fenalıktan kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene bir sebep zuhur edince bu iyilikten tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] edebilir.

Mademki insan olarak yaratılmışız, o halde insaniyetin icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza faydalı olmak, bizim için bir hilkat ve limanlık taahhüdüdür.

Beşeriyet basamağı yüksek bir merhaledir; büyük nimet ve fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu fırsatı bulmuşken yapmalıdır. Bu basamağa yükselmiş­ken mevkiinin kadrini bilmemek, ruhun nuranî çehre­sini çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil midir?

Eğer insan öldüğü vakit cisminin, hevasının, iktizaları­nın galebesile giderse, insan şekli de gaybolup türlü türlü hayvan şekline girer ve o şekillerde muazzeb olur.

İnsanın dünyaya gelişi, birçok taahhüdlerin, vazi­felerin hamili olması demektir. Benim o adama karşı yaptığım muamele, bu vazifelerin içinden küçük bir numunedir. Buna o kadar büyük bir mahiyet verme­yiniz!

Yusuf, bu yüksek hareketini tabiî göstermek için sözü, başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin kapısına da gelmiştik. Tan yeri yavaş yavaş ağarıyor­du. Birden bire susmasıyla tatlı bir rüyadan uyanmış gibi esef ettim.

İşte dostum Zeyyad, şimdiye kadar, bu vakayı kimseye söylemedim. Fakat onu bir an da unutamadım.

Bu garib maceranın sonunu takib ettim. Sonra bu hırsız, vaka gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söyle­diği küçük oğlunu ona sattı. Bu çocuk, el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur. Belki de babasının ma­cerasını bile bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a verdikten sonra, kendi de o kapının en vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim işlerini bu adama emni­yet eder, yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.

Bu vakadan sonra Yusuf’u ziyarete başladım. Bazı bazı o da bana gelirdi.

Kasem ederim ki, onun bir sözü, bir bakışı, put­lara kesilen yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.

Bir gün Yusuf’un evine gitmiştim. O, karşısına, önüne gelene kafa tutan zorbalardan birini almış na­sihat ediyordu.

Adam, bir meseleden dolayı suçlu idi. Fakat ken­dini kurtarmak için :

Ne yapayım vaz geçemiyorum; Allah beni böy­le yaratmış, yapmamak elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :

Bak oğlum, diye sokaktaki bir inek pisliğini gösterdi ve:

Dikkat ettim, şu pisliğe dünden beri kimse bas­madı, dedi. Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan temyiz et­tiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü bastıkları takdirde ayaklarının kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç yaşında küçük bir çocuk geçse idi, o basar, belki de onunla oynardı bile... Çünkü ondaki cüzî irade kabili­yeti inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette o ma­zurdur. Fakat madem ki sen çocuk değilsin, fark ve temyiz edecek kabiliyetin var, bir pisliğe bile basmayıp atlıyorsun, o halde neden, fenalığı yaptıran Allah­’tır, diyorsun ? Bu huausta da iradeni kullansana.

Bak meselâ, maişetini temin etmek, para kazan­mak için türlü türlü zahmetlere katlanıyor, keza zev­kin için gözünü daldan budaktan esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da kendini zorla sana Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısı­dır. Fakat evvelâ senin feragat göstermen şarttır.

İnsan tıpkı bir gemi kaptanı gibi kendi dümenini idare edici ve işine gelmeyen şeylerden baş döndürücüdür.

Söylediğim gibi bir pisliğe, bir uçuruma basmak ve atılmak istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir çukura atılması için ya yürürken başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ olması lâzımdır.

Hâlbuki fenalık yapanlar, yani bu pisliğe bile bile basanlar, uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat [kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar, iradelerini fenalık cihetinde kulla­nanlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ olanlar gibidir. Yahudda cismen bü­yümüş oldukları halde ruhen inkişaf edememiş, çocuk kalmış ahmaklardır.

Suçlunun başı gittikçe öne düşüyordu. Onu mevcutiyetimle büsbütün mahcub etmemek için, bu muha­verenin sonunu feda ederek dışarı çıktım...

Benim çocukluk arkadaşımsın Zeyyad.. Onun için sana acırım, Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç, ken­dine yazık edersin. Çünkü öyle temiz bir adamı it­ham etmek, kendini yakmak demektir. Tavsiye ede­rim biraz gururundan fedakârlık yap, onu davet et, yahud kendin git evinde gör.. Emin ol ki onu görmek, hakkında beslediğin bütün fena hislerini tekzib edecek ve seni sana kazandıracaktır. Yusuf herkese karşı şef­katle mütehassistir; eğer, kendisi hakkında beslediğin menfî hislerden haberdar olsa, seni bu yanlışlıklardan kurtarmak için bizzat gelip düşüncelerini tashih et­mek isterdi.

O, kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi de, et­rafındakiler de daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten sevinir; ne de sevilmemekten yerinir.

Onun insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve sağlam ahlâk aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu kabirdir öteki hayatın ise başı kabirdir. Allaha sevgili olmak isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün amel­lerin en iyisi, güzel ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı olanlardır, der.

Sen onu görmedin Zeyyad o halde sus, söylenme. Onun vücudu baştan ayağa bir mucizedir.

Zeyyad artık herkesten korkacaktı. Çocukluktan beri tanıdığı Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini bugüne kadar bilmedikten sonra, artık kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi? Demek ki memlekette kimin hislerini yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un muhabbeti çıkacaktı?

Zeyyad kendi kendine: Keşki dilim tutulaydı da bu herife derd yanmayaydım diyordu.

Ebükasım, sözleriyle mütemerrid arkadaşını yumuşatamadığını hissederek, burada daha ne duruyoruz, der gibi Hamza’ya baktı. Gene hekim de bu bakışı bekliyormuş gibi haznedarın sözlerine bir kelime bile ilâve etmeden ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı selâmla­yarak müsterih ve pür zevk, kapıdan çıktılar.

Mermerden bir heykel gibi hâlâ yerinde donmuş duran Zeyyad, onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü buruşturarak olduğu yere çöktü.

Meryem Yusuf’un odasında bayıldığından beri, Yu­suf da, Meryem de, inkâr edemedikleri bu aşkı taziz ediyorlardı. Meryem’in Yusuf’a akan, Yusuf’a giden aş­kının kaynağı gene Yusuf’tu! Meryem, onun aşkı huruşundan [Coşma. Gürültü. şamata. Tel ] kopmuş bir parçadan başka bir şey değil­di ki....

Ummandan ayrılan bir katra, bir müddet bulutlar da, ırmaklarda çaylarda seyretse de, akibet varacağı son merhale, gene denizden başka neresi olabilir ?

Meryem arasıra kimseye görünmeden Yusuf’a geli­yor, Sudenin yardımının bu yolda da büyük kıymeti oluyordu. Meryem’e, Yusuf’un evde yalnız olduğu gün­leri hep o haber veriyordu.

Sude, fedakârlık ve feragat sahibi güzel kadın, ha­yatının en müşkül safhasını yaşıyor, bizzat Meryem’in aşkına hizmet etmekle, feragatin en müşkülüne katla­nıyordu. Fakat o, bu gönül bacını, akla hayret veren bir soğukkanlılık ve vazife hissi ile ödüyordu.

Sude’nin vücudu, tecessüd etmiş feragat ve hayrın kendisi idi. Genç kız ona, minnet ve şükranın fevkinde bir hisle mütehassisti. Meryem için Sude, samadanî bir deva idi.

Meryem’in elleri, Yusuf’un elleri içinde yanıyor; başsız ayaksız sözleri, seke seke yürüyen yaramaz bir çocuğun ordan oraya atlayışı gibi dudaklarından dökü­lüyordu. O söylüyor Yusuf dinliyor; Yusuf söylüyor, o dinliyordu. Nihayet Meryem bu kesik sözlerden vaz­geçerek :

Yusuf, sana bir şey soracağım, bana ruhun bu dünyaya neden geldiğini söyler misin ? Dedi.

Dinle Meryem, vücudda iki türlü ruh vardır. Biri ahlâtın letafetinden hasıl olandır ki, bu, hayvanı ruhtur. İkincisi de ilâhi ruhtur ki, bedenden zuhur eden letafet, fesahat, belagat, ilim, sanat, marifet, her ne varsa, hep bu ruhun malıdır.

Bir binayı kurmak için, nasıl malzeme, taşlar ve­saire lazımsa, bu hakikati anlamak için de lâzım olan itibarî varlığından tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] etmektir. Çünkü bu işte en büyük gaye yokluktur, işte o vakit gizli olan asıl varlığını gözle de görürsün.

Yusuf susmuştu.

Bu kadar mı söyleyeceksin Yusuf? Herkesle o kadar derin ve uzun konuşuyorsun da..

Seninle konuşmaz olur muyum Meryem? Söyle, ne istersen söyle de konuşalım...

Sözlerin beni tahmin etmedi, tahrik etti; bana ruhun, bu endaze ve hesaba gelmeyen safînin,[ saf, temiz, pâk, duru. ]  bu ke­sif cisme mübdelâ olmasının, orada karar etmesinin sebebini söyle !

Yaradan, ruha cesed âlemine gelmek ve orada ülfet ve karar etmek için şevk ve muhabbet verdi ve dedi ki :

Ey ruh, sana seyr ve sefer etmek gerektir. İstical [Sonraya bırakılmasını istemek. ] et ki seferde yoldaşın benim yardımımdır. Korku ve muhataralarda koruyucun gene benim muavenetimdir. Ey ruh, ayrılık gamını tatmamış kimse, birlik zevkine ulaşamaz.. Hemen git ve bil ki her durakta sana ben yol göstericiyim. Senin vücudun daima benim kudre­tim ve iradem elindedir.

Biçare ruh bu füsun ve kıssaları işitince, ihtiyarsız olarak birlik âleminden hareket edip kalıba ve dünya yuvasına ülfet etti. Bunların çokları da, geldikleri yeri, asıl vatanlarını unutarak hüsranda kaldı.

Ruhtan, söz ve lisanla haber vermek mümkün de­ğildir Meryem . Şunu söyleyeyim ki safî ve mücerred ruhun bedene taallûk etmesinde birçok faydalar vardır. Bir manayı, harf ve savttan uzak iken, bir harfe bağ­larsın hatta o harf lâfz ve savtu getirip, fikrinin mahzeninde mevcud olan mana ve muradları muha­taba bu suretle bildirirsin. Çünküharf, savt ve lâfızsız, manada zuhur yoktur. Bir mimar da bir binayı kurmak için evvela onu çizer; yani dimağındaki manayı bir şekle kaydettikten sonra onu tatbik eder.

Sen de mücerred manayı ve mukayyed olmayan nefesleri, harfe ve lâfza bağlamıyor musun ? Bunu şüp­hesiz bir fayda için yapıyorsun değil mi ? Madem ki ruh, mücerred mana gibi iken onun bedene gelişinin sebebini soruyorsun, o halde, sözü işitmeye samia [Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.] kuv­veti lâzım olduğu gibi, senin de bunu anlaman için kalb kulağının açık olması lâzımdır..

Biz insanlar, bir fayda ve lüzum görmesek, bir manayı bir kelimeye talik etmez ve zamirimizde olan manayı, harf ve kelime vasıtasıyla âleme söyleyemez­dik. Madem ki mahlûk iken bizde bu fayda görülmüş oldu. O halde Yaradan’ın, mana âleminde olan ruhları dünya hayatına getirmesinde niçin fayda görülmesin? Ruhun bu toprağa taalluk etmesinde bir fayda da budur ki, insanın kalıbı zemininde bir istidad vardır ki, ruhaniyet tohumu, cisimler tarlasına saçılınca öyle aşk gülleri hâsıl olur ki, akıl, onun miktarını idrâk edemez ve hesabını bilemez. Her ne kadar ruh, birlik âleminde de zevkte, izzet ve şerefle idiyse de, bu istidadının tamamı, insan cesedine taallûk edip, cisim zemininde tekâmül ettikten sonra hasıl olur ve aşk lezzetinin kemali de, müfarekatın [İki şeyin veya iki kişinin birbirinden ayrılması, uzaklaşma biryeri bırakıp gitme] acılarını çektikten sonra duyulur.

İnsanın sair mevcudattan mümtaz olması da, onda Allah Teâlâ’yı görmeye kabiliyet olmasındandır. Binaenaleyh insan, Allah Teâlâ’yı görendir. Onu görmeyen göz, göz olmaz ve göz derecesine çıkmayan insan da insan olmaz.

Ruhun cesede gelmesindeki faydayı sana bir mi­salle daha izah edeyim Meryem..

Meselâ, safî billûrda, bakanın yüzü temessûl [benzeşme, cisimleşme, şekillenme; birşeyin bir yerde suret ve mâhiyetini aksettirmesi. ] eder mi? Aynanın bir yüzüne kesafet gelmedikçe, o gösterici olmaz. Bunun gibi mücerred ve safî ruhlar da, ayna­nın arkasındaki kesafet gibi, cisimler kesafetiyle birleşmedikçe, onda, Yaradan’ın rabbani kemali görünmez.

Demek oluyor ki, safî ruhlar ve görünmeyen İlahî vasıflar, insan cesedinde zuhura geldi ve bu vücud aynasında yüz gösterdi.

Ruhun cesede gelmesinde sayısız faydalar vardır; saymakla bitmez ki Meryem...

Safî ruh bedene gelmekle kemal tahsil eder; zira onun vücudunda bilkuvve olan hasiyet, cisimler âle­minde file gelir ve sabit olur.

Hâsılı ruhun bedene gelmesi, Allah Teâlâ’yı kemaliyle bil­mesi içindir. Her ne kadar birlik âleminde de onu istidadı kadar bilip ikrar etmişse de, icmali bilgi ile ikrar eylemiştir. Tafsili ve bilgili ikrarın yeri, tabiat âlemidir. Esasen tabiat, Allah kelimesinin şahsiyetin­den ibarettir. Ruhun cesede gelmesinde fayda yoktur, diyen kimseye “o halde sözün de söylenmesinde fayda yoktur, niçin söylüyorsun? demek, kâfi bir cevabdır.

Bu insanların kalıplarına ve mükevvenatın suret­lerine bak ki, bunların her biri, kendinde mevzu olan manaya delâlet eder. Eğer bilgin varsa bilgi sahipleri­nin, öteki dünya, dediklerini bu âlemde görürsün ve Allah Teâlâ’nın bu suretten ne murad ettiğine vakıf olursun.

Allah görülmez, derler; öyle şey olur mu?

Sen de göz olduktan sonra, Allah her yerdedir. Bütün bu mükevvenat o dur. Ondan başka bir şey yoktur ki, gö­rülmemiş olsun ! Akil olan kimse, görülmemiş Allah Teâlâ’ya tapmaz, Çünkü hak, halktır gözün varsa; halk, haktır, aklın varsa...

Yusuf, Yusuf....

Yusuf Meryem’in fazla bir şey söylemesine mey­dan bırakmadan devam etti :

Meryem, sen beni okuyan ve anlayan sevgili bir vücudsun. Senin bana aşkın, bende aşkın mutlak zuhurunu gördüğün içindir; benim sana aşkım da, sende kendimi gördüğüm içindir.

Sen o kadar ben olmuşsun ki çok defalar sende söz söylenecek vücud bile göremem. Ben seni müşkülâtsız fethettim Meryem.. Aşk seni evvelden pişirmiş, hazır bir hale sokmuştu. Onun için seni ilk hamlede yanımda ve kendi canımda buldum. Seni henüz gö­zümle görmediğim zamanlarda da daima benimleydin !

Dün Hamza gelmişti. Yalnız senden bahsetti. Gü­zel Hamza aşkı yalnız senin vücudunda ezberlemiş ve senin cismine, yani cisme mukayyed bilmiş. Halbuki aşkın hakikati ona üryan olarak yüz gösterse, onun içinde cilve eden ne Meryemler görür ve bu tuğyan içinde garg olup giderdi.

Bir gün Meryem ölse, Yaradan onu kendine çekse, Hamza’nın cihanda aşksız kalması yazık değil mi?

Maamafih [bununla beraber. ] ona, sana söylediğim şu hakikati söyle­medim. Esasen söylesem de anlamazdı; nasıl ki şimdi­ye kadar bu yolda ne söyledimse anlayamadı.

O senin güzel gözlerinin, harikulade endamının, hasılı cisminin meftunu... Sen de bunların zevalini gör­se, bu aşkın da zevali mukarrerdir; çünkü onu avlayan, sırf bu geçici sermayedir. O, sendeki cismi ruha, ruhu cisme mezceden, menbaını aşk göklerinden tutan öl­mez aşkı görmedi. Halbuki aşk budur Meryem! Fakat Hamza da mazurdur, zira o henüz, madde dünyasının arızalarıyla kösteklenmekten kurtulamamıştır.

Hâlbuki aşkın hakikatini bulmak için bütün bunlar­dan kendini sıyırarak ok gibi fırlaması, tabiatın mütenahî hududunu aşıp, aşkın intihasızlığına [sonsuzluğa] atılması lâ­zımdır. Hamza bu hususta istidadsız olmamakla bera­ber kendini tabiatın pençesinden kurtaramıyor.

Hakikî aşka sahib bir vücuddan hikmet ve hakikat tefeccür [Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma. ] eder. Perakende kuvvetleri, duyguları, aşkın lâyemût ve tevhidkâr kudretinde temerküz eden vücud, nihayetsiz surette kudretlidir. Eğer Hamza da bu kuvvete malik olsaydı, sana aşikâr olan hakikatin, ona da yüz göstermesi icab ederdi.

Hâlbuki seven ve sevilen birbirlerinin hakikatim bilmedikçe, aşk, sırf tene müteallik ihtisasattan ibaret kalır. O kimseyi savdığının kaşının, gözünün verdiği zevk avlamıştır; halbuki onu avlayanın hakikatte Yaradan’ın o vücuda akseden güzelliği olduğunu bilmez. Şu bastığın topraklar içinde ne kadar güzelin gözü, kaşı, yanakları ve endamı vardır.

Dünyada ne kadar güzel şeyler varsa, hep Yaradan’ın nurudur. Manayı bırakıp şekilden güzellik gö­renler, her türlü şeklin geçici olduğuna göre, şüphesiz sonunda hüsrana atılırlar.

Maamafih Hamza’da senin cinsiyetinden bir zerre olmasaydı, o senin maddî varlığını da sevemezdi. Zira her incizab, kendi benzerine tesadüfün neticesidir, in­san, kendi manasını gördüğü kimselerin meclûb ve mec­zubudur ve bir kimse her neye meylederse, o şeyle aralarında gizli bir ittihad olduğu muhakkaktır.

Meryem’in Yusuf’a bakan gözlerinde iki ateş yol sü­zülerek iniyordu.

Niçin ağlıyorsun Meryem?

Sen bu vücud değil­sin ki... Bu vücud, akan suya çeşmedir. Su kesilince çeşmenin ne hükmü kalır?

Hamza o çeşmeye, Yusuf ta suya gönül verdi. Bir gün olup çeşme yıkılıp, berrak ve lâtif su, bir zaman için toprak altında mestur kalsa da, suyun cuşişi [Kaynama, coşma. ] tekaza [sıkıştırarak] ederek başka bir yerden fışkı­rır. Böyle leziz ve saf suya çeşme eksik olur mu Mer­yem ?

Meryem de ölümü düşünüyordu. Artık ölse de ne gam ? Aşk bu vücudu ebedî bir kaftan gibi sarmış, Meryem bu ateşin içinde yanmış, yanmış erimiş...

Bir el, varlığını örten bu ateşin kaftanı çekip alsa Meryem’i altında bulamayacak. Ancak bu boş örtünün içinde aşkın ebedi ve nuranî çehresi belirecek...

Meryem’in Yusuf’un yüzüne takılı duran gözlerinden hâlâ büyük yaşlar düşüyor.

Yusuf ona tekrar soruyor.

Niçin ağlıyorsun, söyle bana Meryem ?

Korkuyorum Yusuf I

Neden, kimden korkuyorsun?

Senin için korku kaldı mı ?

Kimseden korkmuyorum. Cihanda benim için kimse yok ki... Herkes, herşey sensin. Cihanın varlığı nedir?

Ben bu serabî ve itibarî cemiyet bünyesinin nesinden korkayım ?

Esasen bana şimdiye kadar on­lardan ne müsbet, ne de menfî bir seyale, bir duygu geçmedi. Ben insanlarda vücud görmedim ki, onlardan mütezevvik [Zevk ve safâ eden. * Tadına bakan. Birkaç defa tadan. ] veya müteessir olayım...

Bir ağacın rüzgarla ileri geri sallanmasına kızmaz veya gülmezsek, keza hareketlerinde bir ağaç kadar hilkatin fermanını dinlemekten başka kârı olmıyan mahlûka da kızmamak veya gülmemek icab eder. İnsanların hareketlerine bel bağlamak, korkmak, kız­mak veya sevinmek, onların bir mevcudiyet, başlı ba­şına bir varlık sahibi olduğu zannından ileri gelir. Hâlbuki bunlar da, hareketlerinin hâkimi olan bir müte­harrikin arzusuna tabidirler.

Herkes yok. Yusuf! Yalnız, yalnız sen varsın. Ben senden korkuyorum.

Ben korkunç muyum güzelim ?

Sen bilmezsin, benim korkumu, bilemezsin.. Onu anlatmak ta istemem...

Anlat, söyle Meryem.. Benden niçin korkabilir­sin ? Yazık göz yaşlarına, söyle niçin ağlıyorsun?

Ölümden korkuyorum.

Sen mi ?

Hiç Meryem, bu mütekâmil vücud, ölümden korkar mı ?

Ölüm korkulacak bir şey değildir ki... Ölüm, insanın sadık, vefalı bir yoldaşı ve müste­şarıdır. Sen, bu dünyada, ölmüş bir insanın hiç bir şey­le mukayyed olmadan yaşayışının zevkini de bilirsin..

Bana ölümün lezzetini anlatma Yusuf, onu bana bildirdin ve tattırdın. Ben bu ölümden korkmuyorum...

Ölüm nedir bilir misin Yusuf?

Ölüm, sensizliktir. İşte ben bu ölümle ölmekten korkuyorum. Sensiz kalmaktan korkuyorum.

Bir nefes sensiz yaşamak, asırlarca azab çekmek­ten daha yaman, daha korkunç.. Benim sensiz kalmak­tan başka hiç bir korkum yok. Varlığım, hayatım sen­den ibaret.. Kaçacak, sığınacak bucağım sen, gördüğüm bildiğim sade sen! Yüzüme bak Yûsuf! Ben senin bu uslu duruşundan, bu kaçamaklı hallerinden de korkarım. Bak, yüzüme bak da gözlerini göreyim... Ben onların ezelî perestişkârı,[ aşırı derecede bağlılık. Riyakâr gösterişten. ]  esiri, kuluyum. Onlar benim mabudum, mihrabımdır.

Niçin sesin çıkmıyor ?

Söyle, sen: beni aldatmazsın. Söyle, her ne dersen inanacağını. Artık bu sözlerle beni lâübâli etme., bu kadarını söyleyebilmek için her nefesde yüz kerre ölüyorum...

Yusuf düşünceli idi; kızın kirpiklerini süsleyen yaşlara baktı. Başını, hafifçe bu tutuşmuş başa doğru kaydırarak :

Üzülme Meryem.. Sen bensiz kalmazsın !. Çün­kü sen bensin.. dedi.

Kızın hıçkıran başı, Yusuf’un dizlerinde bitab ağladı, ağladı. Sanki bu gözyaşları onu maddiyetinden boşaltıyor, Meryem hafifliyor, lâtif bir cisim gibi dün­yadan Yusuf’un kalbi göklerine doğru yükseliyordu.

* **

Ebukasım Yusufun odasına girdiği zaman Hamza ile konuşmalarını kesmemek için her zamanki bol neş- esile gürültü yapmadan bir köşeye oturdu. Kendisinin içeri girmesile hasıl olan kısa bir fasıladan sonra Yu­suf sözüne devam etti :

Bak Hamza, meselâ bana, yahud başka bir sev­diğine konuşmak, hoşça vakit geçirmek, munis olmak için gidiyorsun, değil mi ? İşte bu munis olmak, vic­danî bir emirdir. Vicdanî emir ise manadadır.

Demek oluyor ki senin oraya, o kimseye gitmen, manaya, mana âlemine gitmen demektir. Şu halde sen, vücud âlemine değil, Allaha, gayrı müteayyir» âleme gidiyorsun. Amma bunu bilerek te yapsan, bil- miyerek te yapsan,’ bu budıır.

İşte bu vicdanî zevkin kemaline ermek, manadır» hakikattir. Sen de bu zevki, his dudakların gözlerinle değil, gene mananla elde ediyorsun. Meselâ, elin, aya­ğın, kulağın, gözün ve bütün hislerin muattal olsa, konuşmaz, duyınaz söylemez misin ? Soruyorum, ce­vap ver !

Tabiî kalbimle duyarım !

- Demek oluyor ki, görür, işitir ve söylersin. İşte buna da en büyük delil, mana , âlemidir. Rüyada tattığın zevkleri, elin, ayağın, gözün ve diğer hislerin- le mi duyuyorsun ? Demek ki bunlar kalktığı vekit te insan müteayyin vücudundan başka ve fakat gene ken­disinin bir ikinci vücuduyla konuşuyor, hissediyor* zevk ediyor veya sıkıntı çekiyor. İşte bunun gibi kış, dalları budakları, yaprakları nasıl yere düşürüyor, in­diriyor ve onların ölümü oluyorsa, insanın da bu su­retle hislerini ve kuvvetlerini düşüren, kıran ölüm kış» vücuda saldırdığı vakit, o insan, bahardan meded uma- maz.. meğer ki canında mananın vücudu baharı ola I.

Maha âleminde bu vücud âleminin sayılamıyacak kadar üstünde güzellikler vardır. Esasen dünyaya ge­lişten maksad, o neşelere istidad peyda etmektir. Asıl hayat ölümden sonradır. Lâkin kazanç bu vıicudda olur. Senin ana karnında iken de bir hayatın vardı. Orada iken o rahımdan büyük bir yer tasavvur ede­bilir miydin ? Halbuki, dünyaya çıktığın vakit ne ge­nişlikler, ne zevkler buldun, o zamanla bu zaman ara­sında ne büyük farklar gördün.. O halde öldükten sonraki hayat, niçin bundan vasî ve âlâ olmasın? Su­ya taş attığın vakit hasıl olan halkalar nasıl gitgide genişlerse, bilgi de gittikçe tekâmül etmektedir. Bil­giye doyum olmaz Hamza... Bilginin, nihayeti de yok­tur. Bir kaç sene evvel Şap denizi kıyılarında seyahat ediyordum. Bir çocukla babası denize girmişlerdi. Ba­ba yüzmek bildiği için açılmış, dinlenmek için arkası üstü yatıyordu. Çocukcağız ise sığda, babası boğula­cak diye çırpınıyor, haykırıyordu. Halbuki baba, yüz­me ilmine vakıf olduğu için elini ayağını bile kımıl­datmadan su üstünde arkası üstü hareketsiz ve rahat yatıyordu.

İşte deniz üstünde ilmile hareketsiz durmak, ce­hille yüz binlerce savaşmaktan evlâdır. Zira ilimsiz, bilgisiz çabalamak o kimseyi denizin dibine götürür. yBunun gibi bir âlimin uyuması bile, cahilin ibadetin­den yüksektir.

Sözümüzün mecrasını bir az değiştirdik Hamza.. demek istiyorm ki, bilerek mananın talibi ol, neticesi leş olan unsurî zevklerde kalma! Eğer insan, bu dün­ya hayatında o âlemin zevkini elde edebilse, manasile buluşmuş ve gayeye ulaşmış olur.

Hamza yerinden kalkarak Yusufun yanına gelip oturdu.

Yusuf, ben eski Hamza değilim., fakat henüz senin istediğin Hamza da olamadım. Sözlerinin zevki ile, emin ol ki hiç bilmediğim bir âlemde yaşıyorum ve bu âlemde karar etmek için gönlümde anlatamı- yacağım bir zevkle çırpmıyorum.

O çırpınma sana, aslının verdiği bir şevktir Hamza.. O çırpınış, muhakkak aslınla irtibatın olma­sındandır. Hakiki bir arayıcı, elbette istediğini bulucu olur.

Akşam üstü saray meydanınadaki kalabalığa bir

l>alc.. kimi şuraya, kimi buraya, kimi sağa, kimi sola, hasılı ocağı, meskeni nerede ise oraya gidiyor ve ne­ticede vazifesini bitirip evine kavuşunca rahat ediyor. Hiç bir kimse yanılıpta başkasının evine gidiyor mu ?

Tabiî aklı başında olmayanlara sözüm yok. - Sanki herkes gizli bir iple bağlı imiş gibi doğruca kendi, oca­ğına, kendi meskenine çekiliyor. Fakat bu meskenine avdet edenlerin kimi saraya, kimi bir kâşaneye, kimi kiiçiik bir eve, kimi kulübeye, çadıra’ izbelere, çukur içlerine gidiyor.. Fakat şunu da düşünelim ki, bir sa­rayda, bir kâşanede edilen istirahatle, kulübede yahud izbede edilen istirahat bir midir ?

İşte bu kimseler nasıl kendi mesleklerine çekiliyor- larsa, insan da kendi aslına, manasına şitab etmek ve onunla irtibat peyda etmek zaruretile mükelleftir. Zira o asıl ve mana, ona gizliden der ki: Ey bilgisiz ahmak, bir kaç gün daha gez~ gene geleceğin yer benim ! ■ Fakat bilerek gelmekle, bilmiyerek gelmek bir midir?       '

işte, insaniyetin manasına ermek, bu bilgiyi hasıl ederek, o manaya kendi ihtiyarile gitmektir.

Varol Yusuf.. Cenneti dünyaya naklettin., bana öyle bir saat yaşattın ki, bunun eşi olamaz !. Dudak­larım bugüne kadar kimse için medlıiye okumamıştır, fakat senin medhini söylemek için keşki bütün vücu­dum dudak kesilse !

. — Haydi Hamza kalk artık.!. Geç oldu, evine git!

Peki gideyim.. Hem Meryem de beni bekler, saraya gideceğiz...

Sude Meryeme, bu akşam Umınül Bedrle beraber

uzak bir yere davet oldukları haberini göndermişti. Sudenin bu haberle, Yusufun evde yalnız olduğunu bildirmek istediği anlaşılıyordu.

Meryem yolları, duymadan geçiyordu. Gece yıldızlı idi. Ona şu anda birisi, nereye gittiğini sorsa ancak, Yusufa 1 diyebilirdi. Fakat Yusuf kimdir ve ona bu te­halükle, adeta uçarak neden gidiyorsun, söyle, anlat! deseler, işte Meryem bunu yapamazdı.

Yusuf bilinmez, Yusuf tarif edilmez, anlatılmaz söylenemezdi ki bu tehalükle gidişin sırrı da anlatılsın.

Meryem, kendine dil uzatacak olanlara: Ey zaval­lılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a tapıyorsam beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu görmek hayat, onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler, vücutları aşk derdiyle göz kesilmiş olan­lardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan uzak olanlar, onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir varlığı vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli güzelliği içinde öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu fethe muktedir olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu sinenin yanında tenha ve ıssız kalır.

Meryem Yusufa bir an evvel gitmek için adımla­rını sıklaştırıyor...

Evet bir kimse ona : niçin gidiyorsun ? diye sorsa,. Meryem buna cevab bulamıyacak.. Zira o, Yusufa gi­dişinde, henüz doğmuş bir çocuktan da masum... Hiç olmazsa çocuğun tehalükü, kendisini besl'ıyen sinenin südünedir ; halbuki Meryemin çırpınışında bu kadarcık


bile bir garaz lekeni yok... Onun tehalükünde hiç bir sebeb yok. Bu aşkın ne kadar renksiz ve keyfiyetten uyalı olduğunu bir Yumıf, bir o bilir !

Sütuha çıkan merdivenler karanlıktı. Yusuf bu saatle orda bulunurdu. Meryem, karanlık merdiveni bir solukta çıktı. Yusuf hurma lifinden yapılmış yata­ğının üstünde oturuyordu. Bu çatısız odada, yıldızların tabiî şevkinden başka bir ışık yoktu. Sanki bu ışıklar, yıldızların koynundan kaçıp gelmiş ziya zerreleri gibi gök yüzünden toz halinde yağıyordu. Meryem bu tabiî aydınlıkta Yusufu görebilmek için bir nefes durdu.

Meryem., sen misin ?

Evet., beni nasıl tanıdın ?

Ayak seslerinden !

Yusuf bir az durdu :

Evde kimse olmadığın» biliyor musun ?

Bu sual acaba “niçin geldin, yahud, git!,, demek miydi? Meryem Yusufun sualine cevab vermedi, tek­rar bir sual sormasını, yahud başka bir söz söyleme­sini bekledi ; fakat o, uzun bir zaman ses çıkarma­makta devam etti. Meryem bu ınrarlı ve düşünceli sü­kûta bir nihayet vermek için gitti Yusufun, yanına olurdu. Fakat kızın hu hareketi de aynı küskün vazi­yetin mabadi olarak kaldı.

Meryem zevkten o kadar sarhoştu ki, müsbeti menfiden seçecek temyiz kudreti de diğer hisleri gibi, dağılmış, kaybolmuştu. Çok kerre saadetin kemali, İnsana hüzün verir. Şiddetle mesrur olan kimsenin ağ­laması jsu demektir. Esasen hüzün ve sürür, aynı ela­manın çok güneş görmüş yüzü ile tamamen gölgede kalan diğer yüzü gibidir. Aslında ise, bunlar bir vü- cuddurlar. MeryeITlın de gözfclerinde zevk şiddetinden yaş vardı. Fakat Yusuf ona bbakmıyordu, düşünceli idi.

Genç kız yavaS yavaş bbunun farkına varıyor ve heyecandan altüst, olan hısleıerini inzibat altına almak için kendini zorla oyalamıya çalışıyor, etrafına, başla­rının üstündeki yıldızlı Çatıya a bakarak avunmıya çaba­lıyordu. Bu çatım*1 çıplak güzizelliği, onların muhteşem saraylarının insan sanatıle beaezenmiş kubbelerinde, ih­tişama boğulmuş kâşanelerindıde yoktu.

Meryem gozler^e tabiatın n sunduğu badeyi içmiye Çalışıyordu.' Gece o, kadar sesessiz ve lâtifdi ki, bir za­man bu derin sükûnetin gizli n meramını dinledi. Böcek­lerin muttarid sesleri, sanki i tabiatın suzişini temsil eden yegâne rem* 8‘bi, dolaşuşık ve iç içe bir ahenkle süzülüp akıyor, bu ses, aşinalıkıklardan, aşktan, ateşten haber getiren bu ses, tabiatı u uyuşturup büsbütün sus­turuyordu.

Mensur bir ş**r i»'ki dağınıkjik, fakat ahenkdar güzel­liği içinde saltanat süren şu taltabiat parçası, büyük bir meşveret arifesindeymiş gibi sasamit! Meryemin gözle­rindeki yaşlar, birer yıldız gibribi süzülüp yere akıyor. Yusuf dargın mı» neden konuşraşmuyor ? Kızın kalbi bu korkulu suallerin heyecanile o o kadar hızlı çarpıyor, o kadar korkunç farbalarla ı vuruyor ki, intizamını kaybetmiş uzviyetine, fevkattabtabia bir irade ile hâkim olmıya çalışıyor.

Yusufun darılmadığını bilse,se, bir lâhzada dirilecek, canlanacak...

Kendi kendine teselli vermiyniye çalışıyor : ne oldu, nc var, bu lükûta bir lebeb yok/ok ki., diyor.

Fakat bu telkin de işe yararrramıyor. O korku, Yusu-

fıın btr Nrhrhdrn darılmış olmam korkunu, Ickrur yu­karı fırlayarak müsbet telkinlerinin üstünde kesif bir satıh teşkil edip onları kapatıyor.

Belkide Yusuf onun burada bulunmasını istemediği- için konuşmuyor. Meryem bütün ıztırabına rağmen Yusufun arzusunu yerine getirmek için kalkıp gitmek istiyor., bir kelime bile söylemeden yerinden kalkmıya. davranıyor. Fakat Yusufun eli, onu çekip tekrar yerine oturtuyor. Bu hareket, kızın hep menfî tarafa giden hislerinde birdenbire müsaid bir cereyan açıyor; cesaret,, kuvvet geliyor.

Yusuf bana bir şey söyle ! diye bağırıyor.

Canım, güzelim I

Yusufun eli, kızın gözlerindeki yaşları kurutuyor...

Meryem bu elleri dudaklarına, sonra yanaklarına, bastırıyor. Yusuf, biraz evvelki küskün ve düşünceli tavırlarını kaybetmiş.

Bak Meryem gül satan çocuklar geçiyor I Çi­çeklerin kokusunu duyuyor musun ? diye soruyor.

Arabistanda çiçekleri, hararetten bozulmaması için gece salarlar. Satıcılar İliç ses çıkarmadan da geçse, güllerin siituhlaru kadar yükselen kokuları, kendilerini haber verir.

Meryem derin derin nefes alıyor. Yusufun eli hâlâ dudaklarında kapalı., nefes aldıkça gül ve ful kokula­rını bu elden koklayor.

Satıcı çocukların birbirlerile şakalaşan incecik ses-- leti yavaş yavaş uzaklaşıyor:

Elvird, elful, elvird, elful!..

Nihayet bu ince, taze sesler sönüp kayboluyor....

cuddurlar. Meryemin de gözlerinde zevk şiddetinden yaş vardı. Fakat Yusuf ona bakmıyordu, düşünceli idi.

Genç kız yavaş yavaş bunun farkına varıyor ve heyecandan altüst, olan hislerini inzibat altına almak için kendini zorla oyalamıya çalışıyor, etrafına, başla­rının üstündeki yıldızlı çatıya bakarak avunmıya çaba­lıyordu. Bu çatının çıplak güzelliği, onların muhteşem saraylarının insan sanatile bezenmiş kubbelerinde, ih­tişama boğulmuş kâşanelerinde yoktu.

Meryem gözlerile tabiatın sunduğu badeyi içmiye çalışıyordu.' Gece o, kadar sessiz ve lâtifdi ki, bir za­man bu derin sükûnetin gizli meramını dinledi. Böcek­lerin muttarid sesleri, sanki tabiatın suzişini temsil eden yegâne remz gibi, dolaşık ve iç içe bir ahenkle süzülüp akıyor, bu ses, aşinalıklardan, aşktan, ateşten haber getiren bu ses, tabiatı uyuşturup büsbütün sus­turuyordu.

Mensur bir şiir gibi dağınık, fakat ahenkdar güzel­liği içinde saltanat süren şu tabiat parçası, büyük bir meşveret arifesindeymiş gibi samit 1 Meryemin gözle­rindeki yaşlar, birer yıldız gibi süzülüp yere akıyor. Yusuf dargın mı, neden konuşmuyor? Kızın kalbi bu korkulu suallerin heyecanile o kadar hızlı çarpıyor, o kadar korkunç darbalarla vuruyor ki, intizamını kaybetmiş uzviyetine, fevkattabia bir irade ile hâkim olmıya çalışıyor.

Yusufun darılmadığını bilse, bir lâhzada dirilecek, canlanacak...

Kendi kendine teselli vermiye çalışıyor : ne oldu, ne var, bu sükûta bir lebeb yok ki., diyor.

Fakat bu telkin de işe yaramıyor. O korku, Yusu-

fmı bir Kcbrlulen darılmış olmrm korkunu, tekrar yu­karı fırlayarak miisbet telkinlerinin üstünde kesif bir satıh tenkil edip onları kapatıyor.

Belkide Yusuf onun burada bulunmasını istemediği- için konuşmuyor. Meryem bütün ıztırabına rağmen Yusufun arzusunu yerine getirmek için kalkıp gitmek istiyor., bir kelime bile söylemeden yerinden kalkmıya. davranıyor. Fakat Yusufun eli, onu çekip tekrar yerine oturtuyor. Bu hareket, kızın hep menfî tarafa giden hislerinde birdenbire miisaid bir cereyan açıyor; cesaret,, kuvvet geliyor.

Yusuf bana bir şey söyle 1 diye bağırıyor.

Canım, gülelim I

Yusufun eli, kızın gözlerindeki yaşları kurutuyor...

Meryem bu elleri dudaklarına, sonra yanaklarına, bastırıyor. Yusuf, biraz evvelki küskün ve düşünceli tavırlarını kaybetmiş.

Bak Meryem gül satan çocuklar geçiyor 1 Çi­çeklerin kokusunu duyuyor musun ? diye soruyor.

Arabistanda çiçekleri, hararetten bozulmaması için gece »atarlar. Satıcılar hiç ses çıkarmadan da geçse, güllerin siituhlaru kadar yükselen kokuları, kendilerini haber verir.

Meryem derin derin nefes alıyor. Yusufun eli hâlâ dudaklarında kapalı., nefes aldıkça gül ve ful kokula­rını bu elden koklayor.

Satıcı çocukların birbirlerile şakalaşan incecik ses*- leri yavaş yavaş uzaklaşıyor:

Elvird, elful, elvird, elful ! ..

Nihayet bu ince, taze sesler sönüp kayboluyor....


Yusuf gene birdenbire ciddileşerek :

Haydi Meryem, artık geç oldu., seni dört yol ■ağzına kadar geçireyim.

Beraberce merdivenlerden inerek gene beraber so­kağa çıkıyorlar. Yusuf daima düşünceli.. Nihayet Mer­yem dayanamıyor, soruyor :

Niçin konuşmuyorsun Yusuf? Yoksa bana mı canın sıkıldı ?

Sana canım sıkılmaz Meryem., sen, ezeliyet göklerinin bana bir hediyesisin. Senin benden başka bir vücudun mu. var ki, ondan, .beni üzecek yabancı ve aykırı bir fiil zuhura gelsin...

O hade niçin düşüncelisin, onu söyle!

Düşünce değil şikâyet...

Şikâyet mi? Senin için şikâyet kapıları bağlıdır Yusuf..

Her vaki olanı zevkle karşılamayı cihan senden öğrenir. Nasıl olur da sen şikâyet edersin ? Sen her kaba göre müteayyin olan hayat suyusun...

Telâş etme Yusuf bilinmez, Yusuf tarif edilmez, anlatılmaz söylenemezdi ki bu tehalükle gidişin sırrı da anlatılsın.

Meryem, kendine dil uzatacak olanlara: Ey zaval­lılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a tapıyorsam beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu görmek hayat, onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler, vücutları aşk derdiyle göz kesilmiş olan­lardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan uzak olanlar, onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir varlığı vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli güzelliği içinde öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu fethe muktedir olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu sinenin yanında tenha ve ıssız kalır.

Fırat kıyısı, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik. ] nebatların yekpareleşmiş kesafetiyle o kadar yeşil, o kadar taze idi ki...

Yalnız, murassa bir libas gibi toprağı örten bu ye­şillik, yer yer sürülmüş olduğu için zeminin tabiî rengi görünüyordu.

Daracık vadiyi örten bol ve sık otlar, âdeta iki yamacın arasında yeşil bir dere aktığı hissini veri­yordu.

Bu mücessem lâvhanın içinde iki inek otluyor, diş­lerinin otları muntazam ve yeknesak seslerle koparışı, bu rustaî şaheserin, tabiî ve hakikî musikisini teşkil ediyordu.

Meryem etrafı dinliyor, dinliyor, fakat bu tecessü­süne, muannid ve ısrarlı bir sükût cevab veriyordu. Kızın vücudu zevk içinde hafifleyerek, adeta maddiyetini kaybediyor, bir duman parçası, esirî bir neşe gibi uçmak, yok olmak arzularda karışıyordu.

Nereye, nereye fakat ? Yusuf’un aşk çırağları tu­tuşturan kalbi göklerine çekilmek, orada karar kıl­mak istiyor... Yusuf kimi istese, kimi çağırsa, o vücud, yaktığı gönlünü meşale yaparak yollara düşer. Meryem o »esin davetine, o güzelliğin incizabına mukavemet edecek bir vücud tasavvur edemez ki..

Meryem Yusuf’un kolunu iki eliyle tutuyor, böyle yapmasa hakikaten uçacak, görünmeyen bir el, görünmeyen bir Aleme götürecek gibi geliyordu. Onun için Yusuf ekseri zaman bu gönlün istiğrakı şiddetine ma­ni oluyor, ondaki ezelî iştiyakın, her nefes yelpazele­nen ve tazelenen ateşinin önüne geçiyor, kızı ileri atılmaya bırakmıyordu.

Sen bana lâzımsın Meryem, o vücud senin de­ğil benim diyerek bu aşk selinin bir zaman için şid­detine mani oluyordu. Şimdi de gene kızı zorla havaî mevzulara şevketmiş, Meryem de ona maziden bahsetmeye başlamıştı.

Geçen gün seni bulmadan evvelki halimi düşündüm Yusuf... Ham, basit, ruhî bünyesi teşekkül etmemiş, ibtidaî ve işlenmemiş bu malzeme yığınından utandım. Şuur yok, mana, hakikat yok., yalnız uzviyetiyle yaşa­yan, niçin ve neden yaşadığını bilmeyen, hayat dümeni şevki tabiîsinin elinde bir mahlûk... Bu itibarla bütün mazim tarihsiz, intibasız [izlenimsiz], kitabesiz ve hatırasızdır. Zira bu mazi o kadar kıymetsiz ve şuursuzdur ki, ona en küçük bir varlık bile izafe edemiyorum. Onda yalnız bir fıtret devrinin ruhî ihtilâlleri, keşmekeşleri dolu­dur. Bütün bu hayat, medlulü acı ve ıztırablı vakaların birbirine karıştırılmış yekûnundan ibaret... Geçmişi düşünmekle, kekremsi bir şey tatmış gibi yüzüm tekallüslerle [kasılma. ] doldu.

Gerçi, bu hayat, bu manasız hayat ihtişam içinde idi, eğlenceler, ziyafetler, her şey bir mecburiyet, sahnevî bir sunîlikten ibaretti, Ben ise bütün bu safahata, mahkûmane bir itaatle baş iğdim. İşte hayat mütıellesinin üç köşesi: gelmek, çekmek, ölmek ! Bu üç fiil insanda ihtiyarî değil, sevkî bir hareket, ıztırarî bir itaat! Hiç kimse bu üç emrin kemendinden boynunu kurtaramıyor.

Şu kadar ver ki, aşk hayatının keyfiyet yakıcı zev­kine ayak koyanlar için, ne gelmek ne çekmek, ne de gitmek, hiç, hiç bir şey yok. Onlar ne doğuyor, ne çe­kiyor ne de ölüyor.. Yalnız aşkın mutlak vücudunda seyrediyor. Yahud da “gelen de ben, giden de ben, bozulup toplanan da ben” diyerek bütün mevcudatı tek vücud olarak görüyor.

Meryem gene gönlünün dizginlerini bırakmıştı. Halbuki Yusuf onu bugün başı boş bırakmak istemi­yordu.

Hani maziden bahsedecektin Meryem ? Gene atladın, açıldın.. Şu maziyi tamamlasana...

Gerçi halin zevkini bırakıp maziyi söylemek veya dinlemek istemem; fakat mademki o mazi sana aiddir, senin olan her şeyi sever ve hürmet ederim... Söyle Meryem, bana geçmiş zamanlardan bahset!

Doğru söylüyorsun Yusuf.. Halin kıymetini bı­rakıp geçmişin yadıyla vakit geçirmek abes bir şey... Hatta onu düşünmek bile manasızlık!.. Fakat ben bu maziyi niçin düşündüm, biliyor musun? Geçmişle aram­da iğbirar ve soğukluk vardı. Ben, değil mazime, hiç kimseye ve hiç bir şeye karşı kinim, nefretim ve iğbi­rarım olmasına tahammül edemem. Bahusus bu günkü Meryem, o mazi köprüsünden bu hale geçmiştir. Onun için bu dargınlığı, bulanık bir su gibi tortulu olan bu geçmişe aid iğbirarı [Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. ] temizlemek lâzımdı. İşte bu yüz­den düşündüm ve bu ruhî tesviyeye lüzum gördüm.

Ben bütün cihanla sulh yaptım Yusuf., nasıl olurda arkamda kalan bir hayat parçasiyle cenkte ve nefrette kalırım ? Mademki seni buldum, acılıklar, teharrüşler [Tırmalanma.], elemler, seyyieler, hep seni bulmak, seni görmekle tazmin olup gitti. Her fenalık seninle söndü... O mazi de artık acısız, elemsiz, taharrüşsuz oldu. Ben artık eski ben değilim ki... Çok defalar gayet samimî bir hisle kendimi ölmüş ve yepyeni bir hayatla dirilmiş, geçmişinden bir iz bile kalmamış zannederim.

Beni sen Öldürdün! Eğer şimdi yaşıyorsam, bu ha­yat sensin Yusuf !

Ben neyim Meryem ?

Sen aşksın, aşk sensin Yusuf! Senden daha gü­zel bir şey yok ki seni ona benzeteyim..

Genç kızın dayandığı ağacın yaprakları, birer aşk ilâmı gibi başının üstünden çarh [Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih.] çevire çevire düşü­yordu.

Yusuf’la yan yana oturmuşlardı. Konuşmalarındaki hararet ve şiddet, hangisinin söyleyen hangisinin din­leyen olduğunu belli etmeyecek kadar yakıcı idi.

Filhakika görünüşteki bu iki vücuda rağmen, ne mütekellim ne de muhatab vardı. Zira Yusuf Meryem, Meryem de Yusuf’tu.

Bir zaman konuşmadılar. Gerçi bir gün evvel Yu­suf kızı buraya yarım kalan bahse devam etmek için çağırmıştı; fakat onun gösterdiği şiddet ve tehalük, adeta Yusuf’u korkutmuş ve söylememeye sevketmişti.

Gidelim mi Meryem ?

Yusuf...

Ne istedim Meryem ?

Sana bir şey söyleyeceğim..

Söyle güzelim..

Niçin söylemiyorsun ? Haydi gidelim öyle ise...

Hayır, hayır sana bir şey söyleyeceğim..

Meryem Yusuf’un gideceğini hissettiği zamanlar onu böyle, bu sözle oyalar, bir az daha beraber kalabilmek için bu masum hileye baş vururdu. Yusuf ta bunu bi­lir, fakat bile bile gene bir an beklemekten hâli ol­mazdı.

Hakikaten Meryem’in Yusuf’a söyleyeceği birçok şeyler olsa bile, onunla olmak, onu görmek, dudakla­rından bütün sözleri kapıp kaçardı.

Fakat bu defa Meryem sözünde durdu; çünkü söylemese, Yusuf’un hemen kalkıp gideceğini biliyordu.

Ana karnındaki cenin, naısıl bir tek yoldan vü­cudunun gıdasını, takviye ve nemasını temin ediyorsa, ben de bu dünyada yalnız, seninle yaşamak yolunu bu­luyorum. Zira beni dünyaya bağlayan serrişte [başa kakmak; ipucu.] Sensin Yusuf... Durağım, menzilim hep sensin. Senden benim, gölüm nur buldu, yüksek görücü oldu. Onun için artık bu göze hiç bir güzellik kalmadı.

Ben Allah’tan nur istemiştim, sende nurun nurunu gördüm. Bütün nurların merkezi ve eşsiz güneşi olan sana eriştim. Ben bir Yusuf isterdim, senin vücudunda Yusufistan gördüm.

Ben, gönlümün ateşini dökmek için kemale sahib bir vücud, mana ve hakikat dostu isterdim, senin vü­cudunda bütün güzelliklerin, hakikat ve aşkın kayna­ğını gördüm. Bana senin her bir cüzünden öyle bir cennet göründü ki, yarınki cennetlerle bir alâkam, on­lara bir ihtiyacım kalmadı.

Yusuf, Meryem’in harikulade bir letafetle konuşan dudaklarına bakıyordu. Onları böyle perişan bir talaşla tahrik eden, yalnız, yalnız aşkı idi, Bu ince vücud, lâ­tif bir hülya gibi güzeli.

Yusuf genç kızın söz silsilesini durdurmamak için bir zaman dinledi. Fakat artık gitmeli idiler., ekseri zaman yaptığı gibi birden bire ayağa kalktı ; Meryem’in de elinden tutarak kaldırdı. Artık gidiyorlardı, çare yoktu.

Yollar taşlı ve bozuktu. Meryem Yusuf’un elini tut­muş, iki masum mektep çocuğu gibi yan yana yürü­yorlardı.

Yusuf, arasıra taşlara takılan kızın elini avucunun içinde sıkıyordu. Böylece hurma fidanlığına kadar beraber geldiler. Artık ayrı yollardan gitmeleri icab edi­yordu. Yusuf gene birden bire kızın elini bırakarak :

Haydi Meryem., dedi ve arkasına bakmadan hemen ilerledi.

Ne de çabuk uzaklaşmıştı...

Yusuf, Yusuf !

O, genç kızın sesini duyarak durdu.

Yusuf sana bir şey söyleyeceğim..

Yusuf mütebessimdi :

Gene mi Meryem? Peki dinliyorum..

Haydi söyle, söyle canım, geç oldu gidiyorum.

Yanıma gel de söyleyeyim!

Yusuf Meryem’e baktı. Ondan ayrılmak kendisi için de müşkül, her zorluğu yenen iradeli ve azimkâr Yusuf’a da zordu. Tekrar kızın yanına geldi. Fakat Meryem’in dudakları sımsıkı kapalı, başı hafifçe yukarı kalkmış, söyleyecek hiç bir şeyi olmadığını itiraf eden mazlum bir duruşla duruyordu.

Yusuf’un başı eğildi, bu ateş dudakların üstünde bir lahza durdu.

Aşk onlara ateşten damgasını bastırmıştı. Onların raşedar [doğru yollarının] sathı, aşkın ateşin nakşıyla mühürlenmişti. Bu dudaklar aşk göklerinden gelen ateşle yanıp kavruldu. Bu dudakların küçücük cürmüne bir cihan sığdı. On­lar artık bir ziyaretgah kadar temiz ve masum oldu. Bu ateş onlara, ebediyet serhadlerinden aşıp geldi. Meryem’in dudaklarını aşkın germiyeti [Hararet, sıcaklık, kızgınlık.] , ezelî bir ocak gibi bitip tükenmeyen alevlerin mihrakı [Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne. ] eyledi.

Ümmül Bedr Aynül Kameri çok sever. Burası, Ebüşşettar aşiretine üç fersah mesafede bir kaynaktır. Civarı meskûn değildir; yalnız küçük bir kahvesi vardır; kahvecinin ailesi buranın yegâne sakinidir. Ummül Bedr buraya senede bir veya iki defa gelir, bu gezintiye bazen Yusuf ta iştirak eder.. Bu defa Ummül Bedr Mahbubla bitlik olarak Hamzayı da kandırmışlar, Yusufun gelmesini de temin etmişlerdi.

Hamza Meryemle sabahleyin erkenden aşirete gel­diği zaman hazırlıklar tamamlanmıştı ; hemen yola çıktılar. Yol, evvelâ nar bağçelerinin arasından geçi­yor, sonra büyük sık ağaçların arasına giriyordu. Bazı taraflarda ağaçlar o kadar sıktı ki, güneş bu züınrüdî kesafetten yer yer sızıyor, yaprakların mesamelerin­den teresşuh eden ratıb, mayhoş koku, adeta havanın «ıcağını hafifletiyordu. Meryem'in atı, kafilenin önünde yürüyordu.

Aynülkamere hepinizden evvel ben gideceğim !

Niçin acele ediyorsun Meryem ?      .

Hava çok sıcak Hamza.

Güneşten gitme., Hem o kadar acele etmiye ne lüzum var ? Hep beraber gidelim !

Siz de çok ağır gidiyorsunuz., nerede ise atla­rınız sizden şikâyet edecek. Hükümdarın dizinin dibin­de otura otura tenbel oldun Hamza 1

Tembellikten değil, konuşmak için ağır gidiyo­ruz. Meryem atının dizginlerini gerdi. Demek ki çok ilerden yürüdüğü için bu muhavereyi duyamamıştı. Yusuf, Hamza gibi Meryemin de intizar vaziyetinde yüzüne baktığını görünce, sözüne kaldığı yerden de­vam etti :


-- İşte Hamza, güneş ve ay, yıldızlar ve feleklerin devranı, ulvî ve süflî bütün eşyanın hareket ve cün- büşü, insan suretine yol bulup orada, yani insanın kal­binde Allahın nurunu, gene Allah nuru ile görmek içindir. Madem ki Allah sana bu ekmel olan insan suretini verdi, sen de, insaniyetin kıymetini ve kadrini bilip ecel rüzgârı ömrün gülünü perişan ve derbeder etmezden ve bu cemiyeti dağıtmazdan evvel durma­yıp aslına kavuşmıya bak t yoksa sonra nihayetsiz istihaleler geçirmiye ve çok acılı hüsranlara katlan- mıya mecbur kalırsın..

Ben ömriimiin en giizel zamanlarını şan, şeref ve dünya zevklerile, israf ettim.. Aklî ve istidlali ba­hislerle krndi yolumu kendim kentim. Hoş, bu «en­den duyduklarımı da kimseden duymayacaktım ya ne ise.. Her ne kadar kendimi halkın tazimine kulak ver­mez zannediyordum, fakat beşerî zaaflardan kurtul- mıyan insan için bu da mümkün değilmiş. Meğer kendi kendimi aldatmış, kendi günahım kendim olmuşum Yusuf I

Yeter Hamza, maziyi yad ederek ömrünü zayi etme. Geçmişi, geleceği söyliyerek müteesif olmak, öm­rü ziyan etmektir. Bu hal o kimseden izale olmadıkça birliğe ve istiğrak haddine varmak mümkün olamaz. Geçmiş ve gelecek kaydi ukde gibidir. İnsan bu ukde­lerle bağlı kaldıkça beşeriyet serhaddini aşamaz. Bu suretle nedametin doğru olmaz. Haline bak, halini el­den kaçırma ki, her alıp verdiğin nefes, son nefesindir.

v Hamza Yusufa geçmiş zamanın ayıblarından ve zaaflarından samimiyetle bahsederken, yalnız bu zaaf­ların içinde esef edemediği, pişman olamadığı bir şey vardı ki, o da Meryemin aşkı idi. Şimdiye kadar haki­katin peçesi olan bu aşkla gene adamın gözleri kor idise, bundan sonra da gene o gözler bu aşkın nuruyla hakikât nurunu görebilirdi.

Gözde nur olmazsa güneşin nuru görülür mü ? işte Hamzamn gözünün nuru da Meryemdi.

Meryemin sevdası ona, aşkın medhalini göstermiş tefekkür ve vicdanî zevki tattırmıştı. Meryem Hamza- nın hayatında, Yusufun hakikata açtığı kapının anah­tarı idi. Gene adam henüz kendini bu kapının eşiğin­de farzetmekle, tahmininde pek yanılmayordu. Bu ka­pıdan içeri girebilmesi için gene hekimi arkasından kuv­vetli bir bazunun itmesi lâzımdı. Halbuki Yusuf asla bunu yapmazdı. O gösterir, bildirir fakat zorlamazdı.

Hamza bu kapıdan kendini itecek elin de, gene Meryemin eli olmasını temenni ediyordu.

Aynülkamer, karşıki keşmirî tepenin eteğinde...

Esatiri birer hayalet gibi imtidat eden dağlar, mü- selsel bir coşkunlukla uzayıp gidiyor.. Bu tabiat gü­zelliği Hamzaya, pek az evvelki düşüncelerini kaybet­tirdi :

Yollar ne kadar güzelmiş Üramül Bedr..

Bir de su başını görsen Hamza..

Nihayet uzaktan su başı göründü. Abanoziaşmış baş başa üç mülasık ağacın altından kaymyan Aynül­kamer burasıydı demek !

Sanki ağaçların yeşilliği kâfi gelmiyormuş gibi, en yüksek dallara kadar çıkan sarmaşıklar tekrar geri dö­nerek birer yeşil şakûl halinde aşaya sarkmış, sağdan sola, önden arkaya geçen dalları birbirine bağlamıştı.

Suya yaklaştıkça, ağaçların altında küme küme oturan kimseler görülüyordu. Ummül Bedr bu kalabalığa şa­şarak :

Bugün buran ne kadar dolu, halbuki her zaman kimse bulunmazdı... Bunlar bedeviler galiba... dedi. Onları ilk gören bir çocuk oldu.

Baba, baba.. Yusuf geliyor baba I diye haykı­rarak kahveye girdi.

Bu, kahveci Ebucaferin altı yedi yaşlarındaki oğlu Caferdi. Yu su fu o kadar severdi ki, en haşan zamanla­rında annesi : Sonra Yusuf seni sevmez, yapma ! diye her hangi bir şeyden Caferi kolaylıkla menederdi. Ebucafer bir işi çin aşirete gittiği zaman bu oğlanı da beraber götürür beraberce Yusufun evinde misafir olurlardı.

Bunlar, Ummül Bedrin tahmin ettiği gibi bedevi­lerdi. Yusuftan her zaman, her fırsatta iyilik gören, o- nıı fcdiikâr, temiz bir muhabbetle seven bedeviler...

Anlaşılan bugün hoş bir vakit geçirmek, biraz eğ­lenmek için buraya gelmiş olacaklardı.

Bedeviler bir anda Yusufun etrâfım sardılar. On­ları Yusııfa çeken hisde, ne pervanenin ateşe, ne ço­cuğun anasına, ne de bir sevgilinin sevgilisine gidişi­nin şevki yoktu. Bu öyle safî ve tahlil edilmez bir in- cizabdır ki, bilen söyliyemez, bilmeyene de anlatıla­maz. Bu garamî emir, telkin ile, öğretilmek ile temin edilemez ki söylenilebilsin... Yusuf, hayatın sırrı.. Yusuf, hayatın manası...

O, kendini çevreleyen kalabalıkla beraber hem yü­rüyor hem de müşfik, tatlı, konuşuyor, derdlerini, hal­lerini soruyor, gönüllerini alıyordu.

Meryem ise düşünüyor ve sevdalılarila halelenmiş olan Yusufa bakıyordu. Cihan ondan hayat emerek ya­şıyor Bu rabbani çehrenin her hattı, insanı baş döndü­rücü bir süratle aşk girdabına çekip götürüyor, Onun sevdasının kol atmadığı, kök salmadığı yer mi var, di­yordu.

Yusuf onlarla beraber, kahvecinin serdiği hasıra oturdu. Bedeviler onu bulmuş olmak fırsatından istifa­de ederek derd yanıyorlor, Berrî kabilesinin reisinden şikâyet ediyor, haklarını vermiyerek onları zorla ça­lıştırdığından bahsediyorlardı. Yusuf ta karşılık olarak onlara metanet ve itaat tavsiye ediyordu. İçlerinden biri:

Bize fenalık etmekle eline ne geçecek bilmem ki., dedi*

Yılan zehrini bırakmakla eline ne geçer? Bı­rakır, gider.

Yalnız siz kötü nazar sahibi olmayın, onun zulmü­ne mukabele etmeyin, olur ki bir ^ün gelir, ettiklerine nedamet eder.

Öyle amma bize çok eziyet ediyor, biz de ona...

Durun, eğer kurtulmak için isyan eder, ona bir fenalık yaparsanız, o gider, başkası gelir ve size onun yaptığını aratacak kadar zâlim olur. Dünya bu gibi in­sanlardan halî değildir.

Fenalık gördüğünüz kimselerin cezasını kendiniz tertib etmiye kalkışmayın Yaradrr.a bırakın. Onlar esasen, o hallerin âleti oldukları için cezalanmışlar demektir; onların cezaları kendilerindedir.

Bedeviler Yusufu görmekten ve nasihatlarından ferahlamış olarak kalktılar. Hem gidiyorlor, hem de konuşuyorlardı :

Bu sene tarlamın tohumunu Yusuf aldı; yoksa çocuklarım aç kalacaktı.

Bana da ölen devemin parasını» verdi.

Onun bir sözü ile katil olmaktan kurtuldum.

Bedeviler adeta bağıra bağıra yerlerine dağıldılar* Hamza :

Bedeviler seni ne kadar seviyorlar Yusuf î dedi.

Ben de onları severim Hamza.. Onlar için, vahşî derler. Halbuki asıl medeniyet onlardadır. Onlarda öyle bir ruh asaleti, öyle bakir bir safvet vardır ki hayran olmamak kabil değildir. Şecî merd ve saf ruh­ları ve tabiî harsîeri, ariyet ve müstear şekillerle tahrib- olmamıştır. Beşeriyetin iftiharla tezeyyün ettiği kirli nikahlardan, yalan, siyaset, müdahane, ve kibirden bedevide yoktur. -Bedevi, olduğu gibi görünen in­sandır.

Zavallıların hakları da var; ben Berrî aşiretinin reisini tanırım, öyle zalim, ve gaddar bir adamdır ki... Keşki önüne geçmeseydin de biraz korkutsalardı..

Hamza, sen bedeviler gibi yan çocuk değilsin- ki, bu sözlerinde seni mazur göreyim..

Onların, bu adamın zulmünü kenelerinde arama-- ları icab eder. Fakat bu hakikati onlara anlatamazsın, halbuki senin bilmen icab eder.

Servetin varken fakre düşmen, muhtaç olman,, sıhhatte iken hasta olman, sevinçte iken kedere düş­men, zulme uğraman, bunlar hep senin kötü amel­lerinin hariçte tecessüd ve temessül etmesi ve bir fır­satla zuhura gelip sana bu suretle zahmet vermesin­den ibarettir, insan, duçar olduğu zahmetlerin mes­uliyetini kendinde aramalıdır. Sen iyi olursan her- kea te iyi olur. Demek ki, gördürün ve bulduğun,, kendi amellerinin akisleridir; başkalarına atıp tutmıya,

lüzum yok., mademki hâkim Yaradandır, hükmünün* de âdilâne olması tabiîdir. Amma affederse ona kim ne diyebilir ?

İşte Hamza, görüyorsun ki sana söylemekten çekin­miyorum; hakikattan uzak sözlerine derhal takılıyorum.

Söyle Yusuf söyle, benim canımın şifası sensin !

Biliyorsun ki derdliyim, dayandığım mesnedim sen­sin ! Sen, benim gibi ne kadar Hamzaları dünya bal­çığından selâmete çıkardın ve çıkarıyorsun.. Hem de bana verdiğin, emeklerle. değil,. Bir sözle, bir bakışla...

Bu, senin günahlı Hamzan, o kötülüklere ne sıkı bağlanmış, ne muhkem sarılmış ki daha hâlâ onlrtrı koparıp hakikat göklerine uçamadı.

Biliyorum, kendimi biliyorum ; amma bu amelsiz bilgi bana bir şey kazandırmıyor. Fakat Yusuf, Ham­zan da artık o eski ham adam değili Öyle lıissediyo rum ki dünya ile bir tek rabıtam kaldı. Tıpkı kuyuya' sarkıtılıp bir karışlık bir ip noksanından dolayı suya yetişemiyen bir kova gibi, ben de hakikat suyuna bu kadar yaklaşmışken bu eksiklik yüzünden ona erişe­miyorum. Değil bir karış, bir soğan zarı kadar da me­safe olsa, o suya dalamadıktan sonra ne fayda ?

Yusufla Hamza daha fazla konuşmadılar. Zira kah­vecinin oğlu Cafer, kahve fincanlarını toplamak için elinde bir tepsi ile koşa koşa geliyordu. Çocuk fin­canları, henüz parlatılmış olan bakır tepsiye yerleşti­rirken, bu mücella satıhta kendini görerek beyaz diş­lerini gösteren bir tebessümle ^üldü ve hayaline selâm verdi.

Çocuğun bu takiı harekeli herkesi güldürdü, yalnız Yusuf bir an düşündükten sonra:

link Hamza, şu çocuğun hareketi ne manidar., dedi : Esasen her olan şeyde hisse alınacak bir mana ve keyfiyet vardır.

Şimdi çocuk tepside kendini görerek, hayaline se­lâm verdi, değil ini ? İıısan da Yararlanın aynasında U«;m!i mr,;j;»,s?n: «ütüıue anlar!:*:.       n-‘i «a1. rHÎig» v<

taptığı gem: gendi imiş.

Demek uluyor ki, hakikalla o hakiki aynaya bakan, tapanla tapılanın, sevenle sevilenin kendi olduğunu anlar. Caferin ayna gibi olan tepsiye bakmasile, selâ­mı kendine vermesi gibi...

Oyle ise çalışalım ki güneşe tapmış olmıyalım da Yaradaııa tapalım ! Zira seven için sevgi, gündüz için güneş gibidir. Halbuki insanın günüde, güneşi de Ya­radandır.

Güneş gibi olan ciiz’î sevgiler ise, Yaradanın yü­zünü göstermiyen perdelerdir. Kim ki hu perdeyi kal-

UfHtı.

Hamza, biraz evvelki sözlerine bundan veciz bir cevab olaınıyacağını düşündü. Daha da bir çok şeyler düşünecekti, fakat Meryem de dahil olmak üzre gez- miye çıkanların sesleri duyuldu. Umrnül Bedr daha u- zaktan :

Karnımız acıktı., hâlâ konuşuyor musunuz ? di­ye sesleniyordu.

Bize söz söylemiye ne hakkın var Billi ? Sizde gezip eğleniyordunuz ?

Ne yapayım, Maiıbub işin içine girdi mi böyle

İT)

olur. B i İsen b*î; s-.zı           bile £ şi­

nikledi..

Ömer herkesten evvel kendini hasıra attı. Kahveci Ebucafer sofrayı hazırlarken, hem iş görüyor lıem de konuşuyordu :

Bilsen Sidi.. dün akşam yemek yerken ne oldu?

Bizim Cafer vemek siniıûni kaşığının sopıla çizi­yordu

Ne yapıyorsun Caler/ dedmı.

Yiüufa mcklııb yazıyorum, gelsin diye çağırı­yorum, dedi. Bacaksızın hakkı varmış meğer., smi gö­nülden çağırmış...

Caferin annesinin sesi :

Ebucafer, bedeviler seni istiyor!

Geliyorum, geliyorum., tencereyi ateşten çek!

Ebucafer sözünü yarını bırakarak gitmeye mecbur

oldu. Küçük Caferin bu hareketi de mecliste tatil bir rüztrâT gil,i esmişti.

UiJîtr : 5at ve masumlaııu kaibı i...ükulî hk>ş-

LçySc idi V$0&9, 'M*ÜI-OkfDF

Bu çocuk kıyamet cücesi midir, nedir ? Büyük adam gibi konuşuyor, diyordu.

Yusuf — Şimdi buna, tesadüf diyebilir miyiz Hamza ? diye sordu.

Eski Hamza diyebilirdi; şimdiki şüphesiz diye­mez.

Çocuklar, size her fırsatla söylerim ki. tos>düi yoktur. Her olan şey, mutlak gavbııı kararıle olmuş­tur. Çocuğun kalbine bu arzuyu veren de Yaradan, bizi buraya getiren de o...

Bir çok gttrünmiyen muknrrcrai vardır ki, bunları gözlerimiz görmez. Eğer insan, ruhuna kesafet veren çörçöpü, ruhun yüzünden kaldırabilirse, o zaman âle­min ve âdemin manasını bulmuş olur ve bu safvet vaktinde gayb âleminin kararlarını görüp onlara mut­tali olur. Varlık, yoklukta görülmek mukarrerdir. Bir kalbdeki varlık gubarı vardır, onda cila ve safiyet na­sıl olur ? Bütün eşyanın zuhuru zıddiladır. Amma Ya- radandan başka bir mevcud yoktur ki tezad ve benze­yiş vasıtasile kendi zuhuruna sebeb olsun i

Binaenaleyh Yaradandan başka mevcud olmadı­ğına göre, bizim acz ve yokluğumuz onun kudret ve birlik saltanatına arş ve taht olmuştur. Gece olmasa gündüz, nur olmasa zulmet bilinmediği gibi, her zıd da birbirine karşılıklı birer ayna olmuştur.

Yusuf bu mühim bahsi devam eltirmedi.

—- Billi acıkmış, yaman yemek yiyeceğiz ? dedi,

Ebucafer çorbayı ortaya koyarken :

Sitii hazır buraya gelmişken, şurada bir su başı daha vardır, Aynüsselâm derler, yemekten sonra ora­ya da giticıiısi; yolları pek güzeldir, diyordu. Yusuf:

Ne dersiniz? diye meclise sordu.

Hem yol, hem de bir az evvelki gezmeden herkes yorulmuştu kimse gitmek tarafdan olmadı. Yusuf kah­veciyi,

Bu günlük bu kadar yeter Ebucafer.. başka za­man gideriz ! diye hoşladı.

Gezmekten hoşlanmıyan Sude Yusufun bu sözüne hemen iştirak ederek :

2ehra geldiği zaman gidelim, olmaz mı Yusuf ? dedi.

Çok münasib Sude...

Zehra, Sudeniıı yiğenidir, Omerin kardeşinin kızı. Ebüşşettar aşiretinden uzakta oturur. Kocası senede bir kerre onu akrabalarına gönderir. Son iki senedir ailevî bazı müşküllerden dolayı gelemiyen Zehra, bir kaç güne kadar gelmek istediğini bir yolcu ile bildirmiş olduğu için Sude her vesile ile sevincini belli ediyordu. Bu güzel ve temiz kadından, Meryeme o kadar sevgi ile bahsetmişti ki, Meryem onu görmeden, Sude sev­diği için seviyordu.

Sude Zehra için : çocuk kadar temiz ve masum, semavî bir mahlûk gibi günahsızdır, derdi.

Yemekten sonra Ümmül Bedrin teşvikile herkes uykuya çekildi. Hasırın üç köşesinde Yusuf, Hamza ve Meryem kaldılar. Genç kız, arkasını bir ağaca daya­mıştı. Gözlerini kâh kapayıp kâh açarak hem mulıitile alâkasız görünüyor hem de, kendisile meşgul olma­malarını ihtar eden bir kayıdsızlık gösteriyordu. Zira sabahtan beri zorluklarla devam ettirdiği sükûneti, dağılmak tehlikesini gösteriyordu. Halbuki Yusulla şundan bundan konuşan Haınzanın, bir taraftan dit kend isini hissen takib edişile büsbütün sıkıldığı için onların konuşmalarına iştirak etmiyordu. Halbuki için için yanıyor, yanıyordu. Pek te için için değil.. Zira gözlerinden düşmesine mani olamadığı damlalara, al­tında gölgelendiği ağacın binlerce yaprağı şahid oldu­ğu gibi, bunları Hamza da görüyordu.

Meryem bir an, Yusufun kendisine üzüntü ile bak­tığını farkederek biraz düzeliyor ve bu gizli ihtarın­dan dolayı oııa hak veriyordu. Öyle ya, İçtimaî ba­kımdan ona karşı ne izafeti vardı ? Hiç değil mi ?

Halbuki Meryemin Yusufa karşı gönlü, nisbet ve izafet nedir biimiyorki... Maddî bir keyfiyet değil ki, önüne gene maddî bir haille geçilebilsin? Meryemin, aşkın mukavemet olunmaz ahkâmına mahkûm olmaktan baş­ka ne günahı var ? Cihanda en doğru en salim hareket Yusufa olan ibtilâdır. Cüzün aslına tehalükünden, tabiî ne olabilir ? İrmak denize gidiyor, aslına kavuşuyor» diye kızılır ve bu tehalük kıskanılır mı ?

Fakat âlem onun Yusufla olan ezelî bağını bilmi­yor. Bu aşkın, çocuk dudağındaki tebessümden daha temiz olduğunu kim isterse bilmesin, Meryem biliyor ya î. Fakat Yusuf böyle düşünmüyor. O, halkın seviye­sine inerek öyle mütalea ediyor âlemi kötü zanna sok- maınaU için Meryemi, mazbut olmıyan haraketlerinden dolayı daima ikaz ediyor.

Avdetle Iiamza ile Yusufun atları gene başbaşa gidiyor ve gene hekim, kuvveden file geçiremediği bil­gilerin derunî mücadelesile meşgul olduğu için konu-

Bu durgunluk Yusufun dikkatine çarptığı için :

Ne düşünüyorsun Hamza ? diye sordu.

Muvaffak olmak için yalnız istemek kâfi gel­mediğini düşünüyorum.

Evet talebde sıdık ve hulus şarttır Hamza...

Sana bir hikâyecik söyliyeyim : Bedevinin biri, yü­züne mendil örterek yatar ve yatar yatmaz da uyurmuş. Bu hali gören binbir vesveseli bir kimse de, onun öy­le yapmıya özenerek, onun gibi yere uzanmış, mendi­lini de yüzüne örtmüş.

Fakat yatar yatmaz, hayalen kendisini, çalıştığı iş- de farzederek, mevkiini çekemiyen bir arkadaşını iş başıya şikâyet ediyor, sonra o adamı işinden çıkarı­yorlar, çoluğu çocuğu perişan oluyor vesaire, vesaire...

İşte bu düşüncelerle saatler geçmiş ve yatışından bir şey hasıl olmamış, yani uyuyamamış.

Bunun gfibi, talebde de karışıklık olursa elbette muvaffak olunamaz.

O         adam da bedevî gibi yüzünü örtmüş ; mendil o mendil amma, kafa o kafa değil.

Hulus ile istenen şeyde muvaffak olunur Hamza. Elverir ki bu istek Allahın arzusuna muvafık olsun. Fakat isteyeceksen Yaradanı iste, zira ondan başka ne varsa belâdır, sırf can çekiştirici bir ibtiladır.

Meryem kapıdan içeri girerken Yusufun sesile, ol­duğu yerde kaldı. Sanki bir adım atsa, kâh kısılan, kâh şelâle gibi önüne geleni sürüp götürerek akan bu ses, susacakmış gibi kapının eşiğinde nefessiz durdu.

Yusuf, Meryem'in iik defa işittiği bir şarki okuyordu,

Güneş desem değilsin.

Denizden de enginsin !

Benzetecek, eşin ı/ok.

Çünkü aşksın, aşk serisin !

Bu ses, gene kızın kalbine dahp çıkıyor., bu ses bir dalga gibi yavaş yavaş çekiliyor, uzaklaşır gibi o- lurken daha kuvvetli .savletlerle kalbine çarpıyor, bu kalbi ateşliyordu. Bu ses, yalnız Meryeınde değil, iıer yaradılnuşm, her cittmin canında gizli bir rnşe jjıbi tit­riyor, hatta mezarlarında ölüler bile bu sesi işitiyorlardı. Sonra ihtizazile her varlığı deraguş eden, bu t»öz.ie gö- rülmiyen temas, bir tayf gibi uzaklaşıp kayboluyordu.

Hnyır, hayır.. kaybolmuyor. Meryemin kalbinde ka­rar eden bu mana, bu hakim varlık, hiç fena bulur, kaybolur mu ? Perde perde sönen, ancak onun suretidir. Manası, aşkın sinesinden coşup geliyor, oradan kayna- yor, gene oraya avdet ediyor. Bu ses bir ölüyü dirilt- miye, tekrar canından geçirerek yüz ölüm istetmiye kâfi idi. Bu ses taş taş üstünde bırakmıyacak bir kı­yametti.

Meryem şimdi buradan kaçmak, bu,sesin sustuğu­nu duymamak için başını alıp geri gitmek istiyor. Sür­atle geri dönerken eteğile su testisini deviriyor. Mah* bubun odası kapıya yakın olduğu için gürültüyü duya­rak hemen dışarı çıkıyor ve gene kızın sokak kapısın­dan çıkmak üzre olduğunu görünce :

Niçin gidiyorsun Meryem ? Ummül Bedrle Sude bağçeye çıkmışlardı, şimdi gelirler. Yusuf ta evde..

S i d i, S i d i, Meryem gelmiş, kimseyi bulamamış, dö­nüyor... Diye içe.riye seslenince, Yusuf Mahbubun se- sile odasının kapısında beliyiyor ve Meryemi içeri alı­yor :

Niçin bu kadar geç geldin Meryem ?

Bilmem ki, öyle oldıı...

Sonra, hatırlamış gibi ilâve ediyor:

Hamza bu akşam sarayda kalacak da...

Billi şimdi burada idi, görmedin mi ? Bir az ev­vel senden bahsediyor, Meryem bu günlerde çok zaif, diyordu. Sana nar şurubu kaynattı., haydi gidelim bah­çededir, seni görünce memnun olur.

Belli ki Yusuf, bazı zaif gören kimselerin noktai nazarına lıörnıet ederek Meryemle yalnız kalmak iste­miyordu.

Yusuf ayağa kalktı, fakat kız oturuyordu. Yusuf bir az bekledi, kız gene kalkmadı ; nihayet elini uzattı, Meryem bu eli iki elile sımsıkı tuttu. Daha bin tan~ kolu olsa, onlarla da tutacak, hiç, hiç bırakmamak için bütün gücüyle yapışacaktı. Bu eîden bütün zerre­lerine geçen müstevli raşe, gittikçe tazelenen kuvve- tile, kalbinin darbalarına, vücudunun umnıtıî ahengine el uzatıyor, müvzenesini alt üst ediyordu.

Bu el onun istinadgâhı dünya ile tek rabıtası, yo­lunun meş'alesi, her teması gönlünü haraza veren, aş­ka satarı sahibi idi !

Meclûbu olduğu bu el, onu tutup kaldırırken, kız hiç «csisini çıkarmadı. Nc bir ilirttz, nc bir «crzeııiş, ne bir sada... Sanki Yusuftan vaki olan yalnız kalmamak arzusu, mütekabilen kendinden de vaki olmuş gibi, sa­kin, sessiz, kalktı. Fakat kapıdan çıkarken:

Yusuf sana bir şey söyliyeceğim ! diyerek durdu.

Söyle Meryem !

Otur da söyliyeyim.

Nereye oturayım ?

Nereye istersen..

Yusuf bir keçi postunun üstüne oturdu ; fakat Mer­yem mutadı üzere hiç bir şey söylemedi.

Yusuf Meryemin arzusunu yerine getirdikten son­ra tekrar kalktı, beraber bahçeye çıktılar.

Güneş batmıştı. Ummül Bedri bağçenin şurasında burasında aradılar, bulamadılar.

Mahbuba sormalıydık, nereye gittiğini o bilirdi.» Yusufun bu sözü Meryemin tahammülünü taşırmıştı.

Bu kayıdlar niçin, nedir bu telâşın ? Yoksa ben- den çekiniyormusun Yusuf ?

Bu sual, havaya (ırlatılan bir taş gibi geri dönerek kızın kalbine düştü. O, bu taşı farkında olmıyarak fırlatmıştı. Ancak onun geri dönmesile kendine geldi ve böyle bir sualin dudaklarından çıktığına, belki Yu- suftan ziyade kendi şaştı.

Fakat artık geri almak mümkün değildi ki... Yu­suf durdu. Meryem, helecanla bekliyordu. Fakat kızın beklediği, Yusufun cevab vermesi değil, vermemesi idi. Yusuf onun rengi uçmuş yüzüne, hiç koklanma­mış bir konca x i l>'ı huğıılıı rat ıh dudaklarına haklı. O Mtıal, bıı ^üzcl dudaklardan ıııı çıkmıştı ? Bu sımsıkı kapalı dudaklar şimdi, ağlamıya hazırlanmış bir çocuk tfibi masum, suçsuz ve uslu idi. Genç kızın çehresinde derin bir zevkin izleri, grift, seçilmez manalar gibi bir­birine dolanmıştı. •

Acaba Meryem nasıl bir hisle böyle bir sual vazet- miye lüzum görmüştü? Yoksa hakikaten Yusuf şu dakikada Meryemden, bu ateşîn ve pervasız kızın^ kendisile başbaşa kalabilmek için bütün İçtimaî ka- yıdlara meydan okuyacak cüretinden mi korkuyordu ?■ Eğer Meryem böyle bir harekette bulunursa Hamza ne olur, bu darbe, onu öldürmekten başka ne ola­bilirdi ?

Meryem harekâtını muvazene edemiyor; lâkin Yusuf bu hareketleri ölçüyor, onları şekle ve inzibatar bağlıyor. Meryem ne kendisini ne de başkalarını dü­şünmüyor, lâkin Yusuf hem onu, hem de etrafını dü­şünüyor. Nasılki bir sairi filmenam, uykudaki fiillerin­de tehlike ve muhataralardan habersizse, Yusuftan baş­ka her şeye uyumuş olan Meryem de, iradesiz seyr ve hareketlerinde, yalnız Yusufun kefaleti zımanında idi-

Meryem için her şey itibarî ve İzafî idi. Bu mev- 'hum varlıklar ortadan kalkınca kendini Yusufla yüz yüze ve elele buluyordu.

Yorgunsun galiba Meryem istersen şu ağacın altında biraz oturalım! Belki Billi buradan geçer.

Meryem bu sefer uysal :

Yusuf, benim ihtiyatsızlığım mı seni böyle titiz bir ihtiyatkâr olmıya sevkediyor ? Ben bir günahmıyım ki benden kaçıyorsun? Söyle cevab ver!

Hayır sen söyle., daha söyle Meryem... Seni dinleyorum ve söylemeni bekliyorum.

Fakat Meryem söylemedi; biraz evvel pervasız ko­nuşan kız, şimdi o değildi ki...

Artık hava iyice kararmıştı. Bütün günün bakiyesi ufukta mor, müstevi bir çizgi halinde kalmış boşluk­lara sincabı gölgeler dolmuştu.

Karanlıkta yan yana oturuyorlardı. Meryem Yusu- fa bir şeyler söylemek, cevab vermek için bir haraket yapıyor, fakat kelimeler dudaklarında eriyip dağılıyor, hiç bir şey söyliyemiyordu.

Aşkın mukavemet edilmez pençesi bu iki başı ya­rım bir münlıani ile birbirine yaklaştırıyor, mücessem birer aşk ifadesi olan bu iki hayal bir noktada bir an birleşip gene yarım bir münhani çizerek mihverlerine •dönüyorlar.

Bu hareket niçin ?

İşte cevabı olmayan bir sual! Yahud da anlaşılması müşkül bir cevab: İnsana Yaradan’ın sevgisi, aslın kendine olan sevgisi gibidir. İnsanın da Yaradana olan aşkı ve iştiyakı, “şey”in aslına olan iştiyak ve aşkı gibidir.

Karanlıkta ağaçların arasından ayak sesleri duyu* yorlar. Yusuf sesleniyor:

Billi, Billi sen misin ? Biz buradayız, gel!

Ümmül Bedr elinde küçük bir sepet, Sude ile

beraber geliyor...

Ne zaman geldin Meryem ?

Bir az evvel !

Sana burma topladım. Haberin var mı, bu gün­lerde çok zaifladın.

I arkında değilim Ümmül Bedr...

Sen değilsin amma, ben farkındayın.

Hem yürüyorlar, hem de konuşuyorlardı. Yusuf onları bırakmış, epice önden gidiyordu.

Ümmül Bedr Sudeden uzaklaşarak Meryemin ya­nma geldi.

Meryem, sana minnettarım.

Meryemin bakışları büyüyerek kendisine çevrildi :

Niçin Ümmül Bedr ?

Sen bana Yusuftan sonra en kıymetli vücudsun!

Beni çok sevdiğini bilirim zaten...

Niçin sevdiğimi de bilir misin ? Sen Yusufu her keşten iyi anlıyan insansın da onun için !

Meryem, beklemediği bu belagat karşısında ne yapsın, ne cevab versin? Acaba şimdiye kadar Yusufla yarı gizli, yarı aşikâr geçen hayatlarından tamamen habersizmiş gibi hareket ederek, bu nşkı hissetme­miş görünen Ümmül Bedrin her şeyden haberi mi vardı ? Yolııtu bu, Mcrycıııi şnçırlmak için hazırlanmış bir imlihan miydi ? Fakat temiz yürekli Ümmül Bedr bunu yapmazdı. Lsascıı şimdi kendinin bu meselede bir mevkii yokmuş gibi heyecansız bir safvetle başka şeyden konuşuyordu. Meryemin Yusufu görmekten, başka şey görmiye, muhitinin duyguları ve hiikümle- riîe üğraşmıya mecali yoktu ki olup bitertîerden ha­beri olsun...

Meryem TJmmül Bedrin elini tutuyor ve dudakla­rına götürüyor, Yusufun zevcesi, genç kızın hem inkâra, hem itirafa benziyen cevabını; bu busede toplanmış ola ak hissediyor.

Fakat Ummül Bedr, samimî olan bu duygusuna rağmen, gene yüreğinde gizli bir noktanın sızısına mani olamayor, Ne olsa, onun da bir kadınlık cebhesi var. Meryem o kadar güzel ki 1..

Maamafih hemen kendini toplayor ve:

Meryem, hu Aİcş;<m seni bırakmam. Knç 7nınnıı- dır çardak altında oturmadık... yemekten sonra da Settnrlnrdn eftlencc vnr, giderir.,.

İzin yer de bu akşam kalmıyayım Ümmiil Bedr.

Gecr. gitmeği düşünüyorsan, seni Ömer de, M-ihhub i'V''

Bu gece babama gidecektim de...

Sen bilirsin Meryem.

Meryem Ummül Bedrin ısrarına rağmen o akşam kalmadı.

*

*

Kahveci Ebucafer Yusufun vadini unutmamış, on­ları Aynüsselâma götürmek için bizzat gelmişti. O gece Ebucafer Yusufun evinde misafir oldu. Ertesi gün için de hazırlıklar yapıldı.

Sabahleyin Meryemle Hamza atlarına binerlerken» Hükümdardan gelen bir haber üzerine Hamza saraya gitmiye mecbur oldu.

Sen git Meryem hava al, kurtulabilirsem ben de gelirim ! diye üzülerek ayrıldı.

Zebra geleli üç gün olmuştu. Meryem ona karşı bu üç gün içinde senelerin basıl edemiyeceği bir mu­habbet hissetmişti. Bu genç ve sade kadının mevcudi­yeti, adeta bissedilmiyecek kadar şeffaf ve nııranî idi. Fazla sâkin ve uslu mizacına rağmen, kendi ateşîn ve helecanlı mevediyeti ile ahenkli bir tezad teşkil edi­yordu.

Meryemin bir nefes çırpınmaktan kurtulmayan gön­lüne, bu kadın tatlı bir dinlenme ve rahatlık vermişti.

Ebucafer bu defa onları başka bir yoldan götür­mek istiyordu. Bu fikre Omer de iştirak etti. Ebuca- fe rin teklif ettiği yolun manzara i ti b ar ile daha güzel olduğunu o da biliyordu.

Meryemle Zehranın atları önde başbaşa gidiyordu. Yusuf onlar;n arkasından bakıyor, Meryemdeki ucu bucağı olmıyan sonsuz aşk, kızın durup dinlenmeden akan gönlü seli, kendinin mücella bir nüshası oldu­ğunu düşünüyordu. Meryem, .ışkının bu kudretli hızila, bir solukta tekamül devresini geçirmiş, rabbani bir vecd içimle Yusufun kalbi düğümünü çö/.müş ve kem dini bu ezelî stirrişteye bağlamıştı. Yusufun aşkı bu­ruşundan kopmuş, olan Meryem aşktan başka bir şey değildi. .

Meryem, başlı başına bir âlem, sonsuz bir vüsat, aşkın mücessem ve müşkül bir ifadesiydi. Onu müta­laa etmek içiıı Yusuf olmak gerekti. Yusufun yere, gö- ke sığmıyan aşkı, bu kızın gönlüne sığınış ve onu teshir eden şu lâtif vücud, aşktan ibaret olan manası olmuştu. Yusuf ntını sürerek Meryemle Zehranın ara­sına ğirdi.


Yımuf, UıırAm dolaştığımı/, jffîrmiye alıştığımı/ yerlerin hiç birine benzemiyor. Hele şu yol, hiç insan ayağı basmamış bir diyare çıUan acaih bir dehliz, gibi..

Sen seyahat etmedin ki Meryem... seyahatlerde buna benzer ne acaibükler, ne güzellikler görülür.

Ben mi seyahat etmedim ?

Öyle değil mi ya I

Amman, Yusuf ne diyorsun ?

Yusuf gülerek: -- Söyle bakayım nerelere gittin ?

Senin gittiğin her yere...

Meryem o kadar ciddî söylüyördu ki, Yusuf bir an inanmak istedi. Kız hararetle devam etti :

—- Sen nerelerde gezdinse, ben oraları tanıyorum. Yesreblilerin seni harikulade tezahüratla karşılama sa- dalası hâla kulağımda... istersen oranın büyüklerini de sayayım ? Aze.riıı oğlu İbrahim'in yaptırdığı mabedi de gördüm.

Sonra Akdeniz kıy darındaki muhaî. ..ılı seyahat­lerin, her hatırlayışımda kalbimin darbelerini şaşırta­cak kadar benim malimdir. Acaba oralarda doğup ilı- tiyarlıyanlar, beniııı kadar memleketlerini bilirler mi ?

İşte, valisi harabeleri, muazzam, heybetli dalga­ların çarptığı ıssız kayalıkları, karma karışık korkunç sahilterde tek başına dolaştığını ürpererek görüyorum.

Sonra, yakıcı, ateşin çöller.., sesine dayanamıyan devenin şugutuftan içeri başını sokup bu sesi dinleyişini Lt ?Vı ' eo «muttun, fakat ben unutmadım. Ne güzel gözleri vardı, değil mi ?

Bu çöllerde susuz geçen günlerini düşünürken, bü­tün vücudumun kuruduğunu duyarım.

Meryem, bir dua kitabı okur gibi ibadetle, Yusu-

f»»n spvalıatlarine aid parçaları, o Is^rlnr h^nimsfrr/'ş bir lisanla söylüyordu ki, aykırı bu parlak tezahürünü Yusuf hörmetle dinledi.

Genç kız, Zebranın mevcudiyetine rağmen bütün bunları söylemişti. Bu kadın sanki, yanlışlıkla insan, kalıbı giymiş bir melekti ve bütün mevcudiyeti sanki bir isimden ibaretti.

Kbucaferiıı söylediği gibi, yollar hakikaten çok güzeldi. Hiç bir ta<afla insan sanatının ariyet tezey- yünii yok... hakikî yaradılışından uzaklaştırılmamış güzel bir tabiat köşesi... üryan bir güzel gibi tabiî, fakat keskin, avlayıcı bir güzellik...

Yo!, bir noktada o kadar daraldı ki, atlan icker teker sürıniye mecbur oldulor. Etraf ağaçlarla 9sms;kı örtülü idi ; yeşilliklerin tadıl ettiği güıxe$, buralara hiç te teklifsizce sokuiaınıyor, ancak yeşilimsi huzmeler halinde sızabiliyordu. Hattâ burada rüzgâr bile yoktu. Yalnız, ağaçların tepelerindeki çırpınmalardan, havanın esişi hissolunuyordu. Yolun boyunca yükselmiş sık ağaçlar, sonsuz bir çatının altına yerleştirilmiş sütun­la? g«bi bu s mat eserini .ımhi-y or <Ju,

Bu sır dıyaıına, bu yarı vahşî toprağa Zebranın gelmesi ne iyi olmuştu. Meryem, bu ürkek., bakir top- rakla, beşerî levsleri tanıınıyan şu güzel kadın arasın­da sıkı bir müşabehet buluyordu. Zehra yüzünü aydın­latan tebessümlerle gülümsiyerek :

Ne güzel bir yermiş burası, ne iyi ettik de gel­dik I diyordu.

Ormanın içine girdikleri zaman atlardan indiler, incecik bir derenin iislüne gelişi güzel uzatılmış odun­dan köprüyü zorlukla geçtiler. Aynı ince sı» hattı, kü-

•çük meydanı Ueude&ı şekülej İl doiâşıyordu. i'ıaar, bu dolaşan suyun ortasında idi. Esasen bu dîrecik te pı­nardan akan sudan hasıl oluyordu.

Nihayet incecik şırıliısıla onları çağıran su başına geldiler. Sanki bıı ses, suyun suya akışı sesi, İlahî bir hitabe gibi insanı ister istemez tabiî safvetine yaklaş­tıran kudretli hir ahenkli. Yahml bu hck, göklerin de­vranından çalınmış bir beste idi.

Meryem bu «esi } nknlumak, bu sulan öpmek isli­yordu,. Fakat hiç miimkün mü ? Onun aşkı da tıpkı böyle yoklukla varlığın izdivacından doğmuş, ele avuca sığmaz bir lâtife değil miydi? Bu sesde de o aşkta da, iki muasır mukaddesin birbirine benzeyen rabbani ev­safı vardı. Ömer;

•— Coc*îb>sr daha yorulrn^.dmşr. tnı ? Bir a? olura- hm... Hem arlık su içmeyin, yeter !

Peki Ömer oturalım. Fakat bu sıcakta su içme­mek olmaz...

-- Siz bilirsiniz ; mideniz bozulursa karışmam.

S î.d n y ? n mırh- —iî?;r t M-s t»-* y*’*!' -*>?!>..• ;• onu vücudumuz emiyor...

Aman Ummül Bedr sen zaten suya dayana- mazsıu...

Bak, Yusuf ağacm altına oturmuş bile... barı ona da bir beradiye götürelim...

Yusuf vakitsiz su içmez, bilmiyor musun ?

Burada içilir... hem bana bak Ömer, yemekten sonra bize uymak için gölgeli bir yer araştır; gece yarısına kadar sepetleri ben hazırladım.

Peki Ummül Bedr. O işi ben de yapmak isti­yorum.

Ben de, ben de...

Niçin o kadar yavaş söylüyorsun Zehra? Uyu- nak ayıb mı ?

Uzun yollara deve ile gitmiye alışıktın ; at üs- :unde gelmek beni yordu.

Burası Aynüikamerden daha güzelmiş, değil ni Yusuf ?

Ummül Bedr sesini duyurmak için hem bağırıyor, hem de Yusufa doğru gidiyordu.

Evet Billi çok güzel bir yer ; fakat orası da güzeldir.

emek yesek te bir uyasam... sende uyuî Se- ün için zaten ne yemek ne uyku,..

Burada ua mı bana saı ^acaksın tSıil» ı‘

i aiaii ilii      İUy iiî . s c.Uigut y-. c İ-. s c     it.

d> ymaz ; uyuduğun uykudan kuşlar kanmaz. İstersen

O        icrİ söyleteyim de bak...

■ Ne oluyor bu gün sana Billi ? Barı çabuk ola­lım da uyu...

Oyle amma, sen de bu gün bir az dinlenmeli­sin.. Bak Meryeme teklif ediyor muyum ? Bilirim, o gündüzleri uyuyamaz...

t'usuf zevcesine karşı pek uysaldır:

' - Peki Billi, ben de yatarım, üzülme !

F eryem buraya geldiklerinden beri suyun içinde bir a a gibi duran yosunlu küçük bir taşm üzerine zorla İki ayağını sığdırmış, kâh eteklerini topiıyarak çÖme. iyor, kâh ayağa kalkarak bu sesi dinliyordu, ö- nun i ‘.in ancak bu muhaverenin sonuna yeti.ştL

Ij nmül Bedrin Yusufa gösterdiği şefkatli alâka,

genç kıza rikkat vermişti. Seven kadın, ne kadar basit ve saf ta olsa, icabında hisli ve fedakâr da olabiliyordu.

Yemekten sonra kadınlar bir tarafa, erkekler bir tarafa çekildiler. Sude de bunlarla beraber gitmek is­tiyordu. Geceleri bile uyku ile hemen bir alâkası ol- mıyan bu kadın niçin onlara iltihak etmek istiyordu ? Y usuf onun da gitmiye hazırlandığını görünce :

Sen de mı Sude ? dedi.

Genç kadın, yavrusuna kanad açan bir kuş gibi* Yusufun müdahalesinden korkarak kararını müdafaa eden ciddî bir sesle :

F.vet !

Dedi ve yürüdü.

Yusufun Smlrvi          t?flndrrmck »«temedifrinı, hal­

buki bu duygulu kadının gitmek isteyişinin sebebini Meryem pek nlâ bilmekle beraber hiç sortini çıkarmadı.

Meryem şimdi bu münzevî tabiat köşesinin tesiri aUında kalmıştı. Arkada kalan cemiyet takıntıları, Hamza babası, saray, hasılı kendisile ilişiği olan her şey, yıpramış bir tarih yaprağına gömülmüş gibi idi. Yusufun sesi :

Bak Meryem, şu böceğe bak...

‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah göründükleri halde, güneş hattına doğru uç­tukları zaman kumru göğsü gibi yanar döner renklerle parlıyorlardı.

Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?

Evet Meryem...

— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?

— Aşk gibi, evet onun gibi...

— İnsan aşkla diri, aşksız Ölü... aşkla dirilmiş olan da, bütün varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır.

Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk du­daklarıdırlar. İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün aşk vardı._

Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün ha­sılı senin aşkından başka bir şey değildir. Alıp verdi­ğim her nefes senin yardımınladır. Benim her iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.

Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?

Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.

Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Merye­m'in sözünü kesti.

Meryem, Billiye söz vermiştim, bir az yatayım dedi.

Uyuyacak mısın ?

Hayır, sade yatacağım...

Uyumadıktan sonra...

İstirahat edeceğimi vadetnıiştim. Gerçi şu anda sözümü yerine getirip getirmediğimi o görmüyor; fa- kal benim görmem kâfi değil mi ? Harekâtıma başka­larının nigchban olmasına nr Jfiy.ûm vnr ? Onların en yaknı müfettişi kendi vicdanimdir Meryem.

Yusuf, geçen seneden kalma kuru yaprakların üs­tüne uzandı. Bir zaman, gözlerini yumarak yattıktan sonra :

Haydi konuşalım Meryem ; bana o ber zaman sorduğun suallerden sor ; sana istediğin kadar cevab vereyim,, diye doğruldu.

Meryemin şu anda ne suale ne de eevaba ihtiyacı yoktu ki... O şimdi, sualle cevabın birleştiği âlemde yaşıyordu. Zira Meryemin her müşkülü, Yusufun bir bakışından hallolur. Meryem hiç sesini çıkarmıyor, Yusufla valnız kalmanın, onun bakışlarında haşrol- manın zevkini, bu leziz aşk sarhoşluğunu, bir söz, bir bir nefesle bile örselemekten çekiniyor, korkuyordu.

Yusuf, “gideyim Billiyi bulayım,,, diye ayağa kal­karken de gene Meryem sesini çıkarmadı ve gene kız yalnız kalınca, kuru yapraklardan başının altına ko­yarak yere uzandı.

Yusuf OmmOl B rdrltı ynnınn gittiği znııınn, onlun henüz uyanmış buldu. Ağaçların arasından Ebucnferin ıo*l ; — Si di orada mı ? Sidi, aidi, baydı Üterseniz sizi gezdireyim ? diye bağrıyordu.

Bu teklif Omorden başka herkesi sevindirdi. Onun bir gün evvelden yorgunluğu vardı.

Merycmi herkesten evvel zehra hatırlayarak :

Gidelim Meryemi alalım ! dedi. Zebranın bu teklifine Omer cevab verdi :

Meryem belki de şimdi size uymaz., o kadar yere naille gitmiş olursunuz., onu kendi haline bıra­kın; ben yalnız kalmaması için onunla otururum.' Zaten bugün sizinle dağ taş gezecek dermanım da yok., dedi.

Yusuf ta dahil olmak üzere herkes Ömerin fikrine iştirak ederek Meryemi bıraktılar.

Bak Meryem, şu böceğe bak...

‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah göründükleri halde, güneş hattına doğru uç­tukları zaman kumru göğsü gibi yanar döner renklerle parlıyorlardı.

Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?

Evet Meryem...

— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?

— Aşk gibi, evet onun gibi...

— İnsan aşkla diri, aşksız Ölü... aşkla dirilmiş olan da, bütün varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır.

Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk du­daklarıdırlar. İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün aşk vardı._

Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün ha­sılı senin aşkından başka bir şey değildir. Alıp verdi­ğim her nefes senin yardımınladır. Benim her iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.

Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?

Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.

Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Merye­m'in sözünü kesti.

Gezmiye gidenler avdet ederlerken, hâlâ yerde yatan Meryemi evvelâ Ümmiil Bedr gördü ;

Yavaş olun çocuklar Meryem de uyumuş., beni yalancı çıkardı., diyordu.

Meryem onların gürültüsünden kalktı :

Başım ağrıyor da onun için yattım, diyerek su başına gitti. Avdette Ömer onu yalnız bırakmak iste­miyor, atını mahmuzlayarak sık sık yanına geliyordu. Ömer nedense genç kızla bu gün bir şeylar konuş­mak, onu meşgul etmek lüzumunu hissediyor, fakat sözüne ne taraftan başlayacağını da kestiremiyordu. Nihayet:

Bak Meryem, bu gün de geçti, eğlendik, gezdik, oldu, bitti., diyebildi.

Evet Ömer öyle...

Her maddî gaye de bunun gibi geçip gider. Za­ten her şey, her kes, gayeye erişip devrini tamam et­tikten sonra, kemimi teşkil eden unsurlara ayrılıp on-

ara karışacaktır^

Her mevcud için bir münteha, zuhur ettiği mebdee •efor mukarrerdir.

Yol birden bire daraldğı için Ömer geride kaldı. Yııvaş yavaş gün kararıyor, gök yüzü benek benek yıldızlanıyordu.

Meryemin gönlünün sırdaşı geceler, hummalı bir intizarın şiddetile çarpan bir yürek gibi helecanlı ve perişan geceler... Meryem onları ne kadar, ne kadar sever..

Meryem Ömerin sözlerini yeni duymuş gibi cevab veriyor :

O kadar birden kesip atma Ömer., bu solan, tahavyül e5en âlem içinde bir başka âlem daha vardır kî onun saltanatı, inhilâl ve inkisamdan masundur. Çünkü o vicdanîdir, ebedîdir.

Bir gün olup Ömerin vücudu binası yıkılır; fakat onun vîc^anî^jzeyki-bakL.ve payidar kalır.

Meryem, söylediklerine pişman olmuş gibi atını sürerek ileri, çok ileri, herkesten uzağa gitti.

**

Hamza, senin çok tanıdığın vardır. İçlerinde em itimad ettiğin kimdir ?

.— Yusuftur Hükümdarım... Ebüşşettar aşiretinin reisi Yusuf... Benim için cihanda en itimada değen vücud odur.

Hamza Yusuf için daha neler söylediğini kendi de bilmiyordu. Hükümdar başhekiminin bu kat'î hükmü karşısında :

Onu ben de işittim ; mademki bu dereco iti­madın var, o halde bu gece saraya getir. Fakat bu ziyaretten kimsenin haberi olmamalıdır,* dedi.

Hamza bu davetten biraz mütehayyir olmuştu.

Niçin çağrıldığının sebebini sorarsa ne diyeyim Hükümdarım ?

Sadece benim çağırdığımı Boylersin !

Hamza Hükümdarın huyunu bildiği için fazla bir şey sormadı.

Fakat niçin Hükümdara Yusufun ismini vermişti?

Onu neden gece yarısı rahatsız etmiye, bir kayda tabi kılmıya vesile olmuştu ? Velev Hükümdar ehem* miyetsiz bir İş için bile çağırmış olsa, Hamza gene üzü­lecekti. Bu üzüntüsünü gidip Yuaufa söylediği zaman o, gayet tabiî karşılamış :

Ben gerçi merasimli ve debdebeli yerlere gir­mekten ictinab ederim; fakat senin hatırın için buna seve seve katlanırım, demişti Hamza ise muttasıl

Bilsen Yusuf, Hükümdar sorunca düşünmiye vakit kalmadan ismin dudaklarımdan çıktı. Çok pişman oldum amma olan oldu ! diyordu.

Gece kimseye belli etmeden beraberce saraya git­tiler.

Bir müddetten beri Medayin civarındaki asayişsiz- llfte Zeyyndın ön ayak olup, bu havalinin emirliğini bide edebilmek için bir çok kimseleri de elde elmiş olması, hükümdarı, mukabil ve kal'ı tedbirlerle bu işi bnstırmamn helecanı içinde bulunduruyordu.

Gerçi Zeyyadın saraydaki . mevkii gıpta edilecek kadar yüksek ve rahattı; fakat onun haris mizacının, resen hüküm sürmenin dağdağalı zevkini tercih etmesi pek te şaşılacak bir şey değildi. Hakikaten Zeyyad, maksadına bir an evvel kavuşmak için çalışırken, bir taraftan da Hükümdarın bu gizli faaliyetten haberi olup olmadığını araştırıyordu. Hükümdar, müsahîbinin bu endîşesini de sezdiği için, bu mülakat gecesi, bir vesile ile onu saraydan uzaklaştırmıştı. Hükümdar Hamzamn :

Geldik Hükümdarım ! diyen sesini duyunca ço­cuk gibi sevindi ve :

Yusuf nerede? diye sordu.

Dışarda...

Çağır !

Hamza Yusufu Hükümdarın yanma getirerek oda­dan çıktı.

Selâm merasiminden ve kısa bir sükûttan sonra

M iilttimdar:

Hangi aşiretin reisisin ? diye sordu.

Bunu öğrenmeden mi beni çağırttınız Hüküm­darım ?

Hayır biliyorum amma usulen soruyorum. Hem* ne tuhaf cerab veriyorsun sen ?

Belki Hükümdarım !

Hakkında güzel şeyler duyarım., onun için sana muhabbetim vardır Yusuf..

Lutfunuza teşekkür ederim..

Maamafih halk tarafından bu kadar sevilmene rağmen, seni çekemiyenler, fenalık etmek istiyenler de varmış., kimlerdir bunlar ?

Ben kimseye fenalık etmedim ki bana fenalık, eden bulunsun..

Yusufun açık ve tasallufsuz konuşması, Hüküm­dara, bu muhavereyi uzatmanın, tahmininden daha zevkli olacağı kanaatini verdiği için sözü kesmedi :

. — Hamza senin için bana o kadar çok şeyler söy­ledi ki, onun gibi bir adamı teshir etmek için büyük bir kuvvet ve bilgiye malik olmalısın., bu kuvvet ve bilgiden bana da anlat, dedi.

Benim bilgim, kuvvetim yok; ben insanların- en aciziyim; o öyle görmüş...

:— Kaçamaklı sözlerle elimden kurtulamazsın Yu­suf, bu bilgi ve kuvveti nereden aldığını bana söyle­melisin.

Madem ki emrediyorsunuz bu hususta sizi ten­vire çalışacağım Hükümdarım. On dokuz yaşında iken bana rüyada nurlu bir çehre görünmüş ve kendisinin ceddim ve isminin de İbrahim Peygamber olduğunu söyliyerek u seni, aslını buldurmıya geldim, bil ki sen.

evvelce madendin, sonra toprak oldun, sonra da bu şimdiki kalıbı buldun. İşte seni bu kalıptan da çıkarıp aslına ulaştırmıya geldim !„ demişti. O zamandan beri hep benimle alâkadardır. Ben, aslımla alış verişten bir nefes uzak değilim ki.. Fakat kum, suyu nasıl çeker ve peyda etmezse benim manevî hüviyetim de aslımdan #elen hakikat suyunu öylece emer ve kendinde gizler, göstermez. Hamza ve Hamzalar ise bu manevî hüvi­yet içinde birer kum danesi oldukları için, tattıkları bu hakikat çeşnisinden haber söyleyicilerdir.

Bak Meryem, şu böceğe bak...

‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah göründükleri halde, güneş hattına doğru uç­tukları zaman kumru göğsü gibi yanar döner renklerle parlıyorlardı.

Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?

Evet Meryem...

— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?

— Aşk gibi, evet onun gibi...

— İnsan aşkla diri, aşksız Ölü... aşkla dirilmiş olan da, bütün varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır.

Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk du­daklarıdırlar. İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün aşk vardı._

Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün ha­sılı senin aşkından başka bir şey değildir. Alıp verdi­ğim her nefes senin yardımınladır. Benim her iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.

Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?

Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.

Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Merye­m'in sözünü kesti.

Yusuf Üçünü Menzerin kır sakallan arasından göz yaşlarının yuvarlandığını görerek sustu ve ihtiyar Hü­kümdarın kav gibi yanmıya ziyade istidadı karşısında fazla bir şey söylemedi.

Bunca senelerdenberi mihaniki hareketlerin yek- nesek faaliyeti ile katılaşmış, nasırlanmış zannedilen bu kalb, ağlamayı unutmuş bu gözler, kırk yıllık bir hasretten sonra anasına kavuşarak çocukluk saffeti tazelenen, canlanan bir kimse gibi, birdenbire uyanmış ve dirilmişti. Yusuf kalkmıya hazırlanarak :

Bana müsaade et te artık gideyim Hükümdarıml dedi.

Nereye gideceksin ? Ben daha söyleyeceklerimr söylemedim ki... Bu konuşmalarımız esas mes’eleden hariçtir. Fakat mademki gitmek istiyorsun o halde, bu can bahsini başka bir zamana bırakalım da, seni bu­raya çağırışımın sebeblerine temas edelim.

Sana iki teklifim var Yusuf., bunlardan birini ka­bul etmiye vatan namına mecbursun. Birincisi, baş musahibim Zeyyadm bir müddetten beri Medayin emir­liğini elde etmek için gizlice faaliyette olduğunu bili­yorum. Onun için ortalığı karışıklığa veren bu adamı vazifesinden uzaklaştırarak bu işi sana vermek istiyo­rum.

Maalesef bu emrini kabul edemem Hükümda­rım, beni bundan affet 1 Ben, vücudumu tamamcı» milletime bağışlamışımdır; fakat bunu bir karşılık mu- knbilinde yapmak istemem. Finsen boş ve işsiz deği­lim ki., bütün bir aşiretin yükü benim omuzlarımdadır. Yalnız, bir vazife ile mükellef olmak, kayd altına gir­mek istemem !

Peki amma Yusuf, Hükümdarın baş müsahib- liği şerefli bir iştir I

Benim telekkilerim, maddî ölçülerin dar çenberine mukayyed değildir. Şerefi, ruhî ve ahlâkî tekâmül nisbetlerile ölçmek daha muvafık değil midir ?

Zeyyad ne zamandan beri zan altında bulunuyor ?

Zan değil Yusuf, zan değil., onun suçu tahak­kuk etti. Artık bu hareketini kanila ödemek borcudur.

~ Hamzbinın amcası, Meryemin babası Zeyyad, emirlik gibi gaileli, zorlu bir işe kendi isteğile kendini mukayyed edecek kadar budala mı imiş ? Fakat Mer-

yemle Hamzamn bu meselede ne müşkil bîr vaziyete düşeceklerini düşüm ıüyor musunuz?

Ne yapayım usuf ? Esasen şimdiye kadar onu muhafaza edişim de bu iki kuvvetli sebebdcn dolayı­dır. Bu meselede de sırf o iki değerli vücud için azamî hüsnü niyet göster* im. Fakat maalesef bu vicdansız adamın hıyaneti sa >it oldu.

Yusufun> Hükümdarın bu kai’i hükmünden müte­essir olduğu sarahatla; görülüyordu. Birdenbire:

Hükümdarım, bu vazifeyi yapamam ; fak--.t ikin­ci teklifini her ne ise ,kabul edeceğim ; yalnı; ricamı yerine getirmen şartile... dedi.

Söyle bakalım !

Zeyyadın affı!

Sen mi bunu teklif ediyorsun ? Fakat o mev- cudiyetile memlekete zehir saçan bir adamdır.

Sen istersen onun da çaresin', bulurum Bi küm- darım., nufuzunu* mevkiini elinden al, takat Meryem'in babasının bir vatan haini olduğunu ilân etme ve onu Öldürtme !

Buna mukabil sana ne teklif etsem kabul ede- cekmisin ?

Biraz evvel vaadetmiştim. Hükümdarım !

O halde ben de senin istediğini yapmayı vaade- diyorum. Fakat söyle bana düşmanın olan bu adamı cezalandırmak elinde iken onu niçin kurtarmak isti­yorsun ?

Bir düşmamn bir kabahatinin affı* onu cezalan­dırmak kuvvetini sana veren Allaha karşı şükürdür.

Ama onun ^enin hakkında olan düşüncelerini bilmiyorsun., eğer Zeyyadın senin için fiile koymak istediği tasavvurlardan haberin olsa, onu kurtarmak teşebbüsünde bulunmazdın.

Onun, hakkımdaki düşüncelerini, pek iyi bili­rim. Hamza bunları bana günü gününe söyler. Şah­sıma vaki olan taarruz beni rencide etmez ki Hüküm­darım. Biçarenin gözlerinde ve kalbinde illet var, tabiidir ki baş*-;' tü ? ‘ 0 görüp düşünemem ; ne yapsın? Onun vazifesi I k ir ««uyağı ve aüllı İ>;r şey olmakla, benim ona kırılmam ve kendime düşen vazifeyi ihmal etmem mi icab eder? Bu, kendisine ayrılan ezelî va­zifedir.

Eğer onun aklı olsaydı bunu yapmazdı. Akıl kadar zenginlik, cehil kadar fukaralık edeb gibi de büyüle miras olamaz.

Zcyyadı kurtarmak neden senin vazifen oluyor.

—- Evvela bir  insandır; yaradılışta birbirimizin mütemmimiyiz. Elradi beşerden her ferd, cinsiyet cihetile beraberimiz olduğu gibi insaniyet cihetile de kardeşi- mizdır. Fazla olarak bu zavallı, Meryemin babası, Hamzamn da amcasıdır.

Yusuf sözünü bitirmemiştik-, gecenin sükûnetini yırtan bir gürültü ile bir cismin düşüşü duyuldu. Kapıda nöbet bekliyen bir cariye dayanamıyarak           yere yuvarlanmıştı.

Vakit te çok geç olmuştu. Hükümdar bir an düşünce­den sonra :

Gece çok ilerledi Yusuf., -halbuki meselenin neticelenmesi için epiyce zamana ihtiyazıınz var. Ya­rın sabah erkenden gel de bu işin son safhasını karar­laştıralım.

Bu suretle Hükümdar vakiin ilerlemiş üWna»ındart dolayı, ikinci teklifini ertesi güne bıraktı.

***

Yusuf, güneş doğmadan tekrar Hükümdarla karşı karşıya bulunuyordu. Bu ikinci ziyaretten Hamzanın- da haberi yoktu.

Daha saray halkı uykuda iken Hükümdarla Yusuf müzakerelerini bitirmiş ve meseleyi neticelendirmiş olduklarından, artık muhtelif mevzu üzerinde konuşuyorlardı.

Yusufun gitmek için her müsaade isteyişinde Hü­kümdar : — Daha erken !

Diyerek onu bırakmak istemiyor, bununla beraber derin bir düşünce ile çengellenmiş olduğunu gammaz* lıyan bir durgunluk gösteriyordu. Nihayet:

Sözlerein beni sarhoş etti Yusuf., kendimi dinliyoruın ; onları yedirmeyeye çalışıyorum, diyerek kalbimin samimi bir cephesini bir hükümdar gibi göstermekte tereddüt etmedi ve Yusufun cevabını beklemeden :

Hükümdar:

Senin medhedilen hallerin içinde hoşuma giden­lerden biri de cömertliğindir. Ben de cömerdim, onun için cömertleri severim     Yusuf’un çehre­sinde bir tebessüm oldu.

Cömertlik nedir Hükümdarım?

Cömertlik, herkesin kabul ettiği manada, şuna buna para vermek, servetinden etrafını istifade ettirmek, haşılı, maddî varlığından âleme hisse ayırmak değildir ki., bu, İn­sanî hislere malik olan ve malî kudrete sahib bulunan her insanın tabiî vazifelerinden biridir.

Parayı, malı sana veren Allah Teâlâ’dır. O halde onun verdiğini, gene onun kullarına vermek, bir hayırda bulunmak, gururu mucib olacak bir hareket midir? Buna nasıl cömertlik denebilir?

Cömertlik, nefsinin arzularından, ihtiras ve zevk­lerinden fedakârlık yapmaktır. Ötekini yapmak kolay, fakat bu güçtür.

Şimdiye kadar sen nerede idin Yusuf ?

Yok, yanlış söyledim, ben nerede idim ?

Beni seninle görüştürmeyen hep Zeyyaddır. Halbu­ki onu, ihsanlarıma gark etmişimdir. Kapımda iyilik­ten başka bir şey görmedi. Bütün bunlara mukabil on­dan sadakatten başka bir şey beklemedim. Sadakat büyük şey., hiç Zeyyad gibi bir adam hu büyüklüğü yapabilir mi ?

Evvelce konuşmuştuk Hükümdarım, her kaptan sızan kendi içinde bulunandır. Meşhur meseldir: duvar kendine kakılmakta olan çiviye demiş ki : be çivi, bana niçin bu kadar zahımlar ediyorsun ? Çivi de cevab ola­rak : be duvar beni göreceğine, beni kakanı görsene.. ben onun mahkûmuyum ; sana ne hasıl olursa benden değil, ondan gelir demiş.

Yusuf:

Hükümdarım! Sadakat insan için, zannedildiği kadar yüksek ve değerli bir marhale değildir. Gördüğü iyiliğe karşı bir köpek te sadakat gösterir. Hem yalnız sahibi için değil, sahibinin dostlarını, dostlarının dostlarını tanır. Halbuki çok insan vardır ki, doğrudan doğruya sahibine, yani Yaradan’a havlar ve onun bilvasıta uzattığı eli, iyilik gördüğü kimsenin elini ısırır ve bir hayvanın bile çıkabileceği basamağa yükselemez. Köpek, değil sahibi için, hatta onun bir emri için bile canını vermekten çekinmez. O halde insan sadık, hem can verecek kadar sadık bile olsa,, bir köpeğin yapabileceği bu hareketle iftihar etmesi gülünç olmaz mı ?

İnsan, ancak hayvanların yapamayacağı şeyle iftihar etmekte haklıdır. O da, bilgi ve aşktır. Bu varlığın evveli de aşk, sonu da aşktır. İnsan, nihayette Yaradan’a kavuşacağını zannederken gözü aşk nuru ile görmeye başlayınca, Allah Teâlâ’nın kendinde olduğunu görür ve bu görgü onda, kenarı ve nihayeti olmayan bir zevk hasıl eder. Esasen zevk denen şeyin hakikati aşktır; yani hakikî zevk, aşktır.

İhtirasları, ve nefsinin arzu ve zaafları hususunda insan, ne kadar küçülür, ne kadar süfli olursa, faziletleri, kıymetleri, kemale uzanmış manevî şahsiyeti ve aşkı ile de o nisbette yükselir ve azamet bulur.

Bu iki insan, aynı cemiyet sırlarında, aynı hayat şartları, aynı hilkat kanunları ile yaşar. Doğup büyüdükleri dünya birdir, fakat aralarında o kadar büyük bir mana farkı, o kadar sonsuz bir ayrılık vardır ki, üzerlerinden beşeriyet Örtüsünü kaldırsanız, onları, gece ile gündüz kadar birbirlerinden ayrı ve farklı bulursunuz. Biri nur öteki zulmettir.

İşte zulmetten başka bir şey olmayan insanın, bu Zeyyadların, bir böcek kusuntusundan ibaret olan ipek elbiselerinin, parmaklarında taşıdıkları ve aslı birer kömür parçası olan mücevherlerinin guruda bir yangının, bir zelzelenin mahvedebileceği Kaşaneleri içinde, dünyaya sığmayacak kadar büyük olduklarını, ihtirasları ve arzuları için her uygunsuzluğu yapabilecek kadar gözlerinin hakikati görmekten kör olmasını hayretle karşılamamalıdır.

İnsanı baştan çıkaran ve şaşırtan, maddeyi asıl zannedişi,  manaya verilecek kıymeti maddeye bahşetmesidir. Halbuki suretin ve mahsusatın med ve cezirinde çalkanan insan, işte bunu yapamıyor, bunu bilemiyor.

İnsanın her alıp verdiği nefes, vücudu binasından bir taş düşürür ve bu mamureyi yavaş yavaş kemirir; her nefes, canı, cihanın hepsinden azar azar uğurlar. Geçen, zaman değildir, kendisidir, fakat bilmez. İşte, her nefesiyle ister istemez harcadığı canına mukabil, bir başka solmayan ve kaybolmayan can almalı, gönül zevki ele getirmelidir ki, bir gün olup iflâstan ve şuursuzluktan kurtulsun.. Zira cihanda tebeddül ve tahavvüle uğramayan bir tek muzaffer varlık vardır: mana! Bu da, vicdanî zevkle bilinir. O zevki de hasıl edecek aşktır!

Her şey, bütün varlıklar ondan doğmuş ve ona ulaşmak için yaratılmıştır.

Bir insan karşısına bir taş alıp dertleşemez. Ey taş, bak şu çiçek ne güzel! Yahud, bu gün başım ağrıyor! Diyemez, dese de sözlerini mevziine sarf edemediğinden heba etmiş olur. Keza, duyguları taşlaşmış, mana ve hakikatten nasibsiz yaratılmış kimselerde de taş evsafı vardır.

Onlara da doğruluktan ve iyilikten, mana ve hakikatten söyliyemezsiniz, söyleseniz de derdinizi anlatamazsınız. Nasıl ki bir taş her hangi bir uzvunuza düştüğü za­man orada bir zahım [Yara, ceriha.] , bir ağrı hasıl ederse, onların da size temasının keza bir ıztırab ve nahoş bir tesir bırak­ması tabiîdir.

Yoksa bu gibi kimseler, güzelliğin ve iyiliğin, ma­na ve hakikatin zevkini tatmış olsalar ve iyiliğe müstaid olarak yaratılmış bulunsalar, şüphe yok ki bu mu­kavemet kırıcı güzelliğe şiddetle perestiş ederlerdi.

İlâhî muvazene, rabbani şuur, mana ve aşk ile kı­vam bulmuş bir vücuda malik olmayı kim istemez?

Onun zeval bulmayan satvet ve hükmüne sahip olmayı kim dilemez?

Ancak bunu istemek te ezelî bir vergi­dir.

Güzelliği isteyen, mutlak güzeldir; zira insan ken­di benzerine meclûb [Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. ] olur ve kendi manasını bulduğu şeyin hayran ve müsahibi olur; ülfet ve ünsiyeti de onunla eder.

Binaenaleyh her kesin kendi cinsine meyletmesi tabiîdir. Aşikâr ki bülbül bülbülle, karga da karga ile uçar.

Şimdi Hükümdarım, emrini yerine getirmek için bana müsaade et te gideyim..

—Yolun açık olsun Yusuf., avdetini [dönüşünü] sabırsızlıkla bekliyeceğiın.

Dün gece nerede idin Yusuf ?

Ebulkasıma gitmiştim..

Eve çok geç dönmüşsün.

Evet, konuştuk, lâkırdıya daldık..

Niçin üzgün gibi duruyorsun öyle ise ?

Sana öyle geliyor, her zamanki gibiyim !

Değilsin ! yoksa bana mı canın sıkıldı ?

Sana mı, ne münasebet Meryem ? Niçin bunu ikide, birde söylüyorsun benim sana canım sıkılır mı?

Bilmem ki...

Meryem, ellerini okşayan Yusufun eline baktı. Yusuf, unutmamak istediği mühim bir şey olunca, yü­züğünü küçük parmağından çıkarıp yanındaki parma­ğına geçirirdi. Gene öyle yapmıştı.

— Bak Yusuf yüzüğünün yerini değiştirmişsin. Mühim bir işin olduğu bundan da belli ?

Birine mi bir şey söyliyeceksin, yoksa bana mı söyliyeceklerin var ?

Hayır Meryem, nereden çıkarıyorsun bunları ?

Hayır deme, söyle Yusuf... hani sen bana, derd ortağım, dersin; şimdi niçin söylemiyorsun ? Ben ise sana en basit hadiseleri bile söylerim. Halbuki sen şimdi...

Söylenecek bir şey olsa elbette söylerdim...

Sözün iki taraflı kılıç gibi Yusuf! Söylenecek bir şey olsa ne demek! İzah et söylenmeyecek kadar mühim bir iş demek mi bu ?

Meryemin görüsü, Yusufa taalluk eden işlerde al- danmazdı. Gene kız onun, kendinden saklamak iste­diği bir muammanın ucunu tuttuğuna kanidi. Fakat bunu, Yusufu tazyik ederek söyletmenin imkânsızlığı­na kanaat getirerek sustu. Belli etmeden evin içinde­kilerin bilip bilmediklerini araştırdı; fakat herkes sâ* kin ve müsterihti. Hattâ Yusufun işlerinden en fazla haberli olan Omer bile tamamen kaygusuzdu. Meryem, Önüne geçemediği bir üzüntii ile evine döndü. Yüzünü bulutlayan elemli mâna, Gamzenin, dikkatini celbet- miştı ; daha kapıdan girerken :

Nen var Meryem, rengin sapsarı ? diye sordu. Hatnzanın gözleri de kızın yüzünü dikkatle taradı. Fa­kat genç adam hiç bir şey sormadı, sofrada işlihastz- lığını da ilk defa itirazsız kabul etli.

Meryem yatağa girdiği zaman o kadar kuvvetli ağlıyordu ki, Haınza kızın sesini kendi odasından duy­du ve bu sevdiği vücudu hırpalıyan hıçkırıklara taham­mül vücmîyerek, yavaşça Meryemin kapısını açtı.

O, hiç bir şey farkedecek halde değildi; genç ada­mın geldiğini de duymadı..

Hamza, ölüm halindeki hastalarının başında bile bu çaresizliği, bu yesi, bu füturu hissetmezdi. Merye­min derdi, ölümden de beterdi. Hamza gene yavaşça kapıyı örterek çekildi.

***

Gamze sabahleyin Hamzayı kendi odasında görünce mutad olmayan bir durum olduğunu anladı. Hamzanın yüzünde bir asabiyet dalgasının cezir ve meddi görüuluyordu. Onun neden bahsetmek istediğini, Gam­ze hemen hemen anlamıştı. Nitekim Hamza, kızın tahmin ettiği bahse hemen temas ederek :

Meryem nerede Gamze ? diye sordu.

Bağçede..

Bu sıcakta bağçeye çıkılır mı ?

Ben de söyledim amma dinlemedi.

Meryem hasta değil mi Gamze ?

Hayır Sidi !.

Saklama Gamze, Meryem hasta. Hem sen, onun hastalığını benden iyi biliyorsun.

Meryem'in hasta olmakta hakkı var. Amma ben de hastayım. Benim hasta olmıya hakkım yok mu Gamze?

Söyle, söyle, açık konuşmak bana istirahat ve teselli verir. Sel), Meryemin yakını olduğun için fikir­lerinden istifade etmek istiyorum ; niçin cevab vermi­yorsun ?

Meryem hasta., fakat bu hastalık uzvî cleğil ki onu tedavi edeyim... Onun gönlü hasta..

Benim de gönlüm hasta., elimde olsa kendi gönlü­mü tedavi ederdim. Fakat benimki bir kıvılcım, onunk bir volkan î

Ben bu--kıvılcıma tahammül edemiyorum d& deli divane oluyorum ; sonra onun dört tarafa kol atan a- levlerini nasıl görmemezlikten geliyorum ? Meryemi hasta eden benim 1 Ben hodbin ve hain bir adamım Gamze.. Siz hepiniz, Meryemin derdini biliyor ve ona

orgunuz.

Onun derdini ben de biliyorum, fakat acımayorum. Hepini/den ziyade onu ben sevdiğim halde kendime daha ziyade acıyorum. Eğer or«; acımış olsaydım...

Gamze heyecandan nefeü tutulmuş            a «im du ­

daklarında yanın kalan cümleyi tamamlamasını bek­ledi. Fakat genç adam :

Sen söyle Gamze, ona acısaydım ne yapardım? dedi.

Niçin susuyorsun ? Sen Meryemin dostu isen ben düşmanı değilim. Söyle diyorum, açık konulalım!

Gamze hakikaten ne söyleyeceğini, «e tarzda konuşmak lâzım geldiğini şaşırmıştı. Şimdiye kadar Mer­yemin aşkına dair bir tek imade bile bulunmamış o- lan Hamzaya ne olmuştu ? Yoksa onun mu ağzını ara- yor, onu mu söyletmek istiyordu ? Gamze hiç bir şey söylememeyi münasib görerek sükûtta ısrar etti. Fakat Hamza da bu hususta musirdi.

O halde gidip Yusu^, yorayım., dedi ve yürüdü.

O zamana kadar bir heykel gibi dilsiz duran Gam­ze anî bir telaşla :

Niçin ona soracaksın, niçin ? Sidi dur biraz.. Diye bağırdı, fakat gene hekim kapıdan çıkmıştı bile...

***

Hamza Yusuf’u daha ilk gördüğü gün, çöldeki rüyasını ona anlatmak ve cevabını öğrenmek sevdasına düşmüşken, muhtelif ruhî sebeblerle bir türlü bu zamana kadar kendinde kuvvet bulup ondan bahsedememişti.

Bu cesaretsizlik, Yusuf’un hakikati saklaması korkusundan değil, bilâkis, duyacağı hakikate karşı kendinde, tahammül kuvveti görmediğindendi.

İşte nitekim demindenberi  Yusuf’la karşı karşıya oturdukları halde, hep aynı cesaretsizliği gösteriyordu. Esasen bu sualin artık kıymeti de kalmamıştı; ortada meçhul kalmamıştı ki istifham olsun ?

Hamza ihtiyarsız bir hareketle Yusuf’un elini tutup öptü. Bu el de, bu elin sahibi de masumdu. Hamza bu aşk davasında ona nasıl bir töhmet koyabilirdi İti, bu işi gayb kararlaştırmış ve kaderin bu gizli sahifesi, ne kadar zaman evvel ona rüya halinde ilâm [bildirmek, öğretmek. ] edilmişti.

Artık Yusuf’a “Meryem’in sevgilisi kimdir ?„ Diye soracak olsa, şüphe yok ki bu el geri dönecek ve kendini göstererek : “Ben„ diyecekti.

Hamza’ya hayatın, hilkatin manasını ve sırrını öğreten, onu şuursuzluk karanlığından, bilgi ve hakikat fecrine kavuşturan Yusuf, ancak böyle merdce cevab verebilirdi. Meryem onundu. Onun aşkı için yaratılmış bir vücud, hayır, hayır, Yusuf’un ruhundan kopmuş bir nurdu. Hamza bu hakikati pek çok zamandır bildiği halde, bilmemezlikten geliyordu.

Bu derunî badirede de ona gene Yusuf yardım edebilirdi. Fakat bu gün Yusuf’un halinde, göze çarpan bir durgunluk vardı. Genç adam bu mücadelede iken o :

—       Ne iyi ettin de geldin Hamza, ben de seni şimdi çağırtacaktım.. dedi ve kısa bir düşünceden sonra sesine koyduğu büyük bir irade ile:

—       Hükümdardan aldığım emr üzerine bu akşam Medayin’e hareket edeceğim ve orada bir sene kalacağım. Bundan kimsenin haberi yok, hem de olmamalıdır...

Hamza Yusuf’a niçin gelmiş ve nasıl beklemediği bir emrivaki ile karşılaşmıştı...

Bu haber, genç hekimi yıldırımlamış, divaneye döndürmüştü. Artık Yusuf’tan hiç bir şey saklayacak halde değildi.

Kendine bile korkunç gelen bir sesle haykırdı :

—       Medayinde ne işin var ? Sen bizi nasıl bırakırsın ?

—       Bu meselenin teferrüratını Hükümdar sana bizzat anlatacak. Senin itimadını kazanmış bir kimse olduğum için beni oraya memur etmek istedi; ben de kabul ettim. Hamza, nihayet gönlünün en gizli yaprağını da açtı:

Hayır, benim bildiğim Yusuf, böyle bir işi bir mecburiyet olmadıkça yüklenmez. Demek ki Hü­kümdar seni bunun için istemiş? Niçin hemen razı oldun ? Bu meselde muhakkak gizli bir sebeb var, bel­ki de bir değil bir çok, pek çok sebebler var...

Yoksa Meryem'i bana bırakmak için mi gidi­yorsun! Gitme Yusuf.. sen gidersen o yaşamaz., git­me.. bize acı da bu işi yapma! İstersen Hükümdara ben söyleyeyim, o beni kırmaz!

Olmaz Hamza söz verdim. Bilirsin ki Yaradandan başka, kimse benim sözümü çeviremez.

O halde sebebini söyle, niçin, kimin için gidi­yorsun ? Eğer bu gidiş onu bana terketmek içinse, o, seni görmeden evvel de, sen onunla benim aramda idin. Meryem seni tanımadığı zamanlarda da gene senin için yaşıyordu. O sende, aşkını, manasını, aslını gör­dü. Evvelce de gene bu manaya, aşka ve aslına gönül vermişti. Sen nereye gitsen, nerere kaçsan o benim olamaz.

Bunu sen benden iyi bilirsin., o halde bu gidiş niçin? Benim aşkım bu büyük fedakârlığa değmez. Sen gi­dersen Meryem yanar, sevdiğim o güzel vücudu harab olur, biter.

Hamza, Yusuf’un sarsılmayan azimli, kararı ve tabiî, sâkin çehresi karşısında büsbütün itidal ve sü­kûnetini kaybetmişti. Sözünü yarım bırakarak telâşla yerinden kalktı, bir ok gibi hızala odadan fırladı. Aynı telâşla kapıda duran atına bindi. Onun uçar gibi gi­dişini görenler,

-Hekim Hamza gene bir canı, kurtarmaya gidiyor! diye arkasından takdir ve minnetle bakıyorlardı. Ham­za, hakikaten can kurtarmaya gidiyordu. Bu kurtara­cağı can, sevgilisinin canı idi. Şüphe yok ki bu, onun en büyük muvaffakiyeti olacaktı.

Meryem’in odasına girdiği zaman helecandan, yorgunluktan, telâş ve ıztırabdan konuşamıyor, büyük soluklarla dinlenmeye uğraşıyordu.

Meryem onun bu aşırı heyecanından korkmuş, mermer sütüne sırtını dayamış, bekliyordu. Nihayet gene adamın dudakları kımıldadı :

—Meryem, gel! seni ilk defa Yusuf’a götürdüğüm gibi gene götüreceğim., hem bu defa bir daha geri almamak üzere., zira sen benim için değil onun içinsin. Sus, olmaz, deme Meryem! gel diyorum sana., yürü, yürü de gidelim. Siz, ikiniz birbiriniz içinsiniz,. Allah beni, sizi birbirinize tanıştırmaya vesile ettiği için müteşekkirim. Şimdiye kadar bile bile sana ıztırab çektirdiğim için beni affet Meryem...

Bugüne kadar seni, aşkın manasına, hakikatına tercih ettim. Fakat artık sen, hakikat oldun, aşkın manası, kendisi oldum. Biliyorum, artık Meryem’in vücudu kuru bir namdan ibaret... O, hüviyetini aşkla tebdil etti. Gel Meryem, o büyük mananın zarfı olan şu vücudu da o aşka götürelim. Bırak, bu şerefte benim olsun. Hem ben seni bu suretle, kaybetmemek üzere kazanacağım Meryem. Sen, evvelden olduğundan fazla şimdi benimsin. Zira, artık maddî olarak senden bir şey beklemiyorum...

Dudaklarımdaki ismin, artık bildiğim, ihtirasla arzu ile sevdiğim Meryem’e aid değildir. Şimdiden sonra bu ismi ibadetle anacağım ve seni özlediğim zaman, Yusuf’un kalbi mahşerinde arayıp bulacağım...

Haydi Meryem., seni hemen, şimdi Yusuf’a götürmem lâzım, yürü!

—       Yalnız, peki, de; başka söz istemem !

—        Hayır Hamza !

Hayır mı ? Yusuf’tan çekiniyorsun; beni muztarib etmemeyi sana o telkin etti, değil mi ?

…………….

—       Fakat ben artık muztarib değilim! Şu anda, yıllardanberi unuttuğum bir rahatlık hissediyorum...

Haydi Meryem, çabuk ol, kaybedecek zamanımız yok...

—       Olmaz Hamza I

—       Olacak; olması lâzım ! Yusuf bu memleketi terketmek üzre.., koş, yetişelim., seni bana bırakmak için uzaklara gidiyor... Seri de, sen de onunla git!  Bunu ben isliyorum, sana ben yalvarıyorum !

Hamza Meryem’in ıztırab ve şaşkınlığından istifade ederek kolundan zorla sürüklemek istedi. Fakat o, bir adım bile atmadı.

Hiç Meryem, bu müteayyin varlığı ile Yusuf’a gidebilir miydi ? Ondan da ayrılamazdı. Hamza’nın dudaklarının tebliğ ettiği bu haber, bir hançer gibi genç kızın kalbine saplandı.

—       Haydi Meryem çabuk ol.. Yusuf gidecek, belki de yola çıktı, gidiyor.

Genç kız yürek delici bir çığlık kopararak ileri doğru atıldı.

Manası, Yusuf’un aşkı mahşerine [gitmesi gereken toplanma yerine ]uçup gitmişti bile..

Beyaz elbiselerinin bir köpük gibi örttüğü bu vücud, nurdan düzülmüş bir aşk tuhfesi gibi yere düştü.

Aşkın bu canlı belâgatı gene adamın dudaklarını kat'î bir hükümle kımıldattı: İşte, “aşk bu imiş”, canın; aşka vermekmiş, dedi.

O Meryem’i, bu mücessem aşk vecizesini, bundan daha veciz bir kararla damgalıyamazdı.

Hamza, yağmalanan duygularının kıyameti içinde perişan ve harab, bu büyük ölünün yanından, nereye gideceğini bilmeden fırlayıp çıktı. O, şimdi, rüzgârın önüne düşmüş bir yaprak gibi çöllere doğru koşuyor,, koşuyordu.

SON

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar