FRİEDRİCH NİETZSCHE ZERDÜŞT BÖYLE SÖYLÜYORDU İnsanüstünü (Übermensch) nün Felsefesi
Not: Tahrif edilmemiş hali...
Türkçeye çeviren ve tahlil kısmını Yazan
Prof. Agr. Dr. MAHMUT SADİ
İstanbul
1934
Kader Matbaası
“ZERDÜŞT” UN BİR
TAHLİLİ
Zerdüşt, “Münzevi”lerden en büyüğünün sesidir.
Cemiyetin mevcut nizamını beğenemeyenler, ona yeni bir ülkü vermek isteyenlere
tarihin her devrinde tesadüf edilir. Fakat Nietzsche bu mütefekkirlerden tamamen
ayrı bir vasıf taşır.
Onun isyanı bir “hayattan kaçma” değil, bir hayata
girme, bir bedbinlik değil, koyu nikbinlik (iyimserlik) gösterir. Öteki “Muztarıp”
(acı duyan)lar yalnız yıkar, Nietzsche yıktığının yerine yeni bir şey kurar.
Nietzsche “münzevi”lerin en samimisidir. O, göründüğü gibi yaşamış, duyduğu gibi görünmüştür.
Devrinde gelseydi onu bir kahraman olarak görecektik. Fakat 19 uncu asırda
gelen Nietzsche ıstırap ve ihtiraslarını Üniversite kürsüsünde tatmine uğraştı.
Lâkin bu tam bir tatmin olamazdı.
İşte “imkân” ile “Emel” in bu muvazenesizliği
Zerdüşt'ü doğurdu. Üniversite
kürsüsünde söyleyemediği her şeyi Zerdüşt'ün dili ile söyletti. Böylece Zerdüşt
Nietzsche’in iç şahsiyeti oldu.
Zerdüşt; İranlı bir mütefekkirin ismidir. Fakat İran
Zerdüşt'ü bu günkü İsevi ahlâkiyata esası olan diğergâm ve liberal fikirleri
telkin ediyordu. Nietzsche Zerdüşt’ü bunun aksini yapar. Bütün diğergâm ve liberal
temayülleri yıkar ve küçük insaniyetçilik telakki ettiği bu fikirler yerine “kahraman
insaniyetçilik” i ikame etmek diler.
“Zerdüşt”ta ilk rast geldiğimiz yeni mefhum “insanüstünü” dir.
Nietzsche'nin “insanüstünü” dinsizleşen hayatın yeni
ülküsüdür.
Dinsiz mütefekkirler arasında da en samimisi Nietzsche
dir. Birçokları dimağca dinsiz fakat ruhça dindar kaldılar. Dinsiz mütefekkirlerin
en büyüklerinden biri plan Schopenhauer'de bile bu ikiliği buluyoruz. Bu
filozofun en yüksek insan tipi olarak ileriye sürdüğü “aziz” mefhumu İsa
aleyhisselâmın “aziz” lerine ne kadar benzer. Onlar gibi cefakâr, onlar
gibi ıstıraba teşnedir. Hâlbuki Nietzsche “bütün tanrılar ölmüştür”
dedikten sonra ruhunu Hristiyanlığın bütün izlerinden sıyırmaya muvaffak olmuş
ve ölen ilah yerine yepyeni bir ülkü bir mefhum yaratmıştır. Bu, “insanüstünü”
dir..
“İnsanüstünü” bir
mabut, bir aziz, bir melek değildir Bilâkis tamamen toprağa bağlı, bütün
tatminini toprakta bulabilen bir insandır.
Bu insanın kafası dahi, bedeni yiğit, seciyesi kahraman
ve iradesi çeliktendir.
Nietzsche, cemiyet içinde “insanüstünü” ve birde
kitle tanıyor. Kitlenin gayesi ve en yüksek tekâmülü “insanüstünü” nü
yetiştirmektir. Kitle kendi kendine bir yön ve bir gaye vermekten acizdir. Böylece
cemiyeti hareketsizlikten, gayesizlikten koruyacak biricik unsur “insanüstünü”
dir. Nietzsche 'nin bu fikri “İçtimaî darvinizm”
e dayanır.
Cemiyet ve medeniyet şartları orta tipi ve kitleyi refaha
ulaştırmaya uğraşırken hakikî hayat mücadelesinin ihmali yüzünden üstün tipler
gittikçe azalıyor.
Eski Yunan ve Romanın inkırazı bu suretle olmuştur.
Bu milletlerde kültür yaratan “Üstün tip” mahv
olmuştur. Yoksa kitle yaşamaktadır. Yunan ve Roma’da görülen bu hadise bu günkü
garp milletlerinde de kendisini göstermektedir. Yirminci asrın konforlu medeniyeti
sosyalist prensipler üzerinde işlerken iradeyi zaafa uğratmakta ve kültürü
yaratan sınıfta veludiyeti (doğumları) azaltmaktadır.
Avrupa milletlerinin hemen hepsinde tespit edilen
veludiyet nispetleri şunlardır.
ORTALAMA
ÇOCUK SAYISI
Irgat
ve uşaklarda 5,2
Amelede
4,1
Kalfalarda 2,9
Memurlarda 2,5
Büyük
memurlarda 2
Serbest
meslek erbabı 1,9
Üniversite
profesörleri 1,5
En
yüksek kabiliyetli insanlar 0,5
Hemen
her batında büyük kâşifler veren meşhur bir ailede şimdiki halde ortalama çocuk
miktarı 2,8 olduğu halde
1 batın evvel 3,7
2 batın 4,8
3 batın 5,9
4 batın 5,9 dır.
Bu veludiyet farkının bir milletin bünyesinde ve
terkibinde nasıl bir tesir yaptığını göstermek için yüksek kabiliyette
insanları A, orta fertleri B harfile gösterelim. Bu iki sınıf arasında
veludiyet farkı
30 sene sonra
60 sene sonra
150 sene sonra
Görülüyor ki medeniyet şartları kitledeki velutluğu (doğumu)
çoğaltmaktadır.
Kitlenin ıstırapları ile uğraşan Hristiyan ahlâkiyatı
Nietzsche ye göre bir “köle ahlâkiyatıdır”.
Nietzsche buna karşı bir “efendi ahlâkiyat”ikame
etmek ister. “insanüstünü” nü daha yakından anlayabilmemiz için Nietzsche
nin “son insan” mefhumunu bilmemiz lâzımdır. “Son insan”
“insanüstünü” nün tamamen aksidir. Hakir ve acınacak bir mahlûktur. Bu tipi
Nietzsche şu cümlelerle gösterir.
Sevgi nedir?
Yaratılış nedir?
Hasret nedir?
Yıldız nedir?
Son insan bunları sorar ve gözlerini kırpar.
Zaman zaman bir az zehir, bu tatlı hülyalar verir ve
sonunda biraz daha fazlaca zehir, buda hoş bir ölüm getirir.
Çobansız bir sürü, her kesi ayni şeyi ister, herkes aynıdır,
başka bir şey dileyen arzusu ile tımarhaneye gider.
Burada gösterilen “son insan” bir hayal mahsulü
değildir.
Yirminci asrın kibar sosyetesinde bugün yaşamaktadır.
Hatta bu sosyete de yaşayan biricik insan tipi odur.
Böyle bir kitle içinden üstün bir insan çıkamaz. Onun
için Nietzsche bu kitleyi feda etmek ister.
Gerçek bu insan tipinde biyolojik tereddiler (soysuzlaşmak)
aşikârdır. Bir yandan bütün teferruatına kadar tatbik edilen bir iş bölümü ve
ihtisasçılık ruh ve bedeni tek taraflı bir faaliyete icbar ediyor.
Öte yandan konfor şartlarının tekemmülü birçok tabiî
garizeleri (asıl huyları) körletiyor. Sosyalist prensipler de ferdî iradeyi
kullanmaktan ve işlemekten alıkoyar. Bu şartlar altında Avrupa medeniyetinin
kendi yükü altında ezileceğini vuzuhla görenler çoğalmaktadır.
“Spengler”
garbın sukutu, “Wallas” beşerî istifa, “Sallmayer” veraset
eserlerinde bu neticeye varıyorlar.
Nietzsche, kendi kendine tereddiye meyleden bu kitleleri
içinden kımıldatacak unsur olarak “İnsânüstünü” nü alıyor.
“İnsanüstünü” ile
kitlenin vaziyeti, ordu ile başkumandanın vaziyeti gibidir. Birisi yalnız
emretmeğe, öteki yalnız itaate memurdur.
Liberalizmi yıkan bu “İnsanüstünü” mefhumu en
büyük siyasî ve içtimaî tesirini zamanımızda göstermektedir.
Hitlerin otorite fikri, Mussolini faşist mefhumu ve
dünyayı saran şahsiyet ihtiyacı hep liberalizmden ayrılıp az çok “İnsanüstünü”
ne varmak isteyen bir temayülün ifadesidir.
“İNSANÜSTÜNÜ”
NASIL YETİŞECEKTİR?
Nietzsche bunun kitle içinde değil dışında ve inzivada
yetişebileceğine kanidir. Fakat şüphesiz bu biraz romantik bir tasavvurdur.
Bugünün kitlesine kumanda edecek bir şahsiyetin artık
kitle dışında ve kendi inzivası içinde yetişebilmesine imkân yoktur.
Bu belki beşeriyetin en iptidaî devirlerinde; kabildi.
Bugünkü insanın muğlak (karışık) yaşayış ve psikolojisi
ilmin hayatının her safhasına girişi artık hudayinabit (ekilmeden biten ot veya
ağaç. Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam) bir “İnsanüstünü” yetişmesine
imkân veremez.
Nietzsche'nin idealine götürebildi öteki yol bilâkis
kitlenin içinde geçer. Her fertte uyuyan bedenî ve ruhî kudretleri işletmek,
rekabet şartlarını teinin etmek, üstün bir tipi yetiştirmeğe daha fazla
elverişlidir. Onun için bu noktada Nietzsche'den ayrılmak ve onun tavsiye
ettiği umumî cehil yerine umumi talim ve terbiyeyi koymak gerektir.
Nietzsche'nin “İnsanüstünü” demokrat bir rejimin
reisi değildir,
O, halkın içinde yaşayan, herkesin dert ile hemdert olan
bir şahsiyet olarak düşünülmemiştir. Bilâkis fertlerin küçük dertler ile
hemdert olmak onun irade ve icra kudretini yıpratır.
Bu endişe daha Goethe'de bile mevcuttur.
Nitekim Herder’in “Fikirler” i intişar edince Napoli'den
bir dostuna yazdığı mektupta aynen şöyle söylüyor.
“Bu çeşit insaniyet galebe çalarsa korkarım ki dünya bir
hastane haline gelecek ve herkes birbirinin sadık hasta bakıcısı olacak”.
Gerçek daima acımakla vaktini geçirenin irade kudreti
söner.
Ve çok defa açmana da bir iyilik edilmiş olmaz.
Nietzsche'nin telâkkisine göre Hristiyanlıkla demokrasi
ayni kökten menşeini alır. Nietzsche demokrasiyi büyük ve kudretliye, küçük ve
âcizin duyduğu bir kin olarak telâkki eder.
Bu kin yukarıda ve üstte gördüğü her şeyi yıkmak ister.
Ve ancak kendisi gibi olanlara tahammül eder.
Nietzsche'ye göre demokrasi aşağı tabakayı yükseltmez,
bilâkis bunu yapayım derken üst tabakayı alçaltır. Bu nevi insaniyetçiliğe Nietzsche köle
insaniyetçiliği diyor.
Ve bunu yıkarak yerine “insanüstünü” ne götüren
kahraman insaniyetçiliği koymak istiyor.
*
* *
Zerdüşt’teki orijinal fikirlerden birisi de ruh ve beden
münasebetidir. Nietzsche bedenden ayrı bir
ruh kabul etmez. Hatta bütün ferdyeti bedenden ibaret telâkki eder.
“Ben tamamen bedenim başka hiç bir şeyim yok, ruh ise
bedende mevcut bir şeyin adıdır”
Nietzsche'ye kadar ruhî tezahürlerin bedenle alâkası
vuzuhla tespit edilmemiştir. Nietzsche hekim ve tabiiyatçı olmadığı halde dâhiyane
bir sezişle insan fizyolojisinin hududunu genişletmiş ve “ruh beden birliği”
ni tebarüz ettirmiştir.
Bilhassa Powlow'un meşrut (şartlı) refleksler sahasındaki
araştırmalarından sonra ruhla beden arasında ne kadar sıkı ve muğlak bir
irtibat olduğu meydana çıktı.
Bugünün nazarı ve amelî tıbbında ruh ve beden birliği en
esaslı prensiplerden birisi haline geçti.
Bedenin faaliyetinde ki büyük şuuru Nietzsche en güzel
bir şekilde ifade ediyor.
“Bedeninde en parlak fikrinden ziyade şuur vardır.”
“Beden “Ben” e der ki şuran ağrısın ve orası ağırır. Ve
ağrısının durmasını düşünür.”
Gerçek uzviyet kendi işlentisinde ne kadar aşikâr bir
şuurluluk gösteriyor. Gıdası tükenen uzviyet iştiha işaretini kullanır, sükûne
muhtaç olunca o kendisi ile mağrur olduğumuz koca beyni felce uğratmaktan
çekinmez, hastalanan uzvu cebrî bir sükûnet vaziyetine getirir.
Demek ki uzviyet körü körüne bir otomatik ile işleyen bir
makine değildir. Hâlbuki mihanikiyetçi [1]
(ahenkli) bir mektep uzviyeti hâlâ böyle bir makine gibi telâkki eder. Öte yandan
Driech, Bier gibi yeni vitalistler [2]
uzviyetteki bu şuuru modern tababetin (tıp) hareket noktalarından birisi olarak
ele almış bulunuyorlar.
Nietzsche vecizelerinin kıymeti gündelik hayatımızda
kendisini gösterir.
Kültür insanında tabiî garizeler (huylar) gittikçe
sönmektedir.
Sönen bu garizeleri uyandırmak için miktarı gittikçe
artan sun'î vasıtalar kullanmak icap ediyor.
Bir banker, bir profesör, bir memur, bir köylünün doyduğu
yemek iştihasını duyabilmek için neler feda etmeğe hazırdır. Fakat bunu hiç bir
zaman duyamaz. Bunun yerine az çok zararlı bir takım müştehiler (iştahı
sevenler) kullanmağa mecburdur.
Tenasülî garizeyi körleştiren medeniyet şartları bunun
yerine ne kadar sun'î vasıtalar ikamesine çalışıyor.
Denemez ki bu iptidaî garizelerin azalması bir terakki
eseridir.
İnsan bilâkis garizelerinin kudreti nispetinde kâmil bir
insandır.
Bu garizeler körleşince ruhta söner.
İnsan için cinsiyet hayatının haricinde ruhî hayat
yoktur.
Asketler (derviş, sofiler), fakirler, harem ağaları
içinden bir daha çıkması mümkün değildir.
Bu böyle olunca medeniyetin tabiî garizeleri öldüren şartlarıyla
mücadele mecburiyeti hâsıl oluyor. Modern spor bu kıymetli vasıtalardan
birisidir.
Gerçek spor faaliyeti esnasında beden tabiîliğine ve
iptidaîliğine döner.
Ve en faydalı spor tabiî oyuna en çok yaklaşan spordur.
Bu kıymetli vasıtanın yayılması ile beraber yaşayışımızın
her safhasında yalnız rahatlığı gözeten konfor fazlalığından kaçınmak, bedenin
sesini daha yakından dinlemek gerektir.
Sesini dinlenemeyen beden ruhtan intikamını alır.
Nietzsche bedene bu tabiî yaşayışı bahşederken dimağa da
en yüksek bir irade veriyor. O orada “İnsanüstünü” nü doğurma
iradesidir.
*
* *
Zerdüşt’te Nietzsche'nin hücumuna uğrayan şeylerden
birisi de klasik cürüm ve ceza fikridir.
Cezayı mücrimden alınan bir intikam telâkki eden eski
fikre Lombrose tarafından ilk darbe indirilmişti. Yeni tezin en veciz
ifadesini Zerdüşt’te buluyoruz.
“Düşman deyin fakat fena demeyin, hasta deyin fakat rezil
demeyin, deli deyin fakat mücrim demeyin.”
“Bu adam nedir?
Ruhunun içinden dünyaya saldıran hastalıklardan yapılı
bir yığın, bunumu avlamak istiyorsunuz.
Bu adam nedir?
Birbirinin yanında
nadiren uslu oturan vahşi yılanlardan yapılı bir düğüm. Bunlar kendiliklerin
gezmeğe giderler ve dünyada av ararlar.”
Bu yeni tez bilhassa birçok cinayet vasıflarının irsi mahiyette
oluşu ileri memleketlerde cürmiyetle (suçla) mücadele açılmasına imkân
vermiştir.
Bilhassa Almanya'da irsî mücrim (suçlu) tiplerinin
akimleştirilmesi (kısırlaştırılması) kemmiyet (sayıca artış) kazanmıştır.
***
Zerdüşt’te çok münakaşa uyandıran fasıllardan birisi de “Kadına
dair” olandır.
Nietzsche, “Kadın muammasının biricik halli gebeliktir
diyor”
Bu ağır hüküm nermin (yumuşak) fikirlere, tatlı hayallere
bir şamar gibi çarpmaktadır.
Kadın bütün tatminini gebelikte bulan bir cinsi makine
midir? Şüphesiz bunu bu şümulile (tümüyle) kabul edemeyiz. Vakıa bir kadın
dahî tanınmıyor ve bundan sonra yetişeceği de pek umulamıyor.
Fakat buna mukabil iradenin dehaları olan kahraman
tipinde kadınlar biliyoruz. Sonra
erkekte mevcut bedenî ve ruhî kabiliyetlerin irsiyet yoluyla yarısını veren kadındır.
Onun için Nietzsche'nin kadın hakkında ki hükmünü olduğu gibi kabule imkân
yoktur.
Fakat hiç şüphe yok ki o hükümde büyük bir hakikat
hissesi vardır.
Cinsiyetin icapları kadının bütün ömrünü alır.
Nemilow der ki:
“Kadının bütün ömrü fasılasız bir hastalıktır”. Daha çocukluk devrinde biyolojik cinsiyet farkı
kendisini gösterir.
Buluğla başlayan olgunluk devri kadının cinsî hayatında
bambaşka bir mahiyet gösterir.
Her “aybaşı” bedenî ve ruhî bir buhrandır. Her doğum kadını ölümle karşılaştıran bir imtihandır. Ve
doğum gittikçe güçleşmektedir. Çünkü çocuğun kafası gittikçe büyüyor. Hâlbuki
havsala kemikleri eski şeklini muhafaza ediyor.
Kadın bu cinsî icaptan (birleşmeden) kaçmayım dese tabiatın
intikamı hazır. Doğurmayan kadınlarda rahim kanseri doğuranlardan fazladır
“Sellheim”.
İş bununla da bitmez. Doğurmayan kadının ruhunda şifa
bulmaz bir tatminsizlik bir depresyon hayat şevkini keser.
Cinsî hayatın bitişi de kadında bir faciadır. Çünkü ânî vukua gelir. Tenasül guddelerinin (yumurtalık
ve bezeler) bu ânî duruşu kadının beden ve ruhunda bir buhran ifade eder.
Velhasıl her çağda kadın cinsiyetin esiridir.
İşte Nietzsche bu esir kadına büyük bir ülkü gösteriyor.
“İnsanüstünü” nü doğurmak.
Zerdüşt’te çocuk ve izdivaç bahsi bu ülkünün tasviridir.
Bu bahiste sırf cinsî ihtiyaçlarla yapılan izdivaçlar terzil (rezillik kabul) ediliyor. Ve yüksek ve hür insanlarda izdivacın ancak bir tek gaye
ile güzellik ve meşruiyet kazanabileceği gösteriliyor.
“Bu gaye insanüstünü” nü
meydana getirmektir.
İZDİVACIN BU SURETLE TELÂKKİSİ (DÜŞÜNCESİ) NE KADAR
ULVÎDİR!
ZERDÜŞT’ÜN ÜSLUBU
“ZERDÜŞT BÖYLE SÖYLÜYORDU” kitabı beşeri inzivanın feryadıdır. Cihan edebiyatının
bütün büyük eserleri gibi Zerdüşt’de yalnız kendisine mahsus bir üslup
gösterir.
O, mutlak inzivanın sesidir. Zerdüşt’e karşı bir eser
göstermek istenirse ancak “ilahi komedi” ortaya çıkarılabilir. İlâhi komedi
Hristiyanlığı, cemiyeti ve sevgiyi, merhameti nasıl bir kudretle teganni ediyorsa
Zerdüşt ayni şiddet ve kudretle bu mefhumlara isyan eder.
Bu isyankâr ses insaniyet aleyhtarı değildir. Bilâkis bu
sesin insaniliği karşısında diğer bütün insanî nağmeler pek cansız kalmaktadır.
Yalnız şu farkla ki: Nietzsche’nin insaniliği bir
kahraman insaniliktir.
Eserin yazılışını Nietzsche şöyle anlatır:
“O kışı Rapalloda [3]
geçirdim. Sıhhatim pekiyi değildi, soğuk ve yağmurlu bir kıştı. Sahilde bir
küçük kulübede oturuyordum. Dalgaların sesi uykuya dalmaya imkân vermiyordu.
Buna rağmen, belki de bu yüzden Zerdüşt doğdu.
Her mühim şeyin doğuşu gibi..
Öğleden evvelleri denize nazır bir tepeye çıkardım,
ikindileri sahilin kıvrımlarını gezerdim. Bu iki yol üstünde Zerdüşt doğdu,
doğmadı beni bastırdı”.
Zerdüşt’ün doğuşu tam bir irticai gösterir.
Her bir cilt için sarf ettiği zaman onar günden
ibarettir.
Bu bir yazış değil bir infilâktı.
Bu yazışı Nietzsche şöyle anlatıyor:
“Aramıyordum, işitiyordum vereni sormadan alıyordum,
benim seçmeme hiç imkân kalmadan bütün fikirler yıldırım gibi beynimde
doğuyordu. Hepsi iradenin haricinde fakat hür ruhun, bağsızlığın, kudretin ve
ilahiliğin bir kasırgası halinde meydana geliyordu”.
Bu infilaklardan sonra daima müellifi derin bir melankoli
[4]
yakalardı. Zerdüşt’ün üslup ve manaca büsbütün aykırılığı dolayısı ile
intişarında en aziz dostları bile kendisini anlayamadılar.
Nietzsche o zaman kendisinin tamamen yalnız olduğunu
anladı. Ve kimsenin, yazıları hakkında bir mütalaa yürütmediğini görünce kendi
eserini kendisi tenkit etti.
Rohde ye yazdığı mektup 1884 —
“Zerdüşt’le Alman dilini bir mükemmeliyete çıkarmış
olduğumu zannediyorum. Goethe, Luther sonra böyle üçüncü bir adım lâzımdı,
Arkadaş bak: dilimizde şimdiye kadar kudret, elastikiyet
ve ahenk bu şekilde yan yana gelmişimdir?
— Benim kitabımdan bir sahife okuduktan sonra Goetheyi
oku, göreceksin ki Goethe’nin ressam üslubuna has olan dalgalı yazış bendede
vardır.
Şu farkla ki: ben Goethe’den daha sert ve daha erkek bir üsluba
malikim. Benim üslubum bir danstır, her çeşit tenazırın (bakışın) bir oyunu ve
bu tenazurların bir atlanmasıdır. Vokallerin (seslerin-kelimeler-harfler) seçilmesinde
bile bu görülür”.
Nietzsche’nin üslubu için bundan iyi bir tavsif
yapılamaz. Fakat o zaman Nietzsche nin en aziz dostu Rohde bile bunu bir
övünme sanmıştı.
Zerdüşt, tedrisi (öğretisi) mahiyetine rağmen çok defa “polemik”
e atlar Buna rağmen alegorik (mecazi) hikâyeler yanında daha ziyade tedrisi
veya daha ziyade lirik olan parçalar ayrılabilir.
Ve nihayet fazilet kürsülerine, yeni ilahlara dair gibi
bazı parçalar satirik mahiyettedirler.
Başlıca tedrisi hitabeler olarak öte dünyalılar, bedeni
hakir görenler, okuma ve yazma, harp ve muharip millet, dost, çocuk ve izdivaç,
hediye fazileti parçaları alınabilir.
Tamamen lirik mahiyette parçalar Zerdüşt’ün ikinci ve
üçüncü cildindeki gece şarkısı, mezar şarkısı, gün doğuşu, büyük hasret,
dans şarkısı gibi parçalar zikrolunabilir.
ZERDÜŞ’TÜ NİÇİN
TERCÜME ETTİM?
Sözü bitirirken bu kitabı niçin ve nasıl tercüme ettiğimi
anlatmak isterim. Zerdüşt her dile çevrilmiş sayılı klasik eserlerden
birisidir. Onsuz hiç bir kütüphane tam sayılamaz. Fakat benim Zerdüşt’ü
Türkçeye çevirmem yalnız millî kütüphaneye bir klasik eser ilâve etmek
arzusundan ileri gelmemiştir. Bence bizde Nietzsche’nin anlaşılmasına şimdi her
vakitten ziyade ihtiyaç vardır. Tahsilini bitirmiş veya tahsil çağında bazı
münevverlerimizde koyu bir maddiyatçılık kendini göstermektedir. Hayati bir
menfaat şansı ve menfaatlerin adilane taksimi çemberinden görmek isteyen ve bu
görüşte bütün tatminini bulabilen bir kitlenin karşısına Nietzsche’yi
çıkarıyorum. Ona anarşist diyenler var. Fakat o ne cebri bir yıkıcılık yapmış,
nede kimseye böyle öğüt vermiştir. O bilâkis dinden sıyrılan bir cemiyete
yepyeni bir ülkü, bir iman gösteren bir idealistti. Tasvir ettiği
“insanüstünü” tipi ne kadar özlenebilecek, uğruna feda olunabilecek bir şahsiyettir!
Allah’ını bırakan bir cemiyete bundan ulvî, bundan
kudretli bir erek (hedef) verilemezdi. Anarşist zannedilen Nietzsche Zerdüşt’te
işte böyle yeni bir erek kuruyor
Yalnız “insanüstü”nü mefhumunu kavramak ve ona iman
edebilmek için kabli (önceki) hükümlerimizden sıyrılmak ve bugünkü komfor
(rahat-konfor) şartları içinde bütün tatminimizi bulmak derekesinden bir az
yükselmek gerektir. Bu acınacak rahat düşkünlüğünden ve hodbinliğinden sıyrılan:
(benim faziletim nedir ki halâ beni çıldırtamadı);
(benim adaletim nedir ki halâ alev ve kömür olduğunu
göremiyorum) diyebilmelidir, “insanüstü”ne
giden köprü işte bunu söyleyenlerin omuzundan geçer.
Yirminci asrın komforu, sosyalist zihniyetin menfaattarı
da adalet tevziine uğraşan emekleri manevî insanı tatmin edecek kudrete malik
değildir. Nietzsche bu küçük ve rahat düşkünü insanilikten bizi yükseltiyor,
üstün bir hedef gösteriyor. O hedef, gözleri kamaştıracak kadar parlaktır.
Hıristiyanlığın dejenere olmuş köle ahlâkiyatı burada
yıkılıyor. Ona fazla bağlı olanlar matem
tutabilirler. Fakat hür kafalı insanlar için yeni bir ahlâk telâkkisi meydana
çıkıyor. Bu ahlâk “efendi ahlâkı”dır. Küçük çapta merhamet,
adalet, digergâmı bırakılıyor. Bunların yerine kudret saçan ve kudrete dayanan
bir kahraman insanilik yaratılıyor. Yirminci asır insanının bu çeşit insaniyete
ihtiyacı vardır. Medeniyetin yalnız refah levazımını tekemmül ettirmeğe
çalışan tek taraflı ilerleyişi insanlığın atisi (geleceği) için en büyük
tehlikedir. Bu medeniyet bir hars (kültür) ile aşılanmak ve beslenmek
gerektir. O hars, ancak ülkülerde tecelli eder. [5]
İşte bu ülküye Nietzsche de mevcuttur.
Ben Zerdüşt’ü, işte böyle bir idealist eser bulduğum için
dilimize çevirdim. Tercümeyi,
dilediğim derecede başarmadığımı bilirim. Zerdüşt, üslubundaki hususiyet dolayısıyla
ancak yazıldığı dil tamamen anlaşılabilen eserlerdendir. Bizzat Nietzsche’nin
söylediği gibi bu üslup bir danstır. Bu danstaki ahenk oyunlarını yabancı bir
dilde tamamı ile göstermek kabil değildir. Nietzsche bu ahenk, oyunlarını Zerdüşt’te
o kadar ileriye götürür ki, gizli bir nazmı korumak için vuzuhtan (açıklamadan)
bile fedakârlık yapar. Böylece bazı noktaları harfiyen anlamak imkânsız bir
hale geliyor. Böyle bir kaç yerde manaya en yakın bir tefsire başvurmak
icabetti.
Tercümede, eserin aslında ki gizli nesir ahengini
korumağa çalıştım. Tercüme için dört gün yettiği halde üsluba bu ahengi vermek
emeği bunun on misli zaman aldı. Bunu az çok başarabilmek için yer yer tam bir “kelime
be kelime” tercümeden fedakârlık yaparak daha ziyade öz manaya sarılmak
icap etti. Eserin kelimelerinden ziyade ruhunu ve ahengini korumağı tercih
ettim. Bunda biraz muvaffak olduysam eserin müellifine karşı bir tazim ve
şükran borcunu ödemiş olacağım.
Eserin yüksek seviyesinin müsaade ettiği nispette Öz
Türkçe yazmağa ve Osmanlıcadan ayrılmağa çalıştığımı okuyanlar göreceklerdir.
Zaman ve imkân buldukça Zerdüşt'ün öteki ciltlerini de
çıkarmağa uğraşacağım. Fakat bu kısımlar daha evvel başka bir kalemden çıkmış
bulunursa ayni derecede sevineceğim.
Müsveddelerin tanziminde ve tashih işlerinde bana çok
yardım etmiş olan Asistanımız Edibe Ziya hanımefendiyle bazı kıymetli
işaretlerini esirgemeyen Ahmet Hamdi ve Suut Kemalettin beyefendilere teşekkür
borcumdur.
NİETZSCHE'NİN HAYATI
Friedriche Wilhelm Nietzsche 15 Teşrinievvel (Ekim) 1844 de Leipzig civarında Röckben
köyünde bir rahibin oğlu olarak dünyaya geldi.
Annesi Fransiska keza bir rahip ailesine mensuptur.
Nietzsche babasını 1849 da kaybetti. Bunun üzerine annesi
çocuklarını alarak Naumburg şehrine yerleşti. Buradan Nietzsche liseye devama
başladı.
1864’de Bonn Üniversitesine girdi. Burada sanat tarihi
hocası Springer'den ve İsiyanbatçı (sistematik teoloji)
Ritschlden iki sömestr ders gördü.
1865’de hocası Ritschl ile beraber Leipzig'e geçti.
Leipzing'te Schopenhaver'in eserlerini Schumann'ın mütigini yakından tetkik
imkânını buldu.
1867’den 1868’e kadar bir senelik askerliğini topçu
kıt'asında yaptı.
1868’de Leipzing'e dönünce Richard Wagner'le tanıştı.
1869’da daha doktorasını vermeden Bazel üniversitesine
klasik filoloji profesörü olarak çağırıldı ve bir sene sonra ordinaryüslük
unvanını kazandı.
Bu seneler zarfında Richard Wagner'le ve refikası Kozima
ile olan tanışma ve görüşmeleri hayatının en büyük hadiseleri idi.
Fakat eserlerinde ki fevkalâdelik kendisine birçok
aleyhtarlar meydana getirirdi.
Bir yandan da baş ve mide ağrılarıyla başlayan sıkıntılı
bir hastalık kendini ezmeğe başladı.
Wagner'Ie olan iyi münasebetleri de Wagner'in kendisini
tahkir eden bir yazısından sonra inkıtaa uğradı.
1872’ de ilk eseri olan “Facianın doğuşu”, 1873’de
“Zamana uygun olmayan görüşler” adlı kitapları çıktı.
Hastalığın mütemadiyen ilerlemesi yüzünden 1878’de
istifasını verdi. Ve kendisine 3000 frank tekaüt (emekli) maaşı bağlandı.
Bu sıralarda: “insanı, pek fazla insanı” ve “Muhtelif
düşünceler ve vecizeler” adlı kitapları çıktı.
Hastalığının devamına rağmen 1880 de “Yolcu ve
gölgesi” kitabını çıkardı.
Venedik ve Cenevre'de geçen müteakip seneler zarfında “facir”
ve “Şen ilim” kitapları çıktı.
Richard Wagner'in vefatı günü 13 Şubat 1883 Zerdüşt'ün
birinci cildi intişar etti. Aynı Senenin güzünde Almanya'ya dönerek Leipzig
üniversitesinde serbest dersler vermek istedi. Fakat buna müsaade edilmedi. Bundan
fevkalâde müteessir olan Nietzsche İtalya’ya döndü.
Zerdüşt'ün dört cildini kısa fasılalarla neşrettikten
sonra 1886 da “Kudret iradesi” isimli felsefî eserini neşretti.
Bu eseri “iyi ve kötünün berisi”, “Ahlâkın geneolojisî”,
“Wagner vak'ası”, “ilâhların fecri” kitapları takip etti
Bu aralık hastalığı mütemadiyen ilerledi. 1889 da cinnet
arâzı ile kendisin Turin'de sokakta buldular.
“Dionizoz” haça
gerilmiş imzalar ile birçok cinnet mektupları ele geçti.
Cinnet nöbetlerinin fazlalaşması üzerine valdesi Nietzsche’yi
Yena Üniversitesi akliye kliniğine (psikiyatri) yatırmağa mecbur oldu.
Hât (sınır) nöbetler geçtikten sonra Nietzshe, hemşiresine
(kızkardeş) teslim edildi. Ve onunla beraber hayatının son senelerini geçirdi.
25 Ağustos 1900 de öldü. Ve doğduğu Röcken köyüne
defnolundu. Hastalığının paralis olduğu anlaşılıyordu.[6]
Fakat kitaplarında dimağı bir zaafın eserleri hiç mahsusî değildir. Hattâ
terekesi arasında bulunan en son eserleri anti “Krist”, “ecce Homo” kudretçe
diğer eserlerden hiçte geri değildir.
ZERDÜŞT’ÜN ÖNSÖZÜ
1
Zerdüşt 30 yaşına girince memleketini ve yurdunun
denizini bırakıp dağa çekildi. Orada yalnızlığı yorulmadan tadarak on yıl geçirdi.
Fakat nihayet kalbinde başka bir istek duydu, bir gün
fecirle beraber kalktı, güneşin karşısına geçerek dedi ki:
“Ey Büyük âlem! Eğer aydınlattıkların olmasa ne kadar bedbaht
olurdun.
On yıldır benim mağarama geliyorsun. Eğer burada beni,
kartalımı ve yılanımı bulmasan ışıklarından ve yollarından bıkardın. Fakat biz
her sabah seni bekledik, fazla ışığını aldık ve bunun için seni kutluladık.
Bak; fazla baI toplamış arı gibi bende ilme kanıksadım;
bana uzanacak ellere muhtacım.
İnsanlar arasında, akiller deliliklerine, fakirler zenginliklerine
bin defa daha sevininceye kadar armağanlarımı dağıtmak istiyorum.
Bunun için, nasıl sen, taşkın yıldız, akşamları ışık
saçmak üzere denizlerin ardına iniyorsan ben de öylece aşağılara inmeliyim!
Aralarına inmek istediğim insanların tabiri ile ben de
senin gibi batmalıyım.
Ey, en büyük
saadeti bile hasetsiz görebilen tok göz!
Bana uğur getir.
Taşmak isteyen bardağa uğur getir: içinden, altın gibi su
aksın ve her yere senin tatlılığının şaşaasını taşısın.
"Bak, bu bardak yine boşalmak; Zerdüşt yine insan
olmak istiyor.”
Zerdüşt’ün batışı böyle başladı.
2
Zerdüşt yalnızca dağdan indi ve kimseye rastlamadı. Fakat
ormana girdiği zaman birdenbire önünde bir ihtiyar peyda oldu. Bu ihtiyar
ormanda odun aramak için rahat kulübesini terk etmişti.
Zerdüşt’e dedi ki:
— Bu seyyah bana yat(ılı) değildi; Senelerce öncede
buradan geçmişti. Adı Zerdüşt idi. Fakat onu değişmiş buluyorum.
Zerdüşt o zaman sen külünü dağa taşıyordun, bugünse
ateşini ovaya indirmek: istiyorsun. Kundakçılık cezasından ürkmüyor musun?
Evet, Zerdüşt’ü tanıyorum, gözleri saftır, ağzında hiç
bir nefret gizlenmiyor, onun için böyle rahat yürünmüyor mu?
Zerdüşt değişmiş, çocuk Zerdüşt uyanmış, şimdi uyuyanlar
arasında ne yapacak?
Yalnızlıkta, deniz içinde yaşar gibiydin ve deniz seni
taşıyordu. Yazık sana karaya mı çıkmak istiyorsun?
Yazık sana!
Bedenini yine kendin mi sürüklemek istiyorsun?
Zerdüşt cevap verdi: İnsanları seviyorum.
İhtiyar dedi ki: Ben neden ormana ve inzivaya
çekilmiştim. İnsanları pek fazla sevdiğimden değil mi idi?
Şimdi Allah’ı seviyorum, insanları sevmiyorum.
İnsan pek eksik bir şeydir.
İnsanı sevme beni mahvedebilirdi. Zerdüşt cevap verdi:
Sevgiden ne konuşuyorum, insanlara bir armağan
götürüyorum.
İhtiyar dedi ki: Onlarla beraber taşı. Onlara bir şey
verme, daima onlardan al.
Onların hoşuna giden şey senin hoşuna giden şeydir.
Eğer her halde bir şey vermek istiyorsan bir sadakadan
başka bir şey verme.
Bunun için de onları dilenmeğe mecbur et.
Zerdüşt “hayır, ben sadaka verecek kadar fakir değilim”
dedi.
İhtiyar, Zerdüşt’e güldü ve dedi ki:
O halde öğütlerini kabul ettirmeye bak.
İnsanlar yatlara karşı güvensizdir. Ve hediye etmek için
geldiğimize inanmazlar. Ayak seslerimiz onlara sokaklardan pek münzevi bir akis
yapar. Ve gece yataklarında, bir adamın yürüdüğünü duyar gibi “Hırsız nereye
gidiyor” diye bağırırlar.
İnsanlara gitme. Ormanda kal. Hayvanların arasına gitmek
daha hayırlıdır.
Neden benim gibi, ayılar arasında bir ayı, kuşlar içinde
bir kuş olmak istemiyorsun?
Zerdüşt “ormanda ne iş yapıyorsun?” diye sordu.
İhtiyar dedi ki: Şarkılar besteliyor ve söylüyorum. Şarkı yapınca gülüyorum,
ağlıyorum, inliyorum. Böylece Allah’ı övüyorum.
Şarkı söyleyerek, ağlayarak, inleyerek benim Tanrım olan
Tanrıyı övüyorum.
Bize hediyen ne? Şimdide ondan bahset.
Bu sözleri işiten Zerdüşt ihtiyarı selâmladı. Ve dedi ki:
Size verecek neyim olabilir? Beni çabuk bırakınız ki
sizden bir şey almayayım.
Böylece Zerdüşt ile ihtiyar iki genç gibi gülüşerek
ayrıldılar.
Fakat Zerdüşt yalnız kalınca kendi kalbine seslendi:
“Bu nasıl kabildir ki ormanda bu ihtiyar ilâhların ölmüş
olduğunu daha işitmemiş olsun.”
3
Zerdüşt ormanın kenarında ki şehre inince halkı pazar yerinde
toplanmış gördü. Çünkü: Bir ip cambazı gösterileceği ilan edilmişti. Zerdüşt halka
hitap etti. Size “insanüstünü”nü öğretmek istiyorum: İnsan, atlanması lazım
bir şeydir.
İnsanı atlamak için ne yaptınız?
Her varlık şimdiye kadar kendisinden üstün bir şey
yarattı.
Sizler büyük meddin cezri olmak ve insanı atlayacak yerde
hayvanlığa mı dönmek istiyorsunuz?
İnsan için maymun nedir?
Bir gülüş veya acı bir utanış.
“insanüstünü” için
insan, işte böyle olmalıdır: Bir gülüş ve acı bir utanış.
Sizler, sülükten insanlığa kadar yol aldınız. Sizde daha
pek çok şey sülüktür.
Bir zamanlar maymundunuz. İnsan bugünde her maymundan
fazla maymundur.
İçinizde en âkilimiz nebatla (bitki) heyulâ
(eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı arasında) azman ve melezdir.
Size “heyulâ” veya “nebat” olmanız için mi öğüt vereyim?
Bakın size “insanüstünü”nü öğretiyorum:
“İnsanüstünü”
hayatın gayesidir. İradeniz demelidir ki: “insanüstünü” hayatın gayesi
olsun.
Kardeşlerim size yemin ederim: Arza (yeryüzüne) sadık
kalmanız hayırlıdır. Size öte dünya umutları bahsedenlere inanmayın. Bunlar
bilerek veya bilmeyerek zehir saçanlardır.[7]
Hayatı hakir görenler, Ölüm döşeğinde veya zehirlenmiş
olanlardır. Yer bunlardan bıkmıştır. Bunlar göçmelidir.
Vakti ile Allah korkusu en büyük korku idi. Fakat Tanrı
öldü ve onunla beraber korkaklarda öldü. Bugün en korkunç şey, dehşet saçmak ve
tanrıyı hayatın gayesinden üstün tutmaktır.
Vakti ile ruh bedene hakaretle bakardı. Ve bu hakaret o
zaman en büyük hakaretti. Ruh bedenin cılız, çirkin, aç kalmasını isterdi. Ve
bir an evvel ondan sıvışmak dilerdi.
Bu ruhun kendisi cılız, çirkin ve açtı. O ruhun zevki,
gaddarlıktı.
Fakat kardeşlerim siz söyleyin bedeniniz ruhunuzdan neler
anlatıyor?
Ruhunuz fakir, kirli ve acınacak bir rahat düşkünü değil mi?
Gerçek insan kirli bir seldir. Ve kirlenmeden kirli bir
seli içine alabilmek için deniz olmak gerektir.
Bakın size “insanüstünü” nü öğretiyorum. O, bu
denizdir. Sizin hakaretiniz onun içinde batabilir.
Görüp geçirebileceğiniz şeylerin en büyüğü nedir? Büyük
istihkarın (hakaret) saatidir. Bu saat, saadetinizin, idrakinizin, faziletlerinizin
size iğrenç geleceği saattir. Bu saatte diyeceksiniz ki:
Benim saadetim nedir?
Fakirlik, kirlilik, acınacak bir rahat düşkünlüğü..
Halbuki benim saadetim bizzat varlığımı yaratmalıydı.
Diyeceksiniz ki: Benim aklım nedir?
Akıl, arslanın gıdaya saldırması gibi bilgiye saldırmalıydı.
Benim aklım, fakirlik, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür.
O saat diyeceksiniz ki: Benim faziletim nedir ki; Hala
beni çıldırtmadı. İyilik ve kötülüklerden ne kadar bıkkınım!
Bunların hepsi fakirlik, kirlilik, acınacak bir rahat
düşkünlüğüdür.
O saat diyeceksiniz ki: Benim adaletim nedir ki hâlâ alev
ve kömür olduğumu görmüyorum.
Hâlbuki âdil olan, alev ve kömür gibi olur. O saat
diyeceksiniz ki: Benim vicdanım nedir?
Vicdan, insanı sevenlerin asıldığı bir çarmıh değildir?
Hâlbuki benim vicdanım hâlâ çarmıha gerilmemiştir.
Böyle söylüyor musun? Böyle bağırıyor musun? Ah hep böyle
bağırdığınızı işitmiş olabilseydim!
Göklere haykıran şey günahınız değil, günahlarınıza bile hâkim
olan tamahkârlığınızdır.
Dili ile sizi yalayacak yıldırım nerde? Sizi aşılaması
lâzım gelen delilik nerde?
Bakın size “İnsanüstünü” nü öğretiyorum. O, bu
yıldırım, o, bu cinnettir.
Zerdüşt bu sözleri söyledikten sonra halktan birisi
bağırdı. “İp cambazının sözlerini dinlediğimiz yeter. Şimdi de yüzünü görmek
istiyoruz.”
Ve bütün halk Zerdüşt’e gülüyordu. Bu sözlerin kendisine
söylendiğini bilen cambaz oyuna başladı.
4
Zerdüşt halka hayretle baktı. Ve dedi ki: İnsan, hayvanla
'“İnsanüstünü” arasına gerilmiş bir iptir. Uçurum üstünde bir ip. Bu uçurumun üstünden
atlayış, geriye bakış ve ürkerek duruş tehlikelidir.
İnsanda büyük olan şey, onun bir erek (hedef) değil bir köprü oluşudur.
İnsanda sevilebilecek şey, onun bir geçiş ve iniş oluşudur.
Yaşamayı bilmeyenleri, hele batanları severim. Çünkü
onlar atlayanlardır.
Büyük istihkarcıları (hakaret edenleri) severim. Çünkü
onlar büyük hürmetkârlardır ve karşı kıyıya geçme hasretinin oklarıdır.
Batmak ve kurban olmak için yıldızlar arkasında yer
aramayanları severim.
Kendini toprağa kurban edenleri severim. Tâ kî toprak “İnsanüstünü” nün ola!
Bir zamanlar “insanüstünü” nün geleceğini idrak edenleri
ve toprağı dileyenleri seviyorum.
Böyle insanlar batmalarını isteyenlerdir.
“İnsanüstünü” ne ev,
toprak, hayvan, nebat hazırlamak için çalışanlar ve yaratanları severim. Çünkü
bunlar batmalarını isterler.
Fazileti seveni seviyorum, Çünkü fazilet ölüm; dileğidir
ve hasretin okudur.
Kendisi için hiç bir damla ruh alıkoymayarak tamamen
faziletinin ruhu olmak isteyenleri seviyorum. Böylesi, ruh halinde köprüyü
geçer.
Askısını ve felaketini faziletten hazırlayanları severim.
Çünkü böylesi fazileti için yaşamakta devam etmek ister. Ve bundan fazla
yaşamak istemez.
Çok faziletlere malik olmak istemeyenleri severim. Tek
fazilet iki faziletten daha faziletlidir. Çünkü felâketin askı düğümleri çoğalmış
olur.
Ruhunu israf edeni, teşekkür istemeyeni ve geri vermeyeni
severim. Çünkü bunlar daima hediye eder ve hiç bir şey saklamak istemezler.
Tali lehine döndüğü zaman küsülüp, kendi kendine (Ben
sahte bir oyuncu muyum) diye soranları severim. Çünkü bunlar göçmek
isteyenlerdir.
İşe altın sözlerle başlayanı ve verdiği sözden fazlasını
yapanları severim. Çünkü
böylesi göçmesini isteyendir,
Geleceğin hakkını veren, maziyi kurtaranı severim. Çünkü
böylesi halde göçmek isteyendir.
Sevdiği için, tanrısını zor altına almak isteyenleri
severim. Çünkü böylesi Allah’ın gazabından göçer..
Ruhu, yaralandığı zaman da derin kalan ve bir küçük
sergüzeştten mahvolabilen insanı severim. Çünkü böylesi köprüyü seve seve
geçer.
İçinde her şeyi kaplayan ve kendini unutan taşkın ruhları
severim. Çünkü her şey böylesini batırır.
Ruhu ve fikri serbest olanları severim, böylesinin
kafası, yalnız kalbinin kabıdır. Fakat kalbi onu batmaya sürükler.
“İnsanınüstü”de gerili karabuluttan teker teker damlayan ağır
damlalara benzeyenleri severim. Çünkü bunlar
yıldırımın
geleceğini bildirirler. Ve habercilik yüzünden
mahvolurlar.
Bakın işte ben bir yıldırım habercisi ve bulutun ağır bir
damlasıyım.
Bu bulutun adı “İnsanüstünü” dür!.
5
Zerdüşt bu sözleri söyleyince halka tekrar baktı ve
sustu. Ve kendi kendine dedi ki:
Orada duruyorlar, gülüyorlar ve beni anlamıyorlar. Ben bu
kulakların ağzı değilim.
Bunların evvelâ kulaklarını mı parçalamak ki: Gözleri ile
işitmeyi öğrensinler.
Hatipler, rahipler gibi bağırıp çağırmalı mı? Yoksa
yalnız tepinenlere mi inanıyorlar?
Bunların mağrur oldukları bir şeyleri var.
Bu mağrur oldukları şeye verdikleri ad ne idi?
Ha, tahsil diyorlar ve bunun, kendilerini keçi
çobanlarından ayırt ettiklerine inanıyorlar. Onun için kendilerinden tahkir
lâfını işitmek istemiyorlar. O halde onların gururuna hitap edeyim.
O halde onlara en hakir bir şeyden bahsedeyim. Bu son insandır.
Zerdüşt yine halka döndü ve dedi ki: İnsanın bir hedef
edinmesi vakti geldi. İnsanın, en yüksek umudunun tohumunu ekeceği vakit geldi.
Daha yer bunun için geniştir. Fakat bu yer bir zaman
daralacak ve içinden yüksek bir ağaç yetiştiremeyecek.
Yazık: İnsanın hasret okunu “insanüstünden” aşıramayacağı
ve yay ipinin gerilmeği unutacağı bir zaman geliyor.
Size söylüyorum: İşlek bir yıldız doğurabilmek için
insanın içinde bir hercü merç olmalıdır. Size söylüyorum: Sizin içinizde henüz
hercü merç vardır. Yazık. İnsanın artık bir yıldız doğurmayacağı zaman geliyor.
Yazık kendi kendini hakir göremeyen en hakir insanın zamanı geliyor.
Bakın size en son insanı gösteriyorum.
Sevgi nedir?
Yaratılış nedir?
Hasret nedir?
Yıldız nedir?
Son insan bunları sorar ve gözlerini kırpar.
O zaman arz ufalmıştır ve üstünde her şeyi ufaltan son
insan sıçramaktadır.
Toprak biti gibi
doğurucu olan bu neslin imhası imkânsızdır. Son insan en uzun yaşar.
Son insanlar “Biz saadeti bulduk” derler ve göz
kırparlar.
Yaşamayı sertleştiren iklimleri terk ettik. Çünkü
hararete ihtiyaç var, komşu sevilir ve ona sürtünülür: Çünkü hararete ihtiyaç
var.
Hastalık ve güvensizlik onlar için günahkârlıktır. Birbirlerini
sayarlar.
Ayağı taşlara veya insanlara takılan, artık delidir.
Zaman zaman biraz zehir: Bu, tatlı hülyalar verir. Ve
sonunda biraz daha fazlaca zehir; Bu da hoş bir ölüm getirir.
Çalışma daha devam ediyor, çünkü bir eğlencedir, fakat
eğlencenin fena tesir etmemesine bakılır.
Ne zengin olan var, ne fakir.. Çünkü her ikisi zor. Emretmek
isteyen kim, itaat etmek isteyen kim? Her ikisi müşkül.
Çobansız bir sürü! Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır:
Başka bir şey dileyen, arzusu ile tımarhaneye gider.
En akıllıları “önce bütün dünya deli idi” derler
ve göz kırparlar.
Akıllıdırlar ve her şeyi bilirler: Alay etmeden
kendilerini alamazlar. Bazen kavga ederler, fakat çabuk barışırlar; yoksa mideleri
bozulur.
Gece ve gündüz birer küçük keyifleri vardır: Fakat
sağlığı sayarlar.
Son insanlar “Saadeti bulduk” derler ve göz
kırparlar.
Zerdüşt’ün ilk hitabesi veya önsözü burada bitti.
Çünkü burada halkın çığlığı sözlerini kesti. “Bu son
insanları bize ver Zerdüşt, bizi bu son insanlardan yap. Bizde sana “insanüstünü”
nü hediye edelim” diye bağrışan halk çılgın bir neş'e içinde idi.
Fakat Zerdüşt acı duydu. Ve kendi kendine dedi ki:
Beni anlamıyorlar, ben, o kulakların ağzı değilim.
Her halde dağda çok yaşamış ağaçların ve derelerin sesini
çok dinlemiş olacağım.
Şimdi de onlara keçi çobanından bahsedeceğim.
Ruhum hareketsiz, dağların sabah hali bir aydın. Fakat
onlar zannediyorlar ki: Ben soğuğum ve en korkunç şakalar yapan bir alaycıyım. Şimdi
bana bakıyorlar ve gülüyorlar ve gülerek benden nefret ediyorlar. Onların
gülmeleri buz gibi soğuktur.
6
Fakat bu esnada ağızları susturan ve gözleri geren bir
hâdise oldu. Bu aralık ip cambazı oyuna başlamıştı. Cambaz küçük bir kapıdan
çıkarak iki kule arasına serilmiş olan ipin üstüne atladı. İp, halkın ve pazar
yerinin üstüne asılmıştı. Cambaz yolunun yarısına geldiği zaman küçük kapı bir
defa daha açıldı. Buradan iri yarı, boyalı bir vücut hızla fırlayarak birinci
cambazın ardından yürümeğe başladı.
“İleri — Topal bacak, ileri miskin hayvan, sahtekâr,
soluk çehre git.”
Tabanlarım sana dokunmasın. Burada iki kule arasında ne
yapıyorsun?
Bu kuleye seni hapsetmek lâzımdı.. Kendinden daha
iyisinin yolunu kapıyorsun”.
Diye bağırarak gittikçe ona yaklaştı.
Aralarında bir adım aralık kaldığı zaman ağızları
susturan, gözleri geren bir iş oldu. İkinci cambaz şeytan gibi bir bağırtı koyuvererek
birinci cambazın üstünden atladı geçti. Düşmanının galebesini gören ilk cambaz
muvazenesini kaybetti. Ve elindeki sırıklar düştü, uçuruma yuvarlandı. Pazar
yeri ve halk dalgalanmış bir deniz gibiydi. Herkes birbirinden kaçıyor,
birbirinin üstünden atlıyor, hele cambazın vücudunun yere çarpacağı noktadan
sıvışıyorlardı. Fakat Zerdüşt yerinde durdu ve cambazın vücudu ölmemiş fakat
paralanmış bir halde yanına düştü. Bir müddet sonra yaralının aklı başına
geldi. Ve yanında Zerdüşt’ü diz çökmüş halde buldu. Ona dedi ki:
Ne yapıyorsun? Şeytanın bir bacağını kıracağını çoktandır
biliyorum.
Şimdi de beni cehenneme sürüklüyor. Ona, karşı koymak mı istiyorsun?
Zerdüşt dedi ki: Dostum namusumla temin ederim ki senin
andığın şeylerin hiç biri yoktur. Ne şeytan,
nede cehennem.
Ruhun, bedeninden daha tez ölecektir. Artık hiç bir
şeyden korkma.
Cambaz güvensiz bir bakışla baktı. Ve dedi ki:
Söylediğin doğru ise ölmekle bir şey kaybetmiş olmam. Ben
dayak ve kötekle dans öğretilmiş bir
hayvandan başka bir şey değilim.
Zerdüşt “Hayır, sen mesleğini tehlikeden yarattın. Bunda
hakir görecek bir şey yok.. Mesleğinin yüzünden ölüme gidiyorsun. Buna mükâfat
olarak seni ellerimle gömeceğim”.
Dedi.
Zerdüşt bunu söylediği zaman artık cambaz cevap veremedi.
Yalnız elini —teşekkürlerini iletmek istediği Zerdüşt ellerini arar gibi —
kımıldattı.
7
Bu aralık akşam oldu. Pazar yeri karardı, halk dağıldı.
Çünkü tecessüs ve dehşetin bile bir yorulması vardır.
Fakat Zerdüşt ölünün yanında toprağın üstüne oturdu ve
düşünceye dalarak zamanı unuttu. Gece olmuş, münzevilerin üstünde soğuk bir
rüzgâr esmeğe başlamıştı. Zerdüşt ayağa kalkarak kendi kendine dedi ki:
“Gerçek Zerdüşt Bugün güzel bir avcılık yaptı. Bir insan
yakalayamadı amma bir cenaze elde etti.
İnsan hayatı, korkunç bir şeydir. Ve yine de manasızdır.
Bir cambaz onun için bir musibet olabilir.
İnsanlara varlıklarının manasını, “İnsanüstünü”nü, kara
insan bulutunun yıldırımını öğretmek istiyorum.
Fakat şimdilik onlardan uzağım, fikrim, onların kafasına
giremiyor.
İnsanlar beni şimdi ölü ile deli arasında bir mahlûk
biliyorlar.
Gece karanlık. Zerdüşt’ün yolları karanlık, soğuk ve katı
yoldaş gel, seni, ellerimle gömeceğim yere taşıyayım!”.
8
Zerdüşt kendi kendine böyle söylendikten sonra ölüyü
sırtına yüklendi ve yola koyuldu. Daha yüz adım gitmeden yanına bir adam
sokularak kulağına bir şeyler fısıldadı.
Bu, kulede ki ikinci cambazdı.
Diyordu ki: “Zerdüşt bu şehirden kaç. Burada çokları
sana kızıyorlar.
İyi ve vicdanlılar, sana, düşman ve hakaretçi; dindarlar,
kitle için tehlikedir diye kızıyorlar. Sana gülmeleri seni kurtardı.
Gerçek, sen bir meddah gibi söz söylüyordun. Ölü köpeğe
yoldaş olmak seni kurtardı, kendini bu kadar alçaltmak sayesinde bugün için
kurtuldun. Ya bu şehirden git veyahut yarın senin de üstünden atlarım.
Bir canlı, bir ölünün üstünden”.
Bunu söyleyen birdenbire kayboldu.
Zerdüşt’te caddelerden yoluna devam etti.
Şehrin kapısında mezarcılarla karşılaştı. Bunlar Zerdüşt’ün
yüzüne ışık tuttular, onu tanıdılar ve onunla alay ederek dediler ki: “Zerdüşt
ölü köpeği taşıyor, Zerdüşt’ün mezarcı oluşu ne tuhaf!
Çünkü bizim ellerimiz bu uğursuzu gömemeyecek kadar
temizdir. Zerdüşt şeytanın ağzından lokmasını almak istiyor. Pek âlâ, afiyetler
olsun.
Yalnız Zerdüşt dikkat et ki: şeytan daha becerikli bir
hırsız olmasın.
O, ikinizi birden aşırır ve yer.”
Mezarcılar birbirlerine güldüler ve yerlerine oturdular.
Zerdüşt buna karşı bir şey söylemedi. Yoluna devam etti.
İki saat orman ve bataklıkların kenarında yürüdükten
sonra kurtların açlık haykırışını ve kendi açlığını duydu. Ve içinde ışık yanan
münzevi bir evin önünde durarak dedi ki:
Açlık beni ormanlarda, bataklıklarda ve gece karanlığında
bir hırsız gibi bastırıyor. Açlığın ne garip kaprisleri var.
Çok defa yemekten
sonra gelir. Bugün bütün gün gelmedi. Nerede kaldı.”
Bunun üzerine Zerdüşt evin kapısını çaldı. İçerden elinde
ışık tutan bir ihtiyar göründü.
“Fena uykularımın arasına gelen kimdir” diye
sordu.
Zerdüşt cevap verdi. “Bir ölü ve bir diri. Bana
yiyecek ve içecek bir şey ver. Gündüz yemeyi unuttum. Âkiller derler ki: Açları
besleyen, kendi ruhunu beslemiş olur.”
İhtiyar gitti. Zerdüşt’e ekmek ve şarap getirdi. Ve dedi ki:
Burası açlar için uğursuz bir köşedir. Onun için burada oturuyorum. Hayvanlar
ve insanlar bana gelirler. Fakat arkadaşına da yedir ve içir, o, senden yorgun
görünüyor.
Zerdüşt, yoldaşım ölüdür. Onu yemeğe ikna etmek kabil
değildir dedi.
İhtiyar hiddetle cevap verdi: “Bundan bana ne. Benim
kapımı çalan verdiğim şeyi kabul etmelidir. Yiyin ve keyfinize bakın.”
Bundan sonra Zerdüşt yolları ve yıldızları takip ederek
iki saat daha gitti. Gece yürüyüşüne alışkındı. Ve bütün uyuyanların yüzüne bakmayı
severdi. Fakat fecir olmağa başladığı zaman Zerdüşt kendini sık bir ormanda buldu.
Hiç bir tarafta yol görünmüyordu.
Burada ölüyü bir ağaç kovuğuna yerleştirdi. Çünkü onu
canavarlardan saklamak istiyordu. Kendi de toprak ve yosunların üzerine uzandı.
Ve yorgun bir vücut fakat sakin bir ruhla derhal uykuya vardı.
9
Zerdüşt derin bir uykuya daldı. Yalnız fecir (şafak) değil,
kuşluk vakti de geçmişti. Fakat nihayet gözlerini açtı. Ormana, sükûnete ve
kendi kendine taaccüple baktı. Sonra birdenbire kara gören bir denizci gibi
doğrularak sevincinden haykırdı.
Yeni bir hakikat bulmuştu. Kendi kendine dedi ki:
Gözüm aydınlandı: Bana yoldaş lâzım. Fakat canlı.
Kendisini istediğim yere taşıyabildiğim ölü yoldaş değil, bilâkis kendi iradeleri
ile benim gittiğim yola gitmek isteyen canlı yoldaş.
Gözüm açıldı. Zerdüşt halka değil, yoldaşlarına hitap
etsin.
Zerdüşt bir sürünün çobanı veya köpeği olmasın..
Sürüden birçoklarını ayırmak işte bunun için geldim. Halk
ve sürü bana kızsın.
Zerdüşt çobana haydut diyecektir.
Onlara çoban diyorum, fakat onlar kendilerine iyiler ve
âdiller diyorlar.
Onlara çoban diyorum, onlar kendilerine hak dinin zahitleri
diyorlar.
İyilere ve âdillere bak; en çok kimden nefret ediyorlar?
Onların kıymet levhasını kırandan, parçalayandan,
mücrimden: Fakat yaratıcı olanlar bunlardır.
Dinlerin müminlerine bakın. En çok kimden nefret
ediyorlar?
Kıymet levhalarını kıran, parçalayandan, mücrimlerden:
Fakat yaratıcı olanlar bunlardır.
Yaratıcı olan, yoldaş
arar: Ölü aramaz. Sürü ve mümin aramaz.
Yaratıcı, yeni levhalar üstünde yeni kıymetler yaratacak
yaratıcılar arar.
Yaratıcı, yoldaş ve hasat ortağı arar. Çünkü onda her şey
hasada olgundur. Fakat yüz ortak eksiği vardır. Bu sebepten başakları kurur ve körlenir.
Yaratıcı, damgasını ortaya atacak yoldaş arar. Bunlara “İyi” ve “Fena” yı tahkir eden yıkıcılar denecek. Fakat
onlar hasatlarında ve bayramlarındadırlar.
Zerdüşt yaratıcı, hasatçı yoldaşlar arıyor. Onun,
sürülerle, çobanlarla, ölülerle ne iş var?
Allaha ısmarladık ilk yoldaşım.. Seni ağaç kovuğuna iyice
yerleştirdim ve canavarlardan iyice gizledim. Fakat vakit geçti, senden
ayrılıyorum.
İki fecir arasında bana yeni bir hakikat doğdu. Ben, çoban
ve mezarcı olmayacağım.
Halkla konuşmayacağım, bir ölüye de son defa hitap etmiş
oluyorum.
Yaratıcılara, hasatçılara, bayram edenlere katılacağım, onlara
“kuzah gavsini” (Şeytan burcunu) ve
“İnsanüstünü”nün bütün derecelerini göstereceğim.
Şarkımı bu yadlara söyleyeceğim ve işitilmemiş şeyleri
dinleyebileceklerin yüreğini saadetimle dolduracağım.
Ereğime, doğru yola gidiyorum. Geç kalanların, yavaşların
üstünden atlayıp geçeceğim. Benim yürüyüşüm, onların batışı olsun.
10
Zerdüşt bu sözleri söylerken öğle olmuştu. Sorgulu bir
bakışla göklere baktı. Tepesinde bir kuşun keskin sesini işitti.
Bir kartal havada geniş daireler çizerek uçuyor,
boynunda, ona dost gibi sarılmış bir yılan taşıyordu.
Zerdüşt: “Bunlar benim hayvanlarım” diye sevindi.
“Gök kubbenin altında en mağrur hayvanla en zeki hayvan birleşerek
haber aramaya çıkmışlar.”
Zerdüşt yaşıyor mu diye sormak istiyorlar. Gerçek ben
hâlâ yaşıyor muyum?
İnsanlar arasında olmak, hayvanlar arasında olmaktan çok
tehlikeli.
Zerdüşt tehlikeli yollardan gidiyor. Hayvanlarım bana kılavuzluk
etsinler..
Zerdüşt bunları söylerken ormanda ki ihtiyarın sözlerini
hatırladı ve içini çekerek kendi kendine dedi ki: Ben daha akıllanmalıyım,
yılanım gibi tamamen akıl kesilmeliyim.
Fakat imkânsız bir şey diliyorum. O halde gururumdan,
Daima zekâmla bir yürümesini dileyeyim. Ve zekâm bir gün beni terk ederse,
-Çünkü o, kaçmayı sever- gururum deliliğimle uçmalı.
Zerdüşt’ün sukutu böyle başladı.
ZERDÜŞT’ÜN HİTABELERİ
ÜÇ DEĞİŞMEYE DAİR
Size ruhun üç değişmesini anlatıyorum.
Ruh nasıl “Deve” leşir, develikten aslanlığa, sonrada
aslanlıktan çocukluğa nasıl atlar?
İçinde saygı yaşayan güçlü, dayanıklı bir ruhun çok
acıları vardır.
Onun gücü; müşkülü ve en müşkülü diler..
Mütehammil ruh (Dayanıklı ruh) “Müşkül nedir” diye
sorar. Ve iyi yüklenmek İsteyen bir deve gibi diz çöker..
Mütehammil bir ruh “üzerime alınca beni gücüme mağrur
edecek en ağır şey nedir, kahramanlar” diye sorar.
Bu, şu değil midir? Kibrini ezmek için kendini alçaltmak.
İlmiyle alay için deliliğini belirtmek!.
Yoksa şu mudur? Zaferini tes'it eden (kutlayan) bir
şeyimizden ayrılmak?
Bir zalimi denemek için yüksek dağlara çıkmak!
Yoksa şu mudur? İdrakin kabuk ve çayırından beslenmek ve
hakikat aşkı ile ruhta açlık acısı çekmek!
Yoksa şu mudur?
Hasta olmak ve şifacıyı geri çevirmek.
Ve istediğini hiç bir zaman işitmeyen sağırlarla dostluk
yapmak!
Yoksa şu mudur?
İçinde hakikat var diye,—kirli bir suya girmek ve soğuk
kurbağalarla sıcak yengeçleri kendinden atmamak!
Yoksa şu mudur?
Bize hakaret edenleri sevmek, bizi korkutmak isteyen heyulaya
elimizi uzatmak.
Mütehammil ruh, bu en ağır şeyleri üzerine alır, çöle
revan olan deve gibi kendi çölüne yönelir.
Fakat en hücra (çok sıcak günlerde öğle vakti) çölde
ikinci değişme olur. Ve burada ruh aslanlaşır!
Hürriyete kavuşmak ve kendi çölünde halife olmak ister.
Burada en son Efendisini arar: Ona, en son Tanrısına
düşman olmak ister; zafer için büyük ejderlerle pençeleşmek diler.
Ruhun artık Efendi ve Tanrı tanımadığı büyük ejder
hangisidir?
Bu büyük ejderin adı “Sen yapmalısın” dır.
Halbuki aslanın ruhu “Ben isterim” der..
“Sen yapmalısın” , onun
yolunun üzerinde altın kıvılcımlı, pullu bir hayvandır. Ve her bir pulun üstünde
altından bir parıltı ışıldar: “Sen yapmalısın!”
Bu pulların üstünde binlerce yıllık kıymetler ışıldar. Ve
ejderlerin en irisi der ki: “Bütün bu şeylerin kıymeti bende parlar. Her
kıymet yaratılmıştır. Ve her yaratılan kıymet “Ben” im.
Onun için artık “Ben isterim” olmamalıdır”.
Kardeşlerim: Ruhun aslanlaşmasına ne ihtiyaç var? İtaatli
ve dayanıklı olan hayvan yetmez mi?
“Yeni kıymetler yaratmak”: Buna aslanın da gücü yetmez. Fakat “Yeni yaratmalar için
hürriyet temin etmek”, işte aslanın gücü buna yeter.
“Hürriyet yaratmak” ve
vazifeden önce kudsî bir “Hayır!” diyebilmek, işte bunun için, kardeşlerim,
aslana ihtiyaç var!
“Yeni kıymetler için hak elde etmek” dayanıklı ve itaatliler için elde etmelerin en korkuncu
budur. Gerçek bu, ona bir gasp ve ancak yırtıcı bir hayvanın işi gibi görülür..
Bir zaman en kudsî şey olarak “Sen yapmalısın” ı
severdi..
Şimdi bu en kudsî şeyde de sevgisinden önce, hürriyet gasp
etmek için cinnet ve istek bulmalıdır; Bu gasp için aslana ihtiyaç vardır.
Kardeşlerim söyleyin: Aslanın yapamayıp ta çocuğun
yapacağı şey nedir?
Yırtıcı aslan nasıl çocuklaşacaktır?
Çocukluk bir masumiyet, bir unutma, bir yeniden başlama,
bir oyun, kendi kendine dönen bir teker, bir kımıldanış ve bir kudsî “Evet”
demektir.
“Evet” yaratmanın oyunu için kardeşlerim kudsî bir “Evet”e
ihtiyaç vardır. Böylece ruh, iradesini diler. Ve dünyayı kaybeden, dünyasını
tekrar bulur.
Size ruhun üç değişmesini anlattım: Ruh nasıl develeşir,
deve nasıl aslanlaşır ve nihayet aslan nasıl çocuklaşır?
Zerdüşt bunları söylediği zaman bulunduğu şehrin adı “Renkli
İnek” idi.
FAZİLET KÜRSÜLERİNE
DAİR
Zerdüşt’e uyku ve fazilete ait güzel şeyler söyleyen bir
üstadı övdüler. Onu çok sayarlar ve mükâfat olarak bütün gençlik, kürsüsünün
önünde toplanırmış. Zerdüşt bu zata gitti ve gençlerle beraber kürsüsünün önüne
oturdu.
Üstat diyordu ki:
Uykuya saygı, uykudan hayâ gerek: Her şeyin başı budur!
Uykusuzların ve gece uyanık duranların yolundan çekilin!
Hırsız bile uykudan hicap (utanç) duyar: Daima geceleyin
usulca “çalar”. Fakat gece bekçisi hayâsızdır. Hayâsızca düdüğünü öttürür.
Uyumak az bir hüner değildir: Bunun için bütün gün uyanık
beklemek lâzımdır.
Gündüz on defa kendi kendini yenmelisin: Bu iyi bir
yorgunluk verir.
Ve ruha afyon gibi tesir eder.
On defa kendi kendinle tekrar barışmalısın; yenmek bir
acılıktır. Ve barışmayan fena uyur.
Gündüz on hakikat bulmalısın: Yoksa gece de hakikat
ararsın ve ruhun aç kalır.
Gündüz on defa gülmeli ve keyiflenmelisin: Yoksa
sıkıntılar kaynağı mide gece rahatını kaçırır. Bunu pek azları bilir: iyi
uyumak için bütün bu faziletlere malik olmak gerektir.
Yalancı şahitliğimi yapacağım? Zina mı edeceğim?
En yakındaki kızın namusunu mu bozacağım? Bunların hepsi
iyi uykuyu bozar.
Bütün faziletlere malik olsanız bile bir noktayı iyi
anlamanız gerektir:
Faziletleri de tam vaktinde uykuya yollamak!
Talihsiz adam: Senin yüzünden iyi kadıncağızlar
birbirleri ile çekişmesinler ha.
Tanrı ve komşu ile barışık: İyi uyku için bu lâzımdır.
Sonra komşunun şeytanıyla da geçim gerektir. Yoksa
geceleyin sana sokulur.
Üstünüzdekilere haksızda olsalar, saygı ve itaat: iyi
uyku için bu da lâzımdır.
Nüfuz ve iktidar, eğri bacaklar üzerinde yürürse ben ne
yapayım,
Sürüsünü en yeşil vadiye süren çoban, benim için en iyi
çobandır.
İyi uyku için bu lâzımdır..
Ne fazla nüfuz, ne fazla zenginlik isterim: Bu, mideyi
bozar. Fakat iyi bir ad ve küçük bir
servet olmayınca da uyunmaz.
Bir küçük toplantı, fena bir konuktan iyidir. Fakat
vaktinde gelip, vaktinde gitmek şartı ile iyi uyku için bu lâzımdır.
Ruhça fakir olanlar da hoşuma gider. Bunların uykuya
faydası olur. Hele onlara hep hak verilirse ne kadar sevinirler!
Faziletlinin günü böyle geçer. Gece gelince uykuyu
çağırmaktan çekinirim.
Faziletlerin Efendisi olan uyku çağrılmak istemez.
Bilâkis gündüzün ne yaptığımı, ne düşündüğümü hatırlarım.
Geviş getiren sabırlı bir inek gibi hep şunu sorarım.
Senin on zaferin hangisi idi? On barışman, on hakikatin,
on gülüşün hangileridir?
Bunlarla uğraşırken uyku, faziletlerin Efendisi, kırk
düşüncenin arasından beni birdenbire bastırır. Gözlerin kapısını çalar: Ve
orası ağırlaşır. Ağzıma dokunur ve orası açık kalır.
Gerçek bu hırsızların en sevimlisi yumuşak ökçeler
üstünde gelir. Düşüncelerimi çalar. Ve o zaman şu kürsü gibi durgunlaşırım. Fakat
durmak uzun sürmez ve uzanma sırası gelir.
Zerdüşt üstadın sözlerini dinleyince kendi kendine güldü:
Ve yeni bir şey keşfetmiş gibi gözleri açılarak mırıldandı:
“Bu kırk düşünceli üstat delidir: Fakat sanırım ki uykuyu
iyi anlıyor. Bu üstadın yakininde bulunanlara ne mutlu! Böyle bir uyku, kalın duvarlar
arasından bile sirayet eder.
Kürsüsünde bile bir büyü var. Gençlerin, bu fazilet telkincisinin
önünde durmaları boşuna değildir.
Onun öğüdü şudur:
İyi uyumak için uyanık durmak: Gerçek hayatın bir gayesi
olmasa ve ben gayesizlik seçmek istesem, en seçilmeye lâyık gayesizlik bu olurdu.
Bir zamanlar fazilet üstatları ararken, onlardan neler
istediklerini şimdi iyi kavrıyorum:
İyi uyku ve afyon tesiri yapan fazilettir.
Bu kürsü üstatlarının övdükleri uyku, rüyasız bir uykudur:
Onlar hayatta
bundan üstün bir hedef bulamadılar.
Bugün de böyle fazilet telkin eden üstatlar var ve onlar
bu adam kadarda açık değiller:
Fakat bunların tavı geçmiştir. Daha çok ayakta
duramayacaklar ve batacaklardır.
Uyuklayanlara ne mutlu; çünkü yakında kendilerinden geçeceklerdir.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
ÖTE
DÜNYALILARA DAİR
Bir zaman Zerdüşt de her fani gibi hayatın “öte yanı” hülyasını
taşıdı. Adın bana bir mustarip tanrının eseri gibi görünürdü. O zaman dünya
bana bir rüya ve bir tanrı şiiri, bir ilahi gayri memnunun gözleri önünde
renkli bir duman gibi görünürdü.
İyi ve kötü, zevk ve elem, sen ve ben: yaratıcı önünde
kar bir duman gibi görünürdü.
"Halik gözlerini kendinden ayırmak istiyordu. O
zaman dünyayı yarattı. Bu, ıstırap çekenlere kendini kaybetmek ve gözlerini ıstıraptan
ayırmak için çılgın bir zevk kaynağıdır.
Dünya bana vaktiyle çılgın bir zevk ve bir “kendini
kaybetme” gibi göründü.
Ebedi eksik, ebedi bir tenakusun ve eksikliğin timsali,
eksik halikı için çılgın bir
zevk; dünya bana bir
zaman böyle göründü.
Ben de her fani gibi insanın ötesi hülyasını kurdum.
Hakikatte insanın ötesi nedir?
Ah kardeşlerim, benim yarattığım bu tanrı, bütün tanrılar
gibi insan eseri ve insan hülyasıdır.[8]
O, insandı ve hem de zayıf bir insan parçası, “ben”: bu
hayalet gerçek öte dünyadan değil, kendi alev ve külümden geliyordu. Ne oldu
kardeşlerim, ben acı çeken, kendimi yendim, kendi külümü dağa taşıdım ve kendime
daha aydın, daha parlak bir şule yarattım. Ve bak, hayal o zamandan uzaklaşıverdi.
Böyle hayallere inanmak bana ve nekahettekilere ıstırap
olurdu, bana acı ve hakaret olurdu. Fanilere şöyle hitap ediyorum.
Bütün “öte dünya” ları acı bir şey bir kudretsizlikti.
O ancak en mustaribin tadabileceği kısa bir saadet
hülyasını doğurdu.
Bir adımda, ölüm adımı, son ereği isteyen hiç bir şey dileyemeyen
miskin ve aciz bir yorgunluk bütün tanrıları ve öte dünyaları bu doğurdu.
Kardeşlerim bana inanın: bedende aciz getiren bedendi. Bu
beden, çıldıran bir ruhun parmaklar ile son duvarlara sürtünüyordu.
Kardeşlerim bana inanın: arzda perişan olan, çaresiz
kalan bedendi. O beden, varlığın kendine
hitabını dinliyordu.
Böylece kafası ile ve yalnız kafası ile değil, bütün
varlığı ile son mâniaları aşarak öte dünyayı istedi.
Fakat o ahiret, insandan saklıdır, bir semavi hiç,
insansız ve insanlıksız âlem! ve varlık insana, insan olarak hitap ediyor.
Gerçek varlığın ispatı ve anlaşılması zordu.
Kardeşler söyleyin: en mucizeli şeyler, en alâ ispat
edilmiş değil midir?
Evet, bu “ben” ve “ben” in tenakusları ve girdibatları
(azman ve melezleri), en açık surette kendi varlığını anlatıyor. Bu, yaratan,
dinleyen, bekleyen ve her şeyin ölçüsü ve kıymeti olan “ben”!
Bu açık varlık “ben” bedenden hitap eder. Ve şiir
yaptığı, parçalanmış kanatlarla hülya kurduğu zaman da yine bedeni ister.
“Ben” daima daha iyi hitap etmesini öğrenir ve öğrendikçe
beden ve toprak için daha fazla söz ve iltifat bulur.
Benim “ben”im bana yeni bir gurur öğretti. Bunu insanlara
öğretiyorum: Artık kafayı en simâvi (yüze görünen) şeylerin tümüne gömmeyin,
serbest taşıyın. Hayata hedef verecek bir “arz kafası” taşıyın.
İnsanlara yeni bir irade öğretiyorum:
Hastalar ve ölüm döşeğindekilerin körü körüne gittiği
yoldan ayrılın. Bedeni ve toprağı hakir görenler, hastalar ve ölüm döşeğinde
olanlardır. Bunlar “semaviyi”, kurtarıcı kandamlasını buldular:
Fakat bu tatlı ve kara zehri bile topraktan ve bedenden
aldılar.
Onlar acılarından kaçmak istiyorlardı; fakat yıldızlar
çok uzaktı.
O zaman içlerini çektiler. “İnsanı başka bir varlığa
ve saadete ulaştıracak “ilahi” yollar olsa!” dediler, böylece kanlı
içkilerini; öte dünyalarını buldular.
Bu nankörler, bu topraktan ve bedenden sıyrılmak
sevdasına düştüler, fakat bu sıyrılmanın da hareket etmek ve saadetini kime
medyundular? Bedenlerine ve bu toprağa.
Zerdüşt hastalara karşı mülayimdir. Onların tesellilerine
ve nankörlüklerine kızmaz, onlara şifa nasip olsun ki: kendilerini yensinler ve
kendilerine daha yüksek bir beden yaratsınlar. Gece yarısı, tanrının mezarına
sokulmak hülyasını güden hastalara da kızmaz. Fakat hasta beden ve gözyaşları
bana kalıyor.
Şair ve dindarlar arasında çok hastalar vardır.
Bunlar idrak
edenlerden nefret ederler ve açıklığı, faziletlerin en körpesini, sevmezler.[9]
Hepsi geriye, karanlık zamanlara doğru bakarlar: O zaman
hayal ve iman başka şeylerdi. Anlayışın taşkınlığı, Tanrı benzerliği ve
şüpheler günahtı.
Bu Tanrı benzerlerini pekiyi tanırım: Onlar kendilerine
inanılmasını isterler. Ve “Şüphe günahtır” derlerdi. Kendilerinin asıl
neye inandıklarını pek iyi tanırım.
Gerçek bunlar bu öte dünyaya ve kurtarıcı kandamlasından
değil, kendi bedenlerine inanırlardı. Ve kendi bedenleri onlar için her şeydi.
Fakat hasta bir şey: Derilerinden sıyrılmak dilerlerdi.
Onun için ölüm telkincilerini dinler ve kendileri de öte “dünya” telkin
ederlerdi.
Kardeşlerim, daha iyisi beni, sağlam bedenin sesini
dinleyin.
Bu daha açık, daha temiz bir sestir. Tam ve sağlam yapılı
beden daha açık ve daha temiz söyler arzî gayeden bahseder. Zerdüşt böyle
söylüyordu.
BEDENİ HAKİR
GÖRENLERE DAİR
Bedeni hakir görenlere hitap etmek istiyorum.
Bildiklerinizi değiştirecek değilsiniz, yalnız
bedeninizden ayrılın, yani susun.
“Ben, beden ve ruhum”
çocuk böyle söyler.. Niçin çocuklar gibi söylememeli?
Fakat bilgiç kâhil (saçına ak düşmüş adam) der ki:
Ben “Tamamen bedenim, başka bir şeyim yok”
Ruh ise bedende mevcut bir şeyin adıdır.
Beden; büyük bir şuur, tek manalı birçokluk, bir kavga ve
barışına, bir sürü ve bir çobandır.
Kardeşim senin ruh dediğin şey, küçük bir şuur, bedenin
bir âletidir.
Büyük şuurun küçük bir âleti ve oyuncağı.
“Ben” diyorsun ve bu söze mağrursun. Fakat bunun daha
büyüğü ki buna inanmak istemez misin, senin bedenin ve onun büyük şuurudur.
Bu, “Ben” demez fakat" “Ben” i yapar.
Duygunun duyduğu, fikrin kavradığı şeyin hiç bir zaman
kendiliğinden bir ereği yoktur. Fakat fikir ve ruh, biz her şeyin hedefiyiz
diye seni kandırmak isterler.
Onlar bu kadar kibirlidirler.
Fikir ve ruh, âlet ve oyuncaktır. Bunların arkasında
büyük kül (bütün) vardır.
Bu kül, duygunun gözleri ve ruhun kulakları ile araştırır.
Bu kül, daima araştırır ve arar: Mukayese eder, zorlar,
fetheder, tahrip eder, hükmeder ve “Ben” in hükümdarıdır.
Kardeşim, fikirlerinin ve duygularının arkasında kudretli
bir âlem, meçhul bir üstat vardır. Onun adı küldür. Yeri Bedenindir.
O senin bedenindir. Bedeninde en parlak fikrinden ziyade
şuur vardır.
Kim bilir bedenin, senin en yüce fikrîni ne için
kullanır.
Senin külün “Ben” in ve onun mağrur adımları üstünde
güler.
Kendi kendine der ki:
Fikrin bu atlayışları, bu uçuşları nedir? Benim hedefim
için bir dolambaçlı yol. Ben; “Ben” in
güzergâhı ve ona mefhumlarını fısıldayanım.
Beden “Ben” e der ki: “Şuran ağrısın” ve orası
ağırır. Ve ağrısının durmasını düşünür. O, yalnız bunu düşünür.
Beden “Ben” e derki: “Şurada haz duy”, orası hazlanır ve
sık sık nazlanmayı düşünür. Ve yalnız bunu düşünecektir.
Bedeni hakir görenlere bir söz söyleyeyim: O hâkir görme
onların saygısıdır.
Saygı ve hakareti, kıymeti ve iradeyi yaratan nedir?
Yaratıcı beden, kendine hürmet ve hakaret yarattı, zevk
ve elem yarattı
Yaratıcı beden, iradesinin kulu olarak kendine ruhu
yarattı.
Ey bedeni hakir gürenler: Kendi hakaret ve deliliğinizle
bedeninize hizmet ediyorsunuz. Size
söylüyorum, bedeniniz bizzat ölmek istiyor ve hayata sırtını çeviriyor.
Kendisinin en çok istediğinden başka bir şeye gücü yetmez. “Kendisinden
ötesi için yaratmak”, en çok bunu ister, bütün hasreti budur. Fakat bu işte
geç kalmıştır. Bunun için ey bedeni hakir görenler, bedeniniz göçmek istiyor.
Ondan hayatı, bedeni tahkir ediyorsunuz!
Çünkü kendinizden ötesi için artık bir şey
yaratamazsınız.
Ondan hayata ve toprağa öfkeleniyorsunuz.
Hakaretinizin manasız bakışında şuursuz bir haset
gizlidir.
Bedeni hakir görenler! Sizin yolunuzdan yürümeyeceğim. Sizler
benim için “insanüstünü” birer köprü değilsiniz.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
SEVİNÇ VE ACIYA DAİR
Eğer bu senin faziletin ise, bunda kimse ile beraber
olamazsın.
Tabiî sen bu faziletin adını söylemek ve onu okşamak
istersin.
Kulağını çekmek ve onunla eğlenmek dilersin.
Ve bak, şimdi onun adını halkla beraber söylüyorsun. Ve
sen faziletinle halk ve sürüye karıştın. Eğer şöyle deseydin daha iyi idi: “Ruhuma
acılık ve tatlılık veren, kursağının açlığını belirten şeyin adı yoktur. Ve
söylenemez.
Senin faziletin, adların üstünde bir mahremiyete malik
olmalıdır.
Ondan bahsetmeğe mecbur isen yalnız mırıldanmaktan
utanma.
Mırıldanarak söyle: Benim iyiliğim budur, bunu seviyorum,
hoşuma gidiyor ve bu “İyi” yi tek başıma istiyorum.
Bu “İyi” yi bir tanrı kanunu, insan kaidesi, bir ihtiras
olarak istemiyorum:
Dünya ve cennetlerin üstünde bir rehbere ihtiyacım yoktur.
Benim sevdiğim, arzı bir fazilettir: Onda herkesin
aklından, kurnazlığından bir şey yoktur.
Fakat bu kuş, yuvasını bende yaptı. Onun için onu seviyor
ve besliyorum. Şimdi de yanımda altın yumurtalarının üstünde yatıyor.”
Faziletini böylece mırıldanarak öv!
Bir zamanlar acıların vardı. Onlara kötü diyordun. Fakat
şimdi yalnız faziletlerin var: Bunlar senin acılarından doğmuşlardır.
Hedefini bu acıların içinde aramıştın. Böylece acıların; faziletlerin ve sevinçlerin oldular.
Acaba öfkelilerin, şöhretlilerin, dindarların,
intikamcıların soyundan mısın? .
Fakat sonunda bütün acıların, faziletlerin ve bütün
şeytanların, meleklerin oldu.
Bir zamanlar mahzeninde vahşi köpekler vardı: Fakat
sonunda bu köpekler kuşlara ve sevimli mugannilere çevrildiler.
Zehirlerinden balsamını (merhemini) kaynattın. İneğinden sıkıntı
sağıyordun.
Şimdi memesinin tatlı sütünü içiyorsun.
Artık senden kötülük doğamaz. Meğerki: Faziletlerinin
kavgasından doğma kötülük ola...
Kardeşim eğer mesut isen yalnız bir faziletin vardır.
Fazla değildir.
Ve böylece köprünün üstünden kolaylıkla geçersin.
Çok faziletli olmak bir imtiyazdır, fakat güç bir
kaderdir.
Birçokları kendilerini faziletlerin kavga yeri olmaktan
yorgun duyarak çöle düştüler ve kendilerini öldürdüler.
Kardeşim harp ve cidal (sözle mücadele) fena mıdır? , Fakat
bu fenalık lâzımdır.
Faziletlerinin arasında haset, iftira ve itimatsızlık
gerektir.
Bak, faziletlerinin her biri nasıl en yükseğe yöneliyorlar.
Her biri ruhuna hâkim olmak, senin bütün hiddet, nefret ve sevgi kudretini elde
etmek istiyorlar.
Her fazilet, diğer fazileti kıskanır ve kıskançlık müthiş
bir şeydir.
Faziletlerde kıskançlık yüzünden mahvolabilirler.
Dört yanı kıskançlıkla sarılan, sonunda kendine çevrilir
ve akrep gibi kendini sokar.
Ah kardeşim; bir
faziletin, kendisini inkâr ettiğini ve hançerlediğini daha hiç görmedin mi?
İnsan, geçilmesi lâzım gelen bir şeydir. Onun için bu faziletlerini seveceksin.
Çünkü onların yüzünden mahvolacaksın. Zerdüşt böyle söylüyordu.
SOLUK BENİZLİ MÜCRİME
DAİR
Hâkimler ve kurban verenler!
Hayvanı, kafasın eğmeden öldürmek istemiyor musunuz?
Bakın: Soluk mücrimin kafası eğildi. Büyük tahkir
gözlerinden okunuyor:
“Benim “Ben” im geçilmesi lâzım gelen bir şeydir.
Benim “Ben” im bana insanlığın büyük hakaretidir.
Bu gözler bunları söylüyordu.
Kendi kendine hükmünü vermek: Onun en yüce ânı idi. Bu
yüksek adamı alçaklığına döndürmeyin.
Kendi kendinin acısını çeken için hiç bir kurtuluş
yoktur. Meğerki tez ölüm gele.
Hâkimler!
Sizin öldürmeniz bir intikam değil, bir acıma olmalıdır.
Öldürürken kendiniz hayata değer olmağa çalışınız.
Yalnız öldürdüğünüzle barışmanız yetmez. Kederiniz “insanüstünü”
ne sevgi olsun. Ancak bu sayede yaşamağa hak kazanırsınız.
Düşman deyin fakat fena demeyin, hasta deyin. Fakat rezil
demeyin, deli deyin fakat mücrim demeyin.[10]
Sen ey kızıl hâkim!
Fikrinde yaşayan şeyleri açık söylemen lâzım gelseydi
herkes bu “Ahlâksız zehirli Sülük kahrolsun” derdi.
Fakat düşünce, iş, işin görünüşü başka şeylerdir.
Bunların arasında temelin tekerleği dönmez.
Bu solgun mücrimi, bir manzara solgunlaştırıyor.
Cürmü işlerken aldırmadı, fakat işledikten sonra manzaraya
dayanamadı. Kendini hep bir fiilin faili gördü. Buna delilik derim. İstisna
onun bünyesine girmişti.
İp tavuğu bağlar gibi yaptığı cürme de zavallı aklını
bağladı.
Buna fiilden sonra gelmiş bir delilik derim.
Hâkimler dinleyin!
Başka bir delilik daha vardır. Bu delilik fiilden önce
olur.
Ah! Bu ruhun derinliklerine giremiyorsunuz.
Kızıl hâkim derki: Bu mücrim niye adam öldürdü?
Gasp etmek istiyordu da ondan.
Fakat ben size derim ki: Onun ruhu gasp değil kan
istiyordu.
O, hançerde ki saadete susamıştı.
Fakat zavallı aklı bu deliliği kavrayamadı. Ve onu
kandırdı.
Ona aklı dedi ki: Kanı ne yapacaksın?
Hiç olmazsa kan dökerken bir şeyi gasp etmeli, bir
intikam almalısın.
O da, zavallı aklına uydu.
Onun sözleri, üstüne kurşun gibi yüklendi. Ve böylece
öldürürken gasp etti.
Deliliğine utanmak istemedi.
Şimdi yine günahının kurşunu onun üstünde yüklü.
Zavallı aklı o kadar tutuk, o kadar fani, o kadar ağır!
Kafasını sallayabilseydi yükü devrilirdi. Fakat bu kafayı
kim sallar.
Bu adam nedir?
Ruhunun içinden dünyaya saldıran hastalıklardan yapılı
bir yığın.
Bunumu avlamak istiyorsunuz?
Bu adam nedir?
Birbirinin yanında nadiren uslu oturan vahşi yılanlardan
yapılı bir düğüm.
Bunlar kendiliklerinden gezmeğe giderler ve dünyada av
ararlar.
Şu zavallı bedene bakın: Onun çektiği acıyı ve
dileklerini ruh kendine mal etti. Ruh onu, hançerin saadetine duyulan bir katil
zevk ve ihtiras diye tefsir etti.
Şimdi hasta olanı “Fena” bastırır. Kendine acı veren
şeylerle acı vermek ister. Fakat başka samanlar ve başka İyi ve fenalarda
vardı.
Bir zaman kendini dileme ve şüphe kötü sayılırdı. O zaman
hasta, bir büyücü olurdu. Bir büyücü ıstırabını çeker ve böylece acı vermek
isterdi. Fakat bu, sizin kulağınıza gitmiyor:
Bana diyorsunuz ki: Bu, iyiliklerinize zarar verir.
Fakat iyiliklerinizden bana ne?
İyiliklerinizin çoğundan fenalıklarınızdan fazla iğreniyorum.
İsterdim ki şu solgun mücrim gibi sizin de bir vehminiz
olsa da sizi mahvetse.
Gerçek dilerdim ki: Vehminizin adı hakikat veyahut sadakat
yahut adalet ola.
Fakat sizin faziletiniz; uzun yaşamak ve acınacak bir rahata kavuşmak
içindir.
Ben bir sel kenarındaki parmaklığım. Tutabilen beni
tutsun.
Fakat ben sizin “Topal değneğiniz” olamam.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
OKUMA VE YAZMAYA DAİR
Bütün yazılar içinde yalnız kanla yazılanı severim.[11]
Kan ile yaz:
Göreceksin ki: Kan ruhtur.
Yabancı kanı anlamak kolay değildir.
Okuyan avarelerden nefret ederim.
Okuyucuyu tanıyan, onun için artık bir şey yazmaz, daha
bir asır okunsun sonra bizzat ruh kokacak.
Herkesin okuma öğrenebilmesi, gittikçe yalnız; yazıyı
değil, düşünüşü de bozuyor.
Ruh bir zaman Tanrı idi, sonra insanlaştı, şimdi de
avamlaşıyor.
Vecizeleri kanla yazan: Okunmak değil ezberlenmek diler.
Dağda en kestirme yol, tepeden tepeyedir. Fakat onun için
uzun ayaklar ister.
Vecizeler bu tepeler gibi, bunu okuyacaklarda uzun ve iri
yapılı olmalıdır.
Hava hafif ve temiz, tehlike yakın ve ruh neşeli bir
fenalıkla dolu,
Bunlar birbirlerine yaraşır.
Etrafımda devler görmek istiyorum. Çünkü: cesurum.
Heyulalar ürküten cesaret kendisine devler yaratır.
Cesaret gülmek ister.
Artık sizin gibi duymuyorum. Altımda gördüğüm ve beni
güldüren bu kara ve ağır bulut sizin fırtına, bulutunuzdur.
Yükseliş istediğiniz zaman yukarıya bakarsınız.. Fakat
ben yüksek olduğum için aşağılara bakarım. Sizden yükselen ve aynı zamanda
gülen var mı? En yüksek dağların üstüne çıkmış olan, bütün dramlara ve dram
ciddiyetine güler.
Gamsız, alaycı, zorlu akıl bizi böyle görmek istiyor.
O, bir kadındır ve daima bir muharip sever. Bana
diyorsunuz: “Hayatı taşımak güçtür”: Fakat öğleden evvelki gururunuz ve
akşamki teslimiyetiniz neye yarar?
Hayatı taşımak güçtür: Fakat o kadar nazlanmayın! Biz
hepimiz pek âlâ mütehammil eşekleriz..
Üstünde bir çiğ damlası bulunduğu için titreyen, bir gül
goncasına benzer yerimiz var mı?
Gerçektir ki: Hayatı seviyoruz. Fakat yaşamağa: değil,
sevmeğe alıştığımız için.
Sevgide daima biraz delilik vardır. Fakat delilikte de
daima biraz akıl vardır. Hayatla barışık olan ben de, kelebekler ve sabun
köpükleri ve insanlar arasında bunların benzerlerinin, saadeti en çok anlamış
olduğunu sanıyorum.
Bu hoppa, ince, delişmiş, oynak ruhcukları titreşirken
görmek Zerdüşt’te gözyaşları ve şiirler doğurur.
Ben yalnız danstan anlar bir Tanrıya inanabilirdim. Ve
şeytanımı gördüğüm zaman onu, ağır başlı, köklü derin ve resmî bulurum.
O, ağırlığının ruhu idi. Her şey onun içinden düşer.
Öfke ile değil,
gülümseme ile öldürülür. Haydi, bakalım, ağırlığın ruhunu öldürelim.
Ben yürümeyi öğrendim: O vakitten beri kendimi
yürütüyorum.
Uçmayı öğrendim: O vakitten beri yerimden kımıldamak için
itilmeğe ihtiyacım kalmadı.
Şimdi hafifim, şimdi uçuyorum. Ve şimdi altımda kendimi
görüyorum.
Şimdi içimde bir Tanrı dans ediyor.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
DAĞDA Kİ AĞACA DAİR
Zerdüşt’ün gözleri bir delikanlının kendisinden kaçtığını
görmüştü.
Bir akşam “Renkli İnek” denilen şehrin etrafını
çeviren dağlarda yalnız gezinirken, bu delikanlıyı bir ağaca dayanmış ve yorgun
bakışlarla vadiyi seyrederken gördü.
Zerdüşt delikanlının dayandığı ağaca tutunarak dedi ki:
Bu ağacı ellerimle sallamak dilesem buna gücüm yetmez.
Fakat bizim göremediğimiz rüzgâr onu tazip eder. Ve dilediği tarafa eğer.
Bizi, görmediğimiz eller en huşunetle (kabalık, sertlik,
inatçılıkla) eğerler ve tazip (azap ve üzme) ederler.
O zaman delikanlı şaşkınlıkla doğruldu ve dedi ki: Zerdüşt
un sesini işitiyorum.
Zaten onu düşünüyordum.
Zerdüşt cevap verdi.
“O halde ne korkuyorsun? Fakat insan ağaç gibidir.
Yüksekliğe ve aydınlığa doğru ne kadar çıkmak isterse,
kökleri aşağıya, karanlığa, derinliklere, fenâya doğru o kadar fazla sokulur.”
Delikanlı: “Evet fenaya doğru, nasıl benim ruhumu
keşfe kadir oldun” diye bağırdı.
Zerdüşt gülümsedi ve dedi ki: Bazı ruhlar hiç bir zaman
keşfedilemezler.
Meğerki onları ilk defa ibda (yoktan var etme etmiş)
olalım.
Delikanlı, “Evet fenaya doğru” diye bir kere daha
bağırdı.
Zerdüşt sen doğruyu söylüyorsun. Yükseklikleri
dileyeliden beri kendime güvenmez oldum. Ve kimse bana güvenmez oldu. Bu nasıl
oluyor?
Ben kendimi çok çabuk değiştirdim. Benim de bugünüm,
dünümü nakzediyor. (bozuyor)
Çıkarken çok defa bir kaç basamak atlarım. Fakat
basamaklar bunu bana bağışlamıyorlar.
Yukarı çıktığım zaman kendimi daima yalnız bulurum.
Benimle kimse konuşmuyor.
İnzivanın donu beni titretiyor. Yukarılarda ne yapacağım?
Tahkirim ve hasretim beraberce büyüyorlar. Yukarı
çıktıkça çıkanı daha fazla tahkir ediyorum. Çıkıp ta ne yapacak?
Çıkışımdan ve takılışımdan ne kadar utanıyorum.
Sızlayışımla nasıl alay ediyorum? Kaçanlardan nasıl nefret ediyorum? Yukarılarda
ne kadar yorgunum? ”
Delikanlı burada sustu..
Zerdüşt dayandıkları ağaca baktıktan sanca dedi ki: Bu
ağaç, dağda tek başınadır. O, insan ve hayvanı atlayarak yükseldi. Ve
eğer dili olsaydı onu anlayacak kimse bulunmazdı; o, bu kadar büyümüştür.
O, şimdi bekliyor. Neyi bekliyor? Bulutların bulunduğu
yere yakın, her halde ilk yıldırımı bekliyor.
Zerdüşt Bunları söyleyince delikanlı sert bir ifade ile
dedi ki: “Evet Zerdüşt sen gerçek söylüyorsun. Yükselmek istediğim zaman inmeyi
dilemiş oluyorum.
Ve sen benim yıldırımımsın.
Bak, seni göreliden beri artık ben neyim? Sana olan
hasedim beni tahrip etti”.
Delikanlı bunu söylerken acı acı ağlıyordu. Fakat Zerdüşt
onu kollan ile sararak kendisi ile beraber yola çıkardı.
Bir müddet beraberce yürüdükten sonra Zerdüşt konuşmağa
başladı.
Kalbim parçalanıyor, bütün tehlikelerini sözlerinden
ziyade gözlerin söylüyor.
Sen henüz hür değilsin, hürriyet arıyorsun. Bu arayış
senin gecelerini çaldı ve seni uyanık tuttu.
Hür yükseklikleri istiyorsun. Ruhun yıldızlara
susamıştır.
Fakat kötü garizelerinde (huylarında) hürriyete
susamışlardır.
Vahşi köpeklerin hürriyet istiyorlar, ruhun bütün mahpesleri
(hapsedilen, hapsedilmiş olan) açmağa uğraştığı zaman onlar mahzenlerinde
neşelerinden havlıyorlar..
Sen henüz hürriyet bulmak isteyen bir esirsin.
Ah! Böyle esirlerin ruhu zekileştiği kadar hilekârlaşır
ve bozulur.
Kurtulan ruhta daha temizlenmeğe mecburdur. Ondan daha
çok hapis ve zindan kalmıştır. Gözleri daha temizlenmelidir.
Evet, senin tehlikeni tanırım. Fakat sevgi ve umudumla
sana derim ki: Sevgi ve umudunu bir yere atma!
Daha kendini asil hissediyorsun, sana kötü nazarla bakan
diğer insanlarda seni asil görüyorlar. Bil ki:
Herkesin yolunu bir “asil” keser. İyilerinde yolunu Bir “asil”
keser. Onlar bu “Asil” e iyi deseler
bile bundan maksatları onu yollarından atmaktır.
Asil olan, yenilik ve yeni bir fazilet yaratmak ister,
iyi olan, eskiyi ve eskinin saklanmasını diler..
Fakat “Asil” in tehlikesi onun bir “İyi” ye çevrilmesinde
değil, bir çapkına, bir alaycıya ve bir yıkıcıya dönüşündedir.
Ah! En yüksek umutlarını kaybeden “Asil” ler tanırım.
Onlar sonradan bütün ulu umutlarını inkâr ettiler.
Şimdi onlar kısa keyiflerin çapkınlığını yaşıyorlar. “Günlük”
ten ileri geçen dileklerini bir tarafa atmış bulunuyorlar.
Onlar, “Ruh şehvettir” dediler ve böylece ruhlarının
kanatlarını kırdılar. Şimdi o ruh sürünüyor ve tırnaklarken kirleniyor.
Vakti ile kahraman olmağı düşünürlerdi; Şimdi keyiflerinin esiridirler.
“Kahraman” onlar için bir yeis, bir işkencedir.
Fakat sevgi ve umudumla sana derim ki: ruhunda ki “Kahraman”
ı bir tarafa atma.
En yüksek umudunu temiz tut!
Zerdüşt böyle söylüyordu.
ÖLÜM VAİZLERİNE DAİR
Ölüm vaizleri vardır. Toprak; hayattan ayrılmalarını tavsiye etmemiz lâzım gelen
bu çeşit insanlarla doludur.
Toprak, lüzumsuzlarla doludur. Hayat fazlalar yüzünden
bozulmuştur.
Bu gibilerini “Ebedi hayat” adağı ile bu dünyadan
ayartmak gerek.
Ölüm vaizlerine sarı veya kara derler. Fakat onları size
başka renklerle göstermek istiyorum.
Şunlar, içlerinde yırtıcı hayvan taşıyan korkunçlardır.
Bunların keyif ve “Kendilerini parçalamaktan” başka seçecek bir şeyleri
yoktur. Bunların keyifleri de bir “Kendini parçalama” dır.
Bu korkunçlar bir insan bile olamadılar: Varsın ölümü
vaiz etsinler ve kendileri olsunlar.
Şunlar ruhu veremlilerdir. Daha doğmadan ölmeğe
başlarlar. Yorgunluk ve feragat öğütlerini özlerler.
Onlar memnuniyetle ölmek istiyorlar. Bizim de onların
isteklerini tasvip etmemiz gerek!
Bu ölüleri uyandırmaktan ve bu canlı tabutları açmaktan
çekinelim.
Bunlara; bir
hasta, bir ihtiyar veya bir cenaze rastladı mı hemen derler ki:
“Hayat fanidir”.
Fakat fani olan, onlar ve varlığın yalnız bir yüzünü
gören gözleridir.
Koyu bir bedbinliğe sarılmış ve ölüm getirecek küçük
tesadüflere mütahassir (hasret çeken, özleyen); böyle beklerler. Ve dişlerini birbirine
çarparlar.
Yahut şekerlemelere uzanırlar ve böylece çocuklukları ile
alay ederler:
Saman çöplerine asılırlar ve hâlâ saman çöpüne asılıyız
diye alay ederler.
Onların aklı der ki: “Yaşamakta devam eden delidir.
Fakat biz çok deliyiz. Ve hayatta en büyük delilik budur.”
Bir kısmı der ki: “Hayat yalnız ıstıraptır.” Ve bu
yalan değilse: O halde bu ıstırabı bitirmeğe çalışın! Istıraptan başka bir şey getirmeyen
hayatı bitirmeğe çalışın.
O halde sizin fazilet dersiniz şu olmalıdır:
“Kendini bizzat öldürmelisin, kendini bizzat o âlemden
çıkarmalısın.”
Ölüm vaizlerinin bir kısmı der ki:
Şehvet günahtır. Bırakın bundan ayrılalım. Ve çocuk yapmayalım!.
Bir kısmı der ki: Doğurmak güçtür. Niçin hâlâ doğuruyoruz?
“Doğanların hepsi bedbaht oluyorlar” Bunlar da ölüm
vaizleridir.
Üçüncü bir kısım der ki:
“Merhamet gerektir.
Nem varsa alınız, ben neysem alınız, tâki hayat bana çok
bağlanmasın”!
Bunlar cidden merhametli olsalardı, en yakınlarını
hayattan ürkütürlerdi.
“Fena olmak”: Onların bütün iyiliği bu olabilirdi.
Fakat onlar hayattan ayrılmak istiyorlar: O halde
başkalarını hediye ve zincirlerle hayata daha sağlam bağlamaktan ne menfaatleri
var?
Ey hayatın hep iş ve güçten ibaret olduğunu söyleyenler:
Yaşamaktan daha bıkmadınız mı? Ölüm vaizini dinleyecek olgunluğa gelmediniz mi?
Yorucu işi, hızı, yeniyi, yabancıyı sevenler: Sizler bu
vaaza dayanamazsınız. Çalışmanız kendinizi unutma dileğidir.
Eğer hayata daha fazla inansaydınız kendinizi “Ân” kaptırmazdınız:
Fakat beklemeğe, hatta tembelliğe yetecek dolgunluğunuz
yok.
Ölümü vaiz edenlerin sesi her tarafta çınlıyor:
Arz bu öğüde lâyık olanlarla doludur.
Ya “Ebedî hayat”; bence hava hoş yeter ki bir ân evvel
çekilsinler.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
HARP VE MUHARİP
MİLLETE DAİR
Ne düşmanlarımızın, nede en gönülden dostlarımızın bizi
esirgemesini isteriz,
O halde bırakınızda size hakikati söyleyeyim. Harpte ki kardeşlerim!
Sizi gönülden severim. Ben de sizin gibi büyüdüm ve sizin gibiyim ve sizin en
iyi düşmanınızım. Size hakikati söyleyeyim.
Kalbinizde ki kin ve hasedi bilirim. Kin ve hasedi
tanımayacak kadar büyük değilsiniz. Bari onlardan utanmayacak kadar büyük olun.
Aklın kudsîleri değilseniz bile, muharipsiniz. Muharipler
bu kudsîlerin yoldaşları ve öncüleridir.
Çok asker görüyorum: Çok muharip görmek isterdim.
Giydikleri elbiseye üniforma diyorlar, bari elbise içindekiler tek biçimli
olmasa!
Gözlerinizi daima bir düşmana, kendi düşmanınıza dikilmiş
görmek isterim.
Bazılarınızda ilk bakışta bir kin görünüyor. Fikirleriniz
için düşman arayıp, onun için harp edin.
Eğer fikriniz mağlup olursa açıklığınız muzaffer olsun.
Sulhu, yeni harplerin vasıtası olarak seviniz. Kısa sulhu
uzun sulhtan fazla seviniz.
Size iş değil harp tavsiye ederim, sulh değil zafer
tavsiye ederim.
İşiniz harp, sulhunuz zafer olsun.
Ancak okla yay elde olursa insan oturup susabilir. Yoksa
yapılacak şey gevezelik ve itişip kakışmadır.
Sulhunuz bir zafer olsun.
Diyorsunuz ki “Harbi bile takdis edişin ne âlâ!”, Ben size
derim ki: Her şeyi kudsîleştiren iyi harptir.
Harp ve cesaret yakın sevgisinden mühim neticeler
verdiler. Şimdiye kadar kazazedeleri, merhametiniz değil, cesaretiniz kurtardı.
“İyi nedir” diye
soruyorsunuz. Cesur olmak iyidir.
“iyi şey, güzel, okşayıcı olan şeydir”. Bırakın
bunu küçük kızlar söylesin.
Size yüreksiz derler: Fakat sizin yüreğiniz durudur. Ve
sizin samimî hicabınızı severim. Siz meddinizden utanıyorsunuz, başkaları
cezrinden utanıyor;
Siz çirkin misiniz?
Pek âlâ kardeşlerim, o halde “Ulvî” yi, çirkinliklerin
örtüsünü bürününüz. Ve eğer ruhunuz büyükleşirse taşkınlaşır, sizin ulviyetinizde
fenalık vardır.
Sizi tanırım.
Fenalıkta, “Taşkın” la “Çürük” buluşurlar. Fakat
birbirini anlamazlar. Ben sizi tanırım.
Tahkir edilecek değil, kin bağlanacak düşmanlarınız
olmalı, düşmanlarınızla mağrur olmalısınız. O zaman düşmanlarınızın
muvaffakiyeti de sizin muvaffakiyetiniz olur.
Başkasına dayanma bu, köle kibarlığıdır. Sizin
kibarlığınız itaat olmalıdır. Kumandanız bile bir itaat olmalıdır
İyi bir muharibe “Sen yapacaksın”, ”Ben isterim” den daha
hoş gelir. Ve sevdiğiniz her şeyi kendinize kumanda ettirin.
Hayata olan sevginiz, en yüksek umudunuza olan sevginiz
olmalıdır.
En yüksek umudunuz, en yüksek hayat fikri olmalıdır.
Fakat en yüksek fikrinize beni kumanda ettirin. Bu
kumanda şudur: İnsan, geçilmesi lâzım gelen bir şeydir.
Böylece itaat ve harp içinde ömür sürün. Uzun ömürden ne
çıkar? Hangi muharip esirgenmek diler.
Harpte ki kardeşlerim: Ben sizi esirgemem, sizi gönlümden
severim.
Zerdüşt Böyle söylüyordu.
YENİ İLÂHLARA DAİR
Başka yerlerde daha milletler ve sürüler vardır. Fakat
bizde değil. Kardeşlerim bizde yalnız devletler vardır.
Devlet?
Bu nedir?
Pek alâ, şimdi kulağınızı açınız: çünkü size milletlerin
ölümünden bahsedeceğim.
Soğuk şeylerin en soğuğunun adı devlettir. Bu soğukluk
yalan da söyler ve ağzından şu yalan çıkar, “ben devletim, ben halkım”.
Bu, yalandır.
Milletleri yaratıcılar yarattılar ve üstüne bir iman ve
aşk gerdiler:
Böylece hayata hizmet ettiler.
Çoklarının devlet dediği şey bir yıkıcıdır. O, halkın
üstüne bir kılıç ve yüz ihtirası asmıştır.
Henüz millet mevcut olan yerlerde devlet anlaşılmaz ve
ahlâk ve hukuka bir tecavüz ve kötü bir bakış diye devletten nefret edilir.
Size şu işareti veriyorum; her millet kendi dili ile iyi ve fenadan
bahseder. Bunu komşu anlamaz.
Her millet dilini adet ve hukukta yaratmıştır. Fakat
devlet iyi ve fena bütün dillerle yalan söyler.
Size söylediği her şey yalandır ve malik olduğu her şey
hırsızlıktır.
Onun her şeyi sahtedir. Bu kuduz, hırsızlık dişlerle
ısırır. Bağırsakları bile sahtedir.
İyi ve fena hakkında dil kargaşalığı: devlete âlem olarak
size bu işareti veriyorum.
Gerçek, bu işaret ölüm arzusuna delalet eder, ölüm
vaizlerini çağırır. Lüzumundan pek fazla insan doğuyor, işte bu lüzumsuzlar
için devlet bulunmuştur.
Bakın: devlet bu lüzumsuzları nasıl kendine ayartıyor,
bunları nasıl boğazlayıp çiğniyor, geviş getiriyor.
“Arzda benden büyük bir şey yoktur. Ben Allah’ın nizam
veren parmağıyım”. O vahşi
böyle bağırır ve diz çökenler yalnız uzun kulaklı ve kısa bakışlılar değildir.
Ah büyük ruhlular!
Bu kara yalanların sesi size de gelir.
O, kendini israf eden zengin yürekleri bulur. Evet, o,
sizi de yakalar.
Ey eski tanrının galipleri!
Harpte yoruldunuz ve yorgunluğunuz şimdi yeni ilahın
işine yarıyor. Yeni ilahi, etrafına kahramanlar ve namuskârlar dizmek istiyor.
İyi vicdanların ışığında güneşlenmesini sever bu soğuk vahşi! Yeni ilâh, kendisine
yalvarırsanız size her şeyi vermek ister:
Böylece faziletlerinizin ışığını, mağrur gözlerinizin
bakışını satın alır.
Ey fazlalar: O, sizinle oynamak ister.
Bunun için de bir cehennemi hüner bulmuştur:
İlahi ziynetlere bürünmüş bir ölüm aleti!
Kendini bizzat hayat diye öven bu şey, çoklarının ölümü
oldu.
Gerçek ölüm vaizlerine güzel bir yardım! Bütün iyi ve
fena zehir içenlerin bulunduğu yere devlet diyordum.
Bütün iyi ve fenaların kendini kaybettikleri yer devlettir.
Devlet, her kesin tedrici intiharının hayat dendiği
yerdir.
Şu fazlalara bakın: kâşiflerin eserlerini ve akillerin
hazinelerini çalarlar ve bu hırsızlığa tahsil derler ve bunların hepsi onlar
için bir illet ve bir hastalıktır.
Şu fazlalara bakın: daima hastadırlar, safralarını kusarlar
ve adına gazete derler. Birbirlerini yutarlar, fakat hazım bile edemezler.
Şu fazlalara bakın: Servetler kazanırlar ve bununla
züğürtleşirler. İktidar isterken başta iktidarın kusmuğu olan para dilenirler!
bu acizler!.
Bu çevik maymunların tırmanmasına bakın: birbirlerinin
üstünden tırmanıyorlar. Birbirlerini yiyerek bataklığa ve çukura yuvarlanıyorlar
hepsi post kapmak ister; hepsi, saadeti
post üstünde vehmeder çok defa postun üstünde bataklık vardır ve çok defa post
bataklığın üstünde durur.
Bu ateşli, tırmanıcı maymunların hepsi bence delidir.
Bu ilahın, soğuk vahşinin fena bir kokusu var. Bu İlâh
hizmetçilerinin hepsinin fena bir kokusu var.
Kardeşler! Boğazlarınızın
ve ihtiraslarınızın dumanında boğulmak mı istiyorsunuz? Pencereleri kırıp
dışarı çıksanız daha iyi olacak.
Fena kokunun yolundan çekilin. Bu zaitlerin ilâh
hizmetçiliğinden ayrılın.
Kötü kokunun yolundan çekilin!
Bu insan kurbanlarının dumanından ayrılın. Büyük ruhlar
için dünya şimdi de serbesttir. Etrafında sakin denizlerin havası esen birçok
yerler henüz münzeviler için boştur.
Büyük ruhlar için henüz serbest bir hayat vardır.Gerçek,
az şey'e malik olana az hükmedebilir.. Yaşasın bu küçük fakirlik.
Devlet nerede bitiyorsa zait (fazla) olmayan insan orada
başlar.
Zait olmayanın şarkısı, eşsiz ve benzersiz türküsü orada
başlar.
Kardeşlerim bana bakın: devletin bittiği yerde “insanüstünü”
nün köprüsü ve kuzah kavsini (şeytan burcunu) görmüyor musunuz?
Zerdüşt böyle söylüyordu.
PANAYIRIN SİNEKLERİNE
DAİR
Dostum inzivana kaç!
Seni, büyük, adamların gürültüsünden bayılmış ve
küçüklerin iğnesi ile iğnelenmiş buluyorum.
Orman ve kaya seninle birlikte vakurâne susmayı bilirler.
Yine, sevdiğin geniş dallı ağaca benze; Bak onun denizin üstünde ne sakin ve dinleyici
bir duruşu var.
İnzivanın bittiği yerde panayır başlar ve panayırın
başladığı yerde büyük artistlerin gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı başlar.
Dünyada, ileri sürülmeyen hiç bir şeyin kıymeti yoktur.
Bu “İleriye sürenlere halk, büyük adamlar” der.
Halk, “Büyük” ten az anlar. Bu, “Büyük” yaratıcı olandır. Fakat halk hep büyük şeylerin artistlerini, ileriye
sürenlerini anlar.
Arz, yeni kıymetler yaratanın etrafında döner; görünmeden döner.
Fakat halk ve şöhret, artistlerin etrafında döner.
Dünyanın gidişi böyledir.
Artistin ruhu vardır. Fakat ruhunun vicdanı azdır.
O, daima en kuvvetle inandıracağı şeye inanır. Yarın başka
bir inanıcı, o bir gün başka bir inanıcı vardır.
Halk gibi değişik hisleri ve değişik havası vardır.
Onun ispatı,
yıkmak: iknası, delirtmektir. Ve onun için kan,
esasların en iyisidir.
En hassas kulaklara girebilen bir hakikate yalan ve hiç
der.
Gerçek o, yalnız dünyada büyük gürültü yapan ilâhlara
inanır.
Panayır yeri, bayram eden meddahlarla doludur. Ve halk
büyük adamlarını över.
Bunlar zamanın hâkimleridir.
Fakat zaman onları sıkıştırır, böylece onlar da seni
sıkıştırır. Senden de bir “Evet” veya “Hayır” isterler.
Yazık, iskemleni evetle hayır arasına koymak istiyorsun.
Ey hakikatler âşıkı!
Bu bağsız sıkıştırıcıları kıskanma; hakikat hiç bir zaman bu bağsızların; koluna
girmemiştir.
Bu anî hareket edenlerin elinden kendini emniyete al:
Evet veya hayırla seni pazar yerinde bastırabilirler.
Bütün derin kaynaklar için kavrayış yavaştır.
Derinliklerine düşen şeyi anlamak için uzan zaman beklemeleri lâzımdır.
Bütün büyüklükler panayır ve şöhretinden dışarı çıkarlar.
Yeni kıymetlerin kâşifleri her zaman pazardan uzak
yaşadılar.
Dostum, inzivana kaç; seni zehirli sineklerin soktuğunu görüyorum.
Keskin, sert bir havanın estiği yere kaç.
İnzivana kaç..
Küçüklerin, “Acınacakların” pek yakınında yaşıyorsun.
Onların görünmez intikamlarından kaç. Onlar Bana karşı intikamdan başka bir şey
değildirler.
Onlara karşı artık kolunu kaldırma. Onlar sayısızdır.
Ve sinek kovalayıcı olmak senin nasibin değildir. Bu
küçükler ve acınacaklar sayısızdırlar, nice muazzam binaları, su damlaları ve
vahşi otlar yıktılar.
Sen taş değilsin, fakat damlaların çokluğundan oyulmuşsun.
Damlalar çoğaldıkça büsbütün parçalanacaksın. Zehirli
sinekler arasında seni yorgun görüyorum, yüz yerinde kanlı çizgiler buluyorum. Ve
hâlâ senin gururun gazaba gelmiyor.
Onlar bütün safiyetleri ile senden kan istiyorlar,
onların kansız ruhları senden kan diliyor. Onun için bütün bir masumiyetle seni
sokuyorlar.
Fakat ey derin insan!
Küçük yaralar da sana ıstırap veriyor. Ve daha bir yaran
kapanmadan ayni zehirli sinek elini sokuyor.
Bu kanından beslenenleri öldürmeye gururun mani, fakat
sakın ki bu zehirli haksızlıkları taşımak sana bir felâket olmasın.
Onlar, etrafında methederek te vızlıyorlar. Arsızlık
onların methidir. Onlar cildine ve kanına yakın olmak isterler.
Bir tanrı veya şeytanmışsın gibi seni okşarlar. Senin
önünde, tanrı veya şeytanın önünde imiş gibi vızlarlar.
Onlar birer dalkavuk meddahtan başka hiç bir şey
değildirler.
Sana çok defa lütufkâr da görünürler, fakat bu daima
korkakların kurnazlığıdır. Evet korkaklar kurnazdır.
Dar ruhlarında çok defa seni düşünürler. Onlar için sen
daima şüphelisin, Çok düşünülen her şey şüpheli olur.
Bütün faziletlerine mukabil seni tecziye ederler ve
yalnız senin hatalı adımlarını gönülden affederler.
Mülayim ve adil olduğun için dersin ki: bu küçük mahlûklar masumdurlar. Fakat onların küçük
ruhu derki: bütün büyük varlıklar abestir. Onlara mülayim olduğun halde
kendilerini senden hakaret görmüş sayarlar. Ve senin iyiliğine karşı sana gizli
ıstıraplar verirler.
Senin kıymetsiz gururun onların zevkine muhaliftir ve
mütevazı olduğun bir dakikada seni kirli olmağa ayartırlar.
Bir insanda idrak ettiğimiz şeyi alevlendirebiliriz de. O
halde küçüklerden sakın. Senin önünde kendilerini küçük bulurlar ve
aşağılıkları, görünmez bir intikamın kıvılcımı ile ışıldar.
Onların yanma gittiğin zaman kuvvetlerinin, sönmüş bir
yangının dumanı gibi kaybolduğunu ve sükûtileştiklerini fark etmedin mi?
Evet, dostum, en yakınların için vicdan ağrısın; çünkü
onlar sana layık değildir. En yakınların daima zehirli sinek olacaktır.
Sende büyük olan şey onları büsbütün zehirlendirir ve
büsbütün sinekleştirirler.
Dostum, İnzivaya!
Sert, keskin bir havanın estiği yere kaç.
Sinek kovalayıcılık senin nasibin değildi.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
İFFETE DAİR
Ormanı severim, şehirlerde hayat kötüdür. Orada çok
şehvetliler var.
Şehvetli bir kadının rüyasına girmektense, bir katilin
eline geçmek daha iyi değil mi?
Şu erkeklere bakın: gözlerinden okunuyor ki hayatta bir
kadınla yatmaktan daha iyi bir şey bilmiyorlar.
Ruhlarının temeli bataklıktır. Bataklığın ruhu da olursa
yazık ona.
Bari hayvan olarak mükemmel olsaydınız! Fakat hayvan
olmak için masum olmak gerek. Hislerinizi
öldürmeniz için mi öğüt vereyim? Histerinizin[12]
masumiyeti için öğüt veririm. Size iffetimi tavsiye edeyim?
İffet bazıları için bir fazilet, fakat çokları için hemen
bir suçtur.
Şunlar kendilerini tutarlar. Fakat yaptıkları her şeyden
bir köpek şehvaniyeti hasetle sırıtır faziletlerin en zirvesine ve soğuk
ruhlarına kadar bu sükûnsuzluk ve vahşet onları kovalar.
Köpek şehvaniyeti; kendisinden biraz et esirgendiği zaman nasıl
ustaca bir parça fikir dilenmesini bilir!
Dramları ve kalbi kıran her şeyi seviyorsunuz. Fakat
köpeklere karşı güvensizim.
Gözleriniz pek
gaddar, ıstırap çekenlere azgınca bakıyor.
Şehvetiniz kıyafetini değiştirip “Merhamet” adını almadı
mı?
Size şu misâli de veririm.
Birçokları şeytanları kovmak isterken kendileri mezbeleye
düştüler.
İffetli olmak kime zor gelirse ona iffet tavsiye edilmez.
Tâki iffet cehenneme, ruhun şehvetli bataklığına, yol
olmasın.
Kirli şeyi erden mi konuşuyorum?
İşin en fenası bu değildir.
İdrak eden, hakikatin suyuna kirli olduğu zaman değil,
sathî olduğu zaman girmek istemez. .
Hakikaten tam afif olanlar vardır. Onların kalpleri
mülayimdir.
Sizden daha sevimli ve daha fazla gülerler.
Onlar iffete de gülerler ve iffet nedir diye sorarlar.
İffet delilik değil midir? Fakat bu delilik bize geldi,
biz ona gitmedik. Bu konuğa yurt ve yürek sunduk: Şimdi bizde oturuyor.
İstediği kadar bizde kalsın.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
DOSTA DAİR
“Etrafımda daima bir fazla var”. “Daima bir kere bir — bu
gittikçe iki olur”. Muhacir böyle düşünür.
Ben ve “Beni” daima hararetle konuşurlar: Bir dost
olmasaydı nasıl tahammül ederdik?
Muhacir (hicret eden) için dost daima üçüncüdür: Üçüncü,
bir mantardır ki: İki kişinin konuşmasının derine düşmesine mani olur.[13]
Her muhacir için pek çok aşağılıklar vardır. Onun için
bir dosta ve onun yüksekliklerine mütahassirdir.
Başkalarına imanımız, kendimize iman edeceğimiz şeylerde
kendini ifşa eder. Bir dosta olan hasretimiz bizim kendimizi ifşa eder.
Ve çok defa sevgi ile yalnız hasreti atlatmak ister. Ve
çok defada bir düşman peyda ederiz. Taarruz edebileceğimizi saklamak için
taarruz ederiz. “Hiç değilse düşmanım olsa”.
Dostluk dilemeğe cesaret edemeyen hakikî tazim böyle
hitap eder.
Bir dost elde etmek için harp edebilmelidir. Ve harp
edebilmek için düşman olabilmelidir.
Dostunda ki düşmanı saymalısın. Üstünden atlayıp geçmeden
ona yaklaşabilir misin?
Dostunda en iyi düşmanını bulmalısın.
Ona mukavemet ettiğin zaman kalben ona, en yakın
olmalısın.
Dostunun önünde giyili olmak istemez misin?
Olduğun gibi görünmek dostuna saygın olmalıdır. Fakat o,
seni bunun için şeytan görmek ister.
Kendini aldatmayan isyan eder:
Çıplaklıktan korkmaya pek hakkınız var. Evet. Eğer
Tanrı olsaydınız elbisenizden utanabilirdiniz.
Dostun için ne kadar güzel giyinsen azdır: Çünkü sen ona “insanüstünü”
nün oku ve hasreti olmalısın.
Dostunu uyurken gördün mü? Tâki onun nasıl göründüğünü
bilesin.
Başka zamanlarda dostunun çehresi nedir? O çehre, nakıs
ve pürüzlü bir ayna içinde senin kendi çehrendir.
Dostunu uyurken gördün mü? Dostunun bu manzarasından
dehşet almadın mı?
Ah dostum, insan geçilmesi lâzım gelen bir şeydir. Dost,
içini keşfetmekte ve susmakta bir üstat olmalıdır.
Her şeyi görmek istememelisin. Rüyan sana dostunun
uyanıkken ne yaptığını ifşa etmelidir.
Dostunun insaf edip etmeyeceğini bilmek için senin
insafın bir “İçini bilme” olmalıdır.
Belki o sende yılmamış gözü ve ebediyetin bakışım
seziyor.
Dostuna olan merhametini, sert bir kabuk altında sakla,
ona bir diş geçir, o, o zaman incelik ve tatlılık kazanır.
Dostunun iyi havası, inzivası, ekmeği ve ilâcı mısın? Bazıları
kendi zincirlerini kıramaz. Fakat yine dostunun kurtarıcısıdır.
Köle misin?
O halde dost olamazsın.
Müstebit (diktatör, zulüm ve baskı yapan) misin? Öyle ise dostun olamaz.
Uzun zaman kadının içinde bir köle ve müstebit saklı kaldı.
Onun için kadın, dostluğa kabiliyetli değildir. O yalnız
aşkı tanır.
Kadının sevgisinde sevmediği her şeye karşı bir haksızlık
ve körlük vardır.
Kadının şuurlu sevgisinde de ışıkla beraber gece,
yıldırım ve baskın vardır.
Kadın henüz dostluğa kabiliyetli değildir. Kadın daha
hâlâ Kedi ve Kuş gibidir. Veya olsa olsa İnek gibidir.
Kadın henüz dostluğa elverişli değildir. Fakat erkekler, söyleyin
sizden dostluğa elverişli kim var?
Erkekler, züğürtlüğünüze ve ruhunuzun darlığına bakın!
Dostunuza ne kadar verirseniz ben de dostuma o kadar
veririm.
Ve bununla fakirleşmek istemem. Arkadaşlık var: Fakat
dostluk ta olsun.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
BİN
VE BİR EREĞE (Hedefe) DAİR
Zerdüşt birçok memleketler ve budunlar (millet) gördü. Birçok
budunların iyi ve kötü taraflarını buldu,
Zerdüşt arzın üstünde “İyi” ve “Fena” dan daha büyük bir
kudret bulamadı. Takdirkâr olmayan bir budun yaşayamaz. [14]
Fakat yaşamak isteyen budun komşunun takdir ettiği gibi takdir etmez.
Bir milletçe iyi olan birçok şeyler başka bir milletçe
bir rezalettir.
Burada fena ismini alan birçok şeyler, şurada parlak bir
itibara mazhar olur.
Bir komşu diğer komşuyu hiç bir zaman anlamaz. Onun ruhu
daima komşunun vehminde ve fenalığındadır.
Her milletin üstünde bir iyilikler levhası asılıdır. Bak
bu, onun yendiği şeylerin levhasıdır.[15]
Bak o, onun kudret iradesinin sesidir.
Onca müşkül olan şey övülür. Cürüm ve ağır olan şey “İyi”
adını alır.
Ve en büyük zaruretten kurtarılan nadir ve en ağır şeyde
takdis edilir.
Onun yaptığı şeyler: Hükmetmesi, muzaffer olması,
yükselmesi, komşunun haset ve nefretini doğurur.
Bu, onca başta gelen yüksek bir ölçü ve her şeyin
manasıdır.
Gerçek, kardeşim, bir budunun ihtiyacını, toprağını,
göğünü ve komşusunu tanı, böylece onun zafer kanallarını ve ümit merdivenini
tırmanışını keşfetmiş olursun.
“Daima birinci olmak ve başkasını geçmek istersin, kimse
senin kıskanç ruhunu sevmesin. Meğerki sana dost ola”.
Bu, bir Yunanlı’nın ruhunu titretti. Ve böylece büyüklük
yoluna saptı.
“Hakikati söylemek ve ok ve yayı iyi kullanmak”.
Benim ismimin geldiği millet için iyi ve güç olan iş
budur.
O isim bana hem sevgili, hem ağırdır. “Ana ve babaya tazim
etmek ve ruhun en derinliklerine kadar onları dilemek”.
Başka bir millet bu zafer levhasını üstüne astı. Ve
bununla kuvvetli ve ebedi oldu.
“Sadık olmak ve sadakat namına fena ve tehlikeli şeyler
için bile namus ve kanı feda etmek”.
Başka bir millet bu telkinle kendini zorladı ve kendini
zorlayarak gebe kaldı ve büyük umutlarla doldu.
Gerçek insanlar bütün iyilik ve fenalıklarını verdiler,
gerçek onu almadılar, bulmadılar. Ve semadan bir ses olarak ta inmedi.
İnsan eşyaya, kendisini korumak için kıymet verdi. O,
eşya için bir gaye yarattı, insanî bir gaye: Onun için kendisine “İnsan
diyor”. Yani: Takdir eden demektir.
Takdir, yaratmaktır.
Yaratanlar dinleyin!
Takdir, bütün takdir edilen şeylerin hazinesi ve
tılsımıdır.
Takdir sayesinde kıymet peyda olur. Ve takdirsiz varlığın
cevizi boş olurdu.
Yaratanlar dinleyin!
Kıymetlerin
değişmesi bu, yaratanların değişmesidir. Yaratıcı olmak isteyen daima mahveder.
Evvelce milletler yaratıcı idi, sonradan yaratıcılık
münferit şahıslara kaldı.
Gerçek, bu münferit insanların kendisi en körpe
mahlûktur.
Milletler evvelce iyiliklerin bir levhasını üzerine
asarlardı.
Hükmetmek isteyen sevgi ile itaat etmek isteyen sevgi
birleşerek bu levhaları yaratırlardı.
Kitlede keyif “Ben” deki keyiften eskidir. Ve iyi vicdan kitle adını aldığı müddetçe yalnız kötü
vicdan “Ben” der.
Gerçek kurnaz “Ben”, sevimsiz “Ben”, kendi menfaatini
çoklarının menfaatinde bulur:
Bu, kitlelerin doğuşu değil onların batışıdır.
Yaratıcılar daima sevenlerdi. Bunlar iyi ve fenayı
yarattılar.
Sevginin ve öfkenin ateşi bütün fazilet adlarında
yanıyor.
Zerdüşt çok memleketler ve milletler gördü. Arz üstünde
sevenlerin eserlerinden daha büyük bir kudret bulamadı. Bu eserlerin adı “İyi”
ve “Fena” dır.
Gerçek bu övme ve yerme gücü kötü bir şeydir.
Kardeşlerim söyleyin bunu kim yenebilir..
Söyleyin bin enseli bu hayvana kim gem vurabilir? "
Şimdiye kadar bin hedefi vardı, çünkü bin millet vardı. Ve eksik olan şey bin ensenin gemidir, eksik olan şey
bir hedeftir. Henüz insanlığın hedefi yoktur.
Fakat kardeşlerim bana söyleyin: Hedefi ülküsü olmayan
insanlık bizzat var olabilir mi?
Zerdüşt böyle söylüyordu.
YAKIN (akrabalık)
SEVGİSİNE DAİR
Yakınlarınız için çabalar ve güzel sözler bulursunuz.
Fakat ben size derim ki: yakınınıza olan” sevginiz bizzat kendinize olan fena
bir sevginizdir.. Bizzat kendinizden kaçıp yakınınıza sığınmak ister ve bundan
bir fazilet çıkarırsınız. Fakat ben feragatinizin mahiyetini bilirim.
“Sen” “ben” den daha eskidir. “Sen” takdis edilmiş fakat “ben”
edilmemiştir. Onun için insan en yakınına
sokulur.
Size yakın sevgisini tavsiye edeyim mi? daha iyisi size
yakınınızdan kaçmayı ve “en uzağın” sevgisini tavsiye ederim. Eşya ve
hayalete sövmesi insanı sövmeden daha yüksektir “en uzak” ve “müstakbel”'
sevgisi, yakın sevgisinden daha ulvidir.
Kardeşim, önünden kaçan bu hayalet senden güzeldir. Ona
niçin etini ve kemiğini vermiyorsun? Fakat sen korkuyor ve en yakınma kaçıyorsun.
Kendinize tahammül edemiyor ve kendinizi kâfi derecede sevmiyorsunuz. Şimdi en
yakınınıza hürmeten iğfal etmek ve onun hatası ile kendinizi altınlamak
istiyorsunuz.
İsterdim ki: çeşit çeşit yakınlarınıza ve onun
komşularına hiç tahammül etmeyesiniz. Böylece kendi dostunuzu ve onun kudretli
kalbini bizzat kendinizden yaratmalıydınız. Kendi iyiliğinizden bahsetmek istediğiniz
zaman şahit çağırıyorsunuz ve o şahidi kendiniz hakkında iyi düşünmesi için
iğfal edince, kendiniz hakkında iyi hüküm veriyorsunuz.
Yalancı, yalnız malûmat hilâfına söyleyen değildir.
Bilâkis, asıl yalancı cehline rağmen söyleyendir.
Münasebetlerinizde kendinizden böyle bahsediyor ve
kendinizle komşunuzu aldatıyorsanız.
Deli şöyle der:
“insanlarla temas seciyeyi bozar, hele insanın seciyesi
olmazsa” birisi en yakınına, kendisini
aradığı için, diğeri kendisini kaybetmek istediği için gider. Kendinize
olan fena sevginiz sizin inzivanızdan bir mahpes (mahkum) yapar.
Yakınınıza olan sevginizi ödeyenler, uzak olanlardır.
Hatta beş kişi yan yana olsanız yine ölenin bir altıncı olmasını dilersiniz.
Sizin bayramınızı da sevmiyorum: orada çok oyuncu buldum,
hatta seyirciler bile oyuncu gibi davranıyorlar. Size yakınınızı değil bilâkis dostu
öğretiyorum.
Dost size arzın bayramı ve “insanüstünü” nün bir “evvelden
sezişi” olsun. Size dostu ve onun taşkın kalbini öğretiyorum. Fakat taşkın
kalplerin sevgisi istenirse bir sünger olmayı öğrenmelidir.
Size, içinde dünyayı taşıyan ve iyiliğin kışrı olan dostu
öğretiyorum. Daima hediye edecek hazır âlemi bulunan yaratıcı dostu.
Onun için dünya parçalandığı zaman tesadüflerden
hedeflerin, fenalıklardan iyiliklerin oluşu gibi onu yine kuvvetinizle birleştiriniz,
Gelecek ve en uzak, senin için “bugün” ün sebebi
olmalıdır: Dostunda “insanüstünü” nü kendi müsebbibin olarak sevmelisin.
Kardeşlerim size yakın sevgisini değil, “en uzak” a sevgi
tavsiye ederim.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
YARATICININ YOLUNA
DAİR
Kardeşim inzivaya mı gitmek istiyorsun? Bizzat kendine
giden yolumu aramak istiyorsun? Biraz dur ve beni dinle:
Arayan kendini kolaylıkla kaybeder. Her inziva bir kabahattir. Kitle böyle der..
Ve sen uzun zaman bu kitleye mensuptun. Kitlenin sesi
sende çınlamak ister. Ve eğer sen “artık vicdanım sizinle müşterek değildir”
diyecek olsan bu bir şikâyet ve ıstırap olur
Bak bu ıstırabı bizzat bir vicdan doğurdu: Bu vicdanın en
son kıvılcımı senin ıstırabının üstünde parlıyor.
Fakat sen kederinin yoluna gitmek istiyorsun. Kendine
olan yol hangisidir.
Bunun için bana hakkını ve kuvvetini göster.
Yeni bir kuvvet ve hak mısın?
Bir ilk hareket misin?
Kendiliğinden dönen bir tekerlek misin? Yıldızları da
kendi etrafında dönmeye icbar edebilir misin?
Ah yüksekliğe doğru pek çok heves var. Kibirlilerin çok ihtilâcı (koşuşması) var. Bana göster
ki mücrimlerden ve kibirlilerden değilsin.
Ah birçok büyük fikirler var ki: Bir körüğün yaptığından
başka bir iş yapmazlar. Körüklerler ve daha fazla boşaltırlar.
Kendine serbest mi diyorsun, bir boyunduruktan kaçtığını
değil, senin hâkim fikirlerini dinlemek isterim.
Boyunduruktan kurtulmaya mezun olanlardan mısın?
Bazıları hizmetçiliklerini atarken son kıymetlerini atmış
oldular.
Neden halâs buldun?
Bu Zerdüşt’ü alâkadar eder. Fakat gözün bana açıkça cevap
vermeli?
Hürriyet neye?
İyiliğini ve fenalığını bizzat kendin verip, iradeni bir
kanun gibi üstüne hâkim etmeye kadir misin?
Hâkim ve kendi kanununun intikamcısı ile yalnız kalmak
korkunçtur. Böylece varlığın buzlu soluğuna ve çöl boşluğuna bir yıldız
boşaltılmış olur.
Sen, tek, bugün de “çok” un ıztırabını çekiyorsun;
Bugün de cesaretin ve umutların var.
Fakat bir vakit inziva seni yoracak, bir vakit gururun
eğilecek, cesaretin kırılacak ve “ben yalnızım” diye bağıracaksın.
Bir vakit “yüksek” ini özlemeyecek ve “alçak” ına pek
yaklaşacaksın: Ve senin ulvî varlığın bir hayalet gibi seni korkutacak. Bir
vakit “her şey yanlıştır” diye bağıracaksın.
Münzeviyi öldürmek isteyen hisler var, bunlar öldüremezlerse
bizzat kendileri ölmeye mecburdurlar. Fakat katil olmaya kadir misin?
Kardeşim istihzar (huzura çıkma) kelimesini tanıyor musun?
Ve seni tahkir edenlere karşı âdil olmanın ıstırabını biliyor musun?
Sen, birçoklarını hakkındaki fikirlerini değiştirmek için
zorluyorsun. Onlar senden bunun hesabına
sorarlar. Onlara yaklaştın ve yine onları geçtin Bunu sana hiç bir zaman
affetmeyecekler.
Onların üstüne çıkıyorsun: fakat sen çıktıkça, hasedin
gözü seni o nispette küçük görür.
Fakat en çok kin beslenen uçandır. Demelisin ki “bana karşı nasıl âdil olacaksın!
Sizin adaletsizliğinizi bana uygun hisse olarak seçerim”.
Münzeviye haksızlık ve kirlilik isnat ederler. Fakat
kardeşim yıldız olursan bu sebepten onlara daha az ışık göndermemelisin.
İYİ VE ÂDİLLERDEN SAKIN. ONLAR KENDİ FAZİLETİNİ KEŞFEDENİ
ÇARMIHA GERERLER, MÜNZEVİDEN NEFRET EDERLER.
Kudsî ilhamdan da kendini sakın. İlham olmayan her şey,
önce gayri mukaddestir. O, ateşle de oynamasını sever. Saman yığını
Âşıkının nöbetlerinden sakın!
Münzevi, kendisine rastgelene elini pek çabuk uzatır.
Bazı insanlara elini değil pençeni uzatmalısın. İsterim
ki pençende tırnakların da olsun.
Fakat rast gelebileceğin en kötü düşman, daima kendin olacaksın. Mağara ve ormanlarda kendini takip eden bizzat
kendinsin.
Münzevi!
sen kendine doğru gidiyorsun ve yolun senden ve senin,
yedi şeytanından geçer.
Kendinin cini, perisi, falcısı, delisi, şüphecisi,
uğursuzu ve fenası olacaksın.
Kendini kendi alevinde yakmak istemelisin. Kül olmadan
nasıl yenileşmek istersin?
Münzevi!
Sen yaratıcının yolundan gidiyorsun. Yedi şeytanından
kendine bir Tanrı yaratmak istiyorsun.
Münzevi!
Sen sevenlerin yolundan gidiyorsun.
Yalnız sevenlerin yaptığı gibi bizzat kendini tahkir
ediyorsun. Seven yaratmak ister. Çünkü tahkir eder! Sevdiğini hakir göremeyen,
sevgiden ne anlar?
Aşkın ve yaratıcılığınla inzivana çekil kardeşim.
Hakşinaslık sonradan arkandan topallayarak gelir. Kardeşim, benim gözyaşlarımla
inzivana çekil. Ben kendinden ilerisi için yaratma isteyeni ve böylece
mahvolanı severim.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
İHTİYAR VE GENÇ
KADINCIKLARA DAİR
“Zerdüşt karanlıkta nereden geliyorsun? Mantonun altında
dikkatle sakladığın şey nedir?
Sana hediye edilmiş bir hazine, yeni doğmuş bir çocuk mudur?
Yoksa ey fenalar dostu; şimdi sende hırsızların yolundan
mı gidiyorsun?”.
Küçük kardeşim o, bana hediye edilmiş bir hazinedir:
Taşıdığım şey bir küçük hakikattir. Fakat o, bir çocuk gibi yaramazdır. Ve eğer
ağzını tutmazsan haykıracak.
Bugün gün batarken, yalnız yolumda yürüyordum. Bir
ihtiyar kadıncağıza rastladım.
Bana dedi ki:
“Zerdüşt kadınlara hitabende çok şeyler söylüyor. Fakat
kadına dair bize bir şey söylemedi.
Cevap verdim: Kadına dair yalnız erkeklerle
konuşmalıdır.
Kadın dedi ki: Bana da kadından bahset, söylediğini hemen
unutacak kadar ihtiyarım. Kadının bu arzusunu kabul ettim. Ve dedim ki:
KADINDA HER ŞEY BİR MUAMMADIR. Ve kadında her şeyin bir tek halli vardır:
Ona gebelik derler.
Kadın için erkek bir vasıtadır. Gaye daima çocuktur. Fakat erkek için kadın nedir?
Halis erkek iki şey ister: Tehlike ve oyun.
Onun için o, kadının en tehlikeli bir oyuncak olmasını
ister.
Erkeği muharipliğe, kadın muharibin istirahatini temine
terbiye etmelidir. Bundan başka her şey deliliktir.
Muharip fazla tatlı meyveleri sevmez, onun içinde kadını
diler; en tatlı bir kadın bile
acıdır.
Kadın çocukları erkekten daha iyi anlar. Fakat erkek,
kadından daha çocuktur.
Halis erkekte bir çocuk saklıdır. Bu, oynamak ister. Haydi,
bakalım kadınlar erkekteki çocuğu keşfedin!
Kadın, henüz mevcut olmayan bir âlemin faziletleri ile
ışıldayan elmas gibi zarif ve temiz bir oyuncak olmalıdır.
Aşkınızda bir yıldızın ışığı parlamalı; umudunuz şu olmalıdır. “İnsanüstünü” nü
doğurabilsem:
Sevginizde cesaret bulunmalıdır. Sevginizle size korku
telkin edenin üstüne yürüyünüz. Şerefiniz aşkınızda olmalıdır. Yoksa kadın
şereften az anlar. Fakat sizin şerefiniz şu olmalıdır. Daima
sevildiğinizden fazla sevmek, hiç bir zaman ikinci olmamak.
ERKEK, SEVEN KADINDAN KORKSUN. Çünkü o zaman her fedakârlığı yapabilir ve başka her
şey ona kıymetsiz görülür.
ERKEK KİN BESLEYEN KADINDAN DA KORKSUN. Çünkü erkek, ruhunun derinliklerinde yalnız fenadır.
Fakat kadın orada berbattır.
KADIN EN ÇOK KİME KİN BESLER?
Demir, mıknatısa demiş ki: en çok sana kin besliyorum.
Çünkü sen çekersin, fakat kendine çekecek kadar kuvvetli değilsin.
Erkeğin saadeti, “ben isterim” dedir. Kadının
saadeti “o bitiyor” dadır. “Bak,
arz şimdi mükemmelleşti” bütün sevgisi ile itaat eden kadın böyle düşünür.
Kadın itaat etmeli ve sathına bir derinlik bulmalıdır.
Kadının gönlü sathidir (görünüşe göre, derinliğine
dalmadan, üstünkörü olarak), sathi bir suyun üstünde fırtına gibi müteharrik (hareketli)
bir kabuktur. Fakat erkeğin gönlü derindir. Onun ırmağı yer altı boşluklarında
hışıldar; kadın onun kudretini sezer,
fakat kavrayamaz.
İhtiyar kadın şöyle cevap verdi. Zerdüşt pek akilâne
şeyler söyledi. Hele kâfi derecede genç olanlar için.
Ne tuhaf, Zerdüşt kadınları az tanır. Fakat onlara dair
söylediği şeyler yine haklı. Bu, şunun için midir ki: Kadın da hiç bir şey
imkânsız değildir?
Şimdi teşekkür olarak bir küçük hakikat al: Onu söyleyecek
kadar yaşım var.
Onu sar ve ağzını tıka, yoksa bu küçük hakikat pek fazla
bağırır.
“Kadın gücü hakikati bana ver” dedim. Onu verdi:
“Kadınlara mı gidiyorsun kırbacı unutma”.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
YILAN SOKMASINA DAİR
Zerdüşt Bir gün bir incir ağacı altında uykuya dalmış,
sıcak olduğu için yüzünü kolları ile kapamıştı. Bu esnada bir yılan geldi. Boynundan
öyle soktu ki Zerdüşt ağrıdan bağırdı.
Zerdüşt kolunu çehresinden ayırarak yılana baktı. Yılan Zerdüşt’ün
gözlerinden tanıdı. Biçimsizce kıvrılarak kaçmak istedi.
Zerdüşt dedi ki: “olmaz, daha teşekkürümü almadın. Beni
tam vaktin da uyandırdın. Daha uzun yolum var”. Yılan mükedderane (üzülerek) dedi
ki:
“yolun kısa ve benim zehrim öldürücüdür.” Zerdüşt gülümsedi
ve dedi ki:
“Bir ejderi bir yılan zehri ne zaman öldürebilmiştir?
“Fakat yılan zehrini geri al. Çünkü sen onu bana hediye
edecek kadar zengin değilsin”, o
zaman yılan yeniden Zerdüşt’ün boynuna sarıldı ve yarasını yaladı.
Zerdüşt bunu bir vakitler yanındakilere anlattığı zaman “hikâyenin
ahlâki tarafı ne” diye sordular. Zerdüşt cevap verdi
İyiler ve adiller bana ahlâk yıkıcısı derler. Benim hikâyem gayrı ahlakidir. Fakat bir düşmanınız
olursa onun fenalığına iyilik ile mukabele etmeyin. Çünkü bu, utandırır.
Bilakis ispat ediniz ki: o, size bir iyilik yapmıştır.
Utandırmaktansa öfkeleniniz. Eğer size sövülürse; söveni taziz etmeniz hoşa gitmez. Daha iyisi
birazda siz ona sövün.
Eğer size büyük bir haksızlık yapılırsa; ona karşı hem
beş küçük haksızlık yapınız. Hep haksızlıklara maruz kalanı görmek kötü bir
şeydir.
Bunu zaten biliyor muydunuz? İştirak edilen bir haksızlık
bir yarı haktır. Ve haksızlığı, onu taşıyabilen omuzuna alsın.
BİR KÜÇÜK İNTİKAM, HİÇ İNTİKAM ALMAMAKTAN DAHA İNSANÎDİR.
Ve eğer ceza mütecaviz için bir hak ve şeref değilse
cezalarınızı da istemem.
Haksızlığa uğramak haklı olmaktan daha kibardır. Yalnız bunun
için zengin olmak gerektir.
Soğuk adaletinizi sevmem. Hâkimlerinizin gözünden daima
bir cellât ve onun soğuk demiri bakar.
Söyleyin; adaletin
gören gözlerle bir sevgi oluşu nerede bulunur.
Bana yalnız bütün cezaları değil, bütün suçları da
üzerine alan bir sevgi bulunuz.
Bana, hâkimden başka herkesi beraat ettiren bir adalet
bulunuz.
Bunu da dinlemek ister misiniz? Tam âdil olmak isteyen
için yalan da bir insan dostluğudur.
Fakat nasıl tam âdil olayım? Herkese kendisininkini nasıl
veririm? Bana şu kadarda kâfi: Herkese kendiminkini veririm.
Kardeşlerim!
Nihayet bütün yabancılara haksızlık etmekten sakının. Bir
muhacir nasıl unutur, nasıl mukabele eder?
Bir muhacir, derin
bir kaynak gibidir. İçine bir taş atmak kolaydır. Fakat söyleyin taş dibe kadar
çöktükten sonra onu kim çıkarmak ister?
Yabancıyı tahkir etmekten çekinin. Eğer yaptınızsa artık
onu öldürün.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
ÇOCUK VE EVLİLİĞE
DAİR
Kardeşim, yalnız senin için bir sorgum var: Bu sorguyu
bir kurşun gibi gönlüne atıyorum. Onun ne kadar derin gittiğini bilirim.
Gençsin, çocuk ve aile istiyorsun. Fakat sana sorarım bir
çocuk istemeğe mezun bir insan mısın? Faziletlerine,
hislerine hâkim, kendini zorlayabilen bir galip misin sana sorarım?
Yoksa dileğini söyleten şey içinde ki hayvan veya zinamı,
yalnızlık mı, kendinle geçinememek mi?
İsterim ki: Senin zaferin, kurtuluşun bir çocuğu özlesin.
Zafer ve kurtuluşuna canlı âbideler dikesin.
Kendinden ilerisi için inşa edesin. Fakat önce kendi
beden ve ruhun mükemmel yapılmış olmalı.
Yalnız tenasül etmeyecek, kendinden üstüne atlayacaksın.
Bunun için sana izdivacın bahçesi yardım edecek.
Bir yüksek beden, bir ilk hareket, kendiliğinden dönen
bir teker bir yaratıcı yaratmalısın.
İzdivaç: İki
kişinin bütün yarattıklarından üstün bir kişi yaratma iradeleridir.
İzdivaç, bu
iradenin sahibi oldukları için iki kişinin birbirini tazim etmesidir.
İzdivacının hakikî manası bu olsun. Fakat birçoklarının
izdivaç dedikleri şey:
Ah lüzumsuzlara ne ad vereyim?
Ah bu iki kişinin ruh züğürtlüğü!
Ah bu iki kişinin ruh kirliliği!
Ah bu iki kişinin acınacak rahat düşkünlüğü!
Bunların hepsine izdivaç diyorlar. Ve nikâhlarının
göklerde kıyıldığını söylüyorlar.!!!
Bu lüzumsuzların köklerini de istemem. Onları, semavî
yuvada kucaklaşan hayvanları istemem.
Birbirine bağlamadığı insanların bu nikâhını kutlulamak
için topallayarak inen Tanrıda bana ırak olsun.
Böyle izdivaçlara gülmeyin: Ebeveynin haline ağlatmayacak
çocuk var mı?
Erkeğin biri bana kıymetli ve hayatın gayesi için olgun
göründü: Fakat karısını görünce bütün dünyayı tımarhane sandım.
Evet, isterdim ki: Bir yiğitle bir kaz çiftleştikleri
zaman dünya ihtilâçla çırpınsın.
Birisi, kahraman gibi hakikatler aradı, sonunda bir küçük
süslü yalan yakaladı. Adına “Ailem” dedi.
Birisi pek nazlı ve müşkülpesentti, (güç
beğenen, titiz) fakat birdenbire her zaman için cemiyetini bozdu ve adına “İzdivacım”
dedi.
Birisi, meleklerin faziletlerini cami bir hizmetçi arıyordu.
Fakat birdenbire bir kadının hizmetçisi oluverdi. Şimdi melek olacak kadar bir
eksiği kaldı.
Bütün müşterileri ihtimamlı buluyorum. Hepsinin hilekâr
gözleri var.
Fakat en hilekârı bile karısını çuvalda satın alıyor.
Birçok kısa delilikler siz buna aşk diyorsunuz. Ve izdivacınız bu kısa deliliklerin çoğuna uzun
budalalık halinde bir nihayet veriyor.
KADINA OLAN SEVGİNİZ VE KADININ ERKEĞE OLAN SEVGİSİ: BU
SEVGİ, ACI ÇEKEN GİZLİ İLÂHLARA BİR ACIMA OLMALIYDI. FAKAT ÇOK DEFA İKİ HAYVAN
BULUŞUYOR.
Fakat sizin en iyi sevginiz bile bir heyecanlı muvazene
ve acılı bir alevden ibarettir. O, sizin yükseliş yollarınızı aydınlatacak bir
meşale olmalıydı. Bir defada kendinizden ilerisi için sevin. Böyle sevmeyi
öğrenin. Bunun için sevginizin acı içkisini içmelisiniz.
En iyi sevginin kadehinde de acılık vardır “İnsanüstünü”
ne hasret getirir ve yaratıcıya susatır.
Yaratıcıya susuzluk, “İnsanüstünü” ne hasret ve ok: Söyle
kardeşim, izdivaç iraden böyle mi? Bu irade ve bu izdivacı takdis ederim.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
İNTİHARA DAİR
Çokları pek geç, bazıları pek erken ölürler.
“Vaktinde öl” vecizesi
daha meçhul.
“Vaktinde öl” Zerdüşt
böyle öğretiyor.
Tabiî vaktinde yaşamayan nasıl vaktinde ölebilir.. Keşke hiç doğmasaydı.
Lüzumsuzlara bu öğüdü veririm.
Fakat lüzumsuzlar bile ölümlerini mühimserler. En boş
ceviz bile kırılmak ister..
Herkes ölüsünü mühimsiyor: Ölüm henüz bir bayram
sayılmıyor.
İnsanlar daha, en güzel bayramlarını nasıl tes'it (kutlayacak)
edeceklerini öğrenmediler.
Size, yaşayanlar bir diken ve bir medh olan ölümü
göstereceğim.
Yapıcı, muzaffer olarak ummanlar ve övenlerle çevrilmiş
olduğu halde ölümünü ölürler.
Böyle ölmeyi öğrenmeli, böyle bir ölünün dirilere
yeminler yollamadığı hiç bir bayram kutlulanmamalıydı.
Bu ölüm en iyi ölümdür. Fakat ikincisi, mücadelede ölmek
ve bir büyük ruhu israf etmektir. Fakat muharip ve muzaffer için sizlerin bir
hırsız gibi sokulan fakat bir efendi gibi görünen vadeli ölümünüz menfurdur.
Size kendi ölümümü, intiharımı istediğim için bana gelen
ölümü överim.
Bu ölümü ne zaman isteyeceğim? Bir hedef ve bir varisi
olan ölümü, bu hedef ve varisi için vaktinde ister.
Ve hedef ve varise saygı olarak hayatın mabedine kuru
çelenkler asmaz.
Gerçek, ip çevirenlere benzemek istemiyorum. Onlar
iplerini uzatırken daima gerilerler.
Bazıları hakikatleri ve zaferleri için fazla
ihtiyardırlar, dişsiz bir ağız, artık her hakikati söylemek hakkına malik
değildir.
Şöhret isteyen her kimse vakti zamanı ile şereften ayrılmalı
ve “Vaktinde gitmek” güç hünerini tatbik etmelidir.
En fazla lezzet verdiği zaman kendisini yedirmeyi
bırakmalı: Uzun zaman sevilmek isteyenler bunu bilirler..
Kısmetleri sonbaharın son günlerine kadar beklemek
dileyen ekşi elmalar vardır:
Bunlar ayni zamanda olgunlaşırlar, saranlar, buruşurlar.
Bazılarında kalp, bazılarında ruh, önce ihtiyarlar.
Bazıları gençliklerinde ihtiyardırlar. Fakat geç
gençleşenin gençliği uzun sürer.
Bazılarına hayat aksilik eder, kalplerini bir zehirli
sülük dağlar. Bunlar iyi bir ölüm bulmağa baksınlar.
Bazıları hiç tatlılaşmaz, daha yazın çürür. Bunları
dallarında tutan şey korkaklıktır.
Pek çokları pek fazla yaşarlar. Ve dallarında uzun zaman
asılı kalırlar.
Bir fırtına gelse de bu çürük ve kuru yenikleri ağaçtan
silkse.
Erken ölüm vaizleri çıksa! Bunlar benim için hayat ağaçlarının en münasip fırtınalarıdır.
Fakat yalnız tedrici ölümü ve dünyanın zorluklarına dayanmayı
tavsiye edenleri dinliyorum.
Ah! Arzî acılara dayanmayı tavsiye ediyorsunuz.
Ey ağzı bozuklar!
Size çok tahammül eden işte bu arzî ıstıraplardır.
Gerçek, tedrici ölüm vaizlerinin tazim ettiği Yahudi pek
tez öldü:
Onun erken ölmesi o zamandan beri çoklarının felâketini
mucip oldu.
O, yalnız Yahudi’nin bedbinliği ve göz yaşlarını iyi ve
âdillerin nefretini tanıdı.
Yahudi İsa: Onu Ölüm hasreti bastırdı. Keşke çölde ve iyi
âdillerden uzakta kalsaydı!
O zaman belki yaşamayı, arzı sevmeyi ve gülmeyi öğrenirdi!
Bana inanın kardeşler: O, pek erken öldü. Eğer benim
yaşıma kadar yaşasaydı kendi dinini kendisi geri alacak kadar asildi.
Fakat henüz olgunlaşmamıştı. Delikanlının sevgisi, insan
ve arz nefreti olgun değildir. Onun gönlü ve ruhunun kanatları daha bağlı ve
ağırdır.
Fakat erkekte delikanlıdan fazla çocukluk ve ondan az
bedbinlik vardır. Ölümü ve yaşamayı daha iyi anlar.
Ölümde ve ölüme hür bulunan ve “Evet” e vakit kalmadığı
zaman kudsî bir “Hayır” diyebilen: Böylesi ölümü ve hayatı anlayandır;
Ölümünüz insan ve dünyaya bir isyan olmasın dostlar?
Ruhlarınızın tatlılığından bunu dilerim.
Ölümünüzde ruh ve faziletleriniz, arzın etrafında akşam
kızıllığı gibi parlasın.
Yoksa fena bir ölümle ölüyorsunuz demektir. Bizzat ben
böyle ölmek isterim. Tâki: Dostlar benim yüzümden arzı daha fazla sevsinler.
Tekrar toprak olmak istiyorum. Tâki: Beni doğuranı
sükûnetle kucaklıyayım.
Gerçek Zerdüşt’ün bir hedefi vardı. Topunu fırlattı.
Dostlar! Şimdi siz ülkümün varisi olun. Altıntopu size atıyorum.
Topu fırlattığınızı görmeği her şeyden fazla severim.
Bunun için arzdan bir müddet için çekiliyorum. Bunu bana bağışlayın.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
HEDİYE FAZİLETİNE
DAİR
Zerdüşt gönlünün sevdiği “Renkli inek”
adlı şehirden ayrılırken havarileri ve kendilerine havari adı veren birçokları
arkasından geldiler ve ona refakat ettiler. Bir köşe başına vardıkları zaman Zerdüşt
onlara artık yalnız gitmek istediğini söyledi. Çünkü yalnız yürümeyi severdi.
Fakat havarileri bir veda hediyesi olarak kendisine,
altın sapında bir yılanın güneş etrafında sarıldığını gösteren bir asa sundular.
Zerdüşt bu asaya sevindi. Ve ona dayanarak havarilerine
hitap etti:
Bana söyleyin altın, en yüksek kıymetine nasıl ulaştı?
Çünkü nadir, faydasız ve parlaktır. Ve tatlı bir
ışıldayışı vardır. Daima hediye edilir.
Altın, yalnız en yüksek faziletinin timsali olduğu için
en yüce kıymete ulaştı.
Hediye edenin bakışı altın gibi parlar.
Altın parıltısı, Ayla güneşi barıştırır.
En yüksek fazilet; nadir, faydasız parlak ve mülayim
sualidir:
En yüksek fazilet, hediye
faziletidir.
Gerçek, sizi anlıyorum havarilerim sizde benim gibi
hediye faziletine bakıyorsunuz. Kedi ve kurtlarla müşterek neniz var?
Siz kendinizi kurban ve hediye etmeğe susamışsınız.
Onun için bütün zenginlikleri ruhunuzda, yığmaya
susamışsınız.
Ruhunuz hazineler ve tılsımlar aramağa doymuyor. Çünkü
hediye etmeğe doymayan bir faziletiniz var.
Her şeyi kendinize ve içinizde toplamak istiyorsunuz. Tâki:
Onlar sizden sevginizin hediyeleri halinde çıksınlar.
Gerçek, böyle hediye eden sevgi bütün kıymet gasıbı
olmalıdır.
Fakat bu çeşit hodbinliği [16]
takdis ederim.
Başka bir hodbinlikte vardır. Pek aciz, aç. Daima çalmak isteyen
hodbinlik. Hasta hodbinlik!
O, her parlayan şeye hırsız bakışıyla bakar. Yiyeceği
fazla olanı bir acın iştihası ile ölçer. Ve daima hediye edenlerin masasına
sokulur.
Bu ihtiras, hastalık ve görünmez bir tereddidir. Bu hodbinliğin
hırsız ihtiras veremli bir vücuttan hitap eder.
Söyleyin kardeşlerim, bizim için fena ve en fenası nedir?
Tereddi (gerilemek, soysuzlaşmak, aşağı düşmek) değil mi?
Hediye eden ruhun eksik olduğu yerde daima, tereddiyi
buluruz.
Bizim yolumuz bu çeşittir. “Üstün çeşit” e gider.
Fakat “Her şey benim için” diyen mütereddi hissi, bizde
nefret uyandırır.
Fikrimiz yükseğe uçar. Böylece: Vücudumuzun bir
muvazenesi yükseliş muvazenesi olur.
Böyle yükseltici muvazeneler faziletlerin adlarıdır.
Beden, tarih içinde böyle bir “Olucu” ve bir “Cidalci”
(savaşçı) halinde seyrini yapar.
Ve ruh bu bedenin nesidir?
Harplerin ve zaferlerin münadisi, yoldaş ve in'ikâsıdır.
İyi ve fenanın bütün isimleri bir muvazenedir:[17]
Bunlar söylemezler, yalnız işaret ederler. Bunları bilmek isteyen delidir.
Ruhunuzun muvazenelerle hitap ettiği saatlere dikkat edin
kardeşlerim.
Faziletlerinizin kaynağı budur.
Orada vücudunuz yükselmiş ve dirilmiştir.
Seven, takdir eden ve yaratan iyilikçi bedeniniz bu saadetlerleler
ruhunuzu heyecana getirir.
Nerede kalbiniz, çevresindekiler için tehlike ve nimet
olan bir tehî (boş-avare) gibi geniş ve dolu akarsa faziletinizin kaynağı orada
bulunur.
Nerede övme ve yermenin üstüne çıkar. Ve iradeniz bir
sevenin iradesi olarak her şeye kumanda etmek ister, faziletinizin kaynağı
orada bulunur.
Nerede “Hoş” şey yumuşak yatağı hakir görür, “Yumuşak”
tan en çok uzaklaşırsanız, faziletinizin kaynağı orada bulunur.
Nerede tek bir iradenin sahibi olan size bütün
ihtiyaçlardan bu dönüş. Bir zaruret gibi görünürse faziletinizin kaynağı
orasıdır.
Gerçek o, bir yeni “iyi” ve “Fena” dır.
Gerçek yeni, derin bir hışıltı ve yeni bir kaynağın sesi.
Bu yeni fazilet bir kudrettir, hâkim bir düşüncedir.
Bunun etrafında, zeki bir kafa, altın bir güneş ve etrafında idrakin yılanı
demektir.
2
Zerdüşt burada bir müddet sustu. Ve sevgi ile
havarilerine baktı. Sonra yine söylenmeğe başladı. Bu defa sesi değişmişti.
Kardeşlerim: Faziletlerinizin kudreti ile arza
(yeryüzüne) sadık kalın. Hediye ve idrakiniz hayatın gayesine hizmet etsin.
Sizden bunu dilerim.
Onu “Arzî” olandan kaçırıp kanatlarıyla ebedi duvarlara
çarptırmayın.
Ah! Çok faziletler yollarını böyle sapıtmalardır.
Benim gibi; sizde
yoluna sapıtmış fazileti dünyaya geri çevirin.
Onu beden ve hayata döndürün. Tâki: O, dünyaya bir gaye
vere.
İnsanî bir gaye.
Şimdiye kadar ruh, fazilet gibi, yüz çeşit yanlış yola
saptı, yanlış işe karıştı ah bedenimizde hâlâ bu delice hareketlerin izleri
bulunuyor.
Bunlar orada beden ve irade oldular.
Fazilet gibi ruhta şimdiye kadar yüzlerce defa kendini
denedi ve sapıttı.
Hatta insan bir deneme idi.
Ah çok cehil ve hata bizde bedenleşti.
Yalnız bin yılların aklı değil onun cinneti de bizde
patlıyor. Varis olmak tehlikelidir.
Daha adım adım tesadüf devi ile çarpışıyoruz. Ve şimdiye
kadar bütün insanlık üstünde gayesizliğin manasızlığı hüküm sürdü.
Kardeşlerim: Ruhunuz ve faziletiniz dünyanın gayesine
hizmet etsin. Ve her şeye yeniden sizin tarafınızdan kıymet biçilsin.
Onun için mücadeleci, onun için yaratıcı olacaksınız.
Vücut bilerek temizlenir. Ve bilgi ile deneyerek
kendisini yükseltir.
İdrak eden bütün garizeler (huylar) kudsîleşir; yükseleni
ruhu şad olur.
Hekim: Kendini iyi et. Böylece hastalarını da iyi etmiş
olursun.
Onun en iyi yardımı, kendi kendini iyi edenin bakması
olsun.
Daha gidilmeyen binlerce yol, hayatın bin çeşit sağlık ve
saadeti vardır.
İnsan ve insanın dünyası henüz bitmemiş ve keşif olunmamıştır.
Münzeviler!
Bekleyin ve dinleyin. Gelecekten gizli kanat darbelerim
rüzgârlar esiyor. Ve hassas kulaklara iyi haberler iletiyor.
Bugünün münzevileri, ayrılanları; bir zaman siz millet
olacaksınız.
Bizzat kendini seçen sizlerden bir seçme millet ve o,
milletten “insanüstünü” yetişecek.
Gerçek dünya daha bir şifa yeri olacak, daha şimdiden
etrafında şifa getiren yeni bir koku ve yeni bir umut var!.
3
Zerdüşt bu sözleri söyledikten sonra son sözünü
söylememiş bir adam gibi sustu. Uzun zaman elinde ki asayı şüpheli bir tavırla
salladı.
Nihayet hitaba başladı.
Sesi değişmişti.
Havarilerim, şimdi yalnız gidiyorum, sizde buradan
ayrılın. Ve yalnız kalın. Ben böyle istiyorum.
Gerçek size, öğüt veririm: Benden ayrılın. Ve Zerdüşt’e karşı
koyun. Daha doğrusu o size hicap olsun. Belki o sizi aldatıyordu.
İdrak adamı yalnız düşmanlarını sevmeğe değil,
dostlarından da nefret etmeğe kadir olmalıdır.
DAİMA TALEBE KALMAKLA HOCAYA İYİ BİR MUKABELE YAPILMIŞ
OLMAZ. Ve ne için benim çelengimden
koparmak istemiyorsunuz.
Bana hürmetiniz var. Fakat hürmetiniz bir gün devrilirse
ne olacak.
Sakının ki sizi bir resim sütunu tepelemesin.
Zerdüşt’e inandığınızı söylüyorsunuz. Fakat Zerdüşt da ne
var?
Bana inananlarsınız. Fakat bütün inananlarda ne var?
Daha kendinizi aramadığınız bir zamanda beni buldunuz.
Bütün inananlar böyle yapar. Onun için BÜTÜN İNANMALARIN FAZLA KIYMETİ
YOKTUR.
ŞİMDİ SİZE DERİM Kİ: BENİ KAYBEDİN KENDİNİZİ BULUN.
Ve beni hep
inkâr ettiğiniz zaman size dönmek dilerim.
Gerçek kardeşlerim!
O zaman kaybettiklerimi başka bir gözle arayacak, sizi
başka bir sevgi ile seveceğim.
Ve bir zaman bana dost olmuş bulunacak ve hep bir ümidin
çocukları olacaksınız:
O zaman büyük günü sizinle birlikte kutlulamak için
üçüncü defa olarak aranıza geleceğim.
O büyük gün insanın hayvanla “İnsanüstünü”
arasında ki yolun ortasında durduğu ve gurup yolunu en büyük umut olarak kutluladığı
gündür:
Günkü o yol yeni bir sabaha götüren yoldur,
O zaman batan bir geçen olduğu için kendisini bizzat
kutlulayacak.
Ve idrakinin güneşi tam tepesinde bulunacaktır,
“Bütün ilâhlar ölmüştür. Şimdi; istiyoruz ki: “İnsanüstünü” yaşasın.”[18]
O büyük gün geldiği vakit son dileğimiz bu olacak.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
[1]
Mihanikiyyet: (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler.
Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve
hareket kabiliyeti
[2]
Vitalizm. İlke olarak hem ruhtan hem de organizmadan ayrı bir hayatı
kabul eden fizyolojik öğreti.
[3]
Rapallo: İtalya, ülkenin Kuzeybatı kesiminde yalan bir tatil yeridir.
[4] Melankoli: halk arasında yalnızlığı
tercih ve hüzün hali olarak bilinse de aslında psikolojik bir durumdur.
Nedensiz yere depresyon hissi ve bir şeyler yapmaya duyulan isteksizlik olarak
ortaya çıkar. Eskiden şizofren gibi daha ciddi ve fiziksel rahatsızlıklara
dayandırılan melankoli, beraberinde belli bir kültür ve kült getirmiştir. Günümüzde
ise aşk ya da kimlik karmaşası gibi duygusal nedenlere bağlanmaktadır.
[5]
Kültürsüz siyasetçiler, küfür, yalan, pespaye konuşmalar vb. yapanlara
duyurulur.
[6]
Paralizi kaybı kas kasları daha fonksiyon için bir veya. Felç duyusal zarar
yanı sıra motor varsa etkilenen bölgede his (duyu kaybı) kaybı ile birlikte
olabilir.
[7]
Buradaki sözleri din bezirgânları için düşünmeliyiz. Peygamberler ahiret için
umuttan bahsetmediler. Onlar yapılanın karşılığı vardır, dediler. Umut
dağıtanlar ise insanları küçük amelleri karşılığında sevap tüccarlığını
öngördüler. Sevap bulmak düşüncesi ile yapılan ameller ise en aşağısı ve âdi
olandır.
[8]
Gerçekte bütün insanların aynı ilâha tapamadıkları doğrudur. Çünkü Allah
Teâlâ’yı hakikatiyle bulmak ne kadar zordur. Fil hikâyesi buna işaret eder.
[9]
Dinin zamana göre uygulanışında hataya düşerler.
[10]
Ah, bu insanlar ne kadar zalim değil mi?
[11]
Hallac Mansur gibi.
[12]
Histeri, beyinde organik bir bozukluk gösterilemeyen bir psikonevroz (ekseriya
kadınlarda rastlanır).
[13]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hicretinde üçüncü Allah Teâlâ idi.
Sırlar konuşulunca üçüncü
yine Allah Teâlâ’dır.
[14]
Hainlikle millet olunmaz. Yediği ekmeğe ihanet eden kavimler helak olmaz sadece
pişman olup hasret ile ömürlerini devam ettirirler. Bu devam edişleri aşağılık
olmaktan uzak tutmadığı gibi “insanüstünü” bulmaları da mümkün değildir.
[15]
Kültür ne kadar önemli bir mevzudur.
[16]
Hodbin: Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatini tâkib eden. Bencil.
Enaniyetli. Kibirli
[17]
Muvazene: Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek.
* İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk
[18]
Nefsimin peşinden koştuğu bütün ilahlar ölünce O açığa çıkacaktır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar