AŞK BUDUR!
Uluhiyet abidesidir. Aşk insan ve hilkat muammasının
anahtarıdır. Var olan ancak aşktır, onsuz hayat yoktur.
Semîha Cemâl -Sâmiha Ayverdi
İSTANBUL
Marifet Basımevi
ROMAN HAKKINDA: 1
Roman nasıl vücuda geldi.
Sâmiha Ayverdi imzasıyla 1938
yılında yayınlanan ve yazarın daha sonra basılmasına izin vermediği AŞK BUDUR!,
(Aşk Bu İmiş!) [Yazar, romanından Aşk Bu İmiş diye bahsediyor. (sh: 271)Kitabın
kapağında ise, eserin adı [sehven] Aşk Budur şeklinde yazılmıştır.]isimli ilk
romanı hakkında, kim ya da kimler tarafından ve nasıl yazıldığına dâir, uzun
zamandan beri ortaya atılan bir rivâyet vardır. İlk defa elli küsur yıl önce
[…] H. Hanımdan duyduğum bu rivâyeti, […] iki hanımın […] hâtıralarında da
gördüm. Şöyle ki:
“Aşk Bu İmiş adlı romanı, Ken’an
Rifâî’nin talebelerinden Semiha Cemâl Hanım yazıyormuş, fakat ömrü vefâ
etmeyince yarım kalan eseri tamamlama vazîfesini hocası Ken’an Rifâî, Sâmiha
Ayverdi’ye vermiş, devâmını o yazmış.”
Bir müddet evvel yayınlanan S.
Ayverdi’nin eserlerinden derlenmiş bir kitapta[(Özcan Ergiydiren, "Aşk Bu
İmiş Romanını Kim Yazdı?” Akademi Mecmuası, Ekim 2012, s. 56-59)] da
şunlar yazılmış:
“ Aşk Budur Sâmiha Annenin ilk
evlâdıdır. Semiha Cemâl Hanım’la ortak kitabıdır. Ve gene Sâmiha ve Semiha
ilişkisinin iç içe geçmesiye zuhûr etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı îtibâriyle
çok farklı bir eserdir. Eser, Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinden Semiha Cemâl
Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah
cebesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha
Ayverdi’ye verilir.
[…]
Romanın yayınlanmasından bu yana,
ara sıra zuhûr eden ve yukarıdaki gibi çok hoş bir hâle bürünen bu hikâyenin
aslı neydi?
[…]
Yazar [SA], kırk yıla yakın bir
zaman boyunca talebeleriyle yaptığı sohbetlerde, ilk romanını neden yazdığını
şöyle anlatmıştı:
“ Aşk Bu İmiş isimli romanımı beni
rencîde eden bir yazıya aksülamel olarak on beş günde yazdım. Kendilerine
[Ken’an Rifâî Hazretlerine ] götürdüm ve […] takdim ettim. […] Bu kitap
basılsın.’ dediler. ‘Benim ismimle olmasın, müstear isim konsun’ diye istirham
ettim; ‘Hayır, dediler, senin isminle çıksın.’ Bir müddet sonra basıldı.”
[…]
Yazar, Mülâkatlar adlı kitabında da
bu konuya temas etmiş: 78. sayfada:
“Aşk Bu İmiş’i yazmadan evvel
hislerimi rencîde eden bir kitap okumuştum. Bu, o tehevvürün tekaazasıyla
[sıkıştırmasıyla] yazılmıştır.” diyor. 151. sayfada tekrarlıyor:
“İlk eserim olan “Aşk Bu İmiş”’i o
zaman okuyup da hislerimi rencîde eden bir eserin reaksiyonu ile on beş günde
yazmıştım. Neşretmeyi tasavvur etmezken, sözünden çıkamayacağım bir büyüğümün
arzusu neticesi olarak neşrettim.”
Gazeteci Kandemir’in Sâmiha Ayverdi
ile yaptığı 14 Temmuz 1949 târihinde Edebiyât Âlemi’nde yayınlanan bir
röportajda da bu hakîkati teyit ediyor. Kandemir soruyor:
-İlk eser?
Düşüncelerimi, duygularımı rencîde
eden bir kitap okumuştum… Tam on bir sene evvel…
-Neydi?
Şimdi hatırlamıyorum… Onun ilk
reaksiyonu olarak, cevâbî mahiyette ilk kitabımı, gâyet kısa zamanda yazmıştım.
[…]
Yazar, kendisiyle yapılan mülâkatta
“Tam on bir sene evvel” diyerek Aşk Bu İmiş romanını 1938 yılında yazdığını
belirtiyor. Semiha Cemâl Hanım […] 1 Şubat 1936’da vefât etmiş, roman ise
1938’de yayınlanmış. Eğer gerçekten romanın yarısını Semiha Cemâl yazmış,
Sâmiha Ayverdi tamamlamış olsaydı, 1936 yılında veya 1937 başlarında ve “Semiha
Cemâl” imzasıla yayınlanırdı. Kendi kitaplarına dahi adını yazmak istemeyen bu
müstesnâ insan, çocukluğundan beri çok sevdiği yol arkadaşının eserini asla
kendine mâl etmezdi.
[…]
bâzı kimseler […] “dâimâ sessiz
sedâsız kapı dibinde oturan”[ Bu ifade S. Ayverdi’nin kendisine âittir.]
Sâmiha’nın bu kitabı yazmış olduğuna inanamamışlar; “Semiha Cemâl Hanım’ın
yarım kalmış romanını, belki hocasının yardımıyla, Sâmiha tamamlamış, demişler.
Sâmiha Ayverdi’nin ardı ardına
neşredilen eserleri, bu zannı, tamamıyla silmişse de, […] uzun yıllar
İstanbul’dan uzakta kalmış birkaç kişi bu zannı günümüze kadar taşımışlar.
Netice: Aşk Bu İmiş romanını, Sâmiha
Ayverdi 1938’de yazmış ve yazı hayâtına bu eserle başlamıştır; gerisi
hikâyedir. [Rana Özkan ve Rüzgâr Özge]
*************
ROMAN HAKKINDA: 2
“Aşk Budur” Semîha
Cemâl Hanım ve Sâmiha Ayverdi Hanım’ın ortak kitabıdır. Sâmiha ve Semîha
ilişkisinin iç içe geçmesiyle zuhur etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı
itibariyle çok farklı bir eserdir. Eser, Kenan Rifâî’nin öğrencilerinden Semîha
Cemâl Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah
aşkının cezbesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi
Sâmiha Ayverdi’ye verilir.
Bu meyânda anlatılan
bir hadise vardır. Semîha Cemâl hanımın hastalığı ağırlaştığı ve zâten çok
zayıflamış olan vücudunun buna daha fazla dayanamayacağı anlaşılınca, Sâmiha
Ayverdi, Hocası Kenan Rifâî’ye gelerek, “Efendim,
dua buyursanızda onun yerine ben gitsem” diye
niyazda bulunur. Kendileri, bunun sebebini sorduğunda, Semîha Cemâl Hanımın
faydalı bir vücut olduğunu ve yazarlığı ile insanlığa hizmet ettiğini söyler.
Sonrasında gelen cevap çok nettir: “Öyleyse bundan böyle kalemi sana
veririr sen yazarsın. ”
Sâmiha Ayverdi bu emir
üzerine kalemi eline alarak Aşk Budur adlı kitabı tamamlar ve neredeyse
yarım yüzyıl sürecek olan yazarlık hayatı da işte böylece başlamış olur. Kitap
dikkatle okunduğunda, belli bir yerden sonra eserin üslûbunun farklılaştığı
görülür. Bu, saf ve yakıcı bir aşktan, aşkın aklına doğru seyreden bir
değişimdir. Semîha Cemâl Hanımın Allah aşkıyla şekillenen ve âdetâ yazanı ve
okuyanı yakıp yokluğa mülhak eden anlatımı, Sâmiha Ayverdi’nin Hocasından almış
olduğu “Yan, ama tütme!” düstûruyla işleyen kaleminde daha çok İlâhî aşkın yapıcı
ve oldurucu çehresini takınır.
Roman, M.Ö.
Arabistan’ın Kuzeyinde yaşamış olan güçlü ve şaşaalı Hayre Hükümeti’nin saray
ve aristokrat çevresinde geçen bir aşkı anlatıyor. Bu dönemde Hayreliler,
Araplar arasında çok yaygın olan putperest inancına sahipler. Hükümdar
Menzer’in başhekimi Hamza, yine hükümdarın katında önemli bir mevkide bulunan
amcası Zeyyad’ın biricik kızı Meryem’e âşıktır. Fakat Meryem ona istediği
cevabı vermez. Romanda Hamza beşerî aşkın zirvesini temsil eder fakat aşkına
karşılık beklemek zaafına düşmüş olması onu bu duygunun hakikatine ulaşmaktan
men etmektedir.
Meryem ise yanmak ve
yakmak tabiatında yaratılan ateş gibi, bu dünyaya sevmek ve sevilmek
kabiliyetinde gelmiş asil ve güzel bir kızdır. Fakat hayatı boyunca canını
önüne koymaya değecek bir eşik bulamamanın da azâbı içindedir, içerisinde
bulunduğu maddî dünyânın zevkleri onu doyurmak bir yana, gönlünde en ufak bir
ilgi bile uyandırmazlar. Böylesine aşka kabiliyetli bir insan olur da, hilkat
eli hiç onu unutur mu? Romanı yazan kalem de unutmamıştır.
İlerleyen bölümlerde,
kaderin bir cilvesi ile ülke menfaatlerini korumak adına, hükümdarın emriyle
Hamza ve Meryem sözde bir evlilik yaparlar. Başhekim Hamza bu evliliğin ilk
aylarında bir görevle Mısır’a gider. Geri dönerken orada tanışıp kölelikten
kurtardığı ve dost olduğu Ömer’i de beraberinde getirir. Ömer Hayre’de yaşarken
bir vesileyle Mısırlı tüccarların eline düşmüş bir esirdir. Fakat kendisine
yakıştırılan bu esir sıfatını kabul etmeyecek kadar da özgür bir ruhtur. Çünkü
Ömer’in, kendisini nefsin zaafları esâretinden kurtarıp, tek Allah’ın kulu olma
özgürlüğüne götüren bir hocası vardır: Ebu’ş-şettar aşîreti reisi Yusuf.
Yusuf, İlâhî nurun o
devirde kendisinden göründüğü kâmil insandır. Sözüyle, haliyle, gösterdiği
maddî ve mânevî cömertliklerle yalnız kendi aşiretinin değil bütün Arap
kabilelerinin gönlünde taht kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel kıssasında
anlatılan Yusuf peygamber gibi o da Allah’ın cemâl tecellîsine mazhar olmuş bir
sultandır. Romanda bu ismin kullanılması tesâdüfî değildir. Kur’an’da Kenan
illerinde kaybolan Yusuf Allah’ın zâtî güzelliğini temsil ettiği gibi Aşk
Budur’daki Yusuf da, kalem sahiplerinin, gizli ve aşikâr her an hocaları
Ken’an Rifâi’nin varlığında seyrettikleri Allah tecellîsini sembolize eder.
Aşk Budur Semîha Cemâl
hanımın Aşk kitabının genişletilmiş hâlidir.
Sh: 81-83
Kaynak: Cemâlnur SARGUT, Sâmiha
Ayverdi İle Sırra Yolculuk-, Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar, Nefes, 2009,
İstanbul
AŞK
BUDUR!
Semîha Cemâl -Sâmiha Ayverdi
BİRİNCİ
KISIM
Palmir hükümetinin
Romalılar tarafından inkıraza uğratılması üzerine Hayre hükümeti, bilhassa
Üçüncü Menzer zamanında gerek Bizanslılarla Iranlılar arasındaki mütemadi
harblerin kendi lehlerine bir şevket ve ikbal devresi açmış olmasından ve
ölçüsüz hâzinelerin memleketi servete gargetmiş bulunmasından, gerekse beldenin
coğrafî vaziyetinin şark ve çenub ticaretinin merkezinde bulunuşundan ve civar
medeniyetlerle de sıkı temasları neticesi olarak bu kavmın fikrî ve İçtimaî
seviyesi çok yükselmişti. O kadarki, cenubî Ara- b'ıstandan Antakyaya kadar
uzanmış olan Hayreliler, Roma ve Kostantiniyelilerin debdebe ve haşmetile
retabet edecek bir saltanat devri yaşıyorlardı.
İrak ve Elcezire
arabları tamamen Hayre hükümdarlarına tâbi olmuşlardı. Yalnız Gassanilerle
Hayreliler arasında bazı yarı müstakil aşiretler, reisleri tarafından idare
edilir, fakat siyasî tasnifte gene hepsi Hayre hükümdarına tâbi bulunurlardı.
Bunlar, ticarî, ziraî ve edebî faaliyetlerile memlekete daima faydalı ve yar-
lımcı bir sınıf teşkil ederlerdi. Onun için Hayre hü- cümdarları bu aşiretlere
ananevî bir müsamahakârlık re itimad gösterirdi.
Hayreliler, milâddan
evvel hemen bütün Arabis- tanda olduğu gibi, güneşe, puta taparlardı.
Bu tarihte Hayre sarayı,
ihtişam ve debdebede, misli bulunmaz bir halde idi.
Saray, bir müddetten
beri yolu beklenen Bizans elçisi Marküsün şerefine büyük bir resmi kabul hazırlıyordu.
***
Irak çöllerinde gene bir
akşam başlıyor. Ufuk, kanlı bir kılıç gibi boydan boya uzanmış yatıyor. Güneşin
adım adım alçalan muazzam ve ebedî başı, nerede ise kumların sinesine düşüp
kaybolacak...
Hayre Hükümdarı Üçüncü
Menzerin başhekimi Hamza, malikânesinin penceresinden, alışık olduğu bu
lâvhaya, çok okunmuş ve ezberlenmiş bir kitabeye bakar gibi kayıdsız, fakat
düşünceli bakıyordu. Belki baktığının da farkında olmıyarak, gök yüzünün bu
âteşîn çarhına, parmağındaki lâal yüzük kadar bile kıymet vermiyen bigâne,
hattâ hırçın bir bakışla bakıyordu. Otuz iki senelik hayatının, her batan
güneşle bir az daha ümitsizleşen bir sevdaya doğru gittiğini görerek, bu aşkı
hep menfî teselsüllerle, gittikçe müşkül safhalara sokan günlerin taakubunu,
elinden gelse durduracaktı. Güneş te bir rakkas gibi, zahımlarla dolu olan bu
günlere, her batışıyle bir aded daha zam ederek onunla istihza ediyor gibi idi.
Hamza, ruhî bir tezebzüb
ile, kendini veya sevgilisini bu işte mes’ul edeceği yerde, zamanı itham ediyordu.
Hamzanın tahakkuk etmemiş maddî bir isteği yoktu. Hemen Hükümdarın sarayına
muadil bir malikânede geçen müreffeh hayatının yegâne büyük acısı, aşkının bir
taraflı oluşu idi. Fakat bu acı, onun için
ıztırabın en yamanı, en
dehşetlisi idi. Zira günden güne derinleşen, kuvvetlenen, her menfî darbadan
hiz alan bu aşktan kurtulmanın imkânsızlığı, Hamzanın sarahatle bildiği yegâne
hakikatti. Bu sevda onun her zerresine kök salmış, cihangirane bir saltanatla
yerleşmişti.
Genç adam, az kimseye
nasib olan şerefli hayatının bütün kıymetlerini, Hükümdarın teveccühünü,
muhitinin alâka ve muhabbetini, servetini, şerefini bu aşka değişebileceğini
düşünüyordu.
Ayni zamanda hislerinin
ihtilâli genç hekimi başka şeyler düşünmiye de sevkediyordu. Hamza gençti,
güzeldi ; kadınların mütehalik çenberinden zorluklarla kurtulacak kadar sevimli
idi. Bilhassa bunların içinde kendisini samimî bir aşkla seven Hükümdarın
kızının gösterdiği alaka ne kadar kuvvetli ve derindi.
Sonra alicenaplığı,
dürüst ve İnsanî hisleri, halk arasında dilden dile dolaşan namı, iftihara
değer şeyler değilmi idi ? Hükümdarın kendisine verdiği kıymet dünyanın dört
tarafında anılan ismi, ağırlığınca altınla veznolunarak, satılan, kapışılan tıb
kitapları, bütün bunlar bir insan için ne büyük şeylerdi. Hamza bunlara
istinat ederek, hayatını zevkli ve müsterih bir hale sokamaz mıydı ? Bütün bu
tesbit ettiği esaslar, pek çok kimsenin muhayyelelerini süsleyen, tahakkukunu
bin can ile bekledikleri emellerdi. Halbuki bütün bu mebzuliyet, servet,
şöhret, alkışlar ve cihanın nü- mayişkâr sıytü sadasından Hamza kendisine ancak
bir iftihar ve inkâr edemediği bir gurur hissesi çıkarabiliyordu. Bunlar ancak
ona, yeşil başlı bir ördeğin suda yıkanışı zevkini veriyordu. Eğer sevgilisinin
aşkını ka* zanmak için bir karşılık icab etse, Hamza, malik olduğu her şeyi
fedaya hazırdı.
Kervanlar Hekim Hamzanın
hazakatmdan istifade «tmek isteyen dertlileri akın akın taşıyorlar, ondan
ıstişfa etmek her dertlinin şirin hülyasını teşkil ediyor, malikânesine yabancı
diyarlardan gelen illetlileri taşıyan kılavuzlar, bu yolların taşını toprağını
ezbere biliyorlardı. Onun akıllı başı, herkese deva bulmakta, her dertliye
yetişmekte ne kadar samimî, ne kadar hasbî idi. Fakat âleme şifa ve deva olan
bu baş, neden kendi çaresiz ve mahzun, müşkülü cevapsız kalıyordu ?
Hekim Hamzanın pek büyük
bir derdi vardı.. Ne macunlar, ne bin türlü mualeceler onu bu derdden, bu
ibtiladan kurtaramazdı. Bilâkis gün geçtikçe bu dert onu dört taraftan
kuşatıyor, ümitsiz ve perişan ediyordu. Hem o, bu aşktan kurtulmanın çaresini
bilse bile gene istemezdi.
Hamza
demek sevgilisi, Meryem demekti. Meryem Hamza’nın hayatından çekilirse, o, bir
ceset gibi cansız, manasız ve ifadesiz kalırdı. Onun bütün varlığı Meryem’den
ibaretti.
Hamza’nın Meryem’e olan gönül bağı,
hayatının temerküz [bir yere toplanma; merkezleşme, birikme. ] ve istinat [dayanma,
güvenme. ] noktası idi. Meryem onun için kalb gibi idi, malik olduğu diğer
kıymetler ise birer cüz gibi idiler. Bu kalb dursa, diğer bütün uzuvlarda birer
birer çürümeye mahkûm olmayacaklar mıydı ?
Hamza için, şerefleri,
kıymetleri, ihtirasları, ile saltanatlanmış hayatı, Meryem olmasa, manasız bir
yükten başka ne olabilirdi ? Hamza, muhitini çevrelemiş olan hasut, samimî
takdirkâr hasılı her türlü insanlardan kaçmak, uzaklaşmak, ona, sevgilisine,
hep ona, her zaman ona müteveccih olmak istiyordu.
Hamza, ufukla öpüşen
güneşe bir daha baktı. Ar- tıkgönlüyle sulh yapmış, aşkında tahassun etmiş, mevcudiyetini
bu sevda bir şarmaşık gibi sarmıştı. Hamza, bu icazkâr kudretle kendini mahsur
ve zebun hissediyor, iradesinin, kudretinin, bu aşkın şedit kudretine takılıp
sürüklendiğini görüyordu.
Aşk..
İnsanı beşer kütlesinden temyiz eden kuvvet..
Aşk., tükenmez bir sermaye!.
Aşk, ölçüsüz sevgi..
Aşk, sevdanın kemâli..
Aşk, garezsiz muhabbet...
Hamza bir solukta
bunları düşünürken birdenbire durdu. Zira o, sevgisinde garezsiz değildi.
Sevilmek, sevgisine mukabele görmek talebi değil miydi ki onu bir gölge gibi
takip ediyor ve Hamza daima, aşkının bir taraflı oluşundan muztarip oluyor,
elem çekiyordu.
Hamzanın Meryemin aşkına
doğru akan müsbet ihtisasları, bu cürümle dondu kaldı. Şüphe yok ki aşkın
azametine karşı bu bir cürüm, bir leke idi.
İşte Hamza, bile bile
aşkını, bu taleb lekeleriyle beneklemekten, kirletmekten hali olmuyordu.
Böyle zamanlarda kendi
kendini ( seven fakat se- vilmiyen Hamza!) diye çağırır ve bir an durup bekler,
sanki bu cümleyi Meryemin sesinin tekzip edeceği zehabına düşerdi.
Ne olurdu Hamza,
Meryemden karşılık istemiyecek kadar büyük ve yüksek olsaydı da kendi aşkına
şerik koşmasaydı. Halbuki o, Meryemin, aşkına mukabele etmesine karşılık,
şerefini, faziletlerini, mefkuresini, temellük ettiği her türlü varlığını,
hasılı Meryem neyi isterse hepsini vermeye hazırdı. Demek ki Hamzada ne varsa
iğreti bir libas gibi çekilip çıkarılabilirdi. Demek kendi malı olarak hiç bir
şeyi yoktu.
Yalnız aşkı, yalnız o...
Hislerini incelten, işliyen^ gönlü hayatına istikamet ve şekil veren, onu en mutena
bir şekilde tanzir eden bu aşka bir münteha tasavvur edemiyordu. Hamza, bir
ilâh gibi takdis ettiği, dört elle sarıldığı bu aşkı, neden karşılık beklemek
zahmiyle sakatlıyordu ? Fakat genç adam bu suali binlerce defa daha sorsa
faydasızdı ; zira bu ibtila da, o aşkla beraber her bir zerresine işlemişti.
Hamzanın gözleri ufukta
tekrar güneşi aradı. Fakat o, çoktan kaybolmuş, gökyüzünün yeşil fanusunda yer
yer yıldızlar uyanmıştı.
Hamza üzüntü ile
yerinden kalktı. Meryem için Babile ipekli kumaş ısmarlamıştı. Bugünün kervan
günü olduğunu unutarak dalmış kalmıştı. Sür’atla kalktı ve hemen hediyeyi almak
üzere çıktı.
Hekim Hamzanın anası ve
babası, onu küçükken yetim bırakmışlardı. O, amcası Zeyyadm himayesinde
büyüdü. Bütün aile gibi Zeyyad da zengindi. Ham- zaya kendi kızı Meryeme ettiği
muameleyi eder, fakat samimî bir şefkat göstermezdi. Zira mizacı oldukça haşin
ve duygusuzdu. Zeyyad, hislerinden ziyade akliyla hareket ederdi;
aklî-düsturları da, muayyen ve ezberlenmiş fikirlerden ibaretti. Bu düsturlar
yanlış da olsa Zeyyad bildiğinden şaşmazdı.
Zeyyad, fıtrî bir
istidad ve taazzumla, kendini muhitine fazla saydıranlardandı. Esasen hükümdarın
mu- sahibliği gibi değerli ve yüksek mevkii, onu müraî hörmetkârlar hâlesi
ortasında bırakmıya kâfî birsebebti.
İşte Meryem bu baba ile,
pek az tanıdığı his ve zekâ enmuzeci bir ananın ilk çocukları idi.
Annesinin ölümünden
sonra babası bir çok defalar evlenmiş, fakat kiminden ayrılmış, kimi ise
ölmüştü. Onun için Meryem, bu büyük sarayın kadınlığını küçük yaşından beri,
babasının şiddetini tadil eden hassas bir müvazene ile yapıyordu. Belki herkes
için müşkül olan bu iş, onun çok zekî yaradılışına büyük bir zahmet
vermiyordu. Hem de genç kızın böyle İdarî işlere meyli ve onlardan bir zevk
hissesi olmamakla beraber, zarurî bir insiyakla bu işi başarıyordu. Meryem
babasının nazarında da, halkın kanaatmda da Ham- zanm nişanlışı idi. Hamzanın,
ilk gençlik senelerine kadar amcası Zeyyadın evinde, Meryemle aynı çatı altında
yaşamış olması, sonra Meryeme karşı izhar ettiği şiddetli alâka, haklı olarak
herkeste bu umumî kanaati uyandırmıştı. Fakat bu keyfiyet şimdiye kadar ne
Zeyyad, ne de Hamza tarafından aleniyete konulmamış, Meryemin mütalâası
alınmamıştı. Zeyyad, kızını gözünden uzaklaştırmak onun dirayetli ve şuurlu
mevcudiyetinin kendi hayatının üstünden çekilmesinin müşkülâtiyla başbaşa
kalmamak için bu işde acele etmiyordu.
Hamzanmki ise büsbütün
ayrı sebeblerdendi. O, her şeyden evvel Meryemin kendisine meyletmesini
bekliyordu. Zira kendi ifrat sevgisine mukabil, Mer- yemde buna karşı bir
nişane bile görmüyordu. İşte Hamza, sırf kızı ürkütmemek, büsbütün kendinden
uzaklaştırmamak, daha doğrusu menfî bir cevab almamak için bu ihtiyata lüzum
görmekle beraber gün geçtikçe ye’se kapımaktan da kurtulamıyordu.
Gerçi Meryem güzeldi,
fakat ondan çok güzeller de vardı. Bununla beraber, değil yalnız Hamzanın,
bütün Hayre erkeklerinin gönlü bu kızın kalbini tavaf eder-
ierdi. Meryemi bir ilahe
kadar güzelleştiren bir sır var- ki, bunu kimse bilmiyor, görmiyordu. Cisimdeki
can nasıl görülmüyorsa, Meryemi fevkaladeleştiren bu sır da bilinemiyordu.
Meryemin solgun bir ay
gibi beyaz bir rengi vardı. Sabah sislerde buğulanmış bir çiçek gibi taze olan
bu yüze, harikulade bir mahiyet veren iki esrarlı siyah gözden, ruhunun
nihayete varılmıyacak derinliği âşıkâr görülürdü.
Meryeme babası, itinalı
bir terbiye vermiş, Bizans- tan, ve Acemistandan getirttiği hocalarla, bu
terbiyeye zengin bir malûmat ilâve etmişti. Genç kızın seciyesini işleyen bu
saikler, kabiliyetini âzamî derecede inkişaf ettirmişti. Meryemin söz
söylemesini, fikirlerinin selâbet ve isabetini, tefekkür ve zekâ hamlelerini,
yaşlı ve tecrübeli Hükümdar bile takdir eder ve Mü- sahibi Zeyyadm kızını,
kendi evlâdlarmdan fazla severdi.
Saray eğlencelerinin
ekserisini Hükümdar Meryemin namına izafe ederdi. Zira sıkı bir mecburiyet olmadıkça
Meryem bu kalabalık ve umumî içtimalara iştirak etmezdi. Onun başlıca
hususiyetlerinden biri de, ürkek bir gazal gibi herkesten kaçması ve cemiyetin
zevk aldığı şeylerden zevk duymaması, kendi gönlüyle başbaşa kalmayı tercih
etmesi idi. Muvazeneli ve makul Meryem, bu bahiste hırçın ve tekdi.
Meryemin cemiyetten
kaçması sebebsiz değildi. Zira o, uzaktan yakından kendi etrafında dönen sayısız
perestişkârlardan hiç birisinin gönlü üstünde tevakkuf edemez, sür’atla
çevrilen bir kitabın yaprakları gibi, her sahifesinde bir sevdalı baş olan bu
yapraklan, bir daha açılmamak üzere kapatırdı. Hamza da dahil olduğu halde
bütün perestişlerin, başının üstünden geçen tuğyanına karşı daima müstağni,
daima bigâne oluşunu bir türlü muhit izah edemiyor, fakat kızın gönlünün, başka
bir gönüle takılı olduğunu da kabul edemiyordu.
Hasılı Meryem, memleket için en hararetli bir mevzu, en parlak
bir taçtı. Erkekler onun için «gönülsüz Meryem» derlerdi. O, gönülsüz
değildi. Bilâkis bu gönül, pek nadir kimseye nasib olan şedid bir aşk
duygusuyla hisli ve uyanıktı. Bu yakıcı duygu, bir kaftan gibi kızı baştan
ayağa kaplamış, onun içindir ki, muhitiyle arasına kavi bir hail olmuş ve onu
yalnızlığa sürüklemişti.
Meryem'in büyük bir aşk
için hazırlanan gönlü, mamur bir aşk payitahtı idi. Fakat, henüz bu payitahtın
asıl hükümdarı gelmemişti. Şüphe yok ki, bu teshiri müşkül, hattâ ümidsiz
gönül, Hamzanın da olamıyacaktı. Teyzesinin oğlu Halid, Bizanslı heykel- traş
Fraiıklen, İbnisseyfler, Musa Taviller, sayısı hesabı unutulmuş başlar, hattâ
kendisini çok sevdiğini bildiği Hamza bile bu resmigeçide dahildi.
Meryem, gönlü muammasını
kendi de bile bilmiyordu. Herkese olduğu gibi bu gönül kendi için de büyük bir
sır idi. Bir aşk kaynağı olan Meryem, nasıl oluyorda hiç bir sevdanın üzerinde
tevakkuf edemiyordu ? Şu muhakkak ki Meryem kendini sarmış olan aşk kudretine,
şeddini yıkmıya müheyya bir sele bakar gibi korku ile bakıyor ve bir gün gelip
bu şeddin yıkılışının ne dehşetli olacağını düşünüyordu. Meryem'in gönlü
seli, o zaman kim bilir neleri devirip parçalıyacak, önüne katıp bir çöp
parçası gibi sürük-
liyecekti. Belki bizzat
kendi de bu mukavemeti mümkün olmıyan kuvvetin bir kurbanı olacaktı.
Meryem fikren
yorulmuştu. Kapıdaki cariyeye seslenerek : '
Gamzeyi çağır ! dedi.
Gamze, doğduğu
gündenberi beraber yaşadıkları bir kızdı. Annesi babası da Zeyyadm yanında
çalışırlardı. Bu kız, hislerinde ve hareketlerinde, kendi aleyhine bile olsa
doğruluğu tercih eden ciddiyetiyle temayüz etmiş zarif ve hoş bir kızdı.
Bahusus Merye- me samimî bir takdir hissi ile bağlı idi. Meryem onunla şundan
bundan konuşarak dinlenirdi...
Bu gece Bizans elçisi
Marküsün şerefine sarayda ziyafet vardı. Dolgun bir hazine teşkil eden kervanla
hükümetinin dostluğunu arzetmİye gelen elçi için parlak eğlenceler
hazırlanmıştı. Hükümdar Üçüncü Menzer, bu işlere bizzat tekayyüd etmiş, bu
cemiyete Meryem'i de davet etmeği ihmal etmemişti. Onun mevcudiyetinin
tetv'ıc etmediği b'ır cemiyette neş’e ve zevk tamam olmazdı ki... Meryem herkes
için, kendi içindeki manayı tahrik eden sihirli bir kabiliyetti.
Hamza saraya giderken
amcasına uğnyarak Meryem'i aldı. Havada gündüzden kalma fazla b'ır hararet
vardı. Gece parlak ve mehtablı idî. Meryem, sanki bir işkence yerine
gidiyorfrıuş gibi sıkıntı ile konuşmadan yürüyordu.
Bak Meryem, gökte ay
var. Sen ona bakmıyı seversin.
Evet, aya yalnızken
bakmak hoşuma gider Hamza.
Hamza sarardı, cevab
vermedi. Hoş bu cevabın cevabı, sükûttan başka ne olalabilirdi ? Hamza Merye-
min bunun gibi daha ne ağır sözlerine tahammül ederdi. O, kendi mevcudiyetinin,
Meryemin her müsbet hissinin engeli, her güzel hissini mecruh eden bir diken
olduğunu anlıyordu. Meryem, bediî duygularında bile Hamzanın iştirakine
tahammül edemiyordu.
Sarayın kapısına kadar
konuşmadan geldiler. Kendilerini karşılıyan hademe, büyük avluyu meşale ile
rehberlik ederek geçirdi ve onları gene elinde meşa- leli bir cariyeye bıraktı.
Bu cariye her gece Hamzayı ayni yollardan, ayni merdivenlerden geçirerek yukarıya
çıkarılmıya memur olan kızdı. Etrafı iyice aydınlatabilmek için onlardan iki
üç basamak ilerde gidiyordu. Bu, esmer, uzun boylu, tonbulca bir kızdı.
Meşaleyi tutan kolu, ufkî olarak yana açılmış, bileklere doğru mevzun bir
hatla incelen bu kol, gergin ve sert görünüyordu. Bu kolun müntehasındaki küçük
esmer eli, meşalenin sapını sımsıkı tutmuş bir heykel kadar hareketsiz ve
sabitti.
Kız vakur ve ciddî idi.
Üçü de konuşmadan yürüyorlardı. Yalnız postların emdiği ayak sesleri yanak
yanağa konuşan iki sevdalının fısıltısı gibi birbirine karışıyordu. Meryem :
Ne hoş bir kız Hamza,
dedi.
Hamza hemen : '
Evet., ismi de kendi
gibi güzeldir: Tebessüm!
Meryem kızı daha iyi
görebilmek için merdivenleri hizla çıkarak ona yaklaşmıştı; cariye bu alâka
üzerine hafifçe gülerek Meryeme baktı. Hakikaten isminin manasına sahib bir
kızdı. Dudaklarında tesbit olmuş tebessüm o kadar tatlı ve sıcaktı ki, Meryem
de ona ayni candan ve arkadaşça bir gülüşle mukabele etti.
Sarayda daha bunun gibi
nice Tebessümler, nice yüzlerce güzeller vardı. Meryem, Hamzanın bu demet demet
çiçeklere, bu devşirilmesi kendi arzusuna bağlı mebzul ve güzel kokulu
güzellere uzak kalıp kendi ümidsiz sevdasının esiri oluşuna hayret ediyordu.
Hamza bunlardan biriyle telezzüz etse, ne iyi olacaktı. Mümkün olsa Meryem, onu
zorla bu vadiye sevk ederdi.
Yukarı çıktıkları zaman
kalabalık onları selâmlamak için bir ân donmuş gibi durdular. Fakat derhal
canlanarak mübalağalı cümleler ve nümayişkâr hareketlere başladılar :
Hoş geldin Meryem, hoş
geldin bahtiyar Hamza ! Diye bağırışmıya başladılar.
Meryem bu gece gökten düşmüş bir melek gibi güzel!
Meryem, ebedî fecir..
Meryem hayat..
Meryem bizim tacımız..
Hayrenin kalbi Meryem...
Fakat Meryem’in kalbi kimin, aşkı kime bu belli değildi...
Arap şairlerinin ilham-kârı Meryem, varol bizim sevdamız...
Bir kadın sesi, kıskanç ve huysuz bir ses :
Hamza Meryem’den güzel !
Bir başka ses :
— Elbette güzel.. Ben Hamza olsam yüz Meryem’i etrafımda
pervaneye döndürürüm.
Bir erkek sesi araya giriyor :
İyi ki olmamışsın.. Çünkü sen de bizim gibi onun etrafında
pervaneye dönerdin.
Haydi oradan münasebetsiz.. Çok içmişsin galiba..
Keşki sarhoş olsaydım, sizi memnun edecek daha neler söylerdim.
Erkek bir kahkaha
fırlatarak uzaklaştı.
Sesler devam ediyordu.
Meryem vekarla ve
hakikaten tecessüt etmiş bir ruh lâ ti fesi gibi masum ve lıarikulâde ayakta
duruyor, bu sihirli kameti çevreleyen halka gittikçe daralıyordu. Her ağızdan
bir türlü taşkın seda fışkırıyor.
Her hitap, hedefe düşmüş
bir ok gibi kızın kalbini deliyor. Meryem bu sahneleri, bu nümayişleri bildiği
ve bu dağdağadan zevk yerine elem duyduğu için değilmidir ki, tenhalığı kendine
hemhal etmiş, yalnızlıkta gönlüne istirahat ve selâmet bulmuştu. Kız, böyle
resmî davetlere, bir taraftan hükümdarın, bir taraftan da babasının tazyiki ile
naçar sürüklenirdi.
Meryem için kalabalığın
içinden çıkmak, kurtulmak hemen imkânsızdı. Gözleriyle Hamzayı aradı. Burada en
emin melc e onun dostluğu ve refakati idi.
Meryemin gözleri bir
kerre daha Hamzayı aradı. O da kendisi gibi asabı ve ezilmiş bir halde, bu sıkışık
halkayı çözmek için beyhude uğraşıyordu.
Bereket versin ki bir
ses, Hükümdarın elçi ile beraber birinci divanhaneye geçmekte olduğunu haber
verdi. Meryemin etrafını çevreleyen muazzam halka,
KatiffAn pm'ır almıc triKi lıirrlpn apvspfli.
kız da vavasca
aralarından süzülüp
çıktı. Fakat iik karşılaştığı, Hükümdarla, kendine takdim edilmek istenen elçi
oldu.
Bizansm büyük elçisi
Marküs, ufak tefek, sarı saçlı, sarı benizli, hatta çamur rengi sarımtırak
gözlü bir adamdı. Yananklarının soluk rengi üstünde henüz tokat yemiş gimiş
gibi yol yol kırmızı çizgiler vardı. Ağzını etrafı, bir dudaktan ziyade mor bir
şeritle çevrilmiş gibi idi.
Elçi Marküsün simasında
en dikkate değen nokta, bu çamur rengi gözlerin itımadsızlık veren cüretli ve
müstehzi bakışları idi. Maamafih, bu bakışlarda inkâr edilemiyecek şeytanî bir
zekâ ve kurnazlık vardı.
Meryemin tahammülsüzlüğü
son haddine varmıştı. Bir kolayını bulup bir an evvel bu zevk ve safa mahşerinden
kaçmak istiyordu. Fakat Marküs, Meryeme adeta neşideler söylemiye başlamıştı.
Bu muhavere, ilk tanışan kimselerin riayet edeceği resmiyet hududunu çoktan
aşıp taşmıştı.
Hükümdarın raks için
emir vermesi ile herkes gibi elçi de Meryemin yanından ayrılarak yerine oturdu.
Bu gece ilk oynıyacak
kız, sarayın en güzel çariyesi ve Hükümdarın en ziyade beğendiği Selime idi. Bu
kız Marküse, Bizansa hareket edeceği zaman hediye edilecekti.
Selime levend bir
güzeldi ve güzellik sıfatını temsil eden emsali az bir âna malikti. Yüzünün ve
vücudunun her parçasında mübalağalı, taşkın bir cazibe vardı. Yalnız, sırtını
ve omuzlarını sımsıkı örten, sonra katî helezonlarla dizlerine düşen saçları
bir hazine sayılabilirdi. Uçları birbirine yakın iki kumral kaşın altında,
gene o renkte gözleri, tombul bir kızılcık gibi kıp kırmızı dolgun dudakları
vardı Bu müstesna başın kaidesi olan muntazam omuzlardan başlıyan vücud hattı,
kusursuz ölçüler ve nisbetlerle topuklarına kadar iniyordu. Bu güzel başla, bu
güzel vücudu birbirine bağlıyan, uzun beyaz boyunda esatiri, bir sanemin bakir
letafeti vardı.
Marküsiin müstakbel
cariyesi en câlâk oyunlarından birini oynuyordu. Cariyenin âdeta kemiklerinden
tecrid edilmiş gibi yumuşak, seyyal vücudunun hareketleri, bilhassa Merküsün
önünde merkezileşerek akla gelmez melıaretler gösteriyordu. Bütün gözler kızın
oyununu sonuna kadar adesevî bir hassasiyetle takib etti.
Yemekle beraber diğer
cariyelerin oyunları ve gürültülü bir musiki de başlamıştı. Meryem sofrada, en
âsude, en emin yer olarak Hamzanın yanını intilıab etmiş ve bunu öyle süratle
yapmıştı ki, kimse bu em- rivakii tashihe imkân bulamamı Ş tı •
Meryem, içkinin ve üryan
kızların şehevî hereket- lerine dalan cemiyetin iz’acından hemen hemen kurtulmuş
gibi idi. Herkes rakısla ve kızlarla alâkadardı. Yalnız Elçinin dudaklarına
götürdüğü her kadehle, Meryeıni tecessüs eden bakışı ziyadeleşiyordu.
Gitgide mütehevvir bir
çağlıyan gibi coşan sazın ahengi, yarı bitab davetlilere, maveraî bir ufuktan
gelen şadalar gibi derin, müphem tahassüsler veriyordu. Hemen bütün cemiyet
yarım şuurla kalmıştı.
Böyle zamanlarda hisli
buluşlarıyla Meryemin imdadına yetişen Gamze, gene bir kolayını bularak kızın
yanma sokuldu :
Hademeye söyledim; üst
kattan bahçeye çıkan köprünün kapısını açtı, istersen Hamza seni oradan götürsün.
Hükümdar sıkıldığını hissetti, bir şey demez» Ben kalır vaziyeti idare ederim,
dedi.
Meryem, sarayın üst
katını bahçeye bağîıyan köprüye çıktığı vakit, parmaklıkları saran güllerin
havayı işba haline getirmiş kokusıyla karşılaştı.
Bu tabiî ve bol ıtır,
bir az evvelki izdihamın vücudunda teksif ettiği sıkıntıyı ilk hamlede tadil
etti. Bol, geniş bir nefes aldı.
Çok sıkıldın değil mi
Meryem ?
Hem de pek çok...
Gamze bu kolaylığı
bulmasaydı, biraz sonra sarhoşlar sızınca ben seni kaçıracaktım.
Bu köprüden bir kere
daha kaçmıştık, hatırlı- yormusun Hamza?
Hiç hatırlamaz olurmuyum
? Fakat o zaman gül mevsimi değildi. Üstünde pembe bir elbise vardı, eteğin
çalıya takılıp yırtılmıştı...
Meryemin tamamen
unuttuğu bu teferruatı, Hamza henüz olmuş gibi canlı ve müselsel bir irtibatla
hatırlıyor ve söylüyordu. Meryem bir az daha müsamahakâr olsa genç adam kim
bilir daha neler söyleyecekti. Fakat kız bu müsaadeyi vermedi, kesif bir
cisimden ziyade şu baygm kokulardan düzülmüş kadar lâtif olan köprüyü, bir rüya
gibi sür’atle geçerek, sık ağaçların esmerleştirdiği yola girdi.
Gece mehtablı idi. Her
yer bembeyazdı. Top top açılmış güller, yeşil yaprâklar, uzun büyük köprü, hasılı
bütün tabiat aynı renkte görünüyordu. Her taraf dumandan, yahud ince tülden bir
kaftan giymiş gibi beyazdı. Havada mutlak bir sessizlik ve ranavet vardı.
Yalnız gökten suhuf iner
gibi düşen tek tük yapraklar, bu sahnenin yegâne sadasım teşkil ediyordu.
Onlar şimdi bağçenin üst
kısmında idiler. Sarayın avlusuna giden aşağıdaki bağçe, büyük fenerlerle yer
yer aydınlatılmış, büyük havuzun etrafına meşaleler konmuştu. İki büyük
meşalenin ziyası, bu durgun suyu, altından bir köprü gibi baştan başa
katediyordu. Bunlar, sanki üstümden yürünecek sabit yollardı.
Hamza, bulundukları
hâkim mevkiden bu manzarayı görmek bahanesiyle durdu. Meryem de bir ağaCa
dayanarak onu bekledi.
Hamzanm bir ân olsun
Meryemle baş başa kalmanın zevkinde yaşamak istediği görülüyordu. Ne olurdu,
Meryem bir şey söylese, lıiç olmazsa deminki gibi bir hatıradan bahsetseydi..
Bu hatıraların hepsi, genç adama can veriyordu.
Fakat Meryem, dayandığı
ağaçta, kendi gönlünün sesini dinliyerek bekliyor ve konuşmuyordu.
Karşılarında sarayın
heyulası, her aydınlık pençe- resiyle yer yer parlıyordu. Tabiat, sızmış bir
sarhoş gibi sükûta dalmış... Şu çep çevre görünüş, efsanevî bir âlemden kopup
düşmüş bir sihir, dehşet verici bir büyü müydü ? Zira bu gecenin güzelliği ve
sükûneti, hakikati vehim zannettirecek kadar kat’î ve muannid... Şu saraydan taşan
sesler de olmasa, Hamza dünyada olduğunu büsbütün unutacak...
Bu sesler ona, bir az
evel yaşadığı müşkül, azabil saatları hatırlatıyor. Yüreğini dağlıyan
kıskançlığı belli etmemek için zavallı Hamzanın renkten renge giren çehresi,
kaç nikahın altında gizlenmiş bulunuyordu.
Hamza sevda bahsinde,
kendisiyle yarış edebilecek, Meryemi kendi kadar sevilecek bir insan tasavvur
edemiyordu. İşte Meryemi şiddetle benimsemesi de bu sevdadan ileri geliyordu.
Hamza etrafına baktı. Ay
iyice yükseklerde idi. Yıldızlar bile bu gecenin mahremiyetine hörmet ederek
derinliklere çekilmiş gibi idiler. Havada okadar mutlak okadar kai’î bir
şessizlik vardı ki, hava tabakaları, sarayın gürültülü çatısının hayhuyunu
olduğu gibi aksettiriyordu. İkisi de biraz evvel kendilerinin de içinde
bulundukları bu karmakarışık sedaları dinlediler Meryem:
Gidelim mi Hamza ? Dedi.
Peki Meryem, nasıl
istersen.
Yavaş yavaş yürümeye
başladılar. Yol, tatlı bir meyille hurmalıkların arasına giriyordu. Dua eden birer
el gibi gök yüzüne kalkmış yaprakların arasından ayın beyaz şevki, her ikisinin
de üstüne gelişi güzel, firarı nakışlar vuruyordu.
Hamza bir adıın geride
kalarak, yandan, bu ışıkların, bu beyaz lekelerin, sevgilisinin yüzünde dolaşmasına
bakıyordu. Bu saf ve temiz yüzde, ne ezici, ne harab edici bir düşünce vardı.
Meryem acaba ne düşünüyordu ? Halbuki Hamzaya sorsalar, o, Meryemden başka bir
şey düşüfımüyor, bir şey bilmiyordu. Hamza, maddeten kendine bu derece yakın
olan bu vücudun hissen kendinden ne kadar uzak olduğunu düşünerek ihtiyarsız
bir hareketle titredi.
Gök yüzünde kopuk kopuk
bulutlar çoğalmıştı. Ay bazı bazı bunlardan birinin arkasına gizleniyordu. Gene
bir defasında karanlığın ve yorgunluğun tesirile Meryemin ayağı bir taşa
ilişerek sendeledi ve bir ağaca çarptı. Hamza, göğüsüne hançerle vurulmuş gibi
bağıracak, ne yaptığını bilmez bir halde Meryeme doğru atıldı ve kıza sarıldı.
Hamza bu halile, sırf sevgilisini tehlikeden kurtarmak isteyen bir
samimiyetiyle masumdu. Fakat Meryemin “hiç bir yerim acımadı, üzülme Hamza,,
diyerek verdiği mükerrer teminatla akîı başına geldikten sonra da Hamza,
gönlünün verdiği hissî bir emirle Meryem'i bir türlü kollarının içinden
bırakamı- yordu. Fakat, kendi müteheyyiç hisleri ve şedit heyecanına rağmen
Meryemin heyecansız ve sakin kalbi, bu kolların mütehallik savletini
hissetmeyip, bilâkis bu çenberden kurtulmak için kat’î bir azımla gerilen
vücudu, sarih ve canlı bir ihtar gibi Hamzanın kollarını gevşetti. En beliğ
bir ifade ile Meryemı bırak mak, hem de bir daha yaklaşmamak üzere bırakmak
lâzım geldiğini anlatmış oldu.
Duygular manzumesinin
sezdiği hakikatlar, çok defa kelimelerin izah ettiği sözlerden daha yanılmaz
hükümler taşır. Hamza da daima, hassas bir ibre gibi, Meryemin hislerinin
mümessili olan hareketlerine dikkat eder, onları, sözle ifade edilmişten daha
iyi anh- yarak, bu arzuların icab ettirdiği taraf teveccüh ederdi.
Şu muhakkaktı ki,
Meryemle günden güne aralarındaki mesafe genişliyor ve genç kız, istikameti
meçhul bir semte doğru alabildiğine gidiyordu. Bu gidiş nereye idi? Hamza
Meryemin her hangi bir gönülün arkasından gittiğini asla tasavvur edemiyor,
bununla beraber Meryemdeki aşk kabiliyetinin de günden güne tekâmül ederek onu
dayanılmaz cazibesine doğru çektiğinde de şüphe etmiyordu.
Şimdi şu önünde yürüyen
sevgilisini nasıl görüyorsa, bu hissinde de aynı vüzuh ve katiyetle aldanmadığını
seziyordu. Güzel, ateşin, gümrah duygulu Meryem, Hamzadan uzaklaştığı nisbette
aşka, Hamzayı ürküten meçhul bir aşka doğru gidiyordu.
Aralarında artık sık sık
vukua gelen vakaların, kendi aleyhine kaydettiği neticeler, bu hükümleri katileştiren
birer imza gibi inkâr götürmüyordu.
***
Hamza o geceyi çok
buhranlı geçirdi. Sabahleyin erkenden uyandı. Güneş yavaş yavaş, sabah sisini
bir gelin duvağını kaldırır gibi çekip aldı.
Şimdi her taraf daha
vazıh, daha sarih hatlarla tebellür etmiye başlıyor, tatlı inhinarlarla
oymalanmış tepecikler, bağçenin musann’a tarhları, bir güzelin yüzündeki
gamzeyi hatırlatan, şu bir noktası batmış, çukurlaşmış kum dağı... henüz
yapraklarındaki rutubet kurumamış hurma ağaçları, artık hep meydanda idi...
tabiat, rehavetli hülyasından uyanıyor Hamza bu güzelliği hırpalayacakmış gibi
soluklarını korkarak alıp veriyordu.
Bu tabiî güzellik, onu
bir an için müteselli etmişti. Fakat bu, bir nevi sahte siperdi. Dün geceki
vak’a- nm acısını unutmak için kendi kendini avundurmak istediği bir kaçamak
yolu... Hiç Meryemin sözlerini, hareketlerini unutmak için tabiat güzellikleri
ona bir deva olabilir miydi ? Hamza bunlardan ne kadar kaçsa, ne kadar unutmak
yollarını araştırsa, artık günden güne gerilen bu vaziyeti bir neticeye
bağlamak lâzım olduğunu, bütün dehşetine rağmen zarurî görüyordu.
Hamza muhakemesini
zorluyor, fakat bir karare doğru gidemiyordu. Ya Meryem’le evlenmeli yahut ta ondan ayrılmalı,
bu gülünç vaziyete bir nihayet vermeli idi. Birinci ihtimali düşünürken, buna
kendi bile güldü. Meryem’in kocası olmak, ona Kafdağı’nı aşmaktan da müşkül
görünerek hemen ikinci şıkka atladı; yani Meryem’i terk etmek !
Fakat Meryem’i terk
etmek, Hamza’nın elinde mi ki, bunu düşünebiliyor ve bunu velav bir an için
olsun hatırına getirebiliyordu? Sevgilisini kendi ihtiyariyle bırakmak! Bu
nasıl kabil olabilirdi?
Hamza bunu da şiddetle
reddetti. O halde, gene mi bir karar veremiyecek, gene mi bir erkek gibi hareket
edemiyecekti ? Birden bire genç adam beşaret almış gibi ferahladı. Olsa olsa
bir müddet için Meryemi arayıp sormaz, ondan bir müddet için olsun uzak
yaşardı. Kim bilir belki Meryem de bu suretle onu özlerdi.
Bu karar onu, biraz evel
düşündüğü ayrılık tehlikesini bertaraf etmiş gibi sevindirdi. Hemen yerinden
kalktı, süt babasına gitmek üzere atına bindi.
Süt babası, Hamzamn vasi
hurma fidanlıklarının bir kısmının idare eden bir ihtiyardı.
İnce bir dereboyunun iki
tarafında uzayıp giden hurma ağaçları, süt babanın kendi gayretile bir çiftlik
haline koyduğu küçük evine müntehi olurdu.
Hamza, güneşin
şiddetinden yorgun ve bitab, için için yanan dereboyundan gidiyordu. Her zaman
yeşille sarı rengin halitasından mülevven olan sular, şimdi güneşin kuvvetli
ziyasından adeta beyazlaşmış, beyaz alevlerle yanıp duruyordu. Sonra kökleri
suda, fakat başları gene suya iğilmiş sazların ne sönmez bir ateşi, ne büyük
bir aşkı vardı. Su, hep su.. Ortada ise, sudan tenebbüt etmiş ve gene zuhur
ettiği bu masdara baş uzatmış narin bir münhani, yay gibi ince bir vü- cud..
Onların bütün varlıkları, bu suya kanmayan varlıktan ibaret...
Hamza, niyazkâr bir
teşnelikle mihveri bükülmüş, ateşin bir dudak gibi dereye ebedî bir buse ile
birleşen sazlara gıbta ile baktı ve kendi gönlü ile bunların arasında sıkı bir
müşabehet buldu. Onun vücudu da Meryemin sevdasında yaşıyor ve gene hayat emmek
için ona doğru bütün varlığı ile sarkıp uzanmıyor muydu ?
Hamza, iradesiz bir
hareketle, atının karnına iki ayağını da vurdu ve dizginleri şiddetle çekti.
Hayvan geri döndü, geldiği istikamete doğru mütehevvir bir savletle koşmıya
başladı. O kadar ki nalların kabarttığı kum tabakası, süvariyi de, hayvanı da
kalın bir perde gibi örtmüştü. Ortada, yolun imtidadınca uzayan bir dumandan
başka bir şey görünmüyordu. Güneş, Hamzanın takib ettiği yolun tam karşısında
idi. Genç adam sanki dünyadan atlayıp, turuncu, mor, kırmızı boylar püsküren
güneşe yetişmek, onun ateşîn çarhına dalıil olabilmek için böyle sür’atle
koşuyor, koşuyordu. Amcasının evine geldiği zaman kendi de, hayvanı da harab
bir halde idiler. Hamza, Meryemi görmemek için biraz evvel verdiği kararını
çoktan unutmuşa benziyordu. Şuursuz bir kafa, Meryemden başka her şeyden
boşalmış bir idrakle kapıdan içeri girdi.
Her vakit attan inmesine
yardım eden kapıcıdan itibaren, dehlizlerde, taşlıklarda tesadüf ettiği kadınlı
erkekli bütün hizmetkârlar, onun toz toprak içinde bu heyecanlı gelişine bir
mana vermiye çalışarak hayretle birbirlerine bakışıyorlar, korkudan seslerini
çı- karamıyorlardı.
Hamza doğruca Meryemin
dairesine koştu. Kapı aralıktı. Meryem büyük geniş sedirin üstünde oturuyordu.
Başını bir kolunnn
üstüne koymuş, yüzü bu kolun kavsi içinde görünmüyordu. Bol ve beyaz
elbisesinin geniş etekleri sedirden aşağı sarkmış, yalnız ayaklarının ucu
meydanda kalmıştı. Bir zanbak demeti kadar beyaz ve temiz Meryemin tam
karşısına gelen bir küçük minderde Halid, elindeki kitabtan şiir okuyordu. Bu
şiirler muhakkak ki Meryem için, hem de bizzat Halid tata- fından yazılmış olacaktı.
Memleketin en yüksek şairlerinden olan Halid, kimbilir Meryem için neler söylüyordu.
Hamza işitiyor, fakat anlamıyordu. Halidin ağzından çıkan her bir heca, genç
adamın menfî duygularına çarparak dökülüyor, samiasına yol bulamıyordu. Hamza
bugün Meryemin yannda, değil rakiblerin- den birini görmek, hattâ kızın
hoşlanabileceği her hangi camid bir cisme bile tahammül edemiyecek bir halde
idi.
Yerdeki postlar Hamzanın
ayak seslerini emdiği için, yavaş yavaş ilerleyerek odaya girişini ikisi de duymadılar.
Meryemin esasen yüzü
örtülü idi. Hamza, bu sahnenin neticesine metanetle intizar ediyordu.
Her halde bir kaç saat
evel Hamzanın, kurtulduğunu zannettiği tehlike tahakkuk etmek üzere idi.
Halid bir şiirden
ötekine geçmek için bir lâhza durmuştu. Meryem bunu fırsat bilerek ve
vaziyetini hiç bozmadan ;
Halid kitabı götürme
belki okurum! dedi.
Meryem bu nazik ihtarla
Halidin gitmesinden memnun olacağını anlatmak istediğin şüphe edilmezdi. Her
halde bir insan bundan daha nezaketle istiskal olunmazdı. Halid de bunu
anlamış gibi kalktı, fakat başını çevirdiği zaman, Hamzanın cansız bir kaya
gibi sert, renksiz çehresiyle karşılaştı.
iki erkek te aynı
gayızlı nazarlarla birbirlerine bakıştılar.
ikisi de, büyük
mücadelelerin başlangıcını gösteren korkunç sükûtlarında devam ediyorlardı.
Meryem, Halid gitmeden
vaziyetini bozmamıya karar vermiş olacak ki, teyze zadesinin veda etmesini
bekliyerek hiç kımıldamıyordu.
Halit bir aralık
Meryemin bu hareketsiz başına baktı. Hamza da onu takib etmekte gecikmedi. Bu
baş günahsızdı. Burada cereyan edecek herhangi bir hadise, onu şiddetle
müteessir edecekti. Her ikisi de bu müşterek hissin tesirile biraz sükûnet
buldular. Hem Halit, Hamzanın dillerde dolaşan sevdası karşısında uzaklaşmaktan
başka ne yapabilirdi?
Gidiyorum Meryem..
Güle güle Halit..
Halit Hamzanın biraz
evvel girdiği aralık kapıdan bir hayal gibi süzülüp çıktı.
Meryem biraz sonra
başını kaldırıp Halidin boş minderinin yanında Hamzanın mütehayyiç kametini
görünce, şu azıcık zaman içinde mühim bir hadisenin geçmiş olduğunu hissetti.
Hamzanın halinde,
şimdiye kadar hemen hiç görmediği müteaddî bir cür’et vardı. Sanki hakikî
hüviyeti, meçhul bir el tarafından ihtilas edilmiş, onun yerine Meryemin
tanımadığı korkunç bir şahsiyet getirilmişti. Hamzanın sesi de, dürüşt ve
cür’etkârdı.
Meryemin: — Hoş geldin
Hamza!
Diye selâmlamasına,
bozuk, raşeli ve anlaşılmaz bir sesle mukabele etti.
Meryem, bu adamın senin
odanda ne işi var ?
Meryem doğrudan doğruya
bu sualin cevabını vermeden, Hamzanın hasta olup olmadığını anlamak istedi.
Hamza ne oldu sana
bugün, hasta mısın yoksa?
Bu seni alâkadar etmez.
Bana cevap ver !..
Hamza bu sözleri Meryeme
söylediğine kendi de
inanamıyordu. Fakat
söylüyordu, daha da söyliyecekti.
Niçin devap vermiyorsun
?
Benim vereceğim cevap, senin
sualinin içinde olduğu için susuyorum : Sen amcamın oğlu isen, o da teyzemin
oğludur. Sen hangi sıfatla bu odada bulunuyorsan, o da aynı karabet icabiyle
geldi. Benim şiir sevdiğimi bildiği için bir kitap getirmiş okuyordu.
Ya o, bütün gün gelen
küstah heykeltraş Franklen ?
Biliyorsun ki heykelimi
yapması için Yunanis tandan buraya onu siz getirttiniz. BabamVe sen. Şimdi de
kendi kabahatinizi bende arıyorsunuz öyle mi ?
Meryem Hamzayı
yatışdırmak ümidiyle tekrar sesini tatlılaştırdı ve sözün mecrasını
değiştirmek için:
Bak Hamza.. Heykel
şurada.. Perdenin arkasında.. Okadar güzel oluyor ki... Bu heykeli bütün Bizans
ve Roma san'atkârları merak ediyorlarmış.. Gel bakalım çok bir şey kalmadı,
bitmek üzere...
Meryemin böyle sükûnetle
izahat verişi, Hamzayı saran şüphe ve kıskançlık kaftanını çekip çıkarmak için
müracaat ettiği bu uslu ve samimî tavırlar, erkeği büsbütün çileden çıkardı.
Meryem.. Sözü lüzumsuz
istikametlere çevırmel Sana sorduğum suallerin cevabını ver. Ne Halit akrabalık
yüzünden, ne de Franklen vazife dolayısile gelmiyorlar. Bunlar zahirî
bahaneler... Ben onların sana olan hakikî izafetlerini soruyorum.
Meryem Hamzayı aldatmak
için sahnevî bir mürailikle hakikati tahrif etmiyordu. Sırf Hamzamn aşkına
hörmeten, bu kıl kadar ince bağı şimdiye kadar koparıp atmamıştı. Fakat
mademki Hamza bunu anlamıyordu, o halde Meryem ne diye hâlâ ona acımakta devam
edecekti ?
Hamza kendine gel.. Bana
hangi salâhiyetle sual soruyor ve niçin cevap bekliyorsun ? Bunu bana izah
et... Ben söyliyeceklerimin hepsini söyledim. Keşki senin şüpheleri doğru olsa,
keşki Meryemin bir sevdiği olsaydı...
Hakikatin acı tokmağı,
Hamzamn başına bütün şiddetiyle indi. Evet, Meryeme bu âınirane sualleri neden
ve ne hakla sorabilmişti ? Meryemle bütün rabıtası, kan hareketinden sonra bir
kuru vehimden ibaretti. Onun Meryeme ne nisbeti vardı ki, böyle küstahça kafa
tutabiliyordu ? Hem Meryemin masumiyetinden şüphe ettirecek bir vakaya mı
şahid olmuştu ki onu hırpalıyabiliyordu ?
Hamza, vaziyeti kısaca
tahlil edince, büyük bir mahcubiyetle başı önüne düştü.
Meryem, Hamzamn bu
hissini duymakta geçikmedi. Sesini tekrar tatlılaştırdı. Artık o da bu
sahnelere bir nihayet vermek, Hamzamn kendi üstünde tasavvur ettiği hal ve
istikbal ümidlerini kökünden keserek bu işi bitirmek istiyordu. Hamza, bilerek
bilmiyerek buna muvafık bir zemin hazırlamış bulunuyordu. Hemen bu va/.iyetten
istifade etmek lâzımdı. Belki de Hamza, Meryemi temellük ümidlerini kat’î
olarak kaybederse, hıı müşevveş ve helecanlı vaziyetten kurtularak rahat eder,
hayatına yeni bir istikamet çizerdi. Meryem aralarındaki bu mevhum bağı
koparacak olursa Hamzaya hir iyilik etmiş, onu bir derdden kurtarmış olacağını
düşünüyordu.
Hamza, bana karşı olan
hissiyatın bence malûm ve hürmete şayandır. Fakat seninle şimdi iki arkadaş,
derdleşen iki dost gibi konuşalım. Zira bundan sonra da senden yalnız bu
dostluğu, bu arkadaşlığı amcamın oğlu Hamzayı arayacağım. Bana karşı olan
hislerine artık bir had çekmek, onları başka bir istikamete döndürmek zamanı
geldi
Sen, tanıdığım ve takdir
etiğin insanların en ba- şmdasın. İnsanî hislerin, dostluğun, merd arkadaşlığın
hayatımın kıymetli bir kısmını işgal eder. Fakat yalvarırım sana Hamza artık
bu mevzuu halledilmiş bilelim.
Belki sözlerim seni
rencide etti. Fakat buna sen sebeb oldun.
Sonra şunu da
söyliyebilirim ki etrafımı çevreli- yen adamlar, Halidler, Franklenler, hasılı
bütün insanların sevgisi, üstünde bir nefes bile tevakkuf etmediğim
oyuncaklardır.
Meryem yerinden kalktı.
Biraz evel işaret ettiği perdeyi çekti. Bitmek üzere olan heykel meydana çıktı.
Bak Hamza, emin ol ki
bana ithaf edilen her hangi bir şeyle ne alâkadarım, ne de onları kaybetmekle
bir teessür duyarım.
Meryem, narin vücuduyla
heykelini kucakladı, sür- atla pencereden dışarıya fırlattı, Heykel taşlıkta
büyük bir gürültü ile parçalandı
Hamza kızın hareketine
mani olmak için koşmuş, fakat yetişememışti. Heykeltraş Franklenin şaheseri,
bir toz yığını halinde şuraya buraya dağılmış kalmıştı.
Meryem ayni çeviklikle
gene koştu ve Halidin bıraktığı kitabı da parçaladı. Kızın kitabı almak için
istical eden eli, Hamzanın Babil kervanından kendisi için aldığı Acem sanat
eseri bir çiçekliği de devirmiş, o da bu ift'ırak faciasının kurbanı olmuştu.
Hamza donmuş kalmışdı.
Meryem müteheyyic devam
etti. Sanki başkası söylüyor da Meryem dinliyordu. Hamzaya ümid vereck sözler
söylemiyor, bilâkis tam bir samimiyet halinde, adeta kendi kendine hitab
ediyormuş gibi konuşuyordu.
•— Hamza... ben şimdiye
kadar hiç bir tarafa gönül bağlamadım. Şu parçalanan kıymetli eserler gibi, o
eserlerin canlı birer nüshası olan vücüdlardan da gönlüme karargâh aramıyorum.
Nafile, benim üzerime töhmet koyma. Sen, mizacımın büyük bir aşk istida- diyla
yuğurulmuş olduğunu en yakın bilenlerdensin. Fakat bu inkişaf etmemiş duygu,
belki de ömrümün sonuna kadar hiç kimseye sıçrayamıyacaktır. Zira bu aşk
ihtiyacı, his kayıdiarınm esaretine mütehammil değildir. Benim endişem, bu
serabı duyguların esaretine bağlanamaz.
Ben kimseyi sevmedim.
Seveceğimi de zannetmiyorum, müsterih ol Hamza!
Hamza artık nasıl
müsterih olabilirdi ? Meryemin (kimse) kelimesiyle ifade ettiği zümre içinde
kendi de dahildi. Hem müsterih olabilmesi için Meryemin tavsiyesini
tutabilmesi, sevdasını başka istikamete döndürebilmesi lâzımdır- Halbuki
Meryem ona, en yapamı- yacağı şeyi teklif etmişti. Eğer Meryem aşkı bilseydi
ona “aşktan vazgeç,, diyemezdi. Hamzaya her şey teklif edilir, her şey
söylenir, fakat bu asla !
Biraz evvelki gügremış
arslana benzeyen Hamza, sevgilisinin bu sarih tenbihiyle kendi vaziyetini ve
bir gün olup onun gönlüne sabih olması ihtimalinin nasıl katî bir darba ile
yıkıldığını görüyordu.
Hamza Meryemden muvakkat
olsun uzak bulunmak kasdıyla kırlara doğru başı boş giderken, niçin atının
dizginlerini kısarak Meryeme, kaçtığı, sakındığı bu teklikeye doğru azamî
suratla koşmuştu. Bu vaziyeti bir an evvel tahakkuk ettirmek, şiddetle içtinab
ettiği bu hadiseye ön ayak almak için mi?
Meryemden kaçan Hamza
ile, Meryeme koşan Hamza aynı şahis değillerdi ki... Birincisi, bir his sahtekârı,
kendini bile hile ile aldatmak istiyen bir mürai idi. İkincisi, olduğu gibi
görünen, nikabsız, dürüst ve samimi idi.
Hamza şimdi bu iki
şahsiyeti mukayese ederken hangi Hamzayı yaşatmak, hangisini öldürmek lâzım
geldiğini düşünüyordu. Meryemi memnun etmek için, her halde İkinciyi öldürmek
lâzım gelecekti. Aşkını saklıyamıyan, her ne bahasına olursa oisun onu itiraf
eden Hamza artık yaşıyamazdı. Meryemin yaşadığı dünyada, ancak birinci, nikâhlı
Hamza yaşayabilirdi. Hoş bir gün bunların ikisini de öldürmek Meryemi büsbütün
Hamzadan kurtarmak ne iyi bir fikirdi.
Hamzanın aşkı artık her
zamankinden daha muş- kül, daha acınacak bir safhaya girmişti. Meryemin hislerine
alenen muttali olmak, onu aşkından vaz geçirmek şöyle dursun, müstear bir
hüviyet içinde daha sinsi, daha derunî yanıp yakılmaya sevkediyordu.
Bu güne kadar Meryemin
evine bir amca oğlundan daha salahiyetli, daha serbest, âdeta sevgilisine yarı
sahihmiş gibi girip çıkıyordu. Meryem de onun akrabalık ve dostluk perdesi
altında gizlenen alâkasını müsamaha ediyor ve ona hörmetkâr davranıyordu.
Eğer böyle bir vakaya
sebebiyet vermeseydi, yani Meryemi açıkça hislerini söylemiye mecbur etmeseydi,
belki de uzun bir zaman, belki de ebediyen bu evin müdavimi ve sevgilisinin
mahremiyetinin en yakın bir aşinası olarak kalacaktı.
Meryem de bu hadiseden,
çok müteessir olmuştu. O, Hamzaya her zaman acır, ıztırabîarmı giderememek
çaresizliği karşısında, her zaman üzüntü hissederdi.
Meryem, aşkın sebebiyet
verdiği hataların şayanı af olduğunu, bu günahların kefareti kendi içinde olduğunu
bilirdi. Onun için Hamzayı bu dürüst harekâtından dolayı mazur görüyordu.
Hamza arasıra gelip
kendisini görmeliydi, eğer ondan bu hak ta alınırsa tahammül edemez ölürdü.
Meryem bu müsaadeyi
Hamzaya münasib bir lisanla söyliyebilmek için onun kendinden itina ile kaçan
gözlerini aradı. Fakat genç adam Meryeme bakmadı, hiç bir şey söylemeden
kapıdan çıktı.
Giderken, Meryemin her
zaman arkadaşından cebrî bir nezaketle :
Daha erken değil mi
Hamza ? Demesini bekledi.
Hamza, bu basma kalıp
cümlelerin Meryemin du- ulaklarından zorla çıktığını bildiği halde, sırf bu
sesle teşyi olmak, bu sesin mest edici ahengini duymak için onun samimî
olmadığını bldiği halde gene duymak isterdi. İşte şimdi de aynı hisle bunu
beklerken, gönlünde hâlâ üınid kıvıcımlarının yanıp sönmesine şaştı.
Fakat Meryem ondan, bu
bir damla hayat suyunu da esirgemişti.
Benimle beraber
gömülecek sır nedir biliyor- musun Ziibeyde ?
-— Ne bileyim sultanım
söylerseniz elbette büyük bir alâka ile dinlerini.
Eğer bilirsen seni azad
ederim.
Ben artık azad olmaktan
ziyade bu sırrı öğrenmek istiyorum.
istiyorsan bul..
Nasıl bulayım,
söylemiyorsunuz ki...
Düşün de bul..
Hiç düşünmez olur muyum
? Ne olur söyleyeyim artık.
Söylemem, söylemem, ben
bu sırrı kendime bile söylemem. Ben nereye o oraya... Ben mezara o da mezara...
Bu genç yaşınızda böyle
fena şeyler söylemeyiniz... Hem anneniz de dadınız da duymasın,..
Nereden duyacaklar? Sen
sarayın en sıkı ağızlı kızısın. Sen söylemedikten sonra...
Üçüncü Menzerin en güzel
kızı Kamerle, cariyesi Zübeyde, tıpkı masallarda olduğu gibi, hemen her gün
aynı kelimeler içinde dönen bu muhavereyi tekrar ederlerdi. Böyle söylenmiyen
sır, bir gönül sırrından başka ne olabilirdi ? Cariye hemen hemen buna karar verecek
olurken gene vaz geçerdi. Zira Kamer gibi mağrur ve kimseyi bevenmiyen,
taazzumüyle şöhret bulmuş bir Sultanın cariyesini karşısına alıp böyle mevzular
üzerinde konuşacağını, cariye asla havsalasına sığdırmazdı.
Halbuki Kamer,
Hükümdarın mağrur kızı, bu sırrı söylemekte bir fayda ümit etmiş olsaydı, onu
değil yalnız cariyesine, hatta babasına, anasına, bütün cihana ilân eder,
gururunu hançerliyerek parça parça ederdi.
Her varlığa meydan
okuyan aşk gelince, gurur ne oluyor ki, Kamerin yolunu bağlasın ? Onun bu sırrı
ilân etmemesi gururundan değil, söylemekte müsbet bir semere ummadığındandı. Bu
hususta kimsenin delâleti faydalı olamazdı. Zira bu, zorluğa gelmiyen bir
gönül, bir aşk sırrı idi. Bunu yalnız Kamerle sevdiği adam biliyordu. O adam ki
genç sultana karşı mermerden daha katı bir kalbin sahibi, Kamerin kendisine
olan şiddetli alâkasını çoktan beri hissetmiş olduğu haîde bu aşka bir
yabancıdan daha kayıtsız olan bir zalimdi. Bu adam bir kızı seviyordu. Fakat
Kamer her veçhile kendini bu kızdan üst göröyordu.
Bu kız, babasının
müsahibinin kızı Meryemdi.
Halbuki Kamer, belki
ondan daha güzel fazla olarak bir Hükümdar kızıydi. Hamza istese, Kamer bu
aşkla onu şiddetle mes'ut edebilirdi. Halbuki Meryemin Hamzaya sarih bir alâka
ile bağlı olduğunu kimse işit- memişti. Kamer bugün her vakitkinden daha ziyade
Meryem'i kıskanıyor ve ona sonsuz bir kin hissediyordu. Zira Hükümdarın
güzel kızı Kamer, Hamzayı her vakitten daha ziyade özlüyor ve seviyordu. Genç
hekimi görebilmek için, gene yalandan hasta olmaktan başka çare bulamıyordu.
Zübeyde, dadıma söyle
Hekim Hamzayı buldursun çok fena başım ağrıyor.. Dedi.
Zübeyde Kamerin emrini
yerine getirmek için hemen dışarı çıktı. Biraz sonra genç sultan kapının kımıldadığını
gördü. İçeriye dadısı 'girdi, elinde bir şişe vardı. Saf kadın Kamerin
hastalığına inanmış, telâş ve üzüntü ile yaklaştı.
Ne oldun gene yavrum ?
Bir şeye mi canın sıkıldı ?
Kamer, dadısının
suallerini duymuyordu bile...
Hekim Hamzayı çağırtınız
mı dedi ? Dedi.
Yavrum, Hekim Hamza çok
uzakta bir hastaya gitmiş. Geçen gün bana bu şişeyi verdi: Sultanın başı
ağrıyıp beni çağırttığı zaman bu ilâçtan bir kaşık içirirsin. Dedi. Haydi
yavrum al şu ilâçtan, bir şeyin kalmaz ! Diyerek Kamere ilâcı uzattı.
Güzel Kamer bu darbeyi
asia beklemiyordu. Demek ki Hamza bunu da yapmıştı. Dadıya ilâcı bırakmakla,
Kamere açıkça, artık beni taciz etme, demek istemişti. Kamer ne kadar hüsnüzan
sahibi de olsa, bu remizli ihtarı tevil edecek kadar budala değildi. Keşki
Hamza ilâç yerine zehir bıraksaydı... Maamafih Kamere, bu ilâcı görmek bile
bir zehirden daha müessir, daha tahribkâr bir sille oldu.
Şişe, dadının elinden
kamerin eline geçerken birden bire düşerek kırıldı ve içindeki mayi döküldü.
Eyvah kızım ne yaptın.
Ya hekim Hamza geç gelirse, sana şimdi kim ilâç verecek ?
Elimden kayıverdi,
dadı... Hem başımın ağrısı hafifledi, sakın Hamza geldiği zaman hasta olduğumu
söyleme !
Elçi Marküş, Hayreye
geleli on beş günden fazla olmuştu. On beş gündenberi memleketin her tarafında
tertib edilen eğlenceler, ziyafetler, gezintilerle, izaz edilmişti. Bir hafta
sonra da üçüncü Menzerin Bizans Imperatoruna göndereceği hediyeleri ve elçinin
şahsı namına hazırlanan kıymettar eşyaları, bilhassa güzel cariye Selimeyi
hamilen Bizansa hareket edecekti.
Marküs bu gün, ziyaret
mutad olmıyan bir saatte üçüncü Menzere mühim bir maruzatı olduğunu söyli-
yerek kabulunü rica etmişti.
Elçi Hükümdarın huzuruna
girdiği vakit, yüzünde hep ayni müstehzi nikahı vardı. Misafireti esnasında
gördüğü hüsnü kabulden, sarayın gösterdiği teveccühten, halktan gördüğü alâka,
ikram ve itibardan, alış- kan ve yarı resmî bir lisanla uzun uzun bahsetti. Bir
elçiye yakışan soğuk teşekkürden sonra da birdenbire maksadına girdi.
Haşmetmaab î .Benim için
lütfen hazırlattığınız cariyenin yerine, intihab ettiğim başka bir kızı istersem
vermek lütfunda bulunur musunuz? Beni reddet- miyeceğinizi kuvvetle ümid ederek
huzurunuza bu emniyetin şetaretiyle girdim.
Söyleyiniz, bu bahtlı
kadın kimdir ?
Musahibiniz Zeyyadm kızı
Meryem..
Hükümdar Üçüncü Menzer,
Marküsten ne daha az
akıllı, ne de daha az
kurnazdı. Elçinin resmî bir insi-
camla tabiye ettiği
sözlerinin arkasında gizli bir maksadı olduğunu esasen sezmişti. Onun için bu
damdan düşme teklif karşısında hiç şaşırmadı. Bilâkis sahnevî bir teessürle
ciddileşerek :
Maalesef bu mümkün
değildir dostum., dedi.
Niçin Haşmetmaab? Ben
kendisine lâyık olduğu refahı temin edemez miyim ? Bizanstaki sarayım böyle
bir güzel için zannederim^ lâyık bir makamdır. Esirlerim, mücevher hâzinelerim,
bütün debdebe ve haşmetim hep onun olacaktır. Tesadüf ettiğim kadınlar içinde
ben onun kadar harikuladesine, kendimi de, servetimi de ayaklarına atabileceğim
bir İkincisine rast gelmedim. Emin olunuz ki onu, tahminimin fevkinde izaz
ederim.
Meryemin sizinle
evlenmiyeceğini, maddî istirahatinin temin edilememesi ihtimalini düşünerek söylemedim.
O, Hamzanın nikâhlısıdır da ondan. Düğün hazırlıkları bitmek üzere.. Bir
haftaya kadar evlenecekler. Bizansa hareket etmezden evel, bu cemiyete şeref
vermenizi esasen rica edecektim.
Hükümdarın gösterdiği bu
katî ve meşru mazeret, elçiyi mağlûb etmişti. Hemen kendini topladı :
-— Mesut olsunlar...
demek ki kızın istignalı tavırları gönlünün Hamzada oluşundanmış, dedi.
Hükümdar Menzerın
yerinde bir başkası olsaydı, elçinin düşmanlığını celbederek siyasî bir gaileye
yol açmamak için, istenen kadın, kendi kızı da olsa tereddütsüz verirdi. Fakat
hükümdar vicdanlı bir adamdı. Meryemi evladlarından fazla sever ve takdir
ederdi. On beş günlük müsafereti esnasında daima şüpheli, menfî hisler
uyandıran bu yabancıya bu kızı nasıl verebilirdi, esasen verse de kız kabul
eder miydi? Eîçi Marküsün fena şöhreti, daha kendi gelmeden evel Ara- bistana
yayılmıştı. Hükümdar, on beş gündür onu darıltmadan selâmetlemek için tetik
üstünde bekliyordu. Akıbet gider ayak en hatıra gelmez bir teklifte bulunmuştur.
Hükümdar Meryemi bu
adamın elinden kurtarmak için, onun Hamzaya meyli olmadığını az çok bildiği
halde bu hükmü vermiye mecbur olmuştu. Eîçi, bu sözün sıhhatim adamları
vasıtasıyla tahkik ettirse bile kimse Meryemin Hamzamn nikâhlısı olduğunu taac-
cüble karşılamazdı. Zira herkes bu izdivacı bir emri mukadder gibi bekliyordu.
Hem hükümdar, böyle
makul bir sebeble ikna etmeden elçinin teklifini reddetseydi, bu adam, daha
burada iken büyük bir cidalin esaslarını hazırlamıya başlayacaktı. Elçiyi
Hayreden fena intibalarla göndermek, memleketin başına büyük bir derd açmak demekti.
Elçi ile cereyan eden bu
muhavereyi müteakıb, Hükümdar bazı yakınlarını, bilhassa Zeyyadı ve Ham- zayı
alarak eski saraya gitti.
Burası, küçük bir dağın
zirvesine kurulmuş acaib bir bina idi. Uzaktan görünüşü, kablettarih yaşamış
cesim bir hayvanın tahaccür etmiş müstehasesi hissini verirdi. Fakat içi,
bilhassa bağçesi fevkalâde güzeldi.
Hükümdar Menzer,
dinlenmek istediği zamanlar buraya gelir, bir kac gün kalır. Hamzayı da beraber
getirirdi. Zaten Hamza için hangi gün evinde kalmak nasib olurdu ki ?
Hükümdarın vücudu için
onun hazakati, en mühim bir istinadgâlıtı. Hem Hamza hükümdar için yalnız bir
hekim değil, bir dost, samimî, temiz bir varlıktı. Hükümdar, kendi resmî
musahibi Zeyyaddan ziyade, bu gencin hususî fikirlerinden istifade ederdi.
Hükümdarın bu gün eski
saraya gidişi, dinlenmek için değildi. Orada Hamzaya bu mühim haberi müjdelemek
ve bu meseleyi hemen file koymak çarelerini konuşup kararlaştırmak içindi.
Hamzanın her şeye tok olan gönlünü, bu haberden başka sevindirecek bir şeyin
olmadığını Hükümdar biliyordu. Onun için saraya gelir gelmez hemen Harazayı
karşısına aldı ve elçi Marküsle aralarında geçen muhavereyi başından sonuna
kadar anlattı. Nihayet neticeyi de tebşir etti.
Fakat Hükümdarın tahmini
hilâfına, Hamzanın yüzü gittikçe kapanıyor, usaresi boşalmış bir cisim gibi çeksiz takallüslerle doluyordu.
Gözlerinde sabit bir kederin acılığı şimşek gibi kapanıp açılıyor, Hamza, her
bir mesamesinden ateş fışkırdığını hissediyordu.
Genç hekim, alnında
toplanan ter tanelerini, elinin sert bir hareketiyle sildi. Yanan vücudu, aynı
zamanda üşümekten titriyordu.
Bir türlü dimağıyla
hisleri ve uzviyeti arasında muvazene tesis edemiyor, maneviyetini de,
uzviyetini de, haraca bağlıyan ihtilale karşı koyamıyordu. Şuuru, battal ve
bozuk bir âlet gibi bir köşeye yıkılıp kalmıştı.
Meryemin : “bana karşı
olan hislerine bir had çekmek, onları başka bir istikamate çevirmek lâzım...,,
di- yişini hatırlamak, bu topraklaşmış vücuda bir az can verdi. Daha ne
duruyordu. Hükümdara cevab vermek, bu korkunç sükûtu bir nihayete erdirmek
lâzımdı.
Hükümdarım, bu izdivaç
olamaz. Ben Meryemle evlenemem ! dedi.
Ay, neden ?
Evlenemem, çünkü Meryem
beni sevmiyor.
Emin misin ?
Maalesef hem de çok
eminim...
O halde sevdiği kimdir ?
Hiç kimse...
İnanıyor musun ?
Kendime ne kadar
inanıyorsam, ona daha fazla inanıyorum.
Hamza artık bir çocuk
gibi ağlıyordu. Hükümdarın dostuğu onu hem mütehassis etmiş, hem de sonsuz bir
kedere atmıştı. Üçüncü Menzer, bu çığnndan çıkmış adamın sükünet bulması için
epey bir zaman bekledi.
Fakat daha fazla
kaybedecek vakit yoktu. Elçinin meselenin iç yüzünü öğrenmesine vakit kalmadan
bu iş halledil eli idi.
Hamza, çocukluğu bırak.
Bu izdivaç olacak.
Hem memleket için, hem
de Meryemi o adamın pençesinden kurtarmak için senin onunla evlenmen
zaruridir.
—- Meryem, Meryem... o,
buna asla razı olmaz l
Meryem akıllı bir
kızdır. Bu işde hem vatanının selâmeti, hem de kendi selâmeti mevzubahistir. Meryem
beni bir elçiye yalancı çıkararak Hükümdarının şerefini kırmak hususunda inad
edecek bir kız değildir»
Hoş o da, sen de ne
kadar ısrar etseniz ben kendimi bu mevkie düşürtmem.
Haydi Hamza, sen biraz
bağçeye çık, hava al; ben amcanla bu işin alt tarafını düşünürüm.
Hamza, birden bire
uykudan uyanmış gibi kendini bağçede buldu. Hükümdarın yanından nasıl
ayrıldığını,, nerelerden geçip te buraya kadar geldiğini hiç hatırlamıyordu.
Şuuru onu tamamiyle terketmiş gibi idi.
Tabiatın kucağında
oluşu, ona teselli vermişti. Hamza, tabiat güzellikleni çok severdi. Etrafına
tecessüsle bakmıya başladı. Buraya bir defa, leyleklerin hicret mevsiminde
Meryemle beraber gelmişlerdi. Gene böyle, nar ağaçlarının gölgesinde
oturmuşlar, konuşmuşlar, ve leylek gazalarının yeknesak tasavvutunu
dinlenişlerdi.
Hamzanın gözleri,
buranın bugünkü halini görmüyor, Meryemle beraber yaşadıkları mazinin hükmünde
seyrediyordu. Sanki gözleriyle tabiat arasına bir perde çekilmiş, ona, içinde
bulunduğu bu harikûlâde manzaraları göstermiyordu.
Hamza yalnız, bu perdeye
nakşolmuş maziyi görüyor, onu okuyor, onu seyrediyordu.
Hayır, Hamza maziyi
okumuyor, onu ezberebili- yordu. Meryeme aid hatıralar, Hamzanın hafızasına o
kadar sağlam ve eksiksiz yerleşmiştir ki, o her istediği zaman bunları yeniden
yaşatırdı.
Yazla baharın
mültekasında bir gündü. Durgun içli bir hava, tabiat yer yer boyanmış ve
canlanmıştı. Eski Sarayın bağçesinde ağır başlı, mahzun, bir az da mümzevî bir
cazibe vardır. Burası, görmüş geçirmiş kimselerin, aranıp sorulmıyan
iztirabiyle daima hüzünlüdür. Fakat güzel bir yüz için hüzün de bir nevi cazibe
menbaı, diğer bir kıymet değil midir? Ağlıyan bir gözün, gülen bir yüzden daha
teshir edici bir nüfuzu olduğğ inkâr olunur mu ?
Meryemle şuradan, çok
uzaklarda görünen dağların zengin teselsülüne beraberce bakmışlar, Meryem bunları
el ele yürüyen yaramaz çocuklara benzetmişti. Sonra şu karşıki vadiye inmişler,
bir tebessüm kadar ince, şeffaf bulutların hareketlerini seyretmişlerdi.
Görünmiyen bir yelpaze
ile üflenerek, şekillerini, yerlerini değiştiren bu bulutları bile Hamza şimdi
bütün vüzuhiyle görüyor gibi idi.
Sonra yavaş yavaş
başlıyan akşam, güneşin yalnız dağların ve yüksek ağaçların tepelerinde kalışı
ne güzeldi. Damla damla çöken gece, esmer bir libas gibi tabiatı sarıyor,
öperek, okşıyarak nüvazişle örtüyordu.
Eğer kabil olsaydı, bu
çöken geceyi Hamza, eliyle itip durduracak, gitıne zamanını ihtar eden bu kara
tehlikeyi defedecekti. Zira Meryemin
Haydi Hamza, gidelim
artık !
Ddiyen sesini duyuyor,
kalkıyorlar, yurumiye başlıyorlar.
Gök yüzünde damar damar
renkler var... Bunlar birbirinin içine geçmiş, birbirinin ismine tecavüz etmiş
mahlût renkler, gök yüzünün âfif boyaları...
Meryem kumların
arasından, kimini çiçeğe, kimini böceğe, kimini yüreğe benzeterek taşlar
topluyor, avucunda sim sıkı saklıyor. Bunlar Meryemin okadar hoşuna gidiyor
ki, kaybolur diye Hamzanın cebine koymak teklifini bile kabul etmiyor.
Saraydan ne kadar da
uzaklaşmışlar, hep yürüyorlar, yürüyorlar... Meryem, dağların şurasında,
burasında pırıldıyan su birikintilerini görünce duruyor. Bunlar tıpkı kırılmış
bir aynanın, şuraya buraya fırlatılmış parçaları gibi mücella ve durgun..
Yaklaşan gecenin yağız çehresinde büsbütün parlak görünüyorlar.. Meryem hemen
koşuyor, bunlardan birine iğilerek bakıyor. Kendi hayalini aynen tekrarlıyan
bu suya bakarken kız gülüyor. Meryemin bu sıcak neş’esi Hamzaya cüret
veriyor, o da suya iğiliyor. Meryem, kendi hayalinin yanında beliren Hamzanın
başım görünce, elindeki taşları, uyuyan suya şiddetle fırlatıyor ve baş başa
duran bu iki gölgeyi karmakarışık edip bozarak hızlı hızlı yürümeye başlıyor.
Hamza bu gibi darbelerle
hurdahaş olmıya alışıktı. Maamafilı bugün sevgilisi ile geçen şu birkaç saatin
sarhoşluğu, onu bu hadise yüzünden fazla bir eleme düşürmedi ; bu işe kendi
hesabına müteessir olacağı yerde, Meryemin kendi eliyle topladığı, her birine
bir isim koyduğu taşlarının ziyama acıdı.
Saraya varıncıya kadar,
müsbet tahassüsleri zengin teselsüllerle devam etti.
İşte şimdi Hamzanın
dimağı, o hatıraları tekrarlıyor ve yaşıyordu. Maamafih bu hatıralar onu
doyur- mamıştı : (Meryemle geçen zaman ne kadar kısa, bir nefes gibi...) Diye
söylendi..
Sidi, sidi... Hükümdar sizi istiyormuş...
Hamza, yunına kadar
sokulan hademenin sesiyle
kendine geldi.
Çok yorgunsunuz galiba
Sidi... Uç kerre seslendim duymadınız. Ben de, sizin gibi hastalarla uğraşsam
böyle olurdum. Siz olmasanız memleketin hali ne olur ? Karımın on senedir
çektiği sancıyı sizin ilâcınız geçirdi.
Hamza, bu kendi söyleyip
kendi dinleyen hademeyi takib ederek saraya girdi.
Meryemle Hamza bu gün
evleniyorlar. Bütün şehir, hattâ civar aşiretler bile ayakta.
Bu anî izdivaç, herkeste
hayretle karışık bir te- heyyüc uyandırmış. Meryemde ümidi olan erkekler, bu
darbadan sersemlemiş gibi... gerçi Meryemle Hamzamn bir gün olup evlenecekleri
hemen hemen mukadder bir keyfiyetti, fakat bu kadar tepeden inme oluşuna hayret
etmemek te mümkün değildi.
Bu merasime hemen bütün
şehir davtli idi. Çünkü Hamzayı da Meryemi de sevmiyen kim vardı ki istisna
edilebilsin? Yalnız bu izdivaçtan dolayı, düğün değil matem yapanlar, kan
ağlayanlar da vardı.
Saray kalabalık, Hamzamn
evi kalabalık, sokaklar, meydanlar kalabalıktı, izdihamdan kimse kimse kim- s
ey i görmüyor, tanımıyordu.
Büyük meydandaki
yüzlerce çadıra, dolup boşalan sofralar kurulmuş... bağrışanlar, bir ağızdan
şarkı söy- liyenler, sarhoşlar, hasılı her tabakadan, her sınıftan halk var...
Hükümdar, bu düğünün
mübalâğalı bir şataret içinde geçmesi için akıllara hayret verecek mikyasta
geniş ve mütenevvi surette eğlenceler hazırlatmıştı.
Bir sarhoş bağırıyor: —
Burası Hekim Hamzamn sofrasıdır, yiyin, için... burada şaraplar bardakla içilmez,
destisiyle içilir...
Başka bir sarhoş
arkadaşının hitabesini tamamla- mıya çalışıyor :
Korkmayın arkadaşlar
için, için! Hasta olursanız Hamza size ilâç verir. Siz ona gidemezseniz o size
gelir.
Bir başkası : — Eğer
midemde bir kaşık ilâç için yer olsa, bir kadeh daha şarab içerdim., diyor.
Meydanın her tarafında
yer yer çalgıcılar, oynıyan delikanlılar var..
Saraya davetli olanlar
için daha başka, daha ağır eğlenceler tertib edilmiş. Meryem de bunların
arasında..
Marküsle, heykeltraş
Franklen bir köşede derdle- şiyorlaî. Franklen de Elçinin kafilesiyle beraber
artık Bizansa dönecek. Mademki Meryem heykeli kırdı, bu san'at eserini tahrib
etti ve bir başkasını da yaptırmaktan ictinab ediyor, o halde sırf bu iş için
gelen Franklenin buralarda artık ne işi olabilir?
Marküs üst üste içiyor
ve arada bir içini çekerek :
Kızı kaçırdık 1 Diyor.
Franklen ise bir kâhin
gibi tefeül ederek :
Meryemin, heykeli tahrib
ettiğini duyduğum gün, onun Hamzaya tutkun olduğunu, aralarında geçen bir aşk
sahnesinin bu neticeye sebeb olduğunu anlamıştım. Üzülmeyiniz, bu kız esasen
size yaramazdı. Diyor.
Franklenin bu anlayışsız
hükmünü elçi tasdik ediyor :
Öyle, öyle amma, kız çok
güzeldi! Diyor.
Biraz sonra bu iki dost
ta, diğer davetliler gibi şarabın tesiriyle, ayarsız, bozuk bir neş’e
dalgasına kapılıyorlar.
Şaşırtıcı bir neş’enin
şuursuz haleti ruhiyesi, bir kaftan gibi halkın üstüne geçirilmiş. Bu örtünün
altında bariz bir adale nümayişi var.
Ziyade neş’e, zaten
ruhun asil bitaraflığını ve sükûnetini ihlâl eder onu sindirir, vücudda hüküm
sürmesine mani olur.
4Ü
Herkes gülüp eğleniyor,
fakat kimse de, asıl bu hadisenin merkezi olan Meryemle Hamzanın ruhî manzarasını
seyretmiye, araştırmıya lüzum görmüyor. Zira halkın nazarında onların
saadetleri, şüphe edilmiyecek kadar kat’î. Hatta işin az çok iç yüzünü bilen
Hükümdarla Zeyyad bile bu mes’eleyi kapanmış farzediyorlar.
Fakat Hamza, o harab..
O, herşeyi biliyor. Meryeme ismen olsun kendi zevcesi olmak elemini vermi- ye
razı olması, gene Meryemin selâmeti için olmasaydı, o, bunu kabul edermİydı ?
Fakat Meryem bunu biliyor mu ? Yoksa bu işi Hamza tarafından tertib edilmiş
alçakça bir emri vaki mi telâkki ediyor ?
Hamza, şu, bir hafta
zarfında bir türlü gidip Meryemi görmiye ve vaziyeti bir defa olsun yüzyüze
an- latmıya cesaret edememiş, işi tabiî cereyanına bırakmıştı.
Bu akşam Meryemin yüzüne
nasıl bakacak ve ona ne söyliyecekti ?
Bu evlenme hadisesinden
dolayı Hamza, Meryemin hesabına teessür hissetmekle beraber, bundan sonra
onunla, tıpkı çocukluklarında olduğu gibi, aynı çatı altında yaşıyacaklannı
düşünerek, sinsi, korkak bir sevinç te hissediyordu. Fakat bu hissini kendine
bile itiraf etmekten çekiniyor, Meryemin duygularına hürmetsizlik ettiğini
anlıyarak, fazla düşünmek istemiyordu.
Maamafih bir lâhza
olsun, Meryemle beraber olmak düşüncesi, genç adama bütün ıztırablarını tatil
ettirdi. Bir zevk dalgası bütün vücudunu berkî bir sür’atla dolaşıp çekildi ve
Hamza tekrar kendi haliyle kaldı. Şüphe yok ki, Hamza da, Meryem de,
kendilerine izafe edilen bu gürültülü merasimin en yabancısı, en bigâ-
nesi idiler. Gerçi
ikisinin de teessürleri ayrı ayrı men* balardan geliyordu ; fakat ikisi de
birbirinden elemli ve perişandı.
Meryem saraydan Hamzanın
evine geldikten sonra, . odasına çekildi. Kızın her bir damarı ayrı bir kalb gibi
vuruyor, âdeta hu hayecan maddîleşrek vücudunun her hangi bir tarafından,
zabtolunmaz bir feveranla fışkırarak, ortalığı istilâ edecekmiş gibi
geliyordu. Gönlünden müteselsil bir sür’atle geçen hisler, bütün sükûnet
kabiliyetini kapıyor, çalıp, çalıp kaçıyordu.
Genç kızın her bir uzvu
seğiriyor, titriyor, sanki on senelik ömrü, sür’atle bir saatte yaşıyormuş gibi
bütün vücudu yanıyordu. Korkulu hisler, birer cesim körük gibi bu ateşi
üflüyor, alevlendiriyor, bir an evel, yakıp bitirmek istiyordu...
O, bir hafta evvel
cereyan eden ayrılık hadisesi tamam olup ta, tam Meryem kalbî istirahata
varacağını zannettiği bir zamanda kopan bu kıyamet neydi? Tesadüf mü, kader
miydi bunlar?
Meryem, bu hayat muammalarının menşeini bilmek, öğrenmek
istiyor. Zira bunlar bilinmedikçe, insan kendini gurbete düşmüş bir yalancı
hissediyor. Benliğine, ruhuna, hasılı hilkatin sırrına bigâne olan kimsenin
bir diyar garibinden, bir yabancıdan ne farkı alabilir ?
Meçhuller içinde yaşamak, kendine, ve kendini yaratana yabancı
olmak kadar azablı bir şey olurmu ?
Meryem işte daima bu azabı, bu üzüntüleri çeker. Fakat nerede
ona bu yolda yardım edecek, bilgisi, bilgileri mağlûb edecek vücud nerede?
Meryem işte, hasretini
çektiği bu vücudu arıyor ve kanmayan ruhu, tabiatın fevkindeki azamete yetişmek
istiyor. Bu ateşin kabiliyetli kız, ancak o zaman rahat edecek, kendine sahib
olacak....
Hamza... O da bir diyar
garibi... O da bu yolda yardıma ve nura muhtaç bir zavallı... hattâ unsurî
zaaflarına mukayyed olmuş basit bir mahlûk... Meryem bu hususta da onun
yabancısı...
Genç kızın şuuru
gittikçe sönüyor. Düşünmek istiyor, fakat kabil değil, muttasıl çırpınıyor.
Bağçede ve içerde, hatta
sokaklarda sesler çığlıklar, hareketler o kadar ziyadeleşiyor ki, kahkaha sağ-
nakları nareler, velveleler, şuursuz bir savletle kabaran izdihamlı hareketler,
fütursuzlukla koşan bir sel gibi akıyor.
Meryemin başı ağrıyor.
Sanki vücudunun uzvî ve hissî bütün müvazenesizliği başında toplanmış... Ufak
çekiç darbaları gibi yeknesak vuruşlarla beynini döğen bu sessiz uztırabtan
adeta memnun oluyor ; bir türlü (ne fena baş ağrısı) diyemiyor.
Yalnız ağlamak, bütün
mütekâsif elemlerini akıtıp dökmek istiyor, fakat ağlıyamıyorda. Şu kadar var
ki, göz yaşı, arzu halinde iken bile ona bir tesselli, bir şifa gibi geliyor...
Nerede ise sabah
olacak... hâlâ dışarda bin bir ağızdan çıkan sesler var...
Birden bire Meryemin
kapısı açılıyor, Hamza içeri giriyor. Odanın ortasına kadar korkarak ilerliyor.
Meryem şaşkın, bir kelime söylemiyor. Hamza da ondan farklı değil. Fakat genç
adamın müstear bir ciddiyetle kendini tahkim etmiş olduğu besbelli. Esasen şu
bir hafta zarfında Meryemin yanına hiç gelmemesi, onu arayıp sormaması da,
hakikî duygularının tamamen zıddı olan bir hareket...
Odana daha evvel
gelecektim Meryem. Fakat Kamer sultan tehlikeli bir baygınlık geçirmiş ; beni
çağırttılar. Onun için geç kaldım.
Belli ki, Hamza’nın asıl söylemek istediği sözlere bu bir
mukaddeme idi. O, sözlerini ezberlemiş, fakat bu ezberlenmiş sözleri de şimdi
söylemek için müşkülât çekiyor, azım ve gayret sarf ettiği halde
söyleyemiyordu. Nihayet kendine bile yabancı gelen titrek bir sesle başladı:
— Meryem... Seni
ismen olsun karım olmaya icbar eden bu emrivakiden dolayı çok müteessifim.
Şimdiye kadar gelip bu teessürümü bizzat anlatmadığım için beni affet. Özrüm
senin malûmundur.
Bu izdivaçtan dolayı hissettiğim teessürün samimiyetini tahmin
ettiğini bildiğim için fazla bir şey söylemek istemem.
Teessür, diyorum; zira
seni müteessir eden bir vak’a, her ne kadar benim canla arzu hissettiğim bir
şey de olsa, gene teessür duyarım.
Maamafih üzülme Maryeın,
heykelini parçaladığın gün, küstahlığıma verdiğin cevabla, hemen senden nasıl
uzaklaşmışsam, beni bundan sonra da daima kendinden uzak ve hislerinin
hürmetkârı bil i Bu izdivaçtan dolayı hayatında yegâne değişiklik, babanın
konağından benim evime nakletmiş olmandan ibaret kalacaktır. Şu resmî
vaziyetimizden istifade ederek, senden aşkıma cevab bekleyecek kadar beni pek
aşağı bir adam farzetmezsın değil mi? Esasen şu saatte odana bunları söylemek
ve seni daima müsterih görebilmek için geldim.
Hamza fazla bir şey
söylemedi. Ziyaretini uzatmak
4
istemiyordu. Bir adım
geri çekildi. Kapıdan çıkarken birdenbire hatırlamış gibi:
Yarın amcamdan müsaade
alalım da Gamzeyi buraya getirelim. Sen ona alışıkınsın. Yoksa burada çok
yalnız kalacaksın, dedi.
Meryemin istirahatini en
ince noktalarına kadar düşünen genç adamın sözleri artık boğazında tıkanıp
kalıyordu. Hemen buradan çıkması lâzımdı. Yoksa bir haftadan beri şu sözleri
söyleyebilmek için bin zorlukla topladığı kuvveti, cesareti, güneşin kaptığı
bir su damlası gibi meçhul fezalara doğru uçup gitmek üzere idi.
Gelin elbiseleri içinde
bir melek gibi masum kızın güzelliği, genç adamın metanetini şiddetle tehdid
ediyordu. Tam odadan çıkarken, Meryemin bir konca letafetiyle açılan
dudaklarının hareketi, Hamzayı tekrar yerinde durdurdu.
Beni Marküs badiresinden
kurtadığınız için Hükümdara da, sana da hangi sözlerle teşekkür edeceğimi
bilmiyorum. Dostluğun benim en kıymetli istinad- gâhımdır Hamza.
Benim için çok
üzüldüğünü ve ıztırab çektiğini de biliyorum. Fakat bu üzüntüyü, bu ıztırabı
paylaşmanın çaresini bulamadığım için de ayrıca acı duyuyorum. Susmak ve
dinlenmek sırası Hamzaya gelmişti. Meryemin bahsettiği acı, Hamzanın sevgisine
mukabele edememek azabından ibaretti. Demek ki Meryem, şu nazik dakikada bile
aynı şeyi tekrar etmek lüzumunu hissetmişti.
Kabil olsa Hamza:
Biliyorum, biliyorum; yeter söylem ! diye haykıracaktı, sustu ; fakat bu sükûtu
devam ettirebilmek için elleriyle, rast gele vücudunu koparıyor, canını
acıtarak cümlei asabiyesini tembih ediyordu. Bir an kendi kendine : Şu kızın
eline bir hançer versem de hiç olmazsa beni öldürüverse diye düşündü.
Fakat o zaman ölüm bir
kerre gelmiş olacaktı. Halbuki Meryem onu, gözün görmediği hançerle senelerden
beri, her nefes yüz ölümle öldürmüyor muydu ? Hamza, yüz hayata bedel olan bu
ölüme cihanı değişmezdi. Ondaki lezzet ve sekri, bir Hamza bilirdi.
Ne olurdu genç adam
Meryeme müteveccih olan ezelî ibtilâsının, önüne geçilmez zaafının bir
zerresini Kamere karşı da hissetseydi. Kendi için her gün biraz daha solan,
eriyen Kamere, o ancak, yumuşak tüylü bir kediye acıdığı gibi acıyordu.
Hamza son gayretiyle
geri döndü. Artık Meryeme bakmıya cesareti yoktu. Aşktan kavrulmuş dudakları:
Meryem, Meryem.. Diye
sayiklıyarak odadan çıktı.
Meryem, sessizce
uzaklaşan bu merd adamın arkasından takdir ve minnetls baktı. O mahud sahneden
sonra Hamzadan başka, kimse bu fedakârlığa, hayır bu zillete katlanamazdı.
Yazık ki bu zavallının
sevdası gönlünde daima sol- mıya mahkûmdu. Meryem kendini ne kadar zorlaşa,
Hamzamn harareti karşısında bir kerre bile gönlünde müsbet bir hissin doğuşunu
göremiyecekti. O, bu adamın insanlığının ve fedakârlığının bacını ebediyen ödeyememeye
mahkûmdu.
Anlaşılan bu da mukadder
bir emirdi. Demek ki bu da, genç kızın akıl erdiremediği kaderden ileri geliyordu.
Aceba putlara daha fazla kurban kesse, kaderi istediği cihete çekebilir miydi ?
Gene Gamzenin sözünü hatırladı. Bu söz Gamzenin değildi, yolda birisinden
duyarak, gelmiş Meryeme söylemişti :
“Kader,
insanın kendi varlığı ile beraber yoğurulmuştur. Ondan içtinap [Sakınma,
çekinme, kaçınma. ] edilemez. İnsan, kaçmak istediği kaderini beraberinde
götürür.,,
Hadisat, bu vecizeyi Meryeme bilfiil kabul
ettirmişti. Fakat genç kız, okumasını beceremediği bu mukadderat
salıifalarını, İlâhî şuurun akıl erdiremediği gizliliklerini öğrenmeyi ne
kadar isterdi. O, şundan bundan duyduğu tek tiik sözlerle kanaat edecek
yaradılışta değildi. Meryem, hakikata karşı daima aç, daima mütehassir, daima
teşne idi.
Tıpkı, anasının boynuna
kotlarını dolamak, yüzünü öpmek için ayaklarını kaldırarak uzanan, fakat gene
de yetişemiyen bir çocuk gibi, o da son gayretile hakikata yetişmek için
uzanır, uzanır bütün aklî kudretini kullanır fakat lıerşeye rağmen ona
erişemiyerek yeisle dönerdi.
Hakikatin nurlu yüıü,
Meryemin anası idi. Şüphe yok ki Meryemi yaratan ve onu sinesinin saf sütü ile
besliyen bu ananın boynuna kollarını dolamak, onu öpmek için ne yapmak mümkünse
yapacaktı. Ya kendisi büyüyüp ona yetişecek, yahut anası onun göz yaşlarına
acıyarak iğilecek ve güzel yüzünü öptürecekti.
Meryem gene dalmıştı.
Birdenbire silkinti. Herkes onun saadetini tes’it ederken, genç kızın ruhu gene
maveraî bir cevelana çıkmıştı.
Başını pencereye
çevirdi. Ebedî bir yara gibi fecirle yavaş yavaş moraran, kızaran ufka baktı.
Bütün vücuduna çöken dermansızlıkla dizleri bükülerek, kendini yatağının
üstüne bıraktı.
Meryemle Hamzanın
hayatlarının mühim bir hadisesini teşkil eden bu izdivaçtan sonra, Meryemin
iman ettiği mukadderat, onlar için yeni ve hiç beklenmedik bir safha daha
hazırlıyor, belki de hayatlarının dönüm yerini teşkil edecek katı bir zaviye
çiziyordu.
izdivaç merasiminin
üstünden yirmi dört saat geçmemişti ki, Mısır Firavurunun, Üçüncü Mezere
gönderdiği bir ricacı heyeti, hükümdarlarının tehlikeli bir devreye giren
hastalığına, ne Mısır tabiblerinin, ne de kâhinlerin bir çare bulamadığını,
gene kâhinlerin ifadelerine nazaran bu hastalığı ancak Hayre hükümdarının Baş
Hekimi Hamzanın bir çare bulabileceğini ileri sürerek, Hekim Hamzayı Mısıra
göndermesi için Firavunun, Üçüncü Menzere ricasını bildiriyorlardı.
Beraberlerinde çok
kıymetli hediyelerle gelen bu heyet, Hamzayı salimen memleketine
getireceklerini de vadediyor, aynı zamanda bu ricayı reddetmemesi için
Hükümdarlarının her türlü dostluğa hazır olduğunu da ilâve ediyorlardı.
Meryemi bir zekâ
oyunuyla Marküsün elinden kurtaran Hükümdar şimdi ne yapacaktı P Kurnaz elçiyi
mat eden bu baş, şimdi haklı olarak şaşırmış kalmıştı. Hükümdar bu haberle
ağlıyacak kadar müteessir olmuştu.
Üçüncü Menzer, Hamzanın
vücuduna şiddetle muhtaçtı. Hamza onun eli ayağı, hem de memleketin kıymetli
bir uzuv idi.
Hükümdar bir an, baş
hekiminin gaybubetiyle duyacağı sahsî üzüntüsünü unutarak, ona muhtaç olan
halkı düşündü. Hamzanın Hayreden dört beş ay uzaklaşması elim bir boşluk
bırakacaktı. O giderse halk kime baş vuracak, uzak diyalardan şifa aramıya
gelen derdlilere kim çare bulacaktı ?
Üçüncü Menzerin
geçirdiği tereddüd anı epeyce uzun sürdü. Bir tarafta kendinin ve halkın ferdî
men- featları, diğer tarafta memleketin umumî selâmeti mevzuu bahisti.
Memleketinin refahı için taassubla çalışan Hükümdara, şüphesiz umumî menfeatı
tercih etmek icab ediyordu. Hatta icab etse o, kendi hayatını dahî vatanının
selâmeti yolunda feda etmekte tereddüd etmezdi. Nihayet, sefer heyetinin
reisine :
Hükümdarınızın hatırı
benim için pek kıymetlidir. Kendi sıhhatları benim sıhhatim demektir. Baş
hekimin Hamzayı göndermiye muvafakat^ediyorum. Şu kadar var ki Hamza benim
indimde, resmî mevkiinden ziyade hususî kıymetiyle, sarsılmaz bir değer
kazanmış bir vucuddur. Onun istirahatı, benim rahatım demektir. Vazifesi biter
bitmez, hemen iade edilmesi başlıca şartımdır.
Siz de uzak yollardan
geldiniz. Bir kaç gün kalınız, istirahat ediniz sonra yola çıkarsınız.
Sefer heyetinin reisi
Amazis, Hükümdarın bu ali- cenablığına tomturaklı bir lisanla teşekkür ettikten
sonra, hasfa Firavunun intizarda kalmaması için, hemen bir gün sonra hareket
etmelerine müsaade istedi.
Hükümdar üçüncü
Menzerin, uzun saltanat senelerinin isbat ettiği' değerli hasletleri arasında,
metanet ve dirayeti de kuvvetle zikredilirdi. Fakat şimdi, beş on gün içinde
üsi üste gelen bu emrivakilerden bunalmış kalmıştı.
Avunmak için bu gece bir
az eğlenceye ihtiyacı vardi, bu suretle hadiselerin mütekasif tesirlerinden
sıyrılmak istiyordu. Ayni zamanda bu müşkül haberi Hamzaya söylemek için kuvvet
toplaması da lâzımdı.
Hükümdara bu gece her
şeyde bir melâl varmış gibi geliyordu. Yüzlerce genç kızın, kâh canlı bir yay
gibi vücudlariyla çizdikleri münhaniler, kâh bu diri ve taze viicudların
fırlamıya hazırlanmış bir ok gibi gergin ve sert hareketleri, musiki, her şey,
ona yabancı dille konuşan kimselerin ifadesizliğini veriyordu.
Hük ümdarın düşünceli
neşesizliği, muhitinin de dikkatini celbediyor, bunu, Mısırdan gelen sefer heyetinin
getirdiği bir Iıarb haberine, yahut Akdeniz kıyılarına hâkim olan Mısırlıların
ticarî bir tazyikine hamlediyorlardı.
Hükümdarın
neşesizliğinin doğurduğu soğuk hava, hemen bütün saraya suratla sirayet etti.
Rakseden kızlar bile bu işe hayret etmekte idiler. Her zaman güzel ve muattar
saçlarını okşıyarak onlara iltifat eden Hükümdarın bu gece nesi vardı ?
Bahusus muhitin
endişesi, Menzerin mutaddan evvel divanhaneyi terkederek Hamza ile beraber
çekilmesiyle büsbütün arttı.
Bizans elçisi Marküs,
güzel cariyesi Selime ve zen- bir hediye kervanı ile Bizansa müteveccihen
hareket ederken, garib bir cilve eseri olarak Hamza da, heyetle beraber Mısıra
müteveccihen yola çıkıyordu.
Bugün lıava ne kadar
sıcak... İhtiyat sularımız da bitmek üzere. Bana öyle geliyor ki biraz daha
suya rast gelmezsek, biz de, develerimiz de öleceğiz...
Çölde su olan yerleri
kılağuzlar bilir, sen keyfine bak Menes !
Tam keyfe bakmanın
sırası.. Çıldırıyorsun sen galiba.
Bu ne metanetsizlik
Menes ? Hem bu iklime, hem de bu tarzda yolculuklara alışık olduğun halde,
mukavemetsizliğin şaşılacak şey !. Bak hekim Ham- zanın hiç sesi çıkıyor mu ?
Hekim Hamza büyük
adamdır Apikos. Herkes ona benzeye bilir mi ? Oyle olmuş olsa herkesin bir
Hamza olması lâzım gelirdi. Bahusus ben hiç zorluğa gelemem. Dostum Apikos, bir
damla suyum kalmadı, iyilik etmek istiyorsan testini bana uzat !
Apikos, arkadaşı Menese
suyundan verdi, ve sözü Hamzaya çevirdi.
Ben hekim Hamzanın bu
uslu duruşuna bir mana veremiyorum. Sen ne dersin Menes? Yola çıkalı bukadar
gün oldu, bizimle hemen hiç konuşmadı. Yalnız tektük kılağuzla konuşuyor, ikisi
de arab da onun için..
Bizimle konuşacak değil
ya...
Kendim sordun, kendin
cevab verdin Apikos.. Sen de olmasan kafilenin hiç neş’esi olmıyacak..
Ben şimdi neş’eli şeyler
söylemedim ki...
Biraz daha konuşsan
arkasından alay gelir, ben seni bilmez miyim ?
Lâtifeyi bırak Menes,
git Amazise söyle de bir kere Hamzayı yoklasın. Belki bir söyliyeceği vardır.
Fakat biliyormusun
Apikos, Menzer de yaman hükümdarmış ; veda edeceğimiz sırada Amazise neler
söyledi.. Sanki Hamzayı Misıra bedava mı gönderiyor? Akdeniz kıyılarında Arab
ticaretine Mısırlıların müdahale etmemesini, mevziî çarpışmalarda arab hukukunun
himayesini istedi. Eğer elimizde bulunan Arab esirlerinden de haberi olsa,
onların da serbest bırakılmasını şartları arasına koyardı.
Menes, hükümdarın bu
noktayı bilmemesine mu- zafferane güldü.
Rüzgârın şiddetle
savurduğu sıcak kum tabakası, ikisinin de sözlerini kesmişti. Gözlerini
yumarak, başlarını şuğutuftan içeri soktular. Hakikaten güneş, bütün
azemetiyle arza inmiş gibi idi. Çöl, güneşin kursu kadar yakıcı idi. Esen
rüzgâr, yalın ateşti. Menzile yetişebilmek için, bu güneşin altında akşama
kadar yürümek lâzım geliyordu. Susuzluğun tehdidi ciddî idi.
Hayreden kalkan
kervanları, lut denizinin cenubundan geçerek, Gazeye gelecek, orada,
kendilerini bek- liyen gemilere binerek, Dimyata, oradan da Helyopalise
muvasalat edecekti.
Bu seyahat tabiî
şeraitte geçtiği surette, birbuçuk ay devam edecekti. .
Mevsim, çölün en sıcak
zamanı idi. Güneşin kuv-
veti çoğalmış, çoğalmış
yer, gök, hava, hatta şu sonsuz çölün sinesini ben gibi süsleyen kafile bile
ateş kesilmişti. Suhunetin şiddeti her şeyi eritmiş, kavur- muştu. Denebilir
ki, bütün kafilenin içinde sıcaktan, susuzluktan müteessir olmıyan yalnız Hamza
idi. Hamza okadar kendinden münselih ve varlığına yabancı idi ki, Meryeme
takılıp kalan gönlü ve hakikî hüviyeti, orada, Meryemle başbaşa kalmış, Hamza,
bu ıssız, yakıcı çöllere boş bir cesedlegelmişti. Onun için hiç bir ezadan
müteezzî olmuyordu.
Meryem’e mektup göndermek arzusu, bütün imkânsızlığı ile
gönlünde alevlendiği zaman, Hamza, avucuna noktalar koyuyor, bu noktalarda
kalbinin bütün hararetli ifadesi, bütün suzişi [Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme,
etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması. ] ve aşkı mevcud
olduğuna inanıyordu.
Bu noktalar sanki kendi kendine tafsil olacak, semada teker
teker uçup, birer aşk namesi gibi Meryem’e kadar gidecekti.
Hamza, bu ruhî emirde büsbütün de haksız değildi.
Bütün bu mevcudatın bile aslı, basit bir noktadan başka neydi ?
Uzvî ve manevî varlığı ile, koskoca bir hilkat âbidesi olan
insanın da aslı, bir noktadan başka nedir ?
Sonra mükevvenatın azameti içinde, arz da bir nokta değil midir
?
Ya o, insanların vücuda getirdiği eserler, mabedler, saraylar,
âbideler, kervansaraylar, heykeller, henüz vücuda getirilmeden evvel, yani daha
insan kafasında, tasavvur halinde iken, bir noktada gizlenmiş değil midir ?
Hasılı mana,
noktadadır; tafsilât, teşekkülât [meydana gelmeler.] ise kılükal [Dedikodu, söylenti:] ve teferrüattır.
Hamza dalgın dalgın,
gene avuçlarına bu noktalardan koyduğu sırada, kafilede bir kaynaşma oldu.
Yolları çok iyi tanıyan klağuzlar:
Su, su... diye
bagrişmiya başladılar
Ufka doğru bir kaç
ihtiyar hurma ağacı görünüyordu. Develer bu haberi insanlardan evel almışlar
gibi şiddetle koşmıya başladılar.
Hamza, kafilenin
gürültüsünden ve sevinç avaze- lerinden kendine geldi. Ancak o zaman, bütün
vücudunun şedid bir su ihtiyaciyla yanmakta olduğunu hissetti. Dili, ağzının
içinde kaskatı olmuş, dudakları patlamış ve kan içinde kalmıştı.
Hamza, şimdiye kadar bu
derece susamış, vücudunun bu derece kurumuş olduğumu hissetmemiş olmamasına
taaccüb etti. Sanki çölün kızgın havası, vücudundaki kanı bile massetmiş, onu
kup kara bırakmıştı.
Şimdi, o da herkes gibi
bir an evvel suya yetişmek için bitab bir telaş içinde idi. Bu hale gelinceye
kadar bir zerre hararet hissetmemiş olmasına tekrar şaştı. Fakat, dimağı birden
bire gerilere, ta uzaklara [giden genç adam, hafifçe güldü ve tebessümüyle müşkülüne
cevab vermiş gibi başını salladı. Çatlamış, kanlı dudakları hafifçe kımıldadı ;
birbirinden sönük, birbirinden bitab bir sesle :
Meryem, Meryem..., dedi.
Meryemin suzişiyle
dağlanan bu vücud, tabiatın maddî ateşini duymamakta mazurdu. Hamza için onun
sevdası öyle bir suzişti ki bunun yanında ateşler birer kıvılcım gibi fersiz
kalırdı. Bu dudaklarda, genç adamın şu kavrulmuş dudaklarında bir aşkın tarihi
gömülü idi. Bu dudaklar, o sevdanın kilidi idi. Bu dudaklar, aşkın tekazâsını
bile yenmiye uğraşır, sevgilisine bile, sevdasından bahsetmezdi. Bu dudaklar,
o sevgilinin karşısında zamirini gizlemesini bilir, tıpkı iki müştak vücud gibi
sımsıkı birbirine kavuşur, ke- nedlenip susardı.
Ağaçların altına
geldikleri zaman, herkes develerden kendini atıyor, bir an evel suya erişmek
heyecanıyla kimse kimseyi görmüyordu. O zamana kadar iki hükümdarın emaneti
olarak izaz etmekte paylaşmadıkları Hamzayı bile kimse hatırlamıyordu. Mahşerî
bir gürültü ile koşuşuyor, bağrışıyorlardı. Deveciler develerini bırakmış,
efendi ile hizmetkâr, sınıf, seviye farkı kalmamıştı. Hatta suya, insanlarla
beraber diz çöken develer bile, bu müşterek ihtiyaçta insanlarla aynı safta
idiler. İnsan, hayvan, bütün başlar sücuda varmış gibi suyun etrafını
çevrelemiş içiyor, içiyorlardı.
Su... hayat malzemesinin ruhu, lezzetten tattan muarrâ, renksiz,
kokusuz su... her şeyden, çeşnisi, kokusu olan her şeyden bıkılır, fakat sudan
bıkılmaz; ona doyum yoktur ki... O, her şeyin aslidir, hayatıdır. Hamza, aşkla
suyun arasında sıkı bir müşabehet bulduğu için onu çok sever. Su da, aşk gibi,
evsafı hiç bir şeyde olmayan yegâne keyfiyettir. Hayatın mayesi su, ruhun
mayesi de aşktır. Suda, kesif unsurların evsafından bir hatıra olmadığı için
sevgilidir. Aşkta da, sevgiliden başka kasd olmadığı için nihayetsiz derecede
şeriksizdir. [ortaksız]
Hey... arkadaşlar, akşam
yaklaşıyor. Macora boğazı tehlikelidir, gün kavuşmadan oradan geçmeliyiz.
Kafile, devecilerin
ihtarile hareket etti. Hakikaten git gide manzara vahşileşiyor, arızalı,
kayalik saha başlıyordu. Çok eski zamanlardan kalma harabelerin, sarp, korkunç
kayalıkların arasından geçiyorlardı.
Hamza, güneşin yavaş
yavaş kısılan şevkine baktı. O, artık, ihtirak kabiliyeti tükenmiş, kor olmuş
muazzam bir cisim gibi ateş halinde ufka doğru sarkmıştı. Nerede ise kanlı bir
kılıç gibi yatan ufuk, bu ateşin kursu kapacak, gök yüzünün bu ezelî şahı
kendini giz* liyecekti.
Hamza tam Macora
boğazından geçerken, dik bir yamaçta bir cismin hareket ettiğini gördü. Buranın
teh likeli olduğunu esasen kılavuzlar söylemişlerdi.
Kayadan kayaya atlıyan
bu cisim gittikçe yaklaşıyordu. Geçid oldukça karanlıktı. Hamza ile beraber
arkadaşları da bunu görmüşlerdi. Deveciler:
Hazır olun 1 Diye
muhafızlara bağırdılar. Fakat gene Hamza, her keşten evel, kendilerine doğru koşanın,
küçük bir kız olduğunu ve ellerinin hareketlerinden, bir şeyler istemek için
kafileye doğru geldiğini anladı. Kızın gülerek gelmesi ve zararsız bir mahlûk
olması, yolcuların korkudan gerilen sinirlerini tatlı bir aksülâmelle gevşetti.
Ona develerden boncuk, hurma, şeker kamışı attılar. Kız, çevik ve alışkan
hareketlerle bunları eteğine doldurdu, koşa koşa bir kayanın üstüne çıkarak
hemen şeker kamışını emmeğe başladı.
Yol ilerledikçe manza
tekrar munisleşiyor, gene çölün müstevî nihayetsizliği başlıyordu. Arkada kalan
dağlar, siyah lekeler gibi, gök yüzünün muhteşem mi- nasına doğru sivrilip
kalmıştı. Güneşin son aydın bu üryan tabiat köşesine alaca renkler zammediyor,
dağların birbirlerini kesen çukurlarına, gittikçe koyulaşan sincabi gölgelerle
doluyordu. Hatlarda, renklerde, gittikçe vuzuh silinip kayboluyor, onun yerine
yıldızlarla beneklenmiş tabiatın muazzam ve heybetli hayali doğuyordu.
Menzile geldikleri
zaman, her vakitkinden daha yorgun, daha bîtab idiler. Dinlenmek, uyumak için
her kes bir köşeye çekildi. Hamza yalnız kalınca, eşyaları arasından ihtimamla
bir şişe çıkardı; içindeki mayiden, yüzüne, gözlerine sürerek tekrar kapadı,
kaldırdı. Bu şişe, Meryem’in kendi eliyle eşyaları arasına yerleştirdiği gül
suyu şişesi idi.
Bu anî seyahat haberi kızı ne kadar şaşırtmıştı.. Hamza,
Meryem’in bu haberi, belki de bir müjde gibi telakki edeceğini düşünmüştü.
Hâlbuki o, yenemediği bir şaşkınlıktan başka hiç bir hissini belli etmemiş,
Hamza’nın eşyaları hazırlanırken, yolda ihtiyacı olabilecek bütün teferruatı
düşünmüş, o meyanda bu gül suyu şişesini de bizzat yerleştirmişti.
Konuk yerlerinde Hamza ne içerde ne de çadır altında yatardı.
Onun için gene çabucak hurma lifinden yatak yaptılar. Esasen kafilenin mühim
bir kısmı da açıkta yatacaklardı.
Hamza’nın derunî ve maddî süzişlerle yorgun düşen vücudunu, çok
geçmeden uyku kaptı, bu sefer de karşısına bir rüya âlemi açıldı. Bu, öyle bir
rüya idi ki, kalbe düşen bir ok gibi, Hamza’nın yüreğini delip geçti:
Rüyasında meçhul bir el görüyor, meçhul bir ses duyuyor, fakat
bu elin ve bu sesin sahibini göremiyordu. Bu el ona, semada, aya şiddetle
yaklaşmış bir yıldızı ve ayı gösteriyor : Bak sevgilin kimin sesinde ! diyordu.
Hamza o anda Meryem’i hakikaten, sevdiği bir kimsenin sesinde
görseydi de, ancak bu kadar harab olur, bu kadar perişan edici bir kedere
düşerdi.
Bu korku ile birden bire uyandı. Bu uyanış ta, ona rüyadaki
korkusunu tekzib [yalanlamak,
bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.] edecek mahiyette
değildi. Zira bir lâhzada uykunun afyonlu tesirinden silkinerek bakışlarıyla
gökyüzünün tarayınca, ziyadar bir yıldızın aya şiddetle yaklaşmış olduğunu
gördü. Demek ki bu manzara, rüyasını filen teyid ve tabir eden bir hakikat, acı
bir ihtardı.
Hamza biran, içinden çıkılması müşkül biı şuur ihtilatına
kapıldı. Gaybin bu sarih ihtarına rağmen, dimağı, hakikati tahrif etmeye bu
hadiseyi, aklî sebeblerle izah etmeye çabalıyordu. Meselâ, şimdi şu gördüğü ay
ve yıldız, biran uyanarak görüp, tekrar uykuya daldığı için unuttuğu ve
tahdeşsuuruna [şuuraltı] malettiği bir hîkâye olamaz mıydı ? Belki de bu rüya,
alelâde bir cevvî hadiseden mülhem olduğu bir hadise idi.
Hamza, aklının bu müdafaasından kuvvet, teselli verici bir ümid
bulmaya çabalıyor, fakat hakikatin sesini susturmaya muvaffak olamıyordu. Zira
genç adamı o manzaradan ziyade tedhiş eden bir bedahet [açıklık, ispata ihtiyaç duymamak,
âşikâr] vardı ki bu: Bak
sevgilin kimin göğsünde! Diyerek gök yüzüne uzanan el, ve bu elin sahibinin
sesi idi. Hamza’nın rüyada yarım yamalak şuurunun ne bu eli, ne de o sesi icad etmesi imkânsızdı. Çünkü o elde
de, bu seste de öyle sadık bir mâna vardı ki, Hamza, şimdi bile bu iki meçhul
karşısında titriyordu. O el, kimin eli idi, bilmiyordu. Fakat bildiği bir şey
varsa, bu elin, hiç kimse de görmediği ruhanî bir halâvetle manalaşmış, güzel
bir el, oluşu idi.
Karanlık gecede güneş sanki bu elin üstüne doğmuş, yahud güneş
bu elden doğmuştu.
Bu elde ve seste, Hamza’yı, kaderin önüne geçilmez buyruğuna
alıştırmak isteyen müşfik ve himaye- kâr bir tatlık vardı.
Hamza bir kere daha gökyüzüne baktı. Muzî ve hayatdar yıldız,
zevkten ve hazdan mest, ayın sinesinde parlıyordu.
Ay ile dudak dudağa gelmek üzere olan ve ona bu kadar mahrem bir
imtiyazla sokulan bu yıldız, demek ki, sevgilisiydi, Meryem’di. Tıpkı ayın
kendi vücudundan kopmuş, ışrakı 8 Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. ] şiddetinden sıçramış
bir zerre gibi aşk heyecanlarıyla parlayan bu yıldızın tahtı kimdi ?
Hamza’nın bir lâhza bile temellük edemediği sevgilisine,
sinesinden taht düzen bu âsümanî 8 Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve
müteallik.] vücud kimdi ? Bu bahtlı insanı bilmek için Hamza şu anda canını
verirdi.
Hamza, iradesiz bir hareketle başını sağa sola çevirdi. Ancak
bunu bir az evel rüyasında kendisine hitab eden sesten, o nuranî elin
sahibinden sorup öğrenebilirdi. Fakat genç adam etrafında kimseyi göremedi.
Hamza, bütün vücudunun, topraktan bir külçe gibi ağırlaştığını,
yatağa yapıştığını, hissediyordu.
Artık yavaş yavaş sabah oluyor, etraftan tek tük sesler
başlıyordu. Nöbetçiler, dolaşarak kafileyi uyandırıyorlardı. Hareket zamanını
ihtar eden bu seslerin davetine icabet lâzımdı. Hamza, yatağından kalkmadan
evvel bir kere daha başını göke çevirdi. Bütün acı ihtarına rağmen bir kere
daha onları, Meryem’le sevgilisini temsil eden ayla yıldızı görmek istiyordu.
Fakat gözlerine dolan yaşlar, bu manzara ile bu gözlerin arasını perdelemişti.
Hamza bu yaşları silmeden yataktan fırladı kalktı.
**
Bu rüya hadisesini takibeden on günü, genç adam çok hümmalı,
ıztırablı geçirdi. Fıtraten kavî ve mukavim bir mizaca sahib olmakla beraber,
ıztırab onu, kuvvet ve mukavemet kabiliyetlerinden boşaltmış, nasıl, demircinin
bazusu demiri istediği şekle sokarsa, aşk ıztırablarının pençesinde yumuşak bir
demirden farkı olmayan Hamza da, bu kavî bazunun içinde aynı zebun teslimiyetle
ateşin günler geçiriyordu.
Gene bu aşk değil mi ki, yelesi kabarmış nice aslanları bir
kuzuya çevirir. Bir zamanlar Hamza da aslan gibi kükremiş, fakat ne de çabuk
bir kuzuya dönmüştü. Hatta şimdi bu işe gayb alemi bile müdahale etmiş, bu
yaralı adama, sevgilisinin elinden gittiğini işaret etmişti. Bu rüyayı ona kim
göstermişti ?
Meryem acaba hakikaten bir sevgilinin sinesinde mi idi ?
Çöllerde eli, kolu bağlı Hamza, bunu nasıl anlasın bunu nasıl
öğrensin?
Genç adam, aşkının bir kasırga dehşetiyle gönlü ağacından söküp
kopardığı ümid yapraklarının şuraya buraya uçup kayboluşunu melalle seyrediyor
ve bir gün olup bu ağacın bir kış manzarası gibi çırçıplak kalacağını da
düşünüyordu.
Hamza, Meryem’i kaybettiğini itiraf etmek için daha ne
bekliyordu ?
Onu bu sevdadan döndürmek için işte, sevgilisinin zahımlarına
gayb âlemi de iştirak etmiş, Hamza’yı yaralamak için, görünmeyen kuvvetler de
Meryem’le birleşmişti.
Bu sevda ile genç adam, damla damla eriyor, fakat her zamanki
gibi bu duya duya ölmekte de gizli bir zevk buluyordu.
Hayır, hayır, her şeye rağmen bu aşktan vaz geçmeyecek,
Meryem’in aşkına iftikar [Yoksulluğunu,
fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük. ] etmekten yüz
döndüremeyecekti.
**
Bugün gene üzgünsün
Meryem..
Öyle Gamze...
Nen var, ne oldun, hasta
mısın yoksa ?
Hayır hasta değilim. Bir
şey de olmadı. Ham- 2anm bu tehlikeli ve zahmetli yolculuğa çıkmasında kendimi
mes ul görüyorum. Bu manevî yük beni yoruyor. Onu buradan benim gönlüm
uzaklaştırdı Gamze.
Bu benim de hatırıma
gelmişti.
Bu manevî mes’uliyetten
kurtulmam, onun Hayreye selâmetle avdeti ile mümkündür. Meryem: Gerçi o [Hamza] gelince, hayatım bir işkence
olacaktır. Zira insanın, manası olmayan bir kimseyle bulunması kadar büyük azab
yoktur. Onunla bir evde bulunmanın benim için cehennemi bir hayat olacağını
biliyorum. Fakat insaniyet duygusu bana bunları bile düşündürmüyor.
Gamze, Meryemin İnsanî
hislerinin meftunu idî, kızın düşüncesini ve üzüntüsünü haklı buluyordu. Fakat
onu bu hususta teşci etmedi. Bilâkis oyalamak ve unutturmak için sözün
mecrasını değiştirdi:
Haydi Meryem, kalk süt
babanın evine gidelim. Aylardan beri insan yüzüne çıkmadın. Bizi görünce
sevinir. Dün sana bal getirdi, Hamzayı sordu, gitti.
Gezinti tekliflerine
karşı her zaman somurtan Meryem, bu defa uslu uslu :
Peki.. Babama da
uğrayalım; gitmiyorum diye beni Hükümdara şikâyet ediyormuş, dedi.
Gamzenin dediği gibi Meryem Hamza
gittiğinden beri evinin içinde, tam kendi istediği gibi sessiz, gürültüsüz bir
hayat geçiriyordu. Arabın ateşin erkekleri de, artık Harazanın karısı olan
Meryemi taciz edemiyorlardı. Hatta teyzesinin oğlu Halit bile ziyaretlerine
nihayet vermişti. Hamza olmadığı bahanesiyle Meryem, saray eğlencelerine de
iştirak etmiyordu. Fakat Zeyyad, gülüp
eğlenen cemiyetin, zevklerine kızının iştirak etmemesine, bir türlü mana
veremiyor, onun bu inzivada gönlünün mahsûs olmıyan vicdanî zevklere karşı
mübtela olduğu sönmez iştiyaka bir cevab, kendini kendine yaklaştıran bir
kuvvet bulduğunu anlıyamıyordu. Halbuki Meryem için, mahsus duygularının zebunu
olan cemiyet, iğrenç ve kördü. İki gözden mahrum kimseler gibi önünü ve
teveccüh ettiği yeri görmiyerek ulu orta sürüklenip giden şuursuz bir sürü idi.
Nitekim, bu dünya illetinin mübtelaları, tıpkı ağacında çürümüş bir yemiş gibi,
küçük bir sarsıntı, hafif bir rüzgâr ile dökülüp, toprakta iğrenç manzara-
lariyle bir kaç gün durduktan sonra kaybolup gidiyorlardı. Fakat, kimse
kimsenin akıbetinden mütenebbih olmuyor, gene bütün şiddetiyle dünya ve onun
kendi gibi geçici zevkleri tarafından tekrar sürükleniyorlardı. Bu maddî ve
sathî hayatın esas vasfı vefasızlık ve nankörlüktü. Herhangi bir sebeble bir
ferdini kaybeden cemiyet, onu derhal unutuyor ve başka fertlerle bu ek- sikiiği
kapatıyor, tamir ediyor ve bu silsile böylece devam edip gidiyordu.
Meryem, dünya hayatına
yüksekten bakabildiği için, onun bu hayvanı cebhesini görebiliyor ve mümkün olduğu
kadar ondan uzak olmıya çalışıyordu. Eğer o da bu rüzgâra kapılanlardan
olsaydı, ağacından henüz kopmuş çiçekli bir dal gibi, rüzgâr önünde şaşkın ve perişan,
sağa sola çarpacak, şuursuz bir gidişle sürüklenecek, nihayet yaprağı da,
çiçeği de türlü takallüb- lerle yolunuptoprağa karışacak ve unutulacaktı.. Meryem
bu hayatın nesini istesin, hangi müstakar zevkine bel bağlasın da kendini onun
içine salıversin ? Onun gönlü ihtiyacı, vicdaniyatın hududu görünmiyen vüsatine
dayanıyor, sathı ve firarı zevklere kanamıyordu.
Meryem, düşüncelerinin
coşkun tevalisi ile yolun farkına varmadan, babasının evine kadar geldi. Sokak
kapısından itibaren, bağçede, avluda, mutaddan fazla bir telâş ve gürültü ile
karşılaştı. Kapıcı onları merasimle selâmlarken, Hükümdarın içerde misafir
olduğunu söyledi. Meryem bu haber üzerine girip girmemek için bir an terddüt
etti. Fakat geldiğini görenler, koşup geliyor, şevinçle kendisini
selâmlıyorlardı. . Bir kerre görüldükten sonra geri dönmek olmazdı, Gamzeyi dinleyip
sokağa çıktığına pişman olarak içeri girdi.
Hükümdar nadiren müsahibi Zeyyadın [Beraber sohbet eden. Arkadaş.
Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan. ] evine gelir, bir kaç
saat kalırdı.
Meryem daha yukarı çıkmadan koşarak bir cariye geldi ve
Hükümdarın Meryem’i çağırdığını söyledi.
Geldiği, ne de çabuk duyulmuştu...
Meryem kapıdan adımını atarken Hükümdar :
Vay ipekkurdu, nasıl oldu da kozanı delip dışarı çıkabildin ? Diye
lâtife ile karşıladı.
Hükümdar neş’eli zamanlarında Meryem’e, ipekkurdu, diye hitab
ederdi. Meryem de bu tabirden hoşlandığı için tebessümle mukabele eder, ses
çıkarmazdı. Fakat bu sefer gülmedi ve susmadı.
İpekkurdu, yani kendi kendini habseden mahlûk demek değil mi
Hükümdarım ? Niçin gülüyorsunuz?
Öyle.. Bu maksatla kullanılan bir hitab bu !
Anlamadığım bir şey varsa, sizin gibi zekî ve düşüncelerini
tartabilen büyük bir kimsenin, tecerrüdün [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] manasını anlamaması ve
onu istihfafla [hafife
alma, küçük ve aşağı görme, küçümseme. ] karşılamasıdır.
Ben, eas itibariyle dünyadan nefret etmiyorum. Bilâkis dünyayı
güzel, hem de pek güzel buluyorum. Şu kadar var ki, her güzel şeyin, iğrenç
cepheleri de olması tabiîdir, işte ben, dünyanın bu mülevves [kirli, bulaşık. ] kısmından istikrah [Bir şeyi kötü ve kerih görmek.
Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek. ] ediyorum. İşte ben
bundan tiksiniyor, bu taşkın, yorucu ve manasız hayattan uzak olmaya çabalıyorum.
İpekkurdu, diye hor gördüğünüz o böceğin koza içinde geçen
mahbus hayatı, manada azadlıktır. Zira göklere uçmaya müstaid [istidat ve kabiliyet sahibi olan.
Zeki ve akıllı kimse, uyanık, anlayışlı. ] kanatları o, bu
esarette tedarik eder. Onun için bu tecerrüde, esaret değil, hürriyet
demelidir.
Siz, ipekkurdunun havadan, güneşten, sudan, hasılı her bir
ihtiyaçtan müstağni olarak geçirdiği bu sarhoşluk âlemini neden istihfaf
ediyorsunuz?
O hayatın tadını, o sarhoşluğun zevkini bilmediğiniz için değil
mi ?
İpekkurdu kendini, kendinden başka sâkini olmayan bu daracık
hücreye, ihtiyariyle mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] eder. Zira ona bu
yalnızlıkta, fezaların ihata edemeyeceği bir genişlik vardır.
**
Zeyyad, kızının dudaklarından birbirine çengellenmiş gibi çıkan
sözlerden korkuyor, hükümdara göstermeden susması için işaretler ediyor, el ve
göz hareketleriyle onu sükûta davet ediyordu.
Musahibin de hakkı vardı; çünkü Meryem daha selâmlaşmadan söze
başlamıştı. Hem de ne sözler ?
Zeyyad’ın zihniyetine göre, küstah, çirkin bir ifade !
Çocukluğundan beri şekil perest olan Zeyyad, Meryem’in laubali
telakki ettiği sözlerinden dolayı onu daima suçlu çıkarırdı. Halbuki Hükümdar,
Zeyyad’ın kızının bu ölçüsüz ve merasimsiz hareket ve sözlerine alışık ve memnundu.
Meryem’in böyle açık ve samimî konuşması ona, güzel bir besteden daha hoş
gelirdi. Zira bu kızın sözlerinde gönlünün harareti, sarahatle görünürdü. O,
ya hiç konuşmaz, yahut da söylediği vakit, duygularını tervih [Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu
artırma. * Rahatlandırma. ] eden derunî bir ibramla söylerdi.
Hükümdar, Meryem’in susmaması için soluklarını bile yavaş yavaş
alıp veriyordu. O şimdi başka bir mevzua girmişti:
Süratle cereyan eden bir nehri bir sed, insan zekâsının düzdüğü
bir hail durdurabilir. Fakat görünmeksizin akan ömür nehrini durduracak bir
kuvvet cihanda yoktur. Bu nehrin koşup gittiği son merhale ölümdür.
Dünya ile sıkı fıkı dost olmadığım için beni neden
ayıplıyorsunuz ?
Dünya vefasızdır Hükümdarım!, bu böyle olduğu , gibi dünyada
bulunan her şey de tabiî olarak vefasızdır. Dünya dalına sıkı yapışmaya gelmez,
zira çürüktür ; en beklenmeyen zamanda kopar, tutunmuş olan da düşüp parça
parça olur. O, kedi gibi doğurduğunu yer.
Sonra karşınızda rakseden bir güzelin yüzünde saltanat süren
taravet ve gençlik, ariyet bir libas gibidir. Müddeti gelince vefasız dünya
onu çekip alır ve bir başkasına giydirir. Dünya, ne güzeli çirkinleştirmeye ne
zengini sokak dilencisi etmeye, ne de mamureleri viran eylemeye sıkılmaz.
Dünyanın durmadan dönen çarkı, her saniyede bir can vücuda getirdiği gibi bir
diğerini de alıp götürür.
Beni, fettan [Fitneci.
Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.]
bir kadına benzeyen,
bu iki yüzlü dünyaya gönül bağlamadığım için mi ayıplıyorsunuz ?
Bir az sabredin en beğendiğiniz bir güzeli, senelerin hançeri o
hale sokar ki, iki sevgili birbirinizi tanımaz olursunuz. Bütün lâtif ve hoş
şeyler, avdet edecekleri toprak tarafından istihfafla beklenmektedir. Eğer
bana payidar ve ebedî zevki bulup getirir de, gene ona gönül vermezsem o vakit
kellemi kesiniz razıyım...
Hükümdarım seni severim. Merdsin, adilsin; hem hal inde saltanat
kâbusu yoktur.. Onun için....
Artık Zeyyad dayanamadı, kızının cür’etkârlığı hadden aşmıştı.
Kaç defa Hükümdarla böyle arkadaşça konuşmamasını ihtar etmişti. Bir Hükümdara
karşı, seni severim merdsin... ne demekti ?
Demek ki sevmese, seni sevmem., diyecekti.
Zeyyad, Hükümdarın şahsına olacak hürmetsizlikten ziyade, günün
birinde bu lâubaliliğin, kendi mevkiini sarsacağından endişe ederek kızını
böyle pervasızca konuşmaktan menetmek istiyordu. Halbuki zavallı adam, asıl
Hükümdarın Meryem’e olan sevgisinin, kendi mevkiini kuvvetlendiren âmillerden
biri olduğunu bilmiyordu.
Hükümdarım, müsaade edermisiniz Meryem bir parça dışarıya
çıksın. Yorgun geldi, ne söylediğini bilmiyor.
Ne istiyorsun
Meryem’den ? Canın sıkıldıysa sen çık.
Güzel Meryem, benim
güzel kızım., seni çok özlemiştim. Ne iyi oldu da geldin. Bu gün içimde bir darlık
vardı, seni görünce ferahladım. Hamzanın gaybubeti beni çok sarstı. Günleri
sayıyorum. Her halde bu günlerde Gazeye varmışlardır.
Öyle olmalı Hükümdarım.
Bu gün bir parça
dolaşmak istiyordum. Hava da çok güzel., istersen hep beraber çıkalım Meryem î
Peki Hükümdarım. Ben de
Hamzanın süt babasına gitmek istiyorum.
Beraber gidelim o halde.
Haydi Zeyyad söyle atları hazırlasınlar. Meryem iyi ata biner.
TJçp beraber yola
çıkt*\ar. Meryem kendini, tabiatın ahenkdâr manzumesi içinde bulunca geniş bir
nefes aldı. Gönlündeki menşei meçhul ateşi biraz olsun teskin edecek,
avunduracak yardımcı vesilelere ne kadar ihtiyacı vardı. Tabiatın canlı
ifadesi, hislerine intizam, gönlüne kuvvet verdi. Sanki bütün tabiat susmuş,
huşula bir aşk neşidesi dinliyordu. Meryem de tabiat gibi mestti.
Hava o kadar durgun ve
yorgundu ki, mesafeler adeta kısalmış, yakınlaşmış, uzak dağların rengine berrak
bir aydınlık çökmüştü.
İki dağı birleştiren dar
ve meyilli vadiden bir koyun sürüsü süzülerek iniyordu. Bu geçid o kadar dardı
ki, koyunlar teker teker, tıpkı dağların sinesine geçirilmiş inciden bir
gerdanlık gibi dizi dizi geçiyorlardı.
Bir az ötede, rüzgârın
okşar gibi rikkatle dalgalandırdığı ekin tarlaları başlıyor. Her hareketiyle
renkleri kâh koyulaşan, kâh filizileşerek açılan, güneşin kuvvetli akisleriyle
vakit vakit beyazlaşan tarlalar...
Hükümdar, Zeyyad ve
Meryem önden gidiyorlar, maiyet süvarileri de uzakça bir mesafeden onları takib
ediyorlardı.
Meryemin kafile ile
gitmekten içi sıkılmıştı. Atını mahmuzladı, rüzgarın önüne düşmüş bir bulut
gibi uçup gitti.
Hükümdar onun arkasıdan
bakarak :
Senin kızına yaşamak
için buradan başka bir dünya lâzım.. Hamzaya acıyorum ! dedi.
Akşam dönüşte Meryemi
evine bıraktılar.
.***•
Bir değneği bile büküpte
birden bire bırakınca yaylanır, fırlar. Hekim Hamzanın gönlü ise sevdanın söz
anlamaz eliyle, teessür ve ıztırablarıyla öyle bükülmüş, öyle kıvrılmıştı ki,
bu gepgergin münhani bir bırakılsa, her manii, her haili, hattâ mesafeleri ve
zaman mefhumunu aşıp, doğruca sevgilisinin civarına düşecekti. Hamza, daha
Mısıra vasıl olmadan, avdet zamanını lıe- sab ediyor, ve bu yaman çölleri
tekrar geçmek, Mer- yeme gitmek için kendinde şiddeli bir kuvvet buluyordu. Bu
kaygu, genç adamın göğsünde ikinci bir kalb gibi çarpıyr, ve gittikçe artan
çekiç sesleri gibi, bu korkunç darabanı, maneviyetinde olduğu gibi, aynen
uzviyetinde de hissediyordu.
Hamza teheyyücten
bunaldığı zamanlar, sağdan soldan avunacak çareler aramaz, teselliyi de gene
aşkında, hep onda arardı. Kim bilir belki Meryem de onu özlemişti. Bu bir
büyük teselli idi.
Bir akşam vakti,
Hayreden kalkan kervan, çölleri aşarak tam bir ay yolculuhtan sonra Gazeye
girdi. Burası, Arona ve Askalondan sonra, Akdeniz’in cenubunda son mühim
limandı. Hamza ile arkadaşlarını Dimyata götürecek gemiler, burada çoktan
bekliyordu.
Hamzayı, istirahat
edebilmesi için sahilde bir hana misafir ettiler. Ertesi gün gemiler şafakla
beraber hareket edecekti.
Bu sevimli liman bir
ihracat ve ticaret merkezi idi. Onun için şehirde her kavimden karışık bir
kalabalık görülüyordu.
Hamzamn istirahatine
memur olan Firavunun teşrifat ve saray memurları, onu denize karşı güzel bir
odaya yerleştirdikten sonra, gezmek, eğlenmek için birer tarafa çekildiler.
Hamza denizi çok
severdi. Böyle vasi su sahasını, ancak seyahatleri esnasında görebiliyordu.
Hamza gerçi seferin meşakkatine metanetle mukavemet göstermişse de, nihayette o
da bir insandı, yorgun, hattâ hasta gibi idi; istirahate şiddetle ihtiyacı
vardı. Sabahleyin fe' cirle beraber hareket edeceklerine nazaran, bu geceyi
sakin geçirmesi lâzımdı.
Pencerenin önüne oturdu.
Gurubun yaklaşmış olmasıyla gökyüzü alev alev yanan bir kubbeye benzemişti. Bu
ateşin renk, aynen nıücella sulara da aksetmişti. Suları tutuşturup yakan bu
kızıllık, sahillere doğru git tikçe, lacivert, mor, turuncu yanar döner
harelerle yavaş yavaş sönüyordu. Sanki tabiat, görünmiyen bir sev gilinin
hasretiyle böyle yanıp tutuşuyordu.
Tabiat yanıyor da Hamza
yanmıyor muydu? Hem onun hasreti, tabiatınki gibi gizli de değildi.
Yanıyordu, anlatılmaz,
dile gelmez bir şiddetle yanıyordu. Hamzanın gönlündeki ateşe, hasret ateşi de
demek mümkün değildi. Zira genç adam, o kadar Mer- yemle dolu, o kadar
sevgilisiyle ittisalde idi ki, aşkla meşbu olan her zerresi Meryem kesilmişti.
Eğer kendini onunla bu kadar meşbu hissetmemiş olsa, bu aşırı zevki nereden
bulurdu ? Hem ayrılık, hem ittisal.. Hamza buna kendi de şaşıyordu.
Eğer hasretle ittisal,
elle tutulan, gözle görülen mahsus bir vücuda malik olsalar, birini ötekinden
fark etmek mümkün olmazdı. Bu iki hal, o kadar birbirinin eşi, birbirinin
mütemmimi idi ki, birlikte söz söyleyen iki dudağın hareketi gibi, bunlar da
ayns gayeyi itmam eden ayrı fakat aynı vücud idiler.
Hamza dışardan gelen
ince bir sesi dinlemek için başını pencereden çıkardı. Sahilde bez çırpan bir
kadın alçak fakat yanık bir sesle şarkı okuyordu :
Sular haldaşım oldu.
Gönül sırdaşım oldu.
Sanma ki yalnızım ben,
Aşkın yoldaşım, oldu!
Hamza, kendi gönlünün,
karşısındakine sıçramış bir ifadesi gibi olan bu muhteriz sesi Iıuşula dinledi.
Bu ses, erguvanı sulara dalıp çıkıyor, sekerek kaybolup gidiyordu. Nerede ise
ay da çıkacaktı. Fakat Hamza, rüya gecesinden beri aya bakarken şiddetli bir
korku ve ürkeklik hissediyor, öyle ki, ayın yükseklerden bakışı onu,
erişilemiyecek kadar kendinden yüksek bir rekib ile karşi karşıya olduğu
zehabına düşürüyordu. Ay, o geceden beri Hamzanın meclıul rakibi idi. Genç
adamı artık bu kaçılamıyacak semavî rakibe ve nereye
Bir akşam vakti,
Hayreden kalkan kervan, çölleri aşarak tam bir ay yolculuhtan sonra Gazeye
girdi. Burası, Arona ve Askalondan sonra, Akdeniz’in cenubunda son mühim
limandı. Hamza ile arkadaşlarını Dimyata götürecek gemiler, burada çoktan
bekliyordu.
Hamzayı, istirahat
edebilmesi için sahilde bir hana misafir ettiler. Ertesi gün gemiler şafakla
beraber hareket edecekti.
Bu sevimli liman bir
ihracat ve ticaret merkezi idi. Onun için şehirde her kavimden karışık bir
kalabalık görülüyordu.
Hamzanın istirahatine
memur olan Firavunun teşrifat ve saray memurları, onu denize karşı güzel bir
odaya yerleştirdikten sonra, gezmek, eğlenmek için birer tarafa çekildiler.
Hamza denizi çok
severdi. Böyle vasi su sahasını, ancak seyahatleri esnasında görebiliyordu.
Hamza gerçi seferin meşakkatine metanetle mukavemet göstermişse de, nihayette o
da bir insandı, yorgun, hattâ hasta gibi idi; istirahate şiddetle ihtiyacı
vardı. Sabahleyin fe' cirle beraber hareket edeceklerine nazaran, bu geceyi
sakin geçirmesi lâzımdı.
Pencerenin önüne oturdu.
Gurubun yaklaşmış olmasıyla gökyüzü alev alev yanan bir kubbeye benzemişti. Bu
ateşîn renk, aynen mücella sulara da aksetmişti. Suları tutuşturup yakan bu
kızıllık, sahillere doğru git tikçe, lacivert, mor, turuncu yanar döner
harelerle yavaş yavaş sönüyordu. Sanki tabiat, görünmiyen bir sev gilinin
hasretiyle böyle yanıp tutuşuyordu.
Tabiat yanıyor da Hamza
yanmıyor muydu? Hem onun hasreti, tabiatınki gibi gizli de değildi.
Yanıyordu, anlatılmaz,
dile gelmez bir şiddetle yanıyordu. Hamzanın gönlündeki ateşe, hasret ateşi de
demek mümkün değildi. Zira genç adam, o kadar Mer- yemle dolu, o kadar
sevgilisiyle ittisalde idi ki, aşkla meşbu olan her zerresi Meryem kesilmişti.
Eğer kendini onunla bu kadar meşbu hissetmemiş olsa, bu aşırı zevki nereden
bulurdu ? Hem ayrılık, hem ittisal.. Hamza buna kendi de şaşıyordu.
Eğer hasretle ittisal,
elle tutulan, gözle görülen mahsus bir vücuda malik olsalar, birini ötekinden
fark etmek mümkün olmazdı. Bu iki hal, o kadar birbirinin eşi, birbirinin
mütemmimi idi ki, birlikte söz söyleyen iki dudağın hareketi gibi, bunlar da
aynı gayeyi itmam eden ayrı fakat aynı vücud idiler.
Hamza dışardan gelen
ince bir sesi dinlemek için başını pencereden çıkardı. Sahilde bez çırpan bir
kadın alçak fakat yanık bir sesle şarkı okuyordu :
Sular haldaşım oldu.
Gönül sırdaşım oldu.
Sanma ki yalnızım ben,
Aşkın yoldaşım oldu!
Hamza, kendi gönlünün,
karşısındakine sıçramış bir ifadesi gibi olan bu muhteriz sesi huşula dinledi.
Bu ses, erguvanı sulara dalıp çıkıyor, sekerek kaybolup gidiyordu. Nerede ise
ay da çıkacaktı. Fakat Hamza, rüya gecesinden beri aya bakarken şiddetli bir
korku ve ürkeklik hissediyor, öyle ki, ayın yükseklerden bakışı onu,
erişilemiyecek kadar kendinden yüksek bir rekib ile karşi karşıya olduğu
zehabına düşürüyordu. Ay, o geceden beri Hamzanın meçhul rakibi idi. Genç adamı
artık bu kaçılamıyacak semavî rakibe ve nereye gitse kendisini takib etmek
mukadder olan bu nuranî çehreye gıbta ile bakıyordu.
Pencerenin pek
yakınından geçen bir martı, Ham- zanın nazarlarını tekrar denize çekti.
Oturduğu yumuşak minderin üstünde tatlı tatlı gerindi. Etrafını daha iyi
görebilmek için başını pencereden dışarıya çıkardı. Ne tuhaf, sokak o kadar
kalabalıktı ki... Bilhassa bulundukları hanın önü. Burada her lisandan
konuşan, karışık bir insan kalabalığı göze çarpıyordu. Hamza konuşulan sözlerin
bir kısmını anlıyor, bir kısmını anlamıyordu.
Gürültü gittikçe
sıkışıyor, her türlü müdahale, bu söz anlamaz insanları dağıtamıyordu. Hamzayı
pencerede gören birisi :
Mutlaka budur. Bu güzel
yüzlü delikanlı...
Bir adam, kollarında
sıska, buruşuk yüzlü bir çocuğu kaldırarak bağırıyor:
Delikanlı, bize merhamet
et. Şu çocuğum, ölen çocuklarımın dokuzuncusudur.
. Bir başkası:
Hey arkadaş! Hekim Hamza
sen misin?
Hamza tereddüdsüz cevab
veriyor :
Evet benim ! Hepinize
bakacağım gelin !
Her keşten evvel içeriye
Apikos girdi. Mahcub, suçlu, başı önünde idi :
Arkadaşlardan biri sizin
buraya geldiğinizi ve bir gece kalacağınız nasılsa ağzından kaçırmış. Bu yüzden
sizi rahatsız ediyorlar. Bir kaçına bakınız, kalanları ben savarım, dedi.
Hayır, hayır.,
sataşmayın zavallılara.. Sabaha kadar bakabildiğim kadarını tedavi ederim.
Hamza, taliin garib bir
cilvesi olarak o gece sabaha kadar hastalarla uğraştı. Gemiler, şafakla beraber
yelken açarken, sahilden fışkıran şükran sesleri, minnetle dolu yüzlerce kalbin
sayhaları, yavaş yavaş uzaklaşan gemilere kadar geliyor, sonra bu sesleri bulutlar
emerek, göklerde sönüyordu. Hamza bu seslerden yalnız bir tanesini unutamıyör
ve kendi kendine tekrarlıyordu :
Senin derdine de Allah
derman olsun temiz yürekli genç !
***
Mısır, bir haftadan beri
tatlı bir heyecan ve ümid içinde. Hayre Hükümdarının baş hekimi Hamzanın,
Firavunun sıhhati ile alâkadar olan bir haftalık mesaisi, günden güne müsbet
neticeler vermektedir. Sarayın etrafı gece gündüz, Firavunun sıhhatından haber
bekleyen bir kalabalıkla kenedlenmiş, Örülmüş... Halk, Mısırın tarihine şanlı
sahifeler ilâve eden Hükümdarlarının sıhhatiyle alâkadar. Bu alâkadan yalnız,
hayvanlardan daha fena şeraitte, daha zorlu, feci ve vahşî müşküllerle
çalıştırılan esirler müstesna... Yalnız onlar Firavun için gayız ve kin
besliyorlar...
Hamzanın Mısıra
gelişinin onuncu günü, hastanın vaziyeti adeta nekahat safhasına girdi. Hemen
bir seneden beri yataktan çıkamıyan Firavun, dünyaya yeni doğmuş gibi
seviniyor.
Hamzaya gelince o, şu on
gün zarfında geceli gün- düylü çalışmış, hep hasta ile meşgul olarak hemen bir
gece bile istirahat edememiştir... Firavunun iyileşmekte olduğunu görerek,
istirahat nöbetinin kendine geldiğini düşünerek memnun oluyor.
Mısıra geldiğinden beri
ilk defa kendine tahsis edilen büyük ve muhteşem odada, kuş tüylü sedirin üstünde
dinleniyor. Bu odada neler yok... her köşede san’atkârane bir acaiblik,
saltanat zevkim temsil eden remizler var. Bediî lâvhalar, oymalar,
heykelcikler, altın yaldızla işlenmiş duvar ve tavan nakışları, yerlere
mebzulen serilmiş postlar, bilhassa birbiriyle dö- ğüşecekmiş gibi baş başa
konmuş arslan postları... Mermerden oyulmuş büyük bir rafın üstüne dizilmiş
ıtır dolu şişeler, gül yağları ve saire,.. Nihayet Ham- zanın tahta benziyen
yatağı...
Kemerleri, sütunlarıyla
bir meydan kadar geniş olan bu büyük odanın dahilî manzarası, kısabık bir
zamanda gözden geçirilecek gibi değil ki...
Hamza çabucak gözlerini
bu kıymetli eşyadan ayırıp dışarıya çeviriyor. Mısırın tabiî manzarasına,
bilhassa efsanevî Nile, ta çocukluğundan beri işittiği sayısız hikâyelerin
mevzuu olan ve Mısır rahiblerinin muhayye- lelerinin türlü türlü menkıbeler
izafe ettikleri bu azametli nehre bakıyor.
Mısırda halkın büyük bir
kısmı, Nilin semadan çıktığı kanaatındadır. Nil, semavî nehirlerin yer yüzünde
bir timsali olarak kabul edilir. Feyezanları ise (İzis) in göz yaşları olduğu
için böyle bol ve feyizli olduğu söylenir.
Firavun biraz
iyileştikten sonra Hamza, Mısır medeniyetini yakından görmek, bilhassa inşa
edilmekte olan Ehramı tedkik etmek istiyordu.
Genç hekimin, sarayda
gördüğü ikram o kadar aşırı idi ki, bu kadarı kendisine hoşluk yerine sıkıntı
veriyordu. Bilhassa Firavunun, cariyelerden. beğendiğini
seçmesi için üst üste
vaki olan tekliflerini baştan savmak nekadar eziyetli idi. Esasen Hamzanın
Mısır sarayına ayak basması, kadınlar ırasında şiddetli bir rekabet ve
mukaseme telaşı uyandırmıştı. Bunların içinde bilaassa bir tanesi vardı ki,
ısrarla genç hekimin yüzüne dalan gözlerinde mütecaviz bir alâka görülüyordu.
Bu, güzel bir kızdı. Bilhaşsa, Hamzanın görmiye alışmadığı yabancı bir
güzelliği vardı. Başak renginde saçları, deniz renginden çalınmış yeşile bakan
tatlı çekik gözleri, buğulu pembe cildi ve çehresinin umumî hatları, onun
yabancı ırktan bir şimal kızı olduğunu belli ediyordu.
Bir gece Hamza uyurken,
başında yumuşak ve sıcak bir temasla uyandı. Yatağın baş ucunda yanan yağ
kandilinden odaya müıbhem ve korkak biv ışık hattı akıyordu. Oda sisli ve loştu.
Maamafilı Hamza eliyle, başına temas eden şeyi arayınca, avucunun içinde
yumuşak bir kadın eli kaldı. Yeşil gözlü cariye Ham- zanın yatağına oturmuştu.
Uyandığını hissedin :e, başını genç adamın yüzüne doğru iğdi.
Kırık, yarım bir arabca
ile :
Bekledim, bekledim beni
çağırmadın; sana ben geldim, dedi !
Eli hâlâ Hamzanın avucu
içinde idi. Hissedilen bir ürperme ile cebab bekliyordu.
Gel!
Kız, genç hekimin bu
davetine karşı hiç terddüd etmeden yorganının ucunu açarak yanına uzandı.
Uyku içinde başlıyan bu
vakanın şaşırtıcı dolaşıklığı ile Hamza, rüya ile hakikatin mezcolmuş
hatlarını seçememişti. Fakat şimdi şüpheye düşecek bir nokta yoktu. Kızı
çağırmış, o da gelmişti. Teninin hareretini, saçlarının baş döndüren kokusunu
kuvvetle hissediyordu. Hamza, göğüsüne gittikçe sokulan bu altın başı şiddetle
itti ve yataktan fırlayarak kendini yerdeki posta attı. Kız şaşırmış kalmıştı.
Bütün saray erkeklerinin alâkadar olduğu güzelliği, ilk defa tahkire maruz kalıyor,
ilk defa reddediliyordu. Kız, bunun sebebini, genç adamın dudaklarından inilti
gibi çıkan kelimelerde gizli olduğunu tahmin ederek, bütün duygularını
toplıyarak dinledi; fakat bir şey anlıyamadı. Hamza elan :
Meryem, Meryem !Diye
sayıklıyarak ağlıyordu.
Cariye, artık bu müşkül
adama yaklaşmıya korkuyordu. Maglûb ve fakat hırçın olarak odadan kaçtı.
*
*
Hamza, saraydaki üst
üste ziyafetlerden, eğlence ve merasimden yorgun düşmüştü. Mısıra geleli tam
yirmi gün olmuştu. Firavunun bağçede dolaşabilecek kadar iyileşmiş olması,
halkı, coşkun bir nümayiş tufanı içinde coşturuyordu. Hamza, gezmek niyetiyle
ne tarafa çıksa, halk ta arkasından sel gibi akıyordu.
• Genç hekim artık sefer
tedarikine başlamıştı. Altı gün sonra memleketine müteveccihen Mısırı terkede-
cekti. Evvelâ Mısırın çarşısını gezdi. Sokaklar daracık, dükkânlar başbaşa,
esnaf ise komşuluk oynıyan çocuklar gibi peykelerin üstünde birbirleriyle
konuşuyor, şakalaşıyorlardı. Bunlar, dükkândan ziyade, kapakları açık
bırakılmış antika kutuları gibi küçük küçük, sıra sıra hücrelerdi. Bu dükkânların
içinde en ziyade kadın eşyası, kadın zinetleri satılıyordu.
Her yerde, her zaman
kadınlar... Her şey onlara, her şey onlar için !..
Hamzanın <ia bir
kadını var. Sevdiği, taptığı bir kadın. Hem de şeklen olsun karısı î
Gene adam, bu vadide
alabildiğine inkişaf etmek istidadını göste/en hissiyatı silsilesini durdurdu.
Sanki bu tahassüslerini Meryem duyubda canı sıkılacakmış gibi ileri gitmedi.
Hekim Hamza o dükkândan
o dükkâna giriyor, alıyor, alıyordu. Mümkün olsa Mısırın bütün güzelliklerini
sevgilisine taşıyacaktı. - Saraya döndüğü zaman bu eşyaları kendi eliyle
yerleştirdi.
Hamzanın Mısırda bir kaç
mühim gezintisi daha vardı. Bir gün, inşaatı epeyce ilerlemiş olan Ehramları,
bir başka gün de Menfis mabedini ziyaret edecekti. Fakat bu iki gezintiyi de
mümkün olduğu kadar muhitin dikkatini tahrik etmeden yapmak istiyordu. Zira
daha sokağa çıkacağı şayi olurken, sarayın etrafı muazzam bir kalabalıkla
kapanıyordu. Onun için kimseye görünmeden, yalnız bir kılağuzla gitmiye karar
verdi. Bir az dinlenmek, mütemadi mesaisinin verdiği ta- abı bir az atabilmek
için bu gezintilere ihtiyacı vardı.
Ehramlara gitmek üzre
yola çıktığı gün hava çok sıcaktı. Şehrin kalabalığından muvaffakiyetle uzaklaştıktan
sonra atlara binerek doğruca inşaat sahasına gittiler. Buradaki faaliyet ta
uzaklardan itibaren görülüyordu.
Hamza atını kılağuza
bırakarak, yalın güneşin altında karınca faaliyetiyle çalışan esirlerin
arasına daldı.
Taşdan bir âbidenin
yükselmesi için binlerce hayatın sel gibi akıp kaybolduğu bu öldürücü, zecrî
çalışma karşısında şaşırarak, bu ne yaman işkence, diye düşündü.
Esirler, üstlerine kirli
paçavralar sarılmış birer iskelete benziyorlardı. Bu kirli paçavralar, onların
kendi derilerinden ibaretti.
Çıplak, çırçıplak vücutlarının
yegâne libasını teşkil eden bu deriler, o kadar kirlenmiş, kâh kamçı darba-
larmdan, kâh taşların açtığı berelerden öyle müstekreh bir hal almıştı ki,
nesicleri hakikaten tabiî manasından çıkmış, mülevves bir paçavra manzarası
almıştı.
Bunların gözleri,
bakışları da bambaşka mahiyet almıştı. Fütûr ve ümidsizlikten, nereye ve niçin
baktığı anlaşıîmıyan korkak, şaşkın, hattâ tazallüm ve işti- kâ hislerinden
bile uzak, boş, fersiz, ifadesiz nazarlarla bakışıyorlardı. Bunlar, adeta
beşeriyetin tabiî haklarından insilâh etmiş, insan olduklaını bile unutmuş ve
hayvanlaşmış mahluklardı.
Ellerindeki kırbaçlarla
bu sürüyü tahrik eden azılı muhafızların, işkenceden ve zulümden, şuuru
boşaltılmış bu esirlerin aralarında dolaşmaları, sırtlarına lüzumlu lüzumsuz
kırbaç yemerinden daha az korkuç değildi. Zira bu azametli dolaşmaların, o
kadid vücudlara saldığı korku, bunları fevkalbeşer bir gayretle çalış- mıya
sevkediyordu.
Hamzaya bu hazin
manzaradan elem geldi. Kaç zamandır merakla beklediği bu gezintiden daha ilk
adımda pişman oldu.
Bir hükümdar hayatı ile
bunların, bu esirlerin hayatı arasında yaradılış itibariyle ne fark vardı ?
Şurada, göz önünde sönen binlerce hayati, Firavun, nasıl ve hangi vicdanî
salâhiyete istinadla düşünmüyordu. Kendi canı için hazineler feda eden bu
adam, neden başkalarının hayatına kıymet vermiyordu.
Ne garib, kendi
eteğindeki bir tozun bulunmasına tahammül etmiyen insan, başkalarının sırtına
çeki taşı yüklemekte, nasıl ve nereden gelmiş bir hak ve imtiyaz bulabiliyordu
? Hamza, bin türlü fedakârlık ve meşakkatlerle memleketinden gelerek, böyle
bir adamın imdadına yetiştiğine teessüf etti.
Bu düşünceler onu,
olduğu yerde bağlamış, ne ileri ne geri gidebiliyordu. Güneşin tahammiilfersa
harareti, beynini kavuruyor, ateş döken bu hüznıeler sanki başının üstünde
toplanmış, gene adamı ateşten bir heykel halinde olduğu yerde tesbit etmişti.
Sanki ayağının altındaki kumlar bir sağa bir sola gidip geliyor, onu da hir
rakkas gibi mihaniki hareketlerle iki tarafa sallıyordu. .
Hamza büyük bir cehd ile
kendini toplamıya uğraştı. Artık zulümun bu canlı ve mücessem lâvhasını daha
fazla görmiye tahammülü kalmamıştı. Bu acı manzaranın içinden bir an evel
kurtulmak için Ehramları görmekden vazgeçmeğe karar vermişti. Geri dönmek için
başını çevirdiği zaman, gözleri, kendisine lâ- kayd bir nazarla bakan bir
esirin gözlerine ilişti. Bu bakış, ötekilerin korkulu ve gayrı şuurî
nazarlarından bambaşka idi. Bunda, azim, tevekkül, ıztırabları yenen şedid bir
irade görünüyordu. Bir an bakıştılar. Hamza, münferid ve herkesten uzakta
çalışan bu esire doğru, iradesiz bir hareketle yürüyordu.
Esir Ömer ile Hamza
Arkadaş adın ne senin ?
Esir, Hamza’nın Arapça sorduğu suali anlamış olacak ki tam bir
Arap lehçesiyle :
Ömer ! dedi.
Arab esirlerindesin, demek ?
Arabım, fakat esir değilim.
Hamza, bir an bu söze inanır gibi oldu.
Mademki esir değilsin, neden seni bu zorlu işde çalıştırıyorlar
?
Esir, karşısındakinin anlayışsızlığına taaccub eder gibi onu
süzdü ve :
Senin anlayacağın manada esirim; fakat kalbim, yani hakikî
varlığım her bir hürden daha azad, daha şaddır. Hatta hükümdarınızdan da,
senden de hürüm. Ben esir değilim delikanlı... Esir, sizlersiniz. Zira siz,
şeref şöhret, gurur, taazzum [Kibirlenmek.
Büyüklük taslamak.] ve tahakkuku için haris olduğunuz bin türlü ibtilanın, bin türlü
zaafın kulu ve hizmetkârısınız.
Düşman hariçte olsa, onu ezmek kolaydır; fakat içimizdeki
düşmana çare yamandır. Hariçteki düşmanlar cismi tahrib eder, cana ilişemez;
içerdeki düşman ise canı çürütür, ruha aman vermez.
Esir sustu ve şakaklarından süzülen ter hattını, parmağı
yukardan aşağıya yüzünden geçirerek yere akıttı, tekrar taş kırmaya devam etti.
Hamza şaşırmış kalmıştı. Bu adamın tekrar konuşmasını,
söylemesini istiyordu. Fakat gene hekim, şu kılıksız, esirin karşısında adeta
şaşırıp kalmıştı. Esirin çehresinde sarih bir asalet vardı; esasen Hamza’ya
alâka vererek ismini sorduran da bu mana olmuştu.
Gizli olan manayı gammazlayan ayna, simadan başka ne olabilir?
Çehre, kalbin iğriliğini ve rastlığını ifşa etmekte asla ketûm
değildir. Hamza da, esirin yüzünde ruhanî asîl çizgiler görmüştü. Ona biraz
daha yaklaşarak :
Elindeki kazmayı bırak ta seninle konuşalım! dedi.
Olmaz!
Niçin olmuyor ?
Merak etme sana bir şey yapamazlar, ben muhafızlara söylerim.
Olmaz eliyorum sana !
Korkma canım., bir şey diyecek olsalar bile ben müdahele ederim.
Ben insanların muahazesinden [Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder
tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid. ] korkmam, Allah
Teâlâ’dan korkarım. Eğer ben elimden kazmayı atar da burada seninle, yahut
herhangi vazifemin haricinde bir işle meşgul olursam, insanların itabına
uğramasam bile Allah Teâlâ’nın muahazesine ve hiç olmazsa kalbimin itabına
müstahak olurum. Zira herkese vazifesini veren Allah Teâlâ’dır, insanlar
değil...
Beni bu zorlu işle mükellef edenleri, sen insanlar mı
zannediyorsun ?
Hayır, hayır... Bil ki, Allahın tasarrufuna, insanlar birer
alettir. Beni burada taş kırmıya memur eden Firavun, yahut sırtıma kırbaç vuran
şu biçare muhafızlar mı zannediyorsun ?
Hayır, bu nasibi bana Allah’ım münasib görmüş ve onlar
vasıtasıyla da bu arzusunu tahakkuk ettirmiştir. Amma, senin gibi bir adama bu
nasibi neden vermiş, diyebilirsin. Bu, onun bileceği iştir. Bil ki Yaradan’ın
iki türlü hikmeti vardır. Biri aşikâr ki bunu, aklı olan herkes bilir, diğeri
de gizli hikmetidir ki, onun sebebini yalnız kendi bilir.
Kim bilir vaktiyle ne kabahat
işlemişimdir ki, beni burada taş kırdırmakla terbiye ediyor. Bil ki sebepsiz
hiç bir şey olmaz. Bütün çektiğimiz şeylere vaktiyle biz, kendimiz müşteri
olmuşuzdur. İnsana her ne gelirse kendinden gelir ve başkası tarafından maruz
kaldığı sitem ve cefalarla, gene kendi amellerinin neticesini çeker.
Binaenaleyh benim bu amelimin de mükteseb [Kazanılmış. Elde edilmiş. ] bir vazife olduğuna
şüphe etme !
Allah Teâlâ istemedikçe kimse
kimseye ne iyilik ne fenalık yapamaz.
Hem, onlar, dediğin de kim oluyor ?
Onlar da, her kes te, birer vazife ile tavzif olunmuş emir
kullarıdır. Hakikatta işleyici ve buyurucu Yaradandır; sade o...
Onun için delikanlı, beni, işimi terletmeye teşvik etme. Zira
insan, mükellef olduğu vazifede kusur ederse itaba lâyık olur, insanlar
tarafından muaheze edilip edilmemenin ehemmiyeti yoktur, elverir ki o kimseden,
vazife ve nasibini veren Allah hoşnutsuzluk getirmesin. Mademki adıma, esir,
diyorlar esaretin icabı taş kırmak ve bunun gibi zahmetli işlerde çalışmaktır.
Mademki esareti kabul etmişim, o halde onun icabatını da seve seve ve kusur
etmemeye çalışarak yapmayı da taahhüd etmişim demektir. Kalbim, her nefes
harekâtımı teftişten hali değildir; beni fiillerimden dolayı o muatab
[azarlama ] etmezse, gönlüm daima müsterih ve kaygusuzdur. Elverir ki Yaradana
karşı sözünden dönmüş olmayayım. O benden hoşnut olduktan sonra, ha taş taşımış,
kırmış, ha kaba döşekte yatmış, istirahat etmişim, bence ikisi de birdir.
Ey, yeter artık, söyletme beni... Hem benimle konuşup ne
yapacaksın ?
Ben seninle konuşmak istemiyorum ki...
Esir gene sustu. Başından akan terler daha çoğalmıştı. Bu ter
izleri, patlayacakmış gibi kabarmış damarlarının üstünden atlayarak geçiyor,
yırtık, kirli gömleği bunları bir sünger gibi emiyordu.
Esirin semavî bir vecd ile çınlayan sesi, hâlâ Hamza’nın kalbine
batıp çıkıyor, gene hekim ne yapacağını bilmeden ona bakıyordu.
Fakat esir, hiç te bir az evvelki derunî ve değerli hitabeyi
okuyan coşkun adama benzemiyordu. Siması tamamen kapanmış, tabiî ve sâkin
çizgilerle dolmuştu. Tıpkı, bulunduğu muhite göre renk değiştirerek kendini,
mütecessis nazarlardan gizlemenin yolunu bilen bukalemun gibi, serî bir
istihale ile değiştirivermişti. Hamza, en ummadığı yerde, en umulmayan bir
ağızdan işittiği bu sözlerden garib bir zevk, izah edemediği bir incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] duymuştu. Gönlünde
uyanan bu müsbet ihtisasları, esire bir az daha sokulmakla ifade etmek istedi.
Esir şimdi hadid ve ciddî idi. Hamza’nın muhavereyi uzatmak isteyişini sezmiş
gibi sert ve şimşekli bir bakışla baktı.
Benden ne istiyorsun? Var işine git! siz kim, biz kim ?
Sizin bir tek süslü pabucunuz, benim gibi yüz esiri satın alır.
Git kendi denginle konuş., senin mevziin esirler karargâhı değil, kibar
meclisleridir. Buraya yanlış gelmişin delikanlı...
Hamza, bu tavsiyeyi menfî cihetten tatbik ederek güneşten ve
heyecandan bitab düşmüş vücudunu kumların üstüne bıraktı. Değil koğulmak,
döğülse de buradan gidecek değildi.
Esir onun bu samimî hissini okumuş gibi birdenbire tavrına
miilayemet, sesine şefkat doldu ve söylemiye başladı :
Delikanlı, bak şu sırtım kırbaç darbelerinden ne kadar
sertleşmiş, nasırlanmıştır. Görünüşteki bu şedid esarete rağmen, hiç bir
yabancı eli değmiyen, değil kırbaç zahmı,[ Yara, ceriha ] hatta bir nazarın
bile örseliyemiceği kalbim, öyle bakir ve temiz bir aşkın karargâhıdır ki,
işte oraya, mütecaviz bir elin uzanması asla mümkün değildir.
Başım, vücudum, elim ayağım sille tokat yiyebilir;, fakat
kalbime kimse el uzatamaz, oradaki zevki, hiç bir buyruk tatil edemez. Ben, şu
gördüğün vücud değilim, ben bir görünmeyen zevk ve hoşluğum. Mademki gizli olan
hakikî hüviyetime tecavüz imkânı yoktur, O halde ben nasıl esir olurum ?
Benim bir tek muharrikim,[
tahrik eden, harekete geçiren. ] bir tek gayem, bir tek zevkim
bir tek Allah’ım vardır : Aşk!
İşte ben, ona taparım; beni o
idare eder, o yaşatır.
Hamza’nın dudakları da ihtiyarsız olarak ( aşk, aşk) diye
kımıldadı ve gözlerinden, haberi olmadan iki damla düştü.
Esir, gene adamın bu suzişine şüpheli bir bakışla baktı ve
muhatıbının zaafını sezerek hararetli bir sesle sözüne devam etti :
Aşkı sen hangi manâda kabul ettin de, aşk, aşk., diyorsun ?
Bir güzelin ilham ettiği aşktan mı bahsediyorsun yoksa ?
Aşkı, bir güzele mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] görmek, onun
hakikatına karşı küfürdür. Bahçıvanın, bahçe çitinin dışına attığı bir gül,
gülistanın kemalini ifade eder mi hiç ?
Gerçi o gülde de lâtif bir koku vardır, fakat zamanın
tagallübatı [Zorbalıklar,
tahakkümler.] bunu ondan çarçabuk alır, soldurur, mahveder. Fakat çiti atlayıp
gül bahçesine girersen, orada, solan bir gülün yerine, pembe dudaklı yüz
koncanın açılmak için müheyya [hazır hale getirilmiş.] olduğunu görürsün.
Senin gönlün de o zaman bu güllerden bir gül olur ve aşkın ebedî bahar ile
ölmezlerden olur.
Şunu bil ki, aşkın hakikati bulunmadıkça, hilkatin maksudu ele
gelmez ve insan aşkının kemali derecesine göre mükemmel olur. Hilkatin ve
kâinatın manasını bulmak istersen aşkı bul. Çünkü insan aşkı bulmak için
dünyaya gelmiştir. Hayatın sebebi aşktır; mükevvenat ta aşkın tekazası
sebebiyle tekevvün [Vücuda
gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. ] etmiştir. Ancak aşkı bulandır ki, maksuduna
ve hilkatinin manasına kavuşmuştur. Aşk deyip te geçme, zira kıyamet tarihine,
bir hudud vardır, ama aşka had ve gayet yoktur.
Cismi güzel gösteren ruh ve aşktır; aşkın taalluku ise ruha ve
ruhla husule gelen güzelliğedir. Bütün güzelliklerin menba-ı aşktır; lâkin çok
kimselere aşk mükevvenat aynalarından yüz göstermiştir. O, herkese vasıtasız ve
üryan olarak yüz göstermez, meğer ki o kimse aşkın satvetinde kendini yok
etmiş, aşk kesilmiş, yani onunla ölmüş, onunla dirilmiş olsun!
Birçok kimseler gördükleri ve gönül verdikleri güzellikleri ve
hoşlukları bu müteayyin [Karar
verilmiş. * İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi. * Belli, âşikâr ve meydanda
olan. Taayyün eden.] vücutlardan zannederek onların mesti ve sevdalısı olurlar. Fakat
şu demde ki bu vücutlar mahvolur ve aşkın hakikati tezahür eder o kimse buna
mülaki olunca, musavver olmayan hakikat ona der ki : Beşeriyet kirleri ve
iktizalarıyla zebun ve mest olan sen, o güzellikleri bu vücutlardan sandın,
halbuki o güzellikler benim mutlak, güzelliğimin aksinden ibaretti. Asıl
benim, halbuki sen onları asıl zannetmekle yanıldın !
Esirin tekrar susması, bir külçe halinde oturan Hamza’ya biraz
hareket verdi; sanki bu adamın sözlerde yaşadığı dünyayı değiştirivermiş,
havası, mürekkebatı [terkipler,
bileşikler. ] İlahî bir nefhadan ibaret olan tanımadığı bir seyareye [gezegen; gezen, dolaşan. ] atlayıvermiş gibi idi.
Hiç ummadığı bir kimse ile olan şu kısacık muhavere, Hamza için karanlık bir
gecenin bir şimşek çakmasıyla aydınlanıp, tekrar zulmete gömülmesi gibi oldu.
O, tekrar ve sürekli bir aydınlıkla nurlanmak istiyordu. Zira Hamza, bu muvakkat
fecir esnasında, ruhunun tanımadığı gizli bir köşesini görmüştü. Bu köşede,
esirin söylediği ebedî ve lâyemût [ölümsüz. ] aşk, inkişaf etmemiş bir nüve
halinde köhne, metruk duruyordu.
Esirin sözleri hakikat kadar doğru idi. Zira Hamza biliyordu ki,
kâzib [Yalancı. Yalan söyleyen. ] sözler, gönülde iz
bırakmadan geçip gider. Rast ve sadık sözleri ise, kalb, mihenk gibi haber
verir.
Esirin dediği gibi, hakikatin, kucağına atılmak, orada muhalled
[Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak
kalan. ] olmak ne cazib, ne
doyulmaz bir hayaldi. Fakat bu hayali tahakkuk ettirmek için Meryem'in aşkını
feda etmek lâzımdı çünkü iki aşk bir kalbde olamazdı. Halbuki bu-aşk onda,
hâkim ve yenilmez bir şaşaa ile tekaza [Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını
isterken borçluyu zorlamak.] etmekte idi. Gerçi esirin sözleri baştan aşağı doğru idi, ne
çare ki Hamza için, Meryem'in aşkına hakikati bile tercih etmek bir emri
muhaldi. Meryem’siz Hamza, kışın kamçısını yemiş bir ağaç gibi çıplak, kuru ve
mahsulsüz demekti.
Hiç Hamza’yı Meryem’in aşkından koparacak bir kuvvet olabilir
miydi ?
Gene adamın dimağı, bir taraftan bu hükümleri vermeye çalışırken
bir taraftan da esirin sözlerine bigâne kalamıyordu. Zira onlardan gönlüne,
bilmediği bir haz ve tesellî edici bir şifa hüzmesi sızmıştı. Bu ziyadar
yoldan esire doğru gizlice çekildiğini hissediyordu.
Gene hekimin insicamı bozulmuş düşünceleri başka bir safhaya
atladı. Bir esir bu mânalı nükteleri nasıl ve ne suretle öğrenmişti ?
Söyle bana Ömer, sana bu hakikati kim aşıladı?
Yoksa, kendi kendine biten bir nebat gibi, bütün bunları
kendiliğinden mi buldun?
Bu sual, Ömer’in elinden kazmasını düşürdü. Elleriyle beraber
bütün vücudu da titremeye başladı. Esirin çehresi, hasret, ıztırab, zevk ve
aşkı aynı zamanda temsil eden bir mahşere dönmüştü. Ruhunu dudaklarına
bağlayan bir sesle :
Ben, güneş gibi ziyayı kendinden
neşreden bir varlık değilim. Ne bildim, ne buldumsa hepsini, hatta kendimi,
kendi hakikî varlığımı da ondan, kabilemin reisinden iktibas ettim. Onun vücudu
güneşinden kaptım. Sana onun...
Ömer sözünü tamamlayamadan yüzü üstü düştü bayıldı.
Demindenberi fevkalbeşer bir kudret ve salabetle çalışan esirin,
en zaif, en hassas cebhesinin bu kabile reisi olduğunu anlamakta Hamza tereddüd
etmedi.
Esirin ayılması uzun sürmedi. Derin bir haz âleminin sarhoşluğu
içinde kendi kendine gözlerini açtı. Ömer’in bayılması, Hamza’nın hekimlik
gayretini tahrik ettiği için hiç olmazsa, bileklerini, kollarını ovmak
suretiyle iyileşmesine yardım ediyordu.
Ömer gözlerini açar açmaz, baş ucunda onu görünce, bu rikkata[acıma; incelik; yufka yüreklilik,
yumuşaklık. ] gülümsedi ve Hamza’nın
avuçları içindeki ellerini yavaşça çekerek :
Üzülme delikanlı, bana ilâç fayda vermez; benim dermanım kendi
derdimdedir.
Dedi ve gene hekimin itimad veren samimî tecessüsünden
kurtulamayacağını anlamış gibi, daha o bir şey sormadan, macerasını söylemeye
başladı :
Ben bir tacirdim. Memleketim buraya çok uzaktır, senede, yahut
bir kaç senede bir ticaret etmek için Şap denizi kıyılarına gider gelirdim.
Gene bir defa kervanla henüz gelmiştik ki, birdenbire bir karışıklık oldu, Araplarla
Mısırlılar, çarpıştılar bu esnada ben de esir düştüm. Tam iki sene oldu,
Allah’ım bana burada taş kırdırıyor. Fakat şunu da bil ki gönlümdeki zevk,
ölçüsüz bir mebzuliyetle beni her şeyden müstağni etmektedir. Yalnız hasret,
yalnız o, işte bir şeye benzemiyor. Bu gözlerin hakkını hiç bir zevk
ödeyemiyor.
Hamza, ağlayacak kadar müteessirdi. Esire son bir sual daha
sormak için ellerini tuttu. Bu sefer Ömer kendine uzanan bu dost ellerin
içinden, bir ağaç kadar sertleşmiş, çatlamış, bütün evsafını kaybetmiş ellerini
çekmedi.
Nerelisin Ömer ?
Hayreliyim !
Hamza taaccübden bir an kekeledi. Hemen kendini toplayarak acele
ile :
Ben de Hayreliyim! dedi.
İkisinin de bakışları, birer sorgu çengeli gibi birbirine
kenetlenmiş kalmıştı. Hamza bu garib buluşmanın zevkiyle :
Ben hekim Hamza’yım, sarayın baş hekimi., dedi.
Ömer, rikkat dolu bir tebessümle gülümsemişti.
Seni tanıdım şimdi delikanlı. Bir kaç defa aramızda ismin
geçmişti.
Kiminle ?
Aşiretimin reisile...
Hangi aşirettensin ?
Ebüşşettar aşireti...
Reisi kimdir?
Taaccüb etmek sırası Ömer’e gelmişti. Nasıl oluyordu da bir
Hayreli, bunu bilmiyordu ? Ömer, Hamza’nın merakla açılmış gözlerine bakarak :
Yusuf, Yusuf ! dedi.
Hamza, memleketinde sanki bu ismi işitmemiş miydi?
Hem yüzlerce defa... Yusuf’u herkes bilir, herkes severdi...
Fakat Hamza, Meryem’in sevdasından, biraz evvel Ömer’in sayıp döktüğü unsurî ve
beşerî kayıtlardan vakit bulup ta bir kerre bile, herkesin sevdiği Yusuf’u
görebilmiş miydi ?
Onu tanımıyor musun ?
Ömer’in bu sualine Hamza, hayır, derken, yüzünün utançtan kıp
kırmızı olduğunu hissetti.
Yusuf’un yüzünü görmenin kıymet ve saadetini, o, Mısırın
çöllerinde mi öğrenmeliydi?
Gene hellime bu aşiret reisinin ruhî kemli, Ömer’in vücudundan
aşikâr olmuştu. Ömer’in vücudu seli, Yusuf’un gönlü deryasına müntehî [Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan.
Biten] oluyordu. Hamza’nın
vücudunu kapan bu sel, ona şimdiden bu deryanın inci ve mercan hâzinelerinin
kapağını açmıştı. Açmıştı, fakat Hamza bu hâzinelerden istediği gibi istifade
edebilecek miydi ?
Zira Meryem’in sevdası, onun elinin, kolunun kavî kemendi idi.
Hiç Hamza bu ibtilâdan baş çekip, kendini o deryanın nihayetsiz derinliğine
bırakabilir miydi ?
Fakat Ömer’in, hakikatin hudutsuz azametinden kopup gelen
sözleri ve gönlünün zevki tuğyanı da, Hamza’ya yabancı ve ırak görünmüyordu.
Ne tuhaf Ömer, Hamza’ya ne Mısırda bulunuşunun sebebini, ne de
memleketinin haberlerini merak edip sormuyordu.
Ömer, bak ben sana bu kadar sualler sordum; hâlbuki sen,
yurdunun haberlerini bile sormuyorsun?
Sen Hayreden çıkalı iki sene olmuş; ben çıkalı daha iki ay oldu.
Sana taze, yeni havadisler verebilirim.
Ömer gönlünün süzişini toplayan bir adam sonra :
Benim sana soracağım yegâne sual, Yusuf’a aid olacakdır. Mademki
sende buna verilecek cevap yoktur, o halde neyi sorayım ?
Beni dünyada ondan başka hiç bir şey alâkalandırmaz; yalnız onu
tanır, onu bilir, onu görürüm., ben onun yanık bir sevdalısıyım.
Birden bire başlıyan bir davul sesi, bütün sahayı dolduran
esirleri birbirine karıştırdı. Her biri, ellerindeki kazmaları, tokmakları,
kürekleri atarak, yemek davulunun sesine doğru koşmaya başladılar.
Ömer de, sanki, Hamza’dan kaçmak için fırsat bekliyormuş gibi
bir kelime söylemeden sür’atle bu kafileye karışarak kaybolup gitti.
Hamza’nın: Dur gitme Ömer! diye bağıran sesi, esirlerin uğultulu
gürültüleri arasında, denize düşen bir damla gibi iz bırakmadan yok oldu.
Bir anda bütün saha
boşalmış, Hamza çölde tek başına kalmıştı.
Gene hekim saraya döner
dönmez Firavunun yanına çıktı. Hükümdar neşeli idi. Onu :
Bu zamana kadar
Ehramlarda miydin Arabın iftiharı Hamza, canıma can katan delikanlı 1 diye karşıladı.
Hamza yirmi gündür Firavunun minnetle kendisine türlü türlü iltifatlarının
ganisi olmuştu. Fakat şimdi bunları dinleyecek vakti yoktu.
Hükümdarım, sizden bir
şey istiyorum, dedi.
Söyle., ne istersen
söyle. Sen bana yeni bir can bağışladın, ben de sana hazineler, mücevherler
vereyim. Elverir ki sen iste, sen söyle I günlerden beri sana neler teklif
etmedim.. Haydi hiç bir şeye ihtiyacın olmadığını farzedelim, ya o güzel
cariyeleri redde ne sebeb var ? Herkesin malûmudur ki bu saraydaki güzel
kızlar, dünyanın hiç bir yerinde bulunmaz.
Firavun gene mutad
hitabesine başlamıştı. Ham- zanın sabursuzlandığını anlıyarak, bu defa kısa
kesti ve :
Haydi, söyle bakalım
istediğin nedir ? dedi.
Bir esirin affı !
Bir esir mi, bu kadarcık
mı ? Ben senin için bütün esirlerimi affederim, kimdir bu esir, söyle bakalım
?
Ömer isminde bir
hemşehrim 1
Firavunun emriyle
atlılar, inşaat sahasında çalışan esirlerin arasında Ömeri bulup getirmek için
hemen uçup gittiler.
Taze bir kız gibi
hicabla uzanmış Nile bakan pencerenin önünde, Hamza ile Ömer, sabahtanberi
karşı, karşıya oturuyor ve iki dost gibi tatlı tatlı konuşuyorlardı.
Omer arasıra, üstündeki
temiz ve yeni elbiselere
bakarak çoktanberi
unuttuğu bu tabiî kıyafeti yadırgayarak gülümsüyordu. Bir günde Hamza ile
Omerin aralarında öyle bir anlaşma öyle candan bir kaynaşma hasıl olmuştu ki,
beşikten başlıyan rabıtalarda bile böyle derin ve içten gelen bir dostluk
olamazdı. Hamza bu hissini Omere söylediği zaman o da ayni fikri teyid etmiş ve
:
— Asıl akrabalık, ruh arkadaşlığıdır.
İnsanın kendi manasını bulduğu kimsenin yakınıdır; demişti.
Meselâ Hamza, kendi
amcasile, bu kadar hukuk ve kan karabetine rağmen, Omerin şu bir günlük
dostluğunun binde birini hasıl edememişti.
Bu ne acaib bir sırdı ki
Hamza, esaretten kurtar- dıği bir yabancıya, en gizli, kendinden bile
kıskandığı sırrını tevdi etmiş, Meryeme aid aşkını başından nihayetine kadar
söylemişti.
Ömer bu hikâyeyi alâka
ile dinlemiş, fakat hiç bir mütalea ilâve etmemişti. Hamza, muhatabının bu
sessiz dinleyişindeki manayî az çok hissetmişti. Fakat Mer- yemden bahsetmek,
hem de, dostluğunda İlâhi bir kuvvet olan böyle bir kimseye söyliyerek tesellilenmek
ihtiyacı gönlünde şiddetle tekaza ediyordu. Hamza, yalnız rüya hadisesini
söylememiş, söz oraya dayanınca, bunu Omere sÖylemiyi, Meryemi gaybettiğini
şahid huzurunda itiraf etmek gibi telekkî ederek susmuştu. Halbuki Hamza,
Omerin asıl bu husustaki tesellisine muhtaçtı. Maamafih o, teselliyi de
aşkında arıyor, bu aşkın azametine gömülerek, her menfi ve makûs ihtimali
unutmıya çabalıyordu.
Ömer, daha Hamza ile ilk
buluşuşlarında, ona hakikatin yakasını açıp, hakikî ve lâyemût aşktan bahsetmekte
çok acele etmiş olduğunu anlıyordu.
Fakat bu hareketinde
Ömer de mazurdu. Zira Ham- zanın yüzünde gördüğü manâ yakınlığı, görmüş geçirmiş
olgun Omeri bile coşturmuş, iki seneden beri kimseye açmadığı gönlünü ona
göstermişti. Hoş Omerin Hamzaya söyledikleri, bu gönlün muhtevasının zengin
fihristine nazaran bir zerre bile değildi. Yusufun, insanı iki cihan
zevklerinden de müstağni eden aşkı ile yanıp yakılan, dolup taşan bu gönülde
daha neler, ne el sürülmemiş hazineler vardı.
Fakat o, bu kadarını da
söylememeliydı. Zira Hamza, henüz sevgilisinin aşkından örülmüş bir kılıf
içinde mahbustu. Başını bu ağın içinden çıkaramıyordu ki, Omerin açtığı âlemi
görüp, hissetmesi mümkün olsun? Onun, Omerin sözlerini anlayıp zevketmesine
bile imkân yoktu. Hamza, belki bir gün, hakikati göstermi- yrn bn Itılıf»
delip çıkar, yahtıd dn ebediyen onun içinde zebun olarak sönüp giderdi.
Fakat şu muhakkak ki
Ömer, bu gene adamda, hakikata karşı büyük bir istidad ve iştiyak, ruhunda
bariz bir ulviyet görmüştü. Hem Allah Teâlâ Ömer’i kurtarmak için Hamza’nın
vücudunu vesile intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden
çıkmak. ] etmişti. Onun için
Ömer kendini esaretten çekip kurtaran bu adamın selâmeti için ölünceye kadar ve
elinden gelirse ölümden sonraki hayatta da ne mümkünse yapmaya çalışacak, ona
dost ve yardımcı olacaktı. Zaten Yusuf Ömer’e ve daha nice yüzlerce Ömer’lere,
dustluk mefhumunu izah ederken, insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, bütün
yaratılmış olanlara şefkattir; halk Allah’ın ailesidir. Halka en sevgili
olan, ailesi için fayda verendir diyerek, bütün mahlûkata teşmil ettiği umumî
bir dostluk fikri telkin etmemiş miydi? Ömer şimdiye kadar kime fenalık etmişti
ki Hamza’ya bundan bir hisse çıkarabilsin ?
Elbette o, kerkese o)
iuğu gibi, Hamzamn da dostu olacaktı. Fazla olarak Hamzayı, halaskarı olması
itibarile tebcil de edecekti.
Fakat zavallı gencin,
aşkın hakikati zevkini tadabilmesini henüz müşkül görüyordu.
Meryem teranesi, gene
adaııııı sinesinde açılııış unulınaz bir yara idi.
Vakit öğle olmuştu.
Konuşmalarının biteceği yoktu. Hamza ayağa kalktı.
Omer, beı^ Yusufa bir
armağan almak için çarşıya gidiyorum. Gerçi Firavunun benim için hazıılat-
Itğı eşyalar arasında çok değerli şeyler var, fakat ben Yusuf için kendi elimle
bir ş';y seçmek istiyo rum. Sen beni burada bekle. Öğleden sonra seninle T (enfis
mabedine gidelim. IJrnîd ederin? ki iki sene ; ırfmdn Hu muazzam abideyi
gÖrnıiye fırsat bulamamışındır.
Evet, doğru., görmedim.
Hoş bu fırsa ı bulmuş olsaydım bile, kendi gönlü vı mabedini dokşmaktarj, taş
ve toprağı ziyaret etmi) e vakit ayıramaz Jım,
Fakat mademki sen öyle
istiyorsun, gidelim. Hem artık Mısırda bir kaç günürnüz kaldı, değil mi ?
Firavun bu giin ilk defa sok* ça çıkacakmış. Gözlerine mil
bekilecek esirler de senin şefaatinle bu gün affediliyor. Allah seni, iyi
işlerir., memuru etmiş. Fakat bundan kendine gurur hissesi ;ıkarma. Sen ortada
bir vasıtadan ibaretsin. Sana di şen, hayırlı işlerin memuru elliği için
Allahına şükret ıektir.
Allaha şükretmek te
nasıl olur biliyor musun ? Oııun sana verdiği iktidarı fenalıklarda kullanmayıp
i' i işlere sarf etmek
ve Yaradandan korkmak, işine
nrışmamaktır*
iyi kimseden iyilik,
fena kimseden de fenalık zu*
!ıuru tabiîdir dostum...
i l
.
Hamza ile Ömer Menfis mabedindeler...
Hava o kadar sıcak ki nefes almak için müşkülât çekiliyor, ilişirin hemen en
sıcak bir günü..
Mabede girer girmez
nisbeten serin bir hava on- bn karşıladı. Bu hava, ruhanî bir ıtr ile meşbu
idi. Nereden sızdığı belli olmıyan, gül, öd ağacı, anber ve buiııır kokularının
halitasından yayılan bir dalga, mabedin havasını işba haline getirmişti.
Kubbeden sarkan d;zi
dizi kandiller, semavî bir tuhre gibi helecanla muillâkta bekleşiyorlardı.
Pençe relerin rengârenk camlarından akan sarı, yeşil, kırmızı renklere
boyanarak sızan güneş, mabedin fezasını çep- çevre kuşatan bu kandillere,
alaimisema renkleri zammediyordu.
Burası, yüz binlerce insanın ruhanî istinadgâhı olan muazzam
Menfis mabedi! Ömer Hamza’yı kolundan tutarak çekti :
Şunlara bak Hamza.. Şu zavallılara bak! Ümid ederim ki, sen
bunların inandıkları manasızlıkların giriftarı değilsin !
Ateşe, öküze, taşa, güneşe tapan şu yavan fikirlere bak ta
onlara acı...
Hamza için putlara tapmaktan vaz geçmek kolaydı. Çünkü bunların
düzme ve ibtidaî vâhimelerin [Vehim
veren, vesvese veren. ] mahsulü olduğunu zaten biliyordu. Bunlara tapmaktan, kurtulmak
bir şey değildi. O, Meryem’e tapıyordu. İşte ondan vaz geçmek muhaldi.[ imkânsız; olması mümkün olmayan]
Ömer, Hamza’nın cevab vermek istemediğini görerek tekrar sözüne
devam etti :
Ey, İzislere, Üzirislere, Pahtlara, Hapilere, daha yüzlerce
mabudlara baş koyan insan!
Nedir bu senin dar düşüncen, köhne fikrin ?
İnsan kendi hizmetkârına, kendi muhayyelesinin icad ettiği
şeylere tapar mı ?
O insan ki, mahlukat içinde en kıymetli eser, hakikatin sırrı,
hikmetlerin muammasıdır, başlı başına bir âlem, uzvî, hissî ve manevî
tezahürlerile bir kâinata bedeledir, nasıl olur da, kendi hayalinin doğurduğu
maymunlara bile tapacak kadar küçülür?
Tapacaksan kendi aslına tap,
secde edeceksen ona secde et! Çünkü insan ancak aslına, hakikata taptığı zaman,
insanlığın manasını iktisab etmiş olur.
Aslına tap, aslının önünde
secdeye var!
İşte bu secde, ne tazîm ne de ümid veya korkudandır. Belki aşkın
heybet ve istilasındandır ki, baş, ihtiyarsız olarak yere düşer; bu yere
kapanışında zemini bile yüksek bulur ve tapmak için daha, daha alçamak, daha
yok olmak, kendini unutmak ister.
İşte aczin şiddeti içinde eğilen
bu baş, manada yükselir ; zaten onun aşkıyla kendini alçaltan her şey yükselir,
kıymet ve mana kazanır.
Öleceğini düşünerek yaşamak, kalb istirahatı, kalb zevki verir;
fakat ölmüş gibi yaşamak, zevkin, istirahatın kendisidir. İşte, Mabudu bilerek
ve görerek tapan, ve onun için yere kapanan baş ta, kendinden ölmüş, hakikî
istirahata ve rahata kavuşmuştur.
Ömer, tekrar ibadet edenlere sözünü çevirdi.
Kalkın ey zavallılar!
Boş yere yerlere kapanmayın. Bu
mabudlar sizden de âciz, sizden de kudretsizdir. Tapılacak, bilinecek,
görülecek hep hep kendi hakikatindir. O, her mevcudun canı, her mahlûkun çıktığı
ve kavuştuğu noktadır.
İşiten, gören, tasarruf ve tedebbür [Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür
etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek. ] eden sade o dur.
Kâinatı tedvir eden buyruk, onun işaretinden ibarettir. Onun azameti, Ölçüye,
hesaba gelmeyen büyüklüğü, gözlere perde, onu görmeye muhkem hail olmuştur.
Bu hakikat ki sizi ve
beni ve bütün mükevvenatı, içinden dışından sarmış, azametine müstağrak
etmiştir, işte bu nihayetsiz büyüklük, onu gözlerden gizleyen perde olmuştur.
Onu görmek isterseniz, aşkla başınızı yere koyun. Onu görmek için, gene onun
aşkı nurundan gözlerinize fer, gönlünüze cevher isteyin. Suzişiniz beşeriyetin
ari olan gömleğini yaksın, sizi asıl insanlığınıza kavuştursun.
Dünyaya üryan gelen insan,
hakikatına da her şeyinden soyunduğu vakit varabilir.
Önıerin gilgidt*
heyecnnlnnniHfli llnmzayı telâşa düşürdü. Gerçi arabca söylediği için sözlerini
hemen kimse anlamıyordu; fakat ne de olsa, sesinin samimî heyecanı, müselsel ve
takıntısız bir ahenkle söylemesi, etraflarına oldukça kalabalık bir meraklı
kitlesi toplamıştı. Hamza tanınmaktan korkuyordu. Hem Ömer alenen onların
akidelerini baltalıyan sözler söylüyordu. Öyle bir söyleyişle söylüyordu ki
tamamen kendisinden insilah ediyor, derunî ve gizli bir âlemin kasırgalı
esişlerinden haber getiriyordu. Fakat, Harazanın iki günlük dostu Omer, ne
kadar doğru söylüyordu. Hamza da, Arablann taptıkları putları daima manasız bulur,
bu müşahhus ve gayrı müş; lıhas mabudlara inanan halka, başka bir seyareden ba
tan yabancı bir mahlûk gibi hayretle bakardı. Şu kad*,r var ki bu meseleyi ne
fazla düşünmiye vakit bulabilmiş, ne de onu kendi kendine tebellür ettirecek
selâhiyeti kendinde görebilmişti. Hamzanın Ömer gibi bir dosta, dünya gecesini
aydınlatacak bir meşaleli ele r;e kadar ihtiyacı vardı. Hamza şimdi, bu merd ve
vefralı arkadaşı bulmasına vesile olan Firavuna adetâ minnetdar idi.
Hamza yavaş yavaş Omeı
sn arkasını okşayarak :
Haydi gidelim artık
Omer, geç oluyor. Yol uzak., dedi.
Ömer, dalgın dalgın
Haıııaaııııı yüzüne bakıyordu. Gene adam tekrar etıniye mecbur oldu :
Kalk dostum, haydi
yürü.. Bizi arnııııya çıkmalarını mı istiyorsun ?
Omer kalktı, yolda
tektük konuşuyorlardı. Hamza, kaybolmuş anasını bulan bir çocuk gibi Ötherin
refakatinden zevk duyuyordu. Açık ve doğru sözleriyle, maddî kıymetlerden
müstağni Ömer., beşerî ihtiyaçların insanı sefilleştiren, küçülten
çarpışmalarından kurtulmuş, hasılı unsurî zaafları yenmiş, İlâhî serhadde ayak
basmış bir yoldaş...
Fesliğene Örselenmekten,
öd ağacına ateşe düşmekten ne gam ? Bilâkis bu mihnet, onların güzel kokularının
daha ziyade meydana çıkmasına bir vesiledir. Ömer de, esaretin işkenceli
lızyıki altında, ruhunun güzel kokusunu Hamzaya ne ıretti. Çünkü bu ruh, aslında
temiz ve güzel kokulu jdi.
Gene hekim, bu düşüne« lerin tevlid ettiği bir feveranla :
— Ömer, senin dünyada
mislin yok, ne hoş, ne güzel bir adamsın sen,.. Dedi.
— Sus, sus Hamza..
Misilsiz olan, yalnız Allah Teâlâ’dır. Beni yaratan, benim gibi nicelerini
yaratmaya muktedirdir.
Hamza, bil ki Yaradan’ın, sahranın kumlarından çok Ömerleri
vardır. .
Hem benim nemi methetmek istiyorsun ?
Eğer şekil ve simamı methetmek istiyorsan, bu taravet,[ Tazelik. Körpelik. ] en çok ölünceye kadar
sürer. Eğer sözlerimi methediyorsan, ölüm gelince bu da kalmaz. Fakat, bende
Allah’ımın aşkını görüp onu methetmek istiyorsan, şehade tinde sadıksın; çünkü
onun letafet ve taravetine halel gelmez, hiç bir suretle ona zeval ve kesafet
yoktur; Çünkü o, odur.
— Vaz geçtim, vaz geçtim seni
methetmiyorum. Gece oluyor biz hâlâ yollardayız, onu düşünelim. Hakikaten güneş çoktan
kaybolmuş, çöllerin hisli ve müblıem gölgeleri içine dalıp gitmişti.
Günün son aydınlğı, gök
yüzünde yeşilimsi bir renk halinde kalmıştı., Bu yeşil gökün kucakladığı şehre
gittikçe yaklaşıyorlardı. Bu ışıklar Mısırın boydan boya uzanmış esmer, cazib
vücuduna püskürülmüş ben- ler gibi latâfet veriyordu.
Bu ziyadar noktalar, gök
yüzünden gizlice kaçıp gelmiş korkak yıldızlara da benziyordu.
Saraya girdikleri zaman
gece yarısı oluyordu. Hamza yatmadan evvel, Meryem için aldığı eşyaları birer
birer eline alıp baktı, tekrar yerlerine koydu. Bunlar, alındığı gündenberi hep
böyle okşanıyor, takdis olunuyordu.
Hamza için Meryeme aid
olan her şey gibi, ona< izafe ettiği bu ufacık tefecik şeyler de
mukaddesdi...
Gene adam artık,
sevgilisine kavuşacağı günün yaklaşmasilye büsbütün müteheyyiçti... O kadar ki,
hisleri ve dimağı, Meryemden başka vadide işlememek,, ondan başka bir şey
düşünmemek ısrarıyla âdeta muattal gibi idi... Bütün vücudu bu aşka teslim
olmuş,, bütün varlığı bu sevdadan ibaret...
Oyle ya, şu anda oııu
yaşatan ne kalbi, ne dimağı nc de mürekkebatındaki unsurların itidali...
Hamzanm bütün havâsını bu aşk durdurmuş, öldürmüş.. Bu sâ- mit mezaristanda
yalnız bir ses var î Meryemin sesi !
***
Hamza ile Omerin
Mısırdan hareketleri pek şaşaâlı merasimle yapıldı. Kafileleri, evvelkindan
daha kala- balabalık, daha muazzamdı. Minnettar Firavun, Hamzanm istirahatı
için her şeyi düşünmüş, hiç bir külfeti esirgememişti.
Hareketlerinin ilk
gününden itibaren yolculuk, evvelkinden çok kolaylıklı ilerliyor, adeta
günler, yarı yarıya kısalmış gibi çabuk çabuk geçiyordu.
Bir an evvel Meryeme kavuşmak
arzusu ve Omerin can gibi yakın ve uyanık dostluğu, gönlü sahifa- larının
ateşin ifadesi, hep bunlar, Hamzayı tervih ediyor, zorlukları duyurmayordu.
Nili takiben Dimyata
kadar olan yolculukları esnasında gördükleri bediî lâvhâlar ne hoştu. Artık
on- güııdenberi çölde idiler. Fakat Hamza, vakit vakit arkada kalan o mebzul
güzellikleri, biri ötekini unutturacak kadar sevimli tabiat sergilerini
hatırlıyordu.
Sessiz, hatta nefessiz
vadilere yayılmış sürülerin birbirine cevab veren melemeleri, çıngırak sesleri
ne güzeldi! Onlar bu sürülere kaç defa tesadüf etmişlerdi. Bir keresinde bir
yamaçtan aşağı doğru, iki sıralı inen koyunlar, akar su gibi vadide birleşerek
bir hat teşkil etmiş ve her haraketlerile bu hattın şeklini değiştirerek
nihayet yeşillihlerin arasına dağılmışlardı.
Her taraf, güzel,
güzeldi !
Belki de Hamza, her
adımı ile Meryeme biraz daha
yaklaştığı için biilün
güzergâhı onun füüunuyla revnak*
lanmış olarak görüyordu. •
Ömer, Nil boyu nekadar güzeldi değil mi ?
Herkesin ölümden sonra aradığı cennet, sanki onlardı.
Hayır Hamza hayır, ben sana cenneti iki kelime ile söyleyeyim:
Cennet, gönül zevkidir. Bu zevke kavuşmuş olanlar, her yerde, her zaman
cennettedirler. Cenneti bulmak için ölmeye hacet yok! Esasen onu burada
bulamamış olanlar, öldükten sonra da bulamazlar.
Beni korkutuyorsun Ömer...
Hakikata müteallik sözler korkunç olamaz dostum.. her ne kadar
düşündürücü iseler de, ümid ve tesellisi de içindedir. Hakikattan korkma Hamza,
zira yegâne fenalık görmeyeceğin dostun, hakikattir.
Korkulacak şey nedir, bilir misin?
Hakikati bilmemek ve yalnız cismin muktezasının zebunu olmaktır.
İki dostun daha fazla
konuşmalarına vakit kalmadan, Hamzaya, can sıkacak kadar ikram eden Amazis»
her zamanki teranesiyle yanlarına geldi.
Hekim Haza, bir şey
istiyor musunuz ?
Firavunun memurları
soluk almadan sıra sıra gelip Hamzadan, bir arzusu olup olmadığını sorarlardı.
Çöl ortasında sudan başka ne istenebilirdi ? Onlar da bunu bilmekle beraber,
Firavundan aldıkları şiddetli emrin tesirile böyle hareket etmiye mecbur
oluyorlardı.
Hamza her zamanki gibi
Amazisi gönderdi. Fakat artık Omerle de konuşmadılar.
Bir müddet sonra bir
menzile gelmişlerdi. Herkes,
«ti ra 1ın t i n verdiği
bir . memnuniyet içinde neşeli idi. Birbirlerine yol hikâyeleri, tesadüf
ettikleri garibeleri arılatıyorlardı.
O kadar acaib, yarı
vahşî kabileler aracından geçmişlerdi ki, Hamza hâlâ bu intihalardan
kurtulamıyor- du. Bilhassa kendi muhitlerinden, kendi yaşadıkları çevreden
başka bir âlem olduğunu bilıniyen kabileler vardı. Bu, tabiatla göğüs göğüse
yaşamıya alışmış ve tabiatlaşınış insanlar, bir insandan ziyade, şuursuz bir
cismin insanlaşmıya özenişi gibi, Hamzanın yadırgadığı garib ve basit
hareketlerde bulunuyorlardı. En ehemmiyetsiz bir şeye karşı, fikrî seviyeleri
hayret ve korku izhar ediyor, kendi aklî ölçüleriyle telif edemedikleri
şeylerden şiddetle uzaklaşıyorlardı.
Hamza bunlardan bazısına
tahta kutu içinde şekerli buğday ikram etmişti. Fakat onlar, buğdayı avucunla
verseydin yerdik, kutuda belki şeytan vardır. Diye kabul etmemişlerdi. Hamza
bu vakayı her hatırlayışında gülüyordu. Gene gülerek Omere anlattı.
Gülme Hamza.. bu kara cehalet, insanların hemen her sınıfında
türlü türlü şekillerde tezahür eder.
Bu küçük misali, hayatın her safhasına tatbik edebiliriz.
Meselâ, kendi gayesinin hakikattan uzak olan mahdud çemberi
içine takılıp kalan her hangi medenî bir şehirlinin bunlardan mana itibarile ne
farkı vardır ?
Biri ibtidaî cehalet, diğeri medenî cehalet. Fakat netice aynı.
Hattâ öyle akıllı geçinen kimseler vardır ki, onlara hakikatin
parlak yüzünü ne kadar göstersen, ne kadar anlatsan, arlar gibi dururlar, fakat
ne görür, ne de anlarlar. Belki, görüşlerinin kısalığından, en şaşaalı
bedahati [Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük
olan.] bile tekzibe kalkışırlar.
Fakat sen bunları mazur bil Hamza!..
Zira kişi, cahili olduğu şeyin
münkiri olmakla beraber, hakikati işitmek ve anlamak ta bir istidat
meselesidir. Ruhları küçük olanlar kendileri büyük te olsalar bir şey
anlayamazlar.
İzah et Ömer!
Yani demek istiyorum ki hayvanlık
derecesinde olan kimselerin hisleri ve idrakleri kendilerine mahsus dairenin
dışarısına çıkamaz. Bunlar hayvaniyet hududunda ilerisini görmeye muktedir
olamazlar. Binaenaleyh, havas ve idrakleri mahsusat basamağından yukarı çıkmadığı
için kalbleri cehil karanlığı ve şuursuzluk damgasile mühürlenmiştir de
ondan...
Çalış Hamza, her iki
dünya için de çalış., cemiyetin ve ailenin saadetine çalışmak ta ibadettir.
Çalış Hamza, zira insanın kıymeti, çalışmanın derecesiyle mütenasibdir. Bak ben
meselâ memleketin en çok iş yapan tacirlerinden biriydim ; fakat bu sayım hiç
te kendimi ıslah için olan sayime (çalışmama) ve kalb zevkime mani olmamıştır. Sonra Yusuf un bir nefes boş vakti yoktur.
Amazis gene Hamzayı
meşgul etmek için geliyor ve onun gelişile de Omer susuyor, Amaziz söylemi- ye
başlıyor. Bilhassa o, çölün yakıcı havasile, deniz kıyılarının yosun kokulu
tatlı serinliğini hasretle mukayese ediyor. Bu görüşe Hamza da iştirak
ediyordu.
Bu sahillerin güzelliği,
işveli bir kızın şaşırtıcı, mebzul letafetiyle bezenmişti. Sanki bu fettan
güzel, göz açıp kapayıncaya kadar bir libasını çıkarıp, bir başkasını giyerek
mütemadiyen bezeniyor, kâh ise çır- çıplak kalıyordu.
Şelale gibi yükselerek
gelen dalgalar, bembeyaz köpüklerle döne döne sahile çarpıyordu. Nihayet en son
mehtabsız gece, geminin Gaze limanına girdiği gece, sahilde yanan iki fenerin
altın rengi akislerinin, gene bir başın iki tarafından düşen iki sırma örgü
gibi sularda çalkalanışı ne güzeldi. Tabiat o gece, gizli bir uyku dalınıp yibl hülyalı ve m ra
İli.
Gaze şelıri, büyük küçük
bir çok ziyalı noktalarla nuHiçiıınmıg, mimlileri hfy.ryt'it rtınlnî bir aylıt
yapıyor gibi idi.
Sahilde, tek lük balıkçı
sesleri işitiliyor, bu miin- ferid sesler bile o muhteşem gecenin sükûnetini,
tabiatı saran cerihasız sükûtu yer yer yırtıyor, hırpalıyordu.
Amazisin gevezeliğiyle
Hamza hakikaten dalmış, avunmuştu.
Hava bu gün rüzgârlı.
Şugutuftan dışarı çıkamıyorlar. Bir aydan beri devam eden yolculukları, artık
nihayete ermek üzere.. Hamza mes'ut.. Çünkü ümid ve hülya içinde. Hattâ nereden
bulduğu bilinmeyen bu müsbet hirslerinin tazyikiyle
Ömere, çölde gördüğü o rüyayı bile anlattı.
Omer rüyayı dinledi. Hamzamn
heyecanlı intizarına rağmen :
Bunun cevabını Yusuf söyliyebilir..
dedi ve başka bir söz ilâve etmedi.
Artık Hayreye varmak için üç
saatlik bir mesafe vardı. Hamzamn bir gün bir gecedir su içmek bile aklına
gelmiyordu. Bir aıı, öyle bir hale geldi ki, şuurla his, irade ile muhakeme,
mantıkla muvazene arasındaki bütün mevhum çizgiler silindi ve bunların hepsi
birbirine karıştı. Hamzamn varlığını yakıp yıkan bu ihtilâlde, Meryem, yegâne
hayatdar ve mecruh olmamış varlık olarak kaldı.
Hamzamn kervanı şehirden girerken,
onları ilk gören bir atlı muhafız, Üçüncü Menzere müjde götürmek için bir
duman parçası gibi uçup gitti.
Gene hekimin avdeti haberi, bir
anda bütün şehire sirayet ederek halkı ayaklandırmıştı. Öyle ki Hamza, saraya
giden yolu, görülmemiş tezahürlerle geçti. Onun memlekete ayak basması, her
fırsatta iyiliğini görmüş halkı, deniz gibi coşturup dalgalandırmıştı. Hamza
sağma soluna selâm veriyor, herkesle alâkadar oluyor, tanıdıklarını isimlerile
çağırıyordu.
Sarayda kaldığı müddetçe halk onu
meydanda beklediler ve nihayet aynı şiddetli nümayişlerle evine kadar takib ederek
dağıldılar.
Hamza büyük avluda attan indi. Kapı
önüne biriken hizmetkârlar arasından koşa koşa geçerek Meryem'in dairesine
girdi.
O da,
herkes gibi Hamzanın geldiğini duymuş, odasının kapısında her zamanki tebessümü
ile, uzun beyaz elbisesinin içinde melek gibi masum, harikulade gözlerinin
bütün safvetile Hamzayı bekliyordu.
Fakat bu manalı yüzün ifadesinde,
Hamzanın beklediği hiç bir değişiklik, hiç bir tahassür ifadesi yoktu. Dört
aylık fasılanın, taptığı bu yüze, eskisinden fazla bir tahassüs noktası bile
zammetmemiş olduğunu gene adam dehşet içinde gördü. Halbuki bu seyahat kendisi
için, ne mütelıalik, ne hâr, ne vecidli bir devre olmuştu.
Meryem Hamzanın şaşkınlığını
görerek, ona ellerini uzatmış, o da bu ellerle, bütün ihtisasına, bütün aşkına,
bütün tuğyanına rağmen, bir dost, bir arkadaştan fazla bir hararetle musafalıa
etmiye cesaret edememişti.
Esasen Hamzanın evvelce de Meryemin
gıyabında verdiği şiddet kararları, ona karşı daha cerbezeli, daha cüretli
olmak niyetleri, bu büyük siyah gözlerin kudreti ateşi ile derhal eriyip,
bütün kararını önüne katarak sürüp götürmez miydi ?
işte aynı sahneler tekrar
başlıyordu. Bunda hayret edilecek ne vardı ? Hamza neden ümidlere kapılmış, ve
bu -ümidleri hangi menbadan bulmuştu ? Meryemin hislerinde kendi lehine bir
cereyan başladığını ona kim fısıldamıştı ? Bilâkis, gördüğü rüya, gayb âleminin
bu hazin ihtarı bile, bu ümidlerin üstüne gaibane bir sille gibi düştüğü halde,
o gene, her- şeyi anlamamazlıktan gelerek, marazîleşmiş ümidlerini körü körüne
takviye etmişti.
Hamzamn hasta haleti ruh'ıyesi, bu
noktaya gelince birden aksıyor, ileri gitmiyordu.
Hamza ile Meryem, karşı karşıya,
yollardan, Mısırdan, Firavundan, Omerden, hasılı bütün seyahat intihalarının
hulâsasından sathî bir şekilde konuştular. Bu tafsilat bittikten sonra,
aralarında konuşacak mevzu da bitmişti. O zaman Hamza, ruhî bir buhranla, yeisini
ve üınidsizliğıni hulâsa eden bir cümleyi saklıya- rmyarak :
Sıkıldın mı Meryem, gideyim mi ?
Diye sordu.
Ne olurdu gene kız hislerini biraz,
nikahlamasını
bilseydi.. Halbuki açık ve dürüst
cevab verdi :
Darılma Hamza.. Zaman olur kİ ben
kendi mevcudiyetime bile tahammül edemem ; kendimdan bile sıkılırım I
Hamza, dört ay kâh ümid, kâh fütur,
kâh hasret
c-4-s-**-. N-Â. Çc * ?■ , Cî«. vs
kî. i
elemi, ömrünün hiç bir ıztırab
günüyle mukayese edî- lecek gibi değildi. Bu dakikadaki elemini ölçecek bir
ölçü olamazdı. Arkada kalan dört aylık hasret günleri, ona şimdi daha ehven,
daha müsaadekâr geliyordu. Zira onlarda, biraz olsun ümid, biraz teselli
kokusu vardı. Şimdi ise bu hülya, hayalî bir sür’ale dağılıp boşluklara
karışmıştı.
Fakat Hamza, buna rağmen gene ric
at kapısı aradı. Gene Meryemden uzaklaşmak için ker^dinde kuvvet bulamadı.
Zillet, tahkir, meskenet, göz yaşı, onu terk- etmekten daha kolaydı.
H.-uni'a söz anlamıyan
gönlünün mukavemet kırıcı ihramına, bu sefer de karşı koyamadı. Kendini cereyana
bırakmıya karar vererek Meryeme cevab vermedi ve bu suretle, korkuç bir mahiyet
almak isti dadım gösteren bahiste devam etmedi.
Yalnız Hamza bütün kuvvetini
derliyek:
Meryem, ister misin demin
söylediğim Omerin aşiretine gidelim ? Ebüşşettar aşireti şehrin hemen dışındadır.
Ben bu aşiret reisini görmeği çok merak ediyorum. Sen de vakit geçirmiş
olursun dedi..
Peki, Hamza, gidelim.
Ben şimdi gidip amcamı ziyaret
edeyim. O va- kite kadar hazırlan, beraber çıkarız.
ÜÇÜNCÜ
KISIM
Yusuf’un evini uzaktan görmek, Hamza’ya helecan vermişti. Burası
bir katlı, üç odadan ibaret küçük bir evdi. Binanın üstünde geniş bir sütun
vardı. Hamza’ya bu ev, kendilerinin her biri birer saraya benzeyen kâşaneleri
yanında pek mütevazı, pek sade göründü.
Meryem de müphem bir heyecan hissediyordu. Bu aşirete ilk gelişi
idi. Belki de bu yabancı muhitte, tanımadığı kimseler arasında sıkılacaktı.
Fakat hem Hamza’nın arzusunu yerine getirmek, hem de onunla baş başa kalmamak
için bu ziyareti kabule mecbur olmuştu.
Ömer onları kapıda karşıladı. Meryem, bu yanık yüzlü, muntazam
beyaz dişli adamın yüzündeki itimad ve kalb rahatı veren manaya bakarak bir az
ferahladı. Ömer onları, kırk yıllık bir dost gibi tehassürle [ hasret çekmek, elde edilmesi istenen
ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek] selâmladı.
— Hoş geldiniz aziz
misafirler... Gözüm yollarda idi. Meğerse sana ne kadar alışmışım Hamza...
Ömer, Meryem’e de Hamza gibi ismile hitab ederek selâmladı.
Kızın bir az mütehayyir [Şaşmış,
hayrette kalmış. ] ve yadırgayan bakışlarını görünce, yarı ciddî, yarı lâtife
İzahat vermeye mecbur oldu :
— Sanki bu memlekette
Meryem’i kim tanımaz ki ben bilmeyeyim ? Hem, yolculuğumuz esnasında Hamza’dan,
gündüzleri terane, geceleri ninni yerine hep bu ismi dinledim durdum. Yalnız
Meryem bizi bilmez! diye gülümseyerek, yol göstermek için önden yürümeye
başladı. Hamza ile Meryem de onu takib ettiler.
Hep beraber, ceylan ve keçi derisiyle döşenmiş uzunca bir
dehlizden geçerek, sağda, baheye bakan bir odanın aralık kapısının önünde
durdular. Ömer içeri seslendi :
— Gelelim mi Sidi ?
iki kıymetli misafir geldi.
Bu sualin cevabını, içerden bir el filen verdi. Yusuf kapıyı
açmış, onları ayakta bekliyordu.
Bir nefeslik bir zaman, Hamza da, Meryem de kapının eşiğinde
kaldılar.
Hamza’nın gözleri, Yusuf’un musafaha için kendisine uzattığı ele
takılıp kalmıştı. O, bu eli tanıyordu.
— Ömerin dostları,
ocağımızı şereflendirdiniz, buyurun...
Hamza bu sesi de tanıyordu.
Bu el ona, rüyasında ayın koynundaki yıldızı gösteren eldi. Bu
ses te “işte sevgilin,, diye o işareti tekid eden sesti.
Hamza ne yanılıyor, ne de evhama kapılıyordu. Yusuf’un eli, o
elin kendisi idi. Hamza’nın hükmü o kadar kat’î idi ki, bu hususta ufak bir
şüphe ve tereddüd bile geçirmedi. Yalnız onu düşündüren, bu elin sahibine,
çölde soramadığı suali hemen sorup soramamak Meryem’in sevgilisi kimdir? Diye
Yusuf’un malûmatına müracaat edip etmemekti. Kimsenin bilmediği bu sırrı, onun
bildiğinde Hamza şüphe etmiyordu. Sahrada o semavî
hadiseyi işaret eden elin sahibi, mutlaka Meryem’in sevgilisini, Hamza’nın
rakibinin kim olduğunu biliyordu. Esasen Ömer de bu rüya hakkında söz söylemeği
Yusuf’a bırakmamış mıydı ?
Fakat yazık ki gene adam, kalbini sıkıştıran bu tecessüsü
yenmeye mecburdu. Hiç bu kadar sırasız, bu kadar damdan düşme sual sorulur
muydu ?
Yusuf cevabiyle Hamza’nın tecessüsünü tatmin edecek olsa bile,
daha ilk telâkide böyle bir şeyi sormak pek abes olurdu.
Hamza, Yusuf’un başlı başına bir âlem olan ellerine tekrar
baktı. Zaten o geceden beri, bunları asla unutmamış, hayır unutamamış, onlar
kendilerini unutturmamışlardı. Bunlar hakikaten, dertleşilecek, söz söylenecek,
hitab edilecek birer varlıktılar.
Hamza bu tereddüd ve şaşkınlık anını geçirinceye kadar, Yusuf’un
eli musafaha için onu bekledi.
Meryem, Hamza’nın bu duruşunun ve ruhî bir buhran geçirdiğinin
farkında olmadı. Zira o da, anlaşılmaz bir saikle sersemlemiş gibi idi.
Hamza Yusuf’la selâmlaştıktan sonra, ancak başını kaldırıp bu
asîl çehrede İlâhî bir tuhfe [Hediye,
armağan ] gibi çakan manaya,
baktı.
Yusuf, Ömer’in bir buçuk aylık arkadaşlığı esnasında her vesile
ile andığı Yusuf, demek ki, bir bakışla gönülde mahşerî bir telâş uyandıran,
varlığı muzmahil [Çökmüş.
Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] eden, tefekkürü kabzeden bu harika idi!
Hamza, Ömer’in Yusuf hakkında söylediği sözleri, Yusuf’a nazaran
sönük, hatta yavan buldu. Fakat Ömer’in de hakkı vardı. Yusuf, anlatılmaktan
balater [Pek yüksek, daha yüksek ] bir mucize idi.
Ömer’in aylardan beri Hamza’ya aşılamaya uğraştığı ilahî
mefkure, bu gözlerin bir tek başında hülasa edilmişti.
Yusuf’un geniş omuzlarını ortasında yükselen başı, hilkatin
esrariyle yüklüydü. Bakışları, insana bir lâhzada hudutsuz bir vüs’atın
kapılarını açarak sonsuz, derin bir âleme götürüyordu. Kaşlarının ortasında,
tesbit olmuş bir şimşek remzi gibi, iki münkesir hattan mürekkeb derin bir
çizgi vardı. Sanki bu harikulâde çehrenin bütün esrarı bu kati hattâ toplanmış,
istediğine esrarını gammazlıyor, istemediğinden de saklıyordu.
Yusuf’un sesi Hamza’nın düşüncelerini tatil etti :
— Ömer’i ne kadar
memnun etmişsiniz. Onun gibi ben de sizi tehassürle bekliyordum.
— Ziyaretiniz için ne
kadar geç kalmış olduduğumu şimdi anlıyorum Sidi. Sizi Mısırda tanımak, benim
için yüz kızartıcı bir keyfiyettir. Bu mülâkat senelerce evel de olabilirdi.
Geçmiş zamanıma acıyorum..
— Her şey için merhûn
bir vakit vardır ve o şeyin vukuu, bu mukadder zamanın gelmesine bağlıdır.
Danenin başak olması, bir muayyen zamanın safahatına tabi olduğu gibi, insan da
vaki olacak şeyler vukuu anına kadar böylece, zamanın tekallübatına [Bir halden başka bir hale değişmek. ]
maruzdur.
Sonra, geçmiş zamana acımak, onunla mukayyed olmak, vakit
ziyamdan başka bir şey değildir. Geçmiş de, gelecek de insanın malı olamaz,
ancak yaşanan ânın faydalı geçirmenin çarelerini aramak lâzımdır. Çünkü, geçmiş
te, gelecek te, halin içindedir.
Yusuf sözünü tamamlar tamamlamaz
Ömer, Harn- zanın Yusuf için Mısırdan kendi elile aldığı murassa kılıcı getirdi
:
Hamza bunu mısırdan senin için
almıştı Sidi 1 dedi. Yusufun yüzünde ince ve manalı bir tebessüm dolaştı.:
Bana en güzel, ve en kıymetli
hediye, Ömerin vücududur. Madem ki onu getirdiniz, ikinci bir hediyeye ne
lüzum vardı ? Maamafih beni hatırladığınıza teşekkür ederim.
Bu küçük hediye, ziyarete bir
vesiledir Sidi t
Ziyarete vesile ve sebeb, sevgidir. Asıl bahane ve vesile, ondan
ibarettir. Muhabbeti olanın eli boş olamaz. Zira sevgi, sebebin, vesilenin
kendisidir Hamza...
— Fakat bu kılıç, aynı zamanda düşmanlarınıza karşı iyi bir
silâh ta olabilir diye düşünmüştüm.
Benim düşmanım yoktur ki Hamza. hem ben hiç silâh taşımam. Çünkü
muhafız hakikatta tedbir değil, takdirdir. Maamafih kul tedbir eder Hâlık
takdir eder ve ancak olan, onun istediğidir. Farzet
ki sahranın bütün kumları düşmanım olmuş, o, istemedikçe, hiç biri bir zarar
yapamaz, zira mahlûk, Yaradan’ın bu cihan meydanındaki tasarrufunun bir
âletidir. Emri veren Hâlıktır. Bu emri tatbik eden, file getiren âlet de
insandır.
Ömer de daha Mısırda iken Hamza’ya böyle söylemişti. Yusuf ise
aynı umdeyi çok keskin ve parlak bir talâkatla müdafaa ediyordu.
Yaradan, filiyle, kavliyle, gizli ve aşikâr tasarrufuyla
insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Yaradan’ın gazabı da, ihsanı da, insanlara
gene insanlar vasıtasıyla gelir.
İşte insan, Yaradan’ın olan bu tasarrufu kendinden bildiği için
cahildir. Halbuki bu tasarruf, onda emanet ve ariyettir. Bir gün olup Yaradan
bunu o kimseden alınca ne tasarruf kalır, ne de vücud... İnsan, fiilin, kavlin
ve tasarrufun hep Ondan olduğunu bildiği vakit Yaradan’ı bilmiş olur.
Yani, kendi vücudunun hakikatta bir vasıta olduğunu bilen,
Yaradan’ın varlığını bilmiş olur. İşte insan bu bilgiyi iktisab etmek için
yaratılmıştır.
Bu bahis uzundur. Zira hilkat
sırrının esaslı bir direğidir. Kısmet olursa daha geniş bir zamanda konuşuruz.
Yusuf, düşünceye dalan Hamzayı
tabiî hailine çekmek, hem de hediyesinin reddedilmiş olmadığını bildirmek
için :
Hekim Hamza.. bu kılıç benim için
hususî bir kıymeti haiz olacaktır. Zira o, sizin gibi varlığı aranan bir
dostun buraya ilk gelişinin hatırasıdır.
Omer al onu, duvara, tam karşıma
as! dedi.
Yusufun söz söyleyişi harikulâde
ahenkli idi. Bir çok hükümdarlar görmüş, resmî, gayrı resmî şahsiyetlerle
karşılaşmış, daima büyüklerin meclislerinde yaşamış, hasılı gün görmüş Hamza,
bu sapsade kıyafetli, mütevazı samimî, fakat rabbanî kudretle heybetlenmiş bir
aşiret reisinin karşısında titriyordu.
Yusuf konuşurken karşısındakinin
hislerinin inbisat etmemesi, ruhunda baş döndürücü bir tegayyür hasıl olmaması
imkânsızdı.
Hamza da, Meryem de, hemen hiç
konuşmadan bu sesin, sözlerin manasına göre büründüğü ahengi, semavî bir nağme
gibi dinlediler. Hamza, bu sesin kudretli akışı karşısında, kalbinde
dalgalanan, rakibim kimdir, sualinin med cezirini bile hissetmemiye başladı.
Yusuf artık hafif mevzulardan
konuşuyor, bilhassa Meyillini hikâyeleri anlatıyordu. Omın ııeş’mi de ciddiyeti
kadar cazibdi
Meryem Yusııfu yandan görüyor, bu
yüze, ezelî bir bilmeceyi, kimsenin çözemediği bir muammayı halledecekmiş gibi
bakıyor, hiç bir hareketini gözden kaçırmıyordu.
Yusufun bakışları, fasılasız zıya
huzmeleri döken bir menşur gibi, endaze ve hesab.ı gelmiyen bir kuvvetle
karşısındakilerin mevcudiyetlerine bol ve nihayetsiz zevk dalgaları döküyordı
. Bu ziyafetten Meryem de hisselenmişti; hattâ o, bu meclisin en sâmit, fakat
en aşırı zevkine batmakla teferrüd eden tek varlığı olmuştu. Öyle ki genç kız,
bir göz açıp kapama müddetinde, sanki bütün kâinatı dolaşmış kadar mü-
tehayyirdi.
Meryem, Yusufun sözlerini,
muhayyelesinin tebellür etmiş hakikî nüshası gibi dinliyordu. Meryemin arayıp
bulamadığı kakikat ve birlikten, salâhiyetle bahseden Yusuf, genç kızın
tecessüd etmiş mefkuresi idi.
Bir aralık Yusuf yüzünü Meryeme
çevirdi :
Aşiretimizi ilk ziyaretiniz değil
ini Meryem ? dedi. Konuşurken bakışları birbirine değmişti. Nazarların bu
çarpışması Meryemi zeminden semavata, oradan gene şiddetle zemine attı. Kız
sadece:
Evet S i d i..
Diyerek başını ihtiyarsız bir
hareketle pencereye çevirdi.
Hamza, dünya içinde dünya olduğunu,
ancak masallarda işitilen bir hurafe zannederdi. Fakat bunun bir hakikat
olduğunu, şimdi anlayordu.
Beşerî zaaflar ve ihtirasların çarpışmalıyla
donmuş hisleri, Yusufun harareti ile nasıl gevşemiş ve onu bir su damlası gibi
berkî bir süratla, bu, dünya içindeki kalb dünyasının gizli asumanına
çekmişti. Bir aralık gözü Meryeıne ilişti. Onun da yüzünde zevkten örülmüş
kesif bir nikab vardı.
Hamza Yusufa dönerek:
Sizinle olmak, cennette olmaktan
daha güzel î Fakat artık bize müsaade adin de gidelim. Gece sarayda
bulunacağız ! dedi.
k
Meryem bu söze karşı, ilk defa
tazallümkâr, Ham- zaya baktı. Yüzünü, tatlı bir nefes gibi kucaklayan zevk hatları
silindi ve bu güzel çehre hüzünle doldu. Hamza bu ikinci menfi nikabı da kızın
yüzünde gör^ müştü.
Fakat o, ilk defa sevdiğine sözünü
geçirmekten zevk alan bir zaferle, kızın yalvaran bakışlarını görmemezlikten
gelerek ayağa kalktı; onun kendisini ta- kib eden ayak seslerini, aşk uyandıran
bir mağnayı dinler gibi alâka ile dinleyerek yürüdü.
Biraz evvel, aynı yollardan
Ebüşşattar aşiretine doğru gelirken, sıkılacağını düşünen Meryemi, şu kısacık
zaman fasılası, şimdi oradan ayrılmaktan nıüte- vellid garib bir hüzne
bırakmıştı.
Eve gelip saraya yetişmek için
acele acele elbise değiştirirken, orada geçireceği gecenin ağırlığını düşünerek
şimdiden yorulmıya başlamıştı. Bereket versin ki sarayda merasim ve ziyafet
yapılmıyacaktı. Hükümdarın kızı Kamer sultanın ölümü, bir zaman için olsun
eğlenceleri tatil ettirmişti.
Meryem, kumral saçlarını telaşla
örerken, bir taraftan da, Kamerin vasiyetini yerine getirmekle mü* kellef
olduğunu düşünüyordu.
Bu güzel kız, ölümünden bir kaç gün
evvel Meryem'i çağırtmış, elini kendi ateşli avuçları içinde sımsıkı tutarak
:
Sen dünyanın en bahtlı kadınısın 1.
diye ağlamış, ağlamıştı. Kamerin o zamana kadar kimseye söylemediği sırrını,
Meriyem, kadınlık hissinin intikal kabiliyeti ile bu tek cümleden anlamış ve
ölüm halinde yatan bu kızı teselli etmek, ona sevdiği adamı bulup getirmek,
kendi elile vermek saadetinden mahrum olduğu için çaresizlikten gelen bir yese
düşmüştü. Uzun zamandan beri hasta olan Kamer, demek ki Hamza için Ölüyordu.
Hem de büyük bir duygu asaleti göstererek bunun kimseye söylememişti.
Meryem, Kamerin derdini öğrenmekten
mütevellid melâlli hislerinin gözlerinde toplanan samimî ifadesile gene sultana
baktı. Hastalığın kavurduğu bu yüz ne saftı. Marazî bir hassasiyetle duygu
âlemi genişlemiş olan Kamer, Meryemin yüzündeki bu müşfik ifadeden kuvvet
alarak:
Gelir gelmez ona söyle, beni
arasıra hatırlasın!
Dedi.
Bu gönünl faciasından aceba
Hamzanın haberi yok muydu ? Fakat sevilen insan, ne kadar lakayd da olsa, bunu
bilmemesi imkânsızdı. O halde Hamza, neden bu güzel ve temiz kızı bile bile
ölüme sürüklemişti ?
Kamere acıyıp Hamzaya töhmet koyan
Meryem, gönül gaddarlığında kendisinin yüz Hamzayı geçtiğini hatırına
getirmiyordu.
Artık Hamza gelmişti. Binaenaleyh
Kamerin vasiyetini yerine getirmek zamanı da gelmişti.
Meryem cariyeye seslendi:
Sidiye hazır olduğumu söyle !
Haber gittikten bir an sonra Hamza
geldi, fakal kapıda durdu, içeri girmedi.
Hamza, saraya gitmeden evel sana
»öyli eceğim var. İstersen şimdi, istersen giderken, yolda söyliyeyim.
Söyle Meryem, dinliyorum.
Kamer Sultanın ölümünü işittin mi ?
Evet biçare kız !
Geç acıyorsun î
Ne yapmalıydım?
Aşkına mukabele ve hörmet
etmeliydin.
Hörmet ettim. Fakat elimden ne
gelirdi onu sevmedim ki mukabele edeyim ? Sevilmiyen kimsenin aşkına mukabele
edilebilir mi Meryem ?
Hamza bu son suali, hırçın bir
kuvvet ve sevgilisinin bu sitemkâr suali hak etmiş olmasının verdiği hınçla
sormuştu.
Meryem böyle bir sorguya çığır
açtığı için kendini suçlu buldu. Hamza doğru söylüyordu. Kendi de bu zavallı adamın
aşkına lıöımet ediyor, fakat mukabele edebiliyor muydu ? O halde yapamadığı ve
yapamıya- cağı şeyi, bir başkasından nasıl ve ııe hakla isteyebiliyordu ?
Hnmzn müteheyyiçti. Sualinin,
sevgilisini ınahcub eden ağırlığı, ona, zafer zevki vermişti. Gene kızın
pembeleşmiş lâtif yüzüne hasretle çılgın gibi baktı. Fakat her bir hissin
fevkinde olan aşk, gene adamı, Meryeme karşı kazandığı şu zaferden de gâm aldırmadı.
Sevgilisini üzmüş olmak, onu şiddetle pişman etmişti. Meryemin bir nefeslik
istirahati için, kabil olsa, bin yıllık zahmete katlanırdı. Müşkül bir vaziyete
düşe ı kızı kurtarmak için en iyi çare bahsi kapatmak '.ı :
Gidelim artık geç oluyor. Dedi.
Gideriz, yalnız sözümü
tamamlamadım.
Kamer sultan, sana söylemem için
bana bir söz en ahet etti : Gelir gelmez ona söyle, arasıra beni ha- tıı lasın,
dedi.
Hamza ihtiyarsız olarak acı acı
güldü :
Öyle amma, bu anışım, bir hasret
zedenin vasiyetini tutmak ve aşkına hörmet etmekten başka bir şey
olmıyacaktır, bu anışta derunî bir alâkanın ibramı olamaz ki.. Fakat madem ki
onun arzusuna senin du- dj kların tercüman oldu, bunu senin emrin telekki edere
t yerine getireceğimden şüphe etme I
Bir gönlün iki sahibi olmaz Meryem.
Beni bu hususta mazur göreceğini biliyorum. Hem bu bahsi burada bırakalım, yeter
artık. Zaten Meryem de bunu is iyordu.
Hamzanın avdetini geç haber alanlar
kapının Önüne toplanmışlardı. Türlü türlü sözlerle etraflarını saran bı
kalabalığın ortasında saraya kadar gittiler.
Yusuf gerçi Ebüşşettar kabilesinin reisi idi. Fakat civarda
bulunan bütün kabilelerin sevgi noktası idi. Onun mesaisi, umumî ve ahenkdâr,
ahlak sağlamlığı üzerine kurulmuş bir hayatın teminine matuftu. Muhitine
ihtiraslardan uzak, temiz, örselenmemiş yekpare bir sükûn âlemi tesis etmişti.
Yusuf’un dostluğunun en değerli bir sermaye olduğunu, bütün
yakınları tadarak öğrenmişlerdi. Onun sevgisi, kaç kişiyi melûf [Alışmış, huy edinmiş. ] oldukları
fenalıklardan kurtarmış, onun müdahalesi, birbirinin kanma susamış
mütehevvirlerin [Hiddet
ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. ] ellerinden hançerlerini düşürmüştür. Ondan
gelen bir haber, bir selâm birçok kimseleri, doğru yola delâlet eden bir rehber
olmuştur. Çürümek üzere olan kalpler, onun sevgisiyle hayat bulmuş,
dirilmiştir.
Birbirleriyle döğüşe döğüşe gelenler, bu sulh ve asayiş
ocağından, iki candan dost olarak el ele çıkarlardı.
Bundan başka, Yusuf’un malen hayırhâh olduğu kimselerin sayısını
da kimse bilmezdi. Yusuf’a babası Malik bin Halim’den büyük bir servet
kalmıştı; fakat o, babası gibi debdebeli yaşamaktan hoşlanmadığı için, istediği
gibi muhitine yardım ederdi. Malik bin Halim, malî vaziyetinin müsaadesinden
istifade ederek oğlu için her taraftan hocalar getirterek tahsiline ehemmiyet
vermiş ve bu bilgisini takviye etmesi için onu, uzun seneler komşu memleketlere
göndermiştir.
Yusuf daha pek gene yaşında iken, beyaz sakallı adamlar ondan
akıl danışmaya gelirlerdi. Hatta Kocalarından biri: Sen mi benim hocamsın,
yoksa ben mi seninin hocanım aklım ermiyor, derdi. Malik bin Halim mağrur ve
ağır başlı bir adamdı, fakat o da gene oğlunun hayranı olmaktan ve için için
onu takdir etmekten kendini kurtarmazdı.
Babasının ölümünden sonra Yusuf aşirete reis olmuş, fakat
hayatını daha sadeleştirmiş, daha basit şeraite bağlamıştı. Civar aşiretlerin
reisleri muntazam günlerde Yusuf’un evinde toplanırlar, kabilelerinin ticarî,
ictimaî, bilhassa ahlâkî ve edebî cereyanları hak- kındaki müzakerelerden
«onrn, hükümdara bu nıüzakerelerin hülâsasını bildirmek için içlerinden birini
gönderirlerdi.
Yusuf’un aşireti, bilhassa şiir ve fesahatta çok ilerlemişti.
Yusuf nazariyatcı değildi. Takrir ve telkin ettiği esasları, daima canlı
misallerle izah eder, bilhassa şahsında tatbik ve filen tahkik etmemiş olduğu
umdeleri kimseye tavsiye etmezdi.
Ebüşşettar aşireti, Hayrenin kalbiydi. Bu aşirette, Yusuf2u
müteaddid seyahatleri esnasında takib etmiş yabancıların sayısı da mühim bir
yekûn teşkil ederdi. Bunlardan biri, Yesribli Halil’di. Yusuf’u takib etmek
için anasının babasının, hatta Yusuf’un mümanaatını [engel olmak. ] kırarak, Yesrib’den kalkan kervana gizlice
iltihak etmiş, o zamandan beri Hayre’de yerleşip kalmıştı. Halil, lâübali
tavırlı, sözlerini düşünmeden söyleyen temiz yürekli bir adamdı. Konuşurken
kavga eder gibi bağırması, zorba ve teklifsiz halleri, hoşa giden
hususiyetlerindendi. Yusuf’la ekseriya pencereden konuşur, sözünü daima telâşlı
ve yüksek sesle söylerdi. Hemen bütün üzüntüsünü, çok sevdiği karısı ile, üç
çocuğunun hastalıkları teşkil ederdi.
Yusuf, zevcesi Ummül Bedr, kölesi Mahbub ve Mahbubun karısı Sude
ile otururdu. Yusuf’un, Billi diye çağırdığı zevcesi Ummül Bedr, aynı zamanda
akrabası idi. Yusuf, bu saf ve güler yüzlü ve çocuk ruhlu kadınla, çocukluk
refakatinin merbı tiyeti, temiz kalbinin durgun ve teressübsüz [Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak.
Durulmak. Süzülmek. ] safiyeti için evlenmişti. Ummül Bedr güzeldi de.. Fakat Yusuf
kendi taşkın aşkının cevabını bu sade ruhta bulamayacağını bildiği için
zevcesini olduğu gibi kabul etmiş, onun için Ümmül Bedr daima kaygusuz, neşeli
ve telâşsız bir ömürle mesud olmuştur.
Yusuf’la aynı çatı altında yaşayanlardan biri de Mahbub’dur. Bu
gene adama kim, köle, derse Yusuf’un canı sıkılır, o yüz kere azadlıdır, derdi.
Yusuf ona arazi ve ev bağışlayarak azad etmiş ve evlendirmişti. Fakat Mabbub,
Yusuf’un yanında kalmayı azadlığa ihtiyar ederek karısıyla beraber bu çatının
altında yerleşmişti. Mahbub, küçük bir çocuğun anasına karşı mecbul [Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl
veya sıfat bulunan ] olduğu zaaflarla Yusufa düşkündü.
Gerçi Mahbub da bir insandı, fakat masum va müşfik mizacı, dost,
dürüst, namuskâr hareketleri, onu şayanı hayret bir itimadın sahibi etmişti.
Her muhite intibak eder, kimseyi fena bilmez, dost, düşman diye iki ayrı mefhum
tanımazdı. Onun, hakikatta Yusuf’tan başka arzusu, ondan başka vücudu yoktu.
Gece gündüz onun arzularına karşı uyanık ve fevkalbeşer bir
hassasiyetle nigehbandı.[
Gözcü, gözetici, bekçi.]
Mahbubun yegâne zaafı, gezmek, eğlenmek, bilmediği yerleri
görmekti. Her eğlence meclisine Yusuf onu gönderir, bir şenlik, bir düğün
ihtimali konuşulurken “Mahbubu da unutmayın !„ derdi.
Mahbubun karısı Sude, Ömer’in kızıdır. Yusuf bu kızdaki İnsanî
hislerin şayanı hayret tekâmülünü takdir ettiği için onu çok sevdiği Mahbub’la
evlendirmişti.
Fakat Sude de bu fazileti Yusuf’un terbiyesinden bulmuş, onun
telkin ettiği, mahlûkata şefkat düsturunu kendi kabiliyetiyle karıştırarak,
mükemmel bir insan numunesi olarak meydana gelmişti.
Sude Yusuf’tan ne öğrendiyse, onu eksiksiz olarak tatbik ederdi.
Hastalara, çocuklara, garib ve muhtaçlara, hasılı kendinden yardım ve şefkat
isteyen her mahlûka, gaibane bir vecd ile atılır, kudretini son damlasına kadar
harcardı.
Sude, kimseden minnet ve karşılık beklemez, ondan yardım ve
iyilik görenler, asla minnet ve şükran yükleriyle mahcub olup ezilmezlerdi.
Sude, sanki dünyaya Allah Teâlâ’nın rahmet ve rikkatinden
gönderilmiş bir mahlûktu. Kalbi, bu cihanın bütün ıztırabını ve feryadlarını
içine almak isterdi. Aleme bir muamma olan gönlü Yusufun ayaklan uçundaydı.,
zira Sude Yusufu, kendini bile dehşete veren yenilmez bir aşkla sever, fakat bu
sevdasını, âlemden sakladığı kadar Yusuftanda gizlerdi. Sude gönlünü ve aşkını
da başkalarının sinelerinde yaşatırdı.
Ömer’in kızı Sude, işte böyle, hislerine hükmedebilen feragat ve
fedakârlık timsali bir kadındı.
Yusuf’un dostluğu ve sevgisi halkasında, daha nice Sudeler,
Ömerler, Mahbublar vardı ki, o, her birini bir fazilet ve ahlâk abidesi olarak
işlemiş, yetiştirmiş, hilkatin sinesine birer şaheser olarak hediye etmişti.
Bunların her biri, kıymette, fazilet ve kemalde, yüzlerce insana bedel
kimselerdi.
Gene kız, gördüğü andan Beri bir
lâhza karşısından eksilmiyen bu bakışlardan korkarak gözlerini yumuyor, fakat
gözleri kapalı iken Yusufun gözlerini daha sarahatle görüyordu. Meryem ne
yapdıysa bu bakışların tesirinden kurtulamadı.
U8 ufun “aşiretimize hu ilk
gelişiniz değilmi Meryem ? „ derken, bakışlarının kendi gözlerine bir
an değip kaçan ateşi, hâlâ gönlünde, hâlâ değdiği yerde müstakardı.
Bakış, insana bilmediğini öğretir,
bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler
unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı.
Meryem yeni bir şey öğrenmişti, hıı
muhakkaktı. Fakat öğrendiği şeyin mahiyetini bilmiyordu.
Gene kız o gece ağladı. Fakat o, bu
göz yaşlarının da mahiyetinden habersizdi.
Bakış, insana bilmediğini öğretir, bildiklerini de unuttururmuş.
Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler unutmuştu. Belki de bu
unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı.
*
Hamza Omeri akşam yemeğine
çağırmıştı. Fakat kendisi, Hükümdarın gösterdiği bir lüzum üzerine sarayda
kalmıya mecbur olduğu için, misafiri ağırlamak işi Meryeme kaldi... Meryemle
Omer, zaten ahbab olmuşlardı. Omerin görüşüne nazaran Meryem, hakikatin güzel
yüzü saklanmıyacak ateşîn bir kabiliyetti. Gerçi Omer Hamzada da mâna yakınlığı
görerek, esarette taş kırarken ona munis olmuş, bir cinsiyet ibramiyle gönlünü
açmıştı fakat bu cinsiyet ve mana bilişikliği Meryemde, olanca vuzt^ile kendini
gösteriyordu.
Meryem, bugün Omerin Yusuf tan
bahsetmesini is-
tiyor fakat heyecandan buna nasıl
bir girizgâh bulacağını bilmiyordu. Nihayet :
Yusuf niçin gelmedi Omer ? Dedi.
Fakat bu tepeden inme sualini kendi
de beğenmedi.
Şu kadar var ki Ömer sözün
şeklinden ziyade, ifade edilmek istenen manasına ehemmiyet verdiği için Meryemin
sualini yadırgamadı. Ömer için Yusufu söyİeınek zaten bir ihtiyaçtı. Bu sorgu
onu canlandırdı.
Meşgul de ondan, Meryem., her
ağlıyanın gözünün yaşı onu gider. Aşiret gaileleri ondu, şulıai müracaatların
tatmini onda.. Boy vakitleri de tefekkürle geçer. Sunu oııu naııl anlatabilirim
ki, Yusufun gönlU, ezelî aşk ateşinin ocağıdır. Onu bilmek ve söylemek, yulçın
zirveleri aşmuktun, daha güçtür.
Yusuf bizden bir şey beklemez ve
istemez; zira o- nun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. O yalnız, telkin ettiği
hakikat umdelerinin nemuluıımiş, sünbülelorini devşirmekle zevklenir. O, u
ya istifade etmeliyim, ya- hud da ettirmeliyim,, der.
Yusufun manasız meşgaleleri ve
zevkleri yoktur.
Maamafıh Meryem, onun, şu izah
ettiğim büyüklük lerinin fevkinde, aklın uzanamadığı mestur bir veçhesi vardır
ki onu bilmek için Yusuf olmak lâzımdır.
Yusuf daima tahassür içindedir,
fakat hasreti kimedir, bu bilinmez. Ona aşık derler; fakat aşkı kimedir bu da
bilinmez.
Ömer, belki de daha çok şeyler
söyleyecekti. Fakat Meryemin bir sonbahar yaprağı kadar sararmış cehresi onu
ikaz etti ve sustu.
Bu bururınış yüzde, canlı iki siyah
göz ömere
Daha, daha ! Der gibi yaranarak ve
yalvararak bakıyordu.
Fakat Omer bu ateşi alevlendirmiye
korktu ve söylemedi.
*
*
Meryem artık gönlünü teftiş
edemiyordu. Bu gönül* evvlce tanıdığı soğuk, avare, başı boş gönül değildi.
Orada, günden gline büyüyen dehşet
engiz hakikati artık ört bas edemiyordu. Güneş nasıl kılıf içine saklanamazsa,
bu satvetli hakikat ta, inkâr etmekle tevil edilemez saklanamaz bir hale
gelmişti.
Bir hırsız, faraza hurma çalan bir
kimse, bu hareketini başkalarına karşı inkâr edebilir; fakat böyle bir suç
işlemediğine bizzat kendini inandırabilir mi ? Meryem de şimdi kendi kendinden
hesab sorunca, boynunu bükmekten ve zamirini itiraf etmekten başka çare
göremiyordu.
Meryemin gönlü artık boş ve aşktan
tehi değildi. Bu gönlün şimdi bir sahibi, bir hükümranı vardı: Yusuf I
Yusuf onu bütün azametiyle istilâ
etmişti. Meryem gönlüne baktığı znmnn orada, ondan başka bir varlık
goremiyordu.
Şimdiye kadar avare bir kelebek
gibi, kokulu kokusuz hiç bir çiçeğin sinesini intihab etmiyen bu gönül, nasıl
olmuştu da müşkülâtsız, mücadelesiz, zorluksuz, Yusufun gönlü mahşerinde
konuklamıştı ?
Meryem, gönlünü saran bu ihtilâlden
korkarak bir köşeye sinmiş, bu hakikati bu güne kadar kendine bile itiraf
edememişti. Fakat artık, onu, ister istemez, her bir zerresinin şahid olduğu
bir kalabalık huzurunda iîâı> ediyor, iiirnf eyliyordu. Şimdi, Meryem
sakinin dn> bıı aşk kendi kendini itiraf edecek, kendi kendini fâş edecekti.
Zira gene kızın her bir damarı ayrı bir kalb gibi şiddetle Yusufu söyliyerek
atmıya başlamıştı. Meryemin şimdiye ' kadar hiç bir tarafa takılmadan muallakta
bekliyen gönlü, nihayet aradığını bulmuş, aşkın bizzat kendi tarafından
yakalanmıştı.
Mütemadiyen değişen madde, bir
taraftan inhilal, bir taraftan teşekkül eden eşya, bunların hepsi, Meryemin
gönlünü kapacak kuvvete malik olmıyan şeylerdi. Meryem aşkı, aşkın manasını
arayordu; işte aradığını bulmuştu.
Aşk, ebedî sanatkâr!
Ancak ona zeval yok. Her şeyin terkibi ondan, her şeyin mayesi
o, her şey onun huruşundan kopmuş, her mevcudun canı, varlığı, manası, ibtida
ve intiham o... Arz parçalansa, onu istihlaf [Halef bırakmak. Birisini kendi yerine
geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. ] edecek yüzlerce
seyyare, bu aşktan zuhur emrini bekler. O olduktan sonra Ademle Havva’nın
kıssası hiç te bitmez, tekerrür eder durur. Her şeyin bir nihayeti vardır,
onun asla.
Meryem ağlamak istiyordu. Fakat onun sevdasına karşı göz yaşı ne
olabilirdi?
Bulutlardan nem kapmak, denizlerden bir damla çalmak gibi bir
şey... Gene kızın bütün mesameleri birer göz olsa ve her birinden binlerce yaş
dökülse, gene bu aşkı ifade ve izah edemez, gönlünü saran bu ateşin bir
zerresini söndüremezdi. Ne göz yaşı ne feryad, hiç, kiç [arka bölümde olan ] bir tezahür, kabına
sığmayan bu şahlanmış kuvvete bir ifade, bir remiz olamazdı. Aşkı aşktan başka
hiç, amma hiç tarif eden yoktur. Ömer’in, “Yusuf’u bilmek için Yusuf olmalıdır
„ dediği gibi, aşkı söylemek, aşkı anlamak ve anlatmak için de aşk olmalıdır.
Bir şeyin hakikati olmayınca o şey, hakkiyle nasıl bilinebilir?
Gene kızın bütün varlığını yakan bu gizli aşktan henüz kimsenin
haberi yoktu; gönlündeki kıyameti, hayretengiz bir tuğyanla taşıp kabaran bu
sevdayı muhakkak ki yalnız ve yanlız Yusuf biliyordu, bu gönül kıyametini
koparanın ondan haberi olmaması kabil miydi ? Onun aşkı ocağından sıçrayan bir
ateş bu gönlü tutuşturmuştu.
Meryem, aşkı kuvvet ile Yusuf’un kendi hakkındaki hislerini
tecessüs ediyor ve kanaatlerinde aldanmadığını görüyordu, çünkü bunları,
aldanmayan aşkı teyid ediyordu.
“Beşçeri» anasırın muhkem bendinden çekip kurtaran, onu ufuksuz
dünya, hudutsuz cihana ulaştıran aşktır. Yalnız, yalnız odur. Akılla
öğrenilebilen bütün kisbî ilimler, aşk ilminin mebadis'ıne [Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar.
* Çekirdekler. * Prensipler. ] bile varamaz. Bir ilim ki dünyanın kışrından [Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve
müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. ] tecavüz etmez, o ilmin
cehilden farkı yoktur. Aklın bildiği ve bildirdiği ilimler anasır hududundan
ileri geçemez, çünkü yanar. Halbuki aşkın talim ettiği ilimde, mütenahiyet [sonu belli olan, sınırlı. ] ve kıyasat [Benzetme ile olan. * Genel kaideye
uygun ve muvafık olan. ] kokusu yoktur, zira aşk hakîler [toprak] gibi zemin üzre seyr
etmez ki ona arıza ve hudud tasavvur olsun! O, taalluk ettiği vücudu da
kendine benzetir; kendi gibi İlahî ve lâyemût [ölümsüz] eyler...,,
Meryem, bir gece Yusufun perakende
olarak söylediği bu sözlerini, kendi kanaatlarmın icmali, düşüncelerinin
derlenip toplanmış hulâsası olarak dinlemişti.
Bu konuşmadan sonra Yusuf bağçeden
içeri girmek üzere ayağa kalkmış, Mahbubun yolu aydınlattığı meşalenin,
ışığında hep beraber yürümiye başlamışlardı. Meşalenin arkadan gelen kuvvetli
şevki, Meryemin başının gölgesini, Yusufun tam arkasının ortasına,
aksettirmişti. Saçlarının, başın tabiî hududundan dışar- da kalan dağnık kısmı,
Yusufun arkasına çizilmiş gibi tel tel seçiliyordu. Meryem, bu mücessem
lavlıayı bahçenin karanlığı silmeden, Yusufun vücuduna intibak etmiş olan
hayalinin kaybolduğunu görmiye vakit kalmadan, gözlerini yumarak geri döndüğü
zaman bir ad ım arkadan gelen Hamza ile göğüs -göğüse çarpıştı. Gene adam bu
telâşın sebebini bilmediği için şaşırarak:
Ne oldun Meryem ? diye sordu. Kız ;
Bir az daha bağçede kalmak
istiyorum, dedi.
Meryemin bu sözü samimî değildi. O,
sevdiği şeylerin kaybolduğunu görmiye tahammül edemezdi. Bahusus Yusuf
uzaklaşırken de arkasından bakamıyor, onu, nazarın yetişemiyeceği bir mesafeye
kadar gözletil© tnklb edemiyordu. Yuiiıfun ntının gittikçe küçülen bir cisim
gibi uzaklaşması, yahud sokağın bir zaviyesinden, görünmiyen bir köşesine
geçmesini seyrede- miyordu. İşte şimdi de aynı hissin tazyikile ondan kaçmıştı.
Bu hareketler belki bir teselli, ruhunun kendi kendine icad ettiği tedafüi bir
telkindi ; fakat ne de olsa, o, böyle tesellilere muhtaçtı.
Meryem şimdi, sönük ve boş
hayatının istikametini değiştiren ilhamkâr aşkı, ruhunda cilveşen inkılâbın
safahatını seyre dalmıştı. Yusufun ismini anmak bile bu gönlü şahlandırmıştı.
Meryem’in Yusuf’la eriyen varlığı, muti ve teslimiyetkâr bir
kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan uzaklaşınca birdenbire soğuyor,
katılaşıyor, adeta donuyordu. İnkişaf etmek için güneşin doğmasını bekleyen
bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne zamandan beri bu aşkı bekliyor, bu aşk
için yaşamıyor mıydı ?
Bu iştiyak, onu bulamamasının verdiği hırçınlık, cemiyetten de
şedid bir aksülamelle kaçmasına, teferrüd etmesine sebeb oluyordu. Yusuf’tan
başka Meryem için kim olabilirdi? Onu ilk gördüğü günden beri, bu aşkın önüne
geçilemeyen incizabına doğru, baş döndürücu bir süratle ilerliyordu. Zaten
Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül yoludur, bu yolda giden yolcu sensin. Bu
gitmekten maksat da kendini bulmak ona kavuşmaktır, dememiş miydi ?
Meryem de berkî [Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. *
Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. *
Ahmak olmak. ] bir süratle sağını solunu görmeden gönlü yolunu geçiyor ve
Yusuf’a gidiyordu. Onun başka türlü kendini bulmasına imkân var mıydı ?
Yusuf’un aşkında bütün mükevvenatın hülâsasını bulmak için
koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir kayıtla mükellef değildi. Zira
varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka herkese kapalı olan kalbinden
maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.
Meryem’in Yusuf’la eriyen varlığı, muti ve teslimiyetkâr bir
kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan uzaklaşınca birdenbire soğuyor,
katılaşıyor, adeta donuyordu. İnkişaf etmek için güneşin doğmasını bekleyen
bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne zamandan beri bu aşkı bekliyor, bu aşk
için yaşamıyor mıydı ?
Bu iştiyak, onu bulamamasının verdiği hırçınlık, cemiyetten de
şedid bir aksülamelle kaçmasına, teferrüd etmesine sebeb oluyordu. Yusuf’tan
başka Meryem için kim olabilirdi? Onu ilk gördüğü günden beri, bu aşkın önüne
geçilemeyen incizabına doğru, baş döndürücu bir süratle ilerliyordu. Zaten
Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül yoludur, bu yolda giden yolcu sensin. Bu
gitmekten maksat da kendini bulmak ona kavuşmaktır, dememiş miydi ?
Meryem de berkî [Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. *
Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. *
Ahmak olmak. ] bir süratle sağını solunu görmeden gönlü yolunu geçiyor ve
Yusuf’a gidiyordu. Onun başka türlü kendini bulmasına imkân var mıydı ?
Yusuf’un aşkında bütün mükevvenatın hülâsasını bulmak için
koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir kayıtla mükellef değildi. Zira
varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka herkese kapalı olan kalbinden
maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.
Hava okadar güzel ki siz de bizimle
beraber biraz yiirüseniz...
Bu sırada odadan içeri giren Ümmül
Bedr Yusufun yerine cevab verdi :
Haydi gidelim; hem mehtab da var..
Sen uyumadın mıydı Billi ?
Yatmıştım ama, bunların bağçede
seslerini duyunca dayanamadım kalktım.
Mahbub da her zamanki gibi çıkmak
taraftarı oldu. Yusuf, ekseriyetin arzusuna uymayı severdi. Hep beraber
çıktılar.
Hamza ile Ummül Bedr önden
yürüyorlar, kâh şakalaşıyor, kâh konuşuyorlardı.1 Meryem Hamzadaki
bu tabiîliğe hayret etmekten kendini çekemiyordu. Biraz evvel Yusufla
konuştukları, o, her becası kalbe ateş gibi düşen sözleri ne çabuk unutmuş,
onların hükmünden nasıl çıkmış, sıyrılmıştı ? Yarım saatlik bağçe eğlencesi,
Yusufun yıllar sürecek sohbeti zevkini nasıl silip götürmüştü ? Hamza onları
unutmamış olsa, şimdi böyle kahkahalarla gülüp söyliyemez, bir az olsun o
büyüklüğü mütaîea ederek zevkine dalardı.
Gerçi Yusuf ta tabiî görünüyordu.
Fakat onun tabiîliğinin bambaşka sebebden ileri geldiğini Meryem öğrenmişti.
Yusuf devamlı olarak ne tefekkür âleminde ne de beşeriyet hükmünde kalmak
istemiyordu. Eğer Yusuf, kendini kapan aşk zevkine bir had çekmemiş oîsa,
beşerî umuru muattal kalacaktı. Onun için kendini zorla bu sarhoşluk vaktinden
çekip alıyordu. Yusuf için sırf beşerî umur ile oyalanmak ta muhal bir emirdi.
O, bu iki veçheyi tam bir itidalle tevzin eder, birinin hahkını ötekine
taşırmamıya dikkat ederdi.
İşte bu gece de gene aynı sebebden
dolayı o aşk âlemini unutmuş gibi herkesle şundan bundan konuşuyordu. Maamafih
her zamandan az söylüyor, Mer- yemden de itina ile uzak yürüyordu.
Meryem ise hemen hiç bir söze
iştirak etmiyor, konuşmuyordu.
Fakat söylenmiyen duygular, çok
defa ifade edilenlerden daha beliğ, caha fasih olur. Meryemin de ketum
belâgatinin neler ifade ettiğini Yusuf anlıyor, bu her ifadenin fevkinde olan
gönül dilini yalnız o işi' ■tiyor ve hissediyordu. .Sanki iki kalbin arasında
kurulmuş bir gizli köprüden gönülleri birbirine gidip geliyordu. Fakat bu
alış verişi ne bir göz görüyor, ne de bir kulak duyuyordu. Yusufun her nefesi,
ateşten bir tufan halinde Meryemin gönlüne akıyordu.
Onun aşka susamış varlığının her
zerresi, bu coş* kun seli massediyor ve tekrarını sayıklıyordu. Kurak bir
zemine düşen yağmurun, hemen yübusede tahavvül etmesi gibi, bu gönü'1
de hep aynı tahassür,aynı eksil- miyen iştiyakla Yusufu, hep onu bekliyordu.
Yusuf, her müşkülün cevabı, Yusuf,
her eksiğin tamamı... Meryem Yusufu, aklın yetmediği bir keyfi- yctsi zlikle
istiyor ve onun ölçüye, hesaba gelmiyen aşkına tehalükle kuşuyor, koşuyor...
Onun her tavrı bir vecize, her hareketi aşkın kahhar belagatının keskin bir
ifadesi... Meryem bu yaman ve ateşîn ifadeyi okuyor, ezberliyor, onu gönlüne
hakkediyor...
Yusufun aşkı, gözün görmediği,
aklın bilmediği asımanlardan süzülüp ebedî bir şelâle gibi gönlüne doluyor.
Yusufun sözleri, bu sözlerin her bir hecesi, aklı kapan bir kudrete bürünmüş te
gelmiştir. Bu sözlerde mestedici aşk kokusu tütüyor. Meryem, başını, bu mestedici
kokuya gömüyor, orada kalmak, orada ölmek istiyor. Yusufun her tavrında, aşkın
fasih beyanını neşreden bir hususiyet var.
Bunu Meryemden başka kimse görmüyor
mu? Görüyor ; görmüşler de her biri birer Ömer, birer Malı-
bub ve Yusufun sayısı biiînmiyen
yakınları olmuşlar.. Fakat Meryem onu sade gözler», hisleri, hattâ göz kesilmiş
her bir mesamesi!© de jförmiye kanaat etmiyor. Onu n$Uı, Açkının nuru ile görüyor. Yusufun
sevdasına iftikar eden her zerresi
haykırıyor, onu âleme bildirmek, bu endaze ve ölçüye gelmiyen aşk tufanını
anlatmak için çırpınıyor. Ne olur keşki sevdiğimi bü- tün cihan sevse de hep
sözlerimiz onun kıssaîart ojlsa. diyor.
Meryem, YusvOr* dakikaların ne demek ol
duğunu, onların ne bedelsiz
kıymetlerle mücehhez bulunduğunu biliyor. Bildiği içindir ki işte onları çekip
uzatmak, bütün bir ömre vasletmek ihtiyacı ile zebun olup çırpınıyor...’
Meryem Yusuftan uzakken yaşamıyor
ki... Onsuz geçen zamanlarını, onunla yaşadığı dakikaların artığı, ile şöyle
böyle geçiriyor.
Yusufun zevcesine hitab eden sesi
ile Meryem titredi :
Dönelim ini artık Bi 11 i ?
Niçin sesin çıkmıyor ? Epiyce yol
yürüdük..
Hiç de duymadım... Hem biliyor
musun, Meryem, Sude île beni yairm evine davet etti.
Öyle mi, ne zaman konuştunuz, karar
verdiniz ?*
Sen Hamza ile konuşurken...
Pekâlâ Billi...
Hamza söze karışarak :
Sen de gelsen ne iyi olur Yusuf...
Benim yarın işlerim var Hamza...
Meryem «e* çıkarmadan bu muhavereyi
dinliyordu. Hiç Y usuf Meryemin evine gelir-miydi? Yanında bile yürümemek için
itina ederken, kendi nynfrı ile bu ted* birsizliği yapar mıydı.
Sen de bir şey söyle Meryem ;
beraber olursak belki kandırırız. Yarın sarayda işim de az., ben de yemeğe
gelirim.
Yusufun işlerine mani olmıyalım
Hamza; mademki meşguliyeti varmış...
Yusuf Meryemin sözünün hakikî
hedefi olan sitemi anlamamış gibi ses çıkarmadı.
Onlar aşirete doğru geri döndükten
sonra, Ham- zanın şetareti, yalnız kalmanın verdiği müsaadekâr fırsatla
kendisine meftûniyetle bakışı, Meryemin hayretini büsbütün . arttırdı. Zavallı
adam, Yusufla geçen zamanı ne kadar ucuza satıyor, ondan başka şeylerle nasıl
avunuyor, diye düşündü.
Eğer bilse, Yusufla beraber, onunla
aynı çatı altında bulunmanın zevkini Meryem gibi bilse, hiç ondan
uzaklaşırken, gözü başka şeylerle telezzüz edebilir- miydi ? Gene kız batırmak
ahlamak iatiyor : Beni niçiıı onun yanından koparıp aldınız ? Beni nereye ve
niçin götürüyorsunuz ? Benim ondan başka kimsem olmadığım bilmiyor musunuz ?
Kasem ederim ki ben yaşamıyorum, merhamet edin bana, bu ölmüş vücuda merhamet
edin. Onun sevdasila yanmıyan, bu sevdaya batmıyan, bu aşkla muaşaka etmiyen
bir zerrem mi var ? Ona, bütün varlığı ile müftekir olan bu vücudu niçin, niçin
ondan uzaklaştırıyorsunuz. Bütün dehşetile beni istilâ eden bu aşkın
uryanlığına olsun hörmet edin t
Meryem sabahtan beri pencerenin
önünde Ummül Bedrle Sudenin gelmelerini bekliyordu. O bu gün yalnız dinlemek
istiyor. Konuşacak, söyleyecek Meryem
o kadar
uzaklarda ki... istiyor ki onlar söylesinler de kendi dinlesin.. Kalbinde, her
bir damarında, vücudunun her zerresinde sarî olan Yusufu söylesinler ve o
dinlesin, dinlesin...
Hayır, hayır..
Yusuf ve Meryem, diye iki ayrı varlık yok ki... Cihanda ne
Meryem var, ne de başka bir mevcud... Hattâ cihan da yok.. Meryem için yer,
gole, her “şey yâlnız, yalnız Yusuf, yalnız o... Meryem Yusuf tan başka bir şey
görmüyor ve bilmiyor... Onun için Yusuf’tan başka bir şey yok ki bilsin! Esasen
hiç bir güzelliğin cazibesine iltifat etmeyen müstağni nazarlarından bütün
cihan silinmiş Yusuf’un istilakâr yarlığı, mükevvenatın bütün nakışlarını
silmiş götürmüş. Hat'tâ genç kızın kendi vücudu bile çoktan bu adem kafilesinin
arasına karışıp kaybolmuş...
Gamzenin koşarak içeri g’ırmesile
Meryem pencereden çekildi. Arkadan Ummül Bedr, Sude ve Ömer girdiler. Ummül
Bedr hem gülüyor, hem de konuşuyordu :
Aman Meryem, bu ne dalgınlık ? Sana
selâm vermekten kollarımız ağrıdı. Kuzum bizi nasıl görmedin ?
Sizi sabahtan beri pencerede
bekliyorum. Yoksa başka yoldan mi geldiniz ?
Hayır hayır, tam pencerenin
karşısına gelen, her zamanki yoldan geldik; biz seni gördük, selâm da verdik,
ama senin gözün bizi görmedi. Seslendik, işaretler ettik, nafile., görmedin,
görmedin..
Bak hesabda yoktu ama, memnun
olursun diye sana Omeri de getirdik.
Meryemin müdafaasız sükûtu Ummül
Bedri telâşa düşürdü:
Rahatsız mısın yoksa Meryem, neden
rengin uçuk?
Ummül Bedr kinaye söylemiyordu ;
bilâkis tam bir samimiyetle konuşuyordu. Meryemin ruhî buhranına dikkat etmiş
olsaydı, o da Omerle Sude gibi susar ve onların hissen olsun genç kızın
gönlündeki kıyameti sezişlerine iştirak ederdi.
Ummül Bedrin sualine, Gamze cevab
verdi :
Meryem hasta değil ; fakat siz o
kadar geç geldiniz ki bekliye bekliye pencere önünde uyuşmuş kalmıştır, dedi.
Gamze Meryemin neş esizliğini
telâfi efmek için gevezelik ediyor, hoş, sözlerle bu eksikliği kapatmıya
çalışıyordu.
Meryeme taabbüdkâr bir segvi ile
bağlı olan Gamzenin hisli gözleri, gene kızdaki değişikliği başlangıcından
itibaren görmüş ve bunun ne derece miihlik olduğunu da, kendi anlayışı mizanile
ölçmüştü.
Belki Gamze Yusufu görmemiş
olsaydı, Meryemi bu kadar harab eden bu aşk kaynağına muğber olacak, belki de
kin besliyecekti. Fakat Yusufu gördükten sonra onun hakkında menfi bir his
beslemek imkânsızdı. Yusuf, hem bir çocuktan da masum, hem de akılları
durduracak kadar teshir edici bir kudrete sahibdi.
Bereket versin ki Meryemin
misafirleri merasim perver kimseler değildi. Hepsi de berrak bir su gibi
kalbleri görünen temiz, olgun insanlardı. Onlar buraya ne ikram görmiye, ne de
Hamzanuı muhteşem kâşanesinin kıymetdar eşyalarına hayran hayran bakmıya
gelmemişlerdi. Onların gönüllerini siisliyen sükûn ve AHtıyi^, dünyuıımlıer bir
v ar 11£nulun müala£ni çdccck kadar mutlak
ve gani idi. .
Hemen üçü biribırlerile
konuşuyorlar, biribirlerine yetiyorlardı. Meryem de büyük bir cebr ile bunlara
iştirak etmiye gayret ediyordu.
Sana Yusufla çocukluk
hatıralarımızı ve evlenişimizin hikâyesini anlatacaktım Meryem, ister misin
söyliyeyim ?
Elbette Ümmül Bedr..
Bu izdivacı ben de senin kadar
bilirim, isterseniz ben anlatayım çocuklar..
Lâtifeyi bırak da Ömer beni dinle..
Meryeme söyliyeceklerimin içinde senin de bilmediğin kısımlar vardır.
Zannediyormusunuz ki Yusuf benim yalnız zev- cimdir? O benim her şeyimdir :
Anam, babam, kardeşim, dostum. Yusufun babası Mâlik bin Halim, annemin
dayısıdır. Öksüzlüğüm yüzünden ben dayımın yanında büyüdüm. Çocukluktan genç
kızlığa kadar lıep beraber geçen bu müşterek hayatımız içinde o bana bir büyük
kardeş muamelesi yapmıştır. Fakat öyle bir kardeş ki, bir anadan, bir babadan
beklenen şefkatle dopdolu... Her vesile ile himayesini, her suretle yardımını
ve dostluğunu gördüm. Zaten Yusuf yalnız bana değil, bütün insanlara, eksik
söyledim, bütün mahlû- kata karşı müşfik ve hayırlıdır.
Küçükken Yusuf için ben, aynı
zamanda bir eğlence idim. O, başka gençler gibi hariçte eğlenmez,.
eskiden beri kendi âleminin zevki
içinde yaşardı. Benimle masum lâtifeleri pek çoktur, hattâ bazen bu yüzden
ağlardım da... Bilhassa bağçemizde bir ağacın üstünde leylek yuvası vardı.
Yusuf ekseriya : Billi Billi 1 diye çağırır, ben de aldanıp gidince kolumdan
tutar zorla yuvanın altına sürükler, leyleklerin yukardan bıraktıkları mayi
ile üstüm başım kirlenince o güler, ben ağlardım.
Küçükken çörek severdim, hâlâ da
severim ya... bana o kadar çok getirirdi ki, kaç defa bu yüzden hasta oldum.
Kendisi bunlardan bir lokma bile tat- mazdı. Zaten Yusuf eskiden beri az yemek
yer; o zamanlar bütün gıdası bir çanak sütle biraz ekmekten ibaretti.
Bir kere de Fırat taşmıştı, o zaman
evimiz nehrin sahilinde idi. Sular içeriye kadar yürüdü, ben ağlamıya başladım,
evde de o gün ikimizden başka kimse yoktu. Yusuf beni arkasına alarak evden
dışarı çıkardı.
Ümmül Bedr bir lâhza durdu. Belli
ki dimağı maziden sahifalar çeviriyordu.
Yusuf sıcak ve uzun günlerde öğle
zamanı yatardı ; beııi de odasına çağırır, oturturdu. Onun uyumasını
seyretmiye doyamazdım. O kadar uyanık gibi uyurdu ki uyuduğunu bildiğim halde
bir türlü inanmak istemez ve yüzüne bakarken kendim uyuyup kaldım.
Bir gün dayımın ayak «esile
uyandım. Telâşla koşarak yanıma geliyordu. Meğerse başım pencerenin içinde
öyle muhataralı bir vaziyette uyumuşum ki, ufak bir hareketle düşmek
tehlikesinde olduğumu gördüm. Uyku sersemi kalktım, Yusufu yatağında aradım; o
çoktan kalkınış, gitmişti.
Ümmül Bedr gene durdu ve :
Çocukluk hatıralarila vakit
geçirmiyelim ; bun-^ lan anlatmak uzun, pek uzun sürer.
Kadınlar Yusufu hiç rahat
bırakmazlardı; gerçi o, bu alâkadan ve güzel kadınlardan hoşlanırdı, fakat evlenmek
için hiç birini intihab etmezdi. Hele ölmüş bir aşiret reisinin dul ve zengin
karısı vardı ki, haber haber üstüne gönderirdi. Etraftan yağan tekliflere şaşıp
şaşıp kalırdık. Ben o zaman küçüktüm, böyle şeylere pek aklım ermezdi ama,
dayımın çok sevdiği bir cari- yesı vardı, bütün bunları bana o anlatırdı.
Yusufu herkes davet eder, bir vesile ile çağırırdı.
Babası bu davetlerde genç ve güzel
oğlunun bulunmasını, şarkı söylemesini hiç istemezdi. Yusuf ta babasının bu
arzusuna riayet ederdi. Yusufun sesi o kadar yakıcıdır kî, bu kadar senedir
dinlediğim halde, hâlâ her duyuşumda ağlarım. Sonraları artık bu davetleri,
tamamen îhmal etti.
Nihayet hiç umulmadık bir zamanda
babasının zoru ile evlendi; fakat kadın çok kıskançtı. Yusufun hayatına acı
su gibi karıştı. Bir müddet böyle yaşadılar, ömrü de azmış, çok yaşamadı.
Yusuf, karısı öldükten sonra
Bağdada gitmişti. Onun gaybubeti esnasında dayım da beni, iki günlük bir
mesafede oturan bir tacirle nikâhladı. Düğün alayı ile giderken, nikâhlımın
vurulup öldüğü haberi ile karşılaşarak geri dönmiye mecbur olduk. Bu giriş
çıkış patırtılar arasında dayım da vefat etti..
Bağdaddan ansızın dönen Yusuf,
babasının yerine aşirete reis oldu. Az bir zaman sonra da bana bir gün birden
bire : “ Benimle evlenir misin Billi „ ? dedi. Bu bekletiledi^im sual, beni
ziyade mütehayyir etmekle beraber, evet, dedirn.
Hemen her arab erkeğinin sekiz, on
karısı vardı. Kendi kendime: Muhakkak ki Yusuf, huysuz olmadığımı bildiği
için, islediği kadınlarla evlenmek ynhtıd eğlenmesine göz yumacağımı
bildiğinden beni intihab etli, diyorduttı.
Fakat tahminim doğru çıkmadı, yirmi
senedir, hep çocukluğumda gösterdiği şefkatli alâkasını bir gün kaybetmedi.
Yirmi sene zarfında, yaşamlyan üç
çocuğun anası oldum. Büyük kızım sağ olsaydı, şimdi on dokuz yaşında olacaktı.
Meryem kendi kendine : Benden üç
yaş . küçük î dedi.
Sude, Yusufa aid sözleri Meryemin
nasıl önüne geçemediği bir heyecanla dinlediğini artık öğrenmişti. İşte şimdi
de dikkatle Meryemin yüzüne bakarken gene kızın denize koşan bir sel gibi
Yusufa doğru ne kadar sür’atle ilerlediğini hislerile adım adım takib ediyordu.
Sude için Meryem, Yusufun aşkına
karargâh olabilecek tek ve hakikî menzildi.. Onnn için Mahbubun karısı, bu
giizel vücuda ihtiram ediyor, onun kendisi için yenilmez bir rakib olduğunu
bildiği halde, fedakârlık ve feragat timsali olan Sude, bu şahsî zaafım da mat
ve mağlub etmiye çalışıyordu. Zaten o, gönlünü ve aşkını bile başkalarının
sinelerinde yaşatmıya alışık değil miydi ? Hattâ icab ederse Meryemin aşkına da
miizaharet etmelidı. Zira Sudeye bu yakışırdı. O, ancak bu müşkül, bu yaman
feragati da gösterirse, fera- gata hakikî bir remz olabilirdi. Lâkin Sude bu
hareketi kendi tekâmülü namına değil, sevdiği Yusuf için yapmak istiyordu.
Hamzanın muhteşem sofrasında artık
yemekler yenmiş, misafirleri yelpazeleyen cariyeler nöbet değiştiriyorlardı.
Meryem yalnızken bunu aslâ yaptırmazdı; fakat şimdi misafirlerine hürmetsizlik
olmaması için ses çıkarmıyordu. Bir aralık Omer :
Meryem müsaade eder misin cariyeler
çekilsinler. Biz istersek kendimizi yelpazeleriz. Onların ayak üstü bu işi
yapmalarından azab duyuyorum, dedi.
Hay hay Omer.. zaten ben yalnızken
hiç te bu işi yaptırmam.
Peki bizi yabancı yerine mi koydun
da bu merasime lüzum gördün ? İnsan, sahib olduğu mevkiin salâhiyetlerini suiistimal
etmemelidir. O esirler, cariyeler arasında ne temiz kalbi i insanlar vardırki,-bir
tanesi yüz asilzadeye bedeldir. Esasen esirle efendinin, yaradılış itibarile
bir farkı yoktur. Yaradan kalbe bakar, nesebe değil., kimin gönlü temiz ise,
Yaradan indinde efendi o dur, azad o dur, hür o dur. Ömer gene dertlenmişti;
fakat birden bire Hamza’nın içeri girmesiyle sustu.
Hamza yorgun görünüyordu. Geç
kaldığı için misafirlerine özür diledi ve hemen Meryemin yanına oturarak
cebinden bir kutu çıkardı :
Bak Meryem sana bir gerdanlık
yaptırttım. Yeşil, rengi sevdiğin için hep zümırüdle işlettim.
Hamza hem söylüyor, hem de
gerdanlığı kızın boy-, nuna takmıya uğraşıyordu.
Meryemin beyaj bir^su kuşunun
boynuna benziyen yükselt ve lâtif gerdanını bu yeşil Inşlar sanki sıra sırn
öpüyorlardı. Hamza, körlerine ka^ar yükselen heyecanını gizliyemiyerek
tahassürle bu giiıel kıza bakıyordu.
Ömer kendi kendine : — Zavallı
adam, çölde gördüğümden daha sevdalı., diye düşündü.
Hamza, gözlerini zorla Meryemin
çıplak boynundan kurtararak gözlerine çevirdi :
Meryem, bu akşam Hükümdar bizi
istiyor. Şimdiden söyliyeyim ki, gitmemek olmaz.
Sonra Ummül Bedre dönerek :
Artık bu gece bizi beklemezsiniz
değil mi? dedi.
Ben kendi hesabıma sizi her zaman
beklerim ve
isterim ; fakat zaruret karşısında
ne denir?
Nenden hemen söz vefdin Hamza?
Böyle deme Meryem \ Biliyor
musun sen saraya ■gitmiyeli ne kadar zaman olmuş? Tam kırk gün. Bunu ben de
bilmiyordum da, baban söyledi. Günleri sayacak kadar bu işle alâkadar ve
öfkeli. Bereket versin Hükümdar’bu sıralarda lıaricî iyinle meşgul dc senin
yokluğunu lâyıkile duymuyor. Maamafilı, “ Meryemi bahsettin hiç görünmüyor,,
diye canı sıkıldığını hissettirdi. Amcam da söz söylememe vakit kalmadan :
Merak etmeyim Hükümdarım, Hamza onu
hab- setmiyor. Her gün Yusufun evindeler., dedi.
Diyorum ya bereket Hükümdar çok
dalgındı da, kurcalamadı ; yalnız :
-- Bizi de ihmal etmesin canım!
diye gelişi güzel cevab verdi.
Hamza henüz sözünü tamamlamamıştı
ki Meryem, bir çığlıkla yerinden fırladı :
' - ' . 11
Yusuf, Yusuf!
Yusufun geldiğini herkesten evvel o
görmüş ve kendine hâkim olamıyarak bağırmıştı. Yusuf;
Hem hatırından çıkamadım, hem de
misafirlerini almıya geldim Hamza.. diyerek içeri girdi.
Var ol Yusuf, ben de şimdi Meryeme
bu gece saraya gideceğimizi söylerken, seni görememek üzüntüsünü duymuştum.
Sonra, misafirlerimizi alabilmen için senin de bir parçacık olsun .misafir
olman icab eder. Hem otur da misafirlerimi heyecanlandırmamak için söylemediğim
bir şeyi sana anlatayım.
Yusuf sanki kaçacakmış gibi Hamza
hemen söy- lemiye başladı.
Bu gün bir hastaya gidiyordum.
Yolda bir fakire rast geldim ; para istedi, vermek üzere durdum. Tam bu esnada
iki adım ilerdeki duvar yıkılmaz mı ? Eğer
o adama
tesadüf etmeseydim, tabiî duvarın altında kalacaktım. Bu nasıl iş, söyle bana
Yusuf ? Bir tesadüfle koca bir hayat kurtulur veya söner mi ? Nasıl olur da bir
insanın akıbetini kör bir tesadüf tayin eder ?
Geçirdiğin kaza için evvelâ, geçmiş
olsun diyelim Hamza.. Sonra, bu kazadan kurtulmanı tesadüfe hamletme. Zira cihanda vaki olan hiç
bir hâdise tesadüfe mübteni [Bina
edilmiş, kurulmuş, kurulu. * Dayanan, istinad eden, müstenid ] değildir. Her şey bir
sebebe mübteni olduğu gibi bir gayeye, o da daha yüksek bir başka gayeye
müteveccihtir.
Binaenaleyh hiç bir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Her şeyde
İlâhî bir sebeb ve varlık olmakla beraber onları, bu şekilsiz maddeden, bu
karışıklıklardan çıkarıp intizama sokan ve her olana emir veren bir hakikî
âmir vardır. Sana evvelce de söylediğim gibi bu hakikî âmir, her yerde hazır ve
galib ve her yerde mevcuttur. Demek oluyor ki, tesadufî bir şey yoktur; her
olan şey mutlak evvelden kararlaştırılmıştır. Her olan şey, muazzam bir aklın
emir ve hükmüne hizmet etmektedir. Onun emrinden hariç bir şey olamaz.
Senin camid [Ruhsuz,
sert, katı madde. Cansız] zannettiğin taşlar, yahud her hangi bir cismin içi hayat
doludur. Zira bütün mevcudattan görünen Yaradandır. Hiç bir şey yoktur ki
bundan hariç olsun.. Camîd zannedilen her şey hayattadır. Güneşin etrafındaki
yıldızlar gibi, bu zerrat ta merkezine müncezib olarak harekettedir. Harekette
olan her şey ise hayattadır. Hayat ta, Yaradanla kaimdir. Hayatta olan her
şeyden şüphesiz Yaradan zuhur eder. İşte her şeyde Yaradanın bu hüviyetini
gören yani her şeyde o şeyin manasını seyreden, kâmil insanlardır. Demek oluyor
ki, Allah Teâlâ senin kurtulmanı istemiş, karşına o fakir kulunu çıkarmış,
mes’ele bundan ibaret!
Şunu da bil ki Hamza, Yaradan’la
dostluğu olanın her şeyi kolay olur.
Sen onunla dost olursan, o da
seninle dost olur; dostu Allah Teâlâ olanın ise neden korkusu olur?
Onun için, bir şey yapacağın vakit daima düşünerek yap.
Dünkü günün âdil bir şahit olarak senden ayrıldı. Girdiğin gün
de seni gözetici olarak duruyor. Eğer giden günü kötülükle geçirmişsen
İkincisini iyilikle geçir yapacağını sakın yarına bırakma, olur ki yarın
gelirde seni bulamaz. Onun için her nefesini kendinin nigehbanı [Bekçilik, gözcülük. ] olarak al ve her ne
yaparsan onu kendine yaptığını bil !
Eline batan dikene kızma, bil ki onu sen kendin batırdın, bu
zahmı tesadüften ve yahud başka bir şahıstan zannetme!...
Ya bir saniye, ya bir dakika, ya bir sene, hasılı bir zaman
evvel yapmış olduğun bir şey sebebiyle o zahmı, bu dikenden yedin.
Hülâsa yaptığın şey, iyilik olsun, fenalık olsun aslâ
kaybolmadığı için zamanı gelir, seni bulur. Çünkü her taraf aynadır; her ne
suret bağlarsan o suretin bu aynada belireceği aşikârdır. Aynaya karşı yumruk
sıkarsan o da sana öyle yapar, gülersen o da güler. Mademki bütün cihan insanın
fiillerine ayna gibidir, o halde aynanın önünden kaçmak elbette muhaldir.
Bu sözlerinden sonra tesadüf kelimesini kullanmamak lâzım
geliyor..
Kelimeyi değil, kelimenin delâlet ettiği manayı kullanma !
Yusuf gitmeye hazırlanırken Hamza gülümseyerek elinden tuttu :
Bitmedi; bir derdim daha var Yusuf.
Benden daima yardım gören birisi vardır ‘ belki siz de bilirsiniz,
hekim Süleyman derler. Malî vaziyeti pek iyi değildir. Her zaman benden yardım
ister, eline para geçince de sarhoşlukla yer bitirir, çoluğu çocuğu sefalet
içindedir, gelip para isteyince, dayanamam veririm. Bu defa yardım ederken bir
az da nasihat ettim. Her halde buna canı sıkılmış olacak ki gezdiği yerde benim
için söylemediği fena söz yokmuş. Hâlbuki ben onu hakikî bir dost zannederdim.
Ama bilseniz bu adama ne müşkül vaziyetlerinde yetiştim. Maksadım yaptığım,
iyilikleri sayıp dökmek değildir; fakat hâlâ şuna hayret ediyorum ki, yapılan
iyiliğin cevabı neden böyle oluyor ?
Dünya dedikodu, hayat ise, can çekişmek demektir, Hayatı takip
edenler bunu her gün, her vesile ile görebilirler.
Dünyanın her hangi bir şeyine vefa ümidiyle bağlanan kimse,
mutlaka ondan cefa görür. Bu kaide değişmez, bunda herkes müsavidir. Çünkü
bütün hayat, gelmek, çekmek, ölmek kelimeleriyle ihtisar olunabilir ve herkes
ne ederse onu bulur. Yalnız, kimine er, kimine geç! Dünya vefasız olduğu ve
kedi gibi doğurduğunu yediği gibi tabiî olarak adamları da vefasızdır. Onların
sana yaklaşması, ya senden korkularından ve yahud da senden bir şey
beklediklerindendir.
Neden herkesin kendi meşrebinde olduğunu istiyorsun ve
olmayınca kızıyorsun?
Sen onu ayıbladığın gibi, o da seni ayıblar. Bazı kimseye iyilik
yapmak, ona tokat vurmak gibi gelir. İyi bir kimseye fenalık yapmak ne tesir
ederse, ona da bu iyilik aynı tesiri yapar, çünkü meşrebi, istidadı buna
müsaiddir.
Bir kimseden istidadının fevkinde bir şey istemek, biberden
şeker lezzeti aramak kadar muhal bir şeydir. Bir biber fidanına ne kadar
ihtimam etsen, onun zatındaki hasiyetini kemale getirmekten, yani acılığını
ziyadeleştirmekten başka bir şey yapamazsın. Dünya tezadlarla doludur;
bunlardan birine tesadüf ettiğin zaman taaccüb etme Hamza..
— Peki ama, madem ki herkes dünyada bir vazife ile mükellef
olarak yaradılmıştır; o halde fenalık eden neden ceza görüyor ?
—Bu ince bir meseledir, Hamza. Dediğim gibi dünyada namütenahi
[sonsuz] zıd fiillerin vazifedarları vardır. Meselâ zuliim yapan olduğu gibi,
intikam alıcı da vardır. Şifa veren olduğu gibi, zehir saçıcı da vardır.
Affeden olduğu gibi, kahreden de vardır. O halde zulüm yaptığın
vakit karşında intikam alıcıyı görürsün.
Bir kimseye fenalık yaparsan,
seni kahredici ile karşılaşırsın. Zira evvelce de dediğim gibi Allah Teâlâ’nın
tasarrufu, insanlara gene insanlar vasıtasiyle vaki olur. Eğer bu hakikati
bilirsen, niçin bu böyle oluyor, filan kimse neden böyle yapıyor, diyemezsin.
İşte bu noktadan, hakikî failin Allah olduğu manası çıkıyor.
Onun için fenalık yapan bir kimseyi, meselâ demin söylediğin
adamı, neden böyle yaptı, ben olsam böyle yapmam, diyemezsin. Doğru, sen olsan
böyle yapmazdın, çünkü sen o vazife ile dünyaya gelmemişsin. Yaradan seni o
vazifenin memuru etmemiş. Herkesin kendi vazifesini ifa ettiğini bildikten
sonra davaya ve üzüntüye lüzum kalır mı ? Sen ona yardım etmekle kendine düşen
vazifeyi işledin; o da sana nankörlük etmekle kendine düşen vazifeyi işledi.
Neticede ikiniz de vazifenizi ifa etmiş oldunuz.
Bunun için, nasıl güzel bir musiki, güzel şeyler, lâtif
çehreler sende inşirah uyandırıyorsa, böyle birisi tarafından zemmedilmek,
tahkir ve tezyife maruz kal; makta da aynı o zevki duyman ve bu muameleyi gördüğün
kimseyi affetmen lâzımdır. Eğer bunu yapabilirsen, güzel sesten, güzel yüzden,
hasılı güzelliklerden bulduğun zevki, bu affedişte de bulur ve kalbini
cerihasız [Yara. Çürüklük. ]bir sükûn ve
istirahata kavuşturmuş olursun.
Bilsen Yusuf, karşına ne kadar derdli gelsem, onları sen bir anda
yok ediyorsun. Dünyanın bir çok yerlerini gezdim, dolaştım, sayısız kitablar
okudum. Fakat senin şifa verici sözlerine hiç bir tarafta tesadüf etmedim. Hoş
senin yüzünü görmek te, sözlerini dinlemek kadar kalb sıkıntısını yok eder. Ne
garib seni görür görmez gönlümdeki sıkıntı dağılıp gidiyor.
Gerçi şimdi beni müskit [Düşüren, ıskat eden. ] bir cevabla ilzam [delille muhatabı susturma, söz ve
düşüncede üstün gelme. ] ettin ; fakat “niçin sıkıldın Hamza?,, diye bir tek cümle, basit
bir söz de söyleseydin gene ferahlar, sükûn bulurdum.
Sana bunun da sebebini kısaca anlatayım Hamza... Söz cisme, mana
da ruha benzer. Ruhun cisme taalluku, lâfzın manaya taalluku gibidir, ruh
cismin ne içinde ne de dışındadır. Mananın da lâfza münasebeti böyledir; mana
ondan ne başkadır ne de onun aynıdır. Göz manadan zevk alacak kuvveti haiz
olursa, lâfzı dinlemeden de bu zevki alabilir. İnsanın cismi bir kelime, bir
sözdür; ondaki mana da aslıdır.
Fakat söz büyük şeydir ;
nasıl ruh cisme lâzımsa mana için de harf ve savt (ses) öylece lâzımdır.
O senin kitablarda bulamadığın ilâhî ilim, aklın istidlalat [İstidlaller. Muhakemeler ] nazariyesine müracaat
edilmeksizin kesbolunan ve ancak aşk ile hasıl olan kalb ilmidir. İnsan bizzat
kendinden ve her şeyden samimî bir feragat ile geçtiği vakit gayb âleminin
nuruna müstağrak olur. Bu birliği bulan gönül sade enfüsü değil, afaki bile
tasarruf eder.
Mahsus olan eşyaya hükmetmek kolay ve bayağı bir hünerdir.
Dünyanın her tarafında, bilhassa Hindde bu hokkabazlardan pek çok vardır. Eşyayı
yerinden oynatmak hüner değildir Hamza, İş, gönülleri yerinden oynatmakta,
gönüllere hükmetmektedir.
Hasılı gerek bu dünyada, gerekse ötekinde refah ve rahatın
âmili, kendini bilmek ve kimseyi incitmemektir. Fazilet ve kemâlin de en bariz
alâmeti, kimsenin aybını görmemek ve söylememektir.
Yusuf, sözlerini tatbik edebilmek için bana bir köşeye çekilmek
ve bu alayişli hayatı terk etmek lazım gibi geliyor...
Niçin yanlış anlıyorsun Hamza? Bilâkis, bilâkis.. Gönül hayatı,
Hind fakirleri gibi aç kalmak, yırtık yamalı elbise giymek, yoksul olmak veya
bir köşeye çekilip miskin miskin oturmak değildir. Ye, iç, gez, eğlen,
cemiyete faydalı ol; istifade ettiğin güzellikler ve faydan dokunan insanlar da
Allah Teâlâ’nın varlığından birer parçadır. Bunu da bil ki insanın kıymeti sayi
nisbetinde yükselir.
Maksat bu alayişe, bu patırdılara kalben bağlanmamak ve her el
uzattığın ve her gördüğün şeyde Yaradan’ı görmektedir.
Yusuf ayağa kalktı :
Haydi çocuklar, akşam
oluyor gidelim. Hamza ile Meryem bu gece saraya davetliler, dedi.
Hamza telâşla :
Daha çok vaktimiz var,
biraz daha otur Yusuf- bir az daha...
Yusuf Hamzanın ısrarına
tebessümle mukabele ederek Ummül Bedri elinden tutup kaldırdı :
Haydi Billi, yürü, Sude
babasile gelir ! diyerek hemen uzaklaştılar. Omerle Sudeyi teşyi etmek için
ayakta bekliyen Hamza :
Boşbuğazlık ettim, saraya
gideceğimizi Yusufa duyurmamalıydım. Gelmişken biraz daha otururdu. Halbuki ona
daha ne kadar söleyeceklerim vardı; d ye teessüf ediyordu. O zamana kadar sesi
çıkmadan dinleyen Omer :
Yusuf söyleyeceğini
söyledi; onu daha mı yoracaktın
? Hoş o, faydalı *öz söylemekten nc u«antr> ne de yorulur,
karşısındakini istifade ettirmeye üşenmez, O, bizi talime, bizden daha
haristir.
Bu dünya ne kahbedir bilmezsin Hamza... Ben de bir vakitler
bilmezdim; bana onun da kendimin de iç yüzünü Yusuf gösterdi. Dünya, bir
işvebaz kadın gibi insanı en ummadığı bir zamanda aldatır. Binbir güzellikleri,
cilveleriyle seni kendine ram eder. Halbuki o varlık gösteren bir yokluktur.
Arzularına ermemek üzere bu aldanışlar insan için ne acıdır. Hanı hamurdan
devecikler, oyuncaklar, beşikler, bebekler yaparak şekere benzetirler;
çocuklarda bunlara bayılır ve alıp yemek için çırpınırlar. Hâlbuki onun tadı
şeker değil, hamurdur; fakat bunu sen bilirsin, çocuğa anlatamazsın ki...
Çocuk, şekerden deve, beşik yiyeceğim diye onları ister.
Her ne kadar: bunlar hamurdur, şeker değildir, desen de ikna
edemezsin. Ancak ısırınca işi anlar ve atar.
Eğer sen de büyüyüp çocukluktan çıkarsan, bu dünya zevklerinin
bir aldatıştan ve bir avuç çamurdan ibaret olduğunu anlar ve onları
kendiliğinden atarsın.
Omer tatlı tebessümü ile
kapıdan çıkarken, Hamza:
i>ur Omer, bari sen gitme
beraber çıkalım? dedi.
Sude, babasının, Hamzanm
teklifine temayül ettiğini görünce:
Olmaz Hamza, benim de
işlerim var, müsaade et te gidelim 1 diyerelc yüriidii ve
kapıdan çıkarken, Meryemle buluşan bakışları, her zamankinden daha birbirinin
derdine yakın ve hisli idi.
***
Meryem o gece saraydan
dönerken, Hamza ile beraber Marküsien kaçtıkları ziyafet gecesi, bahçenin şeddinden
büyük havuzu seyrettikleri 3 erde durdu. Gene havuzun etrafındaki meş’aleler
yanmıştı. Ziya hatları, manzum bir kitabenin yaldızlı mısraları gibi sıra sıra
durgun suya düşmüştü.
Hamza, bu asil adam,
Meryemi Marküsten kurtarmakla ne büyük bir iyilik etmiş, sonra da ona karşı
bütün vaidlerinde durmuş, bütün düşkünlüğne rağmen bu ahdi ilılâl etmemişti.
Fakat hu hayalın sonu ne o- lacaktı ? Eğer Meryemin aşkı Yusuftan başka bir
vücuda aid olaydı, kız Hamzaya karşı kendini suçlu ve mcs'ııl tutardı; fakat
şimdi asla! Zira Yusufun aşkı bir emri muhakkaktı. Ondan ne içtinab edilir, ne
de uzaklaşılabilirdi ?
Meryem Yusufu ııiçin
seviyor? Onun için mükev- venatta Yusuftan başka sevilmiye değer bir mevcud
yoktur da onun için seviyor...
Meryem Yusufu sade
sevmiyor.. Ona âdeta tapıyor.
Sevmek lâfzı, aşkına
nazaran ne kadar ibtidaî, ve ifadesiz bir mefhum !.
Meryem bir gün olup bu
şiddetli suzişin bir tarafından fışkıracağından, kendini ele vereceğinden korkuyor...
Meryem, hakikaten Yusufa
tapıyor! kendini tanımayacak, uzvî ve manevî bütün kuvvetlerini darma dağnık
eden bir şiddetle kendini bilmiyor... Bildiği, gördüğü bir şey var : Yusuf î
Sabahleyin gün, pembe
dudağını ufukta kımıldatırken, Meryem de ilk defa, her keşten ve Hamzadan da
habersiz olarak Yusufa gitmeyi kendi kendine kararlaştırıyordu. Bu kararla bir
az sükûnet buldu ve ancak, kendini Yusufa giden yolda görünce biraz aklî başına
geldi.
Bu yollar, onun taşını
toprağını, kedisini, köpeğini her bir zerresini sevdiği bu yollar, ne güzel, ne
anlatılmaz bir füsunla dolu îdi. Meryemin hareket halindeki ayaklarımı kimin
idare ettiği, istikametini kimin tayin ettiği belli değildi. Genç kız bunları
bir an düşünecek oluyor, fakat şuuru da meçhul bir kuvvet tarafından emilmiş,
kurutulmuş...
Meryem bir aralık, Yusufa
ne zamandan beri böyle şiddetle bağlanmış olduğunu düşünmek istiyor. Kızın
yarım şuuru, zorla ilk telakkilerine kadar gidebiliyor. Fakat hayır... bu kadar
büyük aşkın tarihi, zaman ölçülerine mukayyed olamaz ki... Yusufia Meryem, ebediyet
göklerinin ebedî aşmalarıdır. Yazık ki ruhun, geçtiği merhaleleri unutmak
nasibi vardır. O yalnız bulunduğu devrin hükmünü bilir. Baş ve son itibarı da
gene bu devrin evvelinden âhırına kadar olan vaktin ölçüsü içinde sayılır. Her
şey gibi, bu baş ve son telekkisı de İzafî ve nisbîdir. Yoksa ruh için ibtida
ve intiha olur mu ? Kezalik ruhun seferlerinin de sonu ve başı yoktur. Ruhun
mazideki hatıraları, ancak tedailerle bazı bazı tenevvür eder. Unutulmuş bir
rüyayı, ona benzer bir vakanın, yahud bir sözün hatır- latışı, gibi... Meryem,
katiyetle Yusufun kendi hislerine lakavd olmadığını biliyoıdu.
Fakat, neden genç kızın aşkına sarahaten cevab vermiyor, hatta bu aşkı an^a-
mamaziıktan geliyordu ? Hislerinin ve hareketlerinin âmiri olan Yusuf, neden
mütekabil hislerini ona söylemiyor, hatta Meryemin bu husustaki tuğyanına müsamahakâr
olmuyordu ?
Bu ihtimam, bu çekinişler,
hep Hamza için, hep onu aradan çıkarmamak içindi. Yusuf, bu büyük aşkı hep bu
düşünce ile fedamı edecekti ? Meryemin Ham- zaya bir gönül borcu olmadığını
Yusufun bilmemesi de imkânsız görünüyordu.
Gene kız birdenbire,
hayatının sonuna kadar zindanda. habsedilen bir kürek mahkûmu gibi naçar bir
yeisle kendini bağlanmış kalmış gQrdü.
Bütün bir belde erkeklerinin
maglûbane bir itaatla eteklerine sürünmeyi minnet bildikleri, bu duygusuz
kızla, şimdi biran evvel sevdiğine ulaşmak için kendinden geçmiş Meryemin, o
ham, o mağrur kızla ne alakası vardı ? Yusuf bu vücuda, bu yanmış bu aşk
kesilmiş vücuda hepmi lakayd kalacaktı ? Onu böyle çıldırtan o değil miydi ?
Hayat, mütemadi bir
inkilâb, mutemadî Ölüp dirilmeden ibaret... Meryem de şimdi, samimî bir
itikadla o, eski Meryemin ölmüş olduğunu görüyordu.
' *
Sude Meryemin tek başına,
bir bulut gibi uçarak geldiğini görmüştü. Bu geliş, her vakitki tabiî görünen
gelişlere hiç benzemiyordu. Gene kızın yüzündeki duygularını örten müstear
nikahlar düşmüş, yalnız şedid bir aşkın hummalı sarahati kalmıştı. Meryemin bu
pe-
rişan gelişi, Şudeye, kendi
kendine vermiş olduğu feragat ve yardım vadini hatırlattı. Artık fedakârlık zamanı
gelmişti. Evde, ’ Yusufla kendinden başka kimse yoktu. Yusuf odasında olduğu
için kızın bu acaib gelişinden haberi yoktu.
Geçirecek vakit yoktu ;
Sude kararını tatbik etmek üzere hemen yerinden kalktı ; yavaşça Yusufun kapısının
önünden geçti, aynı ihtiyatla belli etmeden sokak kapısını açarak aralık
bıraktı, gene ilıtiyatkâr fakat seri adımlarla geri dönerek bağçeye çıktı ve
arka kapıyı açarak evden kaçtı.
Meryem sokak kapısını
aralık bularak içeri girdi; evin içinde hiç ses yoktu. Kapı açık bırakılmış
olduğu için evin boş olmadığını tahmin ediyordu. Yusufu bulmamak korkusu,
kalbine hançer gibi batıp çıkıyordu.
Bütün odalara, hattâ
bahçeye de baktı, kimseler yoktu. En sonra eli Yıısufun kapısına uzandığı
zaman, genç kızın vücudu aşktan ve raşeden düzülmüş bir zevk kesilmişti. O anda
bu vücuda yüz hançer vurulsa o, bu zevkten bir zerre kaybetmezdi. Bütün
varlığı, lâyemût bir kudret tarafından kabzolunmuş, Meryem Yusuftan başka her
şeyden boşalmış, bitmişti.
Nihayet bu titriyen el,
kapıyı hızla itti. Yusuf ilk gördüğü günkü gibi gene ayakta idi. Meryem, bu aşk
rüzgârı, koştu, taze bir hurma fidanı gibi yukarı kalkmış kolları, ateşîn bir
halka olarak Yusufun boynu etrafında sim sıkı dolandı...
Yusuf, aşkın sıızişinden,
aşkın üryan ve mukavemet kırıcı tezahüründen örülmüş bu halkayı çözmedi,
çözmek istemedi. Ebediyet ateşininin timsali olan dudakları, kızın saçlarına
iştiyak ve aşkla cevab vejdi.
Birbirine karışan bu iki
baş, bir an, aşkın nüces- sem bir ifadesi oldu.
Fakat meryemin hiç bir
şeyden haberi yok, o hiç bir şeyin farkında değil, hiç bir şey bilmiyordu. Yusufun çözmiye kıyamadığı
kolları, bitab bir teslimiyetle kendiliğinden açıldı. Düşmek üzre olan bu
vücudu kolları içine alarak yavaşça, bir ceylân postunun üstüne bıraktı.
Yusuf, bir aşk demeti kadar
gü/.el kıza, semavat- tftjı derlenen nşk çiçeklerinin usaresinden sızmış
alt-şîn Meryemin lâtif çehresine bakıyor: ruhumdan kopan bir yıldız, aşkımın
konukladığı bir vücud.. diye düşünüyordu.
Elân baygın yatan kızm
yüzünde aşkın şiddetinden gergin ve suzişli bir ifade vardı. Gözleri sımsıkı
örtülü, kirpikleri ratıb, dudakları, açılmıya hazırlanmış bir konca gibi yarı
aralıktı.
Yusuf müteheyyic, bir az
daha iğilerek, bu yüze kendi aşkından ibaret oian bu aşk külçesine meftuni-
yetle baktı, baktı...
Meryemin vücudunda dirilme
hareketleri başlarken Yusuf ta ayaklarının ucuna basarak odadan, sonra da evden
çıkarak gitti.
*
* *
Meryem Yusufun odasında tek
başına gözlerini açtığı zaman, yarım yamalak bir şuurla, buraya gelişi
hadisesinin teferruatını zihninde tasnif etmiye bğraşı- yordu. Elinin Yusufun
kapısına kadar uzandığını ve odada Yusufu gördüğünü hatırlayor, başka birşey
bilmiyordu.
Şimdi, burada niçin
yatıyordu ? Şüphe yok ki fev
Ualâde Lir hal onu böyle
yere sermişti. Yusuf nerede idi? Niçin ve nc zaman gitmişti? Meryem onunla ne
koııuşımş, Yusuf ona nelreden bahsetmişti.
Düşündü, düşündü, hiç bir
şey bulamadı. Meryemin bütün bu müselsel düşüncelerinden çıkan netice» artık
bu büyük aşkı, daracık göğsünün gizlemesine imkân kalmadığını kendine itiraf
etmesi oldu.
Yuüufu sevmek, zaaf değil,
kuvvet, meziyet, fizi- letti. Unsurî varlıklara karşı olan ibtilalar kalbi ne
kadar sefilleştirir, bayağılaştırır, alçaltırsa Yusufun aşkının mübtelası
olmak ta insanı o nisbette yükseltir ve kıymetlendirirdi. Esasen Meryem için
her hangi bir kimsenin kıymeti, Yusufa olan sevgisi nisbetile ölçül - idi.
’V'r'-yem onun için bu aşkın tezahürlerde •evkten sr.ttv'fee «üşüyordu.
Yûsuf, önce, her hangi bir
yaradılmışla mukayese edilemiyecek eşsiz bir vücuddu. Mukayese, benzeri olan
şeyler arasında yapılabilirdi. Halbuki, ne Meryem, ne de bütün cihan için bir
Yusuf daha olamazdı ki, o^ başkasile mukayese edilebilsin!.. O, bir tane idi, o
bütün cihandı 1
Meryem, ezelî bir meşale
gibi y.anan gönlünün aleşile, değil yalnız kendini, kâinatı bile yakıp kül
edecek kadar yakıcı idi. Meryem Yusufla kendini bulmuş, gene onunla kendini
kaybetmişti. Meryemin ifrat aşkının ismi, Yusuflu!
***
Zeyyad, Hamzanın da, Meryem’in de Yusuf’u sık sık
ziyaretlerinden hiç memnun değildi. Çünkü o, her şeyden şüphe eden gayrı samimi
bir mizaca malikti. Tanıdığı ve kıymet verdiği şeyler, hayatın yalnız maddî
cebhesi, kabuğu idi. Zeyyad’ın duygu şebekesi, ham bir külçe gibi İşlenmemişti.
Maamafih mağşuş[Katışık. Karışık. Saf olmayan. ] ve zahmete delmez bir
katılıkla oluşu yüzündün, işlenmek ihtimali do pek azdı.
Yusuf’un dilden dile dolaşan mütevazı ve sakin hayatını, o bir
tuzak telakki ediyor, zengin Hamza’nın da bu tuzağa düşürülmüş bir zavallı
olduğuna iman ediyordu. Öyle ya., hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Hamza,
kendinden İçtimaî derecesi dun [uzak] olan bir aşiret reisîne neden iftikar
ediyor, meclûb oluyordu ? Zeyyada göre ihtiyaç, daima maddî şeylere olabilirdi.
O halde Hamza’nın Yusuf’a değil, Yusuf’un Hamza’ya boyun iğmesi, ihtiyaç
göstermesi lâzımdı.
Zeyyad bu meseleyi daima kendi görgüşü ile görüyor, başka
nokta-i nazardan mütalâa ve izah edemiyordu. Hamza ise amcasının kısa ve
bulanık nazarlarını pekiyi tanıdığı için itirazlarına, bir sinek vızıltısının
müziç sadası kadar bile ehemmiyet vermezdi. Zaten onu sevmezdi ki sözleri
müessir olsun...
Hamza, gene amcasını ziyaret ettiği sırada, Zeyyad onu karşısına
almiş mutat sözlerini söylüyordu.
— Söyle Hamza, senin
neye ihtiyacın var ki Yusuf’a gidiyorsun ? Paraya mı, şöhrete mi, neye, söyle
bakayım hana ! Herkes çölleri, denizleri aşarak dünyanın herr tarafından akın
akın senden şifa bulmıya geliyorlar. Şöhretini uçan kuşlar bile biliyor. Neye
ihtiyacın var, ondan ne öğrenebilirsin ki gece demiyor, gündüz demiyor
gidiyorsun ? Söyle, bana makul sebeb göster! Seni niçin davet ediyor ?
Maksadın ilim ise, Şeyhülhikeme git.. Yaşlıdır, tecrübelidir,
onunla konuş.. Yusuf’un putlara bile ibaret ettiği malum değil. Dinsiz olduğuna
hiç şüphe yok! Hamza, amcasının itirazlarını her defasında sükutla, hazan da
baştan savma sözlerle geçiştirirdi, Fakat bu defa Zeyyad çok ileri gitmişti;
gene adam dayanamadı:
— Amca, sen ne
söylüyorsun ? Şeyhülhikemdeki ilim bende
de var. Belki ben ilim cihetile ondan da üstünüm, benim bu ilimlere ihtiyacım
yok... Fakat Yusuf’taki ilim, ne Şeyhülhikemde, ne bende, neşende, ne de bir
başkasında var..
Yusuf’tan kaynayan ilim, senin benim bileceğimiz bir menbadan
gelmiyor. Onların usulleri ve kitablar ile, Yusuf’un bilgisinin elifbasını
öğrenmek için bile insanın ömrü kifayet etmez. Şeyhülhikemlerin, Hamzaların
sabahlara kadar rahle başında meşakkatle öğrendikleri, kıylükali Yusuf’un
ağzından çıkan basit bir kelimeye değişmem.
Sonra beni, onun çağırdığını mı zannediyorsun ? Merak etme o,
kimseyi çağırmaz. Ona ben, kendim gidiyorum. Yusuf’un ne bana, ne sana ne de
kimseye ihtiyacı yoktur ki çağırsın, davet etsin ?
Yusuf’un babası Malik bin Halimi tanırsın; zengin bir adam olduğunu
da bilirsin. O, babası gibi ihtişamla yaşamıyorsa, bu gidiş, fakrından ve
başkalarına ihtiyacından değil, maddî varlıklara kıymet vermeyişindendir.
Evet, senin tama ettiğin bilgilerden, tıb, heyet ilimlerinden
bende hesabsız bir mebzuliyet vardır. Ben bu ilimlerle şimdiye kadar binlerce
insanın cismine deva ve şifa oldum; fakat bir gönüle asla ! Ben, kendi
gönlümün, kendi derdimin illetini tedaviden acizim, nasıl olur da başkalarına
imdat eylerim ?
İşte Yusuf benim canıma, ruhuma şifa veriyor. Ben, mahsus ve
aşikâr olan dertlerin hekimiyim. Yusuf ise ziyade gizli olan can derdinin
hekimidir. Ben devayı anasırdan toplarım ;o doğruca Allah’dan getirir. Benim
dimağım bilgilerle dolu, fakat gönlüm aç ve muhtacdır. Bu boşluğu Yusuf’tan
başka dolduracak bir vücuda tesadüf etmedim. İşte ona, bu boşluğu dolduracak
hakikati aramaya gidiyorum.
O, dediğin gibi dinsiz değildir ; belki din, kendisidir amca !
Kızın Meryem’e olan yenilmez düşkünlüğümü bilirsin ne olur bir
az da onun bana olan duygusuzluğunu, yabancılığını bilmiye niyet etseydin!.
Meryem, Mısırdan avdetim [dönüş] günü, bütün ümid ve hülyamı da
son ve katî bir darba ile yıktı. İşte o gün kendimi öldürmeye karar vererek bu
kararla bir az sükunet bulmuş. Meryem’le son bir gezinti yapmak arzusunun önüne
geçemeyerek, ayağımın tozuyla Yusuf’a gitmiştim. Fakat onu görmek, anî ve katî
olarak vermiş olduğum hu kararı, bir nefeste yok etti; sözleri bana yaşamak
kuvveti verdi, hakikatin leziz çeşnisinden, tattırdı. Yalnız ve yalnız Meryem’i
gönlümden silemedi Bu da onun kudretsizliğinden değil, benim
iradesizliğimdendır.
Yusuf’un gönüllerde uyandırdığı şevkten ve sermedi hayattan
haberdar olsan, ona, gönlündeki suzişin şiddetinden, ayaklarınla değil, başınla
koşup giderdin.
İşte amca benden istediğin makûl cevabi İstersen daha
söyleyeyim.
Fakat Zeyyad yeğeninin bu hitabesinden, fikirlerini
değiştirmemiş bilâkis, Hamza’nın büyülendiğine hükmetmişti. Gene hekim
amcasının muannid [inatçı,
inat eden.] sükûtu karşısında Yusuf’un bir sözünü hatırladı. O, “insan,
kendi manasını, kendi cinsiyetinin cazibesini bulduğu kimselerin sözünden
müteessir ve mütehassis olur, demişti. İşte Hamza ile Zeyyad’ın aynı nesebden
olmaları da ruhî ihtilâflarına mani olmuyordu.
gene adam bunu düşünerek amcasına baktı. Gerçi Zeyyad artık
yeğenine mukabele etmiyor, cevab vermiyordu; fakat odanın içinde titiz ve asabî
adamlarla dolaşması, kendisine lâkırdı anlatmamasının mecbur ettiği sinirli bir
sükûttan başka bir şey olmadığını genç adanı anlıyordu. Belli ki Zeyyad Yusuf’a
kızdıkça kıyıyor ve onu ortadan kaldırmanın bir çaresini arıyordu.
Zeyyad, yeğeninin söylediği yüksek sözlerin mevzii değildi.
Onun için Hamza, sözlerinin aksülamelinin amcasında galiz hisler
şeklinde tecelli ettiğini görerek, keşki bu duygusuz adamla konuşmasaydım, diye
teessüf ediyordu.
Gitmek üzere ayağa kalkacağı sırada, kapıda beliren bir köle,
saray haznedarı Ebukasımın ziyarete geldiğini haber verdi. Zeyyad, esasen Yusuf
bahsinin istemediği bir şekilde devam etmesinden bunalmıştı. Misafirin gelişini
bir nimet telakki ederek köleye :
— Buyursun ! dedi ve
geçip yerin oturdu.
Haznedar Ebukasım kalender bir adamdı. Boş vakitlerinde basit
şiirler yazar, etliye sütlüye karışmaz» her kesin itimadını kazanmış hoş meşreb
ve neşeli bir adamdı.
Herkes ona derdini söyler, fakat o, kimsenin sırrını kimseye
söylemezdi. Yegâne zaafı kadınlardı. Memlekette en çok karısı olan Ebukasımdı.
Zeyyadın hem çoçukluk arkaşı, hem de aşağı yukarı meslekdaşı
idi. İkisi de uzun senelerden beri sarayda bulunmuyorlardı.
Ebukasım içeriye her vakitki gibi bol neşe ile girdi. Fakat
Zeyyad’la Hamza’nın birer köşeden cansız birer heykel gibi kalkarak kendisini
somurtmuş yüzle selâmlamaları, ona, bu odanın bir az evvel bir mücadeleye sahne
olduğunu haber verdi.
Sır söylemek için Ebukasımdan korkulmazdı. Zeyyad nihayet
kendisine müzaharet edebilecek bir arkadaş bulmakta bir az canlandı. Bu inatcı
gence belki o müessir olabilir, artık kendisinin anlatmakta âciz olduğu şeyleri
o ikmal edebilirdi. Zeyyad’ın demindenberi kendisine yardım etmeleri için
yalvardığı putlar, işte ona Ebukasım gibi bir yardımcı, eski bir dost
göndererek müzaharat etmişler, taaruz cebhesini kuvvetlendirmişlerdi.
Haznedarın, dost bir alâka ve ısrarla “ neniz var, söylesenize
ne oldunuz?,, Diye soruşlarını Zeyyad fırsat bilerek, biraz evvel Hamza’ya
Yusuf hakkında söylediklerini, daha heyecanla, daha hararetle anlattı.
Hamza, amcasının sözlerini ses çıkarmadan dinlemişti. Ne desin,
ne söylesin ki bu adam taşdan da berbad bir inad gösteriyordu. Söz anlamakta
taş, bu adamdan daha kabiliyetli idi; zira hiç olmazsa o, akılla mücehhez
değildi.
Zeyyad sözlerini tamamlayarak, arkadaşının cevabını beklerken
mesut ve rahattı. Hamza’nın mağlubiyeti ona şimdiden ölçüsüz bir zevk
veriyordu.
Ebukasım ciddileşti ve dedi ki :
— Bilirsin ki Zeyyad,
ben kimsenin sırrını kimseye anlatmam. Fakat bende bir sır vardır ki, sahibinin
izni olmamakla beraber onu size anlatacağım. Öyle tahmin ediyorum ki bu vakanın
delâlet ettiği hükümler, size bu mesele hakkında kâfi bir kanaat verecektir.
Ne tuhaf, Ebukasım Hamza’ya değil Zeyyada hitab ediyordu.
İyi ki gelmişim dostum Zeyyad.. çünkü bu hususta seni tenvir
edecek bilgilerim vardır.
Ben Yusuf’u çok eskiden tanırım.
Evvela şunu söyleyeyim ki, benim bildiğim Yusuf, senin bildiğini
zannettiğin Yusuf’tan bambaşkadır. Ben onun merd, alicenab, hayırhah, cömerd ve
cevval bir zekânın sahibi olduğunu biliyorum. Putlara kurban kesib kesmemesi
beni alâkadar etmez ; o kendi bileceği bir iştir.
Bu sözleri Ebukasım mı söylüyordu ?
Zeyyad kulaklarına inanamıyor, hiddetini, hıncını belli etmemek
için avurdlarını ısırıyordu.
Ebukasım, başladığı söze telâşsız, emniyet ve itidal dolu olan
bir sesle devam etti •
Yusuf’u bana tanıtan, bir vakadır. Bundan hemen yirmi sene evvel
bir gece sabaha karşı bir eğlenceden dönüyordum. Yolda iki kişiye tesadüf
ettim; birisi yaşlıca, değeri çok gençti.
Yaşlıca olanın yedeğinde bir deve vardı; hem yürüyor, hem de
bağıra bağıra ağlıyordu. Gene, ona yavaşça bir şeyler söylüyor, fakat bir türlü
susturamıyordu. Tabiî gece yarısı bu garib manzara beni alâkadar etmiş olduğu
için bir türlü çekilip gidemiyordum. Meseleyi anlamak için içimde iyice merak
uyanmıştı. Deveyi çekenin ağlamasını bahane ederek yanına sokuldum.
— Arkadaş, ne oldun,
çocuğun mu öldü, niçin ağlayorsun ? dedim.
— Daha beter., keşki
çocuğum ölseydi de, bu işi yapmasaydım! Adamın bu cevabı büsbütün merakımı
arttırdı. ‘Yanındaki gene, mütemadiyen onu susturmaya uğraşıyor, fazla bir şey
söylemesine mani olmak için kolundan çekerek benden uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Öteki ise hâlâ bir çocuk gibi ağlayarak:
— Söyleyeceğim,
söyleyeceğim., bütün memlekete ilân edeceğini ! diyordu. Nihayet sert bir
hareketle kolunu gencin elinden kurtardı, süratle yanıma koştu. Sanki genç
arkadaşı, sözlerini dudaklarından kapacak, söyletmyecekmiş gibi acele ile
ağzını kulağıma yaklaştırdı. Zavallının halinden, kuvvetli bir huhran geçirdiği
belli idi.
— Dinle beni yolcu,
iyi dinle ! sen dinlemezsen, dağa, taşa söyleyeceğim ! Dinle, beni bir insan
gibi dinle ve hakkımda hükmünü ver ! dedi.
Şu gördüğün genç, Ebüşşettar aşiretinin reisi Malik bin Halimin
oğlu Yusuftur. Ben de bu gece bu delikanlının devesini çalmak istiyen hırsızım
! Bir az evvel bahçeye girdim; tam hayvanı alıp götüreceğim zaman duyuldum
kaçmaya vakit bulmadan yakaladılar. Köleler, başıma, sırtıma vurdukları
yumruklar, tekmelerle beni sersemlettiler. Bizim gürültümüz bütün evi
uyandırmış olacak ki, bu genç te geldi. Uşaklardan hâlâ dayak yiyiyordum. Onun
sesi bağırarak araya girdi :
—Ne yapıyorsunuz?, biçare adama ne vuruyorsunuz ? O benim
adamımdır; ben onunla bu gece gizlice bir yere gidecektim, uyumuş kalmışım;
kabahat bende, bırakın onu, bırakın!, dedi ve beni uşakların elinden kurtardı.
Neye uğradığımı, ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım.
— Sen bir az dur !
diye, beni bıraktı ve hemen giyinmiş olarak yanıma geldi. Ses çıkaracak halim
kalmamıştı. Evin civarından uzaklaşınca bana bir kese uzattı : “ Bundan sonra
rızkını helalden ara; bir şeye ihtiyacın olursa gel benden iste, deve de senin
olsun!,, dedi.
Bu gencin üluvvü cenabı beni bitirmişti; ayaklarına kapandım
kendisini evime çağırdım. Geldi, benim gibi bir hayduttan korkmayarak geldi.
Beşikte uyuyan oğlumu sevdi. Ona bir misafir gibi kahve pişirdim, içti; sanki
kırk yıllık dost imiş gibi benimle hep başka şeylerden konuştu. Gene bir misafir
gibi izin isteyerek kalktı. Ben, deveyi de, parayı da geri vermek için
yalvardım, yakardım, razı edemedim.
Sen söyle, sen hükmet ey yolcu ne yapayım? diye ellerime
sarıldı.
Benim kim olduğumu bilmediği halde bu namus lekesini tereddütsüz
söyleyen şu adam, hakikaten dediği gibi, onu dağa taşa ve bütün âleme ilân
etmekten çekinmeyecek kadar ruhen altüst olmuştu.
Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Yusuf’a dedim ki :
— Delikanlı, deveni
geri almazsan, bu adamın ev halkında uyandırdığı şüphe, teeyyüd [Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma.
Te'yid olunma. ] etmiş olur. Para onda kalsın, senin dostluğun bundan sonra ona
yüz deve satın alır..
Yusuf, bu ısrar üzerine devesini aldı. Adamı orada? ağlayarak
terk ettik, Yusuf la beraber yolumuza devam ettik. O, bu İnsanî hareketini
unutmuş gibi, hakikaten hırsızın da bir az evvel söylediği gibi hep bu meseleye
temas etmeyen şeylerden konuşmak istiyordu. Ben de hiç olmazsa onu evine kadar
takib ederek bir az olsun konuşmak, bu ulvî hareketini izah edecek söz zemini
arıyordum. Nihayet dedim ki
— Ben, saray
memurlarından Ebukasımım, müsaade eder inisin arasıra sana geleyim ?
— Hay, hay., fakat
bir şartla : bu geceki vakanın sırrı, üçümüzü tecavüz etmeyecek! Yusuf bunu
tebessümle, adeta rica ederek söylemişti.
— Peki, dedim. Fakat
bu ulüvvü cenaba seni sevkeden nedir ?
— Cemiyete bir insan
kazandırmak gayesi...
Eğer bu adamda kötülük aslî değil de arızî ise, onun bu illetini
tedayî etmek için şu acı ders, kâfidir.
O zaman şüphe yok ki, bu adamı hem dünya kazanacak, hem de o
kendini ve Yaradanın sevgisini kazanacaktır. Ben ortada bir âletim. Bana da,
iyiliğe vesile olmanın zevki yeter:
Fakat o, eğer anadan doğma bir kör veya sağır gibi bu derdle
mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi edemez. Maamafih bana düşen, vazifemi
yapmaktır, ötesini Yaradan bilir. Belli olmaz ki, iyi fena olur;, fena da iyi
olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir vesile zuhur edince bu fenalıktan
kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene bir sebep zuhur edince bu iyilikten
tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] edebilir.
Mademki insan olarak yaratılmışız, o halde insaniyetin
icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza faydalı olmak, bizim için bir hilkat ve
limanlık taahhüdüdür.
Beşeriyet basamağı yüksek bir merhaledir; büyük nimet ve
fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu fırsatı bulmuşken yapmalıdır.
Bu basamağa yükselmişken mevkiinin kadrini bilmemek, ruhun nuranî çehresini
çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil midir?
Eğer insan öldüğü vakit cisminin, hevasının, iktizalarının
galebesile giderse, insan şekli de gaybolup türlü türlü hayvan şekline girer ve
o şekillerde muazzeb olur.
İnsanın dünyaya gelişi, birçok taahhüdlerin, vazifelerin hamili
olması demektir. Benim o adama karşı yaptığım muamele, bu vazifelerin içinden
küçük bir numunedir. Buna o kadar büyük bir mahiyet vermeyiniz!
Yusuf, bu yüksek hareketini tabiî göstermek için sözü,
başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin kapısına da gelmiştik. Tan
yeri yavaş yavaş ağarıyordu. Birden bire susmasıyla tatlı bir rüyadan uyanmış gibi
esef ettim.
İşte dostum Zeyyad, şimdiye kadar, bu vakayı kimseye söylemedim.
Fakat onu bir an da unutamadım.
Bu garib maceranın sonunu takib ettim. Sonra bu hırsız, vaka
gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söylediği küçük oğlunu ona sattı. Bu çocuk,
el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur. Belki de babasının macerasını bile
bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a verdikten sonra, kendi de o kapının en
vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim işlerini bu adama emniyet eder,
yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.
Bu vakadan sonra Yusuf’u ziyarete başladım. Bazı bazı o da bana
gelirdi.
Kasem ederim ki, onun bir sözü, bir bakışı, putlara kesilen
yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.
Bir gün Yusuf’un evine gitmiştim. O, karşısına, önüne gelene
kafa tutan zorbalardan birini almış nasihat ediyordu.
Adam, bir meseleden dolayı suçlu idi. Fakat kendini kurtarmak
için :
Ne yapayım vaz geçemiyorum; Allah beni böyle yaratmış, yapmamak
elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :
Bak oğlum, diye sokaktaki bir inek pisliğini gösterdi ve:
Dikkat ettim, şu pisliğe dünden beri kimse basmadı, dedi.
Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan temyiz ettiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü
bastıkları takdirde ayaklarının kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç
yaşında küçük bir çocuk geçse idi, o basar, belki de onunla oynardı bile...
Çünkü ondaki cüzî irade kabiliyeti inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette
o mazurdur. Fakat madem ki sen çocuk değilsin, fark ve temyiz edecek
kabiliyetin var, bir pisliğe bile basmayıp atlıyorsun, o halde neden, fenalığı
yaptıran Allah’tır, diyorsun ? Bu huausta da iradeni kullansana.
Bak meselâ, maişetini temin etmek, para kazanmak için türlü
türlü zahmetlere katlanıyor, keza zevkin için gözünü daldan budaktan
esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da kendini zorla sana
Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısıdır. Fakat evvelâ senin feragat
göstermen şarttır.
İnsan tıpkı bir gemi kaptanı gibi kendi dümenini idare edici ve
işine gelmeyen şeylerden baş döndürücüdür.
Söylediğim gibi bir pisliğe, bir uçuruma basmak ve atılmak
istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir çukura atılması için ya yürürken
başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ olması lâzımdır.
Hâlbuki fenalık yapanlar, yani bu pisliğe bile bile basanlar,
uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat [kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar,
iradelerini fenalık cihetinde kullananlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik
ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ olanlar gibidir. Yahudda cismen büyümüş
oldukları halde ruhen inkişaf edememiş, çocuk kalmış ahmaklardır.
Suçlunun başı gittikçe öne düşüyordu. Onu mevcutiyetimle
büsbütün mahcub etmemek için, bu muhaverenin sonunu feda ederek dışarı
çıktım...
Benim çocukluk arkadaşımsın Zeyyad.. Onun için sana acırım,
Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç, kendine yazık edersin. Çünkü öyle temiz bir
adamı itham etmek, kendini yakmak demektir. Tavsiye ederim biraz gururundan
fedakârlık yap, onu davet et, yahud kendin git evinde gör.. Emin ol ki onu
görmek, hakkında beslediğin bütün fena hislerini tekzib edecek ve seni sana
kazandıracaktır. Yusuf herkese karşı şefkatle mütehassistir; eğer, kendisi
hakkında beslediğin menfî hislerden haberdar olsa, seni bu yanlışlıklardan
kurtarmak için bizzat gelip düşüncelerini tashih etmek isterdi.
O, kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi de, etrafındakiler de
daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten sevinir; ne de
sevilmemekten yerinir.
Onun insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve sağlam ahlâk
aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu kabirdir öteki hayatın ise başı
kabirdir. Allaha sevgili olmak isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün
amellerin en iyisi, güzel ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı
olanlardır, der.
Sen onu görmedin Zeyyad o halde sus, söylenme. Onun vücudu baştan
ayağa bir mucizedir.
Zeyyad artık herkesten korkacaktı. Çocukluktan beri tanıdığı
Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini bugüne kadar bilmedikten sonra, artık
kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi? Demek ki memlekette kimin hislerini
yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un muhabbeti çıkacaktı?
Zeyyad kendi kendine: Keşki dilim tutulaydı da bu herife derd
yanmayaydım diyordu.
Ebükasım, sözleriyle mütemerrid arkadaşını yumuşatamadığını
hissederek, burada daha ne duruyoruz, der gibi Hamza’ya baktı. Gene hekim de bu
bakışı bekliyormuş gibi haznedarın sözlerine bir kelime bile ilâve etmeden
ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı selâmlayarak müsterih ve pür zevk, kapıdan
çıktılar.
Mermerden bir heykel gibi hâlâ yerinde donmuş duran Zeyyad,
onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü buruşturarak olduğu yere çöktü.
***
Hamza o gece Yusufa,
amcasının hislerini anlatmaktan kendini alamadı. Yusuf onu sükûnetle dinledi
ve :
Bîçare adam.. Onu kurtarmak
çok müşkül, zira hastalık kalbinde.. Dedi.
Maamafih hem bir insan, hem
de senin akraban
olması dolayısile onun
hayırhahı ve dostuyum. O, seni bana bağlıyan bağı göremez ; zira gözlerinde
illet var. Zavallı Zeyyad boşuna kendini yoruyor.
Hamza, amcasının daha ne
kadar gizli ayıblarla dolu, söz anlamaz dik bir adam olduğunu söyledi. Da- ha
da neler söyleyecekti, fakat bu izahatı, Yusufun simasında anî bir tegayyur
hasıl etmişti.
O zaman şüphe yok ki, bu adamı hem dünya kazanacak, hem de o
kendini ve Yaradanın sevgisini kazanacaktır. Ben ortada bir âletim. Bana da,
iyiliğe vesile olmanın zevki yeter:
Fakat o, eğer anadan doğma bir kör veya sağır gibi bu derdle
mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi edemez. Maamafih bana düşen, vazifemi
yapmaktır, ötesini Yaradan bilir. Belli olmaz ki, iyi fena olur;, fena da iyi
olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir vesile zuhur edince bu fenalıktan
kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene bir sebep zuhur edince bu iyilikten
tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] edebilir.
Mademki insan olarak yaratılmışız, o halde insaniyetin
icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza faydalı olmak, bizim için bir hilkat ve
limanlık taahhüdüdür.
Beşeriyet basamağı yüksek bir merhaledir; büyük nimet ve
fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu fırsatı bulmuşken yapmalıdır.
Bu basamağa yükselmişken mevkiinin kadrini bilmemek, ruhun nuranî çehresini
çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil midir?
Eğer insan öldüğü vakit cisminin, hevasının, iktizalarının
galebesile giderse, insan şekli de gaybolup türlü türlü hayvan şekline girer ve
o şekillerde muazzeb olur.
İnsanın dünyaya gelişi, birçok taahhüdlerin, vazifelerin hamili
olması demektir. Benim o adama karşı yaptığım muamele, bu vazifelerin içinden
küçük bir numunedir. Buna o kadar büyük bir mahiyet vermeyiniz!
Yusuf, bu yüksek hareketini tabiî göstermek için sözü,
başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin kapısına da gelmiştik. Tan
yeri yavaş yavaş ağarıyordu. Birden bire susmasıyla tatlı bir rüyadan uyanmış
gibi esef ettim.
İşte dostum Zeyyad, şimdiye kadar, bu vakayı kimseye söylemedim.
Fakat onu bir an da unutamadım.
Bu garib maceranın sonunu takib ettim. Sonra bu hırsız, vaka
gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söylediği küçük oğlunu ona sattı. Bu çocuk,
el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur. Belki de babasının macerasını bile
bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a verdikten sonra, kendi de o kapının en
vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim işlerini bu adama emniyet eder,
yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.
Bu vakadan sonra Yusuf’u ziyarete başladım. Bazı bazı o da bana
gelirdi.
Kasem ederim ki, onun bir sözü, bir bakışı, putlara kesilen
yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.
Bir gün Yusuf’un evine gitmiştim. O, karşısına, önüne gelene
kafa tutan zorbalardan birini almış nasihat ediyordu.
Adam, bir meseleden dolayı suçlu idi. Fakat kendini kurtarmak
için :
Ne yapayım vaz geçemiyorum; Allah beni böyle yaratmış, yapmamak
elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :
Bak oğlum, diye sokaktaki bir inek pisliğini gösterdi ve:
Dikkat ettim, şu pisliğe dünden beri kimse basmadı, dedi.
Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan temyiz ettiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü
bastıkları takdirde ayaklarının kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç
yaşında küçük bir çocuk geçse idi, o basar, belki de onunla oynardı bile...
Çünkü ondaki cüzî irade kabiliyeti inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette
o mazurdur. Fakat madem ki sen çocuk değilsin, fark ve temyiz edecek
kabiliyetin var, bir pisliğe bile basmayıp atlıyorsun, o halde neden, fenalığı
yaptıran Allah’tır, diyorsun ? Bu huausta da iradeni kullansana.
Bak meselâ, maişetini temin etmek, para kazanmak için türlü
türlü zahmetlere katlanıyor, keza zevkin için gözünü daldan budaktan
esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da kendini zorla sana
Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısıdır. Fakat evvelâ senin feragat
göstermen şarttır.
İnsan tıpkı bir gemi kaptanı gibi kendi dümenini idare edici ve
işine gelmeyen şeylerden baş döndürücüdür.
Söylediğim gibi bir pisliğe, bir uçuruma basmak ve atılmak
istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir çukura atılması için ya yürürken
başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ olması lâzımdır.
Hâlbuki fenalık yapanlar, yani bu pisliğe bile bile basanlar,
uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat [kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar,
iradelerini fenalık cihetinde kullananlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik
ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ olanlar gibidir. Yahudda cismen büyümüş
oldukları halde ruhen inkişaf edememiş, çocuk kalmış ahmaklardır.
Suçlunun başı gittikçe öne düşüyordu. Onu mevcutiyetimle
büsbütün mahcub etmemek için, bu muhaverenin sonunu feda ederek dışarı
çıktım...
Benim çocukluk arkadaşımsın Zeyyad.. Onun için sana acırım,
Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç, kendine yazık edersin. Çünkü öyle temiz bir
adamı itham etmek, kendini yakmak demektir. Tavsiye ederim biraz gururundan
fedakârlık yap, onu davet et, yahud kendin git evinde gör.. Emin ol ki onu
görmek, hakkında beslediğin bütün fena hislerini tekzib edecek ve seni sana
kazandıracaktır. Yusuf herkese karşı şefkatle mütehassistir; eğer, kendisi
hakkında beslediğin menfî hislerden haberdar olsa, seni bu yanlışlıklardan
kurtarmak için bizzat gelip düşüncelerini tashih etmek isterdi.
O, kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi de, etrafındakiler de
daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten sevinir; ne de
sevilmemekten yerinir.
Onun insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve sağlam ahlâk
aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu kabirdir öteki hayatın ise başı kabirdir.
Allaha sevgili olmak isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün amellerin
en iyisi, güzel ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı olanlardır, der.
Sen onu görmedin Zeyyad o halde sus, söylenme. Onun vücudu
baştan ayağa bir mucizedir.
Zeyyad artık herkesten korkacaktı. Çocukluktan beri tanıdığı
Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini bugüne kadar bilmedikten sonra, artık
kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi? Demek ki memlekette kimin hislerini
yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un muhabbeti çıkacaktı?
Zeyyad kendi kendine: Keşki dilim tutulaydı da bu herife derd
yanmayaydım diyordu.
Ebükasım, sözleriyle mütemerrid arkadaşını yumuşatamadığını
hissederek, burada daha ne duruyoruz, der gibi Hamza’ya baktı. Gene hekim de bu
bakışı bekliyormuş gibi haznedarın sözlerine bir kelime bile ilâve etmeden
ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı selâmlayarak müsterih ve pür zevk, kapıdan
çıktılar.
Mermerden bir heykel gibi hâlâ yerinde donmuş duran Zeyyad,
onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü buruşturarak olduğu yere çöktü.
Meryem Yusuf’un odasında bayıldığından beri, Yusuf da, Meryem
de, inkâr edemedikleri bu aşkı taziz ediyorlardı. Meryem’in Yusuf’a akan,
Yusuf’a giden aşkının kaynağı gene Yusuf’tu! Meryem, onun aşkı huruşundan [Coşma. Gürültü. şamata. Tel ] kopmuş bir parçadan
başka bir şey değildi ki....
Ummandan ayrılan bir katra, bir müddet bulutlar da, ırmaklarda
çaylarda seyretse de, akibet varacağı son merhale, gene denizden başka neresi
olabilir ?
Meryem arasıra kimseye görünmeden Yusuf’a geliyor, Sudenin
yardımının bu yolda da büyük kıymeti oluyordu. Meryem’e, Yusuf’un evde yalnız
olduğu günleri hep o haber veriyordu.
Sude, fedakârlık ve feragat sahibi güzel kadın, hayatının en
müşkül safhasını yaşıyor, bizzat Meryem’in aşkına hizmet etmekle, feragatin en
müşkülüne katlanıyordu. Fakat o, bu gönül bacını, akla hayret veren bir
soğukkanlılık ve vazife hissi ile ödüyordu.
Sude’nin vücudu, tecessüd etmiş feragat ve hayrın kendisi idi.
Genç kız ona, minnet ve şükranın fevkinde bir hisle mütehassisti. Meryem için
Sude, samadanî bir deva idi.
Meryem’in elleri, Yusuf’un elleri içinde yanıyor; başsız ayaksız
sözleri, seke seke yürüyen yaramaz bir çocuğun ordan oraya atlayışı gibi
dudaklarından dökülüyordu. O söylüyor Yusuf dinliyor; Yusuf söylüyor, o
dinliyordu. Nihayet Meryem bu kesik sözlerden vazgeçerek :
Yusuf, sana bir şey soracağım, bana ruhun bu dünyaya neden
geldiğini söyler misin ? Dedi.
Dinle Meryem, vücudda iki türlü ruh vardır. Biri ahlâtın
letafetinden hasıl olandır ki, bu, hayvanı ruhtur. İkincisi de ilâhi ruhtur ki,
bedenden zuhur eden letafet, fesahat, belagat, ilim, sanat, marifet, her ne
varsa, hep bu ruhun malıdır.
Bir binayı kurmak için, nasıl malzeme, taşlar vesaire lazımsa,
bu hakikati anlamak için de lâzım olan itibarî varlığından tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] etmektir. Çünkü bu
işte en büyük gaye yokluktur, işte o vakit gizli olan asıl varlığını gözle de
görürsün.
Yusuf susmuştu.
Bu kadar mı söyleyeceksin Yusuf? Herkesle o kadar derin ve uzun
konuşuyorsun da..
Seninle konuşmaz olur muyum Meryem? Söyle, ne istersen söyle de
konuşalım...
Sözlerin beni tahmin etmedi, tahrik etti; bana ruhun, bu endaze
ve hesaba gelmeyen safînin,[
saf, temiz, pâk, duru. ] bu kesif cisme mübdelâ
olmasının, orada karar etmesinin sebebini söyle !
Yaradan, ruha cesed âlemine gelmek ve orada ülfet ve karar etmek
için şevk ve muhabbet verdi ve dedi ki :
Ey ruh, sana seyr ve sefer etmek gerektir. İstical [Sonraya bırakılmasını istemek. ] et ki seferde yoldaşın
benim yardımımdır. Korku ve muhataralarda koruyucun gene benim muavenetimdir.
Ey ruh, ayrılık gamını tatmamış kimse, birlik zevkine ulaşamaz.. Hemen git ve
bil ki her durakta sana ben yol göstericiyim. Senin vücudun daima benim kudretim
ve iradem elindedir.
Biçare ruh bu füsun ve kıssaları işitince, ihtiyarsız olarak
birlik âleminden hareket edip kalıba ve dünya yuvasına ülfet etti. Bunların
çokları da, geldikleri yeri, asıl vatanlarını unutarak hüsranda kaldı.
Ruhtan, söz ve lisanla haber vermek mümkün değildir Meryem .
Şunu söyleyeyim ki safî ve mücerred ruhun bedene taallûk etmesinde birçok
faydalar vardır. Bir manayı, harf ve savttan uzak iken, bir harfe bağlarsın
hatta o harf lâfz ve savtu getirip, fikrinin mahzeninde mevcud olan mana ve
muradları muhataba bu suretle bildirirsin. Çünküharf, savt ve lâfızsız, manada
zuhur yoktur. Bir mimar da bir binayı kurmak için evvela onu çizer; yani
dimağındaki manayı bir şekle kaydettikten sonra onu tatbik eder.
Sen de mücerred manayı ve mukayyed olmayan nefesleri, harfe ve
lâfza bağlamıyor musun ? Bunu şüphesiz bir fayda için yapıyorsun değil mi ?
Madem ki ruh, mücerred mana gibi iken onun bedene gelişinin sebebini
soruyorsun, o halde, sözü işitmeye samia [Duyma, işitme duygusu, işitme
kuvveti.] kuvveti lâzım olduğu
gibi, senin de bunu anlaman için kalb kulağının açık olması lâzımdır..
Biz insanlar, bir fayda ve lüzum görmesek, bir manayı bir
kelimeye talik etmez ve zamirimizde olan manayı, harf ve kelime vasıtasıyla
âleme söyleyemezdik. Madem ki mahlûk iken bizde bu fayda görülmüş oldu. O
halde Yaradan’ın, mana âleminde olan ruhları dünya hayatına getirmesinde niçin
fayda görülmesin? Ruhun bu toprağa taalluk etmesinde bir fayda da budur ki,
insanın kalıbı zemininde bir istidad vardır ki, ruhaniyet tohumu, cisimler
tarlasına saçılınca öyle aşk gülleri hâsıl olur ki, akıl, onun miktarını idrâk
edemez ve hesabını bilemez. Her ne kadar ruh, birlik âleminde de zevkte, izzet
ve şerefle idiyse de, bu istidadının tamamı, insan cesedine taallûk edip, cisim
zemininde tekâmül ettikten sonra hasıl olur ve aşk lezzetinin kemali de,
müfarekatın [İki
şeyin veya iki kişinin birbirinden ayrılması, uzaklaşma biryeri bırakıp gitme] acılarını çektikten
sonra duyulur.
İnsanın sair mevcudattan mümtaz olması da, onda Allah Teâlâ’yı
görmeye kabiliyet olmasındandır. Binaenaleyh insan, Allah Teâlâ’yı görendir.
Onu görmeyen göz, göz olmaz ve göz derecesine çıkmayan insan da insan olmaz.
Ruhun cesede gelmesindeki faydayı sana bir misalle daha izah
edeyim Meryem..
Meselâ, safî billûrda, bakanın yüzü temessûl [benzeşme, cisimleşme, şekillenme;
birşeyin bir yerde suret ve mâhiyetini aksettirmesi. ] eder mi? Aynanın bir
yüzüne kesafet gelmedikçe, o gösterici olmaz. Bunun gibi mücerred ve safî
ruhlar da, aynanın arkasındaki kesafet gibi, cisimler kesafetiyle
birleşmedikçe, onda, Yaradan’ın rabbani kemali görünmez.
Demek oluyor ki, safî ruhlar ve görünmeyen İlahî vasıflar, insan
cesedinde zuhura geldi ve bu vücud aynasında yüz gösterdi.
Ruhun cesede gelmesinde sayısız faydalar vardır; saymakla bitmez
ki Meryem...
Safî ruh bedene gelmekle kemal tahsil eder; zira onun vücudunda
bilkuvve olan hasiyet, cisimler âleminde file gelir ve sabit olur.
Hâsılı ruhun bedene gelmesi, Allah Teâlâ’yı kemaliyle bilmesi
içindir. Her ne kadar birlik âleminde de onu istidadı kadar bilip ikrar etmişse
de, icmali bilgi ile ikrar eylemiştir. Tafsili ve bilgili ikrarın yeri, tabiat
âlemidir. Esasen tabiat, Allah kelimesinin şahsiyetinden ibarettir. Ruhun
cesede gelmesinde fayda yoktur, diyen kimseye “o halde sözün de söylenmesinde
fayda yoktur, niçin söylüyorsun? demek, kâfi bir cevabdır.
Bu insanların kalıplarına ve mükevvenatın suretlerine bak ki,
bunların her biri, kendinde mevzu olan manaya delâlet eder. Eğer bilgin varsa
bilgi sahiplerinin, öteki dünya, dediklerini bu âlemde görürsün ve Allah
Teâlâ’nın bu suretten ne murad ettiğine vakıf olursun.
Allah görülmez, derler; öyle şey olur mu?
Sen de göz olduktan sonra, Allah her yerdedir. Bütün bu
mükevvenat o dur. Ondan başka bir şey yoktur ki, görülmemiş olsun ! Akil olan
kimse, görülmemiş Allah Teâlâ’ya tapmaz, Çünkü hak, halktır gözün varsa; halk,
haktır, aklın varsa...
Yusuf Meryem’in fazla bir şey söylemesine meydan bırakmadan
devam etti :
Meryem, sen beni okuyan ve anlayan sevgili bir vücudsun. Senin
bana aşkın, bende aşkın mutlak zuhurunu gördüğün içindir; benim sana aşkım da,
sende kendimi gördüğüm içindir.
Sen o kadar ben olmuşsun ki çok defalar sende söz söylenecek
vücud bile göremem. Ben seni müşkülâtsız fethettim Meryem.. Aşk seni evvelden
pişirmiş, hazır bir hale sokmuştu. Onun için seni ilk hamlede yanımda ve kendi
canımda buldum. Seni henüz gözümle görmediğim zamanlarda da daima benimleydin
!
Dün Hamza gelmişti. Yalnız senden bahsetti. Güzel Hamza aşkı
yalnız senin vücudunda ezberlemiş ve senin cismine, yani cisme mukayyed bilmiş.
Halbuki aşkın hakikati ona üryan olarak yüz gösterse, onun içinde cilve eden ne
Meryemler görür ve bu tuğyan içinde garg olup giderdi.
Bir gün Meryem ölse,
Yaradan onu kendine çekse, Hamza’nın cihanda aşksız kalması yazık değil mi?
Maamafih [bununla
beraber. ] ona, sana söylediğim
şu hakikati söylemedim. Esasen söylesem de anlamazdı; nasıl ki şimdiye kadar
bu yolda ne söyledimse anlayamadı.
O senin güzel gözlerinin, harikulade endamının, hasılı cisminin
meftunu... Sen de bunların zevalini görse, bu aşkın da zevali mukarrerdir;
çünkü onu avlayan, sırf bu geçici sermayedir. O, sendeki cismi ruha, ruhu cisme
mezceden, menbaını aşk göklerinden tutan ölmez aşkı görmedi. Halbuki aşk budur
Meryem! Fakat Hamza da mazurdur, zira o henüz, madde dünyasının arızalarıyla
kösteklenmekten kurtulamamıştır.
Hâlbuki aşkın hakikatini bulmak için bütün bunlardan kendini
sıyırarak ok gibi fırlaması, tabiatın mütenahî hududunu aşıp, aşkın
intihasızlığına [sonsuzluğa] atılması lâzımdır. Hamza bu hususta istidadsız
olmamakla beraber kendini tabiatın pençesinden kurtaramıyor.
Hakikî aşka sahib bir vücuddan hikmet ve hakikat tefeccür [Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri
ağarma. * Çatlama, yarılma. ] eder. Perakende kuvvetleri, duyguları, aşkın lâyemût ve
tevhidkâr kudretinde temerküz eden vücud, nihayetsiz surette kudretlidir. Eğer
Hamza da bu kuvvete malik olsaydı, sana aşikâr olan hakikatin, ona da yüz
göstermesi icab ederdi.
Hâlbuki seven ve sevilen birbirlerinin hakikatim bilmedikçe,
aşk, sırf tene müteallik ihtisasattan ibaret kalır. O kimseyi savdığının
kaşının, gözünün verdiği zevk avlamıştır; halbuki onu avlayanın hakikatte
Yaradan’ın o vücuda akseden güzelliği olduğunu bilmez. Şu bastığın topraklar
içinde ne kadar güzelin gözü, kaşı, yanakları ve endamı vardır.
Dünyada ne kadar güzel şeyler varsa, hep Yaradan’ın nurudur.
Manayı bırakıp şekilden güzellik görenler, her türlü şeklin geçici olduğuna
göre, şüphesiz sonunda hüsrana atılırlar.
Maamafih Hamza’da senin cinsiyetinden bir zerre olmasaydı, o
senin maddî varlığını da sevemezdi. Zira her incizab, kendi benzerine tesadüfün
neticesidir, insan, kendi manasını gördüğü kimselerin meclûb ve meczubudur ve
bir kimse her neye meylederse, o şeyle aralarında gizli bir ittihad olduğu
muhakkaktır.
Meryem’in Yusuf’a bakan gözlerinde iki ateş yol süzülerek
iniyordu.
Niçin ağlıyorsun Meryem?
Sen bu vücud değilsin ki... Bu vücud, akan suya çeşmedir. Su
kesilince çeşmenin ne hükmü kalır?
Hamza o çeşmeye, Yusuf ta suya gönül verdi. Bir gün olup çeşme
yıkılıp, berrak ve lâtif su, bir zaman için toprak altında mestur kalsa da,
suyun cuşişi [Kaynama,
coşma. ] tekaza [sıkıştırarak]
ederek başka bir yerden fışkırır. Böyle leziz ve saf suya çeşme eksik olur mu
Meryem ?
Meryem de ölümü düşünüyordu. Artık ölse de ne gam ? Aşk bu
vücudu ebedî bir kaftan gibi sarmış, Meryem bu ateşin içinde yanmış, yanmış
erimiş...
Bir el, varlığını örten bu ateşin kaftanı çekip alsa Meryem’i
altında bulamayacak. Ancak bu boş örtünün içinde aşkın ebedi ve nuranî çehresi
belirecek...
Meryem’in Yusuf’un yüzüne takılı duran gözlerinden hâlâ büyük
yaşlar düşüyor.
Yusuf ona tekrar soruyor.
Niçin ağlıyorsun, söyle bana Meryem ?
Korkuyorum Yusuf I
Neden, kimden korkuyorsun?
Senin için korku kaldı mı ?
Kimseden korkmuyorum. Cihanda benim için kimse yok ki... Herkes,
herşey sensin. Cihanın varlığı nedir?
Ben bu serabî ve itibarî cemiyet bünyesinin nesinden korkayım ?
Esasen bana şimdiye kadar onlardan ne müsbet, ne de menfî bir
seyale, bir duygu geçmedi. Ben insanlarda vücud görmedim ki, onlardan
mütezevvik [Zevk
ve safâ eden. * Tadına bakan. Birkaç defa tadan. ] veya müteessir
olayım...
Bir ağacın rüzgarla ileri geri sallanmasına kızmaz veya
gülmezsek, keza hareketlerinde bir ağaç kadar hilkatin fermanını dinlemekten
başka kârı olmıyan mahlûka da kızmamak veya gülmemek icab eder. İnsanların
hareketlerine bel bağlamak, korkmak, kızmak veya sevinmek, onların bir
mevcudiyet, başlı başına bir varlık sahibi olduğu zannından ileri gelir. Hâlbuki
bunlar da, hareketlerinin hâkimi olan bir müteharrikin arzusuna tabidirler.
Herkes yok. Yusuf! Yalnız, yalnız sen varsın. Ben senden
korkuyorum.
Ben korkunç muyum güzelim ?
Sen bilmezsin, benim korkumu, bilemezsin.. Onu anlatmak ta
istemem...
Anlat, söyle Meryem.. Benden niçin korkabilirsin ? Yazık göz
yaşlarına, söyle niçin ağlıyorsun?
Ölümden korkuyorum.
Sen mi ?
Hiç Meryem, bu mütekâmil vücud, ölümden korkar mı ?
Ölüm korkulacak bir şey değildir ki... Ölüm, insanın sadık,
vefalı bir yoldaşı ve müsteşarıdır. Sen, bu dünyada, ölmüş bir insanın hiç bir
şeyle mukayyed olmadan yaşayışının zevkini de bilirsin..
Bana ölümün lezzetini anlatma Yusuf, onu bana bildirdin ve
tattırdın. Ben bu ölümden korkmuyorum...
Ölüm nedir bilir misin Yusuf?
Ölüm, sensizliktir. İşte ben bu ölümle ölmekten korkuyorum.
Sensiz kalmaktan korkuyorum.
Bir nefes sensiz yaşamak, asırlarca azab çekmekten daha yaman,
daha korkunç.. Benim sensiz kalmaktan başka hiç bir korkum yok. Varlığım,
hayatım senden ibaret.. Kaçacak, sığınacak bucağım sen, gördüğüm bildiğim sade
sen! Yüzüme bak Yûsuf! Ben senin bu uslu duruşundan, bu kaçamaklı hallerinden
de korkarım. Bak, yüzüme bak da gözlerini göreyim... Ben onların ezelî
perestişkârı,[
aşırı derecede bağlılık. Riyakâr gösterişten. ] esiri, kuluyum. Onlar benim mabudum,
mihrabımdır.
Niçin sesin çıkmıyor ?
Söyle, sen: beni aldatmazsın. Söyle, her ne dersen inanacağını.
Artık bu sözlerle beni lâübâli etme., bu kadarını söyleyebilmek için her
nefesde yüz kerre ölüyorum...
Yusuf düşünceli idi; kızın kirpiklerini süsleyen yaşlara baktı.
Başını, hafifçe bu tutuşmuş başa doğru kaydırarak :
Üzülme Meryem.. Sen bensiz kalmazsın !. Çünkü sen bensin..
dedi.
Kızın hıçkıran başı, Yusuf’un dizlerinde bitab ağladı, ağladı.
Sanki bu gözyaşları onu maddiyetinden boşaltıyor, Meryem hafifliyor, lâtif bir
cisim gibi dünyadan Yusuf’un kalbi göklerine doğru yükseliyordu.
* **
Ebukasım Yusufun odasına
girdiği zaman Hamza ile konuşmalarını kesmemek için her zamanki bol neş- esile
gürültü yapmadan bir köşeye oturdu. Kendisinin içeri girmesile hasıl olan kısa
bir fasıladan sonra Yusuf sözüne devam etti :
Bak Hamza, meselâ bana,
yahud başka bir sevdiğine konuşmak, hoşça vakit geçirmek, munis olmak için
gidiyorsun, değil mi ? İşte bu munis olmak, vicdanî bir emirdir. Vicdanî emir
ise manadadır.
Demek oluyor ki senin
oraya, o kimseye gitmen, manaya, mana âlemine gitmen demektir. Şu halde sen,
vücud âlemine değil, Allaha, gayrı müteayyir» âleme gidiyorsun. Amma bunu
bilerek te yapsan, bil- miyerek te yapsan,’ bu budıır.
İşte bu vicdanî zevkin
kemaline ermek, manadır» hakikattir. Sen de bu zevki, his dudakların gözlerinle
değil, gene mananla elde ediyorsun. Meselâ, elin, ayağın, kulağın, gözün ve
bütün hislerin muattal olsa, konuşmaz, duyınaz söylemez misin ? Soruyorum, cevap
ver !
Tabiî kalbimle duyarım !
- Demek oluyor ki, görür,
işitir ve söylersin. İşte buna da en büyük delil, mana , âlemidir. Rüyada
tattığın zevkleri, elin, ayağın, gözün ve diğer hislerin- le mi duyuyorsun ?
Demek ki bunlar kalktığı vekit te insan müteayyin vücudundan başka ve fakat
gene kendisinin bir ikinci vücuduyla konuşuyor, hissediyor* zevk ediyor veya
sıkıntı çekiyor. İşte bunun gibi kış, dalları budakları, yaprakları nasıl yere
düşürüyor, indiriyor ve onların ölümü oluyorsa, insanın da bu suretle
hislerini ve kuvvetlerini düşüren, kıran ölüm kış» vücuda saldırdığı vakit, o
insan, bahardan meded uma- maz.. meğer ki canında mananın vücudu baharı ola I.
Maha âleminde bu vücud
âleminin sayılamıyacak kadar üstünde güzellikler vardır. Esasen dünyaya gelişten
maksad, o neşelere istidad peyda etmektir. Asıl hayat ölümden sonradır. Lâkin
kazanç bu vıicudda olur. Senin ana karnında iken de bir hayatın vardı. Orada
iken o rahımdan büyük bir yer tasavvur edebilir miydin ? Halbuki, dünyaya çıktığın
vakit ne genişlikler, ne zevkler buldun, o zamanla bu zaman arasında ne büyük
farklar gördün.. O halde öldükten sonraki hayat, niçin bundan vasî ve âlâ
olmasın? Suya taş attığın vakit hasıl olan halkalar nasıl gitgide genişlerse,
bilgi de gittikçe tekâmül etmektedir. Bilgiye doyum olmaz Hamza... Bilginin,
nihayeti de yoktur. Bir kaç sene evvel Şap denizi kıyılarında seyahat
ediyordum. Bir çocukla babası denize girmişlerdi. Baba yüzmek bildiği için
açılmış, dinlenmek için arkası üstü yatıyordu. Çocukcağız ise sığda, babası
boğulacak diye çırpınıyor, haykırıyordu. Halbuki baba, yüzme ilmine vakıf
olduğu için elini ayağını bile kımıldatmadan su üstünde arkası üstü hareketsiz
ve rahat yatıyordu.
İşte deniz üstünde ilmile
hareketsiz durmak, cehille yüz binlerce savaşmaktan evlâdır. Zira ilimsiz,
bilgisiz çabalamak o kimseyi denizin dibine götürür. yBunun gibi bir âlimin
uyuması bile, cahilin ibadetinden yüksektir.
Sözümüzün mecrasını bir az
değiştirdik Hamza.. demek istiyorm ki, bilerek mananın talibi ol, neticesi leş
olan unsurî zevklerde kalma! Eğer insan, bu dünya hayatında o âlemin zevkini
elde edebilse, manasile buluşmuş ve gayeye ulaşmış olur.
Hamza yerinden kalkarak
Yusufun yanına gelip oturdu.
Yusuf, ben eski Hamza
değilim., fakat henüz senin istediğin Hamza da olamadım. Sözlerinin zevki ile,
emin ol ki hiç bilmediğim bir âlemde yaşıyorum ve bu âlemde karar etmek için
gönlümde anlatamı- yacağım bir zevkle çırpmıyorum.
O çırpınma sana, aslının
verdiği bir şevktir Hamza.. O çırpınış, muhakkak aslınla irtibatın olmasındandır.
Hakiki bir arayıcı, elbette istediğini bulucu olur.
Akşam üstü saray
meydanınadaki kalabalığa bir
l>alc.. kimi şuraya,
kimi buraya, kimi sağa, kimi sola, hasılı ocağı, meskeni nerede ise oraya
gidiyor ve neticede vazifesini bitirip evine kavuşunca rahat ediyor. Hiç bir
kimse yanılıpta başkasının evine gidiyor mu ?
Tabiî aklı başında
olmayanlara sözüm yok. - Sanki herkes gizli bir iple bağlı imiş gibi doğruca
kendi, ocağına, kendi meskenine çekiliyor. Fakat bu meskenine avdet edenlerin
kimi saraya, kimi bir kâşaneye, kimi kiiçiik bir eve, kimi kulübeye, çadıra’
izbelere, çukur içlerine gidiyor.. Fakat şunu da düşünelim ki, bir sarayda,
bir kâşanede edilen istirahatle, kulübede yahud izbede edilen istirahat bir
midir ?
İşte bu kimseler nasıl
kendi mesleklerine çekiliyor- larsa, insan da kendi aslına, manasına şitab
etmek ve onunla irtibat peyda etmek zaruretile mükelleftir. Zira o asıl ve
mana, ona gizliden der ki: Ey bilgisiz ahmak, bir kaç gün daha gez~ gene
geleceğin yer benim ! ■ Fakat bilerek gelmekle, bilmiyerek gelmek bir midir? '
işte, insaniyetin manasına
ermek, bu bilgiyi hasıl ederek, o manaya kendi ihtiyarile gitmektir.
Varol Yusuf.. Cenneti
dünyaya naklettin., bana öyle bir saat yaşattın ki, bunun eşi olamaz !. Dudaklarım
bugüne kadar kimse için medlıiye okumamıştır, fakat senin medhini söylemek için
keşki bütün vücudum dudak kesilse !
. — Haydi Hamza kalk
artık.!. Geç oldu, evine git!
Peki gideyim.. Hem Meryem
de beni bekler, saraya gideceğiz...
Sude Meryeme, bu akşam
Umınül Bedrle beraber
uzak bir yere davet
oldukları haberini göndermişti. Sudenin bu haberle, Yusufun evde yalnız
olduğunu bildirmek istediği anlaşılıyordu.
Meryem yolları, duymadan
geçiyordu. Gece yıldızlı idi. Ona şu anda birisi, nereye gittiğini sorsa ancak,
Yusufa 1 diyebilirdi. Fakat Yusuf
kimdir ve ona bu tehalükle, adeta uçarak neden gidiyorsun, söyle, anlat!
deseler, işte Meryem bunu yapamazdı.
Yusuf bilinmez, Yusuf tarif edilmez, anlatılmaz söylenemezdi ki
bu tehalükle gidişin sırrı da anlatılsın.
Meryem, kendine dil uzatacak
olanlara: Ey zavallılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a
tapıyorsam beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu
görmek hayat, onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler,
vücutları aşk derdiyle göz kesilmiş olanlardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan
uzak olanlar, onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir
varlığı vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli
güzelliği içinde öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu
fethe muktedir olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu
sinenin yanında tenha ve ıssız kalır.
Meryem Yusufa bir an evvel
gitmek için adımlarını sıklaştırıyor...
Evet bir kimse ona : niçin
gidiyorsun ? diye sorsa,. Meryem buna cevab bulamıyacak.. Zira o, Yusufa gidişinde,
henüz doğmuş bir çocuktan da masum... Hiç olmazsa çocuğun tehalükü, kendisini
besl'ıyen sinenin südünedir ; halbuki Meryemin çırpınışında bu kadarcık
bile bir garaz lekeni
yok... Onun tehalükünde hiç bir sebeb yok. Bu aşkın ne kadar renksiz ve
keyfiyetten uyalı olduğunu bir Yumıf, bir o bilir !
Sütuha çıkan merdivenler
karanlıktı. Yusuf bu saatle orda bulunurdu. Meryem, karanlık merdiveni bir
solukta çıktı. Yusuf hurma lifinden yapılmış yatağının üstünde oturuyordu. Bu
çatısız odada, yıldızların tabiî şevkinden başka bir ışık yoktu. Sanki bu
ışıklar, yıldızların koynundan kaçıp gelmiş ziya zerreleri gibi gök yüzünden toz
halinde yağıyordu. Meryem bu tabiî aydınlıkta Yusufu görebilmek için bir nefes
durdu.
Meryem., sen misin ?
Evet., beni nasıl tanıdın ?
Ayak seslerinden !
Yusuf bir az durdu :
Evde kimse olmadığın»
biliyor musun ?
Bu sual acaba “niçin
geldin, yahud, git!,, demek miydi? Meryem Yusufun sualine cevab vermedi, tekrar
bir sual sormasını, yahud başka bir söz söylemesini bekledi ; fakat o, uzun
bir zaman ses çıkarmamakta devam etti. Meryem bu ınrarlı ve düşünceli sükûta
bir nihayet vermek için gitti Yusufun, yanına olurdu. Fakat kızın hu hareketi
de aynı küskün vaziyetin mabadi olarak kaldı.
Meryem zevkten o kadar
sarhoştu ki, müsbeti menfiden seçecek temyiz kudreti de diğer hisleri gibi,
dağılmış, kaybolmuştu. Çok kerre saadetin kemali, İnsana hüzün verir. Şiddetle
mesrur olan kimsenin ağlaması jsu demektir. Esasen hüzün ve sürür, aynı elamanın
çok güneş görmüş yüzü ile tamamen gölgede kalan diğer yüzü gibidir. Aslında
ise, bunlar bir vü- cuddurlar. MeryeITlın de gözfclerinde zevk
şiddetinden yaş vardı. Fakat Yusuf ona bbakmıyordu,
düşünceli idi.
Genç kız yavaS
yavaş bbunun farkına varıyor ve heyecandan altüst, olan hısleıerini inzibat
altına almak için kendini zorla oyalamıya çalışıyor, etrafına, başlarının
üstündeki yıldızlı Çatıya a bakarak avunmıya çabalıyordu. Bu çatım*1
çıplak güzizelliği, onların muhteşem saraylarının insan sanatıle beaezenmiş
kubbelerinde, ihtişama boğulmuş kâşanelerindıde yoktu.
Meryem gozler^e
tabiatın n sunduğu badeyi içmiye Çalışıyordu.' Gece o, kadar sesessiz ve lâtifdi
ki, bir zaman bu derin sükûnetin gizli n meramını dinledi. Böceklerin
muttarid sesleri, sanki i tabiatın suzişini temsil eden yegâne rem* 8‘bi,
dolaşuşık ve iç içe bir ahenkle süzülüp akıyor, bu ses, aşinalıkıklardan,
aşktan, ateşten haber getiren bu ses, tabiatı u uyuşturup büsbütün susturuyordu.
Mensur bir ş**r
i»'ki dağınıkjik, fakat ahenkdar güzelliği içinde saltanat süren şu taltabiat
parçası, büyük bir meşveret arifesindeymiş gibi sasamit! Meryemin gözlerindeki
yaşlar, birer yıldız gibribi süzülüp yere akıyor. Yusuf dargın mı» neden
konuşraşmuyor ? Kızın kalbi bu korkulu suallerin heyecanile o o kadar hızlı
çarpıyor, o kadar korkunç farbalarla ı vuruyor ki, intizamını kaybetmiş
uzviyetine, fevkattabtabia bir irade ile hâkim olmıya çalışıyor.
Yusufun darılmadığını
bilse,se, bir lâhzada dirilecek, canlanacak...
Kendi kendine teselli
vermiyniye çalışıyor : ne oldu, nc var, bu lükûta bir lebeb yok/ok ki., diyor.
Fakat bu telkin de işe
yararrramıyor. O korku, Yusu-
fıın btr Nrhrhdrn darılmış olmam
korkunu, Ickrur yukarı fırlayarak müsbet telkinlerinin üstünde kesif bir satıh
teşkil edip onları kapatıyor.
Belkide Yusuf onun burada
bulunmasını istemediği- için konuşmuyor. Meryem bütün ıztırabına rağmen Yusufun
arzusunu yerine getirmek için kalkıp gitmek istiyor., bir kelime bile
söylemeden yerinden kalkmıya. davranıyor. Fakat Yusufun eli, onu çekip tekrar
yerine oturtuyor. Bu hareket, kızın hep menfî tarafa giden hislerinde
birdenbire müsaid bir cereyan açıyor; cesaret,, kuvvet geliyor.
Yusuf bana bir şey söyle !
diye bağırıyor.
Canım, güzelim I
Yusufun eli, kızın
gözlerindeki yaşları kurutuyor...
Meryem bu elleri
dudaklarına, sonra yanaklarına, bastırıyor. Yusuf, biraz evvelki küskün ve
düşünceli tavırlarını kaybetmiş.
Bak Meryem gül satan
çocuklar geçiyor I Çiçeklerin kokusunu duyuyor musun ? diye soruyor.
Arabistanda çiçekleri,
hararetten bozulmaması için gece salarlar. Satıcılar İliç ses çıkarmadan da
geçse, güllerin siituhlaru kadar yükselen kokuları, kendilerini haber verir.
Meryem derin derin nefes alıyor.
Yusufun eli hâlâ dudaklarında kapalı., nefes aldıkça gül ve ful kokularını bu
elden koklayor.
Satıcı çocukların
birbirlerile şakalaşan incecik ses-- leti yavaş yavaş uzaklaşıyor:
Elvird, elful, elvird,
elful!..
Nihayet bu ince, taze
sesler sönüp kayboluyor....
cuddurlar. Meryemin de
gözlerinde zevk şiddetinden yaş vardı. Fakat Yusuf ona bakmıyordu, düşünceli
idi.
Genç kız yavaş yavaş bunun
farkına varıyor ve heyecandan altüst, olan hislerini inzibat altına almak için
kendini zorla oyalamıya çalışıyor, etrafına, başlarının üstündeki yıldızlı
çatıya bakarak avunmıya çabalıyordu. Bu çatının çıplak güzelliği, onların
muhteşem saraylarının insan sanatile bezenmiş kubbelerinde, ihtişama boğulmuş
kâşanelerinde yoktu.
Meryem gözlerile tabiatın
sunduğu badeyi içmiye çalışıyordu.' Gece o, kadar sessiz ve lâtifdi ki, bir zaman
bu derin sükûnetin gizli meramını dinledi. Böceklerin muttarid sesleri, sanki
tabiatın suzişini temsil eden yegâne remz gibi, dolaşık ve iç içe bir ahenkle
süzülüp akıyor, bu ses, aşinalıklardan, aşktan, ateşten haber getiren bu ses,
tabiatı uyuşturup büsbütün susturuyordu.
Mensur bir şiir gibi
dağınık, fakat ahenkdar güzelliği içinde saltanat süren şu tabiat parçası,
büyük bir meşveret arifesindeymiş gibi samit 1 Meryemin gözlerindeki yaşlar, birer yıldız gibi süzülüp yere
akıyor. Yusuf dargın mı, neden konuşmuyor? Kızın kalbi bu korkulu suallerin
heyecanile o kadar hızlı çarpıyor, o kadar korkunç darbalarla vuruyor ki,
intizamını kaybetmiş uzviyetine, fevkattabia bir irade ile hâkim olmıya
çalışıyor.
Yusufun darılmadığını
bilse, bir lâhzada dirilecek, canlanacak...
Kendi kendine teselli
vermiye çalışıyor : ne oldu, ne var, bu sükûta bir lebeb yok ki., diyor.
Fakat bu telkin de işe
yaramıyor. O korku, Yusu-
fmı bir Kcbrlulen darılmış
olmrm korkunu, tekrar yukarı fırlayarak miisbet telkinlerinin üstünde kesif
bir satıh tenkil edip onları kapatıyor.
Belkide Yusuf onun burada
bulunmasını istemediği- için konuşmuyor. Meryem bütün ıztırabına rağmen Yusufun
arzusunu yerine getirmek için kalkıp gitmek istiyor., bir kelime bile
söylemeden yerinden kalkmıya. davranıyor. Fakat Yusufun eli, onu çekip tekrar
yerine oturtuyor. Bu hareket, kızın hep menfî tarafa giden hislerinde
birdenbire miisaid bir cereyan açıyor; cesaret,, kuvvet geliyor.
Yusuf bana bir şey söyle 1 diye bağırıyor.
Canım, gülelim I
Yusufun eli, kızın
gözlerindeki yaşları kurutuyor...
Meryem bu elleri
dudaklarına, sonra yanaklarına, bastırıyor. Yusuf, biraz evvelki küskün ve
düşünceli tavırlarını kaybetmiş.
Bak Meryem gül satan
çocuklar geçiyor 1 Çiçeklerin kokusunu
duyuyor musun ? diye soruyor.
Arabistanda çiçekleri,
hararetten bozulmaması için gece »atarlar. Satıcılar hiç ses çıkarmadan da
geçse, güllerin siituhlaru kadar yükselen kokuları, kendilerini haber verir.
Meryem derin derin nefes
alıyor. Yusufun eli hâlâ dudaklarında kapalı., nefes aldıkça gül ve ful kokularını
bu elden koklayor.
Satıcı çocukların
birbirlerile şakalaşan incecik ses*- leri yavaş yavaş uzaklaşıyor:
Elvird, elful, elvird,
elful ! ..
Nihayet bu ince, taze
sesler sönüp kayboluyor....
Yusuf gene birdenbire
ciddileşerek :
Haydi Meryem, artık geç
oldu., seni dört yol ■ağzına kadar geçireyim.
Beraberce merdivenlerden
inerek gene beraber sokağa çıkıyorlar. Yusuf daima düşünceli.. Nihayet Meryem
dayanamıyor, soruyor :
Niçin konuşmuyorsun Yusuf?
Yoksa bana mı canın sıkıldı ?
Sana canım sıkılmaz
Meryem., sen, ezeliyet göklerinin bana bir hediyesisin. Senin benden başka bir
vücudun mu. var ki, ondan, .beni üzecek yabancı ve aykırı bir fiil zuhura
gelsin...
O hade niçin düşüncelisin,
onu söyle!
Düşünce değil şikâyet...
Şikâyet mi? Senin için
şikâyet kapıları bağlıdır Yusuf..
Her vaki olanı zevkle
karşılamayı cihan senden öğrenir. Nasıl olur da sen şikâyet edersin ? Sen her
kaba göre müteayyin olan hayat suyusun...
Telâş etme Yusuf bilinmez, Yusuf
tarif edilmez, anlatılmaz söylenemezdi ki bu tehalükle gidişin sırrı da
anlatılsın.
Meryem, kendine dil uzatacak
olanlara: Ey zavallılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a
tapıyorsam beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu
görmek hayat, onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler,
vücutları aşk derdiyle göz kesilmiş olanlardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan
uzak olanlar, onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir
varlığı vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli
güzelliği içinde öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu
fethe muktedir olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu
sinenin yanında tenha ve ıssız kalır.
Fırat kıyısı, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük,
mikroskobik. ] nebatların yekpareleşmiş kesafetiyle o kadar yeşil, o kadar taze
idi ki...
Yalnız, murassa bir libas gibi toprağı örten bu yeşillik, yer
yer sürülmüş olduğu için zeminin tabiî rengi görünüyordu.
Daracık vadiyi örten bol ve sık otlar, âdeta iki yamacın
arasında yeşil bir dere aktığı hissini veriyordu.
Bu mücessem lâvhanın içinde iki inek otluyor, dişlerinin otları
muntazam ve yeknesak seslerle koparışı, bu rustaî şaheserin, tabiî ve hakikî
musikisini teşkil ediyordu.
Meryem etrafı dinliyor, dinliyor, fakat bu tecessüsüne, muannid
ve ısrarlı bir sükût cevab veriyordu. Kızın vücudu zevk içinde hafifleyerek, adeta
maddiyetini kaybediyor, bir duman parçası, esirî bir neşe gibi uçmak, yok olmak
arzularda karışıyordu.
Nereye, nereye fakat ? Yusuf’un aşk çırağları tutuşturan kalbi
göklerine çekilmek, orada karar kılmak istiyor... Yusuf kimi istese, kimi
çağırsa, o vücud, yaktığı gönlünü meşale yaparak yollara düşer. Meryem o »esin
davetine, o güzelliğin incizabına mukavemet edecek bir vücud tasavvur edemez
ki..
Meryem Yusuf’un kolunu iki eliyle tutuyor, böyle yapmasa
hakikaten uçacak, görünmeyen bir el, görünmeyen bir Aleme götürecek gibi
geliyordu. Onun için Yusuf ekseri zaman bu gönlün istiğrakı şiddetine mani
oluyor, ondaki ezelî iştiyakın, her nefes yelpazelenen ve tazelenen ateşinin
önüne geçiyor, kızı ileri atılmaya bırakmıyordu.
Sen bana lâzımsın Meryem, o vücud senin değil benim diyerek bu
aşk selinin bir zaman için şiddetine mani oluyordu. Şimdi de gene kızı zorla
havaî mevzulara şevketmiş, Meryem de ona maziden bahsetmeye başlamıştı.
Geçen gün seni bulmadan evvelki halimi düşündüm Yusuf... Ham,
basit, ruhî bünyesi teşekkül etmemiş, ibtidaî ve işlenmemiş bu malzeme
yığınından utandım. Şuur yok, mana, hakikat yok., yalnız uzviyetiyle yaşayan,
niçin ve neden yaşadığını bilmeyen, hayat dümeni şevki tabiîsinin elinde bir
mahlûk... Bu itibarla bütün mazim tarihsiz, intibasız [izlenimsiz], kitabesiz ve
hatırasızdır. Zira bu mazi o kadar kıymetsiz ve şuursuzdur ki, ona en küçük bir
varlık bile izafe edemiyorum. Onda yalnız bir fıtret devrinin ruhî ihtilâlleri,
keşmekeşleri doludur. Bütün bu hayat, medlulü acı ve ıztırablı vakaların
birbirine karıştırılmış yekûnundan ibaret... Geçmişi düşünmekle, kekremsi bir
şey tatmış gibi yüzüm tekallüslerle [kasılma. ] doldu.
Gerçi, bu hayat, bu manasız hayat ihtişam içinde idi,
eğlenceler, ziyafetler, her şey bir mecburiyet, sahnevî bir sunîlikten
ibaretti, Ben ise bütün bu safahata, mahkûmane bir itaatle baş iğdim. İşte
hayat mütıellesinin üç köşesi: gelmek, çekmek, ölmek ! Bu üç fiil insanda
ihtiyarî değil, sevkî bir hareket, ıztırarî bir itaat! Hiç kimse bu üç emrin
kemendinden boynunu kurtaramıyor.
Şu kadar ver ki, aşk hayatının keyfiyet yakıcı zevkine ayak
koyanlar için, ne gelmek ne çekmek, ne de gitmek, hiç, hiç bir şey yok. Onlar
ne doğuyor, ne çekiyor ne de ölüyor.. Yalnız aşkın mutlak vücudunda seyrediyor.
Yahud da “gelen de ben, giden de ben, bozulup toplanan da ben” diyerek bütün
mevcudatı tek vücud olarak görüyor.
Meryem gene gönlünün dizginlerini bırakmıştı. Halbuki Yusuf onu
bugün başı boş bırakmak istemiyordu.
Hani maziden bahsedecektin Meryem ? Gene atladın, açıldın.. Şu
maziyi tamamlasana...
Gerçi halin zevkini bırakıp maziyi söylemek veya dinlemek
istemem; fakat mademki o mazi sana aiddir, senin olan her şeyi sever ve hürmet
ederim... Söyle Meryem, bana geçmiş zamanlardan bahset!
Doğru söylüyorsun Yusuf.. Halin kıymetini bırakıp geçmişin
yadıyla vakit geçirmek abes bir şey... Hatta onu düşünmek bile manasızlık!.. Fakat ben bu maziyi
niçin düşündüm, biliyor musun? Geçmişle aramda iğbirar ve soğukluk vardı. Ben,
değil mazime, hiç kimseye ve hiç bir şeye karşı kinim, nefretim ve iğbirarım
olmasına tahammül edemem. Bahusus bu günkü Meryem, o mazi köprüsünden bu hale
geçmiştir. Onun için bu dargınlığı, bulanık bir su gibi tortulu olan bu geçmişe
aid iğbirarı [Kırılmak.
Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. ] temizlemek lâzımdı.
İşte bu yüzden düşündüm ve bu ruhî tesviyeye lüzum gördüm.
Ben bütün cihanla sulh yaptım Yusuf., nasıl olurda arkamda kalan
bir hayat parçasiyle cenkte ve nefrette kalırım ? Mademki seni buldum,
acılıklar, teharrüşler [Tırmalanma.], elemler, seyyieler,
hep seni bulmak, seni görmekle tazmin olup gitti. Her fenalık seninle söndü...
O mazi de artık acısız, elemsiz, taharrüşsuz oldu. Ben artık eski ben değilim
ki... Çok defalar gayet samimî bir hisle kendimi ölmüş ve yepyeni bir hayatla
dirilmiş, geçmişinden bir iz bile kalmamış zannederim.
Beni sen Öldürdün! Eğer şimdi yaşıyorsam, bu hayat sensin Yusuf
!
Ben neyim Meryem ?
Sen aşksın, aşk sensin Yusuf! Senden daha güzel bir şey yok ki
seni ona benzeteyim..
Genç kızın dayandığı ağacın yaprakları, birer aşk ilâmı gibi
başının üstünden çarh [Çark,
tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden,
dönen. * Çakır doğan. * Talih.] çevire çevire düşüyordu.
Yusuf’la yan yana oturmuşlardı. Konuşmalarındaki hararet ve
şiddet, hangisinin söyleyen hangisinin dinleyen olduğunu belli etmeyecek kadar
yakıcı idi.
Filhakika görünüşteki bu iki vücuda rağmen, ne mütekellim ne de
muhatab vardı. Zira Yusuf Meryem, Meryem de Yusuf’tu.
Bir zaman konuşmadılar. Gerçi bir gün evvel Yusuf kızı buraya
yarım kalan bahse devam etmek için çağırmıştı; fakat onun gösterdiği şiddet ve
tehalük, adeta Yusuf’u korkutmuş ve söylememeye sevketmişti.
Gidelim mi Meryem ?
Yusuf...
Ne istedim Meryem ?
Sana bir şey söyleyeceğim..
Söyle güzelim..
Niçin söylemiyorsun ? Haydi gidelim öyle ise...
Hayır, hayır sana bir şey söyleyeceğim..
Meryem Yusuf’un gideceğini hissettiği zamanlar onu böyle, bu
sözle oyalar, bir az daha beraber kalabilmek için bu masum hileye baş vururdu.
Yusuf ta bunu bilir, fakat bile bile gene bir an beklemekten hâli olmazdı.
Hakikaten Meryem’in Yusuf’a söyleyeceği birçok şeyler olsa bile,
onunla olmak, onu görmek, dudaklarından bütün sözleri kapıp kaçardı.
Fakat bu defa Meryem sözünde durdu; çünkü söylemese, Yusuf’un
hemen kalkıp gideceğini biliyordu.
Ana karnındaki cenin, naısıl bir tek yoldan vücudunun gıdasını,
takviye ve nemasını temin ediyorsa, ben de bu dünyada yalnız, seninle yaşamak
yolunu buluyorum. Zira beni dünyaya bağlayan serrişte [başa kakmak; ipucu.] Sensin Yusuf...
Durağım, menzilim hep sensin. Senden benim, gölüm nur buldu, yüksek görücü
oldu. Onun için artık bu göze hiç bir güzellik kalmadı.
Ben Allah’tan nur istemiştim, sende nurun nurunu gördüm. Bütün
nurların merkezi ve eşsiz güneşi olan sana eriştim. Ben bir Yusuf isterdim,
senin vücudunda Yusufistan gördüm.
Ben, gönlümün ateşini dökmek için kemale sahib bir vücud, mana
ve hakikat dostu isterdim, senin vücudunda bütün güzelliklerin, hakikat ve
aşkın kaynağını gördüm. Bana senin her bir cüzünden öyle bir cennet göründü
ki, yarınki cennetlerle bir alâkam, onlara bir ihtiyacım kalmadı.
Yusuf, Meryem’in harikulade bir letafetle konuşan dudaklarına
bakıyordu. Onları böyle perişan bir talaşla tahrik eden, yalnız, yalnız aşkı
idi, Bu ince vücud, lâtif bir hülya gibi güzeli.
Yusuf genç kızın söz silsilesini durdurmamak için bir zaman
dinledi. Fakat artık gitmeli idiler., ekseri zaman yaptığı gibi birden bire
ayağa kalktı ; Meryem’in de elinden tutarak kaldırdı. Artık gidiyorlardı, çare
yoktu.
Yollar taşlı ve bozuktu. Meryem Yusuf’un elini tutmuş, iki
masum mektep çocuğu gibi yan yana yürüyorlardı.
Yusuf, arasıra taşlara takılan kızın elini avucunun içinde
sıkıyordu. Böylece hurma fidanlığına kadar beraber geldiler. Artık ayrı
yollardan gitmeleri icab ediyordu. Yusuf gene birden bire kızın elini
bırakarak :
Haydi Meryem., dedi ve arkasına bakmadan hemen ilerledi.
Ne de çabuk uzaklaşmıştı...
Yusuf, Yusuf !
O, genç kızın sesini duyarak durdu.
Yusuf sana bir şey söyleyeceğim..
Yusuf mütebessimdi :
Gene mi Meryem? Peki dinliyorum..
Haydi söyle, söyle canım, geç oldu gidiyorum.
Yanıma gel de söyleyeyim!
Yusuf Meryem’e baktı. Ondan ayrılmak kendisi için de müşkül, her
zorluğu yenen iradeli ve azimkâr Yusuf’a da zordu. Tekrar kızın yanına geldi.
Fakat Meryem’in dudakları sımsıkı kapalı, başı hafifçe yukarı kalkmış,
söyleyecek hiç bir şeyi olmadığını itiraf eden mazlum bir duruşla duruyordu.
Yusuf’un başı eğildi, bu ateş dudakların üstünde bir lahza
durdu.
Aşk onlara ateşten damgasını bastırmıştı. Onların raşedar [doğru
yollarının] sathı, aşkın ateşin nakşıyla mühürlenmişti. Bu dudaklar aşk
göklerinden gelen ateşle yanıp kavruldu. Bu dudakların küçücük cürmüne bir
cihan sığdı. Onlar artık bir ziyaretgah kadar temiz ve masum oldu. Bu ateş
onlara, ebediyet serhadlerinden aşıp geldi. Meryem’in dudaklarını aşkın
germiyeti [Hararet, sıcaklık, kızgınlık.] , ezelî bir ocak gibi
bitip tükenmeyen alevlerin mihrakı [Çok hareket eden. * Hareket âleti.
Karıştıracak nesne. ] eyledi.
Ümmül Bedr Aynül Kameri çok
sever. Burası, Ebüşşettar aşiretine üç fersah mesafede bir kaynaktır. Civarı
meskûn değildir; yalnız küçük bir kahvesi vardır; kahvecinin ailesi buranın
yegâne sakinidir. Ummül Bedr buraya senede bir veya iki defa gelir, bu gezintiye
bazen Yusuf ta iştirak eder.. Bu defa Ummül Bedr Mahbubla bitlik olarak Hamzayı
da kandırmışlar, Yusufun gelmesini de temin etmişlerdi.
Hamza Meryemle sabahleyin
erkenden aşirete geldiği zaman hazırlıklar tamamlanmıştı ; hemen yola
çıktılar. Yol, evvelâ nar bağçelerinin arasından geçiyor, sonra büyük sık
ağaçların arasına giriyordu. Bazı taraflarda ağaçlar o kadar sıktı ki, güneş bu
züınrüdî kesafetten yer yer sızıyor, yaprakların mesamelerinden teresşuh eden
ratıb, mayhoş koku, adeta havanın «ıcağını hafifletiyordu. Meryem'in atı,
kafilenin önünde yürüyordu.
Aynülkamere hepinizden
evvel ben gideceğim !
Niçin acele ediyorsun
Meryem ? .
Hava çok sıcak Hamza.
Güneşten gitme., Hem o
kadar acele etmiye ne lüzum var ? Hep beraber gidelim !
Siz de çok ağır
gidiyorsunuz., nerede ise atlarınız sizden şikâyet edecek. Hükümdarın dizinin
dibinde otura otura tenbel oldun Hamza 1
Tembellikten değil,
konuşmak için ağır gidiyoruz. Meryem atının dizginlerini gerdi. Demek ki çok
ilerden yürüdüğü için bu muhavereyi duyamamıştı. Yusuf, Hamza gibi Meryemin de
intizar vaziyetinde yüzüne baktığını görünce, sözüne kaldığı yerden devam etti
:
-- İşte Hamza, güneş ve ay,
yıldızlar ve feleklerin devranı, ulvî ve süflî bütün eşyanın hareket ve cün-
büşü, insan suretine yol bulup orada, yani insanın kalbinde Allahın nurunu,
gene Allah nuru ile görmek içindir. Madem ki Allah sana bu ekmel olan insan
suretini verdi, sen de, insaniyetin kıymetini ve kadrini bilip ecel rüzgârı
ömrün gülünü perişan ve derbeder etmezden ve bu cemiyeti dağıtmazdan evvel
durmayıp aslına kavuşmıya bak t yoksa sonra nihayetsiz istihaleler geçirmiye
ve çok acılı hüsranlara katlan- mıya mecbur kalırsın..
Ben ömriimiin en giizel
zamanlarını şan, şeref ve dünya zevklerile, israf ettim.. Aklî ve istidlali bahislerle
krndi yolumu kendim kentim. Hoş, bu «enden duyduklarımı da
kimseden duymayacaktım ya ne ise.. Her ne kadar kendimi halkın tazimine kulak
vermez zannediyordum, fakat beşerî zaaflardan kurtul- mıyan insan için bu da
mümkün değilmiş. Meğer kendi kendimi aldatmış, kendi günahım kendim olmuşum
Yusuf I
Yeter Hamza, maziyi yad
ederek ömrünü zayi etme. Geçmişi, geleceği söyliyerek müteesif olmak, ömrü
ziyan etmektir. Bu hal o kimseden izale olmadıkça birliğe ve istiğrak haddine
varmak mümkün olamaz. Geçmiş ve gelecek kaydi ukde gibidir. İnsan bu ukdelerle
bağlı kaldıkça beşeriyet serhaddini aşamaz. Bu suretle nedametin doğru olmaz.
Haline bak, halini elden kaçırma ki, her alıp verdiğin nefes, son nefesindir.
v Hamza Yusufa geçmiş
zamanın ayıblarından ve zaaflarından samimiyetle bahsederken, yalnız bu zaafların
içinde esef edemediği, pişman olamadığı bir şey vardı ki, o da Meryemin aşkı
idi. Şimdiye kadar hakikatin peçesi olan bu aşkla gene adamın gözleri kor
idise, bundan sonra da gene o gözler bu aşkın nuruyla hakikât nurunu
görebilirdi.
Gözde nur olmazsa güneşin
nuru görülür mü ? işte Hamzamn gözünün nuru da Meryemdi.
Meryemin sevdası ona, aşkın
medhalini göstermiş tefekkür ve vicdanî zevki tattırmıştı. Meryem Hamza- nın
hayatında, Yusufun hakikata açtığı kapının anahtarı idi. Gene adam henüz
kendini bu kapının eşiğinde farzetmekle, tahmininde pek yanılmayordu. Bu kapıdan
içeri girebilmesi için gene hekimi arkasından kuvvetli bir bazunun itmesi
lâzımdı. Halbuki Yusuf asla bunu yapmazdı. O gösterir, bildirir fakat
zorlamazdı.
Hamza bu kapıdan kendini
itecek elin de, gene Meryemin eli olmasını temenni ediyordu.
Aynülkamer, karşıki keşmirî
tepenin eteğinde...
Esatiri birer hayalet gibi
imtidat eden dağlar, mü- selsel bir coşkunlukla uzayıp gidiyor.. Bu tabiat güzelliği
Hamzaya, pek az evvelki düşüncelerini kaybettirdi :
Yollar ne kadar güzelmiş
Üramül Bedr..
Bir de su başını görsen
Hamza..
Nihayet uzaktan su başı
göründü. Abanoziaşmış baş başa üç mülasık ağacın altından kaymyan Aynülkamer
burasıydı demek !
Sanki ağaçların yeşilliği
kâfi gelmiyormuş gibi, en yüksek dallara kadar çıkan sarmaşıklar tekrar geri dönerek
birer yeşil şakûl halinde aşaya sarkmış, sağdan sola, önden arkaya geçen
dalları birbirine bağlamıştı.
Suya yaklaştıkça, ağaçların
altında küme küme oturan kimseler görülüyordu. Ummül Bedr bu kalabalığa şaşarak
:
Bugün buran ne kadar dolu,
halbuki her zaman kimse bulunmazdı... Bunlar bedeviler galiba... dedi. Onları
ilk gören bir çocuk oldu.
Baba, baba.. Yusuf geliyor
baba I diye haykırarak kahveye girdi.
Bu, kahveci Ebucaferin altı
yedi yaşlarındaki oğlu Caferdi. Yu su fu o kadar severdi ki, en haşan zamanlarında
annesi : Sonra Yusuf seni sevmez, yapma ! diye her hangi bir şeyden Caferi
kolaylıkla menederdi. Ebucafer bir işi çin aşirete gittiği zaman bu oğlanı da
beraber götürür beraberce Yusufun evinde misafir olurlardı.
Bunlar, Ummül Bedrin tahmin
ettiği gibi bedevilerdi. Yusuftan her zaman, her fırsatta iyilik gören, o- nıı
fcdiikâr, temiz bir muhabbetle seven bedeviler...
Anlaşılan bugün hoş bir
vakit geçirmek, biraz eğlenmek için buraya gelmiş olacaklardı.
Bedeviler bir anda Yusufun
etrâfım sardılar. Onları Yusııfa çeken hisde, ne pervanenin ateşe, ne çocuğun
anasına, ne de bir sevgilinin sevgilisine gidişinin şevki yoktu. Bu öyle safî
ve tahlil edilmez bir in- cizabdır ki, bilen söyliyemez, bilmeyene de anlatılamaz.
Bu garamî emir, telkin ile, öğretilmek ile temin edilemez ki söylenilebilsin...
Yusuf, hayatın sırrı.. Yusuf, hayatın manası...
O, kendini çevreleyen
kalabalıkla beraber hem yürüyor hem de müşfik, tatlı, konuşuyor, derdlerini,
hallerini soruyor, gönüllerini alıyordu.
Meryem ise düşünüyor ve
sevdalılarila halelenmiş olan Yusufa bakıyordu. Cihan ondan hayat emerek yaşıyor
Bu rabbani çehrenin her hattı, insanı baş döndürücü bir süratle aşk girdabına
çekip götürüyor, Onun sevdasının kol atmadığı, kök salmadığı yer mi var, diyordu.
Yusuf onlarla beraber,
kahvecinin serdiği hasıra oturdu. Bedeviler onu bulmuş olmak fırsatından istifade
ederek derd yanıyorlor, Berrî kabilesinin reisinden şikâyet ediyor, haklarını
vermiyerek onları zorla çalıştırdığından bahsediyorlardı. Yusuf ta karşılık
olarak onlara metanet ve itaat tavsiye ediyordu. İçlerinden biri:
Bize fenalık etmekle eline
ne geçecek bilmem ki., dedi*
Yılan zehrini bırakmakla
eline ne geçer? Bırakır, gider.
Yalnız siz kötü nazar
sahibi olmayın, onun zulmüne mukabele etmeyin, olur ki bir ^ün gelir,
ettiklerine nedamet eder.
Öyle amma bize çok eziyet
ediyor, biz de ona...
Durun, eğer kurtulmak için
isyan eder, ona bir fenalık yaparsanız, o gider, başkası gelir ve size onun
yaptığını aratacak kadar zâlim olur. Dünya bu gibi insanlardan halî değildir.
Fenalık gördüğünüz
kimselerin cezasını kendiniz tertib etmiye kalkışmayın Yaradrr.a bırakın. Onlar
esasen, o hallerin âleti oldukları için cezalanmışlar demektir; onların
cezaları kendilerindedir.
Bedeviler Yusufu görmekten
ve nasihatlarından ferahlamış olarak kalktılar. Hem gidiyorlor, hem de
konuşuyorlardı :
Bu sene tarlamın tohumunu
Yusuf aldı; yoksa çocuklarım aç kalacaktı.
Bana da ölen devemin
parasını» verdi.
Onun bir sözü ile katil
olmaktan kurtuldum.
Bedeviler adeta bağıra
bağıra yerlerine dağıldılar* Hamza :
Bedeviler seni ne kadar
seviyorlar Yusuf î dedi.
Ben de onları severim
Hamza.. Onlar için, vahşî derler. Halbuki asıl medeniyet onlardadır. Onlarda
öyle bir ruh asaleti, öyle bakir bir safvet vardır ki hayran olmamak kabil
değildir. Şecî merd ve saf ruhları ve tabiî harsîeri, ariyet ve müstear
şekillerle tahrib- olmamıştır. Beşeriyetin iftiharla tezeyyün ettiği kirli
nikahlardan, yalan, siyaset, müdahane, ve kibirden bedevide yoktur. -Bedevi,
olduğu gibi görünen insandır.
Zavallıların hakları da
var; ben Berrî aşiretinin reisini tanırım, öyle zalim, ve gaddar bir adamdır ki...
Keşki önüne geçmeseydin de biraz korkutsalardı..
Hamza, sen bedeviler gibi
yan çocuk değilsin- ki, bu sözlerinde seni mazur göreyim..
Onların, bu adamın zulmünü
kenelerinde arama-- ları icab eder. Fakat bu hakikati onlara anlatamazsın,
halbuki senin bilmen icab eder.
Servetin varken fakre
düşmen, muhtaç olman,, sıhhatte iken hasta olman, sevinçte iken kedere düşmen,
zulme uğraman, bunlar hep senin kötü amellerinin hariçte tecessüd ve temessül
etmesi ve bir fırsatla zuhura gelip sana bu suretle zahmet vermesinden
ibarettir, insan, duçar olduğu zahmetlerin mesuliyetini kendinde aramalıdır.
Sen iyi olursan her- kea te iyi olur. Demek ki, gördürün ve bulduğun,, kendi
amellerinin akisleridir; başkalarına atıp tutmıya,
lüzum yok., mademki hâkim
Yaradandır, hükmünün* de âdilâne olması tabiîdir. Amma affederse ona kim ne
diyebilir ?
İşte Hamza, görüyorsun ki
sana söylemekten çekinmiyorum; hakikattan uzak sözlerine derhal takılıyorum.
Söyle Yusuf söyle, benim
canımın şifası sensin !
Biliyorsun ki derdliyim, dayandığım
mesnedim sensin ! Sen, benim gibi ne kadar Hamzaları dünya balçığından
selâmete çıkardın ve çıkarıyorsun.. Hem de bana verdiğin, emeklerle. değil,.
Bir sözle, bir bakışla...
Bu, senin günahlı Hamzan, o
kötülüklere ne sıkı bağlanmış, ne muhkem sarılmış ki daha hâlâ onlrtrı koparıp
hakikat göklerine uçamadı.
Biliyorum, kendimi
biliyorum ; amma bu amelsiz bilgi bana bir şey kazandırmıyor. Fakat Yusuf, Hamzan
da artık o eski ham adam değili Öyle lıissediyo rum ki dünya ile bir tek
rabıtam kaldı. Tıpkı kuyuya' sarkıtılıp bir karışlık bir ip noksanından dolayı
suya yetişemiyen bir kova gibi, ben de hakikat suyuna bu kadar yaklaşmışken bu
eksiklik yüzünden ona erişemiyorum. Değil bir karış, bir soğan zarı kadar da
mesafe olsa, o suya dalamadıktan sonra ne fayda ?
Yusufla Hamza daha fazla
konuşmadılar. Zira kahvecinin oğlu Cafer, kahve fincanlarını toplamak için
elinde bir tepsi ile koşa koşa geliyordu. Çocuk fincanları, henüz parlatılmış
olan bakır tepsiye yerleştirirken, bu mücella satıhta kendini görerek beyaz
dişlerini gösteren bir tebessümle ^üldü ve hayaline selâm verdi.
Çocuğun bu takiı harekeli herkesi
güldürdü, yalnız Yusuf bir an düşündükten sonra:
link Hamza, şu çocuğun
hareketi ne manidar., dedi : Esasen her olan şeyde hisse alınacak bir mana ve
keyfiyet vardır.
Şimdi çocuk tepside kendini
görerek, hayaline selâm verdi, değil ini ? İıısan da Yararlanın aynasında
U«;m!i mr,;j;»,s?n: «ütüıue anlar!:*:. n-‘i «a1. rHÎig»
v<
taptığı gem: gendi imiş.
Demek uluyor ki, hakikalla
o hakiki aynaya bakan, tapanla tapılanın, sevenle sevilenin kendi olduğunu
anlar. Caferin ayna gibi olan tepsiye bakmasile, selâmı kendine vermesi
gibi...
Oyle ise çalışalım ki
güneşe tapmış olmıyalım da Yaradaııa tapalım ! Zira seven için sevgi, gündüz
için güneş gibidir. Halbuki insanın günüde, güneşi de Yaradandır.
Güneş gibi olan ciiz’î
sevgiler ise, Yaradanın yüzünü göstermiyen perdelerdir. Kim ki hu perdeyi kal-
Hamza, biraz evvelki
sözlerine bundan veciz bir cevab olaınıyacağını düşündü. Daha da bir çok şeyler
düşünecekti, fakat Meryem de dahil olmak üzre gez- miye çıkanların sesleri
duyuldu. Umrnül Bedr daha u- zaktan :
Karnımız acıktı., hâlâ
konuşuyor musunuz ? diye sesleniyordu.
Bize söz söylemiye ne
hakkın var Billi ? Sizde gezip eğleniyordunuz ?
Ne yapayım, Maiıbub işin
içine girdi mi böyle
İT)
olur. B i İsen b*î; s-.zı bile £ şi
nikledi..
Ömer herkesten evvel
kendini hasıra attı. Kahveci Ebucafer sofrayı hazırlarken, hem iş görüyor lıem
de konuşuyordu :
Bilsen Sidi.. dün akşam
yemek yerken ne oldu?
Bizim Cafer vemek siniıûni
kaşığının sopıla çiziyordu
Ne yapıyorsun Caler/ dedmı.
Yiüufa mcklııb yazıyorum,
gelsin diye çağırıyorum, dedi. Bacaksızın hakkı varmış meğer., smi gönülden
çağırmış...
Caferin annesinin sesi :
Ebucafer, bedeviler seni istiyor!
Geliyorum, geliyorum.,
tencereyi ateşten çek!
Ebucafer sözünü yarını
bırakarak gitmeye mecbur
oldu. Küçük Caferin bu
hareketi de mecliste tatil bir rüztrâT gil,i esmişti.
UiJîtr : 5at ve masumlaııu kaibı
i...ükulî hk>ş-
Bu çocuk kıyamet cücesi
midir, nedir ? Büyük adam gibi konuşuyor, diyordu.
Yusuf — Şimdi buna, tesadüf
diyebilir miyiz Hamza ? diye sordu.
Eski Hamza diyebilirdi;
şimdiki şüphesiz diyemez.
Çocuklar, size her fırsatla
söylerim ki. tos>düi yoktur. Her olan şey, mutlak gavbııı kararıle olmuştur.
Çocuğun kalbine bu arzuyu veren de Yaradan, bizi buraya getiren de o...
Bir çok gttrünmiyen
muknrrcrai vardır ki, bunları gözlerimiz görmez. Eğer insan, ruhuna kesafet
veren çörçöpü, ruhun yüzünden kaldırabilirse, o zaman âlemin ve âdemin
manasını bulmuş olur ve bu safvet vaktinde gayb âleminin kararlarını görüp
onlara muttali olur. Varlık, yoklukta görülmek mukarrerdir. Bir kalbdeki
varlık gubarı vardır, onda cila ve safiyet nasıl olur ? Bütün eşyanın zuhuru zıddiladır.
Amma Ya- radandan başka bir mevcud yoktur ki tezad ve benzeyiş vasıtasile
kendi zuhuruna sebeb olsun i
Binaenaleyh Yaradandan
başka mevcud olmadığına göre, bizim acz ve yokluğumuz onun kudret ve birlik
saltanatına arş ve taht olmuştur. Gece olmasa gündüz, nur olmasa zulmet
bilinmediği gibi, her zıd da birbirine karşılıklı birer ayna olmuştur.
Yusuf bu mühim bahsi devam
eltirmedi.
—- Billi acıkmış, yaman
yemek yiyeceğiz ? dedi,
Ebucafer çorbayı ortaya
koyarken :
Sitii hazır buraya
gelmişken, şurada bir su başı daha vardır, Aynüsselâm derler, yemekten sonra
oraya da giticıiısi; yolları pek güzeldir, diyordu. Yusuf:
Ne dersiniz? diye meclise
sordu.
Hem yol, hem de bir az
evvelki gezmeden herkes yorulmuştu kimse gitmek tarafdan olmadı. Yusuf kahveciyi,
Bu günlük bu kadar yeter
Ebucafer.. başka zaman gideriz ! diye hoşladı.
Gezmekten hoşlanmıyan Sude
Yusufun bu sözüne hemen iştirak ederek :
2ehra geldiği zaman gidelim, olmaz mı Yusuf ? dedi.
Çok münasib Sude...
Zehra, Sudeniıı yiğenidir,
Omerin kardeşinin kızı. Ebüşşettar aşiretinden uzakta oturur. Kocası senede bir
kerre onu akrabalarına gönderir. Son iki senedir ailevî bazı müşküllerden
dolayı gelemiyen Zehra, bir kaç güne kadar gelmek istediğini bir yolcu ile
bildirmiş olduğu için Sude her vesile ile sevincini belli ediyordu. Bu güzel ve
temiz kadından, Meryeme o kadar sevgi ile bahsetmişti ki, Meryem onu görmeden,
Sude sevdiği için seviyordu.
Sude Zehra için : çocuk
kadar temiz ve masum, semavî bir mahlûk gibi günahsızdır, derdi.
Yemekten sonra Ümmül Bedrin
teşvikile herkes uykuya çekildi. Hasırın üç köşesinde Yusuf, Hamza ve Meryem
kaldılar. Genç kız, arkasını bir ağaca dayamıştı. Gözlerini kâh kapayıp kâh
açarak hem mulıitile alâkasız görünüyor hem de, kendisile meşgul olmamalarını
ihtar eden bir kayıdsızlık gösteriyordu. Zira sabahtan beri zorluklarla devam
ettirdiği sükûneti, dağılmak tehlikesini gösteriyordu. Halbuki Yusulla şundan
bundan konuşan Haınzanın, bir taraftan dit kend isini hissen takib edişile
büsbütün sıkıldığı için onların konuşmalarına iştirak etmiyordu. Halbuki için
için yanıyor, yanıyordu. Pek te için için değil.. Zira gözlerinden düşmesine
mani olamadığı damlalara, altında gölgelendiği ağacın binlerce yaprağı şahid
olduğu gibi, bunları Hamza da görüyordu.
Meryem bir an, Yusufun
kendisine üzüntü ile baktığını farkederek biraz düzeliyor ve bu gizli ihtarından
dolayı oııa hak veriyordu. Öyle ya, İçtimaî bakımdan ona karşı ne izafeti
vardı ? Hiç değil mi ?
Halbuki Meryemin Yusufa
karşı gönlü, nisbet ve izafet nedir biimiyorki... Maddî bir keyfiyet değil ki,
önüne gene maddî bir haille geçilebilsin? Meryemin, aşkın mukavemet olunmaz
ahkâmına mahkûm olmaktan başka ne günahı var ? Cihanda en doğru en salim
hareket Yusufa olan ibtilâdır. Cüzün aslına tehalükünden, tabiî ne olabilir ?
İrmak denize gidiyor, aslına kavuşuyor» diye kızılır ve bu tehalük kıskanılır
mı ?
Fakat âlem onun Yusufla
olan ezelî bağını bilmiyor. Bu aşkın, çocuk dudağındaki tebessümden daha temiz
olduğunu kim isterse bilmesin, Meryem biliyor ya î. Fakat Yusuf böyle
düşünmüyor. O, halkın seviyesine inerek öyle mütalea ediyor âlemi kötü zanna
sok- maınaU için Meryemi, mazbut olmıyan haraketlerinden dolayı daima ikaz
ediyor.
Avdetle Iiamza ile Yusufun
atları gene başbaşa gidiyor ve gene hekim, kuvveden file geçiremediği bilgilerin
derunî mücadelesile meşgul olduğu için konu-
Bu durgunluk Yusufun
dikkatine çarptığı için :
Ne düşünüyorsun Hamza ?
diye sordu.
Muvaffak olmak için yalnız
istemek kâfi gelmediğini düşünüyorum.
Evet talebde sıdık ve hulus
şarttır Hamza...
Sana bir hikâyecik
söyliyeyim : Bedevinin biri, yüzüne mendil örterek yatar ve yatar yatmaz da
uyurmuş. Bu hali gören binbir vesveseli bir kimse de, onun öyle yapmıya
özenerek, onun gibi yere uzanmış, mendilini de yüzüne örtmüş.
Fakat yatar yatmaz, hayalen
kendisini, çalıştığı iş- de farzederek, mevkiini çekemiyen bir arkadaşını iş
başıya şikâyet ediyor, sonra o adamı işinden çıkarıyorlar, çoluğu çocuğu
perişan oluyor vesaire, vesaire...
İşte bu düşüncelerle
saatler geçmiş ve yatışından bir şey hasıl olmamış, yani uyuyamamış.
Bunun gfibi, talebde de
karışıklık olursa elbette muvaffak olunamaz.
O adam da bedevî gibi yüzünü örtmüş ; mendil o mendil amma,
kafa o kafa değil.
Hulus ile istenen şeyde
muvaffak olunur Hamza. Elverir ki bu istek Allahın arzusuna muvafık olsun.
Fakat isteyeceksen Yaradanı iste, zira ondan başka ne varsa belâdır, sırf can
çekiştirici bir ibtiladır.
Meryem kapıdan içeri
girerken Yusufun sesile, olduğu yerde kaldı. Sanki bir adım atsa, kâh kısılan,
kâh şelâle gibi önüne geleni sürüp götürerek akan bu ses, susacakmış gibi
kapının eşiğinde nefessiz durdu.
Yusuf, Meryem'in iik defa
işittiği bir şarki okuyordu,
Güneş desem değilsin.
Denizden de enginsin !
Benzetecek, eşin ı/ok.
Çünkü aşksın, aşk serisin !
Bu ses, gene kızın kalbine
dahp çıkıyor., bu ses bir dalga gibi yavaş yavaş çekiliyor, uzaklaşır gibi o-
lurken daha kuvvetli .savletlerle kalbine çarpıyor, bu kalbi ateşliyordu. Bu
ses, yalnız Meryeınde değil, iıer yaradılnuşm, her cittmin canında gizli bir
rnşe jjıbi titriyor, hatta mezarlarında ölüler bile bu sesi işitiyorlardı.
Sonra ihtizazile her varlığı deraguş eden, bu t»öz.ie gö- rülmiyen temas, bir
tayf gibi uzaklaşıp kayboluyordu.
Hnyır, hayır.. kaybolmuyor.
Meryemin kalbinde karar eden bu mana, bu hakim varlık, hiç fena bulur,
kaybolur mu ? Perde perde sönen, ancak onun suretidir. Manası, aşkın sinesinden
coşup geliyor, oradan kayna- yor, gene oraya avdet ediyor. Bu ses bir ölüyü
dirilt- miye, tekrar canından geçirerek yüz ölüm istetmiye kâfi idi. Bu ses taş
taş üstünde bırakmıyacak bir kıyametti.
Meryem şimdi buradan
kaçmak, bu,sesin sustuğunu duymamak için başını alıp geri gitmek istiyor. Süratle
geri dönerken eteğile su testisini deviriyor. Mah* bubun odası kapıya yakın
olduğu için gürültüyü duyarak hemen dışarı çıkıyor ve gene kızın sokak kapısından
çıkmak üzre olduğunu görünce :
Niçin gidiyorsun Meryem ?
Ummül Bedrle Sude bağçeye çıkmışlardı, şimdi gelirler. Yusuf ta evde..
S i d i, S i d i, Meryem
gelmiş, kimseyi bulamamış, dönüyor... Diye içe.riye seslenince, Yusuf Mahbubun
se- sile odasının kapısında beliyiyor ve Meryemi içeri alıyor :
Niçin bu kadar geç geldin
Meryem ?
Bilmem ki, öyle oldıı...
Sonra, hatırlamış gibi
ilâve ediyor:
Hamza bu akşam sarayda
kalacak da...
Billi şimdi burada idi,
görmedin mi ? Bir az evvel senden bahsediyor, Meryem bu günlerde çok zaif,
diyordu. Sana nar şurubu kaynattı., haydi gidelim bahçededir, seni görünce
memnun olur.
Belli ki Yusuf, bazı zaif
gören kimselerin noktai nazarına lıörnıet ederek Meryemle yalnız kalmak istemiyordu.
Yusuf ayağa kalktı, fakat
kız oturuyordu. Yusuf bir az bekledi, kız gene kalkmadı ; nihayet elini uzattı,
Meryem bu eli iki elile sımsıkı tuttu. Daha bin tan~ kolu olsa, onlarla da
tutacak, hiç, hiç bırakmamak için bütün gücüyle yapışacaktı. Bu eîden bütün
zerrelerine geçen müstevli raşe, gittikçe tazelenen kuvve- tile, kalbinin
darbalarına, vücudunun umnıtıî ahengine el uzatıyor, müvzenesini alt üst
ediyordu.
Bu el onun istinadgâhı
dünya ile tek rabıtası, yolunun meş'alesi, her teması gönlünü haraza veren, aşka
satarı sahibi idi !
Meclûbu olduğu bu el, onu
tutup kaldırırken, kız hiç «csisini çıkarmadı. Nc bir ilirttz, nc bir
«crzeııiş, ne bir sada... Sanki Yusuftan vaki olan yalnız kalmamak arzusu,
mütekabilen kendinden de vaki olmuş gibi, sakin, sessiz, kalktı. Fakat kapıdan
çıkarken:
Yusuf sana bir şey
söyliyeceğim ! diyerek durdu.
Söyle Meryem !
Otur da söyliyeyim.
Nereye oturayım ?
Nereye istersen..
Yusuf bir keçi postunun
üstüne oturdu ; fakat Meryem mutadı üzere hiç bir şey söylemedi.
Yusuf Meryemin arzusunu
yerine getirdikten sonra tekrar kalktı, beraber bahçeye çıktılar.
Güneş batmıştı. Ummül Bedri
bağçenin şurasında burasında aradılar, bulamadılar.
Mahbuba sormalıydık, nereye
gittiğini o bilirdi.» Yusufun bu sözü Meryemin tahammülünü taşırmıştı.
Bu kayıdlar niçin, nedir bu
telâşın ? Yoksa ben- den çekiniyormusun Yusuf ?
Bu sual, havaya (ırlatılan
bir taş gibi geri dönerek kızın kalbine düştü. O, bu taşı farkında olmıyarak
fırlatmıştı. Ancak onun geri dönmesile kendine geldi ve böyle bir sualin
dudaklarından çıktığına, belki Yu- suftan ziyade kendi şaştı.
Fakat artık geri almak
mümkün değildi ki... Yusuf durdu. Meryem, helecanla bekliyordu. Fakat kızın
beklediği, Yusufun cevab vermesi değil, vermemesi idi. Yusuf onun rengi uçmuş
yüzüne, hiç koklanmamış bir konca x i l>'ı huğıılıı rat ıh dudaklarına
haklı. O Mtıal, bıı ^üzcl dudaklardan ıııı çıkmıştı ? Bu sımsıkı kapalı
dudaklar şimdi, ağlamıya hazırlanmış bir çocuk tfibi masum, suçsuz ve uslu idi.
Genç kızın çehresinde derin bir zevkin izleri, grift, seçilmez manalar gibi birbirine
dolanmıştı. •
Acaba Meryem nasıl bir
hisle böyle bir sual vazet- miye lüzum görmüştü? Yoksa hakikaten Yusuf şu
dakikada Meryemden, bu ateşîn ve pervasız kızın^ kendisile başbaşa kalabilmek
için bütün İçtimaî ka- yıdlara meydan okuyacak cüretinden mi korkuyordu ?■ Eğer
Meryem böyle bir harekette bulunursa Hamza ne olur, bu darbe, onu öldürmekten
başka ne olabilirdi ?
Meryem harekâtını muvazene
edemiyor; lâkin Yusuf bu hareketleri ölçüyor, onları şekle ve inzibatar
bağlıyor. Meryem ne kendisini ne de başkalarını düşünmüyor, lâkin Yusuf hem
onu, hem de etrafını düşünüyor. Nasılki bir sairi filmenam, uykudaki fiillerinde
tehlike ve muhataralardan habersizse, Yusuftan başka her şeye uyumuş olan
Meryem de, iradesiz seyr ve hareketlerinde, yalnız Yusufun kefaleti zımanında
idi-
Meryem için her şey itibarî
ve İzafî idi. Bu mev- 'hum varlıklar ortadan kalkınca kendini Yusufla yüz yüze
ve elele buluyordu.
Yorgunsun galiba Meryem
istersen şu ağacın altında biraz oturalım! Belki Billi buradan geçer.
Meryem bu sefer uysal :
Yusuf, benim
ihtiyatsızlığım mı seni böyle titiz bir ihtiyatkâr olmıya sevkediyor ? Ben bir
günahmıyım ki benden kaçıyorsun? Söyle cevab ver!
Hayır sen söyle., daha
söyle Meryem... Seni dinleyorum ve söylemeni bekliyorum.
Fakat Meryem söylemedi;
biraz evvel pervasız konuşan kız, şimdi o değildi ki...
Artık hava iyice
kararmıştı. Bütün günün bakiyesi ufukta mor, müstevi bir çizgi halinde kalmış
boşluklara sincabı gölgeler dolmuştu.
Karanlıkta yan yana
oturuyorlardı. Meryem Yusu- fa bir şeyler söylemek, cevab vermek için bir
haraket yapıyor, fakat kelimeler dudaklarında eriyip dağılıyor, hiç bir şey
söyliyemiyordu.
Aşkın mukavemet edilmez
pençesi bu iki başı yarım bir münlıani ile birbirine yaklaştırıyor, mücessem
birer aşk ifadesi olan bu iki hayal bir noktada bir an birleşip gene yarım bir
münhani çizerek mihverlerine •dönüyorlar.
Bu hareket niçin ?
İşte cevabı olmayan bir sual! Yahud da anlaşılması müşkül bir
cevab: İnsana Yaradan’ın sevgisi, aslın kendine olan sevgisi gibidir. İnsanın
da Yaradana olan aşkı ve iştiyakı, “şey”in aslına olan iştiyak ve
aşkı gibidir.
Karanlıkta ağaçların
arasından ayak sesleri duyu* yorlar. Yusuf sesleniyor:
Billi, Billi sen misin ?
Biz buradayız, gel!
Ümmül Bedr elinde küçük bir
sepet, Sude ile
beraber geliyor...
Ne zaman geldin Meryem ?
Bir az evvel !
Sana burma topladım.
Haberin var mı, bu günlerde çok zaifladın.
I arkında değilim Ümmül
Bedr...
Sen değilsin amma, ben
farkındayın.
Hem yürüyorlar, hem de
konuşuyorlardı. Yusuf onları bırakmış, epice önden gidiyordu.
Ümmül Bedr Sudeden
uzaklaşarak Meryemin yanma geldi.
Meryem, sana minnettarım.
Meryemin bakışları büyüyerek
kendisine çevrildi :
Niçin Ümmül Bedr ?
Sen bana Yusuftan sonra en
kıymetli vücudsun!
Beni çok sevdiğini bilirim
zaten...
Niçin sevdiğimi de bilir
misin ? Sen Yusufu her keşten iyi anlıyan insansın da onun için !
Meryem, beklemediği bu
belagat karşısında ne yapsın, ne cevab versin? Acaba şimdiye kadar Yusufla yarı
gizli, yarı aşikâr geçen hayatlarından tamamen habersizmiş gibi hareket ederek,
bu nşkı hissetmemiş görünen Ümmül Bedrin her şeyden haberi mi vardı ? Yolııtu
bu, Mcrycıııi şnçırlmak için hazırlanmış bir imlihan miydi ? Fakat temiz
yürekli Ümmül Bedr bunu yapmazdı. Lsascıı şimdi kendinin bu meselede bir mevkii
yokmuş gibi heyecansız bir safvetle başka şeyden konuşuyordu. Meryemin Yusufu
görmekten, başka şey görmiye, muhitinin duyguları ve hiikümle- riîe üğraşmıya
mecali yoktu ki olup bitertîerden haberi olsun...
Meryem TJmmül Bedrin elini tutuyor ve
dudaklarına götürüyor, Yusufun zevcesi, genç kızın hem inkâra, hem itirafa
benziyen cevabını; bu busede toplanmış ola ak hissediyor.
Fakat Ummül Bedr, samimî
olan bu duygusuna rağmen, gene yüreğinde gizli bir noktanın sızısına mani
olamayor, Ne olsa, onun da bir kadınlık cebhesi var. Meryem o kadar güzel ki 1..
Maamafih hemen kendini
toplayor ve:
Meryem, hu Aİcş;<m seni
bırakmam. Knç 7nınnıı- dır çardak altında oturmadık... yemekten sonra da
Settnrlnrdn eftlencc vnr, giderir.,.
İzin yer de bu akşam
kalmıyayım Ümmiil Bedr.
Gecr. gitmeği düşünüyorsan, seni
Ömer de, M-ihhub i'V''
Bu gece babama gidecektim
de...
Sen bilirsin Meryem.
Meryem Ummül Bedrin
ısrarına rağmen o akşam kalmadı.
*
*
Kahveci Ebucafer Yusufun
vadini unutmamış, onları Aynüsselâma götürmek için bizzat gelmişti. O gece
Ebucafer Yusufun evinde misafir oldu. Ertesi gün için de hazırlıklar yapıldı.
Sabahleyin Meryemle Hamza
atlarına binerlerken» Hükümdardan gelen bir haber üzerine Hamza saraya gitmiye
mecbur oldu.
Sen git Meryem hava al,
kurtulabilirsem ben de gelirim ! diye üzülerek ayrıldı.
Zebra geleli üç gün
olmuştu. Meryem ona karşı bu üç gün içinde senelerin basıl edemiyeceği bir muhabbet
hissetmişti. Bu genç ve sade kadının mevcudiyeti, adeta bissedilmiyecek kadar
şeffaf ve nııranî idi. Fazla sâkin ve uslu mizacına rağmen, kendi ateşîn ve
helecanlı mevediyeti ile ahenkli bir tezad teşkil ediyordu.
Meryemin bir nefes çırpınmaktan
kurtulmayan gönlüne, bu kadın tatlı bir dinlenme ve rahatlık vermişti.
Ebucafer bu defa onları
başka bir yoldan götürmek istiyordu. Bu fikre Omer de iştirak etti. Ebuca- fe
rin teklif ettiği yolun manzara i ti b ar ile daha güzel olduğunu o da
biliyordu.
Meryemle Zehranın atları
önde başbaşa gidiyordu. Yusuf onlar;n arkasından bakıyor, Meryemdeki ucu bucağı
olmıyan sonsuz aşk, kızın durup dinlenmeden akan gönlü seli, kendinin mücella
bir nüshası olduğunu düşünüyordu. Meryem, .ışkının bu kudretli hızila, bir
solukta tekamül devresini geçirmiş, rabbani bir vecd içimle Yusufun kalbi
düğümünü çö/.müş ve kem dini bu ezelî stirrişteye bağlamıştı. Yusufun aşkı buruşundan
kopmuş, olan Meryem aşktan başka bir şey değildi. .
Meryem, başlı başına bir
âlem, sonsuz bir vüsat, aşkın mücessem ve müşkül bir ifadesiydi. Onu mütalaa
etmek içiıı Yusuf olmak gerekti. Yusufun yere, gö- ke sığmıyan aşkı, bu kızın
gönlüne sığınış ve onu teshir eden şu lâtif vücud, aşktan ibaret olan manası
olmuştu. Yusuf ntını sürerek Meryemle Zehranın arasına ğirdi.
Yımuf, UıırAm dolaştığımı/,
jffîrmiye alıştığımı/ yerlerin hiç birine benzemiyor. Hele şu yol, hiç insan
ayağı basmamış bir diyare çıUan acaih bir dehliz, gibi..
Sen seyahat etmedin ki
Meryem... seyahatlerde buna benzer ne acaibükler, ne güzellikler görülür.
Ben mi seyahat etmedim ?
Öyle değil mi ya I
Amman, Yusuf ne diyorsun ?
Yusuf gülerek: -- Söyle
bakayım nerelere gittin ?
Senin gittiğin her yere...
Meryem o kadar ciddî
söylüyördu ki, Yusuf bir an inanmak istedi. Kız hararetle devam etti :
—- Sen nerelerde gezdinse,
ben oraları tanıyorum. Yesreblilerin seni harikulade tezahüratla karşılama sa-
dalası hâla kulağımda... istersen oranın büyüklerini de sayayım ? Aze.riıı oğlu
İbrahim'in yaptırdığı mabedi de gördüm.
Sonra Akdeniz kıy darındaki
muhaî. ..ılı seyahatlerin, her hatırlayışımda kalbimin darbelerini şaşırtacak
kadar benim malimdir. Acaba oralarda doğup ilı- tiyarlıyanlar, beniııı kadar
memleketlerini bilirler mi ?
İşte, valisi harabeleri,
muazzam, heybetli dalgaların çarptığı ıssız kayalıkları, karma karışık korkunç
sahilterde tek başına dolaştığını ürpererek görüyorum.
Sonra, yakıcı, ateşin
çöller.., sesine dayanamıyan devenin şugutuftan içeri başını sokup bu sesi
dinleyişini Lt ?Vı ' eo «muttun, fakat ben unutmadım. Ne güzel gözleri vardı,
değil mi ?
Bu çöllerde susuz geçen
günlerini düşünürken, bütün vücudumun kuruduğunu duyarım.
Meryem, bir dua kitabı okur
gibi ibadetle, Yusu-
f»»n spvalıatlarine aid
parçaları, o Is^rlnr h^nimsfrr/'ş bir lisanla söylüyordu ki, aykırı bu parlak
tezahürünü Yusuf hörmetle dinledi.
Genç kız, Zebranın
mevcudiyetine rağmen bütün bunları söylemişti. Bu kadın sanki, yanlışlıkla
insan, kalıbı giymiş bir melekti ve bütün mevcudiyeti sanki bir isimden
ibaretti.
Kbucaferiıı söylediği gibi,
yollar hakikaten çok güzeldi. Hiç bir ta<afla insan sanatının ariyet tezey-
yünii yok... hakikî yaradılışından uzaklaştırılmamış güzel bir tabiat köşesi...
üryan bir güzel gibi tabiî, fakat keskin, avlayıcı bir güzellik...
Yo!, bir noktada o kadar
daraldı ki, atlan icker teker sürıniye mecbur oldulor. Etraf
ağaçlarla 9sms;kı örtülü idi ; yeşilliklerin tadıl ettiği güıxe$, buralara
hiç te teklifsizce sokuiaınıyor, ancak yeşilimsi huzmeler halinde sızabiliyordu.
Hattâ burada rüzgâr bile yoktu. Yalnız, ağaçların tepelerindeki
çırpınmalardan, havanın esişi hissolunuyordu. Yolun boyunca yükselmiş
sık ağaçlar, sonsuz bir çatının altına yerleştirilmiş sütunla? g«bi bu s mat
eserini .ımhi-y or <Ju,
Bu sır dıyaıına, bu yarı
vahşî toprağa Zebranın gelmesi ne iyi olmuştu. Meryem, bu ürkek., bakir top-
rakla, beşerî levsleri tanıınıyan şu güzel kadın arasında sıkı bir müşabehet
buluyordu. Zehra yüzünü aydınlatan tebessümlerle gülümsiyerek :
Ne güzel bir yermiş burası,
ne iyi ettik de geldik I diyordu.
Ormanın içine girdikleri
zaman atlardan indiler, incecik bir derenin iislüne gelişi güzel uzatılmış odundan
köprüyü zorlukla geçtiler. Aynı ince sı» hattı, kü-
•çük meydanı Ueude&ı
şekülej İl doiâşıyordu. i'ıaar, bu dolaşan suyun
ortasında idi. Esasen bu dîrecik te pınardan akan sudan hasıl oluyordu.
Nihayet incecik şırıliısıla
onları çağıran su başına geldiler. Sanki bıı ses, suyun suya akışı sesi, İlahî
bir hitabe gibi insanı ister istemez tabiî safvetine yaklaştıran kudretli hir
ahenkli. Yahml bu hck, göklerin devranından
çalınmış bir beste idi.
Meryem bu «esi } nknlumak,
bu sulan öpmek isliyordu,. Fakat hiç miimkün mü ? Onun aşkı da tıpkı böyle
yoklukla varlığın izdivacından doğmuş, ele avuca sığmaz bir lâtife değil miydi?
Bu sesde de o aşkta da, iki muasır mukaddesin birbirine benzeyen rabbani evsafı
vardı. Ömer;
•— Coc*îb>sr daha yorulrn^.dmşr.
tnı ? Bir a? olura- hm... Hem arlık su içmeyin,
yeter !
Peki Ömer oturalım. Fakat
bu sıcakta su içmemek olmaz...
-- Siz bilirsiniz ; mideniz
bozulursa karışmam.
S î.d n y ? n mırh- —iî?;r
t M-s t»-* y*’*!' -*>?!>..• ;• onu vücudumuz emiyor...
Aman Ummül Bedr sen zaten
suya dayana- mazsıu...
Bak, Yusuf ağacm altına
oturmuş bile... barı ona da bir beradiye götürelim...
Yusuf vakitsiz su içmez,
bilmiyor musun ?
Burada içilir... hem bana
bak Ömer, yemekten sonra bize uymak için gölgeli bir yer araştır; gece yarısına
kadar sepetleri ben hazırladım.
Peki Ummül Bedr. O işi ben
de yapmak istiyorum.
Ben de, ben de...
Niçin o kadar yavaş
söylüyorsun Zehra? Uyu- nak ayıb mı ?
Uzun yollara deve ile
gitmiye alışıktın ; at üs- :unde gelmek beni yordu.
Burası Aynüikamerden daha
güzelmiş, değil ni Yusuf ?
Ummül Bedr sesini duyurmak
için hem bağırıyor, hem de Yusufa doğru gidiyordu.
Evet Billi çok güzel bir
yer ; fakat orası da güzeldir.
emek yesek te bir uyasam...
sende uyuî Se- ün için zaten ne yemek ne uyku,..
Burada ua mı bana saı
^acaksın tSıil» ı‘
i aiaii ilii İUy iiî .
s c.Uigut y-. c İ-. s c it.
d> ymaz ; uyuduğun uykudan
kuşlar kanmaz. İstersen
O icrİ söyleteyim de bak...
■ Ne oluyor bu gün sana
Billi ? Barı çabuk olalım
da uyu...
Oyle amma, sen de bu gün
bir az dinlenmelisin.. Bak Meryeme teklif ediyor muyum ? Bilirim, o gündüzleri
uyuyamaz...
t'usuf zevcesine karşı pek
uysaldır:
' - Peki Billi, ben de
yatarım, üzülme !
F eryem buraya
geldiklerinden beri suyun içinde bir a a gibi duran yosunlu küçük bir taşm
üzerine zorla İki ayağını sığdırmış, kâh eteklerini topiıyarak çÖme. iyor, kâh
ayağa kalkarak bu sesi dinliyordu, ö- nun i ‘.in ancak bu muhaverenin sonuna
yeti.ştL
Ij nmül Bedrin Yusufa
gösterdiği şefkatli alâka,
genç kıza rikkat vermişti.
Seven kadın, ne kadar basit ve saf ta olsa, icabında hisli ve fedakâr da
olabiliyordu.
Yemekten sonra kadınlar bir
tarafa, erkekler bir tarafa çekildiler. Sude de bunlarla beraber gitmek istiyordu.
Geceleri bile uyku ile hemen bir alâkası ol- mıyan bu kadın niçin onlara
iltihak etmek istiyordu ? Y usuf onun da gitmiye hazırlandığını görünce :
Sen de mı Sude ? dedi.
Genç kadın, yavrusuna kanad
açan bir kuş gibi* Yusufun müdahalesinden korkarak kararını müdafaa eden ciddî
bir sesle :
F.vet !
Dedi ve yürüdü.
Yusufun Smlrvi t?flndrrmck »«temedifrinı, hal
buki bu duygulu kadının
gitmek isteyişinin sebebini Meryem pek nlâ bilmekle beraber hiç sortini
çıkarmadı.
Meryem şimdi bu münzevî
tabiat köşesinin tesiri aUında kalmıştı. Arkada kalan cemiyet takıntıları,
Hamza babası, saray, hasılı kendisile ilişiği olan her şey, yıpramış bir tarih
yaprağına gömülmüş gibi idi. Yusufun sesi :
Bak Meryem, şu böceğe bak...
‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah
göründükleri halde, güneş hattına doğru uçtukları zaman kumru göğsü gibi yanar
döner renklerle parlıyorlardı.
Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?
Evet Meryem...
— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?
— Aşk gibi, evet onun gibi...
Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır
Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu
böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru
bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah
Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her
nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına
çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı
değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve
bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk dudaklarıdırlar.
İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün
aşk vardı._
Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün hasılı senin aşkından
başka bir şey değildir. Alıp verdiğim her nefes senin yardımınladır. Benim her
iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh
bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.
Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?
Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o
diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.
Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Meryem'in sözünü
kesti.
Meryem, Billiye söz
vermiştim, bir az yatayım dedi.
Uyuyacak mısın ?
Hayır, sade yatacağım...
Uyumadıktan sonra...
İstirahat edeceğimi
vadetnıiştim. Gerçi şu anda sözümü yerine getirip getirmediğimi o görmüyor; fa-
kal benim görmem kâfi değil mi ? Harekâtıma başkalarının nigchban olmasına nr
Jfiy.ûm vnr ? Onların en yaknı müfettişi kendi vicdanimdir Meryem.
Yusuf, geçen seneden kalma
kuru yaprakların üstüne uzandı. Bir zaman, gözlerini yumarak yattıktan sonra :
Haydi konuşalım Meryem ;
bana o ber zaman sorduğun suallerden sor ; sana istediğin kadar cevab vereyim,,
diye doğruldu.
Meryemin şu anda ne suale
ne de eevaba ihtiyacı yoktu ki... O şimdi, sualle cevabın birleştiği âlemde
yaşıyordu. Zira Meryemin her müşkülü, Yusufun bir bakışından hallolur. Meryem
hiç sesini çıkarmıyor, Yusufla valnız kalmanın, onun bakışlarında haşrol- manın
zevkini, bu leziz aşk sarhoşluğunu, bir söz, bir bir nefesle bile örselemekten
çekiniyor, korkuyordu.
Yusuf, “gideyim Billiyi
bulayım,,, diye ayağa kalkarken de gene Meryem sesini çıkarmadı ve gene kız
yalnız kalınca, kuru yapraklardan başının altına koyarak yere uzandı.
Yusuf OmmOl B rdrltı ynnınn
gittiği znııınn, onlun henüz uyanmış buldu. Ağaçların arasından Ebucnferin ıo*l
; — Si di orada mı ? Sidi, aidi, baydı Üterseniz sizi gezdireyim ? diye
bağrıyordu.
Bu teklif Omorden başka
herkesi sevindirdi. Onun bir gün evvelden yorgunluğu vardı.
Merycmi herkesten evvel
zehra hatırlayarak :
Gidelim Meryemi alalım !
dedi. Zebranın bu teklifine Omer cevab verdi :
Meryem belki de şimdi size
uymaz., o kadar yere naille gitmiş olursunuz., onu kendi haline bırakın; ben
yalnız kalmaması için onunla otururum.' Zaten bugün sizinle dağ taş gezecek
dermanım da yok., dedi.
Yusuf ta dahil olmak üzere
herkes Ömerin fikrine iştirak ederek Meryemi bıraktılar.
Bak Meryem, şu böceğe bak...
‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah
göründükleri halde, güneş hattına doğru uçtukları zaman kumru göğsü gibi yanar
döner renklerle parlıyorlardı.
Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?
Evet Meryem...
— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?
— Aşk gibi, evet onun gibi...
— İnsan aşkla diri, aşksız Ölü... aşkla dirilmiş olan da, bütün
varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır.
Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır
Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu
böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru
bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah
Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her
nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına
çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı
değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve
bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk dudaklarıdırlar.
İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün
aşk vardı._
Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün hasılı senin aşkından
başka bir şey değildir. Alıp verdiğim her nefes senin yardımınladır. Benim her
iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh
bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.
Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?
Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o
diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.
Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Meryem'in sözünü
kesti.
Gezmiye gidenler avdet
ederlerken, hâlâ yerde yatan Meryemi evvelâ Ümmiil Bedr gördü ;
Yavaş olun çocuklar Meryem
de uyumuş., beni yalancı çıkardı., diyordu.
Meryem onların gürültüsünden
kalktı :
Başım ağrıyor da onun için
yattım, diyerek su başına gitti. Avdette Ömer onu yalnız bırakmak istemiyor,
atını mahmuzlayarak sık sık yanına geliyordu. Ömer nedense genç kızla bu gün
bir şeylar konuşmak, onu meşgul etmek lüzumunu hissediyor, fakat sözüne ne
taraftan başlayacağını da kestiremiyordu. Nihayet:
Bak Meryem, bu gün de
geçti, eğlendik, gezdik, oldu, bitti., diyebildi.
Evet Ömer öyle...
Her maddî gaye de bunun
gibi geçip gider. Zaten her şey, her kes, gayeye erişip devrini tamam ettikten
sonra, kemimi teşkil eden unsurlara ayrılıp on-
ara karışacaktır^
Her mevcud için bir
münteha, zuhur ettiği mebdee •efor mukarrerdir.
Yol birden bire daraldğı
için Ömer geride kaldı. Yııvaş yavaş gün kararıyor, gök yüzü benek benek
yıldızlanıyordu.
Meryemin gönlünün sırdaşı
geceler, hummalı bir intizarın şiddetile çarpan bir yürek gibi helecanlı ve
perişan geceler... Meryem onları ne kadar, ne kadar sever..
Meryem Ömerin sözlerini
yeni duymuş gibi cevab veriyor :
O kadar birden kesip atma
Ömer., bu solan, tahavyül e5en âlem içinde bir başka
âlem daha vardır kî onun saltanatı, inhilâl ve inkisamdan masundur. Çünkü o
vicdanîdir, ebedîdir.
Bir gün olup Ömerin vücudu
binası yıkılır; fakat onun vîc^anî^jzeyki-bakL.ve payidar kalır.
Meryem, söylediklerine
pişman olmuş gibi atını sürerek ileri, çok ileri, herkesten uzağa gitti.
**
Hamza, senin çok tanıdığın
vardır. İçlerinde em itimad ettiğin kimdir ?
.— Yusuftur Hükümdarım...
Ebüşşettar aşiretinin reisi Yusuf... Benim için cihanda en itimada değen vücud odur.
Hamza Yusuf için daha neler
söylediğini kendi de bilmiyordu. Hükümdar başhekiminin bu kat'î hükmü
karşısında :
Onu ben de işittim ;
mademki bu dereco itimadın var, o halde bu gece saraya getir. Fakat bu
ziyaretten kimsenin haberi olmamalıdır,* dedi.
Hamza bu davetten biraz
mütehayyir olmuştu.
Niçin çağrıldığının
sebebini sorarsa ne diyeyim Hükümdarım ?
Sadece benim çağırdığımı Boylersin !
Hamza Hükümdarın huyunu
bildiği için fazla bir şey sormadı.
Fakat niçin Hükümdara
Yusufun ismini vermişti?
Onu neden gece yarısı
rahatsız etmiye, bir kayda tabi kılmıya vesile olmuştu ? Velev Hükümdar ehem*
miyetsiz bir İş için bile çağırmış olsa, Hamza gene üzülecekti. Bu üzüntüsünü
gidip Yuaufa söylediği zaman o, gayet tabiî karşılamış :
Ben gerçi merasimli ve
debdebeli yerlere girmekten ictinab ederim; fakat senin hatırın için buna seve
seve katlanırım, demişti Hamza ise muttasıl ’
Bilsen Yusuf, Hükümdar
sorunca düşünmiye vakit kalmadan ismin dudaklarımdan çıktı. Çok pişman oldum
amma olan oldu ! diyordu.
Gece kimseye belli etmeden
beraberce saraya gittiler.
Bir müddetten beri Medayin
civarındaki asayişsiz- llfte Zeyyndın ön ayak olup, bu havalinin emirliğini
bide edebilmek için bir çok kimseleri de elde elmiş olması, hükümdarı, mukabil
ve kal'ı tedbirlerle bu işi bnstırmamn helecanı içinde bulunduruyordu.
Gerçi Zeyyadın saraydaki .
mevkii gıpta edilecek kadar yüksek ve rahattı; fakat onun haris mizacının,
resen hüküm sürmenin dağdağalı zevkini tercih etmesi pek te şaşılacak bir şey
değildi. Hakikaten Zeyyad, maksadına bir an evvel kavuşmak için çalışırken, bir
taraftan da Hükümdarın bu gizli faaliyetten haberi olup olmadığını
araştırıyordu. Hükümdar, müsahîbinin bu endîşesini de sezdiği için, bu mülakat
gecesi, bir vesile ile onu saraydan uzaklaştırmıştı. Hükümdar Hamzamn :
Geldik Hükümdarım ! diyen
sesini duyunca çocuk gibi sevindi ve :
Yusuf nerede? diye sordu.
Dışarda...
Çağır !
Hamza Yusufu Hükümdarın yanma getirerek odadan
çıktı.
Selâm merasiminden ve kısa
bir sükûttan sonra
Hangi aşiretin reisisin ?
diye sordu.
Bunu öğrenmeden mi beni
çağırttınız Hükümdarım ?
Hayır biliyorum amma usulen
soruyorum. Hem* ne tuhaf cerab veriyorsun sen ?
Belki Hükümdarım !
Hakkında güzel şeyler
duyarım., onun için sana muhabbetim vardır Yusuf..
Lutfunuza teşekkür ederim..
Maamafih halk tarafından bu
kadar sevilmene rağmen, seni çekemiyenler, fenalık etmek istiyenler de varmış.,
kimlerdir bunlar ?
Ben kimseye fenalık etmedim
ki bana fenalık, eden bulunsun..
Yusufun açık ve tasallufsuz
konuşması, Hükümdara, bu muhavereyi uzatmanın, tahmininden daha zevkli olacağı
kanaatini verdiği için sözü kesmedi :
. — Hamza senin için bana o
kadar çok şeyler söyledi ki, onun gibi bir adamı teshir etmek için büyük bir
kuvvet ve bilgiye malik olmalısın., bu kuvvet ve bilgiden bana da anlat, dedi.
Benim bilgim, kuvvetim yok;
ben insanların- en aciziyim; o öyle görmüş...
:— Kaçamaklı sözlerle
elimden kurtulamazsın Yusuf, bu bilgi ve kuvveti nereden aldığını bana söylemelisin.
Madem ki emrediyorsunuz bu
hususta sizi tenvire çalışacağım Hükümdarım. On dokuz yaşında iken bana rüyada nurlu bir çehre görünmüş ve
kendisinin ceddim ve isminin de İbrahim Peygamber olduğunu söyliyerek u seni, aslını buldurmıya
geldim, bil ki sen.
evvelce madendin, sonra
toprak oldun, sonra da bu şimdiki kalıbı buldun. İşte seni bu kalıptan da
çıkarıp aslına ulaştırmıya geldim !„ demişti. O zamandan beri hep benimle
alâkadardır. Ben, aslımla alış verişten bir nefes uzak değilim ki.. Fakat kum,
suyu nasıl çeker ve peyda etmezse benim manevî hüviyetim de aslımdan #elen
hakikat suyunu öylece emer ve kendinde gizler, göstermez. Hamza ve Hamzalar ise
bu manevî hüviyet içinde birer kum danesi oldukları için, tattıkları bu
hakikat çeşnisinden haber söyleyicilerdir.
Bak Meryem, şu böceğe bak...
‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah
göründükleri halde, güneş hattına doğru uçtukları zaman kumru göğsü gibi yanar
döner renklerle parlıyorlardı.
Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?
Evet Meryem...
— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?
— Aşk gibi, evet onun gibi...
— İnsan aşkla diri, aşksız Ölü... aşkla dirilmiş olan da, bütün
varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır.
Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır
Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu
böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru
bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah
Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her
nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına
çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı
değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve bazlarından
geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk dudaklarıdırlar. İşte, çarh
ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün aşk
vardı._
Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün hasılı senin aşkından
başka bir şey değildir. Alıp verdiğim her nefes senin yardımınladır. Benim her
iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh
bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.
Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?
Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o
diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.
Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Meryem'in sözünü
kesti.
Yusuf Üçünü Menzerin kır
sakallan arasından göz yaşlarının yuvarlandığını görerek sustu ve ihtiyar Hükümdarın
kav gibi yanmıya ziyade istidadı karşısında fazla bir şey söylemedi.
Bunca senelerdenberi
mihaniki hareketlerin yek- nesek faaliyeti ile katılaşmış, nasırlanmış
zannedilen bu kalb, ağlamayı unutmuş bu gözler, kırk yıllık bir hasretten sonra
anasına kavuşarak çocukluk saffeti tazelenen, canlanan bir kimse gibi,
birdenbire uyanmış ve dirilmişti. Yusuf kalkmıya hazırlanarak :
Bana müsaade et te artık
gideyim Hükümdarıml dedi.
Nereye gideceksin ? Ben
daha söyleyeceklerimr söylemedim ki... Bu konuşmalarımız esas mes’eleden
hariçtir. Fakat mademki gitmek istiyorsun o halde, bu can bahsini başka bir
zamana bırakalım da, seni buraya çağırışımın sebeblerine temas edelim.
Sana iki teklifim var
Yusuf., bunlardan birini kabul etmiye vatan namına mecbursun. Birincisi, baş
musahibim Zeyyadm bir müddetten beri Medayin emirliğini elde etmek için
gizlice faaliyette olduğunu biliyorum. Onun için ortalığı karışıklığa veren bu
adamı vazifesinden uzaklaştırarak bu işi sana vermek istiyorum.
Maalesef bu emrini kabul
edemem Hükümdarım, beni bundan affet 1 Ben, vücudumu tamamcı»
milletime bağışlamışımdır; fakat bunu bir karşılık mu- knbilinde yapmak
istemem. Finsen boş ve işsiz değilim ki., bütün bir aşiretin yükü benim
omuzlarımdadır. Yalnız, bir vazife ile mükellef olmak, kayd altına girmek
istemem !
Peki amma Yusuf, Hükümdarın
baş müsahib- liği şerefli bir iştir I
Benim telekkilerim, maddî
ölçülerin dar çenberine mukayyed değildir. Şerefi, ruhî ve ahlâkî tekâmül
nisbetlerile ölçmek daha muvafık değil midir ?
Zeyyad ne zamandan beri zan
altında bulunuyor ?
Zan değil Yusuf, zan
değil., onun suçu tahakkuk etti. Artık bu hareketini kanila ödemek borcudur.
~ Hamzbinın amcası,
Meryemin babası Zeyyad, emirlik gibi gaileli, zorlu bir işe kendi isteğile
kendini mukayyed edecek kadar budala mı imiş ? Fakat Mer-
yemle Hamzamn bu meselede
ne müşkil bîr vaziyete düşeceklerini düşüm ıüyor musunuz?
Ne yapayım usuf ? Esasen
şimdiye kadar onu muhafaza edişim de bu iki kuvvetli sebebdcn dolayıdır. Bu
meselede de sırf o iki değerli vücud için azamî hüsnü niyet göster* im. Fakat
maalesef bu vicdansız adamın hıyaneti sa >it oldu.
Yusufun> Hükümdarın bu
kai’i hükmünden müteessir olduğu sarahatla; görülüyordu.
Birdenbire:
Hükümdarım, bu vazifeyi
yapamam ; fak--.t ikinci teklifini her ne ise ,kabul edeceğim ; yalnı; ricamı
yerine getirmen şartile... dedi.
Söyle bakalım !
Zeyyadın affı!
Sen mi bunu teklif
ediyorsun ? Fakat o mev- cudiyetile memlekete zehir saçan bir adamdır.
Sen istersen onun da
çaresin', bulurum Bi küm- darım., nufuzunu* mevkiini elinden al, takat
Meryem'in babasının bir vatan haini olduğunu ilân etme ve onu Öldürtme !
Buna mukabil sana ne teklif
etsem kabul ede- cekmisin ?
Biraz evvel vaadetmiştim.
Hükümdarım !
O halde ben de senin
istediğini yapmayı vaade- diyorum. Fakat söyle bana düşmanın olan bu adamı
cezalandırmak elinde iken onu niçin kurtarmak istiyorsun ?
Bir düşmamn bir kabahatinin
affı* onu cezalandırmak kuvvetini sana veren Allaha karşı şükürdür.
Ama onun ^enin hakkında
olan düşüncelerini bilmiyorsun., eğer Zeyyadın
senin için fiile koymak istediği tasavvurlardan haberin olsa, onu kurtarmak
teşebbüsünde bulunmazdın.
Onun, hakkımdaki
düşüncelerini, pek iyi bilirim. Hamza bunları bana günü gününe söyler. Şahsıma
vaki olan taarruz beni rencide etmez ki Hükümdarım. Biçarenin gözlerinde ve
kalbinde illet var, tabiidir ki baş*-;' tü ? ‘ 0 görüp düşünemem ; ne yapsın?
Onun vazifesi I k ir ««uyağı ve aüllı İ>;r şey olmakla, benim ona
kırılmam ve kendime düşen vazifeyi ihmal etmem mi icab eder? Bu, kendisine
ayrılan ezelî vazifedir.
Eğer onun aklı olsaydı bunu
yapmazdı. Akıl kadar zenginlik, cehil kadar fukaralık edeb gibi de büyüle miras
olamaz.
Zcyyadı kurtarmak neden
senin vazifen oluyor.
—- Evvela bir insandır; yaradılışta birbirimizin mütemmimiyiz.
Elradi beşerden her ferd, cinsiyet cihetile beraberimiz olduğu gibi insaniyet
cihetile de kardeşi- mizdır. Fazla olarak bu zavallı, Meryemin babası, Hamzamn
da amcasıdır.
Yusuf sözünü
bitirmemiştik-, gecenin sükûnetini yırtan bir gürültü ile bir cismin düşüşü duyuldu.
Kapıda nöbet bekliyen bir cariye dayanamıyarak yere yuvarlanmıştı.
Vakit te çok geç olmuştu.
Hükümdar bir an düşünceden sonra :
Gece çok ilerledi Yusuf.,
-halbuki meselenin neticelenmesi için epiyce zamana ihtiyazıınz var. Yarın
sabah erkenden gel de bu işin son safhasını kararlaştıralım.
Bu suretle Hükümdar vakiin
ilerlemiş üWna»ındart dolayı, ikinci teklifini ertesi güne bıraktı.
***
Yusuf, güneş doğmadan
tekrar Hükümdarla karşı karşıya bulunuyordu. Bu ikinci ziyaretten Hamzanın- da
haberi yoktu.
Daha saray halkı uykuda
iken Hükümdarla Yusuf müzakerelerini bitirmiş ve meseleyi neticelendirmiş olduklarından,
artık muhtelif mevzu üzerinde konuşuyorlardı.
Yusufun gitmek için her
müsaade isteyişinde Hükümdar : — Daha erken !
Diyerek onu bırakmak
istemiyor, bununla beraber derin bir düşünce ile çengellenmiş olduğunu gammaz*
lıyan bir durgunluk gösteriyordu. Nihayet:
Sözlerein beni sarhoş etti
Yusuf., kendimi dinliyoruın ; onları yedirmeyeye çalışıyorum, diyerek kalbimin samimi
bir cephesini bir hükümdar gibi göstermekte tereddüt etmedi ve Yusufun cevabını
beklemeden :
Hükümdar:
Senin medhedilen hallerin içinde hoşuma gidenlerden biri de
cömertliğindir. Ben de cömerdim, onun için cömertleri severim Yusuf’un çehresinde bir tebessüm oldu.
Cömertlik nedir Hükümdarım?
Cömertlik, herkesin kabul ettiği manada, şuna buna para vermek,
servetinden etrafını istifade ettirmek, haşılı, maddî varlığından âleme hisse
ayırmak değildir ki., bu, İnsanî hislere malik olan ve malî kudrete sahib
bulunan her insanın tabiî vazifelerinden biridir.
Parayı, malı sana veren Allah Teâlâ’dır. O halde onun verdiğini,
gene onun kullarına vermek, bir hayırda bulunmak, gururu mucib olacak bir
hareket midir? Buna nasıl cömertlik denebilir?
Cömertlik, nefsinin arzularından,
ihtiras ve zevklerinden fedakârlık yapmaktır. Ötekini yapmak kolay, fakat bu
güçtür.
Şimdiye kadar sen nerede idin Yusuf ?
Yok, yanlış söyledim, ben nerede idim ?
Beni seninle görüştürmeyen
hep Zeyyaddır. Halbuki onu, ihsanlarıma gark etmişimdir. Kapımda iyilikten başka
bir şey görmedi. Bütün bunlara mukabil ondan sadakatten başka bir şey
beklemedim. Sadakat büyük şey., hiç Zeyyad gibi bir adam hu büyüklüğü yapabilir
mi ?
Evvelce konuşmuştuk
Hükümdarım, her kaptan sızan kendi içinde bulunandır. Meşhur meseldir: duvar
kendine kakılmakta olan çiviye demiş ki : be çivi, bana niçin bu kadar zahımlar
ediyorsun ? Çivi de cevab olarak : be duvar beni göreceğine, beni kakanı
görsene.. ben onun mahkûmuyum ; sana ne hasıl olursa benden değil, ondan gelir
demiş.
Yusuf:
Hükümdarım! Sadakat insan için, zannedildiği kadar yüksek ve
değerli bir marhale değildir. Gördüğü iyiliğe karşı bir köpek te sadakat
gösterir. Hem yalnız sahibi için değil, sahibinin dostlarını, dostlarının
dostlarını tanır. Halbuki çok insan vardır ki, doğrudan doğruya sahibine, yani
Yaradan’a havlar ve onun bilvasıta uzattığı eli, iyilik gördüğü kimsenin elini
ısırır ve bir hayvanın bile çıkabileceği basamağa yükselemez. Köpek, değil
sahibi için, hatta onun bir emri için bile canını vermekten çekinmez. O halde
insan sadık, hem can verecek kadar sadık bile olsa,, bir köpeğin yapabileceği
bu hareketle iftihar etmesi gülünç olmaz mı ?
İnsan, ancak hayvanların yapamayacağı şeyle iftihar etmekte
haklıdır. O da, bilgi ve aşktır. Bu varlığın evveli de aşk, sonu da aşktır.
İnsan, nihayette Yaradan’a kavuşacağını zannederken gözü aşk nuru ile görmeye
başlayınca, Allah Teâlâ’nın kendinde olduğunu görür ve bu görgü onda, kenarı ve
nihayeti olmayan bir zevk hasıl eder. Esasen zevk denen şeyin hakikati aşktır;
yani hakikî zevk, aşktır.
İhtirasları, ve nefsinin arzu ve zaafları hususunda insan, ne
kadar küçülür, ne kadar süfli olursa, faziletleri, kıymetleri, kemale uzanmış
manevî şahsiyeti ve aşkı ile de o nisbette yükselir ve azamet bulur.
Bu iki insan, aynı cemiyet sırlarında, aynı hayat şartları, aynı
hilkat kanunları ile yaşar. Doğup büyüdükleri dünya birdir, fakat aralarında o
kadar büyük bir mana farkı, o kadar sonsuz bir ayrılık vardır ki, üzerlerinden
beşeriyet Örtüsünü kaldırsanız, onları, gece ile gündüz kadar birbirlerinden
ayrı ve farklı bulursunuz. Biri nur öteki zulmettir.
İşte zulmetten başka bir şey olmayan insanın, bu Zeyyadların,
bir böcek kusuntusundan ibaret olan ipek elbiselerinin, parmaklarında
taşıdıkları ve aslı birer kömür parçası olan mücevherlerinin guruda bir
yangının, bir zelzelenin mahvedebileceği Kaşaneleri içinde, dünyaya sığmayacak
kadar büyük olduklarını, ihtirasları ve arzuları için her uygunsuzluğu
yapabilecek kadar gözlerinin hakikati görmekten kör olmasını hayretle
karşılamamalıdır.
İnsanı baştan çıkaran ve şaşırtan, maddeyi asıl zannedişi, manaya verilecek kıymeti maddeye
bahşetmesidir. Halbuki suretin ve mahsusatın med ve cezirinde çalkanan insan,
işte bunu yapamıyor, bunu bilemiyor.
İnsanın her alıp verdiği nefes, vücudu binasından bir taş
düşürür ve bu mamureyi yavaş yavaş kemirir; her nefes, canı, cihanın hepsinden
azar azar uğurlar. Geçen, zaman değildir, kendisidir, fakat bilmez. İşte, her
nefesiyle ister istemez harcadığı canına mukabil, bir başka solmayan ve
kaybolmayan can almalı, gönül zevki ele getirmelidir ki, bir gün olup iflâstan
ve şuursuzluktan kurtulsun.. Zira cihanda tebeddül ve tahavvüle uğramayan bir
tek muzaffer varlık vardır: mana! Bu da, vicdanî zevkle bilinir. O zevki de
hasıl edecek aşktır!
Her şey, bütün varlıklar ondan doğmuş ve ona ulaşmak için
yaratılmıştır.
Bir insan karşısına bir taş alıp dertleşemez. Ey taş, bak şu
çiçek ne güzel! Yahud, bu gün başım ağrıyor! Diyemez, dese de sözlerini
mevziine sarf edemediğinden heba etmiş olur. Keza, duyguları taşlaşmış, mana ve
hakikatten nasibsiz yaratılmış kimselerde de taş evsafı vardır.
Onlara da doğruluktan ve iyilikten, mana ve hakikatten
söyliyemezsiniz, söyleseniz de derdinizi anlatamazsınız. Nasıl ki bir taş her
hangi bir uzvunuza düştüğü zaman orada bir zahım [Yara, ceriha.] , bir ağrı hasıl
ederse, onların da size temasının keza bir ıztırab ve nahoş bir tesir bırakması
tabiîdir.
Yoksa bu gibi kimseler, güzelliğin ve iyiliğin, mana ve
hakikatin zevkini tatmış olsalar ve iyiliğe müstaid olarak yaratılmış
bulunsalar, şüphe yok ki bu mukavemet kırıcı güzelliğe şiddetle perestiş
ederlerdi.
İlâhî muvazene, rabbani şuur, mana ve aşk ile kıvam bulmuş bir
vücuda malik olmayı kim istemez?
Onun zeval bulmayan satvet ve hükmüne sahip olmayı kim dilemez?
Ancak bunu istemek te ezelî bir vergidir.
Güzelliği isteyen, mutlak güzeldir; zira insan kendi benzerine
meclûb [Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. *
Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. ] olur ve kendi manasını
bulduğu şeyin hayran ve müsahibi olur; ülfet ve ünsiyeti de onunla eder.
Binaenaleyh her kesin kendi cinsine meyletmesi tabiîdir. Aşikâr
ki bülbül bülbülle, karga da karga ile uçar.
Şimdi Hükümdarım, emrini yerine getirmek için bana müsaade et te
gideyim..
—Yolun açık olsun Yusuf., avdetini [dönüşünü] sabırsızlıkla
bekliyeceğiın.
Dün gece nerede idin Yusuf
?
Ebulkasıma gitmiştim..
Eve çok geç dönmüşsün.
Evet, konuştuk, lâkırdıya
daldık..
Niçin üzgün gibi duruyorsun
öyle ise ?
Sana öyle geliyor, her
zamanki gibiyim !
Değilsin ! yoksa bana mı
canın sıkıldı ?
Sana mı, ne münasebet
Meryem ? Niçin bunu ikide, birde söylüyorsun benim sana canım sıkılır mı?
Bilmem ki...
Meryem, ellerini okşayan
Yusufun eline baktı. Yusuf, unutmamak istediği mühim bir şey olunca, yüzüğünü
küçük parmağından çıkarıp yanındaki parmağına geçirirdi. Gene öyle yapmıştı.
— Bak Yusuf yüzüğünün
yerini değiştirmişsin. Mühim bir işin olduğu bundan da belli ?
Birine mi bir şey
söyliyeceksin, yoksa bana mı söyliyeceklerin var ?
Hayır Meryem, nereden
çıkarıyorsun bunları ?
Hayır deme, söyle Yusuf...
hani sen bana, derd ortağım, dersin; şimdi niçin söylemiyorsun ? Ben ise sana
en basit hadiseleri bile söylerim. Halbuki sen şimdi...
Söylenecek bir şey olsa
elbette söylerdim...
Sözün iki taraflı kılıç
gibi Yusuf! Söylenecek bir şey olsa ne demek!
İzah et söylenmeyecek kadar mühim bir iş demek
mi bu ?
Meryemin görüsü, Yusufa
taalluk eden işlerde al- danmazdı. Gene kız onun, kendinden saklamak istediği
bir muammanın ucunu tuttuğuna kanidi. Fakat bunu, Yusufu tazyik ederek
söyletmenin imkânsızlığına kanaat getirerek sustu. Belli etmeden evin içindekilerin
bilip bilmediklerini araştırdı; fakat herkes sâ* kin ve müsterihti. Hattâ
Yusufun işlerinden en fazla haberli olan Omer bile tamamen kaygusuzdu. Meryem,
Önüne geçemediği bir üzüntii ile evine döndü. Yüzünü bulutlayan elemli mâna,
Gamzenin, dikkatini celbet- miştı ; daha kapıdan girerken :
Nen var Meryem, rengin
sapsarı ? diye sordu. Hatnzanın gözleri de kızın yüzünü dikkatle taradı. Fakat
genç adam hiç bir şey sormadı, sofrada işlihastz- lığını da ilk defa itirazsız
kabul etli.
Meryem yatağa girdiği zaman
o kadar kuvvetli ağlıyordu ki, Haınza kızın sesini kendi odasından duydu ve bu
sevdiği vücudu hırpalıyan hıçkırıklara tahammül vücmîyerek, yavaşça Meryemin
kapısını açtı.
O, hiç bir şey farkedecek
halde değildi; genç adamın geldiğini de duymadı..
Hamza, ölüm halindeki
hastalarının başında bile bu çaresizliği, bu yesi, bu füturu hissetmezdi. Meryemin
derdi, ölümden de beterdi. Hamza gene yavaşça kapıyı örterek çekildi.
***
Gamze sabahleyin Hamzayı
kendi odasında görünce mutad olmayan bir durum olduğunu anladı. Hamzanın
yüzünde bir asabiyet dalgasının cezir ve meddi görüuluyordu. Onun neden
bahsetmek istediğini, Gamze hemen hemen anlamıştı. Nitekim Hamza, kızın tahmin
ettiği bahse hemen temas ederek :
Meryem nerede Gamze ? diye
sordu.
Bağçede..
Bu sıcakta bağçeye çıkılır
mı ?
Ben de söyledim amma
dinlemedi.
Meryem hasta değil mi Gamze
?
Hayır Sidi !.
Saklama Gamze, Meryem
hasta. Hem sen, onun hastalığını benden iyi biliyorsun.
Meryem'in hasta olmakta
hakkı var. Amma ben de hastayım. Benim hasta olmıya hakkım yok mu Gamze?
Söyle, söyle, açık konuşmak
bana istirahat ve teselli verir. Sel), Meryemin yakını olduğun için fikirlerinden
istifade etmek istiyorum ; niçin cevab vermiyorsun ?
Meryem hasta., fakat bu
hastalık uzvî cleğil ki onu tedavi edeyim... Onun gönlü hasta..
Benim de gönlüm hasta.,
elimde olsa kendi gönlümü tedavi ederdim. Fakat benimki bir kıvılcım, onunk
bir volkan î
Ben bu--kıvılcıma tahammül
edemiyorum d& deli divane oluyorum ; sonra onun dört tarafa kol atan a-
levlerini nasıl görmemezlikten geliyorum ? Meryemi hasta eden benim 1 Ben hodbin ve hain bir adamım Gamze.. Siz hepiniz,
Meryemin derdini biliyor ve ona
orgunuz.
Onun derdini ben de
biliyorum, fakat acımayorum. Hepini/den ziyade onu ben sevdiğim halde kendime
daha ziyade acıyorum. Eğer or«; acımış olsaydım...
Gamze heyecandan nefeü
tutulmuş a «im du
daklarında yanın kalan
cümleyi tamamlamasını bekledi. Fakat genç adam :
Sen söyle Gamze, ona
acısaydım ne yapardım? dedi.
Niçin susuyorsun ? Sen
Meryemin dostu isen ben düşmanı değilim. Söyle diyorum, açık konulalım!
Gamze hakikaten ne
söyleyeceğini, «e tarzda konuşmak lâzım geldiğini şaşırmıştı. Şimdiye kadar Meryemin
aşkına dair bir tek imade bile bulunmamış o- lan Hamzaya ne olmuştu ? Yoksa
onun mu ağzını ara- yor, onu mu söyletmek istiyordu ? Gamze hiç bir şey
söylememeyi münasib görerek sükûtta ısrar etti. Fakat Hamza da bu hususta
musirdi.
O halde gidip Yusu^,
yorayım., dedi ve yürüdü.
O zamana kadar bir heykel
gibi dilsiz duran Gamze anî bir telaşla :
Niçin ona soracaksın, niçin
? Sidi dur biraz.. Diye bağırdı, fakat gene hekim kapıdan çıkmıştı bile...
***
Bu cesaretsizlik,
Yusuf’un hakikati saklaması korkusundan değil, bilâkis, duyacağı hakikate karşı
kendinde, tahammül kuvveti görmediğindendi.
İşte nitekim demindenberi Yusuf’la karşı karşıya oturdukları halde, hep
aynı cesaretsizliği gösteriyordu. Esasen bu sualin artık kıymeti de kalmamıştı;
ortada meçhul kalmamıştı ki istifham olsun ?
Hamza ihtiyarsız bir
hareketle Yusuf’un elini tutup öptü. Bu el de, bu elin sahibi de masumdu. Hamza
bu aşk davasında ona nasıl bir töhmet koyabilirdi İti, bu işi gayb
kararlaştırmış ve kaderin bu gizli sahifesi, ne kadar zaman evvel ona rüya
halinde ilâm [bildirmek, öğretmek. ] edilmişti.
Artık Yusuf’a
“Meryem’in sevgilisi kimdir ?„ Diye soracak olsa, şüphe yok ki bu el geri
dönecek ve kendini göstererek : “Ben„ diyecekti.
Hamza’ya hayatın,
hilkatin manasını ve sırrını öğreten, onu şuursuzluk karanlığından, bilgi ve
hakikat fecrine kavuşturan Yusuf, ancak böyle merdce cevab verebilirdi. Meryem
onundu. Onun aşkı için yaratılmış bir vücud, hayır, hayır, Yusuf’un ruhundan
kopmuş bir nurdu. Hamza bu hakikati pek çok zamandır bildiği halde,
bilmemezlikten geliyordu.
Bu derunî badirede de
ona gene Yusuf yardım edebilirdi. Fakat bu gün Yusuf’un halinde, göze çarpan
bir durgunluk vardı. Genç adam bu mücadelede iken o :
— Ne iyi ettin de geldin Hamza, ben de seni
şimdi çağırtacaktım.. dedi ve kısa bir düşünceden sonra sesine koyduğu büyük
bir irade ile:
— Hükümdardan aldığım emr üzerine bu akşam
Medayin’e hareket edeceğim ve orada bir sene kalacağım. Bundan kimsenin haberi
yok, hem de olmamalıdır...
Hamza Yusuf’a niçin
gelmiş ve nasıl beklemediği bir emrivaki ile karşılaşmıştı...
Bu haber, genç hekimi
yıldırımlamış, divaneye döndürmüştü. Artık Yusuf’tan hiç bir şey saklayacak
halde değildi.
Kendine bile korkunç
gelen bir sesle haykırdı :
— Medayinde ne işin var ? Sen bizi nasıl
bırakırsın ?
— Bu meselenin teferrüratını Hükümdar sana
bizzat anlatacak. Senin itimadını kazanmış bir kimse olduğum için beni oraya
memur etmek istedi; ben de kabul ettim. Hamza, nihayet gönlünün en gizli
yaprağını da açtı:
Hayır, benim bildiğim
Yusuf, böyle bir işi bir mecburiyet olmadıkça yüklenmez. Demek ki Hükümdar
seni bunun için istemiş? Niçin hemen razı oldun ? Bu meselde muhakkak gizli bir
sebeb var, belki de bir değil bir çok, pek çok sebebler var...
Yoksa Meryem'i bana
bırakmak için mi gidiyorsun! Gitme Yusuf.. sen gidersen o yaşamaz., gitme..
bize acı da bu işi yapma! İstersen Hükümdara ben söyleyeyim, o beni kırmaz!
Olmaz Hamza söz
verdim. Bilirsin ki Yaradandan başka, kimse benim sözümü çeviremez.
O halde sebebini
söyle, niçin, kimin için gidiyorsun ? Eğer bu gidiş onu bana terketmek içinse,
o, seni görmeden evvel de, sen onunla benim aramda idin. Meryem seni tanımadığı
zamanlarda da gene senin için yaşıyordu. O sende, aşkını, manasını, aslını gördü.
Evvelce de gene bu manaya, aşka ve aslına gönül vermişti. Sen nereye gitsen,
nerere kaçsan o benim olamaz.
Bunu sen benden iyi
bilirsin., o halde bu gidiş niçin? Benim aşkım bu büyük fedakârlığa değmez. Sen
gidersen Meryem yanar, sevdiğim o güzel vücudu harab olur, biter.
Hamza, Yusuf’un
sarsılmayan azimli, kararı ve tabiî, sâkin çehresi karşısında büsbütün itidal
ve sükûnetini kaybetmişti. Sözünü yarım bırakarak telâşla yerinden kalktı, bir
ok gibi hızala odadan fırladı. Aynı telâşla kapıda duran atına bindi. Onun uçar
gibi gidişini görenler,
-Hekim Hamza gene bir
canı, kurtarmaya gidiyor! diye arkasından takdir ve minnetle bakıyorlardı. Hamza,
hakikaten can kurtarmaya gidiyordu. Bu kurtaracağı can, sevgilisinin canı idi.
Şüphe yok ki bu, onun en büyük muvaffakiyeti olacaktı.
Meryem’in odasına
girdiği zaman helecandan, yorgunluktan, telâş ve ıztırabdan konuşamıyor, büyük
soluklarla dinlenmeye uğraşıyordu.
Meryem onun bu aşırı
heyecanından korkmuş, mermer sütüne sırtını dayamış, bekliyordu. Nihayet gene
adamın dudakları kımıldadı :
—Meryem, gel! seni ilk
defa Yusuf’a götürdüğüm gibi gene götüreceğim., hem bu defa bir daha geri
almamak üzere., zira sen benim için değil onun içinsin. Sus, olmaz, deme
Meryem! gel diyorum sana., yürü, yürü de gidelim. Siz, ikiniz birbiriniz
içinsiniz,. Allah beni, sizi birbirinize tanıştırmaya vesile ettiği için
müteşekkirim. Şimdiye kadar bile bile sana ıztırab çektirdiğim için beni affet
Meryem...
Bugüne kadar seni,
aşkın manasına, hakikatına tercih ettim. Fakat artık sen, hakikat oldun, aşkın
manası, kendisi oldum. Biliyorum, artık Meryem’in vücudu kuru bir namdan
ibaret... O, hüviyetini aşkla tebdil etti. Gel Meryem, o büyük mananın zarfı
olan şu vücudu da o aşka götürelim. Bırak, bu şerefte benim olsun. Hem ben seni
bu suretle, kaybetmemek üzere kazanacağım Meryem. Sen, evvelden olduğundan
fazla şimdi benimsin. Zira, artık maddî olarak senden bir şey beklemiyorum...
Dudaklarımdaki ismin,
artık bildiğim, ihtirasla arzu ile sevdiğim Meryem’e aid değildir. Şimdiden
sonra bu ismi ibadetle anacağım ve seni özlediğim zaman, Yusuf’un kalbi
mahşerinde arayıp bulacağım...
Haydi Meryem., seni
hemen, şimdi Yusuf’a götürmem lâzım, yürü!
— Yalnız, peki, de; başka söz istemem !
— Hayır Hamza !
Hayır mı ? Yusuf’tan
çekiniyorsun; beni muztarib etmemeyi sana o telkin etti, değil mi ?
…………….
— Fakat ben artık muztarib değilim! Şu
anda, yıllardanberi unuttuğum bir rahatlık hissediyorum...
Haydi Meryem, çabuk
ol, kaybedecek zamanımız yok...
— Olmaz Hamza I
— Olacak; olması lâzım ! Yusuf bu memleketi
terketmek üzre.., koş, yetişelim., seni bana bırakmak için uzaklara gidiyor...
Seri de, sen de onunla git! Bunu ben
isliyorum, sana ben yalvarıyorum !
Hamza Meryem’in
ıztırab ve şaşkınlığından istifade ederek kolundan zorla sürüklemek istedi.
Fakat o, bir adım bile atmadı.
Hiç Meryem, bu
müteayyin varlığı ile Yusuf’a gidebilir miydi ? Ondan da ayrılamazdı. Hamza’nın
dudaklarının tebliğ ettiği bu haber, bir hançer gibi genç kızın kalbine
saplandı.
— Haydi Meryem çabuk ol.. Yusuf gidecek,
belki de yola çıktı, gidiyor.
Genç kız yürek delici
bir çığlık kopararak ileri doğru atıldı.
Manası, Yusuf’un aşkı
mahşerine [gitmesi gereken toplanma yerine ]uçup gitmişti bile..
Beyaz elbiselerinin
bir köpük gibi örttüğü bu vücud, nurdan düzülmüş bir aşk tuhfesi gibi yere
düştü.
Aşkın bu canlı
belâgatı gene adamın dudaklarını kat'î bir hükümle kımıldattı: İşte, “aşk bu imiş”, canın; aşka
vermekmiş, dedi.
O Meryem’i, bu
mücessem aşk vecizesini, bundan daha veciz bir kararla damgalıyamazdı.
Hamza, yağmalanan
duygularının kıyameti içinde perişan ve harab, bu büyük ölünün yanından, nereye
gideceğini bilmeden fırlayıp çıktı. O, şimdi, rüzgârın önüne düşmüş bir yaprak
gibi çöllere doğru koşuyor,, koşuyordu.
SON
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar