Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı AOOLFEICHMANN KUDÜS'TE
Çeviren: Özge Çelik
ELİNİZDEKİ KİTAP, ilk
defa Mayıs 1963'te yayımlanan bir kitabın gözden geçirilmiş ve genişletilmiş
versiyonu. 1961 yılında TheNew
Yorker için Eichmann davasıyla ilgili bir yazı yazdım. Bu yazı
biraz kısaltılıp öncelikle derginin Şubat-Mart 1963 sayısında yayımlandı.
Kitabı 1962 yazında ve güzünde kaleme aldım ve aynı senenin kasım ayında,
Wesleyan Üniversitesi’nin Yüksek öğrenim Merkezi’n- de öğretim görevlisi olarak
çalıştığım sırada tamamladım.
Bu basımdan önce yapılan bir dolu
düzeltmenin hepsi teknik konularla ilgili, hiçbirinin Özgün metindeki
çözümlemeyle veya argümanla alakası yok. Sözü edilen dönem daha bütün
gerçekliğiyle ve ayrıntılarıyla kayda geçirilmedi; bazı meseleler, bunlar
hakkında bilgi sahibi olanlar için tamamen güvenilir bir bilginin yerini
muhtemelen hiç tutmayacak. Nitekim Nihai Çözüm’ün kurbanı olan Ya- hudilerin toplam
sayısı hâlâ bir tahminden ibaret -dört buçuk ila altı milyon- şimdiye kadar hiç
doğrulanamadı; aynı durum ilgili ülkelerdeki mağdurların sayısı için de
geçerli, özellikle Hollanda'yla İlgili bazı yeni malzemeler kitap basıldıktan
sonra ortaya çıktı, ama bunların hiçbiri meselenin bütünü açısından can alıcı
bir öneme sahip değil.
Yapılan eklemelerin çoğu teknik
meselelerle ilgili; belli bir konu biraz daha netleştirildi, yeni olgularla
desteklendi veya bazı yerleri farklı kaynaklardan alıntılarla zenginleştirildi.
Kaynakça'ya eklenen bu yeni kaynaklar Ek'te ele alınıyor. Bu bölümde ayrıca ilk
basımın ardından alevlenen tartışmalara da yer veriliyor. Ek haricinde, teknik
olmayan tek ekleme, 20 Temmuz 1944'te Hitler'e düzenlenen suikast girişimiyle
ilgili; kitabın ilk versiyonunda bu meseleye şöyle bir değiniyordum, o kadar.
Bir bütün olarak kitabın yapısı neredeyse hiç değişmedi.
Bu basım için Ek'i hazırlamama yardım eden
Rîchard ve Clara Winston'a çok teşekkür ederim.
Hannah Arendt Haziran, 1964
Almanya, sen yok musun sen Hanenden yükselen konuşmaları duyunca, gülesi
geliyor insanın. Ama yüzünü gören, hemen bıçağına sarılıyor.
BERTOLT BRECHT
"BethHamishpath"
- Adalet Evi: Avazı çıktığı kadar bağıran mübaşirden yükselen bu sözlerle ayağa
fırlıyoruz, işte hâkimler de geliyor. Başı çıplak, siyah cübbeli üç hâkim,
yüksek kürsünün en tepesindeki yerlerini almak üzere, yan kapıdan mahkeme
salonuna giriyor. Çok geçmeden sayısız kitapla ve bin beş yüzün üzerinde
belgeyle kaplanan bu uzun masanın iki ucunda zabıt kâtipleri bulunuyor.
Hâkimlerin hemen aşağısında çevirmenler var, davalı veya avukatı ile mahkeme
arasında doğrudan iletişimi sağlamak üzere buradalar. İbranice yürütülen
duruşmayı, diğer izleyicilerin hemen hepsi gibi, Almanca konuşan davalı taraf
da, bir radyo yayını aracılığıyla herkese ulaşan simültane çeviriyle takip
ediyor. Fransızca çeviri çok iyi, İngilizcesi idare eder; Almanca olanıysa tam
bir kepazelik, çoğu zaman ne dedikleri bile anlaşılmıyor. (Duruşmanın
hakkaniyeti için bir dünya teknik düzenleme yapıldığı düşünülürse, Almanya
doğumlu bir sürü insanı olan yeni İsrail Devleti'nin, nasıl olup da sanığın ve
avukatının anlayabildiği tek dile doğrıı dürüst çeviri yapabilecek bir çevirmen
bulamadığı tam bir muamma. Çünkü Alman YahudİIerine yönelik o eski önyargı -bir
zamanlar İsrail'de çok barizdi- artık önceden olduğu kadar güçlü değil, bu
durumu açıklamaya yetmiyor. Öyleyse geriye tek bir açıklama kalıyor: bu
önyargıdan da eski ve hâlâ çok güçlü olan "K Vitamini", yani İsrail
devlet çevrelerinin ve bürokrasisinin tabiriyle "kayırma".)
Çevirmenlerin alt sırasında, karşı karşıya ve dolayısıyla izleyicilere yanlan
dönük olarak, sanığın içinde durduğu cam kabin ve tanık kürsüsü bulunuyor. Son
olarak da en alt sırada, dört yardımcı savcı-
dan oluşan ekibiyle savcı ve -ilk haftalarda kendisine eşlik
eden- yardımcısıyla birlikte savunma avukatı var.
Hâkimlerin davranışları bir an için bile
yapmacıklaşmıyor. Yürüyüşleri yapaylıktan uzak, ne acılar çekildiğini
anlatanları dinlerken duydukları üzüntünün etkisiyle açıkça artan ölçülü ve
yoğun ilgileri çok doğal, savcının bu duruşmaları sonsuza kadar uzatma girişimi
karşısındaki sabırsızlıkları kendiliğinden ve ümit verici. Savunmaya belki de
biraz fazla nazik yaklaşıyorlar; sanki akıllarının bir köşesinde hep Dr.
Servatius'un bu zorlu savaşta neredeyse bir başına olduğu, yabancı bir ortamda
bulunduğu var; sanığa karşı tavırlarına diyecek yok. Bu üç adamın nasıl iyi, nasıl
dürüst olduğu o kadar belli ki, böyle bir ortamda rol kesmenin baş döndürücü
cazibesine kapılmamaları -Almanya’da doğmuş ve öğrenim görmüş olan bu üç adamın
İbranice çeviriyi beklemeleri gerekiyormuş gibi davranmamaları- kimseyi
şaşırtmıyor. Mahkeme reisi Moshe Lan- dau, cevap vermeden önce çevirmenin işini
bitirmesini neredeyse hiç beklemiyor; sık sık çeviriye müdahale edip
düzeltmeler ve eklemeler yapıyor; ilgisini dağıtıp -aksi takdirde iç karartıcı
bir hal alan- bu işten başka tarafa çektiği için, çeviriye ne kadar minnettar
olduğu yüzünden okunuyor. Nitekim aylar sonra, sanığın çapraz sorgusu
sırasında, işi iyice ileri götürüp, Eichmann'la konuşurken anadilleri olan
Almanca’yı kullanma konusunda meslektaşlarına öncülük edecek - Landau’nun o
dönemde İsrail kamuoyundan ne kadar bağımsız olduğunu gösteren anlamlı bir
kanıt, hâlâ kanıta gerek varsa tabii.
En başından beri duruşmanın havasım
belirleyen hiç kuşkusuz Hâkim Landau; bu duruşmanın savcının şovmenlik merakı
yüzünden bir duruşma şovuna dönüşmesini engellemek için elinden geleni,
gerçekten elinden gelen her şeyi yapıyor. Bu konuda her zaman başarılı
olamamasının nedenlerinden biri aslında çok basit: Duruşma, mübaşirin her
celsenin başında yükselen ve perde açılıyormuş gibi bir his veren o muhteşem nidasıyla,
sahnede ve izleyicilerin karşısında gerçekleşiyor. Yeni inşa edilen Beth Ha'am'daki, yani
Halkın Evi’ndeki (artık yüksek çitlerle çevrili olan; baştan aşağı her tarafı
ağır silahlı polisler tarafından ve ön avluda bulunan, her gelenin tepeden tırnağa
arandığı bir dizi barakayla korunan bu binadaki) oditoryumu kim tasarladıysa,
aklında orkestrası ve galerisiyle, perde önüyle ve sahnesiyle, oyuncuların
girişi için ayrılan yan kapılarıyla tam bir tiyatro varmış. Bu mahkeme salonu,
İsrail Başbakanı David Ben-Gurion’un Arjantin'de bulunan Eichmann'ı kaçırtıp
"Yahudi meselesinin nihai çözümü"ndeki rolü sebebiyle yargılanmak
üzere Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkartmaya karar verdiği zaman aklından
geçirdiği duruşma şovu için kuşkusuz hiç de fena bir yer değil. Gayet doğru bir
biçimde "devletin mimarı" olarak anılan Ben- Gurion, duruşmanın
görünmez sahne amiri. Tek bir celseye bile katılmıyor; mahkeme salonunda,
devleti temsil eden Gideon Hausner’ in, efendisine itaat etmek için elinden
geleni, gerçekten elinden gelenin en iyisini yapan Başsavcının sesiyle
konuşuyor. Neyse ki, Hausner İsrail Devleti'ne ne kadar sadıksa duruşmaya
başkanlık eden kişi de Adalet'e o kadar bağlı da, Hausner'in elinden gelenin en
iyisi çoğu zaman yeterli olmuyor. Adalet için, sanık aleyhine dava açmak, onu
savunmak ve yargılamak ve daha önemli görünen bütün diğer soruları askıya almak
gerekir: "Bu nasıl oldu?”, "Neden oldu?"; "Neden
Yahudiler?", "Neden Almanlar?"; "Diğer devletlerin rolü
neydi?", "Müttefikler bundan ne ölçüde sorumluydu?";
"Yahudi liderler kendi insanlarının sonunu hazırlayanlarla işbirliği
yapmaya nasıl yanaşmışlardı?", "Yahudiler neden kurbanlık koyun gibi
ölüme gitmişlerdi?" Adalet ısrarla, Kari Adolf Eichmann'dan olma Adolf
Eich- mann'ın, güvenliği için inşa edilen cam kabindeki bu orta boylu, narin,
orta yaşlı, tepesi İyice açılmış, çarpık dişli, miyop olduğu için o incecik
boynunu duruşma boyunca turna gibi kürsü tarafına uzatan (izleyicilerle bir
kere bile göz göze gelmeyen), duruşmadan çok daha önce sinir bozukluğu yüzünden
başlayan ağız tikine rağmen çaresizce kendini kontrol etmeye çalışan ve çoğu
zaman da bunu başaran adamın rolünü vurguluyor. Yargılanan, bu adamın
yaptıkları; Yahudilerin çektiği acılar, Almanlar ya da insanlık, hatta
antis'emi- tizm ya da ırkçılık bile değil.
Ben-Gurioh gibilerin zihniyetine göre
belki de bir "soyutlama" olan Adaletin, büyük bir güce sahip
Başbakan'dan daha sert bir efendi olduğu anlaşılıyor. Başbakan'ın yönetimi,
Hausner'in de göstermekten geri kalmadığı gibi, gayet müsamahakâr; duruşma
devam ederken, savcının basın toplantıları düzenlemesine ve televizyona
röportajlar vermesine (Glickman Şirketi’nin sponsor olduğu Amerikan yapımı
program -her zaman olduğu gibi- ikide bir gayrimenkul reklamlarıyla kesiliyor)
ve hatta mahkeme binasındaki muhabirlere "durup dururken" patlamasına
müsaade ediyor — çünkü savcı, Eichmann'm çapraz sorgu sırasında bütün sorulara
yalan dolan cevaplar vermesinden bıkıp usanmış artık. Bu yönetim, savcının sık
sık göz ucuyla izleyicilere şöyle bir bakış atmasına ve olağandışı bir kibre
özgü abartılı davranışlarına müsaade ediyor (bu kibir sonunda ABD Başkanı’nın
"iyi iş çıkardılar" övgüsüyle Beyaz Saray’da büyük bir zafer
kazanıyor). Adalet böyle şeylere müsaade etmez; mahremiyet gerektirir, öfkeden
ziyade kedere müsamaha gösterir ve spotları kendi üstüne çekmenin bütün o güzel
hazların- dan büyük bir Özenle kaçınmayı emreder. Hâkim Landau’nun duruşmanın
hemen ardından sözü geçen ülkeye gideceği, onu ağırlama işini üstlenen Yahudi
teşkilatlan dışında kimselere duyurulma- mıştır.
Her ne kadar spotlan kendi üstlerine
çekmekten mütemadiyen kaçınsalar da, tıpkı bir oyundaki gibi sahnede,
izleyicilerin karşısında, yüksek kürsünün tepesinde oturuyorlardı. Dünyanın her
yerinden izleyicilerin gelmesi bekleniyordu; sahiden de, ilk haftalarda
izleyicilerin büyük bölümü dünyanın dört bir yanından Kudüs’e akın eden
gazeteci ve dergicilerden oluşuyordu. Nümberg Duruşmaları kadar sansasyonel bir
gösteri izleyeceklerdi; ama bu sefer, "bir bütün olarak Yahudiliğin trajedisi
ele alınacaktı". "Eichmann’ı Yahudi olmayanlara karşı işlenmiş
suçlarla da itham edersek... bilin ki bunun nedeni" söz konusu suçlan
işlemiş olması değil; şu işe bakın ki,"bizim
etnik ayrım yapmamamızdır". Bir savcının açılış konuşması
için şüphesiz sıradışı olan bu cümlenin, iddia makamının argümanının anahtar
cümlesi olduğu anlaşılacaktı. Zaten bu argüman Eichmann’m yaptıkları üzerine
değil, Yahudilerin çektiği acılar üzerine kurulmuştu. Hausner'e göre, bu aynmm
davayla bir ilgisi yoktu; zira "neredeyse sadece Yahudilerle ilgilenen,
işi Yahudile- ri mahvetmek olan, hukuktan nasibini almamış bu rejimin
inşasındaki rolü Yahudilerle sınırlı kalan tek bir kişi vardı ve bu kişi de
Adolf Eichmann’dı". Önce Yahudilerin (elbette bir kere bile tartışma konusu
olmayan) ıstırabını bütün gerçekliğiyle mahkeme önüne çıkarmak, sonra da
Eichmann’m bu olaylarla öyle ya da böyle ilişkili olduğunu gösteren kanıtlar
bulmak daha mantıklı olmaz mıydı? Davalıların "çeşitli uluslara karşı
suçlarla itham edildiği" Nümberg
Duruşmaları'nda Yahudilerin trajedisinin dikkate
alınmamasının gerekçesi çok basitti: Eichmann orada değildi.
Hausner, Nürnberg Duruşmaları'nda Eichmann
sanık sandalyesine oturtulsaydı, Yahudilerin kaderine daha fazla önem verilirdi
diye düşünüyor muydu gerçekten? Pek sayılmaz. İsrail’deki hemen herkes gibi,
Hausner de Yahudilere ancak bir Yahudi mahkemesinin adalet getirebileceğine ve
düşmanlarım yargılamanın Yahudilere düştüğüne inanıyordu. İsrail'deki hemen
herkesin, Eichmann'ı "Yahudi halkına karşı" suçlarla değil, Yahudi
halkı şahsında insanlığa karşı işlediği suçlarla itham edecek uluslararası bir
mahkemenin adının anılmasına bile karşı çıkmasının nedeni buydu. Tuhaf bir
biçimde "biz etnik ayrım yapmayız" diye böbürlenmelerinin nedeni de
buydu. Böyle lafların insanların kulağına pek tuhaf gelmediği bu ülkede, Yahudi
vatandaşların aile durumunu Yahudi hukuku belirler; buna bağlı olarak,
Yahudiler Yahudi olmayanlarla evlenemez, yurtdışmda yapılan evlilikler tanınır
ama karma evliliklerden doğan çocuklar gayrimeşru (iki Yahudinin evlilik dışı
ilişkisinden doğan çocuklarsa meşru) sayılır ve Yahudi olmayan bir anneden
doğanlar ne evlenebilir ne de gömülebilir. 1953'te aile hukuku kapsamına giren
meselelerle ilgili yetkinin büyük ölçüde laik mahkemelere devredilmesiyle,
bütün bunların insanların haklarının göz göre göre çiğnenmesinden başka bir şey
olmadığı iyice ayyuka çıkmıştır. Kadınlar artık miras hakkına ve genelde
erkeklerle eşit statüye sahiptir. Ama bu hakların aşırı dinci azınlığın
inancına veya gücüne pek uygun olmaması, İsrail yönetimini evlenme ve
boşanmayla ilgili meselelerde Yahudi hukukunun yerine laik hukuku getirmekten
alıkoymaktadır. İnanan veya inanmayan İsrail vatandaşları, Yahudilerin Yahudi
olmayanlarla evlenmesini yasaklayan bir hukuku herkesin kabul edebileceği
konusunda hemfikirdir. Tam da bu nedenle -mahkeme salonu dışındaki resmi
görevlilerin söylemeye can attığı gibi- böylesine utanç verici bir yasanın en
ince ayrıntısına kadar açıklanmasını gerektirecek yazılı bir anayasanın kimseye
cazip gelmediği konusunda da hemfikirdir. (Philip Gillon'un yakın bir zamanda Jewish Frontier'âa
[Yahudi Sınırı] yayımlanan sözlerine göre, "Karşıt argümana göre resmi
nikah, İsrail Evi'ni bölme ve bu ülkenin Yahudilerini Diaspora Yahudilerinden
koparma tehlikesi taşır".) Sebebi ne olursa olsun, iddia makamının kötü
bir şöhrete
sahip olan 1935 tarihli Nümberg
Yasaları'nı kınamasındaki naifli- ğin şüphesiz insanı ağzı açık bırakan bir
tarafı vardı: Bu yasalarla, Yahudiler ile Almanların evlenmesi ve cinsel
ilişkiye girmesi ya, saklanmıştı. Konuya hâkim olan muhabirler, durumun ne
kadar iro- nik olduğunu gayet iyi biliyorlar ama hazırladıkları haberlerde bunu
dile getirmiyorlardı. Yahudilere kendi yasalarındaki ve yerleşmiş
uygulamalarındaki aksaklıkları göstermenin hiç de sırası olmadığını
düşünüyorlardı.
Bütün dünyanın
dikkatini bu duruşmaya çekmeyi ve Yahudile- rin çektiği acıların genel
görünümünü sunan bir oyun sergilemeyi düşündülerse eğer, gerçekliğin
beklentileri karşılamaya ve bu amaçlara ulaşmaya yetmediğini gördüler.
Gazeteciler iki haftaya kalmadan su koyuverince, duruşmayı izleyenler de
birdenbire değişti. Artık izleyicilerin İsraillilerden, hikâyeyi bilmeyecek
kadar genç ya da -Doğulu Yahudiler örneğinde olduğu gibi- hiç duymamış
olanlarından oluşması gerekiyordu. Bu duruşmanın onlara Yahudi olmayanların
arasında yaşamanın ne demek olduğunu göstermesi, onları bir Yahudinin sadece
İsrail'de güvende olabileceğine ve onurlu bir yaşam sürebileceğine ikna etmesi
gerekiyordu. (Muhabirlerin bu duruşmalardan çıkaracağı ders, İsrail hukuk
sistemiyle ilgili bir kitapçıkta açıklanıyordu. Basma dağıtılan kitapçığın
yazarı Dorİs Lankin Yüksek Mahkeme kararlarından bir bölüm aktarır; buna göre,
"çocuklarını kaçırıp İsrail'e getiren" iki babanın, yavrularını, yurtdışında
yaşayan ve yasal olarak çocukların velayet hakkına sahip annelerine geri
göndermesi emredilmiştir. Tıpkı kurbanlar Yahudi olmasa bile cinayet
suçlamasıyla seve seve dava açacağım söyleyerek övünen Hausner gibi, yasaların
harfiyen uygulanmasıyla gurur duyan yazar da şöyle devam eder: "Ne var ki,
çocukları annelerinin velayetine ve bakımına geri vermek, onları Diaspora'daki
düşman çevrelere terk etmek ve zaten adil olmayan bu mücadelede yalnız
bırakmaktır.") Ancak izleyicilerin çoğu ne gençti ne de Yahu- diden ziyade
İsrailliydi. Hemen hepsi "hayatta kalan", orta yaşlı ve yaşlı
insanlar; Avrupa’dan göç etmiş ve tıpkı benim gibi bilinecek ne varsa zaten
ezbere bilen, ders çıkaracak havada olmayan ve kendi başına bir kanıya varmak
için şüphesiz bu duruşmaya ihtiyacı olmayan insanlardı. Tanık üstüne tanık
gelirken ve dehşet üstüne dehşet eklenirken, orada oturuyorlardı; hikâyeyi
anlatanla baş başa olsalar,
onun gözünün içine bakmak zorunda kalsalar dinlemeye
kazanamayacakları hikâyeleri herkesin içinde dinliyorlardı. "Bu nesilden
Yahudilerin başına gelen felaket" gözler önüne serildikçe ve Haus- ner
daha büyük laflar ettikçe, cam kabinin içindeki figür de sararıp soluyor, yavaş
yavaş bir hayalete dönüşüyor ve Hausner'in parmağıyla onu göstermesine bile gerek
kalmıyordu: "Bütün bunların sorumlusu olan canavar tam karşınızda
duruyor" lafım duyunca hayata geri dönüyordu.
İnsanın tüylerini diken diken eden bir
vahşetin ağırlığı altında çöken, tam da duruşmanın oyuna yakın duran tarafıydı.
Her duruşma, kurbanla değil de faille başlayıp bitmesi açısından oyunu andırır.
Bir duruşma şovunda, neyin nasıl yapıldığını sınırlarını çizerek ve güzelce
tanımlamak, alelade bir duruşmadakinden daha acil bir gereksinimdir. Davanın
merkezinde sadece fail yer alabilir - fail bu bakımdan oyun kahramanına benzer.
Eğer fail acı çekecekse, başkalarına acı çektirdiği için değil de yaptıkları
yüzünden acı çekmelidir. Kimse bunu mahkeme reisinden daha iyi bilemezdi;
duruşma gözlerinin önünde kanlı bir gösteriye,- "dalgaların arasında oradan
oraya sürüklenen başsız bir gemiye" dönüşüyordu. Bu durumu engelleme
girişimleri sık sık başarısızlığa uğradıysa, ne tuhaftır ki bu başarısızlığın
kaynağı kısmen savunmaydı; davayla ne kadar ilgisiz olursa olsun, savunma
tanıkların ifadelerine hemen hemen hiç itiraz etmiyordu. Ancak iş mahkemeye
belge sunmaya geldi mi -istisnasız herkesin hitap biçimiyle- Dr. Servatius
biraz daha cesaret buluyordu; o nadir müdahalelerinden en etkileyici olanını,
İddia makamı bir zamanlar Polonya Genel Valisi olarak görev yapan ve Nürn-
berg'de asılan baş savaş suçlularından biri olan Hans Frank'ın günlüklerini
mahkemeye delil olarak sunduğunda gerçekleştirmişti. "Tek bir sorum
olacak. Bu yirmi dokuz cildin [ki aslında otuz sekiz cilt vardı] herhangi bir
yerinde Adolf Eıchmann adı, sanığın adı geçiyor mu? ... Adolf Eichmann adı bu
yirmi dokuz cildin tek bir yerinde bile geçmiyor ... Teşekkür ederim, başka
sorum yok."
Nitekim duruşma hiçbir zaman oyuna
dönüşmedi ama Ben-Gu- rion'un daha işin en başında aklından geçirdiği şov
sahnelendi; daha doğrusu, Ben-Gurion'un Yahudilerin ve Yahudi olmayanların,
İsraillilerin ve Arapların, kısacası bütün dünyanın bu duruşmadan çıkarması
gerektiğini düşündüğü "dersler" herkese belletildi. Fark- h
alıcıların böyle bir şovdan çıkaracakları derslerin de farklı olması
gerekiyordu. Ben-Gurion, duruşma başlamadan önce, İsrail'in sanığı neden
kaçırdığını açıklamak için yazılan pek çok yazıda, kimin ne ders çıkarması
gerektiğini ana hatîanyia anlatmıştı. Yahudi olmayan dünyanın çıkaracağı ders
şuydu: "Dünyanın bütün uluslarına Nazilerin milyonlarca insanı sırf Yahudi
oldukları için ve bir milyon bebeği de sırf Yahudi bebekler olarak dünyaya
geldikleri için öldürdüklerini göstermek istiyoruz." Ya da Ben-Gurion'un
partisi Mapai’nin yayın organı Davar'ın
ifadesiyle: "Dünya kamuoyunun, Avrupa'nın altı milyon Yahudisinin
yıkımından sadece Nazi Almanyası'nm sorumlu tutulamayacağını anlamasını
istiyoruz.” Bu nedenle, yine Ben-Gurion'un kendi sözleriyle, "Dünya
uluslarının bunu anlamasını ve utanç duymasını istiyoruz". Diaspora
Yahudile- ri, "Manevi eserleri, etik mücadeleleri, Mesihçi iştiyaklarıyla
dört bin yıllık" Museviliğin her zaman "düşman bir dünya" ile
karşılaştığını; Yahudilerin koyun gibi ölüme gidecek kadar yozlaştığını; Yahudilerin
ancak bir Yahudi devleti kurduktan sonra -İsraillilerin Bağımsızlık Savaşı’nda,
Süveyş macerasında ve İsrail'in talihsiz sınırlarında neredeyse gündelik hale
gelen karışıklıklarda yaptığı gibi- karşılık verebilecek hale geldiğini
hatırlayacaktı. İsrail dışındaki Yahudilere İsraillilerin kahramanlığı ile
Yahudilerin itaatkâr uysallığı arasındaki farkı göstermek gerekliyse,
îsrail'dekilerin de bu durumdan çıkaracağı bir ders vardı: "Yahudi
soykırımından sonra dünyaya gelen İsrailli nesil" Yahudi halkıyla,
dolayısıyla da kendi tarihiyle arasındaki bağı kaybetme tehlikesiyle karşı
karşıyaydı. "Gençlerimizin Yahudi halkının başına gelenleri unutmaması
gerekir. Genç insanlarımızın, tarihimizin en trajik gerçeklerini bilmelerini
istiyoruz." Son olarak, Eichmann'ı yargılamanın gerekçelerinden biri de
"başka Nazileri ortaya çıkarmaktı - mesela Naziler ile bazı Arap liderleri
arasındaki bağlantıyı".
Adolf Eichmann’ı Kudüs Bölge Mahkemesi'ne
sadece bu gerekçelerle çıkardılarsa, duruşma pek çok açıdan tam bir fiyaskoydu.
Verilen dersler bazı açılardan lüzumsuz, bazı açılardan da son derece
yanıltıcıydı. Hitler sağolsun, sonsuza kadar olmasa da en azından bu sıralar,
antisemitizm iyice gözden düştü. Bu durumun sebebi Yahudilerin birdenbire daha
popüler olması değil, Ben-Guriori un kendi ifadesiyle, artık pek çok insanın
"antisemitizmin işi gaz odalarına ve sabun fabrikalarına kadar
götürebileceğini anlamış" olmasıdır. Diaspora Yahudilerine verilen ders de
bir o kadar lüzumsuzdur - zaten bütün dünyanın kendilerine düşman olduğunu anlamaları
için, insanlarının üçte birini kaybedecekleri korkunç bir faciaya gerek yoktu.
Antisemitizmin ezeli ve ebedi, her zaman her yerde olduğu yönündeki kanaatleri,
hem Dreyfus Meselesi'nden bu yana Siyonist hareketin en etkili ideolojik
faktörüydü hem de Alman Yahudi cemaatinin rejimin ilk dönemlerinde Nazi
yetkililerle müzakerelerde bulunmaya hazır olmalarının nedeniydi - görüşmeyi
kabul etmeleri başka türlü açıklanamazdı zaten. (Bu müzakereler ile Judenrâte'nın [Yahudi
Konseyleri] daha sonraki işbirliği girişimleri arasında dağlar kadar fark
olduğunu belirtmeye gerek bile yok. Ahlaki meseleler daha işin içine
girmemişti, sadece siyasi bir kararın "gerçekçiliği" tartışılıyordu:
Bu argümana göre "somut" yardım, "soyut" suçlamalardan daha
iyiydi. Makyavelizmi çağrıştırmayan bir Reelpolitik'ti
bu ve barındırdığı tehlikeler yıllar sonra, savaş patlak verdikten sonra;
Yahudi teşkilatlan ile Nazi bürokrasisi arasındaki şu günlük temasların, Yahudi
yetkililerin, Yahudilerin kaçmasına yardım etmekle Nazilerin Yahudileri sınırdışı
etmesine yardım etmek arasındaki uçurumu aşmalarım epey kolaylaştırmasıyla gün
yüzüne çıkmıştı.) Yahudilerin dostu düşmandan ayırama- yacak hale gelmeleri
gibi büyük bir tehlikenin nedeni de bu kanaatleriydi ve her nasılsa Yahudi
olmayan herkesin birbirine benzediğini düşündükleri İçin düşmanlannı hafife
alanlar, sadece Almanya Yahudileri değildi. Esasen Yahudi Devleti'nin başı olan
Başbakan Ben-Gurion böyle bir "Yahudi bilinci" yerleştirmeye
niyetlendiyse, doğrusu yanlış akıl vermişler: Bu zihniyetteki bir değişiklik
aslında İsrail'in devlet olmasının vazgeçilmez ön koşullarından biriydi -
Yahudileri tanım gereği halklar içinde bir halk, uluslar içinde bir ulus,
devletler içinde bir devlet haline getiren bu devlet olma durumu, çok eski
zamanlardan kalma ve ne yazık ki din temeline dayalı Yahudiler-Yahudi
olmayanlar karşıtlığına artık izin vermeyen bir çoğulluğa bağlıydı.
İsraillilerin kahramanlığı ile Yahudileri
ölüme sürükleyen itaatkâr uysallık -belirlenen zamanda ulaşım noktalarında
olmaları, infaz yerlerine kendi ayaklarıyla gitmeleri, kendi mezarlarım
kazmaları, soyunmaları ve giysilerini muntazam bir biçimde yığmaları, kurşuna
dizilmek üzere yan yana yere yatmaları- arasındaki tezat iyi bir konu gibi
görünüyordu ve savcı da ardı ardına dinlenen tanıklara "Neden karşı
çıkmadınız?", "Neden trenlere bindiniz?", "Siz orada tam on
beş bin kişiyken, başınızda sadece birkaç yüz muhafız vardı - neden
ayaklanmadınız ya da saldırmadınız?" gibi sorular sorarak var gücüyle bu
konunun üstüne gidiyordu, işin üzücü tarafı, meselenin tek taraflı ele
almmasıydı; zira Yahudi olmayan gruplar veya insanlar da farklı davranmamıştı.
Bir zamanlar Buchenwald toplama kampında tutulan David Rousset bundan on altı
yıl önce, hâlâ olayların etkisi altındayken, bütün toplama kamplarında olduğunu
bildiğimiz şeyi betimler: "SS'in zaferi, işkence kurbanının hiç karşı
çıkmadan darağacma götürülmeyi kabul etmesini, kimliğini olumlamayı bırakacak
kadar kendinden vazgeçmesini gerektirir. Bu durumun elbette bir sebebi vardır;
SS’Ier kurbanın yenilgiye uğramasını yok yere, sırf sadistliklerinden
istemezler. Kurbanını daha darağacma çıkmadan yok etmeyi beceren sistemin...
koca bir halkı esaret altında tutmak, itaat altına almak için tartışmasız en
iyi sistem olduğunu gayet iyi bilirler. Bu insanlann kendilerine söyleneni
harfiyen yapıp ölüme gitmelerinden daha korkunç bir şey yoktur" (Les Jours de nötre mort,
1947). Mahkeme bu gaddarca ve aptalca soruya yanıt alamadı ama, birkaç
dakikasını ayırıp Hollanda Yahudilerinin başına gelenleri hatırlamaya çalışan
herhangi biri sorunun yanıtını çok rahat bulabilirdi. Bu insanlann 1941
yılında, Amsterdam'ın eski Yahudi mahallesinde, Alman güvenlik güçlerinden bir
polis müfrezesine saldırmaya cüret etmelerine misilleme olarak* 430 Yahudi
tutuklandı ve önce Buchenwald daha sonra da Avusturya’daki Mauthausen toplama
kampında kelimenin tam anlamıyla ölümüne işkence gördü. Tek tek hepsi aylar
boyunca ölüp ölüp dirildi, Ausch- witz ve hatta Riga ya da Minsk’teki
kardeşlerine imrenecek duruma geldi. Ölümden çok daha beter bir sürü şey vardı
ve SS de bunların kurbanlarının akimdan ve gönlünden ırak kalmamasına
bakıyordu. Bu bakımdan, belki de her şeyden ziyade bu bakımdan, duruşmada
hikâyeyi sadece Yahudilerin tarafından anlatmaya yönelik kasıtlı girişim, hakikati,
Yahudilerin hakikatini bile çarpıtmıştı. Varşova gettosundaki ayaklanmanın ve
saldırıya karşılık veren birkaç insanın şanı tam da Nazilerin sunduğu nispeten
kolay ölümü -idam mangası karşısında ya da gaz odasında ölmeyi- reddetmesinden
ge-
liyordu. Direniş ve isyana, "Yahudi
soykırımının tarihindeki o küçücük yere" şahit olmuş Kudüs'teki tanıklar,
büyük bir kararlılıkla "kurbanlık koyun gibi, kendi ayaklarımızla Ölüme
gidemeyiz" diye' bilenlerin sadece gençler olduğunu bir kere daha
doğruluyorlardı.
Bir bakıma,
Ben-Gurion'un duruşmayla ilgili beklentileri büsbütün suya düşmemişti; duruşma
aslında başka Nazileri ve suçluları ortaya çıkarmanın önemli araçlarından biri
haline gelmişti. Ama yüzlercesine açık açık İltica hakkı teklif eden Arap
ülkelerindeki Naziler ve suçlular buna dahil değildi. Başmüftü'nün savaş
sırasında Nazilerle irtibat halinde olduğunu duymayan kalmamıştı; Başmüf- tü,
Yakın Doğu'da bir "nihai çözüm"ün uygulamaya konulmasında Naziîerin
kendisine yardım etmesini umuyordu. Bu nedenle Şam ve Beyrut’taki, Kahire ve
Ürdün'deki gazeteler Eichmann'a duydukları sempatiyi ya da "işini
bitirmemiş olmasından" duydukları üzüntüyü saklamıyorlardı. Duruşmanın İlk
günü Kahire'den yapılan bir yayın, yorumlarının arasına hafiften Alman karşıtı
bir değerlendirme sıkıştırmıştı; "Alman uçaklarının son dünya savaşı
boyunca bir kere olsun Yahudi yerleşim yerlerine gidip buraları
bombalamadığından.” yakınılıyordu. Arap milliyetçilerinin Nazi sempatizanı
olduğunu bilmeyen yoktu, gerekçeleri barizdi ve diğer Nazileri "ortaya
çıkarmak" için ne Ben-Gurion'a ne de bu duruşmaya gerek vardı - zaten hiç
sakınmamışlardı ki. Duruşma, sadece Eichmann'm eski Kudüs Başmüftüsü Hacı Emin
El-Hüseyni ile irtibat halinde olduğuna dair rivayetlerin asılsız olduğunu ortaya
çıkardı. (Eichmann Başmüf- tü’yle, bütün diğer şube başkanları gibi, bir
resepsiyonda tanışmıştı.) Başmüftü, Almanya Dışişleri Bakanlığıyla ve
Himmler’le yakın temas halindeydi, ama bu da yeni bir haber değildi.
Ben-Gurion'un
"Nazilerle bazı Arap liderleri arasındaki bağlantıya" dikkat çekmesi
anlamsızsa da, bu bağlamda günümüz Batı Almanya'sına değinmemiş olması
şaşırtıcıydı. İsrail'in "Adenauer'i Hitler’den sorumlu tutmadığını"
ve İsraillilere göre "iyi bir Alrrıjm' ın, her ne kadar yirmi yıl önce
milyonlarca Yahudinin öldürülmesine yardım eden o ulustan gelse de, iyi bir
insan olduğunu" duymak şüphesiz güven vericiydi. (İyi Arapların adını anan
yoktu.) Almanya Federal Cumhuriyeti -muhtemelen Arap ülkelerinin Ulbricht'in
Almanya'sını tanımasından korktuğu için- İsrail Devleti’ni henüz tanımamış olsa
da, İsrail'e savaş tazminatı olarak son on yılda 737
milyon dolar ödemişti. Bu ödemeler yakında son bulacak,
İsrail şimdi de Batı Almanya’yla uzun vadeli borç konusunda anlaşmaya
çalışıyor. Kısacası, bu iki ülke arasındaki ilişkiler ve özellikle de
Ben-Gurion ile Adenauer'in kişisel ilişkisi hep çok iyi olmuştu. Bu davanın
sonucunda, İsrail Parlamentosu Knesset'teki bazı milletvekillerinin İsrail ile
Batı Almanya arasındaki kültürel mübadele programına birtakım kısıtlamalar
getirme girişimi başarılı olsaydı, bu kuşkusuz Ben-Gurion'un ne öngördüğü ne de
ümit ettiği bir şey olacaktı. Daha da önemlisi, Ben-Gurion, Eichmann’m
yakalanmasının Almanya'nın en azından cinayet suçuna doğrudan karışanların
mahkemeye çıkarılmasına yönelik ilk ciddi girişimlerini tetikleye- ceğini
öngörmemiş veya bu meseleye dikkat çekmeye gerek duymamıştı. Batı Almanya'nın
1958’de, iş işten geçtikten sonra kurduğu ve başına da Savcı Erwin Schüle'yi
geçirdiği Nazi Suçlarının Tetkikinden Sorumlu Merkez Teşkilatı binbir güçlükle
karşılaşmıştı. Bunun nedeni kısmen Alman görgü tanıklarının işbirliği yapmaya
yanaşmaması, kısmen de yerel mahkemelerin Merkez Teşkilatı' ndan gelen
bilgilere dayanarak dava açmayı istememesiydi. Kudüs' teki duruşma Eichmann'ın suç
ortaklarını ortaya çıkaracak önemli, yeni deliller sunmadı; ama Eichmann'ın
sansasyonel bir biçimde yakalanmasıyla ve günü yaklaşan duruşmayla ilgili
haberler, yerel mahkemeleri, Schüle’nin tetkik sonuçlarından yararlanmaya ve
yerli halkın "aramızdaki katiller" ile ilgili bir şeyler yapma
konusundaki isteksizliğini -herkesin bildiği suçluların yakalanması için ödül
vaat etmek gibi geleneksel bir yöntemle- ortadan kaldırmaya ikna etmeye
yetmişti.
Sonuçlar inanılmazdı. Eichmann'ın Kudüs'e
getirilmesinden yedi ay sonra -yani duruşmanın başlamasından dört ay önce-
Rudolf Höss’ün ardından Auschvvitz'in başına getirilen Komutan Richard Baer
nihayet tutuklanmıştı. Bichmann Komando Birliği olarak bilinen birimin pek çok
üyesi -matbaacı olarak Avusturya'da yaşayan Franz Novak, avukat olarak Batı
Almanya'ya yerleşen Dr. Otto Hunsche, eczacılıkla uğraşan Hermann Krumey,
Romanya’daki eski "Yahudi danışmam" Gustav Richter ve aynı görevi
Amsterdam' da yerine getiren Willi Zöpf- de arka arkaya tutuklanmıştı.
Almanya'da yıllar önce yayımlanan kitaplarda ve dergi yazılarında aleyhlerine
onlarca delil bulunmasına rağmen, hiçbiri sahte bir isimle yaşamaya gerek
duymamıştı. Savaş bittiğinden beri ilk defa Alman gazetelerinin hepsi,
katliamdan sorumlu bu Nazi suçluların duruşmalarıyla ilgili haberlerle doluydu
(Eichmanrim yakalandığı Mayıs 1960'tan sonra, sadece kasten ve taammüden adam
Öldürenlere dava açılabilmişti; cinayetlerin üzerinden yirmi yılı aşkın bir
zaman geçtiği için, diğer bütün suçlar zamanaşımına uğramıştı) ve yerel
mahkemelerin bu suçlara dayanarak dava açma konusundaki isteksizlikleri,
sanıklara verilen aşın toleranslı cezalarda kendini açıkça gösteriyordu.
(Nitekim, SS’in Doğu’daki mobilize katliam birlikleri Einsatzgrupperidtn
Dr. Otto Bradfısch, on beş bin Yahudiyi öldürme suçundan on yıl ağır hapis
cezasına; Eichmann'm hukuk müşavirliğini yapan ve en az altı yüzü daha sonra
öldürülen bin iki yüz Macar Yahudisinin son anda smırdışı edilmesinden şahsen
sorumlu olan Dr. Otto Hunsche, beş yıl ağır hapis cezasına; Rusya'daki Slutsk
ve Smolevichi kentlerinde yaşayan Yahudileri "tasfiye eden" Jo- seph
Lechthaler de üç yıl altı ay ağır hapis cezasına çarptırıldı.) Yeni
tutuklananlar arasında Nazi rejiminin tanınmış isimleri de vardı; mahkemeler,
Almanya'yı Nazi rejiminin kalıntılarından temizleme sürecinde, bunların çoğu
için zaten görevden alma kararı çıkarmıştı. İçlerinden biri, eskiden Himmler'in
emir subaylarının başı olan SS Generali Kari Wolfftu; 1946'da Nürnberg'de
mahkemeye sunulan bir belgeye göre, "Seçilmiş Halk'm beş bin üyesinin iki
haftadır her gün trenle" Varşova’dan Treblinka'ya, Doğu'daki katliam
merkezlerinden birine taşındığını haber aldığı zaman "olağanüstü bir
sevinç" duymuştu. Bir diğeri de Wilhelm Koppe'ydi; önce Kulmhof tâki gaz odalannı
idare etmiş, daha sonra da Polonya’da Friedrich- Wilhelm Krüger'in yerini
almıştı. Polonya’yı judenrein
(Yahudiler- den arındırılmış) hale getirmekle görevli en tanınmış Üst Düzey SS
Liderleri’nden biri olan Koppe, savaştan sonra Almanya’daki bir çikolata
fabrikasının başına geçmişti. Ara sıra ağır cezalar da veriliyordu, ama bu
cezaların eskiden Üst Düzey SS Generali ve Askeri İnzibat Lideri olan Erich von
dem Bach-Zelewskı gibi suçlulara verilmesi insanda hayal kırıklığı yaratıyordu.
1961'de Rohm isyanına katılma suçundan yargılanmış ve üç buçuk yıla mahkûm
edilmişti; 1962'de, 1933'te altı Alman Komünisti öldürme suçuyla tekrar
yargılandı, Nürnberg'de jüri karşısına çıkarıldı ve ömür boyu hapis cezasına
çarptırıldı. İddianamelerde, Bach-Zeiewski'nin Doğu sini-
rındaki anti-partizan biriminin başında
bulunduğundan da, Beyaz Rusya’nın Minsk ve Mogilev kenîlerinde yapılan Yahudi
katliamlarında parmağı olduğundan da bahsedilmiyordu. Bu durumda Alman
mahkemeleri, savaş suçlarının suç olmamasını bahane ederek "etnik ayrım"
mı yapmalıydı? Yoksa Bach-Zelewski, katliamlardan sonra sinirleri gerçekten
bozulan, Yahudileri Einsatzgruppen
den korumaya çalışan ve Nümberg'de iddia makamı için tanıklık
eden birkaç kişiden biri olduğu için -en azından savaş sonrası Alman
mahkemelerinde- bu kadar ağır bir ceza almış olabilir mİ? Katliama bulaştığı
için pişman olduğunu 1952'de açıklamış bu kategorideki tek kişiydi kendisi, ama
bu itirafından ötürü hiçbir zaman yargılanmadı.
Adenauer yönetimi adli
sistemi temizlemek için (karanlık bir geçmişi olan onlarca polis memurunun yanı
sıra) yüz kırkın üzerinde hâkim ve savcıyı ve Federal Yüksek Mahkeme Başsavcısı
Woîf- gang Immerwahr Frânkel'i -Nazi geçmişiyle ilgili sorulara, ikinci adına
rağmen,[1]
pek de dürüst cevaplar vermediğinden dolayı- görevden uzaklaştırmak zorunda
kalmış olsa da, kimse bazı şeylerin değişebileceğine inanmıyordu artık. Bundesrepublik'teki
(Almanya Federal Cumhuriyeti) 11.500 hâkimden beş bininin, Hitler rejiminin
mahkemelerinde görev aldığı tahmin ediliyordu. Kasım 1962' de, adli sistemdeki
temizlikten kısa bir süre ve Eichmann adı haberlerde görünmez olduktan altı ay
sonra, uzun zamandır beklenen Martin Fellenz duruşması Flensburg'da, neredeyse
boş bir mahkeme salonunda yapıldı. Adenauer Almanyası'ndaki Hür Demokrat Parti'nin
önde gelen isimlerinden olan bu eski Üst Düzey SS Generali ve Askeri İnzibat
Lideri, Haziran 1960'ta, Eichmann'm yakalanmasından birkaç hafta sonra
tutuklanmıştı. Polonya'daki kırk bin Yahudinin öldürülmesine iştirak ve kısmen
sorumlulukla suçlanıyordu. Altı haftayı aşkın bir sürede sanığın ayrıntılı
olarak ifadesi alındıktan sonra, savcı azami ceza talebinde bulundu - ömür boyu
ağır hapis cezası. Mahkeme Fellenz'e, duruşmayı beklerken hapiste geçirdiği iki
buçuk sene cezasından düşülmek üzere, dört yıl verdi. Ne olursa olsun, Eichmann
duruşmasının sonuçları kuşkusuz en
çok Almanya'da etkili oldu. Alman halkının kendi geçmişiyle
ilişkisini (konuyla ilgilenen uzmanlar on beş yılı aşkın bir süredir bu işin
içinden çıkamıyordu) çok az şey bu kadar açıkça ortaya koyuyordu: Öyle ya da
böyle, aldırış etmiyorlardı, katillerin ülke içinde elini kolunu sallaya
sallaya dolaşmasını Önemsemiyorlardı, çünkü bunların hiçbiri kendi özgür
iradesiyle cinayet işleyecek gibi değildi. Ne var ki dünya kamuoyu -daha
doğrusu Almanya dışındaki bütün ülkeler, Almanların tek kelimeyle das Ausiand dediği
şey- Almanların cezalandırılması konusunda diretse, Alman halkı bu isteği seve
seve (en azından bir dereceye kadar) yerine getirirdi.
Şansölye Adenauer utanç verici bir duruma
düşme tehlikesini önceden görmüş, duruşmanın "nefreti yeniden
uyandırmasından" ve bütün dünyada tekrar Alman karşıtı bir duygu dalgası
yaratmasından duyduğu endişeyi dile getirmişti — ilerleyen zamanlarda,
Adenauer'in endişelerinde hiç de haksız olmadığı ortaya çıkacaktı. İsrail'in
duruşma hazırlıklarıyla geçirdiği on ay boyunca Almanya, ülke içindeki Nazi
suçlularının bulunması ve yargılanması konusunda eşi benzeri görülmemiş bir
şevk göstererek, kendisini duruşmanın olası sonuçlarına karşı sağlama almaya
çalışmakla meşguldü. Egemen devletler kendi suçlularını yargılamaya çok meraklı
olduklarından, Almanya’nın Eichmann’ın iadesi talebinde bulunması beklenirdi;
ama ne Alman yetkililer ne de kamuoyunun kayda değer bir kesimi böyle bir
talepte bulunmuştu. (Almanya ile İsrail arasında suçluların iadesine ilişkin
bir anlaşma yapılmadığı için Adenauer hükümeti açısından bunun resmen imkânsız
olması bağlayıcı değildi, bu sadece kimsenin İsrail’i İadeye zorlamadığı
anlamına geliyordu. Hessen Başsavcısı Fritz Bauer bu durumu fark edip suçlunun
ülkesine iadesi için muameleleri başlatmak üzere Bonn'daki federal hükümete
başvurdu. Ama Bauer'in bu konu hakkındaki hisleri, bir Alman Yahudisinin
hisleriydi ve Alman kamuoyunun Bauer'in hislerini paylaştığı söylenemezdi;
başvurusu Bonn tarafından reddedildiği gibi, ne ilgi uyandırdı ne de destek
gördü. Eichmann'ın iadesine karşı başka bir argüman da Batı Almanya hükümetinin
Kudüs'e yolladığı gözlemciler tarafından ortaya atılmıştı; buna göre Almanya,
ölüm cezasını yürürlükten kaldırdığı için, Eichmann'a hak ettiği cezayı zaten
veremeyecekti. Alman mahkemelerinin Nazi katliamcılara nasıl hoşgörülü
davrandığı düşünülürse, bu itirazın samimiyetinden kuşku duymamak veya altında
bir şey aramamak zordur. J. J. Jansen'in Rheinischer
Merkür'de ifade ettiği gibi [11 Ağustos 1961], Almanya'da
yapılacak bir Eichmann duruşmasının en büyük siyasi rizikosu şüphesiz cürme
niyet olmadığı için beraat kararının çıkma olasılığıydı.)
Bu meselenin daha hassas, siyasi açıdan
konuyla daha ilgili bir tarafı da var. Saklanan suçluları ve katilleri ortaya
çıkarmak başka bir şey, kamusal alanda ün kazanıp yükseldiklerini -Hitler
rejimi sırasında kariyer basamaklarını hızla tırmanan pek çok insanın federal
yönetime, devlet yönetimine, yani genel anlamda kamu görevine
getirildiğini- ortaya çıkarmak başka. Aslına bakarsanız, Adena- uer yönetimi
devlet kademelerine getireceği kişileri seçerken karanlık bir Nazi geçmişi
olmamasına çok özen gösterseydi, belki de geriye hiç kimse kalmayacaktı. İşin
aslı hiç de Dr. Adenauer'in iddia ettiği gibi değildi kuşkusuz; ne Naziler
Almanların "nispeten küçük bir kesimini" oluşturuyordu ne de
"Almanların büyük çoğunluğu bir fırsatını bulduğu zaman Yahudi
hemşehrilerine seve seve yardım etmişti". (En azından bir Alman gazetesi, Frankfurter Rundschau,
biraz geç de olsa kendine o bariz soruyu sordu - onca insan, mesela başsavcının
sicilini gayet iyi bildiği halde neden sessiz kalmıştı? Ve daha da bariz olan o
cevabı verdi: "Çünkü suçlu durumuna düşmüş gibi hissediyorlardı.")
Hukuki incelikleri hiç dikkate almadan genel meseleler üzerinde duran Eichmann
duruşmasının mantığı, Ben-Gurion'un anladığı kadarıyla, Almanya'daki bütün
devlet dairelerinin ve yetkililerin -devlet bakanlıklarındaki, Genel Kurmayda
birlikte düzenli ordudaki, adli sistemdeki ve iş dünyasındaki bütün resmi
görevlilerin- Nihai Çözüm’deki suç ortaklığını ifşa etmeyi gerektirecekti.
Hausner'in idare ettiği, iddia makamı -ne kadar dehşet verici ve doğru olursa
olsun- sanığın eylemleriyle alakasız veya çok az alakalı şeylere şahitlik
edenleri birbiri ardına tanık kürsüsüne çıkararak konuyu iyice dağıtsa da, bu
patlamaya hazır meseleye değinmekten özenle kaçındı - insanın neredeyse her
zaman her yerde karşısına çıkan, üst düzey Parti üyeleriyle sınırlı olmayan suç
ortaklığından hiç bahsedilmedi. (Duruşmadan önce, Eichmann'm "Federal
Cumhuriyetin en önde gelen şahsiyetlerinden yüziercesini suç ortaklığıyla"
itham ettiği söylentileri kulaktan kulağa yayılıyordu, ama bunlar sadece
söylentiydi.
Hausner açılış konuşmasında, Eichmann'ın "suç
ortaklarının ne gangsterler ne de yeraltı dünyasından kişiler olduğuna"
dikkat çekmiş ve "Yahudilerin kökünü kazımayı kafasına koyan meclislerde
bu kişilerin -doktorlar, avukatlar, akademisyenler, bilimciler, bankacılar ve
ekonomistlerin™ karşısına dikilme" sözü verdi. Verilen sözü tutan olmadı,
bu haliyle kimsenin tutması da mümkün değildi zaten. Çünkü bir şey yapmayı
"kafasına koymuş bir meclis" hiç olmamıştı; "akademik unvanları
olan cüppeli kodamanlar" da yalnızca Hitler’in emrini yerine getirmek için
ne gibi adımlar atmak gerektiğini tasarlamak üzere bir araya gelmişlerdi,
Yahudilerin kökünü kazımaya karar veren onlar değildi.) Yine de, mahkemenin
dikkatine sunulan bir nokta vardı: Duruşmanın bir yerinde, Adenauer' in en
yakın danışmanlarından birinin; yirmi beş yılı aşkın bir süre Önce, Nümberg
Yasaları ile ilgili o kötü şöhretli yorumu yazanlardan biri olan ve daha sonra
da, bütün Alman Yahudilerini "İsrail" veya "Saralı" ikinci
ismini almaya mecbur tutmak gibi dahice bir fikir ortaya atan Hans Globke'nin
adı geçiyordu. Savunma, muhtemelen sadece Adenauer hükümetini iade
muamelelerini başlatmaya "ikna etme" ümidiyle, Globke'nin adım -ama
yalnızca adını- Bölge Mahkemesi tutanaklarının bir yerine sıkıştırmıştı. Ne
olursa olsun, Nazilerin Yahudilere çektirdikleri acıların tarihinde yer almak,
eski Kudüs Müftüsü'nden ziyade bir zamanlar İçişleri Bakanlığında başdanışman
ve artık Adenauer'in şansölyeliğinde müsteşar olan Globke’ye yakışırdı.
İddia makamına göre, davanın merkezinde
tarih yer alıyordu. "Bu tarihi davada, sanık kürsüsünde oturan bir birey
veya tek başına Nazi rejimi değil, tarihin her döneminde karşımıza çıkan
antise- mitizmdir." Ben-Gurion böyle bir hava tutturmuş, Hausner de büyük
bir sadakatle aynı yolda ilerlemişti. Hausner (üç celse süren) açılış
konuşmasına Mısır Firavunu'yla ve Haman’ın "mahvedin, yok edin, köklerini
kurutun" emriyle başladı. Daha sonra sözlerine Hezekiel'den bir alıntıyla
devam etti: "Yanından geçtim [ben Rab- bin], senin kendi kanının içinde kımıldadığım
gördüm. Kendi kanının içindeyken yaşa! dedim. Evet, Kendi kanının içindeyken
yaşa! dedim." Ve bu sözlerin "tarih sahnesine çıktığı ilk günden
beri, bu ulusun karşı karşıya olduğu emir" şeklinde anlaşılması
gerektiğini dile getirdi. Kötü tarih ve ucuz retorikten başka bir şey değildi
bu;
daha da kötüsü,
Eichmann’ı mahkemeye çıkarma fikrine açıkça ters düşüyordu. Çünkü Eichmann'm
sadece esrarengiz bir biçimde yazılmış bir kaderi, hatta (bu halkın kaderini
gerçekleştirmek üzere "yürüdüğü kana bulanmış yolu” açmak için belki de
gerekli olan) antisemitizmi gerçekleştiren masum biri olabileceği anlamına
geliyordu. Birkaç celse sonra, Columbia Üniversitesi'nden Profesör Sa- lo W.
Baron Doğu Avrupa Yahudilerinin yakın tarihi hakkında ifade verince, Dr.
Servatius daha fazla dayanamayıp beklenen soruları sordu: "Neden bütün bu
talihsizlikler Yahudi lerin başına geldi?" "Bu halkın yazgısının
temelinde akıldışı, insan kavrayışını aşan sa~ ikler olduğunu düşünmüyor
musunuz?" Tarihin "insan etkisi olmaksızın ... tarihi ileri götüren
bir tini" olabileceğini düşünmüyor musunuz? Hausner aslında -bir Hegel
anıştırmasıyla- "tarihsel hukuk okulu" ile aynı görüşte değil mi ve
"liderlerin yaptıklarının her zaman istedikleri hedef ve amaca ulaşmadığım
göstermiş olmuyor mu?.. Burada asıl niyet Yahudi halkım yok etmekti, bu amaca
ulaşılamadı ve yavaş yavaş yeni bir Devlet ortaya çıktı". Savunma
makamının iddiası tehlikeli bir biçimde, Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin
Zülfikar Sabri’nin daha birkaç hafta önce Mısır Millet Meclisi'nde büyük bir
ciddiyetle ileri sürdüğü, Siyon Liderleri'ne ilişkin en yeni antisemit
tasavvura yaklaşmıştı: Yahudi katliamı ko- - nusunda Hitîer masumdu; o sadece
kendisini, "nihayet amaçlarına ulaşmalarına -İsrail Devletinin
kurulmasına- olanak sağlayacak suçlan işlemek zorunda bırakan"
Siyonisilerin kurbanı olmuştu. Yalnız Dr. Servatius, savcının açıkladığı tarih
felsefesini izlerken, genellikle Siyon Liderleri'ne ayrılan yere Tarih'i
yerleştirmişti.
Ben-Gurion neye
niyetlenmiş, savcı ne kadar uğraşmış olursa olsun, sanık kürsüsünde bir birey,
etten kemikten bir insan oturuyordu; Ben-Gurion "Eichmann'a nasıl bir
hüküm verileceğini önemsememiş" bile olsa, Kudüs mahkemesinin yegâne
görevi şüphesiz bir hüküm vermekti.
KARL ADOLF
EiCHMANN ile Maria'nm (kızlık soyadı Schefferling) oğlu olan Otto
Adolf, 11 Mayıs 1960'ta Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde yakalandı
ve dokuz gün sonra İsrail'e getirildi. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge
Mahkemesi'ne çıkarıldı ve on beş ayrı iddiayla suçlandı: "Başkalarıyla
birlikte", Nazi rejiminin başından sonuna kadar ve özellikle de II. Dünya
Savaşı sırasında Yahudi halkına karşı suçlar, insanlığa karşı suçlar işlemişti.
1950 tarihli "Nazi ve Nazi İşbirlikçileri (Ceza) Yasası"na göre,
"bu suçlardan herhangi birini İşleyen kişi... ölüm cezasına çarptırılırdı.
Bu yasaya göre yargılanan Bichmann her suçlamayı şöyle reddediyordu: "Bu
iddianame bakımından suçsuzum."
Ne bakımdan suçlu olduğunu düşünüyordu o
zaman? Sanığın uzun -kendisine göre "gelmiş geçmiş en uzun"- çapraz
sorgusu sırasında, ne savunma ne iddia makamı ne de üç hâkimden biri Eich-
mann’a bu bariz soruyu sorma zahmetine girdi. Eichmann'm tuttuğu ve ücretini de
İsrail hükümetinin ödediği (çünkü bütün savunma avukatlarının ücretlerinin
savaştan galip çıkan ülkelerin Mahkemeleri tarafından ödendiği Nümberg
Duruşmaları bu konuda emsal teşkil ediyordu) Köln’lü avukat Robert Servatius
bir röportajda bu soruyu cevapladı: "Eichmann Tann'ya karşı suçluluk
duyuyor, hukuka karşı değil." Ama bu cevabı sanığın ağzından duyan olmadı.
Görünüşe göre savunma Eichmann'm, itham edildiği suçları, dönemin Nazi hukuk
sistemine göre yanlış bir şey yapmamış olmasına; itham edildiği şeylerin suçtan
ziyade, üzerinde başka hiçbir devletin yetkiye sahip olmadığı (par in paremdmperium non habet)
"hükümet tasarrufları" olmasına; itaat etmekle yükümlü tutulduğunuz
ve Servatius’un ifadesiyle "başarırsanız madalya ve
nişanlara boğulacağınız, başaramazsanız darağacını boylayacağınız"
eylemler gerçekleştirmiş olmasına dayanarak reddetmesini tercih etmişti.
(Nitekim Goebbels 1943’te, "Ya gelmiş geçmiş en büyük devlet adamları ya
da en büyük suçlular olarak tarihe geçeceğiz” demişti.) Serva- tius İsrail
dışına çıktığı zaman (Bavyera'daki Katolik Akademisinde düzenlenen, Rheinischer Merkür
gazetesinin deyişiyle "hassas bir meseleyle", yani "tarihi ve
siyasi suçlan cezai takibat yoluyla ele almanın olabilirliği ve
kısıtlarıyla" ilgili bir toplantıda) bir adım daha ileri gidip
"Eichmann duruşmasının meşruluğuna gölge düşüren tek cezai sorunun ancak
sanığı yakalayan İsraillileri yargılamakla çözülebileceğini, ama bunun şimdiye
kadar yapılmadığım" dile getirdi - bu arada, Servatius'un beyanını
İsrail'de sık sık tekrarlanan ve herkese duyurulan sözleriyle bağdaştırmak biraz
zordur; çünkü duruşmanın işleyişini, olumlu bir anlamda Nümberg Duruş-
maları’yla karşılaştırarak "büyük bir manevi başarı" olarak
nitelendirmiştir.
Eichmann'm yaklaşımı ise daha farklıydı.
Her şeyden önce, cinayet suçlaması asılsızdı: "Yahudilerin öldürülmesiyle
hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini
öldürdüm - hayatım boyunca kimseyi öldürmedim. Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan
birini öldürme emri vermedim, kesinlikle böyle bir şey yapmadım.” Veya daha
sonra açıklamasını biraz daha daraltarak söylediği gibi, "Bir kere bile
yapmak zorunda kalmadım" - buna karşılık böyle bir emir alsa, zorunda
kalsa, şüphesiz kendi babasını bile öldürecekti. Bu nedenle sadece
-Kudüs’teyken "İnsanlık tarihinin en büyük suçlarından biri" ilan
ettiği- Yahudi katliamında "yardım ve yataklıkla" suçlanabileceğim
tekrar tekrar söyledi (1955' te Arjantin'de, kendisi gibi kanundan kaçan eski
bir SS olan HollandalI gazeteci Sassen’e verdiği ve bir kısmı Hollanda’da çıkan
Life'ta ve Almanya'nın
Der Stern'inde
yayımlanan röportajda, kısacası şu meşhur Sassen dokümanlarında bunlar zaten
vardı). Savunma, Eich- mann’m teorisine pek aldırış etmedi; ama iddia makamı,
Eichmann’ m en azından bir kere, kendi elleriyle bir insanı (Macaristan'daki
Yahudi bir delikanlıyı) öldürdüğünü kanıtlamaya yönelik başarısız bir girişim
için epey zaman harcadı. Savcının üstünde daha fazla zaman harcadığı, ve daha
başarılı bir biçimde ele aldığı, başka bir şey de Franz Rademacher'in aldığı
bir nottu. Almanya Dışişleri Bakanlığındaki Yahudi uzmanı Rademacher'in
Eichmann’la telefonda konuşurken Yugoslavya ile ilgili dokümanlardan birinin
üzerine karaladığı bu notta şöyle bir cümle vardı: "Eichmann vurun
diyor." Nihayetinde Eichmann'ın, cüzi de olsa bir kanıtı bulunan, tek "ölüm
emri" buydu - tabii bu bir ölüm emriyse.
Bu kanıt, duruşma sırasında o kadar
üstünde durulmasa da, çok tartışmalıydı. Hâkimler Eichmann’ın toptan inkârını
reddedip savcının beyanını kabul ettiler - Eichmann’ın inkârı hiç etkili olmadı
çünkü, Servatius’un tabiriyle, "pek de önemli olmayan küçük bir olayı
[topu topu sekiz bin insan]" unutuvermişti. Söz konusu olay 1941
sonbaharında, Almanya'nın Yugoslavya’nın Sırp kesimini işgalinden altı ay sonra
gerçekleşmişti. İşgalin ilk zamanlarından be-, ri, Ordu’nun başı partizan
savaşlarıyla beladaydı ve askeri makamlar da öldürülen her Alman askerine
karşılık yüz Yahudi veya Çingene rehine Öldürerek bir taşla iki kuş vurmaya
karar vermişti. Ya- hudiler de Çingeneler de partizan değildi elbette; ama
askeri hükümetin ilgili sivil yetkilisi, Devlet Danışmanı Harald Tumer,
"kamplarda tuttuğumuz Yahudiler de Sırp uyruklu [nasılsa], ayrıca ortadan
kaldırılmaları gerekiyor" diyordu (aktaran Raul Hilberg, The Destruction of the European
Jews, 1961). Bu kamplar bölgenin askeri valisi General Franz
Böhme tarafından kurulmuştu ve sadece erkekleri barındırıyordu. Binlerce
Yahudiyi ve Çingeneyi öldürmeye başlamadan önce, ne General Böhme ne de Devlet
Danışmam Tumer Eichmann'ın onayım bekledi. Asıl sorun Böhme’nin, ilgili polis
ve SS makamlanna danışmadan kendi sorumluluğundaki bütün Yahudileri sürmeye
karar vermesiyle başladı; Böhme muhtemelen, Sırbistan'ı judenrein hale
getirmek için başkalarının komutası altında faaliyet gösteren özel birliklere
gerek olmadığını göstermek istiyordu. Mesele tehcirle ilgili olduğundan
Eichmann durumdan haberdar edildi, ama böyle bir hamlenin diğer planlan olumsuz
etkileyeceğini düşünerek buna onay vermedi. Zaten General Böhme' ye "diğer
ülkelerde [yani Rusya'da] çok daha fazla sayıda Yahudi- nin icabına bakarken,
başka komutanların bu bahsi açmaya bile gerek görmediklerini" hatırlatan
Eichmann değil, Dışişleri Bakanlığı’ ndan Martin Luther'di. Her halükârda,
Eichmann gerçekten "vurmayı önerdiyse", askerlere sadece bunca
zamandır zaten yaptıkları
işe devam etmelerini ve rehine
meselesini tümüyle onların inisiyatifine bıraktığını söylemiş oluyordu. Sadece
erkekler söz konusu olduğuna göre, bu meselenin Ordu'yu ilgilendirdiği
belliydi. Sırbistan'da, Nihai Çözüm'ü yaklaşık altı ay sonra uygulamaya başladılar;
kadınlan ve çocuklan gaz kamyonlarına doldurup öldürdüler. Çapraz sorgu
sırasında, Eichmann her zamanki gibi en karmaşık ve inandırıcılıktan en uzak
açıklamayı seçti: Rademacher’in bu konuyla ilgili olarak Dışişleri
Bakanlığı’nda söz sahibi olabilmesi için, Reich Güvenlik Merkez Bürosu’nun
(RSHA), yani Eichmann’m birliğinin desteğine ihtiyacı vardı; dolayısıyla
Rademacher bu sahte belgeyi düzenledi. (Rademacher 1952’de, bir Batı Alman
mahkemesinde yargılanırken, bu olayı çok daha makul bir biçimde açıklamıştı:
"Ordu, Sırbistan'da düzeni sağlamakla görevliydi ve isyancı Yahudileri
vurup öldürmek zorunda kalmıştı." Rademacher'in söyledikleri ne kadar
aklımıza yatsa da, koca bir yalandan başka bir şey değildi; çünkü -Nazi
kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre- Yahudiler "isyancı"
değildi.) Telefonda söylenen bir sözü emir şeklinde yorumlamak zorsa,
Eichmann’m Ordu generallerine emirler yağdıracak bir konumda bulunduğuna
inanmak daha da zordu.
Öyleyse,
cinayetin suç ortağı olmakla itham edilse, bu suçu kabul mü edecekti? Belki de,
ama şüphesiz suça Önemli sınırlamalar getirecekti. Geçmişte yaptıkları, ancak
bugün içinde bulunduğumuz koşullar açısından değerlendirildiğinde suç
sayılabilirdi ve her zaman yasalara saygılı bir vatandaş olmuştu; zira Üçüncü
Reich'ta, Hitler'in -şüphesiz elinden gelen en iyi şekilde yerine getirdiği-
emirleri "kanun sayılırdı". (Savunma Eichmann'm tezini desteklemek
için, Üçüncü Reich döneminde en tanınmış anayasa hukuku uzmanlarından biri ve
günümüzde de Bavyera Milli Eğitim ve Kültür Bakanı olan Theodor Maunz'un
ifadesinden alıntı yapabilirdi. Maunz, 1943’te yayımlanan "Polis
Teşkilatının Yapısı ve Polis Yasası" başlıklı makalesinde şunları
yazmıştı: "Führer’in komutası... mevcut yasal düzenin mgtlak merkezidir.")
Bugün kalkıp Eich- mann’m zamanında başka türlü de hareket edebileceğini
söyleyenler, o dönemde işlerin nasıl yürüdüğünü ya bilmiyorlar ya da
unutmuşlar. Eichmann, aslında kendilerine söylenenleri seve seve yaptıkları
halde "her zaman buna karşıymış" gibi davrananlardan biri olmak
istemedi. Gelgelelim zaman değişmişti ve Profesör Maunz
gibi Eichmann da "artık olaylara çok daha farklı
bakıyordu". Olan olmuştu, bunları inkâr etmeye niyeti yoktu; dahası,
"yeryüzündeki bütün antisemitlere ibret olsun diye, herkesin gözü önünde
kendini asmayı" teklif etmişti. Ama bu sözleri, yaptıklarından pişmanlık
duyduğu anlamına gelmiyordu: "Pişmanlık küçük çocuklara mahsustur"
(aynen böyle!).
Eichmann, avukatının yoğun baskısına
rağmen, duruşunu bozmadı. Himmler'in 1944 yılında bir milyon Yahudiye karşılık
on bin kamyon istemesiyle ve kendisinin bu plandaki rolüyle ilgili bir tartışma
sırasında Eichmann’a şu soru soruldu: "Sayın Tanık, üstlerinizle
yaptığınız görüşmelerde, Yahudilerin durumuna üzüldüğünüzü ve onlara yardım
etmenin bir yolu olduğunu söylediniz mi?" Bunun üzerine Eichmann,
"Yeminli olduğum için hakikati söylemem gerekir. Bu konuyla ilgili
muameleleri merhametimden başlatmadım," dedi - bu iyi bir cevap
olabilirdi, ama muameleleri "başlatan" Eichmann değildi. Daha sonra,
"Böyle düşünmemin sebebi, bu sabah da açıkladığım gibi" diyerek
sözlerine devam etti ve işin aslını anlattı: Minimler, Yahudilerin göç etmesine
ilişkin meselelerle ilgilenmeleri için Budapeşte'ye kendi adamlarını
yollamıştı. (Bu arada göç yeni ve kârlı bir işkolu haline gelmişti, Yahudiler
bir dünya para karşılığında bir çıkış yolu bulabiliyorlardı. Ne var ki Eichmann
bu konuyu hiç açmadı.) Eichmann'ı asıl kızdıran "göçle ilgili meselelerle
Polis Gücü dışından bir adamın ilgilenmesiydi"; "çünkü ben tehcir konusunda
elimden geleni yapmak ve bu işi uygulamaya geçirmek zorundaydım, kendimi göç
meseleleri konusunda uzman olarak görüyordum ama bu görev birime daha dün
katılan birine verilmişti... bu işe fena halde canım sıkılmıştı... Göçle ilgili
meseleleri kendi üstüme almak için bir şeyler yapmam gerektiğine karar
verdim."
Eichmann duruşma boyunca, genelde
başarısız olsa da, "iddianame bakımından suçsuzum" derken bu noktayı
açıklığa kavuşturmaya çalıştı. İddianameye göre, Eichmann hem kasten -zaten
bunu kendisi de inkâr etmiyordu- hem de adi gerekçelerle böyle hareket etmişti
ve fiillerinin suç unsuru teşkil ettiğini gayet iyi biliyordu. Şu adi
gerekçelere gelince, tam bir pislik (innerer
Schweinehund) olmadığından adı gibi emindi; vicdan diyecek
olursanız, sadece kendisine emredileni yapmadığı -milyonlarca kadın, erkek ve
çocuğu büyük bir şevk ve kılı kırk yaran bir titizlikle ölüme yollamadığı-
takdirde vicdan azabı çekeceğini gayet iyi biliyordu. Kabul etmek gerekir ki,
bu hiç de yenilir yutulur bir şey değildi. Yanm düzine psikiyatrisi
"normal" raporu vermişti - söylenenlere bakılırsa, içlerinden biri
"benden, onu muayene ettikten sonraki halimden her halükârda daha
normal" demişti; bir diğeriyse genel itibarıyla psikolojik durumunun,
eşine ve çocuklarına, annesine ve babasına, kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı
tavrının "normal olduğunu, hatta insanların çok hoşuna gittiğini"
söylemişti. Aynca, Yüksek Mahkeme itirazını baştan sona dinledikten sonra,
Eichmann'ı hapishanede düzenli olarak ziyaret eden bakan, onu "gayet
olumlu düşünceleri olan bir insan" ilan ederek herkesin yüreğine su
serpmişti. Ruh bilimcilerin komik duruma düşmelerinin altında acı bir gerçek
yatıyordu; Eichmann’m manevi değerler şöyle dursun yasalar açısından bile
herhangi bir zihinsel sorununun olmadığı çok barizdi. (Haas- ner’in nispeten
daha yakın bir dönemde Saturday
Evening Post'a yaptığı, "duruşma sırasında dikkat
çekemediği" meselelerle ilgili açıklamaları, Kudüs'te yaptığı resmi
olmayan açıklamalarla çelişiyordu. Hausner’in söylediklerine bakılırsa,
psikiyatristler Eichmann' ın "çok tehlikeli, doymak bilmez bir öldürme
dürtüsünü saplantı haline getirmiş bir insan", "sapık, sadist bir
kişilik" olduğunu iddia etmişlerdi. Bu durumda, Eichmann'm akıl
hastanesinin yolunu tutması gerekirdi.) İşin daha da kötüsü, Eichmann'm
Yahudilerden hastalık derecesinde nefret ettiği, fanatik bir antisemit olduğu
veya binlerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu. Hiçbir zaman "kişisel
olarak" Yahudilerle bir alıp veremediği olmamıştı; aksine, Yahudi- lerden
nefret etmemek içiıi bir sürü "Özel nedeni" vardı. En yakın
arkadaşları arasında fanatik antisemitler de vardı elbette. Örneğin, Laszlo
Endre: Eskiden Macaristan'da (Yahudilerle ilgili) siyasi meselelerden sorumlu
devlet bakanıydı, 1946'da Budapeşte'de asıldı; ama Eichmann bu durumda bile
"en yakın arkadaşlarından bazılarının antisemit olmasından" başka bir
şey görmüyordu.
Ne yazık ki, kimse ona inanmadı. Savcı ona
inanmadı çünkü işi bu değildi. Savunma avukatı bu durumu önemsemedi; anlaşılan
savunma avukatı, Eichmann'm aksine, vicdani meselelerle pek ilgilenmiyordu.
Hâkimler ona inanmadılar; çünkü ister aptal ister beyni yıkanmış ister kinik
olsun, ortalama bir insanın doğruyu yanlıştan tam olarak aylamayacağım itiraf
edemeyecek kadar iyiydiler ve belki de mesleklerinin
en önemli esaslarının bu kadar bilincin- deydiler. Ara sıra yalan
söylemesine dayanarak, Eichmann'm yalancının biri olduğu sonucuna vardılar ve
böylece bütün davanın en Önemli ahlaki ve hatta yasal zorluğunu ıskaladılar.
Argümanları, diğer bütün "normal insanlar" gibi davalının da
fiillerinin suç unsuru teşkil ettiğinin farkında olması gerektiği varsayımına
dayanıyordu ve "Nazi rejiminin istisnalarından olmadığına" göre
esasen Eich- maraı da normal bir insandı. Ne var ki, Üçüncü Reich koşullan altında
sadece "istisnaların" "normal” tepkiler göstermesi
beklenebilirdi. Meseleye ilişkin bu basit hakikat, hâkimlerin ne çözebildikleri
ne de kaçabildikleri bir açmaza yol açıyordu.
Eichmann 19 Mart 1906'da, Rheinland'm bıçakları, makaslan ve
ameliyat malzemeleriyle ünlü bir Alman kenti olan Solingen'de doğdu. Elli dört
yıl sonra, en büyük eğlencesi olan anılarım yazma işine girişince, bu unutulmaz
olayı şöyle betimledi: "Bugün, 8 Mayıs 1945'ten on beş yıl ve bir gün
sonra, zihnimde Mart 1906'ya, sabahın beşinde bir insan suretinde yeryüzündeki
hayata başladığım güne dönüyorum." (İsrailli yetkililer el yazmalanmn
yayımlanmasına izin vermemişlerdi. Harry Mulisch bu otobiyografiyi "yarım
saatliğine" incelemeyi başardı da, haftalık Alman-Yahudi yayını Der Aufbau bazı
bölümlerini yayımlayabildi.) Nazi döneminden beri değişmeyen dini inançlarına
göre (Kudüs'teyken, Eichmann bir de- ist [Gottglâubiger]
-Hıristiyanlık ile bağlarını koparanlar için Na- ziler bu terimi
kullanıyorlardı- olduğunu açıklamış ve Kutsal Kitap üstüne yemin etmeyi
reddetmişti) bu olay, "daha yüksek bir Anlam Taşıyıcıya" (Höheren Sinnestrager);
kendi başına "daha yüksek bir anlamdan" yoksun olan insan hayatının
tabi olduğu, bir biçimde "evrenin hareketiyle” özdeş bir kendiliğe
atfediliyordu. (Bu terminoloji çok şey anlatır. Dilsel açıdan, "daha
yüksek bir Anlam Taşıyıcı" demek, Tann’yı askeri hiyerarşi içinde bir yere
yerleştirmektir. Zira Naziler askeri "emir alıcı” [Befehlsempfânger]
yerine "emir taşıyıcı” yi [Befehlstrâger]
kullanarak, eski zamanlann "kötü haber taşıyıcısında olduğu gibi, emirleri
yerine getirmek zorunda olanların sırtına yüklendiği düşünülen sorumluluğun ve
önemin ağırlığına işaret ederler. Dahası, Nihai Çözüm ile ilgisi olan herkes
gibi, Eichmann aynı zamanda bir "sır taşıyıcı"dır - kendini beğenmiş
insanlar söz konusu olduğunda, bu kuşkusuz hiç de yabana atılacak bir durum
değildir.) Ama metafizik meselelere pek de meraklı olmayan Eichmann, Anlam
Taşıyıcı ile emir taşıyıcı arasındaki daha yakın ilişkiler konusunda sessiz kalmayı
seçiyor ve sözlerine, varoluşunun diğer olası nedeninden, annesi ve babasından
bahsederek devam ediyordu: "Talihsizlik Nom'unun, ömrümün ipliğini, sırf
talih Nom'una nispet olsun diye, daha ben doğmadan üzüntü ve kederle eğirmeye
başladığını görebilseydiler, ilk çocuklarının dünyaya gelişine bu kadar
sevinmezlerdi. Ama sevecenlikleri, geleceği görmelerini önleyen bir peçe
indirmişti gözlerine."
Talihsizlikleri daha Eichmann okul
çağındaykeri, yani çok çabuk başladı. Önce Solingen'deki Tramvay ve Elektrik
Şirketi'nde muhasebecilik yapan, daha sonra da aynı şirketin Avusturya'nın Linz
şehrindeki şubesine geçen babasının dördü erkek ve biri de kız olmak üzere beş
çocuğu vardı. İçlerinden sadece en küçük olanı, Eichmann liseyi bitiremedi;
hatta daha sonra mühendislik eğitimi almak için başladığı meslek okulunu da
bitiremedi. Hayatı boyunca, geçmişte yaşadığı bu "talihsizlikler"
konusunda insanları kandırdı; babasının mali meselelerle ilgili, daha onurlu
talihsizliklerinin‘arkasına saklandı. Gelgelelim İsrail'deyken -daha sonra
Eich- mann’la birlikte yaklaşık 35 gün geçiren ve 76 ayrı ses kaydının 3564
daktilo sayfası tutan transkripsiyonunu hazırlayan polis müfettişi- Başkomiser
Avner Less ile ilk görüşmelerinde içi içine sığmıyordu; "bildiği ... her
şeyi ortaya dökmek" ve aynı şekilde, gelmiş geçmiş bütün davalılar içinde
işbirliği yapmaya en istekli davalı mertebesine yükselmek için böylesine eşsiz
bir fırsat yakalamış olmanın heyecanını taşıyordu. (Çok zaman geçmeden, kesin
belgelere dayanan somut sorularla karşılaştığında -her ne kadar tamamen kaçmasa
da- hevesi kursağında kaldı.) Harry Mulisch'e "Ben Eichmann’m günah
çıkardığı papazıydım" diyen Başkomiser Less ile şüphesiz heba olup giden o
ilk başlardaki sonsuz güveninin en iyi kanıtı, çok erken yaşlarda başına gelen
felaketleri hayatında ilk defa itiraf etmiş olmasıydı; buna karşılık verdiği
bilgilerin, resmi Nazi kayıtlarına geçen pek çok önemli bilgiyle çeliştiğinin
muhtemelen farkındaydı.
Başına bunların gelmesi doğaldı aslında:
"çok çalışkan" -veya çok yetenekli- bir Öğrenci olmadığı için babası
onu Önce liseden, sonra da meslek okulundan, mezun olmasına fırsat vermeden her
men almıştı. Dolayısıyla, bütün resmi belgelerinde öyle görünmesine rağmen,
mesleğinin inşaat mühendisliği olduğu ne kadar doğruysa, Filistin'de doğduğu ve
îbranice'yı ve Yiddiş dilini akıcı konuştuğu da o kadar doğruydu - Eichmann'm
hem SS dostlarına hem de Yahudi kurbanlarına göz göre göre söylediği
yalanlardan biri de buydu. Söylemeyi her zaman sevdiği başka bir yalan da, Avusturya'daki
Vacuum Oil Şirketi'nde satış elemanı olarak çalışırken, bu işten sırf Nasyonal
Sosyalist Parti'ye üye olduğu için atıldığıydı. Bu hikâyenin Başkomiser Less'e
içini dökerken anlattığı versiyonu bu kadar dramatik değildi, ne var ki
muhtemelen bu da gerçek değildi: kovulmuştu, zira o zamanlar işsizlik diz
boyuydu, önce bekârlar işten çıkarılıyordu. (Bu açıklama, ilk bakışta makul
görünse de pek tatmin edici değildi; çünkü işini 1933 ilkbaharında, müstakbel
eşi Veronica -veya Vera- Liebl'le nişanlandıktan tam iki sene sonra
kaybetmişti. Peki Veronica'yla neden daha Önce, işi varken evlenmemişti? Mart
1935'te nihayet evlendi; bu kararın nedeni muhtemelen, tıpkı Vacuum Oil
Şirketi'ndeki gibi, bekâr SS’lerin her an işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
olmaları ve asla terfi edememeleriydi.) Yüksekten atmak şüphesiz her zaman en
büyük zaaflarından biri olmuştu.
Genç Eichmann okulda idare etmeye
çalışırken, babası da Tramvay ve Elektrik Şirketi'nden ayrılıp kendi işini
kurmuş. Küçük bir madencilik şirketi satın alıp geleceği pek parlak görünmeyen
oğlunu sıradan bir maden işçisi olarak çalıştırmaya başlamış; ama daha sonra
oğluna AvusturyalI Elektrobau Şİrketİ'nin satış departmanında bir iş bulmuş ve
Eichmann da burada iki yılı aşkın bir süre çalışmış. Yirmi iki yaşma gelmişti
ama bir baltaya sap olacak gibi görünmüyordu; satış yapmaktan başka bir şey
bildiği yoktu, ki bunu ne kadar becerebildiği de şüpheliydi. Daha sonra,
Eichmann'm iş hayatımdaki ilk ara dediği dönem başlıyordu. Bu hikâyenin de iki
farklı versiyonu vardı. 1939'da terfi etmek için SS'e sunduğu biyografik bir
raporda bu arayı şöyle anlatıyordu: "1925'ten 1927’ye kadar Elektrobau
Şirketi’nde satış görevlisi olarak çalıştım. Vacuum Oil Şirketi'nden gelen
Yukarı Avusturya temsilciliği teklifi üzerine, kendi isteğimle bu görevden
ayrıldım." Buradaki anahtar kelime "tekliftir; çünkü İsrail'de
Başkomiser Less’e anlattığı hikâyeye göre, kimsenin ona bir şey teklif ettiği
yoktu. Öz annesi Eichmann on yaşındayken ölmüş, bunun üzerine babası da yeniden
evlenmişti. Üvey annesinin, Avusturya Otomobil Kulübü'nün başkanlığını yürüten
ve Çekoslovakyalı Yahudi bir işadamının kızıyla evli olan kuzeni -Eichmann'ın
"amca" dediği bu adam- Vacuum Oil Şirketi'nin Yahudi genel müdürü Bay
Weiss'ı araya sokarak, bu talihsiz akrabasına gezici satış elemanı olarak bir
iş bulmuştu. Bu yüzden Eichmann ona minnettardı. Yahudilerden nefret
etmemesinin "özel nedenlerinden" biri de kendi ailesindeki
Yahudilerdi. Hatta 1943-4’te, Nihai Çözüm’ün tam gaz devam ettiği zamanlarda
bile kendisine yapılan iyiliği unutmamıştı: "Nümberg Yasaları'na göre yan
Yahudi olan kızı... İsviçre'ye göç izni almak için beni görmeye geldi. Bu
ricasını elbette kırmadım. Bahsettiğim amcam da beni görmeye geldi ve Viyanalı
bir Yahudi çift için araya girmemi istedi. Bunu sırf Yahudilere karşı herhangi
bir nefret beslemediğimi göstermek için anlatıyorum; zira annem ve babam beni
tam bir Hıristiyan gibi yetiştirdiler; Yahudi akrabaları nedeniyle, annemin
görüşleri, o dönemin SS çevrelerinde yaygın olan görüşlerden farklıydı."
Eichmann bu iddiasını kanıtlamak için
bayağı uğraştı: hiçbir zaman kurbanlarına karşı kötü bir niyet beslememişti;
dahası, bu gerçeği kimseden saklamamıştı. "Dr. Löwenherz'e [Viyana'daki
Yahudi Cemaatinin başkanı] bundan bahsetmiştim, Dr. Kastner'e de
[Budapeşte’deki Siyonist örgütün başkan yardımcısı] anlatmıştım. Sanırım
herkese anlatmışımdır; bütün adamlarım bilirdi, hemen hepsi vaktiyle benden
bunu duymuştu. Hatta ilkokuldayken bir sınıf arkadaşım vardı, boş zamanlarımızı
beraber geçirirdik, evimize gelirdi; ailesiyle beraber Linz’de yaşıyordu,
soyadı Sebba'ydı. Son karşılaşmamızda, Linz sokaklarında beraber yürüdük;
üstümde NSDAP'nin [Nazi Partisi] amblemi vardı, ama arkadaşım bu durumdan
rahatsız olmuyordu." Eichmann bu kadar resmi olmasaydı ve (muhtemelen
işbirliğini güvence altına almak için çapraz sorgudan kaçman) polislerin
soruşturması bu kadar ihtiyatlı bir biçimde ger- çekleştirilmeseydi,
Eichmann'ın "önyargılı davranmadığı" başka bir açıdan da
gösterilebilirdi. Görünen o ki, Yahudi "tehcirini" olağanüstü bir
başarıyla organize ettiği Viyana'da, Eichmann'ın Yahudi bir metresi, ta Linz
zamanlarından "eski bir takıntısı" vardı. Ras- senschande, yani Yahudilerle cinsel ilişkiye girmek,
muhtemelen bir SS üyesinin işleyebileceği en büyük suçtu; her ne kadar Yahudi
kızlara tecavüz etmek cephedeki en gözde eğlencelerden biri haline gelmiş olsa
da, üst düzey bir SS subayının Yahudi bir kadınla ilişkiye girmesi sık
rastlanan bir durum değildi. Nitekim Eichmann'm, Der S tür merin kaçık
ve edepsiz editörü Juüus Streicher'jn şahsına ve pornografik antisemitizmine
tekrar tekrar yönelttiği sert suçlamalar belki de kişisel nedenlere
dayanıyordu; "aydınlanmış" bir SS'in, onun kadar aydınlanmamış Parti
üyelerinin hoyrat tutkuları karşısında gösterebileceği küçümsemeden çok daha
fazlasının ifadesiydi.
Vacuum Oil Şirketi için çalışarak
geçirdiği beş buçuk sene, Eichmann'm hayatının en mutlu dönemlerinden biri
olmalı. İşsizliğin diz boyu olduğu bir dönem için gayet iyi kazanıyor ve iş
seyahatinde olduğu zamanlar hariç, hâlâ ailesiyle birlikte kalıyordu. Güzel
günlerinin son bulduğu bu tarihi -Şavuot, 1933- Eichmann hep hatırlayacaktı.
Aslına bakılırsa, işleri eskisine göre kötüydü. 1932'nin sonlarında, hiç
istemediği halde, beklenmedik bir biçimde Linz'den Salzburg’a transfer edildi:
"îş konusunda pek hevesli değildim artık, satış yapmak ya da müşterileri
aramak hiç içimden > gelmiyordu." Çalışma şevkini aniden kaybetmenin
acısını hayatı boyunca çekecekti. Bu acıların en büyüğünü, Führer’in "Yahudile-
rin fiziksel olarak yok edilmesini" emrettiğini duyduğunda yaşamıştı;
üstüne üstlük bu emrin gerçekleştirilmesinde kendisine de önemli bir rol
düşüyordu. Bu da beklenmedik bir biçimde olmuştu, Yahudi meselesini
"şiddet yoluyla çözmek... aklının ucundan geçmemişti"; verdiği
tepkiyi aynı sözlerle şöyle tarif ediyordu: "Demiryolu İşiyle ilgili bütün
hevesim, şevkim, ilgim kaybolmuştu; tabiri caizse, sönüp gitmişti." 1932
yılında Salzburg'da da benzer bir his yaşamış olmalı. Söylediklerine bakınca,
Eichmann'm kovulduğu zaman hiç şaşıramadığım açıkça görüyoruz; yine de, her ne
kadar işten çıkarılmasına "çok sevindiğini" söylese de, buna
inanmamız gerekmiyor.
Öyle veya böyle, 1932 senesi Eichmann'm
hayatında bir dönüm noktasıydı. Bu senenin Nisan ayında, Linz’li genç avukat
Emst Kal- tenbrunner'in daveti üzerine Nasyonal Sosyalist Parti'ye katıldı ve
SS'e girdi. Kaltenbrunner (ilerleyen bölümlerde Reichssicherheits- hauptamt
ya da RSHA olarak geçecek) Reich Güvenlik Merkez Bü- rosu’nun amiri olacak,
sonunda Eichmann da bu birimin altı ana departmanından biri olan, Heinrich
Müller'in komutasındaki B-IV'ün içindeki Büro 4'ün başına geçecekti. Eichmann
mahkemede alt orta sınıfın tipik üyelerinden biri olduğu izlenimini veriyor ve
ağzından çıkan ya da hapishanedeyken yazdığı her cümle bu izlenimi iyice
destekliyordu. Ama bütün bunlar çok yanıltıcıydı: Aslında hali vakti yerinde,
orta sınıftan bir ailenin daha düşük bir toplumsal statüye sahip oğluydu. Kendi
babasıyla, Kaltenbrunner'in yine Linz’li bir avukat olan babası yakın
arkadaştı; buna karşılık oğulları, Eichmann ile Kaltenbrunner arasında esen
soğuk rüzgârlar, Eichmann’m toplumsal statüsündeki düşüşün göstergesiydi:
Kaltenbrunner'in Eich- mann'a toplumsal açıdan kendisinden daha aşağıda biri
gibi davrandığı ortadaydı. Parti'ye ve SS'e katılmadan önce, Eichmann'm
buralara girmeye çok hevesli olduğu açıktı. Almanya'nın resmen yenilgiye
uğradığı 8 Mayıs 1945 tarihinin Eichmann için önemli olmasının başlıca nedeni,
artık şuraya veya buraya üye olmadan yaşamak zorunda olduğunun kafasına dank
etmesiydi. "Zorlu bir hayatı lidersiz, tek başıma sürdürmek zorunda
olduğumu anladım; kimseden direktif almayacaktım, artık kimse bana emir
vermeyecekti, gerektiğinde başvurabileceğim bir yönetmelik olmayacaktı - uzun
lâfın kısası, hiç bilmediğim bir hayat bekliyordu beni. Eichmann daha çocukken,
siyasetle ilgilenmeyen anne babası onu Genç Hıristİ- yanlar Birliği'ne
yazdırmış; daha sonra Eichmann da buradan Alman gençlik hareketi Wandervogel'&
katılmıştı. Dört senelik başarısız lise hayatı sırasında, her ne kadar Alman
taraftan ve cumhuriyet aleyhtarı olsa da Avusturya hükümetinin göz yumduğu
Almanya- Avusturya savaş gazileri örgütü Jungfronîkâmpfeverband'ın
gençlik koluna üyeydi. Kaltenbrunner SS'e girmesini teklif ettiğinde, Eichmann
tam da bambaşka bir örgüte, Masonların Schlaraffia Lo- cası'na; "neşe ve
sevinç için bir araya gelen işadamları, doktorlar, oyuncular, devlet memurları,
vb.'den oluşan ... üyelerin zaman zaman, asıl özelliği mizah, ince mizah olan
bir seminer vermek zorunda olduğu bir birliğe" üye olmak üzereydi.
Kaltenbrunner Eich- mann'a bu neşeli topluluktan vazgeçmesi gerektiğini,
Nazilerin Mason olamayacaklarını izah etmiş - Eichmann o zamanlar Mason
kelimesinin anlamım bilmiyormuş. SS ile Schlaraffia arasında seçim yapmak zor
olabilirdi; ama Eichmann, artık nasıl becerdiyse, Schlaraffia'dan ~bu kelime Schlaraffenland'dan
gelir (Bolluk Diyarı, Alman peri masallarında boğazına düşkün insanların hayali
ülkesi)- "tekmeyi yemeyi" başarmıştı. İsrail’deki hapishanedeyken
anlattığı hikâyeye göre, yıllar sonra bile yüzünü kızartan bir günah işlemişti:
"Yetiştirilme tarzıma çok aykırı olsa da, içlerinde en genç ben olmama
rağmen, arkadaşlarıma bir kadeh şarap ikram etmeye kalkışmıştım."
Zamanın fırtınasına kapılmış bir yaprak
gibi Schlaraffia'dan, yemek masalarının sihirle hazırlandığı ve kızarmış
tavukların havada süzülüp ağzınıza düştüğü hayal ülkesinden -daha doğrusu,
diplomalı, kariyerini sağlama almış, "ince bir mizah anlayışına"
sahip ve en büyük kusuru muhtemelen eşek şakası yapma arzusunu bir türlü
bastıramamak olan saygın ama kültürsüz insanların arkadaşlığından- tam tamına
on iki sene ve üç ay süren "Bin Yıllık Reich"ın yürüyüş kollarına
savruldu. Her halükârda, ne bu davaya inandığı İçin Parti'ye katılmış ne de katıldıktan
sonra inanmaya başlamıştı - ne zaman Parti'ye katılma nedeni sorulsa, Versay
Antlaşması ve işsizlikle ilgili tatsız, basmakalıp lafları yineleyip duruyordu;
ama aslında, mahkemede de dile getirdiği gibi, "bütün beklentilerinin
aksine, daha önce böyle bir karar almadığı halde, sanki Parti onu yutuverdi.
Her şey çok çabuk, bir anda oldu." Doğru dürüst bilgi edinmeye ne vakti
vardı ne de isteği, Parti programını bile bilmiyordu, Kavgam!ı bir kere
olsun okumamıştı. Kaltenbrunner Eichmann'a "Neden SS'e
katılmıyorsun?" diye sormuştu ve buna karşılık Eichmann da "Neden
olmasın?" cevabım vermişti. İşte aynen böyle olmuştu, her şey bundan
ibaretti.
Elbette her şey bundan ibaret değildi.
Çapraz sorgu sırasında mahkeme reisine anlatmadığı bir şey vardı: Eichmann,
Vacuum Oil Şirketi daha ondan bıkmadan, asıl kendisi bu firma için gezici satış
görevlisi olarak çalışmaktan sıkılmaya başlamış hırslı bir gençti. Rüzgâr onu
anlamı ve sonucu olmayan bir hayattan Tarih'e, yani bir Hareket'e sürüklemişti;
Eichmann’m anladığı kadarıyla, sürekli devinen bu Hareket'te, kendisi gibi
-aynı toplumsal sınıftan insanların, ailesinin ve nitekim kendisinin gözünde
zaten tam bir fiyasko olan- biri bile sıfırdan başlayıp yine de iyi bir kariyer
yapma şansı
yakalayabilirdi. Yapmak zorunda kaldığı
şeyler (mesela, insanları göç etmeye zorlamak yerine ağzına kadar dolu
trenlerle ölüme göndermek) her zaman hoşuna girmediyse, Almanya savaşı
kaybederse bu işin sonunun kötü olacağını daha erken fark ettiyse, büyük
umutlar bağladığı planlan (Avrupa Yahudilerini Madagaskar’a sevk etmek,
Polonya'nın Nisko şehrinde bir Yahudi bölgesi kurmak, Rus tanklarım geri
püskürtmek için Berlin'deki ofisinin etrafına savunma tesisi kurmaya çalışmak)
suya düştüyse ve ne kadar "üzülse ve kederlense de" asla SS
yarbaylığından (Obersîurmbannführer)
daha üst bir rütbeye yükselemediyse - kısacası, Viyana’da geçirdiği o sene
haricinde hüsran dolu bir hayatı olduysa, bunun alternatifinin ne olduğunu hiç
unutmamıştı. Hem bir mültecinin bedbaht varoluşunu sürdürdüğü Arjantin'de hem
de hayatının artık neredeyse pamuk ipliğine bağlı olduğu Kudüs'teki mahkeme
salonunda -kendisine sorulacak olsa- Vacuum Oil Şirketi için çalışan gezici bir
satış görevlisi olarak sessiz sakin ve normal yaşamak yerine, emekli bir SS
yarbayı olarak asılmayı yeğleyeceğini söyleyebilirdi.
Eichmann'ın yeni
kariyeri, başlarda pek gelecek vaat etmiyordu. 1933 ilkbaharında, işsiz olduğu
sırada, Hitler'in Almanya’da iktidara gelmesi nedeniyle Avusturya’daki Nazi
Partisi’nin ve partiye bağlı bütün Örgütlerin faaliyetleri askıya alındı. Ama
bu yeni felaket olmasa bile, Avusturya'daki Parti’de kariyer yapması mümkün
değildi: SS'e yazılanlar bile hâlâ her zamanki işlerine devam ediyorlardı;
Kaltenbrunner hâlâ babasının hukuk firmasında avukatlık yapıyordu. Dolayısıyla
Eichmann Almanya’ya gitmeye karar verir; böyle bir karar vermesi gayet doğaldı,
zira ailesi Alman vatandaşlığından hiç çıkmamıştı. (Bu meselenin davayı
ilgilendiren bir tarafı da vardı. Dr. Servatius önce Batı Alman hükümetinden
sanığın iadesi için harekete geçilmesini istedi, bunu yaptıramaymca da
savunmanın masraflarının karşılanmasını talep etti. Ancak Bonn, Eichmann’ın
Alman vatandaşı olmadığı gerekçesiyle bu talebi de reddetti; ne var ki, bu
gerekçe tescilli bir yalandı.) Passau’da, Alman sınırında, gezici bir satış
görevlisi olmuştu yeniden; bölge liderine rapor verirken, ona büyük bir hevesle
"Bavyera Vacuum Oil Şirketi’yle bir bağlantısı olup olmadığım" sordu.
Bir o yola bir bu yola sapıyordu yine; Arjantin'deyken, hatta Kudüs'te hapisteyken
bile, ne zaman onmaz bir Nazi olduğu yüzünden akan biriyle karşılaşsa, özür
dileyip "İşte
yine başladım, hep aynı
terane" diyordu. Ama Passau'da yolunu yeniden bulması zor olmadı; askerlik
eğitimi almasının iyi olacağını söylediler -"Bana uyar, diye düşündüm,
neden asker olmuyorum ki?"- ve Eichmann’ı hemen, "sürgündeki
Avusturya Lejyonu'nun" eğitildiği Bavyera'daki iki SS kampına, önce
Lechfeld'e ve sonra da Dachau’ya gönderdiler (buradaki toplama kampıyla bir
ilgisi yoktu). Nitekim, Alman pasaportuna rağmen, bir bakıma AvusturyalIydı
artık. Ağustos 1933'ten Eylül 1934'e kadar bu askeri kamplarda kaldı; onbaşı
rütbesine yükseldi, asker olarak kariyer yapmayı ne kadar istediğini bir defa
daha düşünecek bol bol zamanı oldu. Anlattıklarına bakılırsa, bu on dört ayda
iyice sivrildiğini hissettiği bir alan vardı: ceza eğitimi. Bununla ilgili
vazifelerini büyük bir azimle yerine getiriyor, bu sırada da babasına duyduğu
öfkeyi kusuyordu: "İşte şimdi hak ettiğini buldu. Ellerim soğuktan donarken,
bu adam bana neden bir eldiven almaz." İlk terfisini almasını sağlayan
böyle şüpheli hazları bir yana bırakırsa, zor zamanlar geçirmişti:
"Askerliğin tekdüzeliğine dayanamıyordum, her gün bir öncekinin aynısıydı,
tekrar tekrar aynı şeyler oluyordu." Nitekim bu durumdan ölümüne sıkılan
Eichmann, Reichsführer SS'in Güvenlik Servi- si’nde (yani Himmler'in Sicherheitsdiensf
ında - bundan sonra kısaca SD olarak geçecek) açık pozisyonlar olduğunu duyar
duymaz buraya başvurdu.
m
EICHMANN’IN bu
işe başvurup kabul edildiği 1934’te SD, SS’in nispeten yeni organlarından
biriydi. İki yıl önce, Parti’nin istihbarat servisi olarak hizmet vermek üzere,
Heinrich Himmler tarafından kurulmuştu; şimdi de başında, Deniz Kuvvetlerimin
eski istihbarat subaylarından olan ve Gerald Reitlinger'in tabiriyle, ileride
"Nihai Çözüm’ün asıl mimarı" olacak Reinhardt Heydrich vardı (The Final Solution,
1961). Birinci görevi, Parti üyelerini gözetlemek ve böy- lece SS'in, sürekli
Parti aygıtı üstünde hâkimiyet kurmasını sağlamaktı. Aradan geçen zaman içinde,
görevlerine yenileri eklendi ve Gizli Devlet Polisi'nin, diğer adıyla
Gestapo’nun haber alma ve araştırma merkezi haline geldi. Böylece SS ile
polisin birleşmesi için ilk adımlar atılmış oldu; ne var ki, Himmler 1936’dan
beri hem Reichs- führer SS hem de Polis Şefi olmasına rağmen, birleşme ancak
Eylül 1939'da gerçekleşebildi. Eichmann ileride bunların olacağını elbette
bilemezdi; ama anlaşılan o ki, SD’ye girdiği zaman da bu aygıt hakkında hiçbir
şey bilmiyordu. SD'nin operasyonları her zaman çok gizli tutulduğundan,
Eichmann'm bu konuda hiçbir şey bilmemesi gayet mümkün görünüyor. Eichmann
açısından, bütün bunlar koca bir yanlış anlamadan ibaretti ve başlarda
"büyük bir hayal kırıklığı” yaratmıştı: "Her şeyin Münchener lUustnerten
gazetesinde anlatıldığı gibi olacağını; marşpiyede dikilip, arabaları içinde
arzı endam eden üst düzey Parti görevlilerini koruyan bir komando olacağımı
sanıyordum. Kısacası, Reichsführer S S Güvenlik Servisi'ni Reich Güvenlik Servisi’yle
karıştırmıştım ... ama kimse hatamı düzeltmedi, bana bu konuda bir şey
anlatmadı. Sonuç olarak, kendi başıma anlayana kadar, neler olup bittiği
konusunda en ufak bir fikrim, bile yoktu." Eichmann’m gerçeği söyleyip
söylemediği duruşma açısından Önemliydi; bu iş için gönüllü mü olmuştu yoksa
buraya doğru sürüklenmiş miydi, işte bunu anlamak gerekiyordu. Eich- mann’ın
yanlış anlamasını (tabii bu gerçekten bir yanlış anlamaysa) açıklamak imkânsız
değildi; çünkü SS, diğer adıyla özel Schutzstaf-
fel birlikleri, başlangıçta Parti liderlerini korumak için
kurulmuştu.
Gelgeldim, Eichmann'ı asıl hayal
kırıklığına uğratan her şeye tekrar sıfırdan başlamak zorunda kalmasıydı; bu
konudaki tek tesellisiyse, başkalarının da aynı hatayı yapmış olmasıydı. Haber alma
departmanına girdi; ilk işi (Nazi ideolojisinin ilk dönemlerindeki
karışıklıkta, her nasılsa Yahudilik, Katoliklik ve Komünistlikle bir tutulan)
Masonluk ile ilgili bütün bilgileri dosyalamak ve bir Masonluk müzesinin
kurulmasına yardım etmekti. Sonunda, Kal- tenbrunner’in Schlaraffia ile ilgili
tartışmaları sırasında Eichmann' m yüzüne çarpıp durduğu bu tuhaf kelimenin ne
anlama geldiğini öğrenmek için iyi bir fırsat yakalamıştı. (Bu arada, Nazilerin
tipik özelliklerinden biri de, düşmanları anısına müzeler kurmaktır. Savaş
zamanında, Yahudi karşıtı müzeler ve kütüphaneler kurma şerefine erişebilmek
için pek çok hizmet birimi sert bir rekabete girmiştir.) İşlerin yine çok ama
çok sıkıcı olması Eichmann'ın keyfini kaçırıyordu; Masonlukla uğraşarak geçirdiği
dört-beş aydan sonra, Yahudiler ile ilgilenen yepyeni bir departmana
getirilince keyfi yerine gelmeye başladı. Kudüs mahkemesinde son bulan asıl
kariyerinin başlangıç noktası da işte tam burasıydı.
1935'te, Almanya Versay Antlaşmasının
şartlarını ihlal ederek, mecburi askerliği tekrar başlattı; hava ve deniz
kuvvetleri kurmak da dahil, yeniden silahlanma planlarım herkese duyurdu. Yine
aynı sene, 1933’te Milletler Cemiyetinden ayrılan Almanya göstere göstere, Ren
bölgesinin askerden arındırılmış kesimlerini işgal etmeye hazırlanıyordu.
Hitler'İn barış konuşmaları yaptığı zamanlardı hâlâ - "Almanya'nın
ihtiyacı ve arzusu barıştır," "Polonya bizim gözümüzde büyük bir
halkın ve milletçe bilinçli insanların yurdudur," "Almanya'nın
Avusturya'nın içişlerine karışmak, Avusturya'yı ilhak etmek (Anşchluss) gibi bir
niyeti veya arzusu yoktur". Hepsinden önemlisi, Nazi rejiminin genel
anlamda ve maalesef sahiden kabul görmeye, Hitler'İn Alman ulusunun en büyük
devlet adamlarından biri olarak herkesin takdirini kazanmaya başlaması da bu
yıla denk düşer. Almanya içinse tam bir geçiş dönemidir. Bu muazzam yeniden
silahlanma programı sayesinde, işsizlik büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, işçi
sınıfının başlangıçta gösterdiği direniş kırılmıştı; rejimin ilk başta esasen
"anti-faşistlere" -Komünistler, Sosyalistler, sol cenahtan
entelektüeller ve yüksek mevkiîerdeki Yahudiler- gösterdiği düşmanlık,
Yahudilere sırf Yahudi oldukları için zulmetmeye dönüşmemişti daha.
Şüphesiz Nazi hükümetinin ta 1933'lerde
yaptığı ilk işlerden biri, Yahudileri (Almanya'da ilkokuldan üniversiteye kadar
eğitimle ilgili bütün mevkileri ve radyo, tiyatro, opera, konserler de dahil
olmak üzere eğlence sektörünün pek çok farklı dalını kapsayan) devlet
hizmetinden çıkarmak, genel olarak devlet dairelerinden uzaklaştırmak olmuştu.
Ancak 1938’e kadar özel sektöre neredeyse hiç dokunulmadı, Yahudilerin hukuk ve
tıpla ilişkili mesleklerde çalışmaları bile yavaş yavaş engellendi; buna
karşılık, Yahudi öğrencilerin üniversiteye girmelerine veya eğitimlerini başka
bir yerde tamamlamalarına izin verilmedi. Bu yıllarda, Yahudi göçünde aşın bir
artış yoktu; göç, genel olarak düzenli bir seyir izliyordu. Mali kısıtlamalar,
Yahudilerin göç etmelerini zorlaştırsa da imkânsız hale getirmedi; zira
paralarım, en azından paralarının büyük bölümünü Almanya dışına çıkarma
konusunda, Yahudilere de Yahudi olmayanlara da aynı kısıtlamalar getirilmiş ve
bu uygulama Weimar Cumhuriyeti zamanlarından beri hiç değişmemişti. Birtakım Einzelakti- onen,
Yahudileri mallarını çoğu zaman komik fiyatlara satmaları için zorlamaya
yönelik tek tek eylemler gerçekleştirildi. Daha çok küçük kasabalarda meydana
gelen bu olayların ucu -subaylarım bir yana bırakırsak- çoğunlukla alt
sınıflardan gelen Fırtına Süvarilerinden, diğer adıyla SA’dan bazı
müteşebbislerin kendiliğinden, "bireysel” girişimine kadar uzanıyordu.
İşin aslına bakılırsa polis bu "taşkmlıklari’ hiç durdurmadı, ama bu Nazi
yetkililerin olayları memnuniyetle karşıladıkları anlamına da gelmiyordu; zira
bu durum gayrimenkul fiyatlarını ülke çapında etkilemişti. Siyasi nedenlerle
iltica talebinde bulunanlar hariç, göçmenlerin büyük bölümü Almanya’da
kendileri için bir gelecek olmadığım fark eden gençlerdi. Çok geçmeden diğer
Avrupa ülkelerinde de kendilerini bekleyen bir gelecek olmadığını gören bazı
Yahudiler, bu dönemde geri döndüler. Yahudiler konusundaki kişisel duyguları
ile üyesi olduğu Par- ti'nin bariz ve şiddetli antisemitizminin arasını nasıl
bulduğu sorulunca, Eichmann bir atasözüyle cevap verdi: "Yerken, hiçbir
şey pi- şerkenki kadar sıcak değildir" - bu atasözü, o zamanlar
Yahudilerin de ağzından düşmüyordu. Bir hayal âleminde yaşıyorlardı; burada,
birkaç senedir Streicher bile Yahudi sorununa "siyasi bir çözüm"
getirmekten bahsediyordu. Bu hayal âleminden çıkmaları, Kristali- nacht ya da
Cam Kırıkları Gecesi olarak bilinen 9 Kasım 1938'i buldu; organize pogromlarm
gerçekleştirildiği bu tarihte, Yahudilere ait yedi bin beş yüz iş yerinin
camlan kırıldı, onlarca sinagog alevler içinde kaldı ve yirmi bin Yahudi apar
topar toplama kamplarına götürüldü.
Bu meselenin çoğu zaman unutulan
noktalarından biri, 1935 sonbaharında çıkarılan şu meşhur Nümberg Yasaları'nın
hiçbir işe yaramadığıdır. Siyonist örgütün savaş patlak vermeden kısa bir süre
önce Almanya’dan ayrılan üç üst düzey yetkilisinin ifadesi, Nazi rejiminin ilk
beş yılında neler olup bittiğini bütün çıplaklığıyla gözler Önüne serer.
Nümberg Yasaları, Yahudilerin siyasi haklarını ellerinden alıyordu ama
vatandaşlık haklarını tümüyle ortadan kaldırmıyordu; Yahudiler artık vatandaş (Reichsbürger) değildi
ama hâlâ Alman devletinin birer üyesiydi (,Staatsangehörige).
Göç etmiş bile olsalar, otomatikman devletsiz sayılmıyorlardı. Almanlarla
Yahudilerin cinsel ilişkiye girmesi ve evlenmesi yasaktı. Kırk beş yaş
altındaki Alman kadınların bir Yahudinin evinde çalışmasına da izin
verilmiyordu. Bütün bu şartlardan sadece sonuncusu pratik açısından bir önem
taşıyordu; diğerleri yalnızca defacto
bir durumu yasallaştırıyordu. Nümberg Yasaları’nın Yahudilerin Alman Reich'
mdaki yeni konumunu netleştirdiği artık iyice hissediliyordu. 30 Ocak 1933'ten
beri, biraz yumuşatarak söyleyecek olursak, Yahudiler ikinci sınıf vatandaş
sayılıyordu; hem terör hem de etraflarındaki diğer insanların olup bitenlere
her zamankinden daha fazla göz yummaları yüzünden, toplumun geri kalanından
tamamen ayrılmaları için aylar, hatta haftalar yetmişti. Berünli Dr. Benno Cohn
ifade verirken "Yahudilerle Yahudi olmayanlar arasında bir duvar
vardı," diyordu, "Almanya içinde o kadar seyahat ettiğim halde, bir
Hı- ristiyanla konuştuğumu hatırlamıyorum". Yahudiler artık, Yahudilere
özel yasaların çıkarılıp bittiğini, diğer yasal haklarının ellerinden
alınmayacağım düşünüyorlardı. Kendilerine ayrılan alanda etliye sütlüye
karışmadan yaşarlarsa (zaten bir biçimde bunu yapmaya zorlanıyorlardı) kimse
onları rahatsız etmeyecekti. Yahudi Reich-
svertretmg'm (Berlin cemaatinin ön ayak olmasıyla Eylül 1933'te
kurulan, Almanya'daki bütün Yahudi cemaatlerini ve Örgütlerini bir Çatı altında
toplayan ve yöneticileri kesinlikle Naziler tarafından atanmayan ulusal
birliğin) ifadesiyle, Nümberg Yasaları'yla amaçlanan "Alman ve Yahudi
halkları arasında, idare edecek kadar bir ilişki kurmayı mümkün kılacak bir
zemin oluşturmaktı". Berlin cemaati üyelerinden radikal bir Siyonistin bu
açıklamaya ekleyecekleri vardı; "İnsan her türlü yasanın idaresinde
yaşayabilir. Gelgele- lim, neye izin verildiğini ve neyin yasaklandığını
bilmeden yaşayamaz. Faydalı ve saygıdeğer bir vatandaş bile, büyük bir halkın
içindeki bir azınlığın üyesi haline gelebilir" (Hans Lamm, Über dieEnt- wicklung des deuîschen
Juderıtums, 1951). Hitler’in 1934'te Rohm' ü tasfiye ederek
SA'nın, önceki pogromlardan ve vahşetlerden neredeyse tek başına sorumlu olan
kahverengi üniformalı Fırtına Süva- rileri'nin gücünü kırdığından ve
Eichmann'ın kibirle "Fırtına metotları" dediği yollara başvurmaktan
her zaman kaçman siyah üniformalı SS'lerin gücünün her geçen gün biraz daha
arttığından habersiz olmanın gönül rahatlığıyla, Yahudiler genellikle geçici
bir anlaşmanın mümkün olacağına inanıyorlardı; "Yahudi meselesinin
çözümü" için işbirliği yapmayı bile teklif etmişlerdi. Kısacası, Eich-
mann dört yıl sonra "uzmanı" ayılacağı Yahudi meselelerinde çıraklığa
başladığı ve Yahudi yetkililerle ilk temaslarını gerçekleştirdiği sıralarda,
hem Siyonistler hem de Asimilasyonistler Yahudiliğin bütün ihtişamıyla
"yeniden canlandırılmasından", "Alman Yahudiliğiyle ilgili
büyük, yapıcı bir hareketten" bahsediyor; kendi aralarında hâlâ ideolojik
açıdan -göçün gerçekleşip gerçekleşmemesi kendi kararlarına bağlıymış gibi-
Yahudi göçünün istenen bir şey olup olmadığını tartışıyorlardı.
Eichmann'ın polis soruşturması sırasında,
yeni departmanda çalışmaya nasıl başladığıyla ilgili olarak anlattıkları,
şüphesiz çarpıtılmış olmakla beraber doğruluk payı da taşır ve tuhaf bir
biçimde bu hayal âlemini anımsatır. Von Mildenstein -işe başladıktan sonra
Eichmann'ı Albert Speer'in Todt Örgütü’nün karayolları inşasıyla ilgili
biriminin başına transfer ettiren yeni patronu- Eichmann'dan ilk olarak Theodor
Herzls'in ünlü Siyonist klasiği Der
Jııdenstaat'ı (Yahudi Devleti) okumasını istemişti. Bu kitabı
okuyan Eicbmann, anında yüzünü Siyonizme döndü ve hayatının geri kalanında bu
meseleyle hep ilgilendi. Görünüşe göre hayatı boyunca okuduğu ilk ciddi kitap,
Eichmann'm üstünde kalıcı bir etki bırakmış. O günden beri, tekrar tekrar
söylediği gibi (daha sonra önerilen "fiziksel çö- züm"den, yani
başlarda Yahudileri kovmak için kullanılan ama zaman içinde yok etmeye kayan
çözümden ziyade) "siyasi bir çözüm" üretmekten ve "Yahudilere
üstünde durabilecekleri sağlam bir zemin sağlamanın” bir yolunu bulmaktan başka
bir şey düşünemez olmuştu. (1939'da Herzl'in Viyana'daki mezanna saygısızlık
edenleri protesto ettiğini ve sivil giysiler içinde, Herzl’in ölümünün otuz beşinci
yıldönümünde düzenlenen anma törenlerine katıldığım gösteren raporlar olduğuna
dikkat etmekte fayda var. İşin tuhafı, Yahudi yetkililerle arasının ne kadar
iyi olduğuyla sürekli Övünüp durduğu Kudüs'te, Eichmann bunlardan hiç
bahsetmedi.) Bu girişime katkıda bulunmak için, sözü edilen fikirleri SS
arkadaşları arasında yaymaya, bu konu hakkında seminerler vermeye ve broşürler
hazırlamaya başladı. Daha sonra çat pat, Yiddiş bir gazeteyi kesik kesik
okuyacak kadar İbranice öğrendi - çok zor bir iş başardığı söylenemez; zira
Almanca konuşan herkes, birkaç düzine İbranice kelimeyi iyice öğrendikten
sonra, esasen İbranice harflerle yazılan eski bir Alman lehçesi olan Yiddİş'i
kolaylıkla anlayabilir. İkinci bir kitap, Adolf Böhm'ün History of.Zionistrimi
(Siyonizmin Tarihi) bile okudu (duruşma boyunca bu kitabı Herzl'in Judenstaafıyla
karıştırıp durdu); söylediğine göre, gazete dışında herhangi bir şey okuma
konusunda her zaman çok isteksiz davranmış ve sırf babasını üzmek için, evdeki
kütüphaneden asla yararlanmamış biri için büyük bir başarı sayılabilirdi bu.
Böhm'den hareketle, bütün örgütleri, gençlik kollan ve faiklı programlanyla
Siyonist hareketin organizasyon yapısını inceledi. Bu kadarlık bir çalışma,
Eichmann’ı bu konuda "otorite" yapmasa da, Siyonist bürolarının ve
toplantılarının resmi casusu olarak görevlendirilmesine yetti. Bu noktada,
Yahudi meseleleriyle ilgili eğitiminin neredeyse sadece Siyonizm ile ilgili
olduğuna dikkat çekmekte fayda var.
Hepsi uzun zamandır Siyonist hareketin
içinde bulunan tanınmış Yahudi yetkililerle ilk temasları gayet memnuniyet
vericiydi. "Yahudi meselesine" neden bu kadar hayranlıkla baktığını,
kendi "idealizmiyle" açıklıyordu; her zaman küçük gördüğü Asimilasyo-
rüştlerin ve kendisine hiç ilginç gelmeyen Ortodoks Yahudiler'in aksine bu
Yahudiler, tıpkı Eichmann gibi ”idealist"ti. Eichmann’a göre, her ne kadar
bu nitelikleri idealistlikten ayırmak pek mümkün görünmese de,
"idealist" olmak sadece bir "fikre" inanmak veya çalıp
çırpmamak ya da rüşvet almamak demek değildi. "İdealist" dediğin
fikri (idea) için yaşardı
-dolayısıyla bir işadamı idealist olamazdı- ve fikri için her şeyi, dahası
herkesi feda etmeye hazır olurdu. Polis soruşturması sırasında, böyle bir şey
yapması gerekseydi kendi babasını bile ölüme göndermekten çekinmeyeceğini
söylerken, sadece emir kulu olduğunu ve emirlere itaat etmeye hazır olduğunu
vurgulamaya çalışmıyordu; kendisinin her zaman tam bir "idealist"
olduğunu da göstermeye çalışıyordu. Herkes gibi, tam bir "idealisf'in de
şahsi duygulan olurdu elbette; ama "fikri" ile çatışıyorsa, bu
duyguların yapacaklarını engellemesine asla izin vermezdi. Eichmann'm
karşılaştığı Yahudiler arasındaki en büyük "idealist" Dr. Rudolf
Kastner'di; Yahudilerin Macaristan'dan sürülmeleri sırasında müzakerelerde
bulunmuşlar ve yüz binlerce Yahudinin Auschvvitz'e nakledilmeden Önce tutulduğu
kamplarda "asayiş ve düzen"in sağlanmasına karşılık, Eichmann'm
birkaç bin Yahudinin "yasadışı yollardan" Filistin'e geçişine
(aslında bu trenlerin başında Alman polisi bekliyordu) izin vermesi konusunda
anlaşmaya varmışlardı. Anlaşma sayesinde kurtulan, daha ziyade tanınmış Yahu-
dilerden ve Siyonist örgütlerin gençlik kollarına üye olanlardan oluşan bu
birkaç bin kişilik grup, Eichmanrim ifadesiyle, "en iyi biyolojik
malzemeydi”. Eichmann’m anladığı kadarıyla, Dr. Kastner "fikri"
uğruna Yahudi kardeşlerini feda etmişti, zaten olması gereken de buydu.
Eichmann duruşmasındaki üç hâkimden biri olan Benjamin Halevi, İsrail’deki
Kastner duruşmasına başkanlık etmişti; bu duruşmada, Eichmann’la ve başka üst
düzey Nazilerle işbirliği yaptığı için kendisini savunmak zorunda kalan
Kastner, Halevi' ye göre "ruhunu şeytana satmıştı”. Sanık sandalyesine
oturunca, şeytan başımıza "idealist" kesilmişti. Bu durumda, inanmak
ne kadar zor olsa da, ruhunu şeytana satan birinin de "idealist” olması
gayet mümkündür.
Eichmann, çıraklığında öğrendiklerini
uygulamak için ilk fırsatı, bütün bunlar olmadan çok önce yakaladı. Anschluss'tan
(Reich'ın Avusturya’yı ilhak etmesinden) sonra, Mart 1938'de, göç işlerini
organize etmek üzere Viyana'ya gönderildi. Bu sırada, Almanya’da kimsenin göç
diye bir şeyden haberi yoktu; çünkü 1938 sonbaharına kadar, bu ülkedeki
Yahudiler çok isterlerse göç etmelerine izin verileceği ama buna asla
zorlanmayacakları yalanma inandılar. Alman Yahudilerinin bu yalana
inanmalarının sebeplerinden biri, 1920' de hazırlanan NSDAP programıydı. Weimar
Anayasasıyla aynı tuhaf kaderi paylaşan bu program da asla resmi olarak
feshedilme- mişti; hatta Hitler, Yirmi Beş Madde’den oluşan bu programın tek bir
maddesinin bile "değiştirilemeyeceğini" açıklamıştı. Daha sonra
olanlar düşünülürse, bu planın Yahudi aleyhtarı hükümlerinin aslında zararsız
olduğu bile söylenebilirdi: Yahudiler tam vatandaş olamayacaklar, devlet
kadrolarında görev alamayacaklar, basın sektöründe çalışamayacaklardı ve 2
Ağustos 19İ4'ten, I. Dünya Savaşı başladıktan sonra Alman vatandaşlığına
geçenler vatandaşlık haklarından mahrum bırakılacaklar, yani sınırdışı
edileceklerdi. (Her zamanki gibi, vatandaşlık haklarından mahrum etme süreci
hemen başlatıldı; Zbaszyn'deki Polonya sınırına doğru her gün biraz daha
sürülen ve burada hemen kamplara kapatılan on beş bin kadar Yahudinin toptan
sınırdışı edilmesiyse bundan tam beş sene sonra, artık kimsenin böyle şeyler
olmasını beklemediği bir sırada gerçekleştirildi.) Nazi yetkililer Parti
programını hiçbir zaman ciddiye almadılar; herhangi bir partiden farklı olan
bir harekete, hiçbir programın sınırlayamayacağı bir harekete ait olmakla
övünüp durdular. Naziler iktidara gelmeden önce bile, bu Yirmi Beş Madde sadece
parti sistemine ve oy verecekleri partinin programının ne olduğunu soracak
kadar antika olan müstakbel parti seçmenlerine bahşedilmiş bir ayrıcalıktan
başka bir şey değildi. Anladığımız kadarıyla, Eichmann'ın böyle kötü
alışkanlıkları yoktu; Kudüs mahkemesine Hitler'in programını bilmediğini
anlatırken muhtemelen doğruyu söylüyordu: "Parti programının ne olduğu pek
Önemli değildi; sonuçta, katıldığınız şeyin ne olduğunu biliyordunuz."
Diğer taraftan Yahudiler, Yirmi Beş Madde'yi ezbere bilecek ve buna inanacak
kadar antika insanlardı; Parti programının yasal uygulamalarıyla çelişen ne
varsa, genellikle disiplinsiz üye veya grupların gelip geçici, "devrimci
taşkınlıklarına" veriyorlardı.
Ama Mart 1938'de Viyana'da olanlar
düşünülenlerden çok farklıydı. Eichmann’ın görevi, "tehcir" olarak
tanımlanmıştı ve bu sefer
tehcir tam da tehcir anlamında kullanılıyordu: Ne
istediklerine ve hangi ülkenin vatandaşı olduklanna bakılmaksızın, bütün
Yahudi- ler göç etmeye zorlanacaktı, yani sürülecekti. Eichmann ne zaman
hayatının bu on iki yılını düşünse, Avusturya Yahudileri Göç Merkezi’nin
yöneticisi olarak Viyana'da geçirdiği bu bir seneyi, hayatının en mutlu ve en
başarılı senesi olarak görüyordu. Kısa bir süre önce subay rütbesine yükselerek
Untersturmführer,
yani teğmen olmuş ve "muarızların, yani Yahudilerin örgütlenme yöntemleri
ve ideolojisi konusundaki engin bilgisinden" dolayı takdire layık
görülmüştü. Viyana’daki görevi ilk önemli işiydi; çok yavaş ilerleyen
kariyerinin akıbeti, bu zamana kadar hep sürüncemede kalmıştı. Bu işi başarmak
için muhtemelen deli gibi uğraşmıştı, başarısı gerçekten kayda değerdi: Sekiz
ay içinde kırk beş bin Yahudi Avusturya'yı terk etmişti, aynı dönemde
Almanya'dan ayrılan Yahudilerin sayısı ise on dokuz bini geçmiyordu. Aradan on
sekiz ay geçmeden, Avusturya neredeyse yüz elli bin Yahudıden
"temizlendi". Yahudi nüfusun aşağı yukarı yüzde altmışım oluşturan bu
insanların hepsi ülkeden "yasal olarak" ayrıldı; savaş patlak
verdikten sonra bile altmış bin kadar Yahudi ülkeden kaçtı. Peki ama Eichmann
bunu nasıl yaptı? Bütün bunları mümkün kılan asıl fikir, elbette Eichmann'dan
çıkmadı; kesin denebilecek kadar yüksek bir ihtimalle .bu talimatı veren,
Eichmann'ı Viyana’ya göndermiş olan Heydrich'ti. (Eichmann, bu fikrin kimden
çıktığını açıkça söylemedi ama böyle bir imada bulundu; diğer taraftan [Yad
Vashem'in yayımladığı Bülten'® göre]
"Adolf Eichmann'm tam sorumluluğu" gibi fantastik bir teze ve hatta
"bütün bu fikirlerin tek kişiden [mesela, Eichmann'dan] çıktığı" gibi
daha fantastik bir varsayıma sarılan İsrailli yetkililer, kendini dev aynasında
görmeye zaten meyilli olan Eichmann'm işini kolaylaştırmaktan başka bir işe
yaramaz.) Heydrich'in Kristali-
nacht sabahı
Göring'le birlikte bir toplantıda açıkladığı bu fikir gayet basit ve özgündü:
"Yahudi cemaati aracılığıyla, göç etmek isteyen zengin Yahudilerden bîr
miktar para topladık. Zengin Yahudi- ler, bu miktarı ödeyerek ve üstüne biraz
da döviz vererek fakir Yahudilerin ülkeyi terk etmesini mümkün hale getirdiler.
Asıl sorun, zengin Yahudilerin ülkeden ayrılmasını nasıl sağlayacağımız değil,
Yahudi ayaktakımmdan nasıl kurtulacağımızdı." Ve bu "sorunu"
çözen Eichmann değildi. Duruşma bittikten sonra Hollanda Devlet
Savaş Dokümantasyonu Enstitüsü'nden edinilen bilgilere göre,
"göç fonları" fikrinin sahibi -Eichmann ifadesinde böyle söylemişti-
"Viyana, Prag ve Berlin'deki Yahudi göçü merkez bürolarındaki yasal
meselelerle ilgilenmesi için kendisinin işe aldığı" Erich Raja- kowitsch
adında "parlak bir avukattı". Bir süre sonra, Nisan 1941' de,
Heydrich "işgal edilen bütün Avrupa ülkelerinde, 'Yahudi meselesinin
çözümü' için model oluşturacak bir merkez büro kurmak" üzere
Rajakowitsch’i Hollanda’ya gönderir.
Yine de, ancak operasyon sırasında
çözülebilecek bir yığın sorun vardı hâlâ; Eichmann o sırada şüphesiz, hayatında
ilk defa, bazı özel nitelikleri olduğunu fark ediyordu. Gayet iyi becerdiği,
başkalarından daha iyi yaptığı iki şey vardı: örgütlemek ve müzakerelerde
bulunmak. Avusturya'ya varır varmaz, Yahudi cemaatinin temsilcileriyle
müzakereleri başlattı. Ama daha Önce, bu insanları hapisten veya toplama
kampından çıkarması gerekmişti. Çünkü Almanya’da görülen
"taşkınlıklardan" kat kat fazla olan "devrimci coşku",
Avusturya'nın önde gelen Yahudilerinin neredeyse hepsinin hapsedilmesiyle
sonuçlanmıştı. Böyle bir deneyimden sonra, Eich- mann’m Yahudileri göçün
kendilerinin iyiliğine olduğuna ikna etmesine gerek kalmadı. İşin aslına
bakılırsa, göçle ilgili zorlukları gündeme getiren de Yahudiler oldu. Mali
sorun çoktan "çözülmüştü", şimdi önlerindeki en büyük sorun her
göçmenin ülkeden ayrılabilmek için toplaması gereken evrakların çok fazla
olmasıydı. Bu evrakların hepsi sınırlı bir süre için geçerliydi ve bu nedenle
Yahudiler daha sonuncu belgeyi alamadan genellikle ilkinin zamanı çoktan geçmiş
oluyordu. Eichmann İşlerin nasıl yürüdüğünü, daha doğrusu nasıl yürümediğini
anlayınca, "kendisine danıştı" ve "iki taraf için de adil
olacağını düşündüğü bir fikre hayat verdi". "Bir montaj hattı"
hayal etti, "bu hattın bir ucundan ilk belge girecek, sonra süreç içinde
diğer belgeler buna eklenecek ve hattın öteki ucundan da son ürün olarak bir
pasaport çıkacaktı". Bu hayalin gerçek olabilmesi için, konuyla ilgili
bütün yetkililerin -Maliye Bakanlığı çalışanları, gelir vergisi memurları,
polis, Yahudi cemaati, vb - aynı çatı altında toplanması; aynı çatı altında,
başvuru sahibinin gözü önünde çalışmaya zorlanması gerekiyordu. Böylelikle
başvuru sahibi de artık bir devlet dairesinden diğerine koşturup durmak zorunda
kalmayacak, muhtemelen kendi üstünde oynanabilecek aşağılayıcı oyunlardan
korunacak ve birtakım rüşvet harcamalarından kurtulacaktı. Eichmann, her şey
hazır hale gelince ve montaj hattı pürüzsüz ve süratli bir biçimde çalışmaya
başlayınca, yapılan işi teftiş etmeleri için Berlin'deki Yahudi yetkilileri
"davet etti". Yetkililer gördükleri karşısında dehşete düşmüşlerdi:
"Otomatik bir fabrika, firma bağlı bir un değirmeni gibiydi. Hâlâ biraz
malı mülkü, fabrikası, dükkânı veya banka hesabı olan bir Yahudiyi sistemin bir
ucuna koyuyordunuz; tezgâh tezgâh, daire daire dolaşıp öteki uçtan beş parasız,
bütün haklarından yoksun bırakılmış ve eline sadece bir pasaport tutuşturulmuş
biri olarak çıkıp geliyordu. Pasaportunda da şu yazıyordu: 'İki hafta içinde
ülkeyi tek etmezseniz toplama kampına gönderileceksiniz.1"
Bu süreç işin iç yüzünü anlatıyordu
aslında, ama işin iç yüzü sadece bundan ibaret değildi. Zira bu Yahudilerin
neden "beş parasız" bırakılamayacağı çok açıktı; böyle bir zamanda,
başka hiçbir ülke onları kabuî etmeye yanaşmazdı. Yahudiler ihtiyaçları olan Vorze- igegeldi, vize
alabilmek ve kendilerini kabul edecek ülkenin göçle ilgilenen birimlerinden
geçebilmek için göstermeleri gereken parayı buldular. Ellerinde biraz da döviz
olması gerekiyordu, ama Re- ich'm bu dövizi Yahudilerle çarçur etmeye hiç
niyeti yoktu. Bu ihtiyaçlar, Yahudilerin yabancı ülkelerdeki banka hesaplarıyla
karşılanamazdı; yıllardır yasadışı sayıldıkları için, bu hesaplara ulaşmak her
halükârda çok zordu. Bu nedenle Eichmann Yahudi yetkilileri, büyük Yahudi
örgütlerinden fon istemeleri için yurtdışma gönderdi ve Yahudi cemaati de bu
fonları sağlam bir kâr payı ekleyerek müstakbel göçmenlere sattı mesela, piyasa
değeri 4,20 mark olan 1 dolar, 10-20 marka satılıyordu. Yahudi cemaati bu
sayede hem fakir Yahudiler ve yurtdışmda parası olmayanlar için gerekli parayı
hem de kendisinin artık iyice kapsamlı hale gelen fâaliyetleri için gerekli
fonları sağladı. Almanya'nın mali otoriteleri, yani Bakanlık ve Hazine bu
anlaşmaya şiddetle karşı çıktı. Eichmann yine de anlaşmayı yaptı, ama sonunda
bu muamelelerin Mark'm değer kaybına uğramasına yol açtığını gördü.
Eichmann'm sonunu hazırlayan felaket, bu
kadar yüksekten atması oldu. Savaşın son günlerinde adamlarına şunları
söylerken yaptığı, yine atıp tutmaktan başka bir şey değildi: "Güle oynaya
mezara gireceğim; çünkü beş milyon Yahudinin [veya "Reich düş-
maninin", hep böyle söylediğini iddia ediyordu] ölümü yüzünden vicdan
azabı çektiğimi bilmek bana olağanüstü bir tatmin hissi veriyor." Eichmann
mezara girmedi; vicdan azabı çekmesine yol açan bir şey olduysa, o da cinayet
değil -daha sonra öğrendiğimize göre- Viyana Yahudi cemaatinin başında bulunan
ve sonradan en gözde Yahudilerinden biri haline gelen Dr. Josef Lövvenherz'e
tokat almasıydı. (Kendi personeli önünde Löwenherz'den özür dilemiş, yine de bu
olay canım hep sıkmış.) Eichmann’ın beş milyon Yahudi- nin, bütün Nazi
bürolarının ve yetkililerin elbirliğiyle acı çektirdiği Yahudiierin hepsinin
ölümünden sorumlu olduğunu iddia etmesi, kendisinin de gayet iyi bildiği gibi
abesti; ama bu iddiayı kendisini dinleyen herkese gına getirecek kadar, hatta
on iki sene sonra Arjantin’deyken bile tekrarlıyordu. Çünkü "sahneden
böyle indiğini düşünmek olağanüstü bir sevinç hissi veriyordu" Eichmann’a.
(Savunma için tanıklık eden ve Eichmann’ı Macaristan’dan tanıyan eski Elçilik
Müşaviri Horst Grell ifade verirken Eichmann’ın atıp tuttuğunu düşündüğünü
söylemişti. Eichmann’ın bu saçma iddiasını duyan herkes bunu hemen anlamış
olmalı.) Sanki getto sistemini kendisi "bulmuş" veya bütün Avrupa
Yahudilerini Madagaskar’a sevk etme fikrine kendisi "hayat vermiş” gibi
davranırken yaptığı, yine atıp tutmaktan başka bir şey değildi. Eichmann’ın
"fikir babası" olduğunu iddia ettiği Theresienstadt gettosu, işgal
edilen Avrupa topraklarının getto sistemiyle tanışmasından yıllar sonra
kurulmuştu; birtakım imtiyazlı kategorilere göre Özel bir getto kurma işi de,
tıpkı getto sisteminin kendisi gibi, Heydrich’in "fikriydi". Görünüşe
göre, Madagaskar planı Alman Dışişleri Bakanlığı’nın bürolarında "hayat
bulmuştu"; Eichmann'm bu plana katkısı da sevgili Dr. Löwenherz'ine çok
şey borçluydu, zira Eichmann dört milyon Ya- hudinin savaştan sonra Avrupa'dan
-muhtemelen Filistin'e, çünkü Madagaskar planı çok gizli tutuluyordu- nasıl
nakledilebileceği konusunda "birkaç fikir geliştirmesi" için
Löwenherz’i görevlendirmişti. (Duruşmada bu raporla karşılaşınca, yazanın
Löwenherz olduğunu inkâr etmedi; gerçekten yerin dibine geçmiş gibi göründüğü
nadir anlardan biriydi bu.) Sonunu hazırlayan da büyük laflar etmeden
duramamasıydı zaten -diyar diyar dolanan adsız sansız bir gezgin olmaktan
sıkılmıştı- ve hem başka hiçbir şeyi yapmaya değer bulmadığına hem de savaştan
sonra kendisine hiç beklenmedik bir "şöhret" bahşedildiğine göre, bu
itki zamanla daha da güçlenmiş olmalıydı.
Büyük laflar etmek yaygın bir kusurdur;
özelde ise, Eichmann’ ın karakterini belirleyen asıl kusur, herhangi bir
meseleye başkasının gözünden bakma konusunda bu kadar beceriksiz olmasıydı. Bu
kusur en çok Viyana yıllarıyla ilgili olarak anlattıklarında göze çarpıyordu.
Eichmann, adamları ve Yahudiler "elbirliğiyle çalışıyorlardı" ve ne
zaman bir sorun çıksa Yahudi yetkililer "içlerini boşaltmak",
"bütün üzüntü ve kederlerini" anlatmak ve yardım istemek için koşa koşa
Eichmann'a geliyorlardı. Yahudiler göç etmek "istiyordu", zaten
Eichmann Yahudilere yardım etmek için oradaydı, zira Nazi yetkililer de
Reich'larım judenrein
görmek istediklerini ifade etmişlerdi. İstekleri Örtüşüyordu ve o, Eichmann,
"iki tarafın da hakkını verebilirdi”. Duruşmada, sıra hikâyenin bu
bölümüne geldiğinde, Eichmann hiç istifini bozmadı; yine de bugün, "zaman
çok değiştiğinden", Yahudilerin bu "elbirliğiyle çalışmayı"
hatırlamaktan pek hoşlanmayabileceklerini kabul ediyordu ve onların
"duygularım incitmek" istemiyordu.
29 Mayıs 1960 ile 17 Ocak 1961 arasında
yürütülen polis soruşturması kayıtlarının her sayfası Eichmann’ın
düzeltmesinden ve onayından geçen Almanca metni -korkunç olanın sadece saçma
değil, düpedüz komik de olabileceğini anlayacak kadar aklı başında olduğu
sürece- bir psikolog için gerçek bir altın madenidir. Bu komedinin bir kısmını
İngilizce'ye aktarmak olanaksızdır; çünkü kaynağı tam da Eichmann'ın
Almanca'yla kahramanca mücadelesi, her defasında yenilgiyle sonuçlanan bu
savaştır. Sık sık kullandığı "kanatlı kelimelerle" (geflügelte Worte -
klasiklerden yapılan meşhur alıntılar için kullanılan, gündelik Almanca'dan bir
tabir) aslında beylik lafları (Redensarten)
veya sloganları (Schlagvvorte)
kastetmesi komiktir. Sassen dokümanlarıyla ilgili olan ve mahkeme reisinin
Almanca yürüttüğü çapraz sorgu sırasında, hikâyelerine biraz heyecan katmaya
çalışan Sassen'e nasıl karşı koyduğunu anlatmak için "kontra geben"
(kısasa kısas) ifadesini kullandı; kâğıt oyunlarının hikmetlerini besbelli
bilmeyen Hâkim Landau ne demek istediğini anlamadı, Eichmann ise aklmdakileri
başka türlü anlatmanın bir yolunu bulamadı. Muhtemelen okul yıllarında bile
başına bela olan -ve hafif bir dilyitimine yaklaşan- bu kusurun pek farkında
olmayan Eichmann, "benim tek dilim, resmi yazışmalarda kullanılan bu dil [Amtssprache]"
diyerek özür diledi. Ama resmi yazışmalarda kullanılan bu dilin kendi dili
haline gelmesinin asıl sebebi, Eich- maraı'm sahiden klişe olmayan tek kelime
edememesiydi. (Psiki- yatristlerin gayet "normal" bulduğu ve "insanların
çok hoşuna gittiğini" düşündüğü şeyler bu klişeler miydi? Bir papazın
yardımına koştuğu ruhlarda görmek isteyeceği "olumlu düşünceler"
bunlar mıydı? Eichmann karakterinin bu olumlu yanını göstermek için en iyi
fırsatı Kudüs'teyken, zihinsel ve psikolojik sağlığından sorumlu genç bir polis
memuru biraz gevşemesi için kendisine Lolitdyi
verdiğinde yakalamıştı. Aradan iki gün geçtikten sonra kitabı geri vermişti, bu
duruma ne kadar içerlediği her halinden belliydi; polise, "Ahlaki açıdan
kesinlikle çok zararlı bir kitap" ["Das
İst aber ein sehr unerfreuliches Buch"] demişti.) Sonunda
sanığa "boş laflar" ettiğini söylediklerinde, hâkimler şüphesiz çok
haklıydılar; ama bu boş lafların sahte olduğunu, sanığın çirkin ve aslında hiç
de boş olmayan diğer düşüncelerini bu yolla saklamaya çalıştığını düşünürken
yanılıyorlardı. Kötü hafızasına rağmen, Eichmann’ın kendisi İçin önemli
olayları her defasında kelimesi kelimesine aynı beylik laflarla ve kendi
uydurduğu klişelerle (ne zaman kendi kelimeleriyle bir cümle kurmayı başarsa,
bu cümleyi klişe haline gelene kadar tekrar ediyordu) anlatmasındaki dikkat
çekici tutarlılık bu varsayımı çürütüyordu. İster Arjantin veya Kudüs'te
anılarını yazarken ister polis soruşturması veya duruşma sırasında olsun, her
zaman aynı şeyleri aynı biçimde ifade ediyordu. Eichmann'ı dinledikçe, konuşma
konusundaki yetersizliğinin düşünme,
daha doğrusu başka- lamım bakış açısına göre düşünme konusundaki
yetersizliğiyle yakından ilişkili olduğunu daha iyi anlıyordunuz. Eichmann'la
iletişim kurmanın imkânsız olmasının nedeni yalan söylemesi değil, kelimelere
ve başkalarına karşı ve buna bağlı olarak gerçekliğe karşı en güvenilir zırhla
sarılmış olmasıydı.
Nitekim, Yahudi bir polis tarafından
sorguya çekilmenin gerçekliğiyle sekiz ay boyunca karşı karşıya kalan Eichmann,
bu polise neden SS içinde daha yüksek bir mertebeye ulaşamadığını, yük-
selememesinin kendi hatası olmadığını uzun uzun, tekrar tekrar anlatma
konusunda bir an olsun tereddüt etmedi. Yükselmek için her şeyi yapmıştı, hatta
kendisini aktif göreve yollamalarını bile istemişti - "Cepheye gidersem
daha çabuk albay olurum, diye düşünmüştüm". Ama mahkemede aksini iddia
etmiş, sanki tayin olmayı sırf kanlı görevlerinden kaçmak için istemiş gibi
konuşmuştu. Bu iddiasında fazla ısrar etmedi; yine de, tuhaf bir biçimde,
Başkomi- ser Less'e anlattıklarıyla da yüzleşmek zorunda kalmadı. Less’e Ein- satzgruppen'e,
Doğu'daki mobilize katliam birliklerine atanmayı ümit ettiğini, zira Mart
1941’de bu birliklerin düzenli hale gelmesiyle kendi bürosunun
"öldüğünü" söylemişti - göç bitmiş, tehcir operasyonlarıysa daha
başlamamıştı. Nihayet en büyük tutkusundan da bahsetmişti; polis şefliğine
yükselerek bir Alman kasabasına atanacak ve eski günlerdeki gibi, bu işe
karışmayacaktı. Soruşturma kayıtlarının bu sayfalarını böylesine komik kılan,
Eichmann' ın bütün bunları acıklı hikâyesini dinleyen herkesin "normal,
insani" bir sempati göstereceğinden emin biri havasında anlatmış
olmasıydı. "Yaptığım bütün hazırlıklar, planlar hep ters gitti; hem şahsi işlerim
hem de Yahudilere bir yer ve toprak sağlamak için yıllar yılı verdiğim uğraşlar
hep ters gitti. Bilmiyorum, sanki her şey kötü bir büyünün etkisi altındaydı;
ne arzuladım, istedim, planladımsa kaderim bir biçimde buna engel oldu. Konu ne
olursa olsun, emeklerim hep boşa gitti." Başkomiser Less, eski bir SS
albayından edinilen ve muhtemelen Eichmann’m söyledikleriyle çelişen, anlattık-
• lannı yalanlayan kanıtlar hakkında ne düşündüğünü sorduğunda, öfkeden
sarsılarak şöyle haykırdı: "Bu adam zamanında nasıl SS, nasıl albay olmuş
hiç aklım almıyor, bunu hiç aklım almıyor. Böyle bir şeyin olması kesinlikle
ama kesinlikle imkânsız. Ne söyleyeceğimi bilemiyorum." Bunları söylerken
asla saygısızlık etmek gibi bir niyeti yoktu, geçmişte hayatım yönlendiren standartlan
o zaman bile savunmak ister gibiydi. "SS", "kariyer" veya
"Himmler" (ona hiç hayranlık duymadığı halde, Himmler’den söz ederken
her zaman o uzun resmi sıfatını kullanırdı: Reichsführer SS ve Polis Şefi)
kelimeleri Eichmann1 m içinde değiştirilmesi kesinlikle imkânsız bir
mekanizmayı harekete geçirirdi. AlmanyalI bir Yahudi olan ve SS üyelerinin,
yüksek ahlaki nitelikler sergileyerek kariyerlerinde ilerlediklerini düşünme
ihtimali hiçbir surette bulunmayan Başkomiser Less'in varlığı, bu mekanizmayı
bir an olsun rayından çıkarmamış.
Komedi zaman zaman dehşete dönüşür ve
muhtemelen gayet doğru, korkunç mizahı her türlü Gerçeküstücü icadı kolayca
aşan
hikâyelerle sonuçlanır. Eichmann'm polis soruşturması
sırasında anlattığı, Yahudi cemaatinin temsilcilerinden biri olan talihsiz
Viya- nah Ticaret Müşaviri Storfer ile ilgili hikâye de böyle bir hikâyedir.
Eichmann, Auschwitz Komutanı Rudolf Höss'ten bir telgraf almış ve telgrafta
Storfer’in çok kısa bir süre önce Auschwitz'e getirildiği, acilen Eichmann'ı
görmek istediği yazıyormuş. "Tamam, dedim kendime, bu adam her zaman iyi
davranışlar sergiledi, ona vakit ayırmaya değer... Bizzat gidip derdinin ne
olduğunu öğreneceğim. Eb- ner'e [Viyana Gestaposunun şefi] çıktım; Ebner,
hatırlayabildiğim kadarıyla, 'Keşke böyle bir münasebetsizlik yapmasaymış,
saklanmış ve kaçmaya çalışmış' gibisinden bir şeyler söyledi. Polis de Stor-
fer’i yakalayıp toplama kampına göndermiş. Reichsführer'in [Himm- ler]
emirlerine göre, bir kere içeri giren biri asla dışarı çıkamazdı. Kimsenin
elinden bir şey gelmezdi, ne Dr. Ebner ne ben ne de bir başkası bu konuda
hiçbir şey yapamazdık. Auschwitz'e gittim ve Höss'ten Storfer'i görme ricasında
bulundum. 'Evet, evet [dedi Höss], çalışma ekiplerinden birinde.' Storfer'le
karşılaşmak normal, insani bir şeydi; normal, insani bir karşılaşmaydı. Ne
kadar üzüntülü ve kederli olduğunu anlattı. Ben de, 'Aziz dostum Storfer [Ja, mein li- eber guter Storfer],
kesinlikle çok şanssızız!' dedim. 'Ne şanssızlık ama!' Bir de, 'Bak, sana
gerçekten yardım edemem, çünkü Reichsführer'in emirlerine göre kimse dışarı
çıkamaz. Ben seni çıkara- mam. Dr. Ebner de seni çıkaramaz. Duyduğuma göre bir
hata yapmışsın, saklanmışsın veya kaçmaya çalışmışsın; neticede senin böyle bir şey
yapmana gerek yoktu,' dedim. [Eichmann, Yahudi temsilcilerinden biri olduğu
için Storfer'in tehcir operasyonundan muaf olduğunu kastediyordu.] Buna
karşılık ne söylediğini hatırlamıyorum. Daha sonra halini hatrım sordum.
Storfer şey dedi, hah, çalışmaması İçin bir şeyler yapılıp yapılamayacağını
merak ediyordu, yaptığı iş çok ağırdı. Ben de Höss'e, 'Çalışmasın, Storfer
çalışmasın!' dedim. Ama Höss, 'Burada herkes çalışır,' diye karşılık verdi.
'Tamam,' dedim; 'Storfer'in bir süpürgeyle çakıl taşlı yolları temiz tutma
işiyle görevli olduğunu,' küçük çakıl taşlı yollar vardı orada, 'süpürgesiyle
banklardan birine oturmaya hakkı olduğunu bildiren bir pusula hazırlayacağım'.
Storfer’e, 'Olur mu, Bay Storfer? Sizin için uygun mu?' dedim. Buna çok memnun
oldu, el sıkıştık; daha sonra süpürgesini getirdiler, Storfer de gidip bankına
oturdu. Yıllarca beraber çalıştığım adamı en azından görebildiğim için,
konuşabildiğimiz için büyük bir sevinç yaşıyordum." Bu normal, insani
karşılaşmadan altı hafta sonra, Storfer öldü - gazla zehirlenmemiş- ti anlaşılan,
ama vurulmuştu.
Ders kitaplarına konu olacak bir kötü niyet vakası, sahte bir
kendini aldatmayla korkunç bir aptallığın birleşimi mi bu? Yoksa sadece hiçbir
zaman pişmanlık duymayan suçluya (Dostoyevski günlüklerinin bir yerinde,
Sibirya'daki onlarca katil, tecavüzcü ve soyguncudan bir tanesinin bile hata
yaptığını kabul ettiğini görmediğini söyler), suçu gerçekliğin ayrılmaz bir
parçası haline geldiği için gerçeklikle yüzleşmeyi göze alamayan bir kişiye mi
örnektir? Yine de Eichmann'm durumu, sıradan bir suçlunun durumundan farklıdır:
Sıradan suçlu kendisini, suçla ilişkili olmayan dünyanın gerçekliğinden, sadece
kendi güruhunun dar sınırları içinde tam anlamıyla koruyabilir. Eichmann'm
yalan söylemediğinden, kendini aldatmadığından emin olmak için geçmişi
düşünmesi yeterliydı; çünkü Eichmann ile yaşadığı dünya, bir zamanlar kusursuz
bir uyum içindeydi. Seksen milyon insanıyla Alman toplumunu gerçeklik ve
olgulardan koruyan da yine aynı araçlardı; aynı kendini aldatma, ay- • m
yalanlar ve Eichmann'm zihniyetine artık iyice kök salmış olan aynı aptallıktı.
Bu yalanlar yıldan yıla değişiyor ve çoğu zaman bir- biriyle çelişiyordu;
dahası, Parti hiyerarşinin çeşitli kademelerindeki insanların ya da genel
anlamda halkın inandığı yalanların ille de aynı olması gerekmiyordu. Ancak
kendini aldatma pratiği çok yaygınlaşmış, hayatta kalmanın neredeyse en önemli
ahlaki Önkoşullarından biri haline gelmiştir; dolayısıyla bugün, Nazi rejiminin
çöküşünden on sekiz yıl sonra, bu rejimin apaçık yalanlarının büyük bir kısmının
unutulduğu bir zamanda bile, yalancılığın Alman ulusunun karakterinin
ayrılmaz.bir parçası haline geldiğini düşünmemek zordur. Savaş sırasında, Alman
halkının tamamı üstünde en çok etkili olan yalan, "Alman halkının kader
savaşı" [der Schick- salskampf
des deutschen Volkes] sloganıydı. Hitlerin veya Goeb- bels'in
bulduğu bu slogan, insanın kendini aldatmasını üç açıdan kolaylaştırıyordu:
Birincisi, bu savaş aslında savaş değil, demeye getiriyordu; İkincisi, savaşı
başlatan Almanya değil, kader olmuştu;
üçiincüsü, bu savaş Almanlar için bir ölüm kalım meselesiydi
- ya düşmanlarını yok edeceklerdi ya da kendileri yok olacaklardı.
Hem Arjantin'deyken hem de Kudüs’teyken,
Eichmann'm suçlarım itiraf etme konusunda insanı hayrete düşürecek kadar
istekli davranmasının nedeni, suç konusunda kendini aldatma kapasitesinden
ziyade Üçüncü Reich'ın genel ve genel kabul gören atmosferini oluşturan
sistematik yalancılığın hâlesiydi. "Tabii ki" Yahudile- rin yok
edilmesinde rol oynamıştı; tabii ki Eichmann "Yahudileri nakletmese, kimse
kasabın eline düşmezdi". "Ne 'itiraf edeyim?" diye soruyordu.
Daha sonra, artık "eski düşmanlarıyla barış yapmak istediğini"
söylüyordu - Eichmann'm hislerini paylaşan sadece Himmler (savaşın son yılında
böyle hissettiğini söylemişti) veya İşçi Cephesi lideri Robert Ley (Nümberg'de
intihar etmeden önce, katliamlardan sorumlu Nazilerden ve hayatta kalan
Yahudilerden oluşan bir "uzlaşma komitesi" kurmayı teklif etmişti)
değildi; ne kadar inanılmaz olsa da, savaş sona erdiğinde, sıradan pek çok
Almanın ağzından da kelimesi kelimesine aynı şeyleri duyuyordunuz. Bu korkunç
klişe tepeden inme değildi, daha çok kendilerinin uydurduğu beylik bir laftı,
insanların on iki senedir birlikte yaşadığı diğer klişeler gibi bu da
gerçeklikten yoksundu ve ağzından çıkar çıkmaz, konuşan kişiye "olağanüstü
bir sevinç hissi" verdiğini neredeyse görebiliyordunuz.
Eichmann'm zihni böyle cümlelerle ağzına
kadar doluydu. Hafızası gerçek olaylar konusunda ne kadar güvenilmez olduğunu
kanıtlamıştı. İyice çileden çıktığı ender anlardan birinde, Hâkim Landau şöyle
demişti: "Ne hatırlayahilirsinT
(çeşitli öldürme metotlarının tartışıldığı meşhur Wannsee Toplantısını
hatırlamıyorsan). Eich- mann'm cevabı, kariyerinin dönüm noktalarını gayet iyi
hatırladığı; ama bu anların Yahudileri yok etmenin tarihinin, daha doğrusu
tarihin dönüm noktalarıyla kesişmediği oldu elbette. (Savaşın başladığı veya
Rusya’nın işgal edildiği tarihi tam olarak hatırlamakta her zaman zorluk
çekmişti.) Ama asıl mesele, şu veya bu zamanda kendisine "sevinç
hissi" vermeye yaramış cümlelerden birini bile unutmamış olmasıydı. Bu
nedenle, hâkimler çapraz sorgu sırasında ne zaman Eichmann'm vicdanına
başvurmaya çalışmışlarsa "sevinç" ile karşılaşmışlar, hayatının her
dönemi ve her faaliyeti için emrine amade başka bir sevinç verici klişesi
olduğunu öğrendiklerinde hem öfkelenmiş hem de huzursuz olmuşlardı. Eichmann'm
zihninde, savaşın sonu için gayet uygun olan "güle oynaya mezara
gireceğim” sözü ile artık -çok farklı koşullar altında- Eichmann'm içini rahatlatmakla
tamamen aynı işlevi yerine getiren "yeryüzündeki bütün antisemitîere ibret
olsun diye, herkesin gözü önünde seve seve
kendimi asarım” sözü arasında çelişki yoktu.
Eichmann'm bu alışkanlıkları duruşma
boyunca bir hayli sorun yarattı - Eichmann’dan ziyade onu suçlamaya, savunmaya,
yargılamaya ve haber yapmaya gelenler için. Bütün bu işleri halledebilmek için
Eichmann’ı ciddiye almak gerekiyordu, ama bu adamı ciddiye almak çok zordu.
Çünkü bunu yapmanm tek yolu, gerçekleştirilen fiillerin kelimelerle ifade
edilemeyecek kadar korkunç olması ile bu fiilleri gerçekleştiren kişinin
komikliği arasındaki ikilemi çözmeye çalışırken kolaya kaçıp Eichmann'm aslında
cin gibi, işini bilen bir yalancı olduğu sonucuna varmaktı; ne var ki,
Eichmann’m böyle biri olmadığı ortadaydı. Eichmann'm bu konudaki kanaatleri
mütevazıîıktan çok uzaktı: "Kaderin bana bahşettiği birkaç yetenekten
biri, bana bağlı olduğu ölçüde, hakikati söyleme yeteneğidir." Savcı,
işlemediği suçlan üstüne yıkmaya çalışmadan önce bile böyle bir yeteneğe sahip
olduğunu iddia etmişti. Arjantin'de Sas- sen’le görüşmeye hazırlanırken, hâlâ
-o dönemde kendisinin de dikkat çektiği gibi- "fiziksel ve psikolojik
açıdan tam bir özgürlüğe" sahip olduğu zamanlarda aldığı düzensiz ve
gelişigüzel notlarda, "geleceğin tarihçilerine, burada kaydedilen
hakikatin yolundan sapmayacak kadar nesnel olmaları" konusunda fantastik
bir uyarıda bulunuyordu - uyarısının bu kadar fantastik olmasının sebebi,
doğrudan, teknik ve bürokratik açıdan kendi işiyle ilgili olmayan her şeyden
tamamen habersiz olduğunun ve çok kötü bir hafızaya sahip olduğunun bu
karalamalardan satır satır okunmasıydı.
Savcı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu
adamın "canavar" olmadığı ortadaydı, ama soytarı olmadığından
kuşkulanmamak elde değildi. Bu şüphe meselenin tamamı açısından hayati-bir önem
taşıdığından; Eichmann ve onun gibilerin milyonlarca insana çektirdiği ıstırap
göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir şüpheyi devam ettirmek çok zor
olduğundan, Eichmann'm en korkunç soytarılıkları pek fark edilmedi ve neredeyse
hiçbir zaman rapor edilmedi. Önce, üstüne basa basa, şu bedbaht hayatından
öğrendiği tek şeyin insanın asla yemin etmemesi gerektiği olduğunu söyleyen
(”Bugün, hiç kimse, hiçbir hâkim beni yeminli ifade vermeye; tanık olarak,
yeminliyken bir şeyler açıklamaya ikna edemez. Bunu reddediyorum, bunu ahlaki
nedenlerle reddediyorum. Deneyimlerim bana, bir yemin edince, bu yemin yüzünden
olabileceklerin sorumluluğunu üstlenmek gerektiğini gösterdiğinden, düşünüp
taşındım ve yeryüzün- deki hiçbir hâkimin veya başka hiçbir otoritenin beni
asla yemin etmeye, yeminli ifade vermeye zorlayamayacağı sonucuna
vardım"); ama daha sonra, kendi savunmasını kendisi yapmak isterse,
savunmasına "yeminli veya yeminsiz" devam edebileceği açıkça anlatıldığında,
bu duruma hiç ses çıkarmadan yeminli ifade vermeyi yeğleyeceğini açıklayan bir
adamla ne yapılır? Bir taraftan, polis müfettişi gibi mahkemeyi de tekrar
tekrar, büyük bir duygu şovuyla, yapabileceği en kötü şeyin gerçek
sorumluluklarından kaçmak, canının derdine düşmek, af dilenmek olduğu konusunda
ikna etmeye çalışan; ama diğer taraftan, avukatının talimatları doğrultusunda,
elle yazılmış, af talebim içeren bir belgeyi mahkemeye sunan bir adamla ne
yapılır?
Eİchmann açısından, bunların hepsi sadece
ruh halindeki değişikliklerle ilgiliydi; o anki ruh halini anlatmak için ister
eskiden bildiği ister o anda uydurduğu sevinç verici, beylik bir laf edebildiği
sürece, keyfine diyecek yoktu; söylediklerinin "tutarsız" olabileceği
aklının ucundan bile geçmiyordu. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi
Eichmann, kendini klişelerle teselli etme konusundaki bu korkunç yeteneğinden,
son nefesini verirken bile vazgeçmedi.
BU DURUŞMA, davacı
ile davalının gerçekleri ortaya çıkarmak için verdikleri olağan mücadeleyle,
her iki taraf için de adil olanı yapmak üzere düzenlenen sıradan bir duruşma
olsaydı, şimdi de savunmanın bu meseleyi nasıl sunduğuna bakabilir, Bichmann'ın
Viyana macerasının diğer yüzü üzerinde durabilir ve gerçekleri çarpıtmasının
altında bir bireyin aptallığından başka bir şey olup olmadığını anlamaya
çalışabilirdik. Eichmann'ı ipe götüren gerçekler, duruşma başlamadan uzun zaman
Önce, "makul şüphelere mahal vermeyecek" şekilde gözler önüne
serilmişti; Nazi rejimiyle ilgilenen hemen her araştırmacı bunları gayet iyi
biliyordu. İddia makamının gözler önüne sermeye çalıştığı diğer gerçekleri
aslında mahkeme ■ tarafından kısmen kabul gördü; ama savunma konuyla ilgili
kendi kanıtlarını getirmiş olsaydı, bu gerçeklerin "makul şüphelere mahal
vermediği" kesinlikle söylenemezdi. Dolayısıyla Eichmann duruşmasından
ayrı, Eichmann vakasıyla ilgili bir rapor, Dr. Servatius'un gayet iyi bildiği
halde anlamazlıktan geldiği birtakım gerçekleri göz Önünde bulundurmadığı sürece
tamamlanmış sayılmaz.
Bu durum özellikle de Eichmann’ın
"Yahudi meselesi" ile ilgili şaşkın bakış açısı ve ideolojisi için
geçerlidir. Çapraz sorgu sırasında, Eichmann Viyana’dayken düşündüklerini
mahkeme reisine şöyle anlatıyordu: "Yahudileri muarız olarak görüyordum;
dolayısıyla bu duruma her iki taraf için de kabul edilebilir, adil bir çözüm
bulmak gerekiyordu ... Benim öngördüğüm çözüm Yahudilerin ayaklarının altına
sağlam bir toprak vermekti; böylece kendilerine ait bir yerleri, topraklan
olacaktı. Bu çözüm için zevkle çalışıyordum. Bu çözüme ulaşmak için
memnuniyetle, zevkle işbirliği yaptım; çünkü bu çözüm bizzat Yahudi halkı
içinden çıkan hareketlerin onayladığı
çözümdü ve ben de Yahudi meselesine en uygun çözümün bu
olduğunu düşünüyordum.” "Elbirliğiyle” çalışmalarının, işlerinin
"mütekabiliyet esasına" dayanmasının gerçek nedeni buydu. Yahudile-
rin hepsi bunu anlamamıştı belki ama ülkeden ayrılmaları onların yararınaydı;
"biri onlara yardım etmeliydi, biri bu Yahudi yetkililerin harekete
geçmesine yardım etmeliydi ve ben de tam bunu yaptım". Yahudi yetkililer
"idealist,” yani Siyonistse, Eichmann onlara saygı gösteriyor, "dengi
gibi davranıyor", bütün "ricalarını, şikâyetlerini ve destek
taleplerini” dinliyor, verdiği sözleri elinden geldiğince tutmaya çalışıyordu -
"Bunu genellikle unutuyorlar". Yüz binlerce Yahudiyi kurtaran
Eichmann değil miydi? Yahudiler tam zamanında kaçmayı, Eichmann'm örgütlenme
konusundaki büyük gayreti ve yeteneği sayesinde başarmamış mıydı? Kabul ediyordu,
Nihai Çözüm'ün adım adım yaklaştığını zamanında görememişti; ama nihayetinde
onları kurtarmıştı, bu bir "gerçekti". (Duruşma sırasında Amerika’da
yapılan bir röportajda, Eichmann’m oğlu da Amerikalı muhabirlere aynı hikâyeyi
anlatmıştı. Bu hikâye, Eichmann ailesinin efsanelerinden biri haline gelmişti
herhalde.)
Savunma avukatının Eichmann’m
Siyonistlerle ilişkileriyle ilgili olarak anlattıklarını desteklemek için neden
hiçbir şey yapmadığını bir bakıma anlayabiliriz. Eichmann, Sassen röportajında
olduğu gibi, "kendisine verilen görevi, ahıra götürülen bir öküzün
kayıtsızlığıyla karşılamadığını", "bugüne kadar eline bir kitap
[mesela, Herzl’in Judenstaat'mı]
alıp okumadığı, kitabın ne söylediğini anlamaya ve özümsemeye, merakla
özümsemeye çalışmadığı" için "işiyle içsel, uyumlu bir ilişkisi"
olmayan meslektaşlarından çok farklı olduğunu itiraf etti. Hepsi "işinin
kölesiydi", onlar için her şey "paragraflarla ve emirlerle
belirlenirdi, başka hiçbir şeyle ilgilenmezlerdi"; kısacası, savunmaya
göre, tıpkı Eichmann gibi onlar da kesinlikle çarkın "küçük
dişlilerinden" başka bir şey değillerdi. Bütün bunlar Führer'in emirlerine
sorgusuz sualsiz itaat etmek anlamına geliyorsa, hiçbiri bu çarkın küçük
dişlilerinden başka bir şey değildi - hatta Himmler bile. Masörü Felix
Kersten'in açıklamalarına bakılırsa, Himmler'in Nihai Çözüm’ü sevinçle
karşıladığı söylenemezdi; ayrıca Eichmann polis müfettişine ısrarla, amiri
Heinrich Müller'in asla "fiziksel imha" kadar "ilkel" bir
öneride bulunmayacağını anlatıyordu. Eichmann'm gözünde, çarkın küçük dişlileri
teorisinin bu konuyla hiçbir ilgisi olmadığı ortadaydı. Bay Hausner nasıl
göstermeye çalışırsa çalışsın, Eichmann hiçbir zaman çok büyük biri olmamıştı:
Hitler değildi ne de olsa; Yahudi meselesinin "çözümü" açısından,
kendisini Müller, Heydrich veya Himmler'le de kıyaslayamazdı, megaloman
değildi. Ama savunmanın olmasını isteyeceği kadar küçük de değildi.
Eichmanrim gerçekliği çarpıtması
korkunçtu, çünkü çarpıttığı gerçekler korkunç şeylerdi. Yine de, Hitler’den
sonra Almanya’da olanlardan çok da farklı değildi. Örneğin, eski Savunma Bakanı
Frânz-Josef Strauss, bir ara Willy Brandt'a karşı bir seçim kampanyası
yürütüyordu; şimdilerde Batı Berlin belediye başkanı olan Brandt ise Hitler
döneminde Norveç'e iltica etmişti. Strauss, Brandt'a "Almanya'da
olmadığınız on iki yıl ne yaptınız?" diye soruyordu ve "Biz burada,
Almanya'da ne yaptığımızı gayet iyi biliyoruz," diyordu. Strauss, herkesin
kulağına giden ve görünüşe göre büyük bir başarı kazanan bu soruyu sorarak aslında, Bonn
hükümetinin üyesine, o yıllarda Almanya'da olan Almanların yaptıkları
fenalıkların nasıl herkesin diline düştüğünü hatırlatmış oluyor; dahası ne
üstüne almıyor ne de utanıp sıkılıyordu. Aynı "masumiyet", saygı
gören ve bu saygıyı hak eden bir Alman edebiyat eleştirmeninin geçenlerde boş
bulunup yaptığı bir açıklamada da vardır. Muhtemelen hiçbir zaman Parti’ye üye
olmayan bu eleştirmen, Üçüncü Reich dönemine ait bir edebiyat incelemesini
değerlendirirken, yazarın "barbarlığın patlak verdiği bir zamanda,
hepimizi birden terk eden entelektüellerden" olduğunu söyler. Bu yazar
elbette Yahudidir; Naziler onu kovmuş ve asıl Yahudi olmayanlar, Rheinischer Merkür'den
Heinz Beckmann . gibiler onu terk etmiştir. Bu arada, günümüzde Almanların
Hitler döneminden bahsederken sık sık "barbarlık" kelimesine
başvurmaları da gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir; zira
Yahudi ve Yahudi olmayan entelektüellerin, bu ülkeyi artık yeterince
"medeni" bulmadıkları için terk ettikleri izlenimini yaratmaktadır.
Diğer taraftan
Eichmann -her ne kadar devlet adamları ve edebiyat eleştirmenleri kadar medeni
olmasa da- hafızası biraz daha iyi olsaydı veya savunma kendisine yardım
etseydi, hikâyesini desteklemek için, birtakım su götürmez gerçekleri
aktarabilirdi. Zira "Yahudi politikalarının ilk aşamalarında, Nasyonal
Sosyalistlerin Siyonizm taraftarı bir tavır takınmanın daha uygun olacağını
düşündüklerine hiç şüphe yoktu" (Hans Lamm) ve Eichmann da Yahudi- ler
hakkında bir şeyler öğrenmeye yine bu politikanın ilk aşamalarında başlamıştı.
Bu "Siyonizm taraftarlığını" ciddiye alan bir tek Eichmann değildi
elbette; yeni bir "disimilasyon" süreciyle "asimilasyonun"
etkisiz hale getirilebileceğini düşünerek, Alman Yahudi- leri de akın akın Siyonist
hareketin saflarına katıldılar. (Elimizde bu gelişmeyle ilgili güvenilir bir
istatistik yok ama Hitler döneminde, haftalık Siyonist gazetesi Die Jüdische Rundschau'nm
tirajının 5-7 binden neredeyse 40 bine çıktığı tahmin ediliyor; 1935-36'da,
Siyonist hareket için para toplayan organizasyonların, sayısı büyük ölçüde
azalmış ve iyice fakirleşmiş bir halktan, 1931-32 yıllarına göre üç kat daha
fazla gelir elde ettikleri biliniyor.) Yahudilerin ille de Filistin’e göç etmek
istedikleri yoktu, daha ziyade bir gurur mesele- siydi bu: "Sarı
Yıldız'ını gururla taşı!" Jüdische
Rundschau!nun baş editörü Robert Weltsch'in bulduğu, dönemin bu
en popüler sloganı, genel duygusal atmosferi ifade ediyordu. Nazilerin
Yahudileri beyaz zemin üzerine altı uçlu sarı bir yıldızdan oluşan bu amblemi
taşımaya bilfiil zorlamasından en az altı yıl öncesine tekabül eden 1 Nisan
1933 Boykot Gününe cevaben formülleştirilen sloganın tartışmalı tarafı,
"asimilasyonistleri" ve yeni "devrimci gelişmeyi" kabul
etmeyenleri, "her daim zamanın gerisinde kalanları" (die ewig Gestrigen)
hedef almasıydı. Almanya'da yaşayan bazı tanıklar, duruşma sırasında çok
duygulandıkları bir anda bu sloganı hatırlattılar. Ama yaptığı işle ön plana
çıkan gazeteci Robert Welsch’in geçen yıllarda, gelecekte olacakları önceden
görebilseydim böyle bir sloganı asla kullanmazdım, dediğini söylemeyi
unuttular.
Bütün sloganları ve ideolojik tartışmaları
bir yana bırakacak olursak, o yılların gündelik gerçeklerinden biri de, sadece
Siyonist- lerin Alman yetkililerle müzakerelerde bulunma şansına sahip
olduğuydu. Zira o dönemde Almanya’daki Örgütlü Yahudilerin yüzde doksan beşinin
üye olduğu Yahudi Alman Vatandaşları Cemiyeti, iç tüzüğünde başlıca görevini
"antisemitizme karşı savaş" olarak belirlemiş ve Alman yetkililerin
birinci düşmanı olmuştu. Bir anda tanım gereği "Devlet düşmanı” haline
gelen bu örgüt, yapması beklenenleri yapmaya cüret etmiş olsaydı, gerçekten
büyük bir zulüm görürdü (ama görmedi). Hitler’in iktidarda olduğu ilk
senelerde, Si- yonistler bu durumu esasen "asimilasyonculuğun kesin
yenilgisi" olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla Siyonistler Nazi
yetkililerle, en azından bir süreliğine, suça bir ölçüde bulaşmayan bir
işbirliğine girdiler; Siyonistler de genç Yahudilerin ve Yahudi sermayedarların
Filistin'e göçüyle birlikte "disimilasyonun" "her iki taraf için
de adil bir çözüm" olabileceğine inanıyorlardı. O zamanlarda, Alman
yetkililerin çoğu böyle düşünüyordu ve hep böyle şeylerden bahsediyordu.
Theresienstadt'tan kurtulan bir Alman Yahudisi, yazdığı mektupta, yöneticileri
Nazi yetkililer tarafından atanan Reıch-
svereinigung'daki (Almanya'da Yaşayan Yahudiier Birliği) bütün
önemli pozisyonların Siyonistlerin elinde olduğunu anlatır (oysa esasen
Yahudilerin denetiminde olan Reichsvertretung'da
[Alman Yahudiier Heyeti] Yahudiier kadar Yahudi olmayan yetkililer de
bulunuyordu). Nazilere göre Siyonistler "'iyi' Yahudiîerdi çünkü onlar da
meseleye 'milli' açıdan bakıyorlardı". Tanınmış bir Nazi- nin bir kere
olsun açık açık böyle söylediği duyulmamıştı elbette; en başından en sonuna
kadar, Nazi propagandası şiddetli, su götürmez ve uzlaşmaz bir biçimde
antisemitti; nihayetinde önemli sayılan tek şey, totaliter yönetimin muammaları
konusunda hâlâ deneyimsiz olan insanların "salt propaganda" addedip
reddettikleri şeydi. Bu ilk yıllarda, Nazi yetkililer ile Filistin Yahudi
Acentesi arasında, her iki taraf için de gayet tatminkâr bir anlaşma vardı - bu
Ha’avarah, yani
Transfer Anlaşması, Filistin’e göçen bir Yahudinin parasını burada Alman
mallarına ve vardığında da pound'&
çevirmesini sağlıyordu. Bu yöntem kısa bir süre sonra, bir Yahudinin parasım
yanına alabilmesinin tek'yasal yolu haline geldi (o zaman için bu yöntemin
alternatifi bir bloke hesap açtırıp parayı yurtdışmda yüzde 50-95 zararla geri
almaktı). Sonuç olarak 1930’larda, Amerika Yahudilerinin Alman mallarına karşı
bir boykot düzenlemek için büyük gayretler gösterdiği zamanlarda, Filistin
"Alman mallan"yla dolup taşıyordu.
Eichmann için Filistinli yetkililer daha
önemliydi; Gesîapo’ya ve SS’e kendi inisiyatifleriyle yaklaşacak, ne Alman
Siyonistlerden ne de Filistin Yahudi Acentesinden emir alacaklardı. Yahudilerin
Britanya yönetimindeki Filistin'e yasadışı yollardan göçü için yardım istemeye
geldiler ve hem Gestapo'dan hem de SS'ten yardım gördüler. Eichmann'la
Viyana’dayken müzakerelerde bulundular ve Eich- mann'm "kibar",
"bağırıp çağırmayan biri" olduğunu ve hatta kendilerine, beklenen
göçmenler için mesleki eğitim kamplan kurmak üzere çiftlikler ve tesisler
sağladığını rapor ettiler. ("Bir keresinde, genç Yahudilere eğitim görecekleri
bir çiftlik bulmak için bir grup rahibeyi manastırlarından çıkardı" ve
başka bir sefer de, sınırı güvenle geçtiklerini görmek için, güya
Yugoslavya'daki eğitim çiftliklerine giden bir grup göçmenin "altına özel
bir tren ve yanma da Nazi yetkililer [verdi]". Jon ve David Kimche'nin,
"bütün baş aktörlerin tam ve cömert işbirliğiyle" anlattığı hikâyeye
göre (The Secret Ro- ads:The
"İllegal"MigraîionofaPeople, 1938-1948, Londra, 1954),
bu Filistinli Yahudiler'in konuştuğu dil Eichmann'ınkinden tamamen farklı
değildi. Avrupa'ya Filistin'deki komünal yerleşimler tarafından yollanmışlardı
ve kurtarma operasyonlarıyla ilgilenmiyorlardı: "Bu onların işi
değildi." "Uygun malzemeyi" seçmek istiyorlardı. İmha
programından sonra gelen baş düşmanlan, eski vatanları Almanya veya
Avusturya’da yaşamalarını imkânsız hale getirenler değil; yeni vatanlarına
girmelerini engelleyenlerdi; kuşkusuz bu düşman Almanya değil, Britanya'ydı.
Yerli Yahudilerden farklı olarak, Nazi yetkililere neredeyse onların dengi gibi
davranabilecekleri bir konumda bulunuyorlardı, zira mandacı gücün koruması
altındaydılar. Muhtemelen ilk defa bu Yahudiler, açık açık her iki tarafın da
çıkarını gözetmekten bahsedebiliyorlardı ve kesinlikle ilk defa bu Yahudilerin
toplama kamplarındaki Yahudiler arasından "genç Yahudi öncüleri
seçmelerine" izin verilmişti. Bu anlaşmanın sonunun nerelere
varabileceğini tabii ki bilmiyorlardı, işin aslını daha sonra anlayacaklardı;
ama her nasılsa onlar da, mesele hayatta kalacak Yahudiler! seçme meselesiyse,
seçme işini Yahudilerin yapması gerektiğine inanıyorlardı. Bu yanlış karar,
sonunda seçilmeyen Yahudi çoğunluğun kaçınılmaz olarak iki düşmanla-Nazi
yetkililer ve Yahudi yetkililerle- karşı karşıya kalmasına yol açtı. Viyana
dönemiyle ilgili olarak, Eiehmann'm yüz binlerce Yahudinin hayatını kurtardığı
yönündeki akıl almaz, mahkeme dışında insanların gülüp geçtiği açıklaması,
Yahudi tarihçilerin, Kimche’lerin enine boyuna düşünerek vardıkları hükümden
tuhaf bir biçimde destek bulur: "Nitekim, koca bir Nazi rejiminin
muhtemelen en paradoksal dönemlerinden biri başlamıştır: En büyük Yahudi
katillerinden biri olarak tarihe geçecek bu adam, Yahudilerin Avrupa'dan
kurtarılması için mücadele etmeye, var gücüyle uğraşmaya başlamıştır."
Eichmann'm sıkıntısı, inanılmaz hikâyesini
destekleyebilecek olguların hiçbirini belli belirsiz de olsa hatırlayamaması;
bilgili avukatının ise muhtemelen hatırlayacak bir şey olup olmadığım bile
bilmemesiydi. (Dr. Servatius, eskiden Filistin'e yasadışı yollardan göçü
düzenleyen Aîiyah Beth Örgütünün yetkililerinden birini savunmanın tanığı
olarak çağırabilirdi. Bu yetkililer Eichmann'ı elbette hatırlıyorlardı ve o
sırada İsrail'de yaşıyorlardı.) Eichmann'm hafızası, sadece kariyerini doğrudan
ilgilendiren meseleler söz konusu olduğunda işlevini yerine getiriyordu.
Berlin'deyken Filistinli bir yetkilinin kendisini ziyaret ettiğini hatırlıyordu
-bu yetkili Eich- mann'a kolektif yerleşimlerdeki hayatı anlatmış, Eichmann da
onu iki kere yemeğe çıkarmıştı- çünkü bu ziyaret Filistin'e resmi bir ziyaret
teklifiyle son bulmuştu, Yahudiler Eichmann’a ülkeyi gezdirecekleri. Büyük bir
memnuniyet duymuştu; başka hiçbir Nazi yetkili "uzak bir yabancı
ülkeye" gidememişti, ama Eichmann'm seyahatine izin verilmişti. Mahkeme
Eichmann’m "casuslukla" görevlendirildiği kanaatine vardı; bu
şüphesiz doğruydu ama Eichmann’ m polise anlattığı hikâyeyle çelişmiyordu. (Bu
girişim işe yarar bir sonuç vermedi. Eichmann ve kendi bürosundan Herbert Hagen
adlı bir gazeteci sadece Hayfa’daki Karmel Dağı’m görebildiler; başka bir şey
yapmalarına fırsat kalmadan, Britanyah yetkililer ikisini -de sınırdışı ederek
Mısır'a gönderdiler ve Filistin'e giriş izinlerini iptal ettilçr. Eichmann'a
göre, Kahire'de bulundukları sırada -İsrail Ordusu'nun çekirdeğini oluşturan
Yahudi askeri teşkilatı- "Haga- nah’tan bir adam" onları görmeye
geldi; üstleri, propaganda amaçları doğrultusunda, bu adamın anlattıklarıyla
ilgili "tamamen olumsuz bir rapor" yazmalarını emretti ve Eichmann
ile Hagen de bu görevi Iayıkıyla yerine getirdi.)
Eichmann, böyle küçük başarılar dışında,
sadece ruh hallerini ve bu ruh hallerini anlatmak için uydurduğu beylik lafları
hatırlıyordu; Mısır'a 1937’de, Viyana'daki işine başlamadan önce gitmişti ve
Viyana’yla ilgili olarak da genel atmosferden ve ne kadar "sevinçli"
olduğundan başka bir şey hatırlamıyordu. Farklı ruh halleri ve farklı
''sevindirici" laflar gerektiren yeni bir döneme girildiğinde, bu dönemle
bağdaşmayan eski ruh hallerini ve beylik lafları asla ıskartaya çıkarmama
konusundaki ustalığı -polis soruşturması sırasında defalarca sergilediği bu
ustalık- karşısında, Viyana'da geçirdiği zamanları bir rüya gibi anlatırken
hakikaten çok samimi olduğuna inanası geliyordu insanın. Duygularıyla
düşünceleri arasında hiç tutarlılık olmadığı için, 1938 ilkbaharından Mart
1939'a kadar Viyana'da geçirdiği bir yılın, Nazi rejiminin Siyonizm taraftarı
tavrından vazgeçtiği bir zamana denk gelmesi bile bu samimiyete gölge
düşürmüyordu. Nazi hareketi doğası gereği sürekli devinim halindeydi, her geçen
ay biraz daha radikalleşiyordu; ama üyelerinin en çarpıcı özelliklerinden biri,
psikolojik açıdan her zaman hareketin bir adım arkasında kalmaya meyilli
olmalarıydı - harekete ayak uydurmakta çok zorlanıyorlardı; Hitler'in
tabiriyle, "kendi gölgelerinin üstünden atlayamıyorlardı".
Gelgelelim Eichmann'm kötü hafızası, bütün
nesnel gerçeklerden bile daha beterdi. Viyana'daki Yahudilerden bazılarını,
mesela Dr. LÖwenherz'i ve Ticaret Müşaviri Storfer'i gayet iyi hatırlıyordu;
ama belki de hikâyesini destekleyecek olan Filistinli yetkililer için aynı şeyi
söylemek zordu. Savaştan sonra Eichmann’la müzakereleri üstüne çok ilginç bir
layiha yazan (duruşmayla ortaya çıkan birkaç belgeden biri olan bu dokümanlar
kendisine gösterildiğinde, Eichmann buradaki belli başlı açıklamalara tamamen
katıldığını gördü) Josef Lövvenherz, koskoca bir Yahudi cemaatini Nazi
yetkililerin hizmetindeki bir kurumun çatısı altında bilfiil örgütleyen ilk
Yahudi yetkiliydi. Aynı zamanda, hizmetleri nedeniyle mükafatlandırılan bir
avuç insandan da biriydi - savaşın sonuna kadar Viyana' da kalmasına izin
verildi; daha sonra İngiltere'ye ve ABD'ye göçtü ve Eichmann'm yakalanmasının
hemen ardından, 1961’de öldü. Storfer, daha Önce bahsettiğimiz gibi, bu kadar
şanslı değildi; ama şanssızlığı da Eichmann'm suçu değildi tabii. Storfer fazla
bağımsız hale gelen Filistinli temsilcilerin yerini almıştı; Eichmann'm ona
verdiği görev, Siyonistlerin yardımı olmadan, Yahudilerin zaman zaman yasadışı
yollardan Filistin'e nakledilmesini sağlamaktı. Storfer Siyonist değildi, Nazİler
Avusturya'ya gelene kadar Yahudi meselesiyle hiç ilgilenmemişti. Yine de,
Avrupa'nın yarısının Nazi işgali altında olduğu 1940’ta, Eichmanrim da
yardımıyla, 3500 kadar Ya- hudiyi Avrupa’dan çıkarmayı başardı; görünüşe göre,
Filistinlilerle işleri yoluna koymak için de elinden gelenin en iyisini
yapmıştı. (Storfer'in Auschvvitz'deki zamanlarıyla ilgili hikâyesine şu üstü
kapalı yorumu eklerken, muhtemelen Eichmann'm aklından geçen de buydu:
"Stoıfer Yahudiliğe asla ihanet etmedi, ağzından onlara karşı tek kelime
çıkmadı, Storfer asla böyle bir şey yapmazdı.”) Son olarak, Eichmann’m,
savaştan önceki faaliyetleri nedeniyle hiçbir zaman unutmadığı üçüncü bir
Yahudi, Dr. Paul Eppstein vardı. Dr. Eppstein, Reichsvereinigung'un
son yıllarında Berlin’deki göç işlerinden sorumluydu - yöneticileri Naziler
tarafından atanan bir Yahudi örgütü olan ve Temmuz 1939’da feshedilen Reichsvereinigung'u,
esasen Yahudilerin denetiminde olan Reichsvertretung
ile karıştırmamak gerekir. Dr. Eppstein, Eichmann tarafından Judenâl- tester
(Yahudi Lideri) olarak görev yapmak üzere Theresienstadt'a atandı ve 1944'te
burada vurularak öldürüldü.
Başka bir deyişle, Eichmann sadece tamamen
kendi denetimi altında olan Yahudileri hatırlıyordu. Sadece Filistinli
yetkilileri değil, daha önceden Berlin’de tanıştığı ve idari yetkilere sahip
olmadığı zamanlarda, hâlâ istihbarat işindeyken gayet iyi tanıdığı Yahudi- leri
de unutmuştu. Mesela, Dr. Franz Meyer’in adım bile anmadı. Almanya’daki
Siyonist Örgütü’nün eski yönetim kurulu üyelerinden biri olan Dr. Meyer, iddia
makamının tanığı olarak, sanıkla 1936 ile 1939 arasında gerçekleştirdiği
temaslarla ilgili ifade vermeye geldi. Dr. Meyer, Eichmann’m hikâyesini bir
ölçüde doğruladı: Berlin’deyken, Yahudi temsilciler "şikâyet ve ricalarını
sunabiliyorlardı”, aralarında bir tür işbirliği vardı. Meyer, yeri gelirdi
"biz ondan bir ricada bulunurduk, yeri gelirdi o bizden bir şey
isterdi" dedi; o zamanlar Eichmann "bizi gerçekten dinliyor ve bütün
içtenliğiyle durumu anlamaya çalışıyordu", tavrı "çok düzgündü” -
"bana 'Beyefendi' diye hitap ederdi ve oturmam için koltuğu işaret
ederdi”. Ama Şubat 1939’da her şey değişmişti. Eichmann, Alman Yahudilerinin
liderlerini yeni "tehcir” metotlarını anlatmak için Vi- yana'ya
çağırmıştı. İşte yine karşılarındaydı, Rothschild Sarayı’nın giriş katındaki
geniş bir odada oturuyordu, bu adam kuşkusuz Eich- mann’dı ama bambaşka biri
gibi davranıyordu: "Görüşmenin hemen ardından, arkadaşlarıma aynı adamla
karşılaşıp karşılaşmadığımdan emin olmadığımı söyledim. Eichmann'daki değişim
öyle berbattı ki ... Karşımda dünyayı ben yarattım havasında bir adam vardı.
Bizi o kadar saygısızca, o kadar kaba karşıladı ki. Çalışma masasına
yaklaşmamıza bile izin vermedi. Ayakta öylece beklemek zorunda kaldık."
Savcı ve hâkimler, idari yetkilerle donatıldığı bir pozisyona terfi edince,
Eichmann'm kişiliğinin sahiden değiştiği ve hep öyle kaldığı konusunda
hemfikirdi. Ama duruşma, bu noktada da başka bir yola saptığını ve meselenin
asla bu kadar basit olmadığını gösterdi. Mart 1945'te Theresienstadt'ta
Eichmann'la gerçekleştirdiği görüşmeyle ilgili ifade veren bir tanık vardı;
Eichmann o zaman da Siyonist meselelerle çok alakadar görünüyordu - tanık,
Siyonist bir gençlik Örgütünün üyesiydi ve elinde Filistin'e giriş belgesi
vardı. Görüşme "güzel bir dille gerçekleşmişti, Eichmann nazik ve
saygılıydı". (Eichmann'm avukatı, nedense savunmasında bu tanığın
ifadesine hiç değinmedi.)
Eichmann'm Viyana’da geçirdiği kişilik
değişimi insanda nasıl şüpheler uyandırırsa uyandırsın, bu atamanın kariyerinin
asıl başlangıcı olduğuna şüphe yok. 1937 ila 1941'de dört kere terfi etti; on
dört ay içinde teğmenlikten yüzbaşılığa yükseldi, bunu izleyen bir buçuk sene
içinde yarbay oldu. Eichmann yarbaylığa, Ekim 1941' de, Nihai Çözüm'de
oynayacağı ve sonunda Kudüs Bölge Mahke- mesi'ni boylamasına neden olacak rolün
belirlenmesinin hemen ardından yükseldi. Ve ne yazık ki bu rütbede
"takılıp kaldı"; çalıştığı departmanda daha fazla yükselemeyeceğini
anladı. Fakat kariyer basamaklarını hiç beklemediği kadar hızla tırmandığı dört
yılda bunu anlaması beklenemezdi. Viyana'dayken ne kadar azimli olduğunu
kanıtlamıştı; artık hem "Yahudi meselesi", Yahudi örgütler ve
Siyonist partiler konusunda uzman hem de göç ve tahliye konularında
"otorite", insanları bir yerden bir yere taşıma işinde
"usta" sayılıyordu. En büyük zaferini Kasım 1938'de, Kristallnachî'tm
hemen sonra, Alman Yahudileri kaçmak için ne yapacaklarını şaşırınca kazandı.
Göring, Muhtemelen Heydrich'in önerisiyle, Berlin’de bir Reich Yahudi Göçü
Merkezi kurmaya karar verdi; direktiflerini yazdığı mektupta/kurulacak merkezi
otoritenin modeliyle ilgili olarak, özellikle Eichmann’m Viyana'daki bürosuna
dikkat çekiyordu. Gelgelelim Berlin bürosunun başına Eichmann değil, Heydrich'
in keşfettiği başka biri, Eichmann'm daha sonra büyük takdir toplayan patronu
Heinrich Müller getirilecekti. Heydrich, Bavyeralı sı-; radan bir polis memuru
olan Müller’i bu görevden alıp (Müller, Parti üyesi bile olmadığı gibi, 1933’e
kadar da muhalifti) Berlin'deki Gestapo’ya getirdi; çünkü Müller, Sovyet Rusya
polis sistemi hakkında söz sahibi birisi olarak biliniyordu. Nispeten daha
küçük bir görevle başlamış olsa da, bu atama da Müller'in kariyerinin
başlangıcıydı. (Bu arada, Eichmann gibi böbürlenmeye meraklı olmayan ve
"sfenksleri andıran davranışlarıyla" tanınan Müller izini tamamen
kaybettirmeyi başardı; önce Doğu Almanya, daha sonra da Arnavutluk tarafından
Rus polis sistemi uzmanı olarak işe alındığına dair söylentiler dolaşsa da,
nerede olduğu bilinmiyor.)
Mart 1939'da Hitler Çekoslovakya'ya girdi,
Bohemya ve Morav- ya'yı Alman himayesi altına aldı. Eichmann hemen Prag'da bir
Yahudi göçü merkezi kurmakla görevlendirildi. "Başlarda, Viyana'dan
ayrılma fikri pek hoşuma gitmedi; insan böyle bir büro kurduktan, her şeyin
tıkır tıkır işlemeye başladığı günleri gördükten sonra, kolay kolay bırakıp
gidemiyor." Her ne kadar Viyana'daki sistemin aynısı olsa da, Prag
Eichmann'ı biraz hayal kırıklığına uğratmıştı; çünkü "Çek Yahudi
örgütlerinin yetkilileri Viyana’ya gitti ve Viyana'da- kiler de Prag’a geldi,
dolayısıyla benim pek bir şey yapmam gerekmedi. Viyana'daki model aynen
kopyalandı ve Prag'a taşındı. Nitekim her şey kendiliğinden başlamış
oldu". Ancak Prag merkezi çok daha küçüktü ve "esefle belirtmeliyim
ki Prag'da, yetenek ve enerji açısından Dr. Lövvenherz’le boy ölçüşebilecek
kimse yoktu". Fakat Eichmann'ı mutsuz eden bu şahsi zorluklar,
karşılaştığı tümüyle nesnel zorlukların yanında devede kulak gibi kalıyordu.
Yüz binler- ee Yahudi birkaç yıl gibi kısa bir zamanda vatanından ayrılmıştı,
milyonlarcası da sıradaydı; zira Polonya ve Romanya hükümetleri yaptıkları
resmi açıklamalarla, kendilerinin de ülkelerindeki Yahu- dilerden kesinlikle
kurtulmak istediklerini duyurmuşlardı. "Büyük ve kültürlü bir ulusun"
izinden gidiyorlardı, dolayısıyla dünya onlara neden hiddetleniyordu bir türlü
anlayamıyorlardı. (Potansiyel mülteciler meselesinin patlamaya hazır bir bomba
olduğu 1938’de, Alman Yahudileri sorununun hükümetler arası eylem yoluyla
çözümü için düzenlenen Evian Konferansında ortaya çıktı. Konferansın tam bir
fiyaskoyla sonuçlanması Alman Yahudilerine büyük zarar verdi.) Nasıl daha önce
Avrupa'dan kaçış olanakları tükendiyse, şimdi de denizaşırı göç yolları
tıkanmıştı; en iyi koşullar altında, mesela savaş programını engellemeseydi
bile, Eichmann’m Viyana "mucizesini" Prag’da tekrarlaması kolay kolay
mümkün olmayacaktı.
Eichmann bunu gayet iyi biliyordu; göçle
ilgili meselelerden gerçekten anlıyordu, dolayısıyla bir sonraki görevini büyük
bir memnuniyetle karşılaması beklenemezdi. Eylül 1939’da savaş başladı ve
Eichmann da Müller'in yerine, Reich Yahudi Göçü Merkezi' nin başına geçmek
üzere Berlin'e geri çağrıldı. Bir sene önce olsa, bu yeni atama tam bir terfi
sayılırdı; ama o dönem için zamanlama çok yanlıştı. Eichmann’m yerinde kim
olsa, Yahudi meselesini tehcirle çözmeyi düşünemezdi artık; savaş zamanı
insanları bir ülkeden diğerine nakletmek zaten zorken, Polonya topraklarının
işgaliyle Reich'm Yahudilerinin sayısı daha da arttı, 2-2,5 milyona çıktı.
Hitler hükümetinin Yahudilerini salıverme konusunda hâlâ istekli olduğu
doğruydu (Yahudi göçünü durdurma emri bundan ancak İki yıl sonra, 1941
sonbaharında gelecekti); herhangi bir "nihai çözüm" konusunda bir
karara varılmış olsa bile, o zamana kadar kimseye bu yönde bir emir gelmemişti.
Buna karşılık, Yahudiler çoktan Doğu’daki gettolara toplanmıştı, ayrıca Einsatzgruppen
tarafından tasfiye ediliyordu. Berlin'de "montaj hattı ilkesi"
uyarınca düzenlenen göçün, ne kadar zekice tasarlanmış olursa olsun, kendi
kendini bitirmesi gayet doğaldı - Eichmann'ın ifadesiyle bu süreç "diş
çekmeye benziyordu... yani, iki taraf da bu durumdan bıkıp usanmıştı. Yahudiler
bıkmıştı çünkü kayda değer bir göç imkânı elde etmeleri gerçekten çok zordu,
biz usanmıştık çünkü meydanda ne hummalı bir çalışma ne de gelen giden vardı.
Devasa ve heybetli bir binada, uçsuz bucaksız bir boşluğun tam ortasında öylece
oturuyorduk." Eichmann'ın uzmanlığı olan Yahudi meseleleri göçle sınırlı
kalsa, Eichmann'ın çok geçmeden kendini kapının önünde bulacağı aşikârdı.
NAZİ
REJİMİNİN alenen totaliter ve kriminal bir hal alması savaşın
başlangıcını, 1 Eylül 1939'u buldu. Örgütlenme açısından, bu yönde atılan en
önemli adımlardan biri Himmler’in imzasını taşıyan bir emirdi. Bu emirle, Eichmann'm
1934'ten beri mensup olduğu Parti organı SS Güvenlik Servisi, Gizli Devlet
Polisi’ni (diğer adıyla Ges- tapo’yu) içine alan Devlet Güvenlik Polisi’yle
birleştirildi ve bu birleşmenin sonucunda da Reich Güvenlik Merkez Bürosu
(RSHA) ortaya çıktı. Büronun başına önce Reinhardt Heydrich getirildi, Hey-
drich 1942’de ölünce de yerine Eichmann'm Lİnz'den eski bir tanıdığı olan Dr.
Ernst Kaltenbrunner geçti. Bütün polis yetkilileri, hem Gestapo'nun hem de Adli
Suç Polisi'nin ve Asayiş Poîisi'nin görevlileri, Parti üyesi olup olmamalarına
bakılmaksızın, önceki rütbele- • rine karşılık gelen SS unvanları aldılar;
yani, eski devlet hizmetlerinin en önemli parçalanndan biri, yirmi dört saat
içinde Nazi hiyerarşisinin en radikal bölümlerinden birine katıldı. Bildiğim
kadarıyla, kimse bu duruma itiraz etmedi veya işinden ayrılmadı. (SS başkanı ve
kurucusu Himmler 1939’dan beri Polis Şefi de olduğu halde, bu iki aygıt o
zamana kadar hep ayrıydı.) Üstelik RHSA, SS'teki on iki Merkez Büro'dan sadece
birisiydi. Söz konusu on iki büronun en Önemlileriyse, General Kurt Daîuege'un
komutasındaki, Ya- hudileri toplamakla görevli Asayiş Polisi Merkez Bürosu ile
Os- wald Pohl'un komutasındaki, başlangıçta toplama kamplarından ve daha sonra
da imhanın "ekonomik" tarafından sorumlu olan Yönetim ve Ekonomi
Merkez Bürosu’ydu (SS-Wirtschafts-Venvaltungs-
hauptamt veya WVHA).
Bu "nesnel"
tavır -toplama kamplarından "yönetimle", imha kamplarından da
"ekonomiyle" ilgiliymiş gibi bahsetmek- S S zihniyetinin tipik bir
özelliğiydi ve Eichmarm duruşmada hâlâ bunun-
la iftihar ediyordu. SS
"nesnelliğiyle", şu "hayalperest budala" Stre- icher gibi
"duygusal" tiplerden ve "eski Germen topluluklarındaki insanları
anımsatan, hâlâ başlarına boynuz takıp hayvan postuna sarınmış gibi davranan
Parti kodamanlarından" ayrılıyordu. Eich- mann, böyle saçmalıklardan
hazzetmediği için Heydrich’e büyük bir hayranlık duyuyor; daha pek çok ünvanm
yanı sıra Reichsführer SS ve Almanya Polis Şefi sıfatlarını da taşımasının "uzun
bir süre etkisi altında kaldığı için", her ne kadar SS Merkez Bürolarının
başında bulunsa da, Himmler'e sempati beslemiyordu. Gelgeldim bu duruşmada
"nesnellik" Ödülünü hak eden biri varsa, o da sanık sandalyesinde
oturan emekli SS yarbayı değil; Nazi Partisi'ne asla katılmadığı halde,
mahkemede kendisini dinleyenlere "duygusal" olmamanın ne anlama
geldiği konusunda kolay kolay unutamayacakları bir ders veren Kölnlü vergi ve
ticaret avukatı Dr. Servatius'tu. Duruşmanın en unutulmaz olaylarından biri,
davalı tarafın kısa sözlü savunması sırasında, kararın yazılması için mahkemeye
dört ay ara verilmesinden önce meydana geldi. Servatius sanığın
"iskeletlerin toplanması, kısırlaştırma, gazla Öldürme, vb. tıbbi meseleler" den
sorumlu tutulamayacağını beyan etti. Bunun üzerine Hâkim Ha- levi araya
girerek, "Dr. Servatius, sanırım gazla öldürmenin tıbbi bir mesele
olduğunu söylerken diliniz sürçtü," dedi. Servatius'un verdiği karşılık
ise şöyleydi: "Aslında tıbbi bir konuydu, çünkü bu operasyon doktorlar
tarafından gerçekleştiriliyordu; öldürmeyle
ilgili bir meseleydi ve Öldürme de tıbbi bir meseledir "
Belki de Kudüs’teki hâkimlerin, Almanların -eski SS ve hatta Nazi Partisi
üyelerinin değil, sıradan Almanların- başka ülkelerde yaşayan insanların
cinayet dediği eylemleri bugün bile nasıl değerlendirebildikleri- ni hayatları
boyunca kesinlikle unutmamalarını sağlamak için, davanın Yüksek Mahkeme'de
temyizi için hazırladığı "Asliye Mahkemesinin Kararıyla İlgili
Değerlendirmeler"mde bu sözlerini tekrarladı; bir kere daha, "tıbbi
meselelerle ilgilenen" kişinin Eichmann değil de onun adamlarından biri,
Rolf Günther olduğunu söyledi. (Dr. Servatius Üçüncü Reich'takı "tıbbi
meselelere" gayet aşinaydı. Nümberg'de Hitler'in özel doktoru,
"Hijyen ve Sağlık" yetkilisi ve ötenazi programının başı Dr. Kari
Brandt’ı savunmuştu.)
SS'in
savaş zamanındaki örgüt yapısında, her Merkez Büro’nun bölümleri ve
altbölümleri vardı. RSHA yedi ana bölümden meydana
geliyordu. IV. Bölüm, Gestapo bürosuydu ve başında da
-Bavyera polis teşkilatmdayken de bu rütbeye sahip olan-Tümgeneral Hein- rich
Müîler bulunuyordu. Müller'in görevi "Devlet düşmanı muarızlarla"
savaşmaktı ve iki ayrı kategoriden oluşan bu işle iki ayrı bölüm ilgileniyordu:
IV-A Aîtbölümü Komünizm, Sabotaj, Liberalizm ve Suikastle itham edilen
"muarızlarla"; IV-B ise "mezheplerle", yani Katolikler,
Protestanlar, Masonlar (bu mevki boş kaldı) ve Musevilerle uğraşıyordu. Bu
altbölümlerdeki her kategorinin rakamlarla adlandırılan bir bürosu vardı ve
Eichmann da en sonunda (1941) RSHA'daki IV-B-4'e atanmıştı. Bir üstü IV-B
başkammn varlığıyla yokluğu bir olduğundan, Eichmann aslında her zaman Mül-
ler’in emri altındaydı. Müller'in üstü önce Heydrich’ti, sonra da Kal-
tenbrunner oldu; Heydrich de Kaltenbrunner de Himmler'in emri altındaydı; Himmler
ise doğrudan Hitler'den emir alıyordu.
Himmler on iki Merkez Ofis’e ek olarak,
Nihai Çözüm'ün gerçekleştirilmesinde büyük rol oynayan bambaşka bir örgüt
biçimine de başkanlık ediyordu. Bu yapılanma, bölgesel örgütlere komuta eden
Üst Düzey SS ve Polis Liderleri ağıydı; emir-komuta zincirine göre RSHA'ya
bağlı değildi, doğrudan Himmler'e karşı sorumluydu ve yetkililerinin rütbeleri
de Eichmann'm ve adamlarının rütbesinden yüksekti. Diğer taraftan Einsatzgruppen,
Heydrich’in ve RSHA’ mn komutası altındaydı - bu elbette Eichmann'm onlarla
kesinlikle ilişkili olmadığı anlamına gelmiyor. Keza Einsatzgruppen
komutanlarının rütbesi de Eichmann'mkinden yüksekti. Eichmann'm rütbesi hem
teknik olarak hem de örgütlenme açısından düşük sayılırdı; makamı sırf Yahudi
meselesi yüzünden bu kadar önemli hale gelmişti; salt ideolojik sebeplerden
dolayı, savaşın her geçen günü, haftası, ayı daha fazla önem kazanmış ve
1943'te başlayan mağlubiyet zamanlarına kadar fantastik boyutlara ulaşmıştı.
Mağlubiyet yaklaştığında bile, resmi olarak hâlâ sadece "muarızla,
Yahudilerle" ilgilenen tek büro Eichmann'mkiydi. Ama tekelini kaybetmişti
aslında, çünkü o dönemde bütün bürolar ve aygıtlar, Devlet ve Parti, Ordu ve SS
bu sorunu "çözmekle" meşguldü. Diğer büroları bir yana bırakıp bütün
dikkatimizi sadece polis mekanizması üzerinde toplasak bile, karşımıza
saçmalığa yaklaşan bir karmaşa çıkar; zira Einsatzgruppen,
Üst Düzey SS ve Polis Liderleri'ne Komutanlar'ı, Güvenlik Polisi ve Güvenlik
Servisi Müfettişleri’ni de eklemememiz gerekir.
Her grup sonunda Himmler'e ulaşan farklı emir-komuta
zincirlerine aittir ama hepsi eşittir; belirli bir gruba üye olanlar, başka bir
grubun daha yüksek rütbeli bir subayına itaat etmek zorunda değildir. Ne zaman
Eichmann'ın üstüne belli bir sorumluluk yüklemek istese, paralel kumrulardan
oluşan bu labirentte yolumu bulacağım diye iddia makamının canı çıktı. (Duruşma
bugün yapılsaydı, bu iş çok daha kolay olurdu; çünkü Rauî Hilberg The Destruction of the European
Jews (Avrupa Yahudilerinin İmhası) adlı çalışmasında, bu
inanılmaz derecede karmaşık yıkım mekanizmasının ilk açık seçik betimlemesini
sunmayı başardı.)
Muazzam bir güce sahip bütün bu organların
birbirleriyle sıkı bir rekabet içinde olduklarım da unutmamak lazım - bu
durumun kurbanlarına bir faydası yoktu tabii, zira hepsinin tek bir amacı
vardı: olabildiğince çok Yahudi öldürmek. Kuşkusuz her birinin kendi birimine
büyük bir sadakatle bağlanmasına yol açan bu rekabet ruhu savaştan sonra da
devam etti, ama bu sefer tam tersine işliyordu: Bütün diğer birimleri karalamak
pahasına "kendi birimini aklama" arzusu haline geldi. Eichmann,
Auschwitz Komutanı Rudolf Höss' ün anılarıyla yüz yüze geldiği zaman böyle bir
açıklama yaptı; bu anılarda Eichmann kendisinin asla yapmadığını ve yapacak durumda
bulunmadığını iddia ettiği şeylerle suçlanıyordu. Eichmann Höss'ün, yapmadığı
şeylerin sorumluluğunu "kişisel nedenlerle" kendisine yüklemeyeceğini
hemen kabul etti, ne olsa dostça bir ilişkileri vardı; ama beyhude bir çabayla,
Höss'ün kendi birimi Yönetim ve Ekonomi'yi aklamak için bütün suçu RSHA'nm
üstüne atmak istediğini savundu. Nümberg'de de benzer bir şey oldu, çeşitli
sanıklar birbirlerini suçlayarak mide bulandırıcı bir manzara sergiledi ~ buna
rağmen hiçbiri Hitler'i suçlamadı! Yine de bunu, başkasının canı pahasına da
olsa kendi canlarını kurtarmak için yapmıyorlardı; sanık sandalyesine oturan bu
adamlar, uzun zamandır ayakta olan ve birbirine karşı köklü bir düşmanlık
besleyen farklı farklı örgütleri temsil ediyorlardı. Daha önce de sözünü
ettiğimiz Dr. Hans Globke, Nümberg'de iddia makamı için ifade verirken,
Dışişleri Bakanlığı'm karalamak pahasına kendi İçişleri Bakanlığı'm aklamaya
çalıştı. Buna karşılık Eichmann, Müller'i, Heydrich’i ve kendisine ne kadar
kötü davranmış olursa olsun Kaltenbrunner’i her zaman korumaya çalıştı.
Kudüs'teki iddia makamının nesnellik açı- smdan başlıca hatalarından biri
kuşkusuz argümanını büyük ölçüde, ölü veya diri, eski üst düzey Nazilerin
yeminli veya yeminsiz yazılı ifadelerine dayandırmasıydı; bu belgelerin şüphe uyandırdığını,
gerçekleri ortaya koyan birer kasnak sayılamayacağını anlamadı, anlaması da
beklenemezdi belki, Buna karşılık mahkeme, diğer Nazi suçluların karşıt
ifadelerini değerlendirirken, "savaş suçlarıyla ilgili duruşmalarda
kayıpların veya öldüğü düşünülenlerin üstüne mümkün olduğu kadar çok suç
atmanın alışılmış olduğunu" hesaba katıyordu.
Eichmann RSHA'nm IV. Büro'sundaki yeni
makamına yerleştiğinde bile, bir taraftan Yahudi meselesinin resmi formülünün
"tehcir" olmasından, diğer taraftan da göçün artık imkânsız hale
gelmesinden kaynaklanan bir açmazla karşı karşıyaydı. SS hayatında ilk (ve
neredeyse son) defa, içinde bulunduğu koşullar Eichmann'ı inisiyatifini
kullanmaya, "bir fikre hayat verip veremeyeceğini" görmeye
zorluyordu. Polis soruşturması sırasında anlattıklarına göre, kendisine üç
fikir bahşedilmişti. İtiraf etmek zorundaydı ki, bu fikirlerin üçü de bir işe
yaramamıştı; ne zaman kendi başına bir şey yapmaya kalkışsa, işleri hep ters
gitmişti - Berlin'deki özel kalesini, daha Rus tanklarına karşı dayanıklılığım
deneyemeden "terk etmek" zorunda kalması da son darbe olmuştu. Her
şey tam bir hüsranla sonuçlanmıştı, talihsizlik diye buna denirdi. Anladığı
kadarıyla, bütün dertleri kendisinin ve adamlarının bu İşte yalnız olmamasından
kaynaklanıyordu; bütün diğer Devlet ve Parti büroları "çö- züm"den
pay almak istiyordu. Sonuçta, her köşe başında türeyen "Yahudi
uzmanlarından" oluşan koca bir ordu ortaya çıkmış; uzmanlar, hiçbir şey
bilmedikleri bu alanın tanınmış isimlerinden biri olmak için ellerinden gelen
her şeyi yapıyorlarmış. Eichmann'm onları herkesten daha aşağı görmesinin
nedeni biraz acemilikleri, biraz zengin olmaya çalışmaları ve çoğunun
çalışırken çok zengin olmayı başarması, biraz da cahil, eline bir "temel
kitap" alıp okumamış insanlar olmalarıydı.
Eichmann'm bu üç fikre hayat verirken
sözünü ettiği "temel kitaplardan" esinlendiği; ayrıca, üçüncü fikrini
bir yana bırakacak olursak ("bu fikre hayat veren ben miydim yoksa
Stahlecker [Viyana ve Prag'daki üstü] miydi artık hiç bilmiyorum; öyle veya
böyle fikir hayat buldu"), diğer ikisinin kendi fikri bile sayılamayacağı
ortaya çıktı. Bizim üçüncü olarak saydığımız fikir kronolojik açıdan
birinciydi; "Nisko fikriydi" ve Eichmann'a göre, başarısızlıkla
sonuçlanması, başkasının işine karışmanın ne fena bir illet olduğunun en açık
kanıtıydı. (Bu durumda, asıl suçlu Polonya Genel Valisi Hans Frank'tı.) Bu
planı anlamak için, Polonya'nın işgalinden sonra ve Almanya'nın Rusya'ya
saldırmasından önce, Polonya topraklarının Almanya ile Rusya arasında
bölüşüldüğünü; Alman tarafının Reich'la birleşen Batı Bölgeleri ile Varşova’yı
kapsayan ve Genel Hükümet olarak da bilinen Doğu Bölgesi’nden oluştuğunu
hatırlamakta fayda var. O dönemde, Doğu Bölgesi işgal toprağı muamelesi
görüyordu. Hâlâ Yahudi meselesini "tehcirle" çözmeyi
planladıklarından ve Almanya'yı judenrein
hale getirmeyi amaçladıklarından, ilhak edilen topraklardaki Polonya
Yahudilerinin, Re- ich'm diğer bölümlerinde kalan Yahudilerle beraber, mutlaka
Re- ich'ın bir parçası sayılmayan Genel Hükümet'e sürülmesi gerektiğini
düşünmeleri doğaldı. Aralık 1939’da, doğuya doğru tahliyeler başladı; 600 bini
Reich'a katılan topraklardan, 400 bini de Reich'tan olmak üzere yaklaşık bir
milyon Yahudi Genel Hükümet'e gönderildi.
Nisko macerasıyla ilgili olarak
anlattıkları doğruysa -ki ona inanmamamız için bir sebep yok- Eichmann veya
daha yüksek bir olasılıkla, Prag ve Viyana’daki üstü Tuğgeneral Franz
Stahlecker işlerin bu yönde gelişeceğini aylar öncesinden tahmin etmiş olmalı. Dr. diye hitap etmeyi
hiç ihmal etmediği Stahlecker, Eichmann'a göre gayet hoş, eğitimli, aklı
başında ve "her türlü düşmanlıktan ve şovenizmden uzak" bir adamdı -
Viyana'dayken, Yahudi yetkililerle tokalaşırdı. Bir buçuk sene sonra, 1941
ilkbaharında, bu eğitimli centilmen Einsatzgruppe A Komutanlığı'na atandı ve
bir seneyi biraz aşan bir zamanda (1942'de savaş sırasında öldü) iki yüz elli
bin Yahudiyi kurşuna dizerek öldürmeyi becerdi - her ne kadar polis birimleri
olan Einsatzgrupperiin
başında Güvenlik Polisi ve SD’nin başkanı, yani Reinhardt Heydrich bulunsa da,
yaptıklarını gururla Himmler'e rapor etti. Ama bundan önce, Eylül 1939'da,
Alman ordusu hâlâ Polonya topraklarım işgal etmekle meşgulken, Eichmann ve Dr.
Stahlecker Doğu'da Güvenlik Servisi'nin de söz sahibi olması için neler
yapılabileceğini "kendi aralarında" düşünmeye başladılar.
"Polonya'da alabildiğine geniş bir alan" gerekiyordu; bu toprak
"manda şeklinde Özerk bir Yahudi devletine ayrılacaktı... Çözüm ancak bu olabilirdi".
Daha sonra kendi inisiyatifleriyle, kimseden emir almaksızın keşfe çıktılar.
San Nehri civarındaki, Rusya sının yakınlarındaki Radom Bölgesi’ne gittiler ve
bu bölgenin "köyleri, pazarlan ve küçük kasabalarıyla muazzam bir alan
olduğunu gördüler". "İşte aradığımız bu, neden bir değişiklik yapıp
Lehleri başka bir yere yerleştirmeyelim ki, ne de olsa her tarafta insanların
yeri değiştiriliyor, diye düşündük" - en azından bir süreliğine,
"Yahudi meselesinin çözümü", Yahudilerin ayaklarının altına sağlam
bir toprak vermek olacaktı.
Başlarda her şey gayet yolunda gitti.
Heydrich'e çıktılar, Heyd- rich de olur verip devam etmelerini söyledi. Her ne
kadar Eichmann Kudüs'teyken bunu tamamen unutmuş olsa da, Yahudi meselesinin
çözümünün bu aşamasında, hazırladıkları proje Heydrich’in genel planı için
biçilmiş kaftandı. Heydrich 21 Eylül 1939'da, RSHA'nm ve (Polonya'da çoktandır
faaliyet gösteren) Einsatzgruppen'in
"şube başkanlanm" toplantıya çağırdı ve yakında yapılacaklarla ilgili
genel direktiflerini verdi: Yahudilerin gettolarda toplanması, Siyon Liderleri
Konseyi'nin kurulması ve bütün Yahudilerin Genel Hükümet alanına nakli.
Eichmann bu toplantıya "Yahudi Göçü Merkezinin kurulmasıyla ilgili olarak
katıldı - duruşmanın ilerleyen zamanlarında, İsrail polisinin 6. Büro'sunun
Washlngton’daki Ulusal Arşivler'de bulduğu belgelerle, bunun doğru olduğu
kanıtlandı. Eichmann’ın veya Stahlecker’in girişimi, Heydrich'in direktiflerini
yerine getirecek somut bir plandan başka bir şey değildi artık. Başta
Avusturya’dan olmak üzere binlerce insan apar topar bu ıssız bölgeye
nakledildi. Bir SS subayının, daha sonra HollandalI Yahudilerin nakliyle
görevlendirilen Erich Rajakowitsch'in açıklamalarına bakılırsa, "Führer'in
Yahudilere vaat ettiği yeni vatan" burasıydı; "Herhangi bir yerleşim
yeri veya ev yok. İnşa ederseniz, başınızın üstünde bir çatı olacak. Su yok,
civardaki bütün kuyular hastalık saçıyor; kolera, dizanteri, tifo ortalıkta kol
geziyor. Toprağı kazıp su bulursanız, suyunuz olacak". Bu sözlerden de
anlaşıldığı gibi, "her şey fevkalade görünüyordu"; yalnız bazı Yahudiler
SS tarafından bu cennetten kovulmuş ve Rusya sınırına sürülmüştü, bazıları da
kendi iradeleriyle kaçacak kadar aklıselim davranmıştı. Ama daha sonra,
"Hans Frank işimize çomak sokmaya başladı," diye yakmıyordu
Eichmann; çünkü bu bölge "onun"
olduğu halde, Frank'a haber vermeyi unutmuşlardı. "Frank Berlin'deyken bu
durumdan şikâyetçi oldu ve böylece büyük bir çekişme başladı. Kendi Yahudi
meselesini kendi başına çözmek istiyordu. Genel Hükümet’inde daha fazla Yahudi
istemiyordu, önceden gelenler de bir an önce gözden kay- bolmalıydı."
Nitekim kayboldu da, hatta bazılan ülkesine geri gönderildi; o güne kadar böyle
bir şey olmamıştı, o günden sonra da olmayacaktı. Viyana’ya geri dönenler,
polis kayıtlarına "mesleki eğitimden dönenler" şeklinde geçtiler -
tuhaf bir biçimde, hareketin Siyonizm taraftan olduğu aşamaya geri dönüldü.
Eichmann’ın
"kendi" Yahudilerine biraz toprak sağlamaya neden bu kadar can
attığını anlamanın en iyi yolu kariyerine bakmaktır. Nisko planı, kariyerinde
hızla ilerlediği bir dönemde "hayat buldu"; Eichmann büyük olasılıkla
gelecekte bir "Yahudi Devletinin Polonya'daki Hans Frank gibi Genel Valisi
veya Çekoslovakya'daki Heydrich gibi Protektoru olacağını düşünüyordu.
Gelgeldim bu işin tam bir fiyaskoyla sonuçlanması, Eichmann’a "özel"
girişimin pek mümkün olmadığını ve istenmediğini öğretmiş olmalı. Stahlec- ker
ile birlikte Heydrich'in direktifleri çerçevesinde ve rızası doğrultusunda
hareket ettikleri için, polisin ve SS'in uğradığı bu geçici yenilgiden, yani bu
emsalsiz Yahudi iadesinden, kendi biriminin durmadan artan gücünün her şeye
yetmediğini, Devlet Bakanlıkla- rı'mn ve diğer Parti kuramlarının eski
güçlerini kazanmak için mücadele etmeye hazır olduğunu öğrenmiş olmalı.
Eichmann'm
"Yahudilerin ayaklarının altına sağlam bir toprak vermeye" yönelik
ikinci girişimi Madagaskar projesiydi. Avrupa' daki dört milyon Yahudiyi
tahliye edip Afrika’nın güneydoğu kıyısı yakınlarındaki -4.370.000’lik nüfusu
ve yüzölçümü 638.589.686 km2’yi bulan verimsiz topraklarıyla- bir
Fransız adasına nakletme planı Dışişleri Bakanlığında ortaya çıkmış, daha sonra
da RSHA'ya bildirilmişti; çünkü, Wilhelmstrasse'deki Yahudi meselelerinden
sorumlu olan Dr. Martin Luther'İn ifadesiyle, "Yahudilerin toptan
tahliyesini gerçekleştirmek ve tahliye edilenleri nezaret altında tutmak için
gerekli deneyime ve teknik olanaklara" sadece polis sahipti. "Yahudi
Devleti"nin valisi, Himmler'ın yetkisi altında olacaktı. Bu projenin tuhaf
bir geçmişi vardı. Madagaskar’ı Uganda'yla karıştıran Eichmann daima "bir
zamanlar Yahudi Devleti fikrinin
Yahudi kahramanı Theodor Herzl'in hayal
ettiği şeyin” peşinden koştuğunu iddia etti; ama bu hayalin peşinden başkaları
da koşmuştu: önce, 1937'de büyük zahmetlere girerek,bu fikri enine boyuna
düşünen ve sonunda sayısı neredeyse üç milyonu bulan Yahudileri- ni öldürmeden
nakletmenin kesinlikle imkânsız olduğunu gören Polonya hükümeti; daha sonra da,
Fransa’nın sayısı iki yüz bini bulan yabancı Yahudilerini Fransız kolonisine
nakletmek gibi nispeten daha mütevazı bir planı olan Fransa Dışişleri Bakanı
Georges Bon- neî. 1938'de bu meseleyle ilgili olarak Alman meslektaşı Joachim
von Ribbentrop’a bile danışmıştı. Her şeye rağmen, göç işinin iyice durduğu
1940 yılında Eichmann'a dört milyon Yahudinin Madagaskar’a nakli için ayrıntılı
bir plan hazırlaması söylendi; bir sene sonra Rusya işgal edilene kadar,
zamanının büyük bölümünü bu proje almıştı anlaşılan. (Avrupa’yı judenrein hale
getirmekten bahsedili- yorsa, dört milyon çok düşük bir rakamdır. Bu projenin,
herkesin bildiği gibi, savaşın daha ilk günlerinden beri katledilen üç milyon
Polonya Yahudisini kapsamadığı açıktır.) Görünüşe göre, Eichmann ve daha az
tanınan diğer isimler dışında kimse bunları ciddiye almadı; çünkü -söz konusu
topraklar, nihayetinde Fransızlara ait olması şöyle dursun, bu işe uygun bile
değildi- bu plan İçin, savaşın göbeğinde ve Britanya Donanması'nın Atlantik'te
kuş uçurtmadığı - bir sırada, dört milyon kişiyi nakledecek bir alan
gerekiyordu. Madagaskar planı, Batı Avrupa'nın bütün Yahudilerini fiziksel olarak
imha etmeye yönelik hazırlıkların ilerleyişini gizlemek için yapıldı (PolonyalI
Yahudilerin imhası için bir kılıf uydurmaya bile gerek duyulmadı!); ne kadar
uğraşırsa uğraşsın her zaman Führer’in bir adım gerisinde kaldığını hisseden
eğitimli antisemitler ordusu açısından faydası, meseleyle ilgilenen herkesin en
temel fikirlerden birini, Yahudilerin Avrupa'nın tamamından tahliye
edilmesinden başka hiçbir şeyin işe yaramayacağını anlaması oldu - ne özel
yasalar ne "disimilasyon" ne de gettolar yeterli olacaktı. Bir sene
sonra, Madagaskar projesi "kullanışsız" ilan edildiğinde, herkes
psikolojik açıdan, daha doğrusu mantıken bir sonraki adıma hazırdı:
"Tahliye" için toprak olmadığına göre, geriye kalan tek
"çözüm" imhaydı.
Doğrucu Davut Eichmann,
ortalıkta böylesine korkunç planlar dolaştığından bir kere olsun
şüphelenmemişti. Madagaskar girişimini boşa çıkaran zamansızlıktı; zamanın boşa
harcanması ise diğer
büroların bu işe sürekli karışmalarından kaynaklanıyordu.
Kudüs' teyken, hem polis hem de mahkeme büyük bir gönül rahatlığı içindeki
Eichmann'ı sarsıp kendine getirmeye çalıştı. Eichmann'ın önüne, yukarıda
bahsettiğimiz 21 Eylül 1939 tarihli toplantıyla ilgili iki belge koydular. Bu
belgelerden biri, Heydrich'in yazdığı bir telem, mektubuydu. Einsatzgruppen'e
birtakım direktiflerin verildiği bu mektupta ilk defa "çok gizli"
tutulması gereken ve "daha uzun zaman gerektiren bir nihai amaç" ile
"bu nihai amaca ulaşmak için izlenecek aşamalar” arasında bir ayrım
yapılıyordu. Ortada bir "nihai çözüm" lafı yoktu daha ve belge de bir
"nihai çözüm"ün ne olduğu konusunda bir şey söylemiyordu. Dolayısıyla
Eichmann, bu "nihai amacın" bütün Alman bürolarında konuşulan
Madagaskar projesi; toptan tahliyenin de bütün Yahudilerin tahliyesi için
zorunlu bir Ön "aşama" olduğunu söyleyebilirdi pekâlâ. Ama belgeyi
dikkatle okuduktan sonra, bu "nihai amacın” sadece "fiziksel
imha" anlamına gelebileceği konusunda İkna olduğunu söyledi ve "bu
basit fikrin üst düzey liderlerin veya en tepedekilerin zihinlerinde çoktan kök
salmış" olduğu sonucuna vardı. İşin içyüzü gerçekten de böyle olabilirdi;
ama bu durumda Madagaskar projesinin aldatmacadan başka bir şey olmadığını
itiraf etmesi gerekirdi. Ama etmedi; Madagaskar hikâyesini asla değiştirmedi,
muhtemelen değiştiremezdi de. Bu hikâye hafızasındaki başka bir kaset kaydından
geliyordu ve kendisinin her türlü mantık, argüman, bilgi ve içgörüye karşı bir
kanıt olduğunu gösteren de yine bu bant kaydıydı sanki.
Hafızası, Batı ve Orta Avrupa Yahudilerine
karşı yürütülen faaliyetlere, savaşın başlamasından (Hitler 30 Ocak 1939'da
Reichs- tag'a yaptığı konuşmada savaş sayesinde "Avrupa'daki Yahudi
ırkının kökünün kazınacağı" "kehanetinde" bulunmuştu) Rusya'nın
işgaline kadar bir ara verildiğini söylüyordu. Kuşkusuz Reich'taki ve işgal
altındaki topraklardaki çeşitli bürolar bile "muarız Yahudi"yi yok
etmek için elinden gelenin en iyisini yapıyordu; ama üzerinde birleşilmiş bir
politika yoktu, sanki her ofisin kendi "çözümü" vardı ve bu çözümü
uygulamaya geçirmesine veya rakiplerinin çözümlerini kösteklemek için
kullanmasına izin veriliyordu. Eich- mann’ın çözümü bir polis devletiydi,
dolayısıyla epey geniş bir toprağa ihtiyacı vardı. "Söz konusu
zihniyetlerin anlayışsızlığı yüzünden"; "çekişmeler",
tartışmalar, ağız kavgaları yüzünden; herkes "üstünlük için
yarıştığından" bütün "çabalan başarısızlıkla sonuçlandı". Artık
her şey için çok geçti, Rusya'yla savaş "birdenbire, gökgürültüsü"
gibi başladı. Bütün hayallerinin sonu gelmişti; çünkü savaş "her iki
tarafın da yararına bir çözüm arama döneminin" bittiğini gösteriyordu.
Aynı zamanda, Arjantin'de yazdığı anılannda kabul ettiği gibi, "tek tek
Yahudilere nasıl muamele edileceğini bildiren yasaların, yönetmeliklerin,
emirlerin bulunduğu bir dönemin" sonuydu. Eichmann’a göre dahası da vardı,
kariyerinin de sonu gelmişti; o zaman ne kadar "ünlü” olduğunu düşününce,
insanın kulağına saçma geliyordu bu ama, haklılık payı da yok değildi. Çünkü
Eichmann’m, ister bilfiil uygulanan "tehcir" ister bir
"hayalden" ibaret olan Nazi yönetiminde bir Yahudi Devleti konusunda
olsun, Yahudilerle ilgili bütün meselelerde nihai otorite sayılan birimi,
"Yahudi meselesinin Nihai Çözümü'nde ikinci sıraya düşmüştü; yeni uygulama
farklı birimler tarafından gerçekleştiriliyor, müzakereler Reichsführer S S ve
Almanya Polis Şefi'nin komutası altındaki başka bir Merkez Büro tarafından
yürütülüyordu". Bu "farklı birimler”, Doğu'daki Ordu'nun gerisinde
faaliyet gösteren ve özel görevi yerli sivil nüfusu, Özellikle de Yahudileri
katletmek olan katil gruplarıydı; söz konusu Merkez Büro ise Oswald Pohl'un
komutası altında bulunan ve Eichmann’ın her Yahudi sevkiyatınm varış yerini
öğrenmek için başvurmak zorunda olduğu WVHA'ydı. Vanş yeri, çeşitli ölüm
tesislerinin "hazmetme kapasitesine", ayrıca bazı ölüm kamplarının
civarında şube açmayı kârlı bulan çok sayıda sanayi kuruluşunun köle işgücü
talebine göre hesaplanıyordu. (SS'in pek Önemli olmayan sanayi kuruluşlarından
başka, I. G. Farben, Krupp Werke ve Siemens-Schuckert Werke gibi ünlü Alman
firmaları hem Auschvvitz'de hem de Lublin Ölüm kamplarının yakınlarında
fabrikalar kurmuştu. SS ile işadamları arasında mükemmel bir işbirliği vardı;
Auschvvitz Komutam Höss, I.G. Farben temsilcileriyle çok yakın sosyal
ilişkileri olduğunu doğruladı. Çalışma koşullarına gelince, asıl amacın çalıştırarak
pldürmek olduğu çok açıktı; Hilberg'e göre, I.G. Farben'in fabrikalarından
birinde çalışan yaklaşık 35 bin Yahudiden en az 25 bini öldü.) Eichmann
açısından asıl mesele, tahliye ve naklin artık "çözümün" son aşaması
olmamasıydı. Departmanı sadece bir araç haline gelmişti. Bu nedenle, Madagaskar
projesi rafa kaldırıldığı zaman "hayata küsmeye ve büyük bir hayal
kırıklığına uğramaya" yerden göğe kadar hakkı vardı; kendisini
avutabileceği tek şey, Ekim 1941’de yarbaylığa terfi etmesiydi.
Hatırladığı kadarıyla, en son Eylül
1941’de, Rusya’nın işgalinden üç ay sonra kendi başına bir şeyler yapmayı
denemişti. Bundan kısa bir süre önce, hâlâ Güvenlik Polisi'nin ve Güvenlik
Servisi'nin başında bulunan Heydrich, Bohemya ve Moravya Protektorası'na
getirilmişti. Bu önemli olayı kutlamak için bir basm toplantısı düzenlemiş ve
Protektöra’yı sekiz hafta içinde judenrein
hale getirme sözü vermişti. Heydrich basın toplantısından sonra bu konuyu, ken-
dişinin verdiği sözü yerine getirmesi gerekecek diğer kişilerle, Prag' daki
Güvenlik Polisi’nin komutanı Franz Stahlecker ve Devlet Sekreteri Yardımcısı
Kari Hermann Frankla tartıştı. Eski Çek liderlerinden biri olan Frank,
Heydrich’in ölümünden kısa bir süre sonra İmparatorluk Protektoru olarak onun
yerine geçecekti. Eichmann'a göre Frank ucuz biriydi; şu "Streicher
gibi", Yahudilerden nefret ediyordu ve "siyasi çözümler hakkında
hiçbir şey bilmiyordu"; "otokrat gibi, yani sahip olduğu gücün
sarhoşluğuyla sadece emir- 1er ve komutlar yağdıran" insanlardandı. Diğer
taraftan, basın toplantısı keyifliydi. Heydrich ilk defa "daha insani bir
tarafı" olduğunu göstermiş ve hoş bir açıksözlülükle "kendisini
konuşmaya kaptırdığını" İtiraf etmişti - "Heydrich'i tanıyanlar için
büyük bir sürpriz olmadı"; bu "hırslı ve ihtiyatsız karakter"
"çoğu zaman, muhtemelen daha sonra hoşuna gitmeyeceği halde, kelimelerin
dişlerinin engelini aşıp ağzından kaçmasına hemen izin verirdi". Heydrich,
"İşler iyice karıştı, şimdi ne yapacağız?" dedi. Bunun üzerine Eich-
mann şunları söyledi: "Söylediklerinden geri adım atamıyorsan, yapılacak
tek şey kalıyor. Şimdi dağınık halde bulunan Protektora Ya- hudılerini
nakletmeye yetecek kadar geniş bir yer açmak." (Yahudi- ler için bir
vatan, Diaspora sürgünlerinin toplandığı bir yer.) Daha sonra, ne yazık ki -şu
Streicher gibi, Yahudilerden nefret eden- Frank somut bir öneri getirdi ve
önerisi de Theresienstadt'ta yer açmaktı. Bunun üzerine Heydrich, belki de
sahip olduğu gücün sarhoşluğuyla, Yahudilere yer açmak için Theresienstadt'taki
Çeklerin derhal tahliye edilmesini emretti.
Eichmann etrafı kolaçan etmeye gönderildi.
Tam bir hayal kırıklığına uğradı: Eğer kıyısındaki bu Bohemya hisar kasabası
aşırı küçüktü, olsa olsa Bohemya ve Moravya'daki doksan bin Yahudi- nin belli
bir bölümü için nakil kampı olarak kullanılabilirdi. (Yaklaşık elli bin Çek
Yahudisi esasen bir nakil kampı haline gelen The- resienstadt üstünden,
tahminen bir yirmi bin kadarı da doğrudan Auschwitz'e gönderildi.) Hichmann'ın
kötü hafızasından daha güvenilir kaynaklardan öğrendiğimize göre, Heydrich
Theresienstadt' ı daha işin en başında, münhasıran olmasa da esasen, Alman
Yahudilerinin birtakım imtiyazlı kategorileri için özel bir getto olarak
tasarlamıştı -Yahudi yetkililer, tanınmış kişiler, Önemli madalyaları olan
savaş gazileri, maluller, Yahudi olmayanlarla evlenen Yahudi- ler ve 65 yaş
üstü Alman Yahudileri (bu yüzden "yaşlı gettosu" olarak da bilinir).
Kasabanın bu kısıtlı kategoriler için bile küçük olduğu anlaşılınca, 1943'te,
kuruluşundan bir sene sonra, Theresiens- tadt’taki aşırı kalabalığı azaltmak
için düzenli olarak -Auschvvitz'e nakil yoluyla- "seyreltme" veya
"rahatlatma" süreçleri başlatıldı. Ama bir açıdan, hafızası
Eichmann’ı yanıltmadı. WVHA’nm yetkisi altına girmeyen tek toplama kampı olan
Theresienstadt, sonuna kadar Eichmann'm sorumluluğunda kaldı. Bu kampın
komutanları Eichmann’m personelinden kişiler, yani her zaman onun astları
olmuştu; Eichmann'm üstünde biraz yetki sahibi olduğu, Kudüs'teki iddia
makamının kendisine isnat ettiği yetkinin en azından bir kısmına sahip olduğu
tek kamp buydu.
Eichmann'm hafızası, yılları büyük bir
rahatlıkla atlayarak ilerliyor, polis müfettişine Theresienstadt hikâyesini
anlatırken, olay akışına göre iki sene önden gidiyor ve kesinlikle kronolojik
bir sıra izlemiyordu; ama bu duruma dağınıklık deyip geçmek de mümkün değildi.
Hafızası daha ziyade bir depo gibiydi, bir insanın özel hayatıyla ilgili
hikâyelerin en kötüleriyle doluydu. Prag yıllarım hatırlamaya çalışırken,
kendisine "daha insani bir tarafı" olduğunu gösteren büyük Heydrich'in
huzuruna kabul edildiği o büyük gün gözlerinin önüne geldi. Birkaç oturum
sonra, Slovakya’nm Bratislava şehrine gittiğinden bahsetti; Heydrich'e suikast
düzenlendiği sırada, tesadüfen Eichmann da Bratislava'daydı. Almanların kurduğu
kukla Slovak hükümetinin İçişleri Bakam Şano Mach'm konuğu olarak orada
bulunduğunu hatırlıyordu. (Bu alabildiğine antisemit Katolik hükümette Mach,
antisemitizmin Alman versiyonunu temsil ediyordu; vaftiz edilmiş Yahudilere
ayrıcalık tanınmasını reddetmişti ve her şeyden önemlisi Slovak Yahudilerinin
toptan smırdışı edilmesinden sorumlu kişilerden biriydi.) Bu olayı
hatırlıyordu, çünkü bir hükümet yetkilisinin kendisine sosyal bir davette
bulunması Eichmann için sıradışı bir durum, büyük bir onurdu. Hatırladığı
kadarıyla hoş, rahat biri olan Mach, Eichmann'ı bowling oynamaya davet etmişti.
Savaşın tam ortasında Bratislava'da İçişleri Ba- kanı’yla bovvlinge gitmekten
başka bir işi yok muydu gerçekten? Hayır, kesinlikle başka bir işi yoktu; nasıl
bowling oynadıklarını, Heydrich’e suikast girişiminde bulunulduğunu
öğrenmelerinden kısa bir süre Önce içki servisi yapıldığım gayet iyi
hatırlıyordu. Dört ay ve elli beş kaset ses kaydından sonra, İsrailli müfettiş
Başkomi- ser Less bu olaya döndüğünde, Eichmann aynı hikâyeyi neredeyse kelimesi
kelimesine aynı şekilde anlattı ve kendi "üstlerinden biri suikaste
uğradığı" için "unutulmaz" bir gün olduğunu ekledi. Ne var ki bu
sefer de Bratislava’ya "Slovakya Yahudilerinin tahliyesiyle ilgili güncel
faaliyetleri" görüşmek üzere gönderildiğini gösteren belgelerle
karşılaştı. Hatasını hemen kabul etti: "Tabii, tabii, Berlin'den emir
geldi, beni bowling oynamaya göndermediler." Büyük bir tutarlılıkla iki
kere yalan mı söylemişti? Pek sayılmaz. Yahudi- leri tahliye ve tehcir etmek
rutin bir iş haline gelmişti; aklında kalanlar bowling oynadığı, bir Bakan'ın
misafiri olduğu ve Hey- drich'e saldınldığmı duyduğuydu. Çek yurtseverlerin
"cellat"ı vurduğu bu unutulmaz günün hangi seneye rastladığını
kesinlikle hatırlayamaması, Eichmann'mki gibi bir hafızanın tipik özelliğiydi.
Hafızası Eichmann'a daha iyi hizmet
etseydi, Theresienstadt hikâyesini anlatmazdı bile. Çünkü bütün bunlar
"siyasi çözüm" defterinin kapandığı ve "fiziksel çözüm"
devrinin başladığı bir dönemde oldu. Daha sonra kendiliğinden, rahat rahat
itiraf edeceği gibi, Füh- rer’in Nihai Çözüm emri verdiğini öğrenmesinden çok
daha ileri bir zamanda meydana geldi. Heydrich'in Bohemya ve Moravya'yı ju- denrein hale
getirmeye söz verdiği tarihte, bir ülkeyi Yahudilerden arındırmak sadece,
Yahudiieri kolayca ölüm merkezlerine gönderilecekleri yerlerde toplamak ve
tehcir edip bu yerlere göndermek anlamına gelebilirdi. Dış dünya için bir
gösteri yeri haline gelmesi, Uluslararası Kızıl Haç temsilcilerinin kabul
edildiği tek getto veya kamp olması bir yana, Theresienstadt sonunda bambaşka
bir amaca, Eichmann'm o sıralarda kesinlikle bilmediği ve nasıl olduysa
kimseden de duymadığı bir amaca hizmet etmeye başladı.
22 HAZİRAN 1941'de,
Hitler Sovyetler Birliği saldırısını başlattı; bu olaydan altı veya sekiz hafta
sonra Eichmann, Heydrich'in Berlin1 deki bürosuna çağrıldı. 31
Temmuz’da, Heydrich Hava Kuvvetleri. Başkomutanı, Prusya Başbakanı, Dört Yıllık
Plan Yetkilisi ve son olarak da, yine diğerleri kadar önemli bir görevi yerine
getiren, Hit- ler’in (Parti'den farklı olarak) Devlet hiyerarşisindeki vekili
olan Reich Mareşali Hermann Göring'den bir mektup aldı. Bu mektupla Heydrich,
"Avrupa'nın Alman etkisi altındaki bölgelerindeki Yahudi meselesinin tam
çözümünü [Gesamtlösungl"
hazırlamakla ve "Yahudi meselesinin arzulanan nihai çözümünü [Endlösung] uygu.
lamaya koymak için ... bir genel Önerge" sunmakla görevlendiriliyordu.
Heydrich bu talimatları aldığında -6 Kasım 1941 tarihlî bîr mektupta Ordu
Yüksek Komutanlığına açıklayacağı gibi- görevi zaten "yıllardır Yahudi
meselesinin nihai çözümünü hazırlamaktı" (Reitlinger); Rusya'yla savaş
başladığından beri, Doğu’daki Einsatz-
gruppen katliamlarının başında Heydrich bulunuyordu.
Heydrich, Eichmann'la görüşmesine
"göçle ilgili kısa bir konuşmayla" başladı (göç pratikte durmuştu;
yine de, Himmler'in özel durumlar dışında bütün Yahudilerin göçünü yasaklayan,
Eichmann’a bizzat ileteceği, resmi emrini yayımlamasına aylar vardı) ve bu
konuşmanın ardından da şunları söyledi: "Führer
Yahudilerin fiziksel olarak imha edilmesini emrettiDaha sonra
"hiç âdeti olmadığı halde, bir süre sessiz kaldı; sözlerinin üzerimde
etkili olup olmadığını görmeye çalışır gibiydi. Daha dün gibi hatırlıyorum.
Kelimelerini seçerken o kadar dikkatli davranıyordu ki, söylediklerinin önemini
ilk anda kavrayamadım; daha sonra anladım ama hiçbir şey söyle-
fliedim, zira söyleyecek bir şey kalmamıştı artık. Çünkü
böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmemişti, şiddet aracılığıyla bir çözüm
bulunabileceğini asla düşünmemiştim. Bütün şevkim, girişkenliğim, ilgim
kaybolmuştu, tabiri caizse eriyip gitmiştim. Daha sonra şunları söyledi:
'Eichmann, Lublin’e gidip Globocnik’i gör [Himm- ler'in Genel Hükümet’teki Üst
Düzey SS'lerinden ve Polis Liderle- ri'nden biriydi]. Reichsführer’den
[Himmler] gerekli emirleri almıştı, bak bakalım şimdiye kadar ne yapmış.
Yahudilerin tasfiyesi için Rusların tank hendeklerini kullanıyor galiba,'
Varacağı yere çoktan varmış olan bu görüşmenin sonunda söylediği bu cümleleri
hâlâ hatırlarım, zaten ne olursa olsun ömrüm boyunca da asla
unutmayacağım." Ama Arjantin'deyken hatırladığı birtakım şeyleri
Kudüs’teyken unuttu, bu da kendi zararına oldu; çünkü unuttukları, kendisinin
fiili öldürme sürecindeki yetkisiyle ilgiliydi. Aslında Heydrich'in anlattığı
birkaç şey daha vardı: Eichmann'a bu işin tamamının "Ekonomi ve Yönetimden
Sorumlu SS Merkez Bürosu'nun yetkisine verildiğini" -yani, kendi RSHA’smın
yetkisinde olmadığım- ve imhanın resmi kod adının "Nihai Çözüm"
olduğunu söylemişti.
Eichmann Hitler'in niyetini Öğrenen İlk
kişilerden biri değildi kesinlikle. Heydrich’in yıllardır, muhtemelen savaşın
başlangıcından beri bu yönde çalışmalarda bulunduğunu; Himmler’in bu "çözümü"
Fransa'nın 1940 yazında yenilgiye uğramasından hemen sonra öğrendiğini (ve buna
karşı çıktığını) iddia ettiğini biliyoruz. Mart 1941'de, Eichmann’ın
Heydrich’le görüşmesinden yaklaşık altı ay sonra, Führer’in Şansölyesi Viktor
Brack'in Nümberg'de verdiği ifadesinde doğruladığı gibi, "Yahudilerin
imhası, yüksek Parti çevreleri için bir sır değildi artık". Ama Eichmann,
Kudüs’te boş yere açıklamaya çalıştığı gibi, asla yüksek Parti çevrelerine
mensup biri olmamıştı; kimse ona spesifik, sınırlı bir İşi yapmak için bilmesi
gerekenden fazlasını anlatmamıştı. Alt kademelerde yer alıp da bu "çok
gizli" olan ve haberler bütün Parti ve Devlet bürolarına, köle işgücüyle
bağlantılı bütün ticari teşebbüslere ve Silahlı Kuvvetler' İn (en düşük rütbeliler
dahil) bütün subay kadrosuna yayıldıktan sonra da çok gizli kalan meseleyi
öğrenen ilk kişilerden biri olduğu doğruydu. Yine de, bu gizliliğin pratik bir
amacı vardı. Führer’in emrini açık açık duyanlar "emir taşıyıcılar"
olmaktan çıkıp "sır taşıyıcılar" düzeyine yükseliyorlar ve bu
kimselere özel bir yemin ettiriliyordu. (Eichmann’m 1934'ten beri mensup olduğu
Güvenlik Servisi üyeleri her halükârda gizlilik yemini etmişti.)
Ayrıca, bu meseleyle ilgili bütün
yazışmalar katı "dil kurallarına" tabiydi. Bu nedenle, Einsaîzgruppen'm
raporları hariç, "imha", "tasfiye" veya "öldürme"
gibi cesur kelimelerin geçtiği belgelere pek rastlanmaz. Öldürme için
belirlenen kod adlar "nihai çözüm", "tahliye" (Aussiedlung) ve
"özel muamele"ydi (Sonderbehandlung);
tehcir için, Theresienstadt'a, imtiyazlı Yahudilere mahsus "yaşlı
gettosuna yönlendirilen Yahudiler söz konusu olduğunda "ikametgâh
değişikliği", aksi takdirdeyse "yerleştirme" (Umsiedlung) ve
"Do- ğu'daki işgücü" (Arbeitseinsaîz
im Osten) ifadeleri kullanılıyordu. Bu son iki ifade, aslında
Yahudilerin çoğu zaman yerlerinden edilip geçici olarak gettolara
yerleştirildiğini ve belli bir bölümünün geçici olarak çalıştırıldığını da
anlatmaktadır. Özel durumlarda, dil kurallarında küçük değişiklikler yapmak
zorunlu hale geliyordu. Örneğin bir keresinde, Dışişleri Bakanlığından üst
düzey bir yetkili Vatikan’la yapılan bütün yazışmalarda Yahudilerin
öldürülmesinden bahsederken "radikal çözüm” ifadesini kullanmayı Önerdi;
çünkü Nazilere göre, Slovakya'daki -Vatikan’ın müdahale ettiği- kukla Katolik
hükümet yürürlükteki Yahudi karşıtı yasaları açısından "yeterince
radikal" değildi, vaftiz edilmiş Yahudileri hariç tutmak -gibi çok
"temel bir kusuru" vardı. "Sır taşıyıcılar" sadece kendi
aralarında ve muhtemelen ölümcül görevleriyle her zamanki gibi meşgul oldukları
anlar dışında -ve kuşkusuz sekreterler ve diğer büro personeli yanlarında
olmadığında- bu kodlara başvurmadan konuşuyorlardı. Söz konusu dil kuralları
başka hangi amaçlarla tasarlanmış olursa olsun, bu konuda işbirliği gerekli olan
çok çeşitli hizmetlerde düzeni ve akıl sağlığını koruma açısından çok faydalı
oldu. Dâhası, "dil kuralı" (Sprachregelung)
tabiri başlı başına bir şifreydi, gündelik dilde buna olsa olsa yalan denirdi.
Çünkü bir "sır taşıyıcı" dışarıdan biriyle buluşmaya gönderileceği
zaman, bu kişiye yerine getireceği emirlerle beraber bir de "dil
kuralı" verilirdi. Örneğin, İsviçre'den gelen Uluslararası Kızıl Haç
temsilcilerine The- resienstadt gettosunu göstermeye gönderildiği zaman
Eichmann’a verilen dil kuralı, bu beylerin ayrıca görmek istedikleri
Bergen-Bel- sen toplama kampında tifüs salgını olduğu yalanından ibaretti. Bu
dil sisteminin asıl etkisi, söz konusu insanları yaptıklarından bihaber tutması
değil; insanların yaptıklarım, cinayet ve yalanlarla ilgili eski,
"normal" bilgileriyle aynı kefeye koymalarını önlemesiydi. Sloganlara
ve beylik laflara gösterdiği büyük hassasiyet, sıradan bir konuşma yapma
konusundaki yetersizliğiyle birleşince, Eichmann "dil kuralları" için
kuşkusuz ideal bir özne haline gelmişti.
Eichmann'm da çok geçmeden göreceği gibi,
bu sistem gerçeğe karşı sağlam bir kalkan değildi. Lubîin'e eski Viyana Bölge
Lideri, o dönemin Tuğgeneral’i Odilo Globocnik'i görmeye gitti -iddia makamı ne
derse desin, kuşkusuz Globocnik'e "Yahudilerin fiziksel imhası için
verilen gizli emri bizzat iletmek" üzere orâda bulunmuyordu; çünkü
Globocnik bu emri kesinlikle Eichmann'dan önce Öğrenmişti- ve "Nihai
Çözüm" tabirini kendisini belli edecek bir şifre gibi kullandı. (İddia
makamının Üçüncü Reich'ın bürokratik labirentinde kaybolduğunu gösteren benzer
bir iddiaya göre, Ausch- wıtz Komutanı Rudolf Höss de Führer'in emirlerini
Eichmann aracılığıyla aldı. Savunma "destekleyici kanıttan yoksun"
olduğu gerekçesiyle en azından bu hataya dikkat çekti. Kendi duruşmasında
verdiği İfadeye göre, Haziran 1941’de doğrudan Himmler’den emir almıştı;
Himmler ayrıca, birtakım "ayrıntıları" Eichmanrila görüşeceğini
söylemişti. Höss'ün anılarında yer alan iddiasına göre, bu ayrıntılar gaz
kullanımıyla ilgiliydi - ama Eichmann bu iddiaya var gücüyle karşı çıktı.
Muhtemelen haklıydı da; çünkü bütün diğer kaynaklar Höss’ün hikâyesiyle
çelişiyordu ve kamplardaki yazılı veya sözlü imha emirlerinin her zaman
WVHA’nın onayından geçtiğini ve söz konusu emirlerin ya bu birimin başkanı Korgeneral
Oswald Pohl ya da Höss'ün üstü Tuğgeneral Richard Glücks tarafından verildiğini
doğruluyordu. (Höss'ün ifadesinin güvenilirliğiyle ilgili kuşkular için bkz. R.
Pendorf, Mörder und
Ermordete, 1961.) Gaz kullanımına gelince, Eichmann’m bu
meseleyle alakası yoktu. Belli aralıklarla Hössle görüşmeye gittiği
"ayrıntılar", toplama kampının öldürme kapasitesiyle, yani haftada
kaç nakil kaldırabileceğiyle ve belki de yayılma planlarıyla ilgiliydi.
Eichmann Lubîin'e geldiği zaman, Globocnik çok yardımsever davrandı ona ve bir
astıyla birlikte etrafı gezdirdi. Ormanın içinden geçen bir yola girdiler ve bu
yolun sağında kalan, içinde işçilerin yaşadığı sıradan bir kulübeye gittiler.
Asayiş Polisi başkomiserlerinden biri (belki de Führer'in şansölyeliğinin himayesi
altında bulunan ve Almanya'daki "tedavisi olmayan hastaları” gazla öldürme
işinin teknik tarafından sorumlu olan Suç Bürosu Komiseri Christian Wirth'in ta
kendisi) onları karşıladı ve birkaç küçük ağaç barakayı gezdirdikten sonra
"kaba saba, eğitimsiz ve sert bir ses tonuyla" açıklamalarına
başladı: "her şeyi çok iyi izole ettiğini; bir Rus denizaltısımn motorunun
çalışmaya başlayacağım, gazların bu binaya gireceğini ve Yahudilerin gazla
zehirleneceğini anlattı. Benim için de korkunç bir şeydi. Böyle bir şeyi
kaldıracak kadar dayanıklı değilimdir, mutlaka etkilenirim. ... Şimdi bana tam
kapanmamış bir yara gösterseniz, muhtemelen bakamam bile. Ben böyle bir adamım,
bu yüzden bana hep doktor olamazsın derlerdi. Bu olay hiç gözümün önünden
gitmedi; bayılıyormuşum gibi hemen elim ayağım boşaldı. Bu tür şeyler herkesin
başına gelir ve sonunda her insanın içinde belli bir ürperti bırakır."
Aslına
bakarsanız çok şanslıydı; çünkü o zamana kadar sadece Doğu’daki altı toplama
kampından birini, yüz binlerce insana mezar olan Treblinka'da kurulacak
karbonmonoksit odaları için yapılan hazırlıkları görmüştü. Bu olaydan kısa bir
süre sonra, yine o yıl sonbaharda, üstü Müller Eichmann’ı Polonya’nın Reich
topraklarına katılan Batı Bölgelerindeki, Warthegau olarak bilinen bölgedeki
ölüm merkezini teftiş etmeye gönderdi. 1944'te, Kulm’da (veya Lehçe Chelmno'da)
bulunan bu ölüm kampında, Avrupa'nın dört bir yanındaki yerlerinden edildikten
sonra ilk Lödz gettosuna "yerleştirilen” üç yüz binden fazla Yahudi
öldürüldü. Bu toplama kampında gerçekleştirilen faaliyetler uzun zamandır tam
gaz devam ediyordu. Başvurulan yöntem biraz farklıydı, gaz odaları yerine gaz
kamyonları kullanılıyordu. Eichmann’m gördükleri şunlardı: Yahu- diler geniş
bir odadaymış; soyunmaları söylenmiş; sonra bir kamyon gelmiş, odanın girişinin
tam önünde durmuş; çıplak Yahudilere bu kamyona binmeleri söylenmiş. Kapılar
kapanmış ve kamyon yola koyulmuş. "[İçeri giren Yahudilerin sayısını]
söyleyemem, bakamadım bile. Bakamadım, bakamadım; burama kadar gelmişti.
Çığlıklar, ve ... Altüst olmuştum, ve daha neler neler. Müller'e hazırladığım
raporda bunlardan da bahsettim, ama Müller raporumdan pek faydalanmadı.
Arabayla kamyonun peşine takıldım ve o zamana kadar hayatımda gördüğüm en
korkunç manzarayla karşılaştım. Kamyon bir hendeğe doğru ilerledi, kapılar
açıldı ve cesetler dışarı atıldı. Elleri ayaklan o kadar yumuşaktı ki, hâlâ
canlı gibi görünüyorlardı. Hendeğe yuvarlandılar; elindeki kerpetenle hâlâ
onların dişlerini sökmeye çalışan bir sivil gördüm. Aklım başımdan gitti -
arabama atladım ve ağzımı açmadım. Bu olaydan sonra, şoförümün yanında tek
kelime etmeden saatlerce oturabilirdim. Bu kadan da fazlaydı. İşim bitmişti.
Sadece, beyaz önlüklü bir doktorun, Yahudiler içerideyken gösterdiği delikten
kamyonun içine bakmamı söylediğini hatırlıyorum. Kabul etmedim. Edemezdim. O
anda yer yarılsaydı da içine girseydim."
Çok geçmeden daha korkunç bir manzarayla
karşılaşacaktı, Müller Eichmann'ı bu sefer de Beyaz Rusya'nın Minsk şehrine
gönderdiği zaman. Müller, "Minsk'te Yahudileri silahla öldürüyorlar. Bu
işin nasıl yapıldığını rapor etmeni istiyorum" demişti. Derken Eichmann
yola düşmüş; başlarda şansı yaver gidecek gibiymiş; zira Minsk’e vardığı sırada
"iş bitmek üzereymiş", buna çok sevinmiş. "Sadece geniş bir
hendekteki kafataslarma nişan alan birkaç nişancı vardı." Yine de, görmüş:
"Gördüğüm bana yetti, elleri arkadan bağlanmış bir kadın, dizlerimin bağı
çözüldü ve aklım başımdan gitti." Geri dönerken Lwöw'a uğramak aklına
gelmiş, iyi bir fikir gibi gelmiş ona, çünkü Lwöw (Lemberg) eskiden bir
Avusturya şehriymiş. Varınca "onca dehşetten sonra ilk kez dostça bir
manzara" ile karşılaşmış. "Karşımda Franz Josef in saltanatının on
altıncı yılı onuruna inşa edilmiş bir demiryolu istasyonu duruyordu" -
Eichmann bu döneme "tapari’mış, çünkü ailesiyle yaşadığı sırada . bu dönem
hakkında çok iyi şeyler anlatıldığını ve üvey annesinin akrabalarının (Yahudi
olanları kastediyordu) bu dönemde çok rahat bir sosyal statüye sahip olduklarım
ve iyi kazandıklarını duymuş. Demiryolunun görünüşü, bütün kötü düşünceleri
kafasından uzaklaştırmış, en ince ayrıntısına kadar- mesela, yıldönümünün taşa
kazınmış tarihi- kafasına kazınmış. Ama daha sonra, o güzel Lwöw' da büyük bir
hata yapmış. Bölgenin SS komutanına gidip şöyle demiş: "Doğrusu, burada
olup bitenler korkunç işler; gençler sadistleştiriliyor dedim. Nasıl yaparsınız
bunu? Kadınlara ve çocuklara ateş etmek! Olacak şey değil. Sonunda insanlarımız
ya delirecek ya cinnet geçirecek; insanlarımız, kendi insanlarımız." Asıl
sorun, Lwöw’da da aynı şey yapıldığı halde, etrafı gezdirmenin ev sahibi için
büyük bir zevk olmasıymış. Nitekim "korkunç bir manzarayla"
daha karşılaşmış. "Çoktan dolmuş bir hendek vardı. Bir
de, fıskiye gibi yerden fışkıran bir kan pınarı. Daha önce böyle bir şey görmemiştim.
Bu kadar çalışmak yeterdi artık; Berlin'e geri döndüm ve Tümgeneral Müller'e
raporunu verdim."
Hepsi bu kadar da değildi. Her ne kadar
Eichmann böyle şeyler görmeye "pek dayanıklı” olmadığını, hiç asker
olmadığını, hiç cephede bulunmadığını, hiç muharebe görmediğini, uyuyamadığım
ve kâbuslar gördüğünü söylemiş olsa da, Müller dokuz ay kadar sonra Eichmann'ı
Dublin'e geri gönderir. Bu arada, Dublin’de şevkle çalışan Globocnik de
hazırlıklarını tamamlamıştı. Eichmann hayatında gördüğü en korkunç manzaranın
artık bu olduğunu söyledi. İlk gidişinde, birkaç ağaç kulübeden oluşan bu
mekânı fark etmemiş bile. Burası yerine, şu kaba saba sesli adamın
rehberliğinde, bir demiryolu istasyonuna gitmiş. Üstünde "Trebünka"
yazılı bir tabela olan bu istasyonun Almanya'nın herhangi bir yerinde
görebileceğiniz sıradan bir istasyondan hiçbir farkı yokmuş - aym binalar,
levhalar, saatler, tesisat; kusursuz bir taklitmiş. "Olabildiğince uzak
durdum, olup biteni görmek için yaklaşmadım. Yine de, bir dizi çıplak Yahudinin
gazla öldürmek üzere geniş bir salona doldurulduğunu gördüm, içerde
öldürüldüler; söylediklerine göre, siyanik asit diye bir şeyle.”
İşin aslına bakarsanız, Eichmann pek bir
şey görmemişti. Ölüm kamplarının en büyüğü ve en meşhuru olan Auschwitz'i
defalarca ziyaret ettiği doğruydu; ama Yukarı Silezya'da, yaklaşık kırk yedi
kilometrekarelik bir alanı kaplayan Auschwitz kesinlikle sadece bir toplama
kampı değildi; sayısı yüz bini bulan köleleriyle dev bir işletmeydi ve gazla
zehirleme işlemine tabi tutulmayan köle işçiler ve Yahudi olmayanlar da dahil
olmak üzere her türlü esir burada tutuluyordu. Ölüm tesislerini gözden uzak
tutmak kolaydı ve Eich- mann’la dostça bir ilişkisi olan Höss, onu dehşet
verici manzaralardan korumuş, insanların kurşuna dizildiği bir toplu infaza
bilfiil hiç katılmamış; çalışmaya uygun olanların -her sevkiyâtm ortalama yüzde
yirmi beşinin- seçilişini veya Auschwitz'de bu seçme işinden hemen sonra gelen
gazla zehirleme işlemini hiç bilfiil izlememiş. İmha mekanizmasının nasıl çalıştığını
tam olarak anlamasına yetecek kadarını görmüş: Auschwitz’de iki tür öldürme
yöntemine başvuruluyordu, kurşuna dizme ve gazla zehirleyerek öldürme; kurşuna
dizme işini Einsatzgruppen
yapıyordu, gazla zehirleme işlemi ise kamplardaki gaz odalarında veya gaz
kamyonlarında gerçekleştiriliyordu ve kamplarda, kurbanları son âna kadar
kandırmak için . gerekli bütün Önlemler alınmıştı.
Burada aktardığım polis kayıtları, duruşmanın yüz yirmi bir
celsesinden onuncusunda, neredeyse dokuz ay süren duruşmanın dokuzuncu gününde
mahkemede dinletildi. Söylediklerini ne sanığın kendisi ne de savunma
makamı.inkâr etti; kasetçalardan yükselen bu insanı şaşırtan bedensiz sesle
söylediklerini - iki farklı açıdan bedensiz olduğu söylenebilir, zira sesin
sahibi beden mevcuttu mevcut olmasına ama kendisini çevreleyen kalın cam
duvarlar yüzünden garip bir biçimde bedensiz gibi görünüyordu. Dr. Servatius
itiraz etmedi, sadece "daha sonra, savunma söz alınca" kendisinin de
sanığın polise verdiği bazı kanıtlan mahkemeye sunacağını söyledi, ama bu
söylediğini hiç yapmadı. Savunma her an ayağa fırlayacakmış gibi geliyordu
insana; zira bu "tarihi duruşmada" sanığın cezai soruşturması
tamamlanmış, iddia makamı argümanını bütünüyle ortaya koymuştu artık. Argümanın
ortaya koyduğu gerçekler, yani Eichmann'm yaptıklan -iddia makamının yapmış
olmasını dilediği her şeyi yapmış olmasa da- asla tartışma konusu olmadı; zira
dava başlamadan çok uzun zaman önce kanıtlanmıştı, Eichmann bunları tekrar
tekrar itiraf etmişti. Kendisinin de ara sıra dikkat çektiği gibi, bu kadarı
Eichmann’ı asmaya yeter de artardı. (Polis müfettişi Eichmann'a hiç sahip
olmadığı güçleri isnat etmeye kalkışınca, "Benden daha ne
istiyorsunuz?" diyerek duruma itiraz etti.) Ancak öldürme değil de nakliye
işleriyle görevlendirildiğinden, ne yaptığını bilip bilmediği sorusu -en
azından yasalar ve usul bakımından-hâlâ cevapsızdı. Başka bir soru da
fiillerinin korkunçluğunu muhakeme etme yetisine sahip olup olmadığıydı - yani,
tıbben akıl sağlığının yerinde olduğu gerçeği bir yana bırakılırsa, hukuki
açıdan sorumlu sayılıp sayılmayacağıydı. İki soruya verdiği cevap da olumluydu
artık: naklin yapıldığı yerleri görmüş ve aklı başından gitmişti. Hepsi içinde
en rahatsız edici olan ve hâkimlerin, özellikle de mahkeme reisinin defalarca
sorduğu soru şuydu: Yahu- diler öldürüldüğü için vicdan azabı çekmiş miydi? Ama
bu ahlakla ilgili bir soruydu ve cevabı da hukuki açıdan konuyla ilgili
olmayabilirdi.
Ama argüman artık tümüyle ortaya konduysa,
iki hukuki soru daha ortaya çıkıyordu. Birincisi, bu, fiilleri "kendisini
doğrudan ölüm tehlikesinden korumak için" gerçekleştirdiğinden,
yargılandığı yasanın 10. Bölüm'ü uyarınca cezai sorumluluktan muaf sayılabilir
miydi? İkincisi, aynı yasanın 11. Bölüm'ünde belirtilen hafifletici nedenlerin
göz önüne alınmasını talep edebilir miydi: "Suçun sonuçlarının ağırlığım
azaltmak" için elinden geleni veya ortaya çıkan sonuçlardan daha ciddi
sonuçların ortaya çıkmasını önlemek için elinden geleni" yapmış mıydı?
1950 tarihli Nazi ve Nazi İşbirlikçileri (Ceza) Yasası'mn 10. ve 11.
Maddelerinin Yahudi "işbirlikçiler" düşünülerek hazırlandığı açıktı.
Asıl öldürme işlemi için her yerde Yahudi Sonderkommandos
(özel komando birlikleri) görevlendirilmişti; bu özel birlikler
"kendilerini doğrudan ölüm tehlikesinden korumak için" suç
işlemişler, Yahudi Konseyleri ve Liderleri de "ortaya çıkan sonuçlardan
daha kötü sonuçların ortaya çıkmasını önleyebileceklerini" düşündükleri
için söz konusu birliklerle işbirliği yapmışlardı. Eichmann’m ifadesi her iki sorunun
da cevabını veriyordu ve bu cevabın olumsuz olduğu açıktı: Bir keresinde tek
alternatifinin intihar etmek olduğunu söylediği doğruydu ama bu söylediği koca
bir yalandı; çünkü imha mangası üyelerinin işten ayrılmalarının çok kolay
olduğunu ve bu durumun kendileri açısından ciddi sonuçlar doğurmadığını
biliyoruz. Zaten Eichmann da bu konuda çok ısrarcı davranmadı, söylediklerini
düzanlamıyla düşünmemelerini istedi. Nümberg evraklarında, "bir S S
üyesinin infazda yer almayı reddetmesi nedeniyle ölüm cezasına çarptırıldığı
tek bir vakaya rastlanmamıştır” deniyordu (Herbert Jager, "Betrachtungen
zum Eichmann-Prozess", Kriminologie
und Strafrechtsreform içinde, 1962). Ve bu duruşmada da, savunma
makamının tanıklarından olan von dem Bach-Zelewski ifadesinde şunları söylüyordu:
"Tayin başvurusunda bulunarak herhangi bir görevden kurtulmak mümkündü.
Kuşkusuz bazı özel durumlarda disiplin cezasına hazırlıklı olmak gerekirdi. Ne
var ki, insanın hayatına yönelik bir tehlike söz konusu bile değildi."
Eichmann -Dicey’nin meşhur Law
of the Constitution'ında (Anayasa Hukuku) ifade ettiği gibi-
"emre itaat etmezse askeri mahkeme tarafından yargılanıp vurulma, itaat
eder
se bir hâkim ve jüri tarafından yargılanıp
asılma ihtimali bulunan" sıradan bir asker gibi şu klasik "müşkül
durum"da katiyen bulunmadığını gayet iyi biliyordu. SS üyesi olduğu için
asla askeri mahkemeye tabi olmamıştı ve olsa olsa Polis’in karşısına ve SS
Mahkemesine çıkarılabilirdi. Eichmann mahkemeye verdiği son ifadede, Öyle veya
böyle bir bahane uydurup cayabileceğini kabul etti, başkaları bunu yapmıştı
zaten. Böyle bir adım atmanın "kabul edilemez" olduğunu düşünmüştü
her zaman ve şu anda bile "takdire şayan" bulmuyordu bunu; yaptığı
şeyin kazancı iyi başka bir işten hiçbir farkı kalmazdı o zaman. Savaş sonrası
dönemin açık itaatsizlik nosyonu bir efsaneydi: "Söz konusu koşullar
altında bu şekilde davranmak imkânsızdı. Kimse böyle davranmıyordu." Böyle
bir şey "düşünülemezdi”. Sevgili dostu Höss gibi bir ölüm kampının komutam
olsaydı, intihar etmek zorunda kalırdı çünkü kimseyi ÖF düremezdi. (Bu arada,
Höss gençliğinde bir cinayet işlemişti. Leo Schlageter’i -Nazilerin daha sonra
kahraman ilan ettikleri bir Rhi- neland teröristini- Fransız İşgal
yetkililerine ihbar eden Walter Ka- dow'a suikast düzenlemiş, bir Alman mahkemesinde
yargılandıktan sonra beş yıl hapis cezası almıştı.) Eichmann’a böyle bir iş
teklif edilmiş olması pek muhtemel görünmüyor, çünkü emirleri verenler
"kimin ne kadar ileri gidebileceğini” gayet iyi biliyorlardı. Hayır,
"doğrudan ölüm tehlikesiyle" karşı karşıya kalmamıştı; büyük bir
gururla her zaman "vazifesini yaptığını", yeminini bozmayıp bütün
emirlere itaat ettiğini iddia etiiğine göre, suçun, sonuçlarını hafifletmekten
çok "ağırlaştırmıştı." Bahsettiği tek hafifletici neden, işini
yaparken "gereksiz yere zorluk çıkarmaktan olabildiğince kaçınmayı"
denemiş olmasıydı. Söylediklerinin doğru olup olmadığını ve aslında doğru
olduğunu bir yana bırakırsak, yapmaya çalıştığı şey bu özel durumda hafifletici
nedenlerden birini oluşturmaya yetmezdi, iddia geçersizdi; çünkü "gereksiz
yere zorluk çıkarmaktan kaçınmak" kendisine verilen standart
direktiflerden biriydi.
tııı savunmasını üstlerin emirleri argümanına değil,
"devletçe işlenmiş fiiller" argümanına dayandırdığını ve buna
dayanarak beraat talep ettiğini hatırlamakta fayda var - daha önce Nümberg'de
Dr. Ser- vatius da aynı stratejiye başvurmuş ama başarılı olamamıştı; Dr.
Servatius'un savunduğu Goring'in Dört Yıllık Plan Bürosu’ndaki İşgücü Tahsisi
Yetkilisi Fritz Sauckel, Polonya'daki on binlerce Yahudi işçinin imhasından
sorumluydu ve bu nedenle de 1946'da asıldı. Alman hukukunda gerichtsfreie veya justizlose Hoheitsahte
(yargı- lanamaz veya yargıdan muaf devlet fiilleri) terimleriyle daha açık bir
biçimde ifade edilen "devletçe işlenmiş fiiller", "egemen bir
gücün ifasına" dayanır (E. C. S. Wade, British
Year Bookfor International Law içinde, 1934), dolayısıyla da yasal
alanın tamamen dışında kalır; bütün emirler ve komutlarsa, en azından teoride,
hâlâ yargının denetimi altındadır. Eichmann'm yaptıkları devlet fiilleri
olsaydı, üstlerinden hiçbiri, Özellikle de devlet başkanı Hıtler herhangi bir
mahkeme tarafından yalgılanamazdı. "Devletçe işlenmiş fiiller"
teorisi Dr. Servatius'un genel felsefesine o kadar uygundu ki, bir kere daha bu
stratejiyi denemesi muhtemelen kimseyi şaşırtmazdı; asıl şaşırtıcı olan, hüküm
verildikten sonra ve ceza verilmeden önce, hafifletici bir neden olarak
üstlerin emirleri argümanına başvurmamışıydı.) Söz konusu duruşma cezai
soruşturmayla alakası olmayan ifadelerin konuyla ilgisiz sayılarak reddedildiği
sıradan bir duruşma olmadığı için, bu noktada insan kendini belki de şanslı
saymalıydı. Hiçbir şey kanun koyucuların tasavvurundaki kadar basit olmadığı
için -ve bunun yasal açıdan konuyla biraz ilgisi varsa- ortalama bir insanın
suç karşısında duyduğu tiksintinin üstesinden gelmesinin ne kadar zaman aldığı
ve o noktaya ulaştığında bu insana tam olarak ne olduğu, siyasi açıdan büyük
bir merak konusuydu. Adolf Eichmann davası, bu somya daha açık ve daha kesin
bir cevap veremezdi.
Eichmann Eylül 1941'de, Doğu'daki katliam merkezlerine ilk
resmi ziyaretlerinden sonra, Himmler’e Reich'ı en kısa zamanda judenre- in hale
getirmesini söyleyen Hitler'in bu "arzusu"na uygun olarak,
Almanya'dan ve Protektora'dan ilk toplu nakillerini organize etti. İlk sevkiyat
Ren bölgesinden yirmi bin Yahudi ile beş bin Çingene' den oluşuyordu ve bu ilk
nakille ilgili tuhaf bir şey vardı. Asla kendi başına karar almayan, her zaman
emirler "çerçevesinde" kalmaya çok dikkat eden -kendisiyle çalışmış
hemen herkesin ifadesinin de doğruladığı gibi- öneride bulunmayı bile sevmeyen
ve daima "direktif almayı isteyen bu adam bir anda, "ilk ve son
defa" emirlere karşı kendi inisiyatifini kullandı: Bu insanları, Einsatzgrup- periin
onları hemen vurup öldüreceği Rus topraklarına, Riga veya Minsk'e göndermek
yerine, nakli -sırf Bölge Valisi Uebelhör diye biri "kendi"
Yahudilerinden çuval çuval kazanç sağlamanın yollarını bulduğu için- imha
hazırlıklarının henüz başlamadığı Lödz gettosuna yöneltti. (Aslında, Lödz ilk
kurulan ve en son tasfiye edilen gettoydu; hastalığa veya açlığa yenik düşmemiş
olanlar 1944 yazına kadar sağ kalmıştı.) Bu karar Eichmann’ın başına epey iş
açacaktı. Getto zaten çok kalabalıktı ve bu Bay Uebelhör de yeni gelenleri ne
kabul edecek havadaydı ne de barındıracak. Uebelhör o kadar kızmıştı ki,
"Çingene pazarlığıyla" kendisine ve adamlarına kazık atan Eichmann'ı
Himmler'e şikâyet etti. Heydrich gibi Himmler de . Eichmann'ı savundu ve olay
çok geçmeden affedilip unutuldu.
Bu olayı herkesten önce Eichmann unuttu,
polis soruşturması sırasında veya sonu gelmeyen anılarından birinde bile bu
olaydan bahsetmedi. Tanık kürsüsüne oturduğu ve avukatı tarafından sorgulandığı
sırada, kendisine bu belgeleri gösteren avukatına ısrarla "seçim"
yapma şansı olduğunu söyledi: "îlk ve son defa, seçim yapma şansım
vardı... Seçeneklerimden biri Lödz idi... Şayet Lödz’da sıkıntı çıkarsa bu
insanların Doğu’ya gönderilmeleri gerekiyordu. Hazırlıkları da önceden görmüş
olduğum için Lödz'a göndermek için elimden geleni yapmaya kararlıydım."
Savunma avukatı bu olaydan yola çıkarak Eichmann'm ne zaman fırsatım bulsa
Yahudi- leri kurtardığı sonucuna varmaya çalıştı - ki bu kesinlikle doğru
değildi. Daha sonra Eichmann'ı aynı olayla ilgili olarak çapraz sorguya alan
savcı, bütün sevkiyatların varış noktasını Eichmann'm belirlediğini,
dolayısıyla belli bir sevkiy atın imha edilip edilmeyeceğine Eichmann'm karar
verdiğini kanıtlamak istedi - kİ bu da doğru değildi. Eichmann’m kendi
açıklaması, yani emre itaatsizlik etmediği, sadece "seçim" yapma
şansını kullandığı da doğru değildi nihayetinde, zira kendisinin de gayet iyi
bildiği gibi Lödz'da sıkıntı çıkmıştı, dolayısıyla da verdiği emrin anlamı
şuydu: Son varış noktası, Minsk veya Riga. Her şeyi unutmuş olsa da, Eichmann’m
Ya- hudileri kurtarmayı fiilen denediğini gösteren tek örnek açıkça buydu.
Gelgeldim, üç hafta sonra Heydrich Prag'da bir toplantı düzenledi; Eichmann bu
toplantıda "[Rus] Komünistlerin [Einsatzgrup-
perim bulduğu yerde
tasfiye edeceği bu kategorinin] tutulduğu tevkif kamplarına Yahudilerin de
alınabileceğini" ve bu hususta bölge komutanlarıyla bir "anlaşmaya
vardığım" söyledi; Lödz’daki sıkıntı da konuşulmuş, sonuç olarak
Reich'taki (yani Avusturya, Bohemya ve Moravya dahil) bütün Yahudilerden elli
binini Riga ve Minsk' teki Einsatzgruppen
operasyon merkezlerine gönderme kararı alındı. Nitekim, Hâkim Landau'nun
sanığın vicdanı olup olmadığıyla ilgili sorusunu -duruşmayı izleyen hemen
herkesin akima ilk gelen soruyu- cevaplayabiliriz: Evet, onun da bir vicdanı
vardı ve neredeyse dört hafta boyunca beklendiği gibi çalışmış, ama daha sonra
tersine çalışmaya başlamıştı.
Doğru dürüst çalıştığı ilk haftalarda
bile, vicdanı işini bir tuhaf yapıyordu. Eichmann’m Führer'in emrini Öğrenmeden
haftalar, hatta aylar önce bile Doğu'daki Einsatzgruppen'in
Ölümcül faaliyetlerinden haberdar olduğunu hatırlamakta fayda var; Eichmann,
cephe hattının hemen ötesinde bütün Rus yetkililerin
("Komünistlerin"), farklı mesleklerden bütün Leh çalışanların ve
bütün yerli Yahudile- . rin toplu halde vurulup Öldürüldüğünü biliyordu.
Dahası, aynı yılın temmuz ayında, Heydrich kendisini çağırmadan birkaç hafta
önce, Warthegaü'ya atanan bir SS görevlisinden bir bilgi notu aldı. Bu notta,
"önümüzdeki kış, Yahudileri daha fazla besleyemeyecekleri"
belirtiliyor ve "en insani çözüm olarak, çalışamayacak durumdaki
Yahudileri kısa yoldan öldürme" önerisi Eichmann’m görüşüne sunuluyordu;
"ne de olsa bu öneri, Yahudileri açlıktan ölüme terk etmekten daha
münasipti". Bilgi notuyla beraber gelen ve "Sayın Komutan
Eichmann"a hitaben yazılmış bir mektupta, mektubu yazan kişi "böyle
şeylerin bazen çok fantastik göründüğünü" itiraf ediyordu etmesine ama
"rahatlıkla yapılabileceğini” de ekliyordu. Bu itiraf yazarın Führer'in o
çok daha "fantastik" emrinden habersiz olduğunu gösterdiği gibi, söz
konusu emirdeki gibi fikirlerin ne kadar çok insanın aklından geçtiğini de
göstermektedir. Eichmann bu mektuptan hiç bahsetmedi, muhtemelen yazılanlar onu
şaşırtmamıştı bile. Çünkü bu öneri Reich'taki veya herhangi bir Batı
ülkesindeki Yahudilerle değil, sadece yerli
Yahudilerle ilgiliydi. Vicdanını sızlatan cinayet düşüncesi değil, Alman Yahudilerini
öldürme düşüncesiydi. ("Einsatzgruppen'in
öldürme emri aldığını bildiğimi asla inkâr etmedim; ama tahliye edilip Doğu’.ya
gönderilen Reich Yahudilerinin de aynı muameleye maruz kaldığını bilmiyordum.
Bundan haberim yoktu.") Bu düşünce, eski bir Parti üyesi ve îşgal
Altındaki Rusya'da Sivil idare Başkanı olan Wilhelm Kube’nin de vicdanım
sızlatıyordu; Demir Haç nişanı olan Alman Yahudilerinin "Özel
muamele" görmek üzere Minsk'e getirildiğini görünce öfkeden deliye
dönmüştü. Kube kendisini Eichmann'dan daha iyi ifade edebildiği için, onun
sözlerinden, Eichmann’ın vicdan azabından kıvranırken aklından neler geçtiği
konusunda bir fikir edinebiliriz. Kube Aralık 1941'de üstüne şunları yazıyordu:
"Şüphesiz dayanıklı biriyim ve Yahudi meselesinin çözümüne yardım etmeye
hazırım; ama bizim kendi kültürel çevremizden gelen insanların, şu hayvana
dönmüş yerli çapulcu takımıyla kesinlikle bir tutulmaması gerektiğini
düşünüyorum." Bu vicdan sızısı, tabii birilerinin vicdanı gerçekten
sızladıysa, Hitler rejiminden sonra da ayakta kalmıştır; Almanlar arasında
bugün bile ısrarla "sadece” Ostjuden'm,
Doğu Avrupa Yahudilerinin katledildiğini savunan bir "yanlış
bilgi" dolaşır.
"İlkel" insanların
öldürülmesiyle "kültürlü" insanların öldürülmesi arasında ayrım
yapanlar sadece Almanlar değildi. Harry Mu- lisch, Profesör Salo W. Baron’un
Yahudi halkının kültürel ve manevi başarılarıyla İlgili ifadesinin, akima hemen
şu soruları getirdiğini söyler: "Yahudilerin, örneğin kendileriyle aynı
kaderi paylaşan Çingene halkı gibi, bir kültürü olmasaydı, öldürülmeleri
kötülükten sayılmayacak mıydı? Eichmann insanları yok eden birisi olarak mı
yoksa kültürü yok eden birisi olarak mı yargılanıyor? İnsanları öldürürken bir
kültürü de yok eden bîr katilin suçu daha mı büyüktür?" Mulisch aklındaki
soruları Başsavcıya yönelttikten sonra ortaya şu sonuç çıktı:
"[Hausner’in] cevabı evet, ama benimki hayır." Bu meseleyi göz ardı
etmemizin, can sıkıcı soruyu tarihe gömmemizin ne kadar sakıncalı olduğu, yakın
tarihli Dr. Strangelove
filminde açıkça görülür. Bu filmde, bombaya karşı tuhaf bir sevgi besleyen -ve
gerçekten de tam bir Nazi gibi karakterize edilen- adam, birkaç yüz bin kişi
seçip bu insanları yaklaşan felaketten korumak için yeraltı sığmaklarına almayı
önerir. Bilin bakalım kimdir bu şanslı kişiler? Elbette IQ'su en yüksek
olanlar!
Nazi rejimi, Kudüs'te büyük sıkıntı
yaratan bu vicdan meselesini katiyen görmezlikten gelmemişti. Aksine, Temmuz
1944'te Hit- ler'e karşı düzenlenen suikast girişimine katılanlann, bu girişim
başarıya ulaştığı takdirde başvurmak üzere hazırladıkları mesajlarında veya
bildirgelerinde Doğu’daki toplu katliamlardan neredeyse hiç bahsetmemelerinden
yola çıkarak, Nazilerin bu meselenin pratik açısından önemini çok abarttıkları
sonucuna varabiliriz. Bu noktada, Almanya’daki Hitler karşıtlığının ilk
dönemlerini bir yana bırakabiliriz. Çünkü bu dönemde, muhalefet hareketi hâlâ
faşizme karşıydı ve Sol'un tekelindeydi. Sol'un, prensipleri nedeniyle ahlaki
meselelere pek anlam yüklememesi, hatta Yahudilere zulmedilmesine hiç aldırış
etmemesi; Yahudilerin eziyet görmesini salt sınıf mücadelesinden
"sapma" olarak değerlendirmesi, siyasi manzaranın tamamını
belirliyordu. Üstelik sözünü ettiğimiz dönemde bu muhalefet az kalsın yok
oluyordu; SA birliklerinin toplama kamplarında ve Gestapo mahzenlerinue saçtığı
korkunç terörden zarar görmüş, yeniden silahlanma sayesinde işsizliğin ortadan
kalkmasıyla altüst olmuş, Komünist Parti'nin içeride "Truva atı" gibi
konumlanmak üzere Hitler'in partisinin saflarına katılma taktiği yüzünden .
morali bozulmuştu. Savaşın başında, bu muhalefetten geriye kalanlar -bazı
sendika başkanları; arkasında bir şey kalıp kalmadığım bilmeyen, bilemeyen
"yersiz yurtsuz kalmış Sol'un" bazı entelektüelleri- sadece 20
Temmuz’ia sonuçlanan komplo sayesinde önem kazandı. (Almanya'daki direnişin
gücünü elbette toplama kamplarından geçenlerin sayısıyla ölçmeye kalkamayız.
Savaş başlamadan önce, toplama kamplarında çok farklı kategorilerden pek çok
insan tutuluyordu ve bu kategorilerin çoğunun direnişin herhangi bir çeşidiyle
uzaktan yakından ilgisi yoktu: Yahudiler gibi tümüyle "masum"
olanlar, suçu ispatlanmış kişiler ve eşcinseller gibi "asos- yaller",
herhangi bir şeyden suçlu bulunmuş Naziler, vb. Savaş sırasında bu kamplar
işgal altındaki Avrupa'nın dört bir yanından gelen direnişçilerle doluydu.)
Temmuz ayındaki komploya katıîanlarm çoğu
esasen eski Naziler ve Üçüncü Reich'm yüksek mevkilerinde bulunanlardı. Bu
kişilerin muhalefetini tetikleyen Yahudi meselesi değil, Hitler'in savaşa
hazırlanması ve aîtmda ezildikleri sonsuz vicdan çatışmalarının ve krizlerinin
neredeyse sadece vatana ihanet ve Hitler'e bağlılık yeminini bozma meselelerine
dayanmasıydı. Üstelik iki arada bir derede kalmışlardı ve içinde bulundukları
durumun aslında bir çözümü yoktu: Mitler1in başarıdan başarıya
koştuğu günlerde, hiçbir şey yapamayacaklarını çünkü insanların bunu
anlamayacağını düşündüler; Almanların yenilgiye uğradığı yıllarda ise bir defa
daha "sırtlarından bıçaklanmaktan" korktular. Sonuna kadar, en büyük
kaygıları kaosu ve iç savaş tehlikesini önlemenin bir yolunu bulmak oldu. Çözüm
belliydi, Müttefikler "makul" olmalı ve düzen yeniden sağlanana kadar
"moratoryum” -ve elbette bununla beraber Alman Ordusu’na direnme gücü-
garantisi vermeliydi. Doğu'da neler olup bittiğini tam olarak biliyorlardı, ama
bu koşullar altında Almanya için en iyisinin açık isyan ve iç savaş olduğunu
düşünmeye bile cesaret edemedikleri çok açıktı. Almanya'daki aktif direniş en
çok Sağ'dan geliyordu; ama Alman Sosyal Demokratların siciline bakılırsa, Sol
bu komploda daha Önemli bir rol oynasaydı, çok da farklı bir durumda
olmayacaklardı. Bu mesele her halükârda akademik bir meseleydi; çünkü, Alman
tarihçi Gerhard Ritter'in haklı olarak dikkat çektiği gibi, savaş yıllarında
Almanya'da "örgütlü toplumsal direniş" yoktu.
İşin aslına bakarsanız, durum basit olduğu
kadar da ümitsizdi: Alman halkının ezici bir çoğunluğu Hitler'e inanıyordu -
hatta Rusya'ya saldırdıktan ve korkulduğu gibi iki cephede de savaşmaya
başladıktan, ABD savaşa girdikten, Staîingrad yenilgisinden, İtalya savaştan
çekildikten ve Fransa çıkartmalarından sonra bile. Bu ezici çoğunluğa karşı,
ulusal ve ahlaki felaketin tamamen farkında olan, sayısı bilinmeyen tek tek
insanlar vardı; ara sıra tanıdık çıktıkları ve birbirlerine güvendikleri oluyordu,
arkadaşlık kuruyor ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı, ama kimsenin isyan
planları yaptığı veya isyana niyetlendiği yoktu. Son olarak da, daha sonra
komplocular diye anılacak bir grup vardı; ama bu grup hiçbir konuda, komplo
konusunda bile anlaşmaya varamamıştı. Liderleri olan Cari Friedrich Goerdeler,
Leipzig'in eski belediye başkanıydı; Nazi rejiminde üç yıl boyunca fiyat
kontrolörü olarak çalışmış, ama işinden bayağı erken (1936) ayrılmıştı.
Goerdeler meşruti monarşi kurulmasını savunmuştu; eski bir sendika başkanı ve
Sosyalist olan,
Solu temsil eden Wilhelm Leuschner de
Goerdeler’e "kitlesel destek" garantisi vermişti. Helmuth von
Moltke'nin etkili olduğu Kre- isau çevresinde, zaman zaman hukukun üstünlüğünün
"ayaklar altına alınmasından" şikâyet ediliyordu; ama bu çevrenin
asıl kaygısı, iki Hıristiyan kilisesinin ve "laik devletteki kutsal
misyonlarının" uzlaştırılması, açıkça federalizm yanlısı bir tutum
almasıydı. (Bir bütün olarak direniş hareketinin 1933'ten itibaren siyasi iflası
üzerine gayet iyi belgelendirilmiş kısmi bir çalışma için bkz. Geor- ge K.
Romoser’in yakında yayımlanacak olan doktora tezi.)
Savaş devam ettikçe ve yenilgi
kesinleştikçe, siyasi farklılıklar önemsizleşmiş ve siyasi eylem aciliyet
kazanmış olmalıydı; ama Gerhard Ritter bu noktada da haklı görünüyor:
"[Kont Klaus von] Stauffenberg bu kadar kararlı olmasaydı, direniş
hareketi çaresiz eylemsizlik batağına sürüklenirdi." Bu adamları bir araya
getiren, Hitler’i "uzmanları aksini tavsiye ettiği halde, koca koca
orduları kurban eden" bir "üçkâğıtçı", "amatör",
"deli", "bütün kötülüklerin ete kemiğe bürünmüş hali"
olarak görmeleriydi; Hitler'e sık sık yaptıkları gibi "suçlu ve
aptal" dediklerinde bunları kastediyorlardı. Ancak Hitler hakkında hâlâ
böyle düşünmek, "SS veya Parti üyesi olmaya ya da bir devlet pozisyonunda
yer almaya kesinlikle engel değildi" (Fritz Hesse). Dolayısıyla, rejimin
suçlarına iyice batmış . pek çok kişi de komplo çevresinin içinde yer alıyordu.
Mesela, o dönemde Berlin Polis Komiseri olan Kont Helldorf, darbe girişimi
başarıya ulaşsaydı (Goerdeler'in müstakbel bakanlan sıraladığı listelerden
birine göre) Alman Polis Şefi olacaktı; o olmazsa Doğu'da- ki mobilize katliam
birliklerinden birinin eski komutanı olan RSHA' dan Arthur Nebe! 1943 yazında, Himmler'in
yönetimindeki imha programının en civcivli zamanlarında Goerdeler, Himmler’i ve
Go- ebbels'i potansiyel müttefikler olarak görüyordu; "çünkü bu adamlar
Hitler'le beraber kendilerinin de kaybolduğunu fark etmişlerdi".
(Gerçekten de Himmler "potansiyel bir müttefik" haline geldi -buna
karşılık Goebbels müttefik olmadı- ve planlarını baştan sona biliyordu; komplo
başarısızlığa uğrayana kadar onlara karşı hiç harekete geçmedi.) Bütün bunları
Goerdeler'in Mareşal von Kluge'ye yazdığı bir mektup taslağından aktarıyorum'.
Bu tuhaf ittifaklara sadece Ordu komutanlarının yüz yüze görüşmesi gereken
"taktik hesaplan" denip geçilemezdi; bilakis Kluge ve Rommel "bu
iki canavarın [Himmler ve Göring'in] yok edilmesi için özel emir" vermişti
(Ritter) - ayrıca, Goerdeler'in biyografisini yazan Ritter yukarıda
aktardığımız mektubun "Goerdeler’in Hitler rejimine duyduğu nefretin çok
ateşli bir ifadesi” olduğunu savunmaktadır.
Her ne kadar iş işten geçmiş olsa da, bu
adamlar Hitler'e muhalefet etmenin bedelini hayatlarıyla ödediler ve korkunç
bir biçimde can verdiler. Pek çoğunun cesareti insanda hayranlık uyandıracak
cinstendi ama ahlaki bir öfkeden veya diğer insanlara neler çektiril- diğini
bilmekten kaynaklanmıyordu; bu adamları harekete geçiren neredeyse sadece yenilginin
ve Almanya'nın sonunun yaklaştığına kesin gözüyle bakmalarıydı. Buna karşılık
bazılarının, Örneğin York von Wartenburg’un siyasi muhalefete katılmasının
nedeni ilk başlarda, "Kasım 1938'de başlatılan o iğrenç Yahudi karşıtı
ajitasyon" da olabilirdi (Ritter). Ama bu tarihte sinagoglar alevler
içinde kaldı ve görünüşe göre koca bir halk korkunun pençesine düştü: Tanrı’nm
evleri ateşe verilmişti ve hem Tanrı'ya hem de hurafelere inananlar Tanrı’nm
gazabından korkuyorlardı. Üst düzey subaylar, 1941 Ma- yısı’nda Hitler'in
"komiser emri" diye anılan emrini aldıklarında ve yakın zamanda
başlatılacak olan Rusya seferinde bütün Sovyet yetkililerin ve tabii bütün
Yahudilerin katledileceğini Öğrendiklerinde kuşkusuz tedirgin olmuşlardır. Bu
çevreler, Goerdeler’in dile getirdiği gibi, "işgal altındaki bölgelerde ve
Yahudilere insan yok etme ve dini inançlar nedeniyle zulüm teknikleri
uygulanmasının ... tarihimizin her zaman sırtında taşıyacağı koca bir
kambur" olmasından elbette kaygılanıyordu. Ancak görünüşe göre bütün
bunların "[bir barış antlaşması için müttefiklerle masaya oturduğumuzda]
çok zor durumda kalmaktan", "Almanya'nın şamna sürülmüş kara bir
lekeden" ve Ordu’nun moralinin bozulmasından çok daha Önemli, çok daha
korkunç olduğu hiç akıllarına gelmemişti. "Büyük bir soğukkanlılıkla
'binlerce Yahudiyle ağzına kadar dolu olan hendekleri makineli tüfeklerle
yaylım ateşine tuttuktan sonra, hâlâ can çekiştikleri sırada bu bedenlerin
üstüne toprak atmanın pek hoş olmadığını' dile getiren" bir SS'in raporunu
duyunca, Goerdeler "[1814’te Napolyon’a karşı gerçekleştirilen] Özgürlük
Savaşlarının ve [1870' teki Fransa-Prusya Savaşı'ndaki] I. Wiîhelm,in
şanlı ordusunu ne hale getirdiler" diye haykırmıştı. Bu vahşetin bir
biçimde Müttefiklerin kayıtsız şartsız teslim talebiyle ilgili olabileceği de
akıllarına gelmedi; hem "milliyetçi" hem de "mantıksız"
olduğunu, Müttefik- ler’in gözünü kör eden bir nefretten kaynaklandığını
söyleyerek bu talebi eleştirmekten geri kalmadılar. Almanya'nın sonunda yenile-
ceğıne neredeyse kesin gözüyle bakıldığı 1943'te ve aslında bu tarihten daha
sonra bile, Hitler'in hiç adil olmadığı halde, sebepsiz yere bir savaş
başlattığını gayet iyi bilmelerine rağmen, hâlâ düşmanlarının "dengi"
gibi masaya oturup "adil bir barış" için müzakerelerde bulunmaya
hakları olduğunu düşünüyorlardı. "Adil barış" kriterleri ise çok daha
şaşırtıcıydı. Goerdeler çok sayıda notunda bu kriterleri tekrar tekrar dile
getirmişti: "milli sınırların 1914’teki haline getirilmesi [ki bu da
Alsace-Lorraine'in ilhakı demekti] ve Avusturya ile Sudetenland’m da bu
sınırlara dahil edilmesi"; üstelik birde "Almanya için önemli bir
konumun", yani belki de Avrupa' daki Güney Tirol'ün geri verilmesi!
Hazırladıkları bildirgelerden, komplo
girişimlerini halka nasıl açıklamaya niyetlendiklerini de anlayabiliriz.
Örneğin, bu komplo başarıya ulaşsaydı devlet başkanlığına getirilecek olan
General Ludwig Beck, Ordu'ya sunmak üzere hazırladığı bir bildirge taslağında
uzun uzun Hitler rejiminin "inatçılığından", "yetersizliğinden
ve ölçüsüzlüğünden", "kibrinden ve büyüklenmesinden" bahseder.
Ama işin en can alıcı tarafı, bu rejimin "yaptığı en ahlaksız şey",
-Nazilerin yaklaşan yenilginin faturasını "silahlı kuvvetler
liderlerine" çıkarmaya çalışmalarıydı; Beck aynca "Alman ulusunun
şanına kara bir leke süren ve dünyanın gözündeki itibarını zedeleyen"
suçlar işlendiğini söylüyordu. Bir sonraki adımları ne olacaktı, Hit- ler'i yok
ettikten sonra ne yapacaklardı? Alman Ordusu "onurlu bir sonucu
garantileyene kadar" -yani, Alsace-Lorraine, Avusturya ve Sudetenland'in
ilhakı sağlama almana kadar- savaşmaya devam edecekti. Çöküşün arifesinde bir
toplama kampında öldürülen ve Hitler karşıtı komploya katılmamış olan Alman
yazar Friedrich P. Reck~Malleczewen'in bu adamlar hakkındaki acı düşüncelerine
katılmamak için hiçbir nedenimiz yok. Reck~Malleczewen, neredeyse hiç
bilinmeyen Tagebuch eines
Verzweifelten (1947, Çaresiz Bir Adamın Günlüğü) adlı eserinde,
Hitler'e yönelik suikast girişiminin başarısızlığa uğradığını öğrendikten
sonra, elbette büyük bir üzüntüyle, şunları yazar: "İş işten geçmedi mi
biraz beyler? Bu adamı, Almanya'nın en büyük katili yapıp işler yolunda gittiği
sürece peşinden ayrılmayan sizdiniz; hiç duraksamadan istenen her yemini eden
ve yüz binlerin ölümünden sorumlu olan, bütün dünyayı gözyaşlarına boğup gazap
oklarını üstüne çeken bu suçluya uşaklık edecek kadar alçalan ... sizlerdiniz;
şimdi ona ihanet ediyorsunuz. .... Şimdi, iflası örtbas etmek olanaksız hale
gelince, kendilerine siyasi bir mazeret bulmak için, beş kuruşsuz kalan bu eve
ihanet ediyorlar - iktidar peşinde koşarken yollarına çıkan her şeye ihanet
eden aynı adamlar.”
Eichmann’m 20 Temmuz suikastine
katılanlarla kişisel temaslarda bulunduğunu kanıtlamak zor, zaten görüşmüş
olması da pek muhtemel görünmüyor; Arjantin'deyken bile hepsine hâlâ
"vatan haini ve alçak" gözüyle baktığını biliyoruz. Yine de,
Goerdeler'in Yahudi meselesiyle ilgili "orijinal" fikirlerini öğrenme
fırsatı yaka- îasaydı, bazı noktalarda hemfikir olduklarım fark ederdi. Goerdeler'in
"kayıpları ve maruz kaldıkları kötü muamele karşılığında Alman
Yahudilerine tazminat ödemeyi" teklif ettiğine şüphe yok - bu teklif
1942'de, meselenin sadece Alman
Yahudileriyle ilgili olmadığı ve bu insanların sadece kötü muameleye maruz
kaldığı ve soyulduğu bir zamanda değil, gazla
öldürüldüğü bir zamanda dile getirilmişti. Bütün bu teknik
ayrıntılara ek olarak, Goerdeler'in aklında Çok daha yapıcı bir fikir; yani,
"Avrupa’da az çok 'istenmeyen misafir’ haline gelen [bütün Avrupa Yahudi
lerini] düştükleri bu kötü durumdan kurtaracak" bir "daimi
çözüm" vardı. (Eichmann'ın jargonunda buna "ayaklarının altına sağlam
bir toprak vermek" deniyordu.) Bu nedenle Goerdeler bir "sömürge
ülkesinde" -Kanada veya Güney Amerika'da- "bağımsız bir eyalet",
şüphesiz daha önceden bildiği Madagaskar gibi bir yer talep etti. Bununla
beraber birkaç taviz de verdi; bütün Yahudiler kovulmayacaktı. Nazi rejiminin
ilk dönemlerine ve o dönemde mevcut olan imtiyazlı kategorilere uygun olarak,
"askerliği sırasında Almanya için özel bir fedakârlıkta bulunduğunu
kanıtlayanlara ve köklü ailelerden gelenlere Alman vatandaşlığı vermeye"
hazırdı. Yine de, Goerdeler'in "Yahudi meselesinin daimi çözümü" ne
anlama gelirse gelsin -1954'te bile kahramanına büyük bir hayranlık duyan
Profesör Ritter’in tabiriyle- "orijinal" olduğu söylenemezdi ve
Goerdeler programının bu bölümü için de Parti ve hatta SS kademelerinden pek
çok "potansiyel müttefik" bulabilecekti.
Mareşal von Kluge'ye yazılan ve yukarıda
aktarılan mektupta Goerdeler, Kluge'yi "vicdanının sesini" dinlemeye
çağırdı. Ama aslında sadece, "zafer şansı olmayan bir savaşa devam etmenin
düpedüz suç olduğunu" bir generalin bile anlaması gerektiğini söylemeye
çalışıyordu. Bütün bu kanıtlardan yola çıkarak olsa olsa, vicdan dediğimiz
şeyin Almanya'da kesinlikle sırra kadem bastığı sonucuna varabiliriz; bu ülkede
yaşayan insanlar böyle bir vicdanın varlığını bile neredeyse unutmuş ve dış
dünyanın insanı hayretler içinde bırakan "yeni Alman değerlerini"
paylaşmadığını fark etmez olmuşlardır. Ama işin aslı bundan ibaret değildir;
zira Almanya’da rejimin en başından beri, hiç tereddüt etmeden Hitler'e karşı
koyan tek tek insanlar da vardı. Sesleri hiç duyulmadığı için kaç kişi
olduklarını bilmiyoruz - belki yüz binlerce kişiydiler; belki çok daha fazla,
belki de çok daha azdılar. Hemen her yerdeydiler; toplumun her tabakasında,
eğitim görmemiş olanlar kadar eğitim almışların da arasında, bütün partilerde,
hatta belki NSDAP saflarında bile bu insanlara rastlamak mümkündü. Daha önce
sözünü ettiğimiz Reck- Malleczewen veya felsefeci Kari Jaspers gibi tanınmış
olanları çok azdı. Bazılarının dini inancı hakikaten çok güçlüydü; mesela bir
esnaf tanıdığım, Nazi Partisi'ne girmek gibi "küçük bir formalite"yi
yerine getirmektense, bağımsız varoluşunu kaybetmeyi ve sıradan bir fabrika
işçisi olmayı tercih etti. Bazıları da yemin etme işini ciddiye aldı ve mesela
Hitler'in adı üstüne yemin etmektense akademik kariyerinden vazgeçmeyi yeğledi.
Sayıca fazla olan bir grup da işçiler, özellikle Berlin’deki işçiler ve
tanıdıkları Yahudilere yardım etmeye çalışan Sosyalist entelektüellerdi. Son
olarak da iki köylü delikanlı vardı; Günther Weisenbom'un Der lautlose A ufsîand inde (1953,
Sessiz İsyan) anlattığı hikâyeye göre, savaşın sonlarına doğru askerlik celbi
gelen bu gençler SS'e katılmayı reddettiler ve ölüm cezasına çarptırıldılar.
İnfaz günü ailelerine yazdıkları son mektupta şunları söylüyorlardı:
"İkimiz de böylesine korkunç şeylerin vicdan azabıyla yaşamaktansa ölmeyi
tercih ediyoruz. SS'e katılan birinin ne yapması gerektiğini biliyoruz."
Pratik açıdan hiçbir şey yapmamış olan bu insanların bulunduğu konum, komploya
katılan- lannkinden tamamen farklıydı. Hiçbir zaman doğruyu yanlıştan ayıramaz
hale gelmediler ve "vicdan krizlerinden” mustarip olmadılar. Belki direniş
üyeleri arasında böyle insanlar da vardı, ama
komplocuların saflarında yer alanların
sayısı kuşkusuz çok azdı. Bu insanlar ne kahramandı ne de evliya, ve hep sessiz
kaldılar. Bu ya- payalmz ve dilsiz unsur kendisini sadece bir defa, tek bir
ümitsiz jestle açıkça belli etti: Scholl'ların, Münih Üniversitesi’nden biri
kız biri erkek iki kardeşin, hocaları Kurt Huber’in etkisi altında kalıp
dağıttıkları o meşhur broşürlerde, Hitler’in ne mal olduğu nihayet açık açık
dile getiriliyordu - "kitlelerin katili".
Gelgeldim, 20 Temmuz komplosu başarıya
ulaşsaydı Hitler Al- manyası’nın yerine geçecek olan şu "diğer
Almanya" için hazırlanan belgelere ve bildirgelere bakarsanız, bu
Almanya'nın da dünyanın geri kalanından büyük bir uçurumla ayrıldığım görüp
şaşkınlıktan donakalırsınız. Yoksa, bilhassa Goerdeler'in olmayacak işler
peşinde koşması; herkesten önce Himmler'in, ayrıca Ribbentrop'un ■/ savaşın son
aylarında, yenilgiye uğramış Almanya ile Müttefikler /arasında arabuluculuk
yapmak gibi muhteşem, yeni bir roİ oynama hayalleri kurmaya başlamaları başka
türlü nasıl açıklanabilir? Rib- bentrop’a sadece aptal deyip geçilirdi belki,
Himmler içinse pek çok / şey söylenebilirdi ama aptal olmadığı kesindi.
Nazi hiyerarşisinin vicdanla ilgili
sorunları çözme konusunda en yetenekli üyesi Himmier'di. Hitler'in 1931'de SS'e
yaptığı bir konuşmadan alman şu meşhur "Sadakatim Onurumdur" gibi
sloganla- / n -Eichmanrim "kanatlı kelimeler", hâkimlerin "boş
laflar" dediği sloganları- buldu ve Eichmanrim hatırladığı kadanyla
"sene sonuna doğru", muhtemelen Noel ikramiyesiyle birlikte dağıttı.
Eich- marnı bu sloganların sadece birini hatırlıyor ve sürekli tekrar edip
duruyordu: "Bu savaşlar sayesinde, gelecek nesiller tekrar savaşmak
zorunda kalmayacak"; "savaşlar" derken kadınlara, çocuklara,
yaşlılara ve diğer "faydasız boğazlara" karşı savaşmaktan
bahsediyordu. Himmler'in Eİnsaîzgruppen
komutanlarına ve Üst Düzey SS ve Polis Liderleri'ne yaptığı diğer konuşmalardan
alman benzer laf- 1ar şunlardı: "İnsani bir zayıflıktan kaynaklanan
istisnalar hariç, sonuna kadar dayanmak ve saygınlığımızı korumak; işte bizi
sert yapan bu. Tarihimizde daha önce hiç böyle bir sayfa açılmadı ve bundan
sonra da açılmayacak"; "Yahudi meselesini çözme emri, bir teşkilatın
alabileceği en korkunç emirdir"; "Sizden 'insanüstü1 bir
şey, 'insanüstü bir biçimde insanlıkdışı’
davranmanızı beklediğimizin farkındayız". Bu noktada söylenebilecek tek
şey, beklentilerinin boşa çıkmadığıdır. Gelgeldim, Himmler'in bu sözleri
ideolojik açıdan gerekçelendirmeye çalışmamış olması veya çalıştıysa bile
gerekçelerinin görünüşe göre hemen unutulmuş olması önemlidir. Birer katile
dönüşen bu adamların akimda kalan sadece tarihi, muazzam, eşsiz ("ancak
iki bin yılda bir verilen ulvi bir görev") ve dolayısıyla da muhtemelen
dayanması zor bir işe girişmiş olduklarıydı. Katillerin böyle düşünmeleri
önemliydi, zira doğuştan sadist veya cani değillerdi; bilakis, yaptığı şeyden
fiziksel bir zevk alanlardan sistematik bir biçimde kurtulmaya çalışıyorlardı. Einsatzgruppen Silahlı
SS'ten, suç sicili Alman Ordusu’nun başka herhangi bir biriminden uzun olmayan
bir askeri birimden; bu birliklerin komutanları da yüksek öğrenim görmüş seçkin
SS’ler arasından, Heydrich tarafından seçilmişti. Dolayısıyla, asıl mevzu bu
adamların vicdan azabından nasıl kurtulacağı değil, fiziksel acıyla karşılaşan
bütün normal insanları etkileyen o hayvani merhamet duygusunu nasıl aşacağıydı.
Anlaşılan kendisi bu içgüdüsel tepkilerden yana bayağı -; dertli olan
Himmler'in numarası çok basit ve muhtemelen de çok etkiliydi: İnsanın bu
içgüdüleri kendine çevirir gibi yapıp dışındaki bir şeye yöneltmesinden
ibaretti. Böylece katiller, "İnsanlara ne korkunç şeyler yaptım!"
demek yerine, "Görevlerimi yerine getirir-; ken ne korkunç şeyler görmek
zorunda kaldım, bu görevin omuzlarıma yüklediği yük nasıl da ağır!"
diyebiliyorlardı. :
Eichmann’ın kötü hafızasının Himmler'in
usta işi sloganlarıyla bu kadar ilgilenmesi, vicdan sorununu çözmenin başka ve
daha etkili yollarının bulunduğunun bir göstergesi olabilir. Bu yollardan biri,
Hitler'in çok önceden fark ettiği gibi, basit bir olgu, savaştır. Eich- mann
tekrar tekrar, "nereye baksanız ölü bir insan gördüğünüz" ve kendi
ölümünüze kayıtsız kaldığınız bir zamanda, ölülere karşı "farklı bir
kişisel tavır" takınmak gerektiğini savundu: "Ha bugün ölmüşüz ha
yarın, bizim için hiç fark etmiyordu; öyle zamanlar oluyordu ki, bizi hâlâ
canlı yakalayan sabaha lanetler yağdırıyorduk." Bu kadar vahşi bir ölüm
atmosferinin oluşmasında, Nihai Çözüm' ün, daha ileri aşamalarında kurşuna
dizme yoluyla değil; şiddetle, gaz fabrikalarında gerçekleştirilmesi özellikle
etkili olmuştu. Gaz fabrikaları, savaşın ilk haftalarında Hitler'in emriyle
başlatılan ve
Rusya'nın istilasına kadar Almanya’daki akıl hastalarına
uygulanan "ötenazi programıyla" baştan sona yakından ilişkiliydi.
1941 sonbaharında başlatılan imha programı sanki apayrı iki yoldan
yürütülüyordu. Bu yollardan biri gaz fabrikalarına, diğeri ise Einsatzgrup- perie
çıkıyordu. Einsatzgruppen'm,
özellikle de Rusya'dayken, Ordu'nun gerisinde gerçekleştirdiği operasyonlar
partizan savaşı bahanesiyle haklı gösteriliyordu ve bu operasyonların
kurbanları kesinlikle sadece Yahudiler değildi. Gerçek partizanlara ek olarak,
Rus yetkililer, Çingeneler, asosyaller, akıl hastalan ve Yahudilerle de
ilgileniyorlardı. Yahudiler "potansiyel düşman" sayılıyorlardı; Rus
Yahudilerinin bu durumu fark etmeleri ne yazık ki aylar sürmüştü, fark
ettiklerinde ise kaçmak için artık çok geçti. (Eski kuşak I. Dünya Savaşı'nı,
kurtancısı gibi gördüğü Alman Ordusu'nu sevinçle karşıladığı zamanları
hatırlıyordu; Almanya’da ve Varşova’da "Ya- hudilere nasıl muamele
edildiği" konusunda ne gençler ne de yaşlılar tek kelime duymuştu; Alman
İstihbarat Servisi’nin Beyaz Rusya'dan verdiği bilgilere göre, olup bitenlerden
"tuhaf bir biçimde habersizdiler" (Hilberg). İşin daha da ilginç
tarafı, bu bölgelere gönderilen Alman Yahudilerinin bile zaman zaman Üçüncü
Reich'ın "öncüleri" olarak orada bulundukları yanılsamasına
kapılmalarıydı.) Tam dört tane, her biri bir tabur büyüklüğünde olan ve
askerlerinin sayısı toplamda üç bini aşmayan bu mobilize katliam birliklerinin
Silahlı Kuvvetler’in yakın işbirliğine ihtiyacı vardı ve bu ihtiyacı da
karşılanıyordu; aslına bakılırsa, aralarında genellikle "mükemmel",
bazı durumlarda da "içten" (herzlich)
bir işbirliği vardı. Generaller "Yahudılere karşı şaşırtıcı derecede iyi
bir tavır" sergiliyordu; kendi Yahudilerini Einsatzgruppen't
devrettikleri gibi, çoğu zaman kendi adamlarım, sıradan askerleri katliamlara
yardım etmek üzere ödünç verdikleri de oluyordu. Hilberg'in hesaplarına göre,
Yahudi kurbanların toplam sayısı bir buçuk milyonu buluyordu; ama bu rakam,
Führer'in bütün Yahudi halkının fiziksel imhasıyla ilgili emrinin sonucu
değildi. Daha eski, Hitler’in Himmler'e Mart İ941'de verdiği bir emrin
sonucuydu; bu emre göre, SS ve polis "Rusya'da birtakım özel görevleri
yerine getirmek üzere" hazırlanacaktı.
Führer’in sadece Rus ve Polonya
Yahudilerini değil, bütün Ya- hudileri yok etme emi'i, her ne kadar ileri bir
tarihte yayımlanmış olsa da, aslında çok daha eskilere dayanıyordu. RSHA’da
veya Hey- drich'in ya da Hiramler'in diğer bürolarında değil; Führer'in şansöl-
yeliğinde, kişisel bürosunda ortaya çıkmıştı. Savaşla uzaktan yakından ilgisi
yoktu, bu emri gerekçelendirmek için askeri zorunluluk gibi bahanelere asla
başvurulmadı. Gerald Reitlinger’in The
Final Solution' inin (Nihai Çözüm) en büyük meziyetlerinden biri,
şüpheye yer bırakmayacak biçimde belgelenmiş kanıtlarla, Doğu1 daki
gaz fabrikalarında yürütülen imha programının Hitler'in ötenazi programından
türediğini ortaya koymasıdır. "Tarihsel hakikatle" yakından ilgili
olan Eichmann duruşmasının bu fiili, bağlantıya dikkat etmemesi büyük bir
talihsizliktir. Çünkü bu bağlantı duruşmada çok tartışılan bir meseleye,
RSHA'dan Eichmann'm gaz işine karışıp karışmadığı meselesini bir ölçüde
aydınlatabilirdi. Muhtemelen Eichmann bu işe karışmadı; ama adamlarından biri,
Rolf Günther, belki de kendi adına bu işle ilgilendi. Mesela, Lublin
bölgesindeki gaz tesislerini kuran ve Eichmann'la da görüşen Globocnik, ek personele
ihtiyaç duyduğu zaman Himmler'le veya başka bir SS ya da polis yetkilisiyle
görüşmedi; Führer’in şansöîyeüğinden Viktor; Brack'e başvurdu ve Brack de bu
ricayı Himmler'e iletti.
İlk gaz odaları 1939’da, Hitler’in aynı
senenin 1 Eylül’ünde verdiği "tedavisi olmayan hastaların huzur içinde
ölmesi sağlanmalıdır" emri üzerine inşa edildi. (Dr. Servatius'un gazla
zehirleyerek öldür- menin "tıbbi bir mesele" olarak ele alınması
gerektiği yönündeki ■ hayret verici kanaati de muhtemelen gazla öldürmenin bu
"tıbbi" kökeninden geliyordu.) Aslında bu fikir epey eskiydi. Daha
1935' te, Hitler Reich Tıp Lideri Gerhard Wagner'e "savaş başlarsa, bu
Ötenazi işini başlatıp uygulamaya geçirmesini, zira bu işi savaş zamanı
yapmanın daha kolay olduğunu" söylemişti. Bu emir uyarınca, akıl
hastalarına ötenazi uygulaması hemen başlatıldı; Aralık 1939 ile Ağustos 1941
arasında, ölüm odalarının -tıpkı daha sonra da Auschwitz'de de yapılacağı gibi-
duş veya banyo havası verilerek gizlendiği kurumlarda, yaklaşık elli bin Alman
öldürüldü. Program tam bir fiyaskoydu. Gazla öldürmeyi o çevrede yaşayan
Alınanlardan saklamak mümkün değildi; tıbbın doğası ve doktorun göreviyle
ilgili "nesnel" bir fikre muhtemelen henüz ulaşmamış insanların
protestoları dört bir yandan yükseldi. Doğu'daki gazla öldürme işlemlerinin
-veya Nazilerin diliyle söyleyecek olursak, "insanların huzur içinde
ölmesini sağlayan" "insani" öldürme yönteminin- başlatılmasıyla
Almanya'da gazla öldürme işlemlerinin durdurulması neredeyse aynı güne
rastlıyordu. Almanya'daki Ötenazi programında görev alanlar, daha nice halkîann
yok edilmesi için yeni tesisler inşa etmek üzere, bu sefer de doğuya gönderildi
- bu görevliler Hitler'in şansölyeliğinden veya Reich Sağlık Departma- nı'ndan
gelmiyordu ve ancak şimdi Himmler’in yönetimine ve yetkisine verilmişti.
İnsanları yanıltmak ve olup biteni
gizlemek için özenle hazırlanan bu çok çeşitli dil kurallarından hiçbiri,
katillerin zihniyeti üstünde, Hitler’in ilk savaş emri kadar;
"cinayet" kelimesi yerine "huzur içinde ölmesini sağlamak"
ifadesinin kullanıldığı bu emir kadar kesin bir etki yaratmamıştır. Polis
müfettişi, bu insanların sonunun Öyle veya böyle Ölüm olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, "gereksiz yere zorluk çıkarmaktan" kaçınmaya
yönelik bir direktiften bahsetmenin biraz ironik olup olmadığım sorduğu zaman,
Eichmann soruyu bile anlamadı; Öldürmenin değil, insanlara gereksiz yere acı
çektirmenin bağışlanamaz bir suç olduğu düşüncesi hâlâ kafasına kazık çakmış
gibiydi. Duruşma sırasında, tanıklar SS askerlerinin mezaliminden bahsedince,
haksızlığa uğramış gibi gerçekten öfkelendiğini açıkça gösteren birkaç şey şey
yaptı - yine de, mahkeme ve izleyicilerin büyük bir bölümü Bichmann’m
yaptıklarını fark etmedi; kontrolünü kaybetmemek için azimle çaba göstermesi,
Eich- mann’m "kaya gibi" ve kayıtsız biri olduğunu sanmalarına yol
açtı. Eichmann'ı gerçekten altüst eden tek şey, milyonlarca insanı ölüme
yollamış olmakla değil; bir tanığın iddia ettiği gibi (mahkeme bu iddiayı
reddetti) bir zamanlar Yahudi bir genci ölümüne dövmekle suçlanmaktı. Kuşkusuz
pek çok insanı, "huzur içinde ölmelerini sağlamak" yerine silaha
sanlan Eİnsatzgrupperi
in bölgesine yollamıştı; ama operasyonun ileri safhalarında, gaz odalarının
kapasitelerinin sürekli artmasıyla bu iş artık bir zorunluluk olmaktan çıkınca,
muhtemelen yüreğine su serpildi. Bu yeni yöntemin, Nazi hükümetinin Yahudiler
karşısındaki tavrında kesin bir düzelmeye işaret ettiğini de düşünmüş olmalı;
zira gazla öldürme programının daha en başında, ötenaziden sadece gerçek
Almanların yararlanabileceği açıkça ifade edilmişti. Savaş, dört bir yanda
-Rusya sınırında, Afrika çöllerinde, İtalya’da, Fransız sahillerinde, Alman
şehirlerinin yıkıntıları arasında- kol gezen şiddetli ve korkunç bir ölümle
beraber ilerledikçe, Auschwitz ve Chelmno, Majdanek ve Belzek, Treblinka ve
Sobibor'daki gazla Ölüm merkezleri esasen, huzur içinde ölüm uzmanlarının
tabiriyle, "Huzur Evleri" gibi görünmüş olmalı. Dahası, Ocak 1942'den
sonra, "buzda ve karda yaralananlara yardım etmek" için Doğu'da
faaliyet gösteren ötenazi timleri ortaya çıktı; yaralı askerlerin de gazla
Öldürüldüğü "çok gizli" bir biigi olsa da, Nihai Çözüm'ü uygulamaya
geçirenlerin çoğu şüphesiz bu durumdan haberdardı.
Ara ara dikkat çekildiği gibi, Almanya'da
akıl hastalarını gazla zehirleyerek Öldürme işlemini durdurmak zorunda
kalmalarının nedeni, halkın ve kiliselerin birkaç cesur ruhani liderinin
protestolar rıydı; ama, bazı ölüm merkezleri o dönemde Alman toprağı olan ve
etrafında Alman nüfusun yaşadığı yerlerde bulunduğu halde, akıl hastalarını
bırakıp Yahudileri gazla öldürmeye başladıkları zaman böyle protestolar
duyulmaz oldu. Gelgeldim,- protestolar savaşın başında yükseldi; "ötenazi
eğitimi"nin etkilerini bir yana bırakacak olursak, "gazla
zehirleyerek acısız bir ölüm sağlama"ya yönelik tavır savaş sırasında
büyük olasılıkla değişti. Böyle bir İddiayı kanıtlamak, destekleyecek belge
bulmak zordur; çünkü bu girişim baştan sona büyük bir gizlilik içinde yürütüldü
ve hiçbir savaş suçlusu, Nümberg Doktorlar Duruşması’nm bu konuyla ilgili uluslararası
literatürden onlarca alıntı yapabilecek dürümdaki davalıları bile, bu mevzuyu
hiç açmadı. Bu doktorlar belki de insanları Öldürdükleri zamanlarda kamuoyunda
nasıl rüzgârlar estiğini unutmuşlardı, belki de bunu hiç umursamamışlardı;
büyük bir yanılgıya düşüp kendi "nesnel ve bilimsel" tavırlarının
sıradan insanların görüşlerinden çok daha ileri bir düzeyde olduğunu
sanmışlardı. Gelgelelim, yaşadıkları dehşetin artık komşuları tarafından
paylaşılmadığmı gayet iyi bilen güvenilir insanların savaş günlüklerinde
rastladığımız gerçekten paha biçilmez birkaç hikâye, koca bir ulusun ahlaki
çöküşünden sonra da ayakta kalmayı başarmıştı.
Daha önce de sözünü ettiğim
Reck-Malleczewen, 1944 yazında köylülere moral vermek için Bavyera'ya konuşma
yapmaya gelen bir kadın "lider"den bahseder. Anlaşılan "mucize
silahlarla" veya zaferle oyalanacak zamanı yoktu, büyük bir açıksözlülükle
yaklaşan mağlubiyetle yüzleşti; iyi Almanların bu konuda endişelenmelerine
gerek yoktu çünkü Führer "bütün
iyiliğiyle, savaşın mutsuz
bir
sonla bitmesi halinde bütün Alman halkı için, gazla zehirlenecekleri yumuşak
bir ölüm hazırlamıştı". Bunun üzerine Reck-Mal- leczevven
şunları söyler:" Yoo, hayır, hayal falan görmüyordum, bu hoş kadın bir
serap değildi, kendi gözlerimle gördüm: açık tenli, kırkma yaklaşan, delirmiş
gibi bakan bir kadın ... Peki ne oldu? Bavyeralı köylüler en azından bu Ölme
meraklısı kadının hararetini dindirmek için onu civardaki bir göle mi sokup
çıkardılar? Kesinlikle böyle bir şey yapmadılar. Kafalarım sallaya sallaya
evlerinin yolunu tuttular."
Şimdi aktaracağım hikâye durumu daha iyi
özetliyor; zira bu hikâyeye konu olan kişi "lider", hatta Parti üyesi
bile değil. Olay, Doğu Prusya’nın Königsberg şehrinde, Almanya’nın bambaşka bir
köşesinde, Ocak 1945'te, Ruslar şehri harap etmeden, yıkıntılarım işgal etmeden
ve tamamını ilhak etmeden birkaç gün önce gerçekleşmiş. Olanları Kont Hans von
Lehnsdorff, Ostpreussisches
Tage- buch'unda (1961, Doğu Prusya Günlüğü) anlatıyor. Lehnsdorff
doktor olduğu için, daha güvenli bir yere nakledilemeyen yaralı askerlerle
ilgilenmek üzere şehirde kalmış; Kızıl Ordu'nun çoktan işgal ettiği bir
bölgeden gelenlerin sığındığı büyük bir mülteci merkezine çağrılmış. Bu
merkezde, bir kadın yanına yaklaşıp varisli bir damarım göstermiş; bu varisi
yıllardır çektiğini ama artık tedavi edilmesini istediğini, çünkü tedavi görmek
için vakti olduğunu söylev miş. "Tedaviyi sonraya bırakıp bir an önce
Königsberg’den kaçmasının ’daha önemli olduğunu anlatmaya çalıştım. Nereye gitmek
istediğini sordum. Bilmiyordu, bildiği tek şey herkesin Reich’a
götürüleceğiydi. Daha sonra, şaşırtıcı bir biçimde şunları söyledi: 'Rus- lar bizi asla yakalayamaz.
Führer bunun olmasına asla izin vermez. Çok geçmeden bizi gazla zehirler.'
Belli etmeden sağıma soluma bakmaya çalıştım, görünüşe göre kadının sözlerini
kimse yadırga- mamıştı." Gerçek hikâyelerin çoğu gibi, bu hikâye de insana
yarım kalmış hissi veriyor. Bir ses daha, mümkünse bir kadın sesi daha
duymalıydık; derin bir iç çekip şöyle demeliydi: Ama artık gazların en iyisini,
en pahalısını Yahudilerle heba ediyorlar!
EICHMANN'IN vicdanıyla
ilgili olarak anlattıklarım şimdiye kadar hep kendisinin çoktan unuttuğu
kanıtlara dayanıyordu. Eichmann’ ın kendi anlattıklarına göre, asıl dönüm
noktası dört hafta değil de dört ay sonra, Ocak 1942'de meydana gelen bir
olaydı: Nazi'lerin Müsteşarlar Toplantısı dediği; Heydrich’in bu beyleri Berlin
banliyölerinden Wannsee'deki bir eve davet etmesinden dolayı, günümüzde daha
çok Wannsee Toplantısı olarak bilinen toplantıydı. Resmi adından da anlaşıldığı
gibi, böyle bir toplantı yapmak zorunlu hale gelmişti; çünkü Nihai Çözüm
Avrupa’nın tamamında uygulanacaksa, şüphesiz Reich’ın Devlet aygıtının zımni
kabulünden daha fazlası gerekiyordu; bütün Bakanlıkların ve Devlet birimlerinin
ta- marnının aktif işbirliğine ihtiyaç vardı. Hitler'in iktidara gelmesinden
dokuz sene sonra, Bakanların hepsi uzun süredir işin içinde olan Parti
üyeleriydi - rejimin ilk aşamalarına "uyum sağlayanlar", rahat rahat
bu kademelere yerleşmişti. Yine de çoğu tam anlamıyla güvenilir değildi, zira
Heydrich veya Himmler gibi kariyerini tümüyle Nazilere borçlu olanların sayısı
çok azdı; bir zamanlar şampanya pazarlarken Nazi rejiminde Dışişleri
Bakanlığının başına getirilen Joachim von Rıbbentrop gibilerse büyük olasılıkla
etkisiz kaldı. Gelgelelim Devlet birimlerinin en üst kademelerinde, Bakanların
hemen altında bulunanlar söz konusu olduğunda; mesele çok daha ciddiydi; zira her
hükümet yönetiminin belkemiğini oluşturan bu kişilerin yerlerine başkalarını
getirmek kolay iş değildi; iyice ifşa olmadıkları sürece, Hitler gibi Adenauer
de bu yetkililere katlanacaktı. Dolayısıyla çeşitli Bakanlıklardaki
müsteşarlar, hukuk uzmanları ve diğer uzmanlar genellikle Parti üyesi bile
olmuyordu ve
Heydrich'in katliamlarda bu insanlardan aktif olarak yardım
alıp alamayacağı konusunda endişelenmesi gayet anlaşılır bir durumdu.
Eichmann’ın ifadesiyle, Heydrich "en büyük zorluklarla karşılaşmayı
bekliyordu". Ama hiç de beklediği gibi olmadı.
Toplantının amacı, Nihai Çözüm'ün
uygulamasına yönelik bütün girişimler arasında koordinasyonu sağlamaktı,
öncelikle "karmaşık hukukî meseleler" tartışıldı; mesela, yarı- veya
çeyrek-Yahu- diler nasıl bir muameleye tabi tutulacaktı - onları öldürmek
gerekir miydi yoksa kısırlaştırmak yeterli miydi? Daha sonra açık açık "bu
meseleyle ilgili pek çok olası çözüm yolu" tartışıldı ve bu tartışmanın
sonucunda da "katılımcıların sevindirici bir biçimde anlaşmaya varmasından"
çok daha ileri gidildi; Nihai Çözüm orada bulunan herkes, Özellikle de
ketumluğuyla ve Parti’nin "radikal" tedbirlerine şüpheyle
yaklaşmasıyla tanınan ve Dr. Hans Globke'nin Nürnberg' de verdiği ifadeye göre
Hukuk’un sadık destekçilerinden biri olan Dr. Wilhelm Stuckart tarafından
"olağanüstü bir coşkuyla" karşılandı. Gelgelelim birtakım sıkıntılar
yaşanıyordu. Yahudiler Batı' dan Doğu’ya aktarılacak diye, Polonya'daki Genel
Hükümet'in kurmandan yardımcısı Müsteşar Josef Bühler'in ödü kopuyordu; çünkü
bu Polonya'da daha fazla Yahudi demekti. Bu nedenle Bühler, tahliyelerin
ertelenmesini ve "Nihai Çözüm'ün, nakliyeyle ilgili sorunların yaşanmadığı
Genel Hükümet'te başlatılmasını teklif etti. Dışişleri Bakanlığından gelen
beylerin elinde, büyük Özenle hazırlanmış bir belge vardı; bu bilgi notunda
"Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa’daki Yahudi meselesinin toptan çözümüyle
ilgili arzulan ve fikirleri" dile getiriliyordu - ama bu notla kimse
ilgilenmedi. Asıl mesele, Eichmann'm da çok doğru bir biçimde ifade ettiği
gibi, çeşitli devlet kademelerinde bulunan pek çok kişinin görüş bildirmekle
kalmayıp somut Önerilerde bulunmasıydı. Toplantı en fazla bir- bir buçuk saat
sürdü, daha sonra içki servisi başladı ve yemeğe geçildi - gerekli kişisel
temasları güçlendirmek için tasarlanmış "küçük, sıcak bir sosyal
toplantıydı" bu. Eichmann içinse büyük bir olaydı, çünkü daha önce hiç bu
kadar çok "yüksek şahsiyetin" bulunduğu bir sosyal ortama girmemişti;
rütbesi ve toplumsal konumu orada bulunanîarınkinden kat kat düşüktü.
Davetiyeleri yollamış ve Heydrich'in giriş konuşması için birtakım (yalan
yanlış) istatistikler hazırlamıştı -büyük bir işten söz ediliyordu, on bir
milyon Yahudi öldürmek gerekiyordu- ve daha sonra da toplantı notlarım
tutacaktı. Uzun lafın kısası, toplantının sekreteri gibiydi. Büyük adamlar
gidince şefi Müller ve Heydrich'le beraber şöminenin yanma oturmasına da bu
sayede izin verilmişti; "Heydrich'i ilk defa sigara ve içki içerken
görüyordum". "İş konuşmadılar, ö kadar zaman çalıştıktan sonra biraz
dinlenmenin keyfini sürdüler"; hepsi halinden çok memnundu, Özellikle
Heydrich’in keyfine diyecek yoktu.
Toplantı gününün Eichmann için bu kadar
unutulmaz olmasının bir nedeni daha vardı. Her ne kadar uzun süredir Nihai
Çözüm konusunda yardımcı olmak için elinden gelenin en iyisini yapsa da,
"şiddete başvurarak böylesine kanlı bir çözüm" getirme konusunda hâlâ
birtakım şüpheleri vardı; ama artık bu tür.şüphelerden kurtulmuştu. "O gün
o toplantıdaki en önemli isimler, Üçüncü Reich’m Papaları konuşmuştu." Hem
Hitler, Heydrich veya "sfenks" Müller' in, hem SS'in veya Parti’nin
hem de devlet kademelerinin elit tabakasının, bu "kanlı" işe Önayak
olma onurunu yaşamak için birbiriy- le rekabet ve mücadele ettiğini kendi
gözleriyle görmüş, kendi kulaklarıyla duymuştu. "Tam o anda, kendimi
Pontius Pilatus gibi hissettim, suçluluk duygusundan kurtulmuştum". Kim oluyordu da onları yargılamaya
kalkıyordu? Neden "fikirlerini kendine saklamıyordu"?
Aslına bakarsanız, alçakgönüllülükten kırılan ne ilk ne de son kişiydi.
Eichmann'ın hatırladığı kadarıyla, işler
az çok yolunda gitti ve çok geçmeden rutin hale geldi. "Tehcir"
konusunda nasıl uzmanlaş- tıysa, "zorla tahliye" konusunda da hemen
uzman oluverdi. Her geçen gün yeni bir ülkede, Yahudiler kaydolmak zorunda
bırakılıyor, daha kolay teşhis edilebilmeleri için san amblemi takmaya
zorlanıyor, bir araya toplanıp tehcir ediliyordu; çeşitli sevkiyatlar, o günkü
yok etme kapasitesine göre Doğu’daki şu veya bu imha merkezine
yönlendiriliyordu; bir tren dolusu Yahudi bir ölüm merkezine varınca, sağlıklı
olanlar çalıştırılmak için, genellikle imha mekanizmasının işlemesini sağlamak
üzere seçiliyor, diğerleri ise hemen öldürülüyordu. Birtakım engellerle de
karşılaşılıyordu karşılaşılması- na ama, bunlar önemsiz şeylerdi. Dışişleri
Bakanlığı, Yahudilerini tehcir etmeleri için baskı yapmak veya, olur ya,
Yahudilerini apar topar, düzensiz bir biçimde, ölüm merkezlerinin ne kadarını
kaldırabileceğine bakmadan Doğu'ya aktarmalarını Önlemek için, işgal altındaki
veya Nazi müttefiki yabancı ülkelerdeki yetkililerle temas halindeydi.
(Eichmann olanları böyle hatırlıyordu ama aslında hiçbir şey bu kadar basit
değildi.) Hukuk müşavirleri kurbanları devletsiz bırakmak için gerekli yasaları
hazırladılar. Bu iki açıdan önemliydi: Birincisi, herhangi bir ülkenin
Yahudilerin akıbetini araştırması olanaksız hale geldi; İkincisi, ikamet
ettikleri devletin Yahudi- lerin mallarım müsadere etmesi olanaklı hale geldi.
Maliye Bakanlığı ve Reichsbank, Avrupa’nın dört bir yanından toplanan onlarca
ganimeti kabul edecek tesisler hazırladı; kol saatlerinden altın dişlere kadar
bütün ganimetler Reichsbank’ta sınıflandırıldı ve Prusya Devlet Darphanesine
gönderildi. Ulaştırma Bakanlığı -çok zor bulunduğu zamanlarda bile- gerekli
demiryolu araçlarını, yük vagonlarım temin etti ve tehcir operasyonunda
kullanılan trenlerin tarifelerinin diğer tarifeler^ çakışmamasını sağladı.
Eichmann veya adamları, Yahudi Liderleri Konseylerine her treni doldurmak için
kaç Yahudi gerektiğini haber verdi, onlar da tehcir edileceklerin listesini
hazırladı. Yahudiler başvurularım yaptılar, sayısız form doldurdular, devletin
mallarını gasp etmesini kolaylaştıracak sayfalarca soruya teker teker cevap
verdiler, daha sonra da toplama noktalarında bir araya gelip trenlere bindiler.
Saklanmaya veya kaçmaya çalışan bir avuç Yahudiyİ yakalama görevi özel bir
Yahudi polis gücüne verildi. Eichmann'ın gördüğü kadarıyla kimse itiraz
etmemiş, işbirliği yapmayı reddetmemişti. Bir Yahudi gözlemcinin 1943'te
Berlin’de dile getirdiği gibi, "îmmerzu
jâhren hier die Leute zu i firem eigenen Begrâbnis" (Her
allahın günü yeni binleri buradan ayrılıp kendi cenazesine gidiyordu).
Salt uyum sağlamak, ne çok yakında Nazi işgali altındaki ve
Nazi müttefiki Avrupa'nın tamamını kapsayacak bir operasyonun önünde duran dağ
gibi sorunları ortadan kaldırmaya ne de bu operasyonu yürüten, her şeye rağmen
"Öldürmeyeceksin" düsturuyla yetişen ve Kudüs Bölge Mahkemesi’ndeki
hâkimlerin bu bağlama gayet uygun bir biçimde Kutsal Kitap'tan aktardığı
"Hem adamı öldürdün hem de bağını aldın, değil mi?" sözünü bilenlerin
vicdanım yatıştırmaya asla yetmeyecekti. Stalingrad'da büyük kayıplar
verilmesinin ardından Almanya'nın üstüne çöken -Eichmann'm tabiriyle—
"ölüm keşmekeşinin (Eichmann sivillerin öldürülmesine mazeret olarak Alman
şehirlerinin bombardımana tutulmasını göstermişti; Almanya'da bugün hâlâ,
katliamlar için de aynı mazerete başvuruluyor), Kudüs'tekilerden farklı olmakla
beraber korkunçluğu açısından bu mezalimden geri kalmayan manzaraları gündelik
hayatın bir parçası haline getirmesi, tabii bütün bunlar olurken vicdan diye
bir şey kaldıysa, bu vicdan azabının yatışmasına, daha doğrusu ortadan
kalkmasına yarayabilirdi - ama kanıtlar hiç de öyle olmadığını gösteriyordu.
Savaşın dehşeti balyoz gibi Almanya'nın üstüne inmeden önce, imha mekanizması
en ince ayrıntısına kadar planlanmış ve tamamlanmıştı; Almanya'nın karmaşık
bürokrasisi kolay zafer yıllarında nasıl işliyorsa, mağlubiyetin beklendiği son
yıllarında da aynı sarsılmaz kesinlikle işliyordu. Başlarda, belki de insanlarda
hâlâ vicdan diye bir şey olduğu zamanlarda, yönetici elitlerin ve özellikle de
Üst Düzey SS subaylarının saflarından ayrılan pek olmadı; ayrılmalar daha
ziyade Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin kesinlik kazanmasıyla hissedilir hale
geldi. Üstelik, asla imha mekanizmasını işlemez hale getirecek kadar ciddi
boyutlara ulaşmadı; merhametten değil, yolsuzluktan kaynaklanan münferit
fiillerden ibaretti ve kökeninde de yaklaşan kara günler için kenara biraz para
koyma veya bazı bağlantıları koruma arzusu bulunuyordu. Himmler'in 1944
sonbaharında imhanın durdurulmasını ve ölüm fabrikalarındaki tesisatın
kaldırılmasını emretmesinin altında abes ama samimi bir kanaat yatıyordu:
Himmler Müttefiklerin bu hoş jesti karşılıksız bırakmayacağına inanıyordu; bu
konuda birtakım kuşkuları olan Eichmann'a, verdiği emir sayesinde bir Hubertus- burger-Frieden
için masaya oturabileceğini anlatmıştı kuşkusuz Prusya Kralı II. Friedrich’in
Yedi Yıl Savaşları'mn sonunda, 1763'te . yaptığı Hubertusburg Barış
Antlaşması'nı kastediyordu; bu antlaşmayla, savaşı kaybettiği halde, Silezya
Prusya'ya bırakılmıştı.
Kendisinin de ifade ettiği gibi,
Eichmann'm vicdanını yatıştırmasında en çok işe yarayan unsur, etrafta Nihai
Çözüm’e karşı çıkan bir kişi, tek bir kişi bile olmamasıydı. Gelgeielim bir
istisnayla karşılaşmıştı; bu kadar çok bahsettiğine göre, Eichmann’ı derinden
etkilemiş olmalı. Bu olay Macaristan'da, Eichmann Himmler'in on bin kamyona
karşılık bir milyon Yahudiyi serbest bırakma teklifini
Dr. Kastner'le görüşürken meydana geldi. Olayların seyrinin
değişmesinden cesaret aldığı anlaşılan Kastner, Eichmann'dan "Ausch-
vvitz'deki ölüm fabrikalarının" durdurulmasını istemiş; Eichmann da elinde
olsa bu isteği "büyük bir zevkle" (herzlich
gern) yerine getireceğini, ama ne yazık ki bu işin kendisinin ve
üstlerinin yetkisini aştığını söylemişti - ki gerçekten de öyleydi. Yahudilerin
yok edilmesinin yarattığı genel coşkuyu Yahudilerin de paylaşmasını
beklemiyordu elbette; ama rıza göstermeleriyle yetinmiyor, işbirliği
yapmalarını istiyordu - ve nitekim olağanüstü bir biçimde işbirliği
yaptıklarını gördü. Bu işbirliği, Viyana’daki faaliyetlerinin esas dayanağı
olduğu gibi, Eichmann’m yaptığı her şeyin de "temel taşıydı".
Yahudiler yönetim ve güvenlikle ilgili işlere yardım etmeseydi -daha önce de
belirttiğim gibi, Berlin'de toplama noktalarına gitmeyen Yahudileri yakalama
görevini sadece Yahudilerden oluşan bir polis gücü yerine getirdi^ ya tam bir
kaos yaşanırdı ya da Almanların ihtiyaç duyduğu işgücü tükenirdi.
("Kurbanlar işbirliği yapmasaydı, birkaç bin kişinin, dahası büyük bir
bölümü sadece büro işi yapmış kişilerin yüz binlerce insanı öldürmesi şüphesiz
mümkün olamazdı. ... Polonya Yahudilerinin ölümlerine uzanan yol boyunca
gördükleri Almanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu." R.
Pendorf, daha önce bahsettiğim çalışmasında bunları söylüyor. Bu durum daha çok
da Polonya'ya nakledilen, ölüme giden Yahudiler İçin geçerlidir.) Dolayısıyla,
işgal altındaki topraklarda, maşa gibi kullanılan hükümetlerle birlikte her
zaman bir de Yahudi merkez bürosu kuruldu; ileride değineceğimiz gibi Naziler,
kukla bir hükümet kurmayı başaramadıkları yerlerde, Yahudilerin işbirliği
yapmasını da sağlayamadılar. Ancak, bu maşa hükümetlerin üyeleri genellikle
muhalefet partilerinden alınırken, Yahudi Konseyi üyeleri çoğunlukla o bölgenin
önde gelen Yahudi liderleri arasından seçiliyordu. Naziler bu liderleri
inanılmaz yetkilerle donattılar - ama sonunda diğerleri gibi onları da tehcir
ettiler; Orta veya Batı Avrupa'daki Yahudi liderleri Theresienstadt ya da
Bergen- Belsen'e, Doğu Avrupa’dakilerse Auschwitz'e gönderildi.
Bir Yahudiriin gözünde, Yahudi liderlerin
kendi insanlarının imhasında oynadıktan rol, bu baştan sona karanlık hikâyenin
şüphesiz en karanlık bölümüdür. Bütün bunlar önceden de biliniyordu bilinmesine
ama, Raul Hilberg'in daha önce de bahsettiğim klasik çalışması The Desîrucîion ofthe European Jews
a kadar, bütün bu mara- zi ve yüz kızartıcı ayrıntılarıyla birlikte açık açık
ortaya konmamıştı. İşbirliği açısından, Orta ve Batı Avrupa'daki büyük ölçüde
asimi- le olmuş Yahudi cemaatleri ile Doğu'da Yiddiş dilini konuşan topluluk
arasında hiçbir fark yoktu. İster Amsterdam'da veya Varşova' da ister Berlin'de
veya Budapeşte’de, insanların ve mallarının listesini yapmak, tehcir ve imha
edilme masrafları için tehcir edilenlerden para toplamak, terk edilmiş apartman
dairelerinin izini sürmek, Yahudilerin yakalanmasına ve trenlere bindirilmesine
yardım edecek polis gücünü sağlamak ve son bir jest olarak da Yahudi cemaatin
malvarlığını nihai müsadere için muntazam bir biçimde teslim etmek gibi işleri
Yahudi yetkililere bırakan Nazilerin gözü arkada kalmıyordu. Sarı Yıldız
amblemlerini Yahudi yetkililer dağıttı; bazı yerlerde, mesela Varşova'da
"kolluk satışı düzenli bir işkolu haline geldi; sıradan kumaş kollukların
yanı sıra fantezi, yıkanabilen, naylon kolluklar da bulunabiliyordu".
Nazilerin zoruyla değil, etkisi altında kalarak hazırladıkları manifestolarda,
sahip oldukları yeni gücün nasıl tadını çıkardıklarını görmek hâlâ mümkün -
Budapeşte Konseyi’nin ilk duyurusunda, "Yahudilerin maddi ve manevi bütün
zenginliklerinin ve Yahudi işgücünün tamamının mutlak kullanım yetkisi Yahudi
Merkez Konseyi’ne verilmiştir" ifadesi yer alıyordu. Yahudi yetkililerin
cinayete alet oldukları zaman nasıl hissettiklerini biliyoruz - "batmak
üzere olan gemisini, kıymetli yüklerinin büyük bir bölümünü denize atarak,
güvenli bir limana ulaştırmayı başaran" kaptanlar gibi; "yüz kurban
verip binlerce, bin kurban verip ön binlerce insanı kurtaranlar" gibi
hissediyorlardı. İşin iç yüzü çok daha korkunçtu. Mesela Dr. Kastner,
Macaristan' dayken, tam 1684 kişiyi kurtarmakla beraber yaklaşık 476 bin kurban
yerdi. Ayıklama işini "şansa" bırakmamak için, "kâğıdın üstüne
bilinmedik bir insanın adını yazan ve böylece onun yaşamasına veya ölmesine
karar veren güçsüz insan eline yol gösterecek bir güç olarak",
"gerçekten kutsal ilkeler" belirlemek gerekiyordu. Peki bu
"kutsal ilkeler" kimleri kurtarmayı seçti? Kastner'in raporunda dile
getirdiği gibi, elbette "hayatı boyunca zibur
[cemaat] için çalışanla-. n" -mesela Yahudi yetkilileri- ve "önde
gelen Yahudileri".
Kimse Yahudi yetkililere gizlilik
yemini ettirme zahmetine girmedi; ister Dr. Kastner gibi sükûnetin ve asayişin
sağlanması için,
ister "gazla zehirlenerek öldürüleceği günü bekleyerek
yaşamak, insanın hayatını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramazdı" diyen
eski Berlin Hahambaşı Dr. Leo Baeck gibi "insani" kaygılarla hareket
etmiş olsunlar, hepsi gönüllü "sır taşıyıcılarıydı". Eichmann
duruşması sırasında, tanıklardan biri böyle bir "insanlığın" talihsiz
sonuçlarına dikkat çekti - insanlar Theresienstadt'tan Auschwitz'e nakil işi
için gönüllü oldular ve kendilerine hakikatin hiç de sandıkları gibi
"makul olmadığını" anlatmaya çalışanları kınadılar. Nazi döneminin
önde gelen Yahudi simalarına aşinayız; Lödz’da 1. Chaim diye tanınan Chaim
Rumkowski'nin kendi imzasını taşıyan paralar ve portresinin bulunduğu pullar
bastırdığını ve kırık dökük bir at arabasıyla etrafta dolaştığım; bilgili,
kibar, yüksek öğrenim görmüş biri olan Leo Baeck'in, Yahudi polislerin
"daha nazik ve yardımsever" olacağına ve "bu zor günleri biraz
daha kolaylaştıracağına" inandığını (halbuki Yahudi polisleg kuşkusuz daha
acımasızdı ve onlan rüşvetle ayartmak da daha zordu, zira sahip oldukları hemen
her şey zaten ipin uçundaydı); son olarak da,, birkaç liderin intihar ettiğini
biliyoruz - mesela, Varşova Yahudi Konseyi başkanı Adam Czemiakow. Czemiakow
Lehçe konuşan Yahudi bir mühendisti, haham değildi, Tanrı’ya inanmıyordu bile.
Yine de, Museviliğin şu öğretisini muhtemelen hiç unutmamıştı: "Bırak seni
öldürsünler, sen sen ol, sakın çizmeyi aşma."
Kudüs'te, Adenauer hükümetinin yüzünü kara
çıkarmamak için büyük bir özen gösteren iddia makamının, daha önemli ve daha
bariz gerekçelerle, hikâyenin bu bölümünü açığa çıkarmaktan kaçınmasından başka
bir şey beklenemezdi. (Gelgeldim İsrail ders kitaplarında bu meseleler dobra
dobra ve şaşırtıcı bir açıkyüreklilikle tartışılıyordu - bkz. Mark M.
Krug," Young Israelis and Jews Abroad - A Study of Selected History Textbooks",
Comparative Education Review,
Ekim, 1963.) Ne var ki, hikâyenin söz konusu bölümünü burada mutlaka ele almak
gerekiyor; zira genel olarak çok fazla belgeye dayandırılan bu davanın
dokümantasyonunda neden birtakım boşluklar olduğunu başka türlü açıklamak
mümkün değil. Hâkimler benzer bir duruma, H. G. Adler'in Theresienstadt 1941-1945
(1955) adlı kitabının kanıtlar arasında bulunmamasına dikkat çektiler; bunun
üzerine iddia makamı biraz utana sıkıla da olsa kitabm "güvenilir
olduğunu, güvenilirliği su götürmez kaynaklara dayandığını"
itiraf etmek zorunda kaldı. Bu eksikliğin
sebebi çok açıktı. Söz konusu kitapta SS’ten, gönderilecek Yahudilerin sayısını
ve hangi yaştan, cinsiyetten, meslekten ve ülkeden olacağım şarta bağlayan bazı
genel direktifler alan Theresienstadt Yahudi Konseyi'nin, insanların ödünü
koparan "nakil listelerini" nasıl hazırladığı ayrıntılı olarak
anlatılıyordu. Ölüme gönderilecek bireylerin seçiminin -birkaç istisna
dışında-Yahudi yöneticilerin işi olduğunu itiraf etmeye zorlansaydı, iddia
makamının argümanı zayıflatılmış olurdu. Kürsüden araya giren Savcı Yardımcısı
Ya'akov Baror şu sözleri söylerken aslında bir bakıma bu duruma işaret
ediyordu: "Bir biçimde sanıkla ilgili olan bu meseleleri ortaya koyarken,
genel manzarayı bozmamaya çalışıyorum". Adler'in kitabı da kanıtlar
arasında yer alsaydı, genel manzara esasen paramparça olurdu; zira bu kitapta
yazanlar, ayıklama işini bizzat Eichmann'm yaptığını iddia eden en önemli
Theresienstadt tanığının ifadesiyle çelişiyordu. Daha da Önemlisi, iddia
makamının zalimlerle kurbanları kesin çizgilerle birbirinden ayırarak
resmettiği genel manzara da paramparça olurdu. İddia makamının argümanını
desteklemeyen delilleri sunmak genellikle savunmaya düşer; dolayısıyla, tanığın
ifadesinde bazı tutarsızlıklar olduğunu sezen Dr. Servatius'un kolaylıkla
erişebileceği ve zaten hemen herkesin de bildiği kanıtlardan neden
yararlanmadı- ğı sorusuna cevap vermek zordur. Dr. Servatius Eichmann’m, bir
göç uzmanından "tahliye" uzmanına dönüşmesinin hemen ardından, tıpkı
Theresienstadt'taki "Yahudi Liderleri" gibi, eski Yahudi dostlarını
-Berlin'deki göç işlerinden sorumlu Dr. Paul Eppstein'ı ve Vi- yana'da aynı
görevi yerine getiren Haham Benjamin Murmelstein’ı- bu işle görevlendirdiğine
dikkat çekebilirdi. Yeminler, sadakat ve kayıtsız şartsız itaatin erdemleriyle
ilgili tatsız ve çoğu zaman da düpedüz saldırgan laflar etmek yerine bunları
yapsaydı, Eichmanri m nasıl bir atmosferde çalıştığını çok daha açık bir
biçimde göstermiş olurdu.
Charlotte Salzberger'in yukarıda
aktardığım, Theresienstadt’la ilgili ifadesi, iddia makamının sürekli
"genel manzara" dediği şeyin bu ihmal edilen köşesine şöyle bir göz
atmayı sağlıyordu. Mahkeme reisi bu deyişten de manzaradan da hiç hoşlanmadı.
Landau, "burada manzara resmi yapmıyoruz", "ortada bir iddianame
var ve bu iddianame duruşmamızın iskeletini oluşturuyor", mahkeme "bu
duruşmayla ilgili kararım iddianameye göre verecek",
"iddia makamı mahkeme kurallarına uymak zorundadır" diyerek
Başsavcıyı defalarca uyardı - bir cezai soruşturma için şüphesiz takdire şayan
uyarılardı, ama iddia makamı bunların hiçbirini dikkate almadı. İşin daha da
kötüsü, bu uyarılan dikkate almadığı gibi, tanıklarını yönlendirmeyi de açıkça
reddetti - veya mahkemenin ısrarlarına dayanamadığı zamanlarda, laf olsun diye
birkaç gelişigüzel soru sordu. Böyle olunca, tanıklar da söz almadan önce
kendilerini izleyicilere tanıtan Başsavcının başkanlık ettiği bir toplantıda
bulunan konuşmacılar gibi davrandılar. Canlan istediği kadar konuştular, doğru
dürüst bir soruyla karşılaşmadılar.
Özellikle iddia makamının Varşova
gettosundaki ayaklanma ve Vilna ve Kovno'daki benzer teşebbüsler -yani sanığın
suçlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan meseleler- konusunda ifade verecek
tanıkları arka arkaya çağırmasıyla, duruşmanın bir gösteriden ziyade sırayla
söz alan konuşmacıların izleyicileri harekete geçirmek için elinden geleni
yaptığı bir miting havasında gerçekleştiril- . diği iyice belli oldu. Bu
tanıklar, Yahudi Konseylerinin faaliyetlerinin, kendi kahramanca çabalarında ne
kadar büyük ve feci bir rol oynadığını anlatmadıkları için, ifadeleri duruşmaya
pek bir katkı sağlamadı. Elbette ucundan kıyısından bu meseleye değinenler;
"SS’ in adamlarından ve yardımcılarından" bahseden tanıklar, tıpkı "Ju- denrat"
gibi "Nazi katillerin işlerine de alet olan getto polisinin" de bu
yardımcılar arasında yer aldığına dikkat çekenler de oldu. Ama söz konusu
tanıklar, büyük bir memnuniyetle kendi hikâyelerinin bu bölümüyle ilgili
"ayrıntılara" inmemeyi yeğlediler ve tartışmayı "Nazilerin
karşılaştıkları sıkıntılarla savaşan yeraltı örgütleri" gibi "adsız
sansız, Yahudi halkının bilmediği" bir avuç gerçek haine kaydırdılar. (Bu
tanıklar ifade verirken, izleyici kitlesi bir kere daha değişmişti; bu sefer de
Kibbuzniks't&n,
konuşmacıların geldiği İsrail komünal yerleşimlerinin üyelerinden oluşuyordu.)
Zivia Lu- betkin Zuckerman kadar açık ve net konuşan bir tanık daha yoktu;
artık kırklarına yaklaşan, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen, duygusallıktan
ve kendini acındırmaktan çok uzak olan bu kadın, ortaya koyacağı gerçekleri
gayet iyi düzenlemişti ve konuşurken nereye varmak istediğini her zaman çok iyi
biliyordu. Hukuki açıdan, bu tanıkların ifadelerinin konuyla ilgisi yoktu,
Hausner son sa-
yunmasında bu ifadelerin hiçbirinden bahsetmedi.
Ancak bu ifadeler, Yahudi partizanlar ile Leh ve Rus yeraltı savaşçılarının
yakın temas halinde olduğuna ilişkin kanıtlar sunduğu için, diğer ifadelerle
çelişmesini bir yana bırakacak olursak ("Karşımızda koca bir halk
vardı"), savunmanın işine yarayabilirdi; sivillerin toptan katli için,
"Weizmann 1939'da Almanya'ya savaş ilan etti" diyen Eichmann’m ağzına
sakız olan bu iddiadan çok daha iyi bir gerekçe olabilirdi. (Eichmann'ın bu
iddiası tam bir saçmalıktı. Chaim Weizmann, savaş öncesinde yapılan son
Siyonist Kongresi'nin kapanışında sadece, Batı demokrasilerinin savaşı
"bizim savaşımızdır, mücadeleleri bizim mücadelemizdir" demişti.
Hausner'in çok doğru bir biçimde dikkat çektiği gibi, asıl trajedi Nazilerin
Yahudileri savaşın tarafı olarak görmemesiydi; zira böyle olsalardı, Yahudiler
esir veya sivil toplama kamplarından sağ çıkabilirlerdi.) Dr. Servatius bu
noktaya dikkat çekseydi, iddia makamı sözü edilen direniş gruplarının acınacak
kadar küçük, inanılmaz zayıf ve esasen zararsız -dahası, yeri geldiğinde onlara
karşı silaha sarılan bu insanlann Yahudi halkının ne kadar küçük bir bölümünü
oluşturduğunu- kabul etmek zorunda kalacaktı.
Oldukça zaman alan bu ifadelerin hukuki
açıdan konuyla ilgili olup olmadığı ne yazık ki belirsizliğini korusa da,
İsrail hükümeti- • nin bu ifadeleri ortaya koyarken nasıl bir siyasi amaç
peşinde koştuğunu tahmin etmek pek zor değildi. Hausner (veya Ben-Gurion)
muhtemelen karşılaşılan her türlü direnişin sadece Sİyonistlerden geldiğini;
Zuckerman'ın ifadesiyle, hayatım koruyamıyorsan, hâlâ fırsatın varken onurunu
korumaya değeceğini sanki bütün Yahudiler içinde bir tek Siyonistlerin
bildiğini; Zuckerman'ın ifadesinin gidişatından da anlaşıldığı gibi, bu
koşullar altında bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyin "masum"
olmak ve kalmak olduğunu göstermeye çalışıyordu. Gelgeleiim hükümet bu
"siyasi" amaçlara ulaşamadı, çünkü tanıklar doğruyu söylediler ve
mahkemeye bütün Yahudi teşkilatlarının ve partilerinin direnişte rol oynadığını
anlattılar; dolayısıyla asıl ayrımın Siyonistler ile Siyonist olmayanlar
arasında değil, örgütlenmiş ve örgütlenmemiş insanlar, daha da önemlisi gençler
ile orta yaşlılar arasında olduğunu ortaya koydular. Kuşkusuz direnenler
azınlığı, çok küçük bir azınlığı oluşturuyordu; ama içlerinden birisinin dile
getirdiği gibi, söz konusu ko-
çullar altında "böyle bir azınlığın
mevcudiyeti bile tam bir mucizeydi". .
İşin hukuki
tarafı bir yana bırakılırsa, eski Yahudi direnişçilerin tanık kürsüsünde
görünmesi büyük bir sevinçle karşılandı. Topye- kûn işbirliğinin duruşmaya
dadanan hayaletini mahkemeden defetti ve Nihai Çözüm'ün boğucu, zehirli
atmosferini dağıttı. İddia makamının tanıklan, herkesin gayet iyi bildiği gibi,
ölüm merkezlerindeki cinayetlerin genellikle Yahudi komandoların işi olduğunu
adil ve dürüst bir biçimde ortaya koydular - bu Yahudilerin gaz odalarında ve
krematoryumlarda çalıştığım, cesetlerin altın dişlerini söktüğünü ve saçlannı
kestiğini, toplu mezarlar kazdığını ve katliamların izlerini ortadan kaldırmak
için bu mezarları tekrar açtığım; cellatların bile Yahudi olduğu, Yahudilerin
"özerkliğinin" bu raddeye vardığı Theresienstadt’taki gaz odalarını
Yahudi teknisyenlerin inşa ettiğini gözler önüne serdiler. Ama l|unlar sadece
korkunç şeylerdi, ahlaki meseleler değildi. Kamplarda çalışacak işçilerin
seçimini ve sınıflandırmasını SS yapıyordu ve tercihini bariz bir biçimde suçlu
veya sabıkalılardan yana kullanan SS'in yapacağı seçim de her halükârda en
kötünün seçilmesi anlamına geliyordu. (Bu durum özellikle de Polonya için geçerliydi;
Naziler hem Yahudi entelijansiya- sının büyük bir bölümünü yok etmiş hem de Leh
entelektüelleri ve meslek sahiplerini öldürmüşlerdi - bu arada, Doğu Avrupa’da
Po- lonya'dakiyle taban tabana zıt bir politika benimsenmişti: Önde gelen
Yahudiler, gözaltına alman sivil Almanlarla veya Alman savaş esirleriyle
mübadele etmek için genellikle korunuyordu; Bergen- Belsen esasen
"mübadele Yahudileri"ne ayrılmış bir kamptı.) Asıl ahlaki mesele,
Eichmann'm Yahudilerin işbirliği yapmalarıyla, dahası Nihai Çözüm koşulları
altında bile işbirliği yapmalarıyla ilgili olarak anlattıklarında hakikat payı
olmasında yatıyordu: "[Theresi- enstadt'taki] Yahudi Konseyi’nin teşekkülü
ve görev dağılımı Kon- sey'in takdirine bırakıldı; sadece başkanın tayini bize
bağlıydı, kimin başkan olacağına elbette biz karar veriyorduk. Gelgeldim
başkanın kim olacağına tek başımıza karar verip bu kararı onlara dayatmıyorduk.
Yakın temas halinde olduğumuz Yahudi yetkililerle birlikte karar veriyorduk -
yani, onların suyuna gidiyorduk. Emirler yağdırmıyorduk; baştaki yetkililere
'yap, yapmak zorundasın' deseydik hiçbir yere varamazdık. Bir insan işini
severek yapmazsa,
yaptığı iş de bir şeye benzemez. ... Biz,
işlerini biraz olsun sevmeleri için elimizden geleni yaptık." Buna hiç
şüphe yok; zaten asıl mesele de işlerini sevdirmeyi nasıl başardıkları.
Nitekim, "genel
manzara"da atlanan en önemli şey, Yahudi yetkililerin Nazi yöneticilerle
işbirliği yaptığını doğrulayan bir tanığın ifadesiydi ve dolayısıyla şu soruyu
sorma fırsatı ortadan kalkmıştı: "Neden kendi insanlarınızın mahvı için,
nihayetinde kendi yıkımınız için işbirliği yaptınız?" Juâenrat'm tanınmış
üyelerinden biri olan tek tanık Pinchas Freudiger, eski Budapeşte Baronu Philip
von Freudiger’di ve sadece onun ifadesi sırasında izleyiciler arasında ciddi
hadiseler çıktı; insanlar Macarca ve Yiddiş dilinde tanığa bağırmaya başladılar
ve mahkeme oturuma ara vermek zorunda kaldı. Hatırı sayılır bir itibara sahip
Ortodoks bir Yahudi olan Freudiger derinden sarsıldı: "Burada, kimsenin kendisine
kaçmasını söylemediğinden bahseden insanlar var. Ama kaçanların yüzde ellisi
yakalandı ve öldürüldü" - kaçmayanlar içinse bu oran yüzde doksan dokuzdu.
"Nereye gidebilirlerdi ki? Nereye kaçabilirlerdi?" - ama kendisi
Romanya'ya kaçtı, zira zengindi ve Wisliceny de kendisine yardım etmişti. ”Ne
yapsaydık? Ne yapsaydık?" Bu sözlere sadece mahkeme reisi karşılık verdi:
"Soruya cevap Verdiğinizi düşünmüyorum" - bu soruyu mahkeme değil,
halk sormuştu.
Hâkimler işbirliği
meselesine iki kere dikkat çektiler; Hâkim Yitzak Raveh, direniş tanıklarından
birinin "getto polisinin katillerin işlerine alet olduğunu" ve"Juâenrat'm Nazilerle
işbirliği yapma politikasını" itiraf etmesini sağladı; Hâkim Halevi de
Eichmann'ın çapraz sorgusu sırasında Nazilerin bu işbirliğini Yahudi
politikalarının temel taşı olarak gördüğünü ortaya çıkardı. Ancak savcının
direnişçiler hariç her tanığa sürekli sorduğu, davanın arka planını oluşturan
gerçeklerle ilgili hiçbir şey bilmeyenlere gayet doğal gelen soru, "Neden
isyan etmediniz?" sorusu, aslında sorulmayan bir sorunun sis perdesini
oluşturuyordu. Nitekim, Hausner'in tanıklarına sorduğu bu cevaplanamaz soruya
aldığı bütün cevaplar "hakikatin, bütün hakikatin ve sadece
hakikatin" epey uzağındaydı. Yahudi halkının tamamının örgütlenmediği; en
gerekli olduğu zamanda bir toprağının, devletinin, ordusunun ve Müttefiklerin
arasında kendisini temsil edecek bir sürgün hükümetinin (Dr. Weizmann'ın
başkanlığındaki Filistin Yahudi Acentesine olsa olsa böyle bir hükümetin aciz
ikamesi gözüyle bakılabilirdi), gizli silahlarının, askeri eğitim almış
gençlerinin olmadığı doğruydu. Ancak bütün hakikat, Yahudi cemaati
teşkilatlarının, Yahudi partisinin ve hem yerel hem de uluslararası düzeyde
faaliyet gösteren sosyal yardımlaşma örgütlerinin olmasıydı. Yahudilerin
yaşadığı her yerde tanınmış Yahudi liderleri vardı ve bu liderler neredeyse
istisnasız olarak, öyle veya böyle, şu veya bu nedenle Nazilerle işbirliği
yapıyordu. Bütün hakikat şundan ibaretti: Yahudi halkı gerçekten örgütlenmemiş
ve lidersiz olsaydı, dört bir yanda kaos ve sefalet kol gezerdi ama kurbanların
sayısı dört buçuk ila altı milyon olmazdı. (Freudiger'in hesaplarına göre,
Yahudi Konseylerinin talimatlarına uymasalardı, bu insanların yarısı
kurtulabilirdi. Bu elbette sadece bir tahmin; gelge- lelim Hollanda Devlet
Savaş Dokümantasyonu Enstitüsü Başkanı Dr. L. de Jong'dan edindiğimiz nispeten
daha güvenilir rakamlarla tuhaf bir biçimde örtüşüyor. Bütün <|iğer
yetkililer gibi Joodsche Raad'm
da (Yahudi Konseyi) "Nazilerin işlerine alet olduğu" Hollanda’da, 103
bin Yahudi tehcir edilip ölüm kamplarına ve beş bin kadar Yahudi de her zamanki
yoldan, yani Yahudi Konseyi’nin iş- birliğiyle Theresienstadt’a gönderildi.
Ölüm kamplarından sadece 519 Yahudi geri döndü. Bu rakamlara karşılık, Nazilerden
-dolayısıyla Yahudi Konseyi’nden de- kaçıp saklanan yirmi ila yirmi beş bin
kadar Yahudiniri on bini, yani yine yüzde kırkı ila ellisi hayatta kalabildi.
Theresienstadt’a gönderilen Yahudilerin çoğu Hollanda’ ya geri döndü.)
Söz konusu hikâyenin,
Kudüs’teki duruşmanın gerçek boyutlarıyla dünyanın gözleri Önüne seremediği bu
bölümü üzerinde durmamın nedeni, Nazilerin saygıdeğer Avrupa toplumunda yol
açtığı ahlaki çöküntünün bütünlüğüne ilişkin çarpıcı bir fikir vermesi - sadece
Almanya'da değil, neredeyse bütün ülkelerde; sadece zalimlerde değil,
kurbanlarında da. Eichmann, Nazi hareketindeki diğer unsurların aksine,
"toplumun üst tabakasını her zaman saygıyla karşılamıştı; Almanca konuşan
Yahudi yetkililere çoğunlukla nazik davranmasının nedeni, büyük ölçüde
karşısındaki bu insanların toplumsal açıdan kendisinden daha üst bir seviyede
bulunduğunu bilmesiydi. Tanıklardan biri Eichmann’a "Landsknechtnatur"
dese de, On Emir'in olmadığı ve insanın arzularının peşine düştüğü yerlere
kaçmak isteyen paralı askerlerden biri olduğu pek söylenemez-
di. Bildiği kadarıyla "üst
tabaka"mn başlıca ölçüsü olan başarıya sonuna kadar inandı, Eichmann’ın ve
arkadaşı Sassen'in hikâyele- ; rinde "kırpma" yı kararlaştırdıkları
Hitler'le ilgili son sözleri bu inanan tipik bir örneğiydi; Eichmann Hitler
için şunları söylüyordu: "zaman, onun en baştan beri hatalı olduğunu
gösterebilir ama ortada su götürmez bir gerçek var: Bu adam Alman ordusunda
onbaşılıktan başlayıp yaklaşık seksen milyon insanın Führer’liğine kadar geldi.
... Tek başına başarısı bile bana bu adamın emrine girmem gerektiğini
gösteriyordu." "Üst tabaka"nm da kendisi gibi gayret ve şevkle
karşılık verdiğini görünce, Eichmann’m vicdanı gerçekten rahatladı. Hâkimlerin
sandığı gibi "vicdanının sesine kulaklarını tıkaması" gerekmiyordu
artık; vicdanı olmadığından değil, bilinci' "saygıdeğer bir sesle",
etrafındaki saygıdeğer toplumun sesiyle konuştuğundan. ' ■ ;
Eichmann'm dikkat çektiği noktalardan
biri, etraftan vicdanını harekete geçirecek tek ses bile yükselmediğiydi; bu
durumda iddia ; makamına da işin aslının hiç de öyle olmadığını, etraftan kulak
ve- : rebileceği sesler yükseldiğini ve her halükârda işini gereğinden çok daha
büyük bir gayretle yaptığını kanıtlamak düşüyordu. Bu bir bakıma doğruydu, ama
-ne kadar şaşırtıcı olsa da- Eichmann'm ölümcül gayretiyle şu veya bu zamanda
onu kısıtlamaya çalışan seslerin ; •bu kadar muğlak olması arasında
hiçbir bağlantı bulunmadığı da söylenemezdi. Yeri gelmişken, Almanya'daki
"iç göç" diye anılan şeye -genellikle Üçüncü Reich’m bazı
pozisyonlarında, hatta önem- ; li pozisyonlarında bulunmuş olan ve savaştan
sonra kendisine ve ; bütün dünyaya.aslında bu rejime her zaman
"içten içe muhalif olduğunu" söyleyenlere- şöyle bir değinmekte fayda
var. Burada önemli olan, söz
konusu insanların doğruyu söyleyip söylemedikleri değildir; daha ziyade Hitler
rejiminin sırlarla dolu atmosferinde "içten içe muhalefet" kadar iyi
saklanan başka tek bir sır bile olmamasıdır. Zaten Nazi terörü koşulları
altında başka türlü olması da pek beklenemezdi; mesela, kendi samimiyetine
kuşkusuz inanan ve nispeten tanınan bir "iç göçmen", günün birinde
bana sırlarım saklayabilmek için "dıştan" sıradan bir Nazi'den daha
Nazi görünmek zorunda kaldıklarını anlatmıştı. (Bu arada söz konusu durum, imha
programına yönelik birkaç bildik itirazın neden Ordu komutanlarından değil de.
. eski Parti üyelerinden geldiğini de açıklayabilir.) Dolayısıyla,
Üçüncü Reich'ta yaşayıp da Nazi
gibi davranmamanın tek yolu pek ortalarda görünmemekti: Otto Kirchheimer'in PoİiticalJustice'mde (1961,
Siyasi Adalet) ifade ettiği gibi, aslında bireysel suçun tek kriteri
"kamusal hayata büyük ölçüde katılmayı bırakmak" olabilirdi. Bu
ifadeyi biraz açıklamaya çalışırsak, Profesör Hermann lahrreiss' ın Nümberg
Mahkemesi'ne sunduğu "Bütün Savunma Avukatlarının Raporu"nda dile
getirdiği gibi, "iç göçmen" ancak "körü körüne inanan kitlelerin
ortasında, kendi insanlarının arasında, toplum dışına itilmiş biri gibi"
yaşayan kişi olabilir. Zira ortalıkta herhangi bir Örgüt olmadığı sürece,
muhalefet etmenin "hiçbir faydası yoktu". Tam on iki yıl boyunca bu
"dış soğukta" yaşayan Almanlar olduğu doğruydu doğru olmasına ama,
böyle insanların sayısı direnişçilerin arasında bile çok azdı. Son yıllarda,
"iç göç" sloganını (bu deyişin kesinlikle kaçamaklı bir havası vardı;
insanın ruhunun derinliklerine göç etmesi anlamına da, göçmen gibi ^iavranması
anlamına da gelebiliyordu) dalga geçer gibi kullanmaya başladılar. Eskiden Ein- satzgruppen'den
birine üye olan ve nezaretinde en az on beş bin insan öldürülen Dr. Otto
Bradfisch musibeti, bir Alman mahkemesine yaptığı şeylere her zaman "içten
içe muhalif olduğunu" anlattı. Anlaşılan "gerçek Nazilere"
onlardan biri olduğunu kanıtlayabilmesi için tam on beş bin insanın ölmesi
gerekiyordu. (Çıkarıldığı Polonya mahkemesinde, eski Warthegau Bölge Lideri
Arthur Greiser de bu argümana başvurdu ama pek başarılı olamadı: 1946 yılında
asılmasına yol açan suçları "iş ruhu" tek başına işlemişti,
"özel yaşam ruhu" her zaman bu suçlara karşı olmuştu.)
Eichmann bir
"iç göçmenle" hiç karşılaşmamış olabilir; yine de, bugün sırf
ortalığı "yatıştırmak" ve kendi makamına "gerçek Nazi-
lerin" oturmasını engellemek için işinden ayrılmadığını iddia eden şu
sayısız devlet memurunun çoğuna aşina olmalı. Müsteşar olan ve 1953'ten 1963’e
kadar Batı Almanya Şansölyeliği’nde personel başkanlığı yapan şu meşhur Dr.
Hans Globke’den bahsetmiştik. Duruşma boyunca bu kategoride adı geçen tek
devlet memuru olduğundan, ortalığı yatıştıran faaliyetlerine biraz daha
yakından bakmakta fayda var. Hitler iktidara gelmeden önce Prusya İçişleri
Bakanlığında görevli olan Dr. Globke, Yahudi meselesine herkesten önce büyük
bir ilgi göstermişti. Adını değiştirmek için başvuran insanların "Aryan
soyundan geldiklerini kanıtlamalarının" talep edil-
diği ilk direktifleri o hazırladı. Aralık 1932 tarihli
-Hitler'in henüz iktidara gelmediği ama gelmesine kesin gözüyle bakıldığı bir
zamanda çıkarılan- bu sirküler "çok gizli emirleri", yani tipik bir
totaliter yönetimin kamunun dikkatine sunmadığı yasalarını tuhaf bir biçimde
çok Önceden haber veriyordu; Hitler rejimi bu yasaları uzun zaman sonra,
alıcıya "kamuya duyurulmayacaktır" ibaresiyle gönderdiği
direktiflerle getirecekti. Daha önce de bahsettiğim gibi, Dr. Hans Globke
isimlere meraklıydı; "1935 Nümberg Yasaları Üzerine Yorumlar"ı, eski
Parti üyesi ve İçişleri Bakanlığı'nın Yahudi meseleleri uzmanı Dr. Bemhard
Lösener'in daha eski tarihli Ras~
senschande (Yahudilerle cinsel ilişkiye girmek) yorumundan çok
daha sert olduğu için, işleri "gerçek Nazilerin" yapacağından daha
beter hale getirmekle bile suçlanabilirdi. Her'şeye rağmen aslında iyi niyetli
biri olduğunu düşünsek bile, farklı koşullar altında işleri yoluna sokmak için
neler yapabileceğini tahmin etmek zor. Gelge- lelim bir Alman gazetesi, yaptığı
uzun incelemeler sonucunda, bu kafa karıştırıcı soruya geçenlerde bir cevap
verdi. Dr. Globke'nin imzasının belli belirsiz okunduğu bir belge bulunmuştu;
bu belgede, evlilik cüzdanı almak isteyen Alman askerlerin Çek eşlerinin mayolu
fotoğraflarını ibraz etmeleri emrediliyordu. Dr. Hans Globke bu durumu şöyle
açıkladı: "Bu özel emir sayesinde, üç yıllık bir skandal bir ölçüde yatıştırılmış
oldu"; zira kendisi bu duruma müdahale edene kadar, Çek gelinler
çırılçıplak çekilmiş fotoğraflarım ibraz etmek zorundaydılar.
Kendisinin de Nürnberg'de dile getirdiği
gibi, Dr. Globke neyse ki ortalığı "yatıştıran" başka birisinden,
daha önce Wannsee Top- lantısı’mn hevesli katılımcılarından biri olarak
andığımız Müsteşar Wilhelm Stuckart’tan emir alıyordu. Stuckart'm ortalığı
yatıştıran faaliyetleri yarı Yahudilerle ilgiliydi, bu insanların
kısırlaştırılmasını önermişti. Nümberg mahkemesi, elinde Wannsee Toplantısı'nm
tutanakları olduğundan, Stuckart'm imha programıyla ilgili hiçbir şey
bilmediğine inanmadı belki de; ama sağlık sorunları nedeniyle hapis cezası
verdi. Almanya’yı Nazi rejiminin kalıntı ianndan temizlemekle görevli bir
mahkeme, Stuckart’ı 500 Mark para cezasına çarptırdı ve Mitlâufer (yani Nazi
döneminde aktif rol oynamamış parti üyelerinden biri) ilan etti; yine de en azından
Stuckart'm "eski tüfeklerden", Parti'nin yeniliğe kapalı eski
üyelerinden biri ol- oluğunu ve SS'e
daha en başlarda, fahri üye olarak katıldığını bilmeleri gerekirdi.) Hitler'in
bürolarında ortalığı "yatıştıranlar"ın hikâyesi kuşkusuz savaş
sonrası efsanelerinden biridir ve muhtemelen Eichmann'ın vicdanına ulaşan
sesler gibi bu efsaneleri de bir yana bırakabiliriz.
Bu ses meselesi Kudüs'te, duruşmaya iddia
makamının tek Alman tanığı olarak katılan (bu arada, davacının Yahudi olmayan
tek tanığı da Birleşik Devletlerden gelen Hâkim Michael Musmanno' ydu)
Protestan Papaz Heinrich Grüber'in mahkeme karşısına çıkmasıyla daha ciddi bir
hal aldı. (Savunmanın Alman tanıkları işin başından elenmişti; zira İsrail'e
gelip kendilerini ifşa etmeleri halinde onlar da tutuklanacak ve Eichmann'ın
yargılandığı kanunla yargılanacaktı.) Papaz Grüber Hitler’e milliyetçi
kaygılarla değil de prensip olarak karşı çıkan, Yahudi meselesiyle ilgili
duruşu şüpheye yer bırakmayacak kadar net, siyasete alakasız bir avuç insandan
biriydi. Eichmann'la defalarca görüştüğü için eşi bulunmaz bir tanıktı, mahkeme
salonunda görünmesi bile sansasyon yarattı. Ne yazık ki verdiği ifade çok
bulanıktı; aradan onca sene geçtiği için Eichmann’la ne zaman konuştuğunu, daha
da önemlisi hangi konuları konuştuğunu hatırlamıyordu. Doğru dürüst hatırladığı
fek şey, bir keresinde kendisinden Hamursuz Bayramı dolayısıyla Macaristan'a
hamursuz yollamasının istendiği ve Hıristiyan arkadaşlarına durumun ne kadar
tehlikeli olduğunu anlatmak, acilen göç için daha fazla olanak verilmesini
sağlamak için savaş zamanıİsviçre'ye gittiğiydi. (Müzakereler muhtemelen Nihai
Çözüm'ün uygulanmasından ve Himmler'in aynı zamana rastlayan, bütün göçleri
yasaklayan emrinden önce; muhtemelen Rusya'nın işgalinden önce gerçekleştirilmişti.)
Hamursuzunu alıp İsviçre'ye gitti ve sağ salim geri döndü. Sıkıntıları daha
sonra, tehcir operasyonlarının başlamasıyla ortaya çıktı. Papaz Grüber ve
Protestan din adamlarından oluşan grubu öncelikle sadece "I. Dünya
Savaşı’nda yaralanan ve önemli madalyalarla mükafatlandırılanlar adına,
yaşlılar ve I. Dünya Sa- vaşı'nda öldürülenlerin dul eşleri adına" araya
girdi. Bu kategoriler daha evvel bizzat Nazilerin muaf saydıkları kategorilere
tekabül ediyordu. Grüber'e yaptığının "hükümet politikasına aykırı"
olduğunu söylüyorlardı artık; ama neyse ki başına ciddi bir şey gelmedi. Ancak
çok geçmeden Papaz Grüber gerçekten sıradışı bir şey yaptı: Vichy Fransası'mn,
Alman Yahudi mülteciler ile Eichmann'm 1940 sonbahannda gizlice Almanya-Fransa
sınırından soktuğu 7500 Baden'li ve Saarpfalz'h Yahudiyi alıkoyduğu güney
Fransa'ya, Gurs toplama kampına ulaşmaya çalıştı; Papaz Grüber'den edindiğimiz
bilgiye göre, bu insanların hali tehcir edilerek Polonya’ya gönderilen
Yahudilerinkınden bile beterdi. Bu girişimi, tutuklanarak toplama kampına
gönderilmesiyle son buldu - önce Sachsenha- usen’e, oradan da Dachau'ya
gönderildi. (Berlin'deki St. Hedwig Katedralinin Katolik papazı Bemard
Lichtenberg'in başına gelenler de pek farklı değildi: Vaftiz edilmiş, olsun olmasın
bütün Yahu- diler için alenen dua ettiği yetmezmiş gibi - kuşkusuz "özel
durumlar" için araya girmekten kat kat tehlikeli bir şey yapmıştı- bir de
Doğu'ya giden Yahudilere katılmayı talep eden bu adam, toplama kampına giderken
yolda öldü.)
Propst Grüber, "başka bir
Almanya"nm mevcudiyetine tanıklık etmek şöyle dursun, duruşmanın yasal
veya tarihi önemine bile pek katkı sağlamadı. Eichmann hakkında söyledikleri
çok yüzeyseldi - "bir kalıp buz gibiydi", "mermer gibi"; Landsknechtsnatur,
"bisiklet sürücüsüydü" (Almanca'da hâlâ kullanılan bu tabir,
üstlerine el pençe divan olup astlan yanında aslan kesilen kişileri
anlatıyordu)- bütün bunlar Eichmanrim insan psikolojisinden pek anlamadığını
-gösteriyordu. Öte yandan Eichmann’m "bisiklet sürücüsü" olduğu suçlaması,
astlarına karşı gayet nazik olduğunu gösteren kanıtlar ile çelişiyordu. Uzun
lafın kısası, yaptığı bütün yorumlar ve vardığı bütün sonuçlar herhangi bir
mahkeme kaydından da rahatlıkla çıkarılabilirdi - yine de, Kudüs'te bir yolunu
bulup karara kadar ulaşmayı başardı. Bunlar olmasaydı, Propst Grüber'in ifadesi
savunmanın argümanım güçlendirebilirdi; zira Eichmann Grüber'e asla tam
anlamıyla cevap vermemiş, her seferinde bir sonraki talimatları almak için
tekrar gelmesini söylemişti. Daha da Önemlisi, Dr. Servatius bu sefer
inisiyatifi ele alıp tanığa gayet yerinde bir soru sordu: "Onu etkilemeye
çalıştınız mı? Bir din adamı olarak hislerini etkilemeye, ona vaaz vermeye,
davranışlarının ahlaka aykırı olduğunu anlatmaya çalıştınız mı?" Gözü pek
Propst'umuz böyle bir işe kalkışmamış- tı tabii, cevaplan utanç vericiydi.
"Eylemlerin kelimelerden daha etkili olduğunu" söyledi,
"kelimeler işe yaramazdı"; durumun gerçekliğiyle ilgisi olmayan
klişelerle konuşuyordu - halbuki "salt kelimeler" bile eylem olabilirdi
ve belki de bir din adamına düşen de "kelimelerin işe yarayıp
yaramadığına" bakmaktı.
Bunlarla ilgili olarak Eichmann, son
ifadesinde, Dr. Servati- us'un sorusundan bile daha yerinde bir açıklama yaptı:
Bir kere daha, "Kimse beni yaptığım işle ilgili herhangi bir şeyle
suçlamadı. Papaz Grüber bile böyle bir şey olmadığını söylüyor," dedi.
"Benden sadece acının azaltılmasını istedi, yaptığım işlere bilfiil karşı
çıkmadı." Verdiği ifadeden, Propst Grüber'in "acının azaltılmasından"
ziyade, Nazilerin daha önce kesin çizgilerle belirledikleri muafiyet
kategorilerinin dikkate alınmasını istediği anlaşıldı. Alman Yahudileri söz
konusu kategorilere hiç itiraz etmemiş, bunları en baştan kabul etmişti.
İmtiyazlı kategorilerin kabulü -PolonyalI Ya- hudilere karşılık Alman
Yahudileri, sıradan Yahudilere karşılık gazi ve madalyası olan Yahudiler,
vatandaşlığa yeni kabul edilen Yahudilere karşılık ataları Almanya boğumlu olan
Yahudiler, vb- saygın Yahudi toplumunun ahlaki çöküşünün başlangıcıydı.
(Günümüzde, bu meseleler söz konusu olduğunda, felaketle karşılaşan herkesin
sağduyusunu kaybetmesi insan doğasının kanunuymuş gibi bir tavır takımlsa da,
Fransız Yahudi gazilerin tavrı bize başka bir ihtimal daha olduğunu hatırlatır;
zira Fransız hükümeti onlara aynı ayrıcalıkları tanımayı teklif ettiğinde bu
Yahudilerin verdiği cevap şu olmuştur: "Bir zamanlar orduya hizmet etmiş
olmamız nedeniyle bize tanınacak her türlü ayrıcalığı reddediyoruz" [American Je- wish Yearbook,
1945].) Şüphesiz Naziler bu ayrımları asla ciddiye almadılar, onlar için Yahudi
Yahudiydi; ama bu kategoriler işin sonuna kadar çok Önemli bir rol oynadı,
Alman halkının bu konudaki huzursuzluğunu bir ölçüde yatıştırmaya yaradı:
Yalnızca Polonya Yahudileri, askerlikten kaçanlar, vb. tehcir edilmişmiş. Olup
bitenlere göz yummaya niyeti olmayanlar (Louis de Jong'un "Nazi îşga- li
Altındaki Hollanda’da Yahudiler ve Yahudi Olmayanlar" hakkın- daki
aydınlatıcı makalesinde ifade ettiği gibi) "genel idareyi daha rahat
sağlamak için birtakım ayrıcalıklar tanımanın genel bir uygulama olduğunu"
zaten en başından beri biliyorlardı.
İmtiyazlı kategorilerin kabulünün ahlaki
açıdan en feci yanı, "ayrıcalık" isteyen herkesin bu taleple birlikte
kuralı zımnen kabul etmiş olmasıydı; ama özel muamele talebinde bulunulabilecek
"özel durumlarla" uğraşan bu Yahudiler ve Yahudi olmayanlar, bütün bu
"iyi insanlar", meselenin bu
yönünü kuşkusuz hiç görmedi. Yahudi- lerin Nihai Çözüm standartlarını kabul
etmelerinin boyutlarının nerelere vardığını belki de en açık haliyle ortaya
koyan kaynak Kastiler Raporu'dur (Der
Kastner-Berichî über Eichmanns Menschen- handel in Ungarn, 1961).
Kastner savaştan sonra bile "önde gelen Yahudiîeri" kurtarmayı
başardığı için kendisiyle gurur duyuyordu. 1942'de bu kategoriyi resmen
tanıtanlar Nazilerdi; anlaşılan Nazi- ler gibi Kastner'e göre de, hayatta
kalmak sıradan bir Yahudiden çok ünlü bir Yahudinin hakkıydı, "ölümle
yüzleşmekten daha fazla cesaret gerektiren" ağır
"sorumlulukları" -sorumluluk dediği de Na- zilerin adı sanı bilinmeyen
yığınla insan arasından "ünlü" Yahudile- ri seçmelerine yardım
etmekten başka bir şey değildi- bu yüzden üstlenmişti. "Özel
durumlar" için ayrıcalık talebinde bulunan Yahu- dilerin ve Yahudi
olmayanların, gayri ihtiyari suç ortaklığı ettiklerinin, kuralı zımnen onayladıklarının
farkına varmadıklarını bile düşünebiliriz. Buna karşılık, cinayet işine
karışanların bu durumun farkında olmadıklarını kesinlikle söyleyemeyiz. Bu
insanlar en azından, kendilerinden ayrıcalık isteyenlerin taleplerini ara ara
yerine getirdiklerinde sonuç olarak minnettarlığa nail olduklarını ve böy- lece
muarızlarını yaptıkları işin yasal olduğuna inandırdıklarını gayet iyi
biliyorlardı.
‘ - Dahası, Propst Grüber'in ve Kudüs
mahkemesinin, muafiyet taleplerinin esasen sadece rejim karşıtlarından geldiğini
düşünmeleri de büyük bir hataydı. Bilakis, Heydrich'in Wannsee Toplantısında
açıkça ifade ettiği gibi, imtiyazlı kategorilere özel bir getto olarak
düşünülen Theresienstadfm inşası için her cepheden pek çok talep geldi.
Theresienstadt daha sonra yurtdışmdan gelen ziyaretçiler için bir gösteri yeri
haline geldi, dış dünyayı kandırmaya yaradı, ama asıl varoluş nedeni bu
değildi. Bu "cennette" -Eichmann "geceyle gündüz birbirinden ne
kadar farklıysa, Theresienstadt da diğer kamplardan o kadar farklıydı"
derken çok haklıydı- düzenli olarak o korkunç "seyreltme" işleminin
uygulanması kaçınılmazdı, çünkü imtiyazlıların hepsini alacak kadar geniş bir
alan yoktu. RSHA başkanı Emst Kaltenbrunner'in verdiği bir direktiften
anladığımız kadarıyla, "dış dünyayla bağlantıları ve önemli tanıdıkları
olan Yahu- dilerin tehcir edilmemesine bilhassa dikkat edilecekti". Başka
bir deyişle, Doğu'dayken ortadan kaybolması tatsız sorularla karşılaş-
malarına yol açabilecek Yahudiler uğruna, pek de
"tanınmış" olmayan Yahudiler sürekli kurban edilecekti. "Dış
dünyadaki tanıdıkların" ille de Almanya dışında yaşaması gerekmiyordu;
Himmler, "seksen milyon iyi Alman ve her Almanın da kendi terbiyeli Yahu-
disi var. Kalanların domuzdan başka bir şey olmadığı ortada, ama bu Yahudiler birinci
sınıf" diyordu (Hilberg). Bizzat Hitler’in 340 "birinci sınıf
Yahudi" tanıdığı söyleniyordu; Hitler ya bu Yahudile- ri tümüyle asimile
edip Alman statüsüne yükseltmişti ya da onlara yarı-Yahudilere tanıdığı
ayrıcalıkları tanımıştı. Binlerce yarı-Yahudi bütün uygulamalardan muaf
tutulmuştu; bu durum Heydrich'in SS'te
ve General Mareşal Erhard Milch'in de Göring'in Hava Kuv-
vetleri’nde ne işi olduğunu açıklıyordu, zira gayet iyi bilindiği gibi Heydrich
de Milch de yarı-Yahudiydi. (Ölümle yüz yüze gelince, baş savaş suçlularından
sadece ikisi pişman olduğunu söyledi: Heydrich, Çek milliyetçilerin vücudunda
açtığı yaralardan ölmeden önceki son dokuz gününde ve Hans Frank, Nümberg'deki
hücresinde. Düşüncesi bile insanın tüylerini diken diken etse de, en azından
Heydrich'in, işlediği cinayetler yüzünden değil de kendi halkına ihanet ettiği
için pişman olduğundan kuşkulanmamak elde değil.) "Tanınmış"
Yahudiler için "tanınmış" insanlar araya girdiğinde, bu girişim
genellikle başarıyla sonuçlanıyordu. Nitekim Hitler'in en ateşli hayranlarından
Sven Hedin, "Theresienstadt'ta onur kırıcı koşullarda yaşayan" ünlü
Bonn'lu coğrafyacı Profesör Philippsohn için araya girip Hitler'e yazdığı bir
mektupta "Almanya'ya karşı tavrının Philippsohn'un kaderine bağlı olduğunu"
dile getirince, (H. G. Adler'in Theresienstadt'la ilgili kitabına göre)
Philippsohn hemen daha iyi bir yere yerleştirildi.
"Tanınmış" Yahudiler meselesi
Almanya'da hâlâ unutulmuş değil. Gazilerden ve diğer imtiyazlı kategorilerden bahsedilmezken,
bu uğurda onca Yahudi kurban edildiği halde, "ünlü" Yahudiler hâlâ
üzüntü konusu. Özellikle de kültürlü elitler arasında, Almanya'nın Einstein’ı
kapı dışarı etmesinden çok büyük bir üzüntü duyduğunu hâlâ açık açık dile
getiren insanların sayısı az değil. Gelgeldim bu insanların fark etmedikleri
bir şey var: Dahi olmasa da, küçük Hans Cohn’u karşıdan ateş edip öldürmek,
birini kapı dışarı etmekten çok daha büyük bir suç.
EICHMANN, Pontius
Pilatus gibi hissetmesine fırsat veren pek çok durumla karşılaşmış, ama zaman
geçtikçe bir şeyler hissetme gereksinimini kaybetmişti. İşler artık böyle
yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey Führer’in emirlerine
dayanıyordu; düşünüyordu da, ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak
yapmıştı. Polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı;
sadece emirlere
değil yasalara da
uymuştu. Her şeyi birbirine karıştıran Eichmann bu ayrımın Önemli olduğunu
sanıyordu, ama savunma da hâkimler de onu ciddiye almadı. Temcit pilavına dönen
"üstlerin emirleri"ne karşı "devletçe işlenmiş fiiller"
laf- • iarı ortalıkta dolaşıp duruyordu; Nümberg Duruşmalarında bu meselelerin
enine boyuna tartışılmasının tek nedeni, emsalsiz olanın uygun emsal ve standartlara
göre yargılanabileceği yanılsamasına yol açmalarıydı. Mahkeme salonundaki
insanlar arasında, pek de parlak olmayan zihinsel yetileriyle, bu nosyonlara
meydan okumak için ileri atılacak en son kişi hiç şüphe yok ki Eichmann’dı.
Çünkü yasalara bağlı bir vatandaşın görevi olarak gördüğü şeyleri yapmış,
ayrıca emirlere göre hareket etmişti -"yasalar çerçevesinde kalmaya"
her zaman çok dikkat ederdi- kafası artık iyice karışmış ve sonunda körü körüne
itaatin veya kendi tabiriyle Kadavergehorsam'
m, "ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi itaatkâr olmanın"
bir erdemlerini bir kusurlarını vurgulayıp durur olmuştu.
Eichmann'm kafasının bu konuda ne kadar
karışık olduğunun; bu meselenin, bir askerin, doğası ve amacı açısından düpedüz
suç teşkil eden emirleri yerine getirmesi meselesinden çok daha fazlası
olduğunun ilk belirtisi, polis soruşturması sırasında ortaya çıktı.
Eichmann bir anda üstüne basa basa hayatı boyunca Kant'm
ahlak kurallarına ve özellikle de Kant'm görev tanımına uygun yaşadığını ilan
etti. İlk bakışta tam bir rezaletti, üstelik bu duruma akıl erdirmek neredeyse
imkânsızdı; zira Kant’m ahlak felsefesi insanın muhakeme yetisiyle yakından
ilişkilidir ve bu yeti de körü körüne itaati imkânsız kılar. Soruşturmayı
yürüten görevli pek üstelemedi ama Hâkim Raveh, belki meraktan belki de
Eichmann'm suçlarıyla ilişkili olarak Kant'm adını ağzına almaya cüret etmesine
kızdığından, sanığı sorgulamaya karar verdi. Eichmann, herkesin ağzını bir
karış açık bırakarak, kategorik buyruğun kelimesi kelimesine doğru bir tanımını
yaptı: "Kant hakkmdaki sözlerimle, irademin ilkesinin her zaman genel
yasaların ilkesi haline gelebilecek şekilde olması gerektiğini
kastediyordum" (mesela hırsızlık veya cinayet için böyle bir durum söz
konusu değildir; çünkü hırsızın veya katilin başkalarına kendilerini soyma veya
öldürme hakkı veren bir yasal sistemde yaşamayı istemesi makul olamaz).
Sorgulama devam ederken, Kant'm Pratik
Aklın Eleştirisem okuduğunu ekledi. Sözlerine, Nihai Çözümü
uygulamakla görevlendirildiği andan itibaren Kant'm ilkelerine uygun yaşamayı
bıraktığım, bunu bildiğini ve artık "kendi fiillerinin efendisi"
olmadığını ve "hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini" düşünerek teselli
bulmaya çalıştığını açıklayarak devam etti. Mahkemede dikkat çekmeyi unuttuğu
nokta, artık "devletin meşrulaştırdığı suçlar devri" olarak
adlandırdığı bu dönemde, Kant'm formülünü artık uygulanamayacağını düşündüğü
için Öylece bir yana bırakmadığı, ça , rak şöyle okumaya başladığıydı: Kendi
eylemlerinin ilkesi, kanun koyucunun veya bu toprakların hukukunun ilkesiymiş
gibi hareket et - veya Hans Frank'm "Nazi Almanyası'nda- ki kategorik
buyruk” formülasyonunda olduğu ve Eichmann'm da muhtemelen bildiği gibi:
"Eyleminizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket
edin" ,(Die Technîk des
Staates, 1942, s. 15-16). Kuşkusuz Kant asla böyle bir şey
kastetmemişti; bilakis Kant'a göre, bir edimde bulunmaya başladığı andan
itibaren her insan bir kanun koyucuydu: İnsan kendi "pratik aklını"
kullanarak hukukun ilkeleri olabilecek ve olması gereken ilkeleri bulmuştur.
Ancak Eichmann'm bilinçsiz çarpıtmasının, Kant'm "küçük insanın gündelik
kullanımına uygun" bir versiyonu olarak adlandırdığı şeyle uyumlu olduğu
doğruydu. Bu gündelik kullanımda Kant’m ruhundan geriye kalan tek şey, insanın
yasalara uymaktan daha fazlasını yapması, itaat çağrısının ötesine geçmesi ve
kendi özgür iradesini hukukun ardındaki ilkeyle -hukukun ortaya çıktığı
kaynakla- özdeşleştirmesi talebiydi. Kant felsefesinde bu kaynak pratik akıldı,
Eichmann'm gündelik kullanımında ise Führer’in iradesi. Nihai Çö- züm’ün baştan
sona kadar dehşet verici bir özenle -tipik bir biçimde Alman olmasıyla veya
kusursuz bir bürokratın belirleyici özelliği olmasıyla, genellikle göreni
hayretler içinde bırakan özenle- uygulanmasının kökeninde tuhaf bir anlayış,
esasen Almanya'da çok yaygın olan bir anlayış vardır: Yasalara bağlı olmak
insanın salt yasalara uyması anlamına değil, uyduğu yasalan kendisi koymuş gibi
hareket etmesi anlamına da gelir. Ancak görev duygusunun Ötesine geçince
başarılı olunacağı inancının kaynağı budur.
Almanya'da, "küçük adamın"
zihniyetinin oluşumunda Kant nasıl bir rol oynamış olursa olsun, Eichmann'm
aslında Kant'm kurallarına bir bakıma uyduğuna en ufak bir şüphe bile yok:
Kanun kanundu, bu işin istisnası olmazdı. Kudüs'te, "seksen milyon Al-
man’m" her birinin "kendi terbiyeli Yahudisinin" olduğu
zamanlarda böyle sadece iki istisna olduğunu itiraf etti: Yan-Yahudi bir kuzene
ve amcasının araya girmesiyle Viyana'daki Yahudi bir çifte yardım etmişti.
Eichmann bu tutarsızlıktan hâlâ biraz rahatsızdı ve çapraz sorgu sırasında bu
konuyla ilgili sorularla karşılaşınca alenen savunmaya geçti: Üstlerine
"günah çıkarmıştı". Ölümcül görevlerinin icrasına ilişkin bu dediğim
dedik tavırdan başka hiçbir şey Eichmann'ı hâkimlerin gözünde daha suçlu duruma
düşüremezdi. Hâkimlerin böyle düşünmelerinin anlaşılmayacak bir tarafı yoktu;
ama Eichmann'm gözünde yaptıklarım haklı çıkaran tam da buydu çünkü kendisinde
vicdan namına ne kaldıysa onu susturmaya yaramıştı. Hiç istisnasız - bu durum,
ister duygularından ister çıkarından kaynaklansın kendi
"eğilimlerinin" her zaman aksine hareket ettiğinin, her zaman
"görevini" yaptığının kanıtıydı.
Görevini yapması, nihayetinde Eichmann'ı
üstlerinden aldığı emirlerle açıkça karşı karşıya getirdi. Savaşın son yılında,
Wannsee Toplantısı'mn üstünden iki yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra,
Eichmann son vicdan krizini geçirdi. Aynı saflarda yer aldığı halde, mağlubiyet
yaklaştıkça, imtiyazlar için ve nihayetinde Nihai Çö- züm'ün durdurulması için
daha fazla bastıran insanlarla karşılaşıyordu. İşte o sıralarda, Eichmann
ihtiyatı elden bıraktı ve bir kere daha inisiyatifi ele aldı - mesela,
Müttefiklerin bombardımanı nedeniyle ulaşım sisteminin iflas etmesinin
ardından, Yahudilerin Budapeşte'den Avusturya sınırına yayan götürülmesi işini
organize etti. 1944 sonbaharında, Eichmann Himmler'in Auschwitz'deki imha
tesislerinin yok edilmesini emrettiğini ve oyunun bittiğini biliyordu. Eichmann
ile Himmler arasındaki birkaç kişisel temastan biri de bu sıralarda
gerçekleşti. İddialara göre, Himmler bu görüşme sırasında Eichmann'a
"Nasıl şimdiye kadar Yahudileri tasfiye etmekle uğraştıysan, bundan böyle
de Yahudilere gözün gibi bakmakla uğraşacak, gerekirse Yahudilere dadılık yapacaksın;
çünkü ben öyle emrediyorum. Hatırlarsan 1933’te RSHA'yı
kuran ne Tümgeneral Mül- ler'di ne de sen, RSHA'yı ben kurdum ve
burada emirleri ben veririm" diye bağırmıştı. Bu sözleri doğrulayacak tek
tanık, insanda pek güven uyandırmayan Kurt Becher’di. Eichmann Himmler'in
kendisine bağırdığını yalanladı ama böyle bir görüşmenin gerçekleştiğini inkâr
etmedi. Himmler tam olarak bunları söylemiş olamaz; çünkü RSHA 1933'te değil
1939'da, Himmler tarafından değil Heydrich tarafından, onun desteğiyle
kurulmuştu. Yine de, benzer bir olay gerçekleşmiş olmalı, zira Himmler o
sıralarda önüne gelene Yahudilere iyi muamele edilmesi yolunda emirler
yağdırıyordu -Yahudiler Himmler'in "en sağlam yatırımıydı"- ve bu
durum Eichmann için muhtemelen yıkıcı bir deneyimdi.
Eichmann'm son vicdan krizi Mart 1944'te, Kızıl Ordu'nun
Karpat Dağları’ndan Macaristan sınırına doğru ilerlediği sırada, Macaristan
görevleriyle başladı. Macaristan savaşa Hitler’in tarafında, 1941'de girdi; tek
amacı komşuları Slovakya, Romanya ve Yugoslavya'dan biraz toprak almaktı.
Önceden de açıkça antisemit olan Macar hükümeti, yeni aldıkları topraklardaki
bütün devletsiz Yahudileri sı- nırdışı etmeye başladı. (Neredeyse bütün
ülkelerde, Yahudi karşıtı harekete devletsiz Yahudilerle başlandı.) Bu, Nihai
Çözüm'ün çok dışındaydı ve aslında Avrupa'nın "Batı'dan Doğu'ya dip tırnak
temizleneceği” ayrıntılı planlara pek uymuyordu. Dolayısıyla, operasyon sırası
açısından Macaristan'ın önceliği epey düşüktü. Macar polisi devletsiz
Yahudileri ite kaka Rusya'nın en yakın bölümüne
sürmüştü, burada bulunan
Alman işgal yetkilileri Yahudilerin bölgeye gönderilmesine itiraz etmişti;
bunun üzerine Macarlar güçlü kuvvetli binlerce insanı geri almış, Alman polis
birimlerinin güdümündeki Macar birlikleri de kalan bütün Yahudileri öldürmüştü.
Gelgeldim, ülkenin faşist lideri Amiral Horthy -muhtemelen Mus- solini'nin ve
İtalyan Faşizminin kısıtlayıcı etkisiyle- daha ileri gitmek istememiş ve bu
arada kalan zamanda, tıpkı İtalya gibi Macaristan da Yahudiler için, Polonya ve
Slovakya'dan iltica eden mültecilerin bile hâlâ kaçıp gelebildikleri bir
sığınağa dönüşmüştü. Macaristan'da, ilhak edilen topraklar ve azar azar gelen
mültecilerle, Yahudilerin savaştan önce 500 bin olan sayısı, Eichmann'm geldiği
1944'te neredeyse 800 bine yükselmişti. .
Bugün artık bildiğimiz gibi, Macaristan'ın
yeni edindiği bu 300 bin Yahudinin güvende olmasını sağlayan, Macarların
sığınma sağlamaya meraklı olmalarından ziyade, Almanların bu kadar az Yahudi
için ayrı bir çalışma başlatma konusunda isteksiz davranmalarıydı. 1942'de,
(Almanya’nın müttefiklerine, güvenilirliklerinin asıl göstergesinin savaşı
kazanmaları değil, "Yahudi meselesini çözme" konusunda yardım
etmeleri olduğunu açıkça ortaya koymayı her zaman beceren) Alman Dışişleri
Bakanlığı'mn baskısıyla, Macaristan Yahudi mültecilerinin hepsini teslim etmeyi
teklif etti. Dışişleri • Bakanlığı bu hareketi olumlu bir adım olarak görmeye
dünden ra-;, zıydı, ama Eichmann'm buna itirazı vardı: teknik nedenlerden
dolayı, "Macaristan Macar Yahudilerin! de bu gruba dahil etmeye hazır
olana kadar bu çalışmayı ertelemenin daha uygun" olduğunu düşünüyordu;
"koskoca bir tahliye mekanizmasını1' tek bir kategori için
harekete geçirmek çok pahalıya patlayacak, dahası "Macaristan'daki Yahudi
sorununun çözümünde herhangi bir ilerleme kaydedilme-' miş olacaktı".
1944'te Macaristan artık "hazırdı", zira 19 Mart'ta Alman ordusunun
iki tümeni ülkeyi işgal etmişti. Bu Alman ordularıyla birlikte, Himmler'in
Dışişleri Bakanlığındaki vekili, yeni Reich Temsilcisi SS Albay Dr. Ednıund
Veesenmayer ve Üst Düzey SS ve
Polis Liderleri üyesi olan,.dolayısıyla Himmler’in komutası altında bulunan SS Korgeneral Otto
Winkelmann da bu ülkeye gitti. Macaristan'a giden üçüncü SS görevlisi,
Yahudilerin tahliyesi ve tehciri konusunda uzman olan, RSHA'dan Müller’in ve
Kaltenbrunner'in komutası altında bulunan Eichmann’dı. Hitîer bu üç
beyefendinin
neden Macaristan'a geldiği
konusunda ortada hiç şüphe bırakmadı; Ülkenin işgalinden önce yapılan dillere
destan bir görüşmede Horthy'ye "Macaristan'ın Yahudi meselesinin çözümü
için gerekli adımları henüz atmadığını" söylemiş ve Horthy'yiYahudilerin
katledilmesine izin vermemekle" itham etmişti (Hilberg).
Eichmanrim
görevi belliydi. Bürosunun tamamı, "gerekli adımların" atılıp
atılmadığından emin olmak için Budapeşte'ye taşındı (kariyeri açısından, bu
durum "tepetakla gitmekti"). Neler olacağı konusunda en ufak bir
fikri bile yoktu. En büyük korkusu Macarların direnişiyle karşılaşmaktı,
yeterli personele ve bölge koşullarıyla ilgili yeterli bilgiye sahip olmadığı
için böyle bir direnişle başa çıkamazdı. Ama bu korkuların çok yersiz olduğunu
gördü; Macar jandarma teşkilatı
gerekeni yapmaya can atıyordu. Macaristan İçişleri Bakanlığının Siyasi (Yahudi)
Meselelerden Sorumlu yeni Devlet Bakanı Lâszlo Endre, "Yahudi meselesi
konusunda çok tecrübeli" biriydi ve Eichmann'm boş vaktinin büyük bölümünü
birlikte geçirebildiği yakın arkadaşlarından oldu. Ne zaman o günleri hatır-
lasa, her şeyin "bir rüya gibi" olduğunu söylüyordu, en ufak bir
zorlukla karşılaşmamışlardı - tabii Eichmann’m emirleriyle yeni arka- daşlarımn
istekleri arasındaki ufak tefek farklılıkları zorluktan saymazsak. Mesela,
muhtemelen Kızıl Ordu Doğu'dan yaklaştığı için, Eıchmann bu ülkenin
"Doğu’dan Batı'ya doğru taranmasını" emrediyordu ve bu da Budapeşte
Yahudilerinin ilk haftalarda veya aylarda tahliye edilmeyeceği anlamına
geliyordu - bu durum, başkentlerinin judenrein
hale gelme konusunda öncülük etmesini isteyen Macarlarda büyük bir üzüntü
yaratıyordu. (Eichmann'm "rüyası", Yahudiler İçin akıl almaz bir
kâbustu: Başka hiçbir yerde, bu kadar kısa sürede bu kadar çok insan tehcir
edilip ortadan kaldırılmamıştı. İki aydan az bir zamanda, vagon başına yüzlerce
insan düşen tıka basa dolu yük vagonlarıyla 147 trenin taşıdığı 434.351 insan ülkeden
ayrıldı; Auschwitz'deki gaz odaları bu kadar izdihamı kaldırmadı.)
Zorluklar başka
bir yerde ortaya çıktı. "Yahudi meselesinin çözümüne" yardımcı olmak
üzere bir değil üç adam birden görevlendirildi; bu görevlilerin her biri ayrı
bir askeri birlikten geliyor, emir- komuta zincirinin başka bir kademesinde yer
alıyordu. Teknik olarak Winkelmann Eichmann’m üstüydü, ama Üst Düzey SS ve
Polis
Liderleri Eichmann'ın ait olduğu RSHA'tıın komutası altında
değildi. Dışişleri Bakanlığından gelen Veesenmayer ise ikisine de bağlı
değildi. Her halükârda Eichmann ikisinden de emir almayı reddetti, orada
bulunmalarına çok içerledi. Ama asıl baş belası dördüncü bir kişiydi;
Himmler'in, hâlâ Yahudilerin, üstelik ekonomik açıdan hâlâ önemli bir konumda
bulunan Yahudilerin büyük bir kısmını barındıran tek Avrupa ülkesi olan
Macaristan'a "özel görevle" gönderdiği biriydi. (Macaristan’daki yüz
on bin ticari işletme ve sanayi teşebbüsünden kırk bininin Yahudilerin elinde
olduğu bildirilmişti.) Bu adam sonradan albay olan ama o zamanlar daha yarbay
olarak görev yapan Kurt Becher’di.
Şu işe bakın ki, Eichmann'ın eski hasım,
bugün Bremen’in başarılı tüccarlarından biri olan Becher, savunmanın tanığı
olarak çağrıldı. Malum nedenlerden dolayı Kudüs’e gelemedi ve Almanya’da,
memleketinde sorgulandı. Daha sonra yeminli olarak cevap vermesi istenen
sorular vaktinden evvel kendisine gösterildiğinden, ister istemez Becher’in
ifadesinden vazgeçildi. Eichmann ile Becher’in yüzleşememiş olması büyük bir
kayıptı, üstelik sırf adli nedenlerden de değil; çünkü böyle bir yüzleşme
"genel manzaranın" başka bir tarafını, hukuki açıdan bile bu
meseleyle yakından ilgili olan bir tarafını ortaya çıkarabilirdi. Becher’in
söylediklerine bakılırsa, SS'e katılma nedeni" 1932’den bu yana binicilikle
aktif olarak uğraşma- siydi". Otuz sene önce, binicilik sadece Avrupalı
üst sınıfın uğraştığı bir spordu. 1934’te, binicilik eğitmeni Becher’i SS
süvari alayına girmeye ikna etmişti; o'dönemde, "harekete" katılmak
ve aynı zamanda toplumsal saygınlığım korumak isteyen bir adamın yapacağı en
iyi şey buymuş. (Bu noktaya hiç dikkat çekmese de, Becher’in ifadesinde
biniciliği vurgulamasının nedeni muhtemelen Nümberg Mahkemesi’nin SS Süvari
Birüği’ni suç örgütleri üstesine almamış olmasıydı.) Becher savaş sırasında sınırda
aktif görevdeydi, Ordu’nun değil Silahlı SS’in üyesiydi; Silahlı SS ile Ordu
komutanlarının irtibatını sağlayan bir subaydı. Çok geçmeden sınırdan ayrılarak
SS personel departmanında at satın alma şefi oldu; bu iş sayesinde, o dönemde
alabileceği ne kadar madalya varsa hepsini aldı.
Becher, Macaristan'a sadece SS için yirmi
bin at satın almak üzere gittiğini iddia etti ama bu pek doğru değildi, zira bu
ülkeye varır varmaz büyük Yahudi firmalarının yöneticileriyle çok başarılı
geçen bir dizi müzakere gerçekleştirmişti. Himmler ile ilişkisi mükemmeldi, onu
istediği zaman görebiliyordu. "Özel görevinin" ne olduğu gayet
açıktı. Macaristan hükümetinin arkasından iş çeviren büyük Yahudi firmalarının
kontrolünü eline alacak ve buna karşılık firma sahiplerini beş kuruş almadan
ülke dışına çıkaracak, aynca hatırı sayılır bir miktar da döviz verecekti. En
Önemli görüşmesini otuz bin çalışanıyla uçaktan tutun kamyon ve bisiklete,
konserve kutusundan toplu iğne ve dikiş iğnesine kadar onlarca şey üreten
devasa bir işletme olan Manfred Weiss çelik fabrikasıyla gerçekleştirdi. Sonuç
olarak, Weiss ailesinden kırk beş kişi Portekiz'e göç etti, Becher de işin
başına geçti. Eichmann bu Schweinerei'ı[2]
duyunca öfkeden deliye döndü; bu anlaşma Eichmann'ın, kendi topraklarında
haczedilen Yahudi mallarına doğal olarak sahip olmayı bekleyen Macarlarla iyi
ilişkilerine gölge düşürebilirdi. Böylesine öfkelenmek için birtakım haklı
gerekçeleri vardı, zira bu anlaşmalar şimdiye kadar zaten hep çok cömert
davranan olağan Nazi politikasına aykırıydı. Almanlar herhangi bir ülkede
Yahudi meselesinin çözümüne yardım etmelerine karşılık Yahudi mallarından pay
almayı değil, sadece tehcir ve yok etme masraflarım talep etmişlerdi. Bu
masraflar ülkeden ülkeye büyük farklılık gösteriyordu - Slovak- ların Yahudi
başına üç ila beş yüz, Hırvatların sadece otuz, Fransızların yedi yüz ve
Belçikalıların da iki yüz elli Reich markı ödemesi gerekiyordu. (Ama görünüşe
göre Hırvatlardan başka kimse tek kuruş ödememişti.) Macaristan'da, savaşın son
zamanlarında, Almanlar malla ödeme talep ediyordu - tehcir edilen Yahudilerin
tüketeceği miktarda yiyecek Reich’a gönderilecekti.
Eichmann’a göre Weiss meselesi sadece bir
başlangıçtı, işler daha beter olacaktı. Becher doğuştan tüccardı; Eichmann’ın
sadece dağ gibi örgüt ve yönetim görevleri gördüğü yerde, Becher adeta sınırsız
para kazanma imkânı görüyordu. Becher'in yoluna çıkan tek şey Eichmann gibi
işini fazla ciddiye alan daha aşağı düzeydeki yaratıkların dar kafalılığıydı.
Yarbay Becher’in tasarıları onu kısa bir süre sonra, Dr. Rudolf Kastner'in
Yahudileri kurtarmaya yönelik çabalarında yakın işbirliğine yöneltti. (Becher
özgürlüğünü Kaşmer' in Nümberg'de verdiği ifadeye borçluydu. Eski bir Siyonist
olan
Kastner savaştan sonra İsrail'e taşındı ve bir gazeteci SS'le
işbirliği yaptığına ilişkin bir yazı yayımlayana kadar da yüksek bir pozisyonda
kaldı - bu haber üzerine Kastner gazeteciyi kendisine iftira attığı
gerekçesiyle dava etti. Nürnberg'deki ifadesi büyük ölçüde aleyhineydi; dava
Kudüs Bölge Mahkemesi'ne gelince, Eichmann duruşmasındaki üç hâkimden biri olan
Halevi, Kastner için "ruhunu şeytana satmış" dedi. Mart 1957’de,
davası İsrail Yüksek Mahkemesi'ne temyize gitmeden kısa bir süre önce Kastner
öldürüldü, anlaşılan katillerinden hiçbiri Macaristan'dan gelmiş Yahudilerden
değildi. Bir sonraki celsede, temyiz mahkemesi önceki karan bozdu ve böylece
Kastner aklanmış oldu.) Becher'in Kastner aracılığıyla yaptığı anlaşmalar,
kodamanlarla yaptığı müzakerelerden çok daha basitti, kurtarılacak her
Yahudinin hayatı için bir fiyat belirlemekten ibaretti. Fiyatlar için bayağı
sıkı bir pazarlık yapılıyordu ve anlaşılan pazarlığın bir yerinde, ilk
görüşmelerden birine Eichmann da dahil olmuştu. Eichmann genellikle çok düşük
bir fiyat veriyordu, Yahudi başına sadece iki yüz dolar istiyordu ~ bu durumun
nedeni elbette daha fazla Yahudiyi kurtarmak istemesi değil, sadece büyük
düşünmeyi bilmemesiydi. Fiyat sonunda bin dolara kadar yükseldi ve Dr.
Kastner’in ailesinin de yer aldığı 1684 kişilik bir grup Macaristan’dan ayrılarak
Bergen-Belsen’deki mübadele kam- pma gitti ve oradan da nihai varış noktası
olan İsviçre'ye ulaştı. Becher ve Himmler'in türlü türlü mal karşılığında
Amerikan Ortak Dağıtım Komitesi'nden yirmi milyon İsviçre Frangı kazanmayı
umduğu benzer bir anlaşma, Ruslar Macaristan'ı özgürlüğüne kavuşturana kadar
herkesi meşgul etti ama bu anlaşmadan hiçbir sonuç çıkmadı.
Kuşkusuz Becher'in faaliyetleri
Himmler'den tam onay alıyordu ve RSHA'daki üstleri Müller ve Kaltenbrunner
aracılığıyla Eichmann'a hâlâ ulaşan eski "radikal" emirlere taban
tabana zıttı. Eich- mann’a göre Becher gibi adamlar yolsuzluğa bulaşmıştı ama
vicdan krizine yol açan elbette yolsuzluk olamazdı. Kolay kolay yoldan
çıkmadığı açıktı, ama yıllardır bu yolsuzluğun tam ortasında bulunuyordu. Eichmann’m
arkadaşı ve astı Yüzbaşı Dieter Wisliceny' nin daha 1942'de bile Slovakya’daki
tehcir işlemlerini ertelemek için Bratislava’daki Yahudi Kurtuluş Komitesi'nden
elli bin dolar aldığını bilmediğini düşünmek zordur ama tümüyle imkânsız
değildir. Bununla beraber, Himmler'in 1942 sonbaharında, yeni bir SS. tümeninin
istihdamını karşılamaya yetecek kadar dövize karşılık, Slovak Yahudilerine
çıkış izni satmaya çalıştığını duymamış olamaz. Gelgelelim artık, 1944'te,
Macaristan’da işler farklı yürüyordu; bunun sebebi Himmler’in bu
"ticarete" bulaşması değil, ticaretin resmi politika haline
gelmesiydi; buna yolsuzluk gözüyle bakılmıyordu artık.
Başlarda, Eichmann oyuna dahil olmaya ve
yeni kurallara göre oynamaya çalıştı; kuşkusuz kendisinin başlatmadığı o fantastik
"mala karşılık kan” -dağılan Alman Ordusu için on bin kamyona karşılık bir
milyon Yahudi- pazarlıklarına da o sıralarda katıldı. Kudüs’te bu meseledeki
rolünü açıklama biçimi, olup bitenleri kendince nasıl haklılaştırdığmı alenen
gösteriyordu: Kendisine, göç işinde önem taşıyan yeni bir rolün ek getirisini
sağlayacak askeri bir zorunlulukmuş bu. Muhtemelen kendisine asla itiraf
etmediği şeyse, başını çevirdiği her yerde karşısına çıkan bu yeni iktidar
kazanma çabasının tam ortasında tutunacak sağlam bir dal bulmayı başaramadığı
sürece, dört bir yandan bastıran dağ gibi sıkıntıların çok yakında işinden
olmasını her geçen gün biraz daha mümkün hale getirdiğiydi (gerçekten de birkaç
ay sonra işsiz kalacaktı). Mübadele tasarısı beklendiği gibi başarısız olduğunda,
haklı olarak Hitler'in gazabından çekindiği için sürekli tereddüt etmesine
rağmen, Himmler’in Nihai Çözüm’ün tamamına -ticaret demeden, askeri zorunlu- ‘
luk demeden, Almanya'ya barış getiren kişi olmaya endeksli gelecekteki rolü
hakkmdaki boş hayalleri dışında gösterecek bir şeyi olmadan- bir nokta koymaya
karar verdiğini bilmeyen kalmamıştı, îşte bu dönemde SS içinde,
öldürebileceğinden daha az insan öldürdüğünü kanıtlayabilen bir katilin harika
bir mazereti olduğuna inanacak kadar aptal ve para-mal bağlantılarının tekrar
en önemli şey haline geldiği "normal koşullara" dönüleceğini önceden
görecek kadar akıllı kişilerden oluşan bir "ılımlı kanat" ortaya
çıktı.
Eichmann bu "ılımlı kanat"a asla
katılmadı. Zaten katılmaya çalışmış olsa bile kabul edilir miydi, işte orası
tartışılır. Eichmann hem afişe olmuştu, Yahudi yetkililerle sürekli temaslarda
bulunduğu için herkesçe tanınıyordu hem de işin sonuna kadar içten içe büyük
bir kızgınlık beslediği bu iyi eğitimli üst-orta sınıf "centilmenlerine"
göre fazla ilkeldi. Milyonlarca insanı ölüme göndermekte
üstüne yoktu, ama
"dil kuralı" olmayınca iki kelimeyi yan yana getirmeyi beceremiyordu.
Kudüs'te, hiçbir kural olmadan, açık açık "Öldürmekten",
"cinayetten", "devletin meşrulaştırdığı suçlardan" bahsetti;
kendisini toplumsal açıdan Eichmann'dan üstün gördüğünü birkaç kere belli eden
savunma avukatının aksine, Eichmann açık konuştu. (Servatius'un asistanı -ve
ilk birkaç hafta duruşmaya katılan, daha soma savunmanın tanıklarını sorgulamak
üzere Almanya'ya gönderilen ve Ağustos'un son haftası tekrar ortaya çıkan Cari
Schmitt’in öğrencisi- Dr. Dieter Wechtenbruch, mahkeme dışındaki muhabirlere
seve seve zaman-ayırırdı; görünüşe göre Wech- tenbruch'u dehşete düşüren
Eichmann'm suçlarından ziyade zevksizliği ve eğitimsizliğiydi. "Önemsiz
biri," dedi, "onu bu beladan nasıl kurtaracağımıza bakalım" - wie wir d'as Würstchen über die
Runden bringen. Bizzat Servatius da, daha duruşma başlamadan,
müvekkilinin "sıradan bir postacınınki" gibi bir kişiliği olduğunu
ifade etmişti.) :
Himmler "ılımlı" olunca,
Eichmann cesaret edebildiği kadarıyla, en azından üstlerinin kendisini
"koruyacağım" hissettiği ölçüde, Himmler'in emirlerini sabote etti.
Kastner bir keresinde Wisliceny’ ye "Eichmann Himmler'in emirlerini sabote
etmeye nasıl cüret eder?" diye sormuştu - sözünü ettiği emir, Yahudİlerin
1944 sonba- . harında yayan olarak Avusturya sınırına götürülmesinin durdurul-
maşıydı. Sorunun cevabı şöyleydi: "Muhtemelen bize gösterecek bir telgrafı
vardır. Müller ve Kaltenbrunner Eichmann'a arka çıkmıştır." Eichmann'm
Kızıl Ordu gelmeden önce Theresienstadt’ı tasfiye etmek için karmakarışık bir
plan yapmış olması çok mümkün görünüyor. Ama bunu sadece Dieter Wisliceny'nin
pek de güvenilir olmayan ifadesinden biliyoruz (Wisliceny işin sonu gelmeden
aylar, belki de yıllar önce, Eichmann'ı gözden çıkarıp kendine dikkatle bir
mazeret aramaya başladı ve bu mazereti de iddia makamının tanığı olarak
çağrıldığı Nümberg duruşmasında mahkemeye sundu. Ama bunun Wisliceny'ye bir
hayrı olmadı; zira Çekoslovakya'ya iade edildi, yargılandı ve kendisine arka
çıkacak kimsenin bulunmadığı ve paranın kendisine bir faydasının dokunmadığı
Prag'da idam edildi). Diğer tanıklar bunu Eichmann'm adamlarından biri olan
Rolf Günther’in planladığını ve söylenenlerin aksine Eichmann'm gettoya
dokunmamaları yönünde yazılı bir emrinin bulunduğunu iddia ettiler. Ne olursa
olsun, hemen hemen herkesin artık "ılımlı" olduğu Nisan 1945’te,
Eichmann'ın İsviçre Kızıl Haçı'ndan Paul Du- nand'm Theresienstadt ziyaretini
fırsat bilip kendisinin Himmler’in Yahudilerle ilgili yeni stratejisini
onaylamadığını rapor ettiğine hiç şüphe yok.
Öyleyse, Eichmann Nihai Çözüm’ü nihai
kılmak için tartışmasız her zaman elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Asıl
mesele bu durumun Eichmann'ın fanatizminin, Yahudilerden ölümüne nefret
ettiğinin ve polise yalan söylediğinin, mahkemede her zaman emirlere uyduğunu
iddia ederken yalan ifade verdiğinin bir kanıtı ^olarak değerlendirilip
değerlendirilemeyeceğiydi. Sanığı anlamak için büyük bir çaba gösteren ve
Eichmann'a muhtemelen daha önce hiç olmadığı kadar düşünceli davranan ve
sahici, pırıl pırıl bir insanlık gösteren hâkimler bu duruma başka bir açıklama
getiremedi. (Dr. Wechtenbruch muhabirlere Eichmann'ın "Hâkim Landau'ya
büyük bir güven duyduğunu", işini hakkıyla yapacağına inandığını
düşündüğünü söyledi ve bu güveni Eichmann'ın her zaman bir otoriteye ihtiyaç
duymasıyla ilişkilendirdi. Sebebi ne olursa olsun, Eich- mann'm duruşmanın
başından sonuna kadar hâkime gerçekten güvendiği ortadaydı; kararı duyunca bu
kadar büyük bir "hayal kırıklığına" uğramasının nedeni belki de
buydu, insan olmakla sevecen olmayı birbirine karıştırmıştı.) Eichmann'ı bir
türlü anlamamaları bu üç adamın "iyi" olduğunun, mesleğinin ahlaki
temellerine kendiliğinden ve biraz da eski moda bir inanç duyduklarının kanıtı
sayılabilir. Çünkü bu meseleyle ilgili üzücü ve çok sıkıntılı hakikat
muhtemelen, söz konusu durumun Eichmann'ın fanatizminden değil de -üç yıl Önce
kısa bir süre için Eichmann’ı tam tersi hareket etmeye sevk ettiği gibi-
savaşın son yılında onu uzlaşmaz bir tavır benimsemeye sevk eden vicdanından
kaynaklandığıydı. Eichmann, • Himmler'in emirlerinin Führer'in emrine taban
tabana zıt düştüğünü biliyordu. Bu nedenle, olup bitenlerle ilgili ayrıntıları
bilmeye gerek duymuyordu, halbuki böyle ayrıntılar kendisine destek olurdu:
İddia makamının Anayasa Mahkemesi huzurunda yapılan oturumda altını çizdiği
gibi, Hitler, Kaltenbrunner aracılığıyla Yahudi- leri kamyonlarla mübadele
etmek için müzakerelerde bulunulduğunu duyunca, "Himmler, Hitler'in
gözünden iyice düştü". Himmler Auschvvitz'deki imha sürecini durdurmadan
topu topu birkaç hafta önce, belli ki Himmler'in en son hamlelerinden haberi
olmayan Bitler, Horthy'ye ültimatom verdi; bu ültimatomda, "Macar
hükümetinin daha fazla gecikmeden Budapeşte'deki Yahudilere karşı gerekli
önlemleri almasını beklediğini" söylüyordu. Himmler'in Macar Ya- hudilerin
tahliyesinin durdurulmasına ilişkin emri Budapeşte'ye ulaşınca, Veesenmayer’den
gelen bir telgrafa göre, Eichmann gözdağı vermek için "yeni bir karar
alınması için Führer'e başvuracağını" söyledi. Hâkimlere göre bu telgraf
işin aslını "yüz tanıktan daha iyi" gösteriyordu.
Eichmann, başını Reichsführer SS ve Alman
Polis Şefi'nin çektiği "ılımlı kanat"a karşı savaşını kaybetti.
Yenilgisinin ilk işareti Ocak 1945'te geldi; Eichmann’ın savaş boyunca hayalini
kurduğu albaylık rütbesine Yarbay Kurt Becher getirilmişti. (Eichmann1
m anlattığı hikâye, kendi birliğinde daha yüksek başka hiçbir rütbenin
kendisine açık olmadığı, pek doğru sayılmazdı; IV-B-4 masası yerine IV-B
Departmanı'nın başına getirilebilir ve daha sonra da otomatik- man terfi
ettirilebilirdi. Doğru olan bir şey varsa o da muhtemelen Eichmann gibi alt
kademelerden gelerek yükselenlerin, cephe haricinde, yarbaylıktan ileri
gitmelerine asla izin verilmediğiydi.) Yine aynı ay içinde Macaristan
özgürlüğüne kavuştu ve Eichmann Berlin'e geri çağrıldı. Berlin'de Himmler,
Eichmann’m hasmı Becher’i' . bütün toplama kamplarından sorumlu Reichssonderkommissar
mevkiine atamıştı; Eichmann ise "Yahudi Meseleleri" ile ilgili
bürodan kesinlikle çok daha önemsiz, üstelik Eichmann'm hiç bilmediği bir
konuyla ilgili olan ve "Kiliselere Karşı Savaş" meselesiyle ilgilenen
bir büroya transfer oldu. Savaşın son aylarındaki hızlı düşüşü, Hit- îer’in
Nisan 1945'te Berlin'deki sığmağında SS’in artık güvenilir olmadığını
söylediğinde ne kadar haklı olduğunun en çarpıcı göstergelerinden biridir.
Kudüs'te, Hitler'e ve Führer'in emirlerine
olağanüstü bir bağlılık gösterdiğini kanıtlayan belgelerle karşılaşan Eichmann,
birkaç defa Üçüncü Reich'ta "Führer’in ağzından çıkan her kelimenin kanun
sayıldığım" (Führemorte haberi
Geseîzeskraft) açıklamaya çalıştı. Eichmann'm sözlerinden, daha
pek çok şeyin yanı sıra, doğrudan Hitler’den geldiği sürece bir emrin yazılı
olması gerekmediği anlamı da çıkıyordu. Bu nedenle, Hitler'in emirlerini yazılı
olarak görmeyi hiçbir zaman talep etmediğini (Nihai Çözümle ilgili bu tür tek
bir belge bile bulunamadı, zaten büyük olasılıkla böyle belgeler hiç olmamıştı);
ama Himmler'in emirlerini yazılı olarak görmeyi talep ettiğini anlatmaya
çalıştı. Kuşkusuz olağandışı bir durumdu bu; "bilgili" hâkimlerin
yazdıkları kütüphaneler dolusu hukuki içtihat külliyatı, Führer'in ağzından çıkan kelimelerin,
sözlü beyanlarının bu toprakların esas kanunu olduğunu gösteriyordu. Bu
"hukuki" çerçevede, Hitler'in emrine uymayan her yazılı veya sözlü
emir tanım gereği yasadışıydı. Dolayısıyla Eichmann’ın konumu ne yazık ki,
normal bir hukuki çerçevede hareket eden, alışkın olduğu yasallık deneyimine
ters emirleri suç olarak gördüğü için yerine getirmeyi reddeden şu meşhur asker
örneğine benziyordu. Bu konuyla ilgili muazzam literatür, argümanını genellikle
"hukuk" kelimesinin kaçamaklı olmasına dayandırır. Bu bağlamda bazen
bu toprakların hukuku -yani mevcut, pozitif hukuk- anlamına, bazen de bütün
insanların yüreğinde aynı sesle konuşan hukuk anlamına gelir. Ne var kİ
pratikte, bir emre itaat etmemeniz için, o emrin "açıkça yasadışı"
olması; hâkimlerin ifadesiyle, yasadışılığın bu emrin üstünde "'Yasak!'
anlamına gelen uyarı işaretiyle bir korsan bayrağı gibi dalgalanması
gerekir". Bir "uyarı işareti" taşıyan bu "korsan
bayrağı" nasıl normal koşullarda "açıkça" kriminal bir düzenin
üzerinde dalgalanıyorsa, kriminal bir rejimde de normal koşullarda hukuki
sayılan -sözgelimi masum insanların sırf Yahudi oldukları için öldürülmediği-
bir düzenin üzerinde dalgalanır. Vicdanın kaçamaklı olmayan sesine -veya
hukukçuların o iyice muğlak diliyle söylersek, "insanlığın genel
hissi"ne (Öppenheim-Lauterpacht, International
Law, 1952)- kulak vermek, hem bu iddiayı doğru farz eder hem de
çağımızın en temel ahlaki, hukuki ve siyasi fenomenlerini dikkate almanın
kasıtlı olarak reddedildiğini gösterir.
Eichmann'ın böyle hareket etmesinin tek
nedeni elbette Himmler'in artık "suç unsuru taşıyan" emirler verdiği
kanaatinde olması değildi. Ancak böyle hareket etmesinde kuşkusuz belirleyici
olan kişisel unsur fanatizmi değil; Hitler’e -onbaşılıktan başlayıp Reich
Şansölyeliğine kadar yükselen adama- gerçekten (savunmanın tanıklarından
birinin deyişiyle) "sonsuz ve aşırı bir hayranlık duymasıydı".
Eichmann'ın içinde bu saiklerden hangisinin, Hitler'e duyduğu hayranlığın mı
yoksa Almanya’nın çoktan harabeye döndüğü bir zamanda yasalara bağlı bir Nazi
Almanyası vatandaşı olarak kalma
konusundaki kararlılığının mı daha güçlü
olduğunu anlamaya çalışmak boşa zaman kaybetmekten başka bir işe yaramazdı.
Savaşın son günlerinde, Eichmann'ın Berlin'de bulunduğu ve etrafındaki herkesin
akıllılık edip Ruslar veya Amerikalılar gelmeden kendisi için sahte evrak
ayarlamaya çalıştığını görüp öfkelendiği sıralarda, bu saiklerin ikisi de bir
kere daha ortaya çıktı. Birkaç hafta sonra Eichmann da sahte bir isimle seyahat
etmeye başladı; ancak Hitler artık hayatta değildi, artık "bu toprakların
kanunu" diye bir şey yoktu ve kendisinin de dikkat çektiği gibi ettiği
yemin Eichmann'ı bağlamıyordu artık. Çünkü SS üyelerinin yemini, bu yemini
edenleri Almanya'ya değil de sadece Hitler'e bağlaması açısından askerlerin
ettiği yeminden ayrılıyordu. *
Adolf Eichmann'ın vicdanı kuşkusuz
karmaşık olmakla beraber bu konuda yalnız değildi, uzaktan da olsa Alman
generallerinin vicdanıyla benzerlik gösteriyordu. Bu Alman generallerden biri,
Nüm- berg’de kendisine yöneltilen "Sız onurlu generaller nasıl oldu da
.sorgusuz sualsiz bir sadakatle bir katile hizmet etmeye devam
edebildiniz?" sorusuna "Başkomutanım yargılamak askerin işi değildir.
Bırakın da bu işi tarih veya yukarıdaki Tanrı yapsın" cevabını vermişti.
(Nitekim General Alfred Jodl Nümberg'de asıldı.) Pek zeki sayılmasa da, sözünü
etmeye değecek bir eğitimi olmasa da -Eichmann en azından, herkesi suçlu hale
getirenin bir emir değil de kanun olduğunu az çok sezmişti. Führer’in ağzından
çıkan sözler, sıradan emirden farklıydı; bu sözlerin geçerliliği zaman ve
mekânla sınırlı değilken, bu sınırlama sıradan emrin en göze çarpan
özelliğiydi. Führer’in Nihai Çözüm emrinin hemen ardından -salt idarecilerin
değil, uzman avukatların ve hukuk müşavirlerinin tasarladığı- dünya kadar
düzenleme ve direktif gelmesinin asıl sebebi de buydu; sıradan bir emirden
farklı olarak, bu emir kanun muamelesi gördü. Sonuçta ortaya çıkan ve Alman
ukalalığının ve titizliğinin bir belirtisi olmaktan çok uzak olan bütün bu
hukuki teferruat, kuşkusuz en çok bu işi meşru göstermeye yaradı.
Nasıl medeni ülkelerde yasalar, insanın
doğal arzu ve eğilimlerinin bazen ölümcül olmasına rağmen, vicdanın sesinin
herkese "Öldürmeyeceksin!" dediğini farz ediyorsa; Hitler1
in topraklarının kanunu da, katliamlar düzenleyenlerin cinayetin pek çok
insanın normal arzu ve eğilimlerine aykırı olduğunu gayet iyi bilmelerine
rağmen, vicdanının sesinin herkese "Öldüreceksin!" demesini
istiyordu. Nazi Almanyasında kötülük, insanların görür görmez kötülük olduğunu
anlamalarını sağlayan bir niteliğini -baştan çıkancılığı- nı- kaybetmişti.
Muhtemelen pek çok Alman ve pek çok Nazi, ezici bir çoğunluk, cinayet
işlememenin, soygunculuk yapmamanın, o zamanki komşularını makus talihleriyle
baş başa bırakmamanın (pek çoğu her ne kadar işin dehşet verici ayrıntılarından
haberdar olmasa da, Yahudilerin makus talihlerinin kucağına gönderildiğini
elbette gayet iyi biliyorlardı çünkü) ve bu durumdan yararlanarak bütün bu
suçlara ortak olmamanın baştan çıkancılığma kapılmıştı. Ama, Tanrı biliyor ya,
belki de bu baştan çıkarıcılığa nasıl karşı koyacaklarını da öğrenmişlerdi.
Reich -
Almanya, Avusturya ve Protektora
WANSEE
TOPLANTISININ yapıldığı Ocak 1942, Eichmann'ın Ponti- us Pilatus
gibi hissettiği ve ellerini yıkayıp suçu üstünden attığı zamanlar ile
Himmler'in emirlerini verdiği 1944 yazı ve sonbaharı, onca katliam esef verici
bir hatadan başka bir şey değilmiş gibi, Nihai Çözüm'ün Hitler’den habersiz
durdurulduğu zaman arasında Eichmann'ın vicdanıyla ilgili bir derdi olmadı. Bir
dünya savaşının ortasında, Eichmann’a göre daha da önemlisi, "Yahudi
meselesini çözmekle" meşgul çeşitli Devlet ve Parti bürolarının yetki
alanlarım ele geçirmek için çevirdikleri sayısız entrikanın ve ettikleri
sayısız kavganın tam ortasında, Eichmann'ın aklı tamamen o bunaltıcı örgütlenme
ve yönetim işleriyle meşguldü. Başlıca rakipleri doğrudan Himmler’in komutası
altında olan Üst Düzey SS ve
Polis Liderleriydi; Himmler'e kolayca ulaşıyorlardı ve rütbece Eichmann'dan
üstteydiler. Tabii bir de Dışişleri Bakanlığı vardı; Ribbentrop'un kayırdığı
yeni devlet müsteşarı Dr. Martin Luther, Yahudi meselelerinde çok aktif hale
gelmişti. (Luther 1943’te şeytana pabucunu ters giydirip Ribbentrop'un
koltuğuna oturmaya çalıştı ama başarısız oldu ve bir toplama kampına alındı.
Luther’den sonra Yahudi meselelerinin muhatabı, Kudüs'te savunmanın tanığı
olarak ifade veren, Elçilik Müşaviri Eberhard von Thadden oldu.) Üst Düzey S S ve Polis
Liderleri sınırdışı etme emirlerini genellikle, itibar kazanmak için kendileriyle
çalışmak isteyen yurtdışı temsilcileri aracılığıyla gerçekleştiriyordu. Bütün
bunlardan başka bir de Doğu’daki İşgal topraklarındaki Ordu komutanları vardı;
bu komutanlar sorunları "anında", yani öldürerek çözüyorlardı. Buna
karşılık Batı ülkelerindeki askerler Yahudileri toplamak ve yakalamak için
işbirliği yapma ve birliklerini gönderme konusunda hep gönülsüz davranıyor-
du. Son olarak bir de bölge liderleri, Gauleiter'ler vardı;
bölgelerini judenrein
hale getirmek için birbirleriyle yarışıyor ve tehcir prosedürünü zaman zaman
kendileri başlatıyorlardı.
Eichmann bütün bu "çabaları"
koordine etmek, "tam bir kaos" dediği ve "herkesin kafasına göre
emir verdiği" ve "canının istediğini yaptığı" bu durumu biraz
düzene sokmak zorundaydı. Aslına bakarsanız, hiçbir zaman tam anlamıyla olmasa
da, sürecin tamamı açısından anahtar bir konum edinmeyi başardı da; zira ulaşım
araçlarını Eichmann'ın bürosu düzenliyordu. Yukan Silezya'da Gesta- po’nun
başında bulunan ve daha sonra da Danimarka’daki Güvenlik Polisi'nin şefi olan
Dr. Rudolf Mildner’in Nürnberg’de iddia makamı için verdiği ifadeye göre,
Himmler tehcir emirlerini yazılı olarak RSHA'nm
başındaki Kaltenbrunner'e veriyor, Kaltenbrunner emirleri
Gestapo’nun veya RSHAIV.
Kısım’ın başındaki Müller’e bildiriyor, Müller de emirleri sözlü olarak
IV-B-4'teki muhatabına, yani Eichmanria iletiyordu. Himmler ayrıca Üst Düzey SS
ve Polis Liderleri yerel birimlerine emir veriyor ve Kaltenbrunner’i bu
konularda bilgilendiriyordu. Tehcir edilen Yahudiler'e ne yapılması gerektiğine,
kaçının öldürüleceğine kaçının ağır cezayla kurtulacağına da Himmler karar
veriyordu; Himmler'in bu meselelerle ilgili emirleri Pohl'un WVHA’sma gidiyor,
oradan toplama ve imha kampları müfettişi Richard Glücks’e iletiliyor, Glücks
de bu emirleri kamp komutanlarına ulaştırıyordu. İddia makamı, Nümberg
Duruşmalarından kalma bu belgeleri görmezden geldi; çünkü bu belgeler iddia
makamının Eichmann’ın olağanüstü bir güce sahip olduğu yönündeki teorisiyle
çelişiyordu. Savunma Mildner'in yeminli ve yazılı ifadelerine dikkat çekti ama
bu konuda pek başarılı olamadı..Eich- manriın "Poliakoff a ve Reitlinger’e
danıştıktan" sonra hazırladığı on yedi rengârenk tablo, Nazi Almanyasının
karmaşık bürokratik mekanizmasının daha iyi anlaşılmasına biraz katkıda bulundu;
yine de Eichmann'ın genel manzaraya ilişkin betimlemesi -her şey sürekli,
istikrarlı bir akış halindeydi- bu yönetim biçiminin monolitik niteliğinin bir
efsane olduğunu bilen bir totalitarizm araştırmacısına makul gelebilirdi. Kendi
adamlarının, işgal altındaki ve yarı bağımsız bütün ülkelerdeki Yahudi meselesi
danışmanlarının "hangi eylemin uygulanabilir olduğunu" kendisine
rapor ettiğini, kendisinin "daha sonra onaylanan veya reddedilen
raporları" nasıl hazırladığını, Müller'in direktiflerini nasıl verdiğini
belli belirsiz de olsa hâlâ hatırlıyordu; yani, "pratikte, Paris’ten veya
Lahey'den gelen bir teklif, iki hafta sonra Paris’e veya Lahey’e RSHA'nm
onayladığı bir teklif şeklinde giderdi". Eichmann bütün operasyondaki en
önemli taşıma bandı konumundaydı; çünkü belli bir bölgeden kaç Yahudi- nin
nakledilebileceğine veya nakledilmesi gerektiğine her zaman Eichmann veya
adamları karar veriyordu; varış istikametini Eichmann belirlemese de,
sevkiyatın varış noktasını onun bürosu kesinleştiriyordu. Kalkış ve varış
zamanlarım ayarlamak, demiryolu yetkililerinden ve yeterli sayıda demiryolu
aracı almak için her şefe- rinde Ulaştırma Bakanlığı'yla cebelleşmek, tren
tarifelerini hazırlamak ve trenlerin mümkün olan "en yüksek
kapasitede" yolcu taşıması için gerekli düzenlemeleri yapmak, uygun
zamanda yeterince Yahudinin kalkış noktasında olmasını sağlamak ve böylece tren
seferlerini "heba etmemek", işgal altındaki veya müttefik ülkelerdeki
yetkililerden yardım alarak Yahudileri tutuklamak, her ülke için ayrı olan ve
sürekli değişen çeşitli Yahudi kategorileriyle ilgili kurallara ve direktiflere
uymak - ayrıntılarını Kudüs'e gelmeden çok önce unuttuğu bütün bu işler, o
zamanlar için rutindi.
Nihai Çözüm'ü (hiç komploya uğramadı; daha
az komplocuya, daha fazla infazcıya ihtiyacı vardı) tek başına tezgâhlayan
Hitler'e göre savaşın başlıca amaçlarından biri olan, hayata geçirilmesi
-askeri ve ekonomik koşullar nasıl olursa olsun- Önem bakımından birinci sırada
yer alan şey; Eichmann’a göre gündelik rutini, iniş çıkışlarıyla bir iş olan
şey, Yahudiler için kelimenin tam anlamıyla dünyanın sonuydu. Savcının açılış
konuşmasında betimlediği gibi, yüzyıllardır tarihlerini -ister doğru ister
yanlış olsun- uzun bir ıstırap hikâyesi olarak görüyorlardı; ama uzun zamandır
bu tavrın altında muzafferane bir kanaat yatıyordu: "Anı Yisrael Hai",
İsrail halkı
yaşayacaktır. Tek tek Yahudiler, koca koca aileler pogromlar- da ölebilirdi,
nice cemaatler yok edilebilirdi; ama halk yaşayacaktı. Asla soykırımla karşı
karşıya kalmamışlardı. Üstelik o eski teselli, en azından Batı Avrupa'da, her
nasılsa işe yaramaz olmuştu. Yahudiler Roma uygarlığından, yani Avrupa
tarihinin başlangıcından beri, iyi günde ve kötü günde, varlıkta ve yoklukta,
AvrupalIlarla hep iyi ilişkileri oldu; son yüz elli yıl boyunca Orta ve Batı
Avrupa'da çoğunlukla iyi günler gördüler, varlık içinde yüzdükleri zamanlar o
kadar çoktu ki bundan sonra hep böyle olacak sandılar. Bu nedenle, halkın
nihayetinde hayatta kalacağı düşüncesine duyulan güven, Yahudi cemaatlerinin büyük
bölümü için artık bir Önem taşımıyordu; nasıl judenrein
bir Avrupa tasavvur edemiyorlarsa, Avrupa medeniyetinin dışında bir Yahudi
hayatı da düşünemıyorlardı.
Avrupa'da birbirinden farklı ne kadar ülke
varsa, dünyanın sonu da -çarpıcı bir monotonlukla getirilse de- o kadar farklı
şekle ve görünüşe büründü. Bu durum, Avrupa uluslarının gelişimine ve ulus-
devlet sisteminin yükselişine aşina bir tarihçiyi pek şaşırtmayacak- tı belki,
ama Naziler için büyük sürpriz olmuştu. Çünkü Naziler an- tisemitizmin bütün
Avrupa'yı birleştirecek bir ortak payda haline gelebileceğine gerçekten
inanıyorlardı. Bu büyük hatanın bedeli de ağır olacaktı. Kısa bir süre sonra
çeşitli ülkelerdeki antisemitler arasında, teoride değil belki ama pratikte
büyük farklılıklar olduğu ortaya çıktı. İşin daha can sıkıcı, önceden de açıkça
görülebilecek tarafı, Almanların bu "radikal" çeşitliliğini sadece,
Nazilerin "insandan daha aşağı" barbar sürüsü gözüyle baktığı Doğu
halklarının -UkraynalIlar, Estonyalılar, Letonyalılar ve bir dereceye kadar da
RomanyalIların- takdir etmesiydi. Nazilere göre Almanya’nın kan kardeşi olan
İskandinav uluslarının (Knut Hamsun ve Sven Hedin hariç) Yahudilere doğru
dürüst düşmanlık etme hususunda çok eksiği vardı.
Dünyanın sonu kuşkusuz Alman Reich'mda, o
dönemde Almanya'nın yanı sıra Avusturya, Moravya, Bohemya, Çek Protektorası ve
Polonya'nın ilhak edilen batı kesimlerini kapsayan bir bölgede başladı. Sözü
edilen son bölgede, diğer adıyla Wârthegau'da, Lehlerle beraber Yahudiler de
savaşın başlamasından sonra Doğu'daki ilk büyük iskân projesiyle -Kudüs Bölge
Mahkemesindeki hâkimlerin tabiriyle "farklı milletlerden insanların toplu
halde yer değiştirmesiyle"- doğuya doğru sürülmüştü; Alman kökenli Lehler
ise batıya doğru, "Reich'a geri" gönderildi. Hİmmler, Reich Alman
Halkını Güçlendirme Yetkilisi sıfatıyla, "göç ve tahliye" işlerini
Heydrich'e emanet etmişti ve Ocak 1940'ta Eichmanrim RSHA'daki ilk resmi
departmanı olan IV-D-4 Bürosu kuruldu. Bu pozisyon her ne kadar daha sonra
IV-B-4 Bürosu'ndaki işine geçişinde idari açıdan bir sıçrama tahtası işlevi
görmüş olsa da, Eichmann'm burada yaptığı bir anlamda çıraklıktan, insanların
göç etmesini sağladığı eski işi ile in-
sanların tehcir edilmesini sağlayacağı müstakbel işi arasında
bir geçişten başka bir şey değildi. İlk tehcir operasyonları Nihai Çözüm' ün
bir parçası değildi; Hitler'in resmi emrinden daha önce yapılmıştı. Daha sonra
olanlara bakılırsa, bu işler birer test, felaket denemeleri olarak görülebilir.
Bunların ilki 13 Şubat 1940'ta, bin üç yüz Ya- hudinin bir gecede Stettin'den
tehcir edilmesiydi. Alman Yahudileri ilk defa tehcir ediliyordu; Heydrich
"savaş ekonomisiyle ilgili nedenlerden dolayı, bu evlerin acilen gerekli
olduğu" bahanesiyle böyle bir emir vermişti. Bu Yahudiler olağanüstü kötü
koşullar altında Polonya'nın Lublin kentine getirildi. İkinci tehcir işlemi
aynı yıl sonbaharda gerçekleşti: Baden ve Saarpfalz'daki bütün Yahudiler
-yaklaşık yedi bin beş yüz erkek, kadın ve çocuk-daha önce de söylediğim gibi,
Fransa'nın işgal altmda olmayan kesimlerine gönderildi. Ancak o dönemde,
Yahudileri bu bölgelere göndermek basit bir numaradan başka bir şey değildi;
çünkü Fransız-Alman Ateşkes Antlaşmasında, Vichy Fransası'mn Yahudilerin
fırlatılıp atılacağı bir çöplük haline getirilmesi şart koşulmuyordu. Sınırdaki
Fransız istasyon şefini bunun "askeri sevkiyat" olduğuna İkna etmek
için Eichmann’ın da trene bizzat refakat etmesi gerekmişti.
Bu iki operasyonda, daha sonra
gerçekleştirilen operasyonların teferruatlı "yasal" hazırlıklarından
eser yoktu. Yahudileri Reich'tan - tehcir edildikleri anda uyruksuz bırakan
hiçbir yasa onaylanmamıştı daha; müsadere işlerini düzene sokmak için er geç
doldurmak zorunda kaldıkları onlarca form yerine, Stettin Yahudilerinin sadece
sahip olduklan her şeyi kapsayan genel bir feragatname imzalamaları
gerekiyordu. Bu ilk operasyonlar idari aygıtı sınamak için yapılmamıştı
elbette. Görünüşe göre amaç genel siyasi koşullan sınamaktı - Yahudiler
ellerinde valiz, gecenin bir yarısı, Önceden haber vermeden makus talihlerine kendi
ayaklarıyla gitmeye zorlanabilir miydi; sabah boş dairelerini görünce
komşularının tepkisi ne olacaktı; özellikle de Baden’deki Yahudiler söz konusu
olduğunda, bir anda binlerce Yahudi "mülteciyle" karşılaşan yabancı
bir hükümetin tepkisi ne olacaktı?-Nazilerin görebildiği kadarıyla, her şey
memnuniyet verici bir biçimde sonuçlanmıştı. Almanya'da, "özel
durumlar" için sık sık araya giriliyordu -mesela, Stefan George
çevresinden bir şair olan Alfred Mombert'in İsviçre’ye gitmesine izin verilmişti-
Yahudilerin genelini umursayan yoktu. (Heydrich, birta- kim bağlantıları olan
Yahudileri kimin nesi olduğu belli olmayan kitlelerden ayırmanın ne kadar
önemli olduğunu muhtemelen bu zamanlarda anladı ve Hitler’in de onayıyla
Theresienstadt ve Ber- gen-Belsen’i kurmaya karar verdi.) Fransa'da daha da iyi
bir şey oldu: Vichy hükümeti Baden’den gelen bu yedi bin beş yüz Yahudinin
hepsini Gurs'deki, Pireneler’in eteklerindeki bir toplama kampına yerleştirdi.
Kötü bir üne sahip olan bu kamp esasen İspanya Cumhuriyet Ordusu için inşa
edilmişti ve Mayıs 1940’tan beri "refugies
provenant d'AUemagne" (Almanya'dan gelen mülteciler) diye
anılan ve büyük çoğunluğu tabii ki Yahudilerden oluşan mülteciler için
kullanılıyordu. (Nihai Çözüm Fransa’da yürürlüğe konmadan önce, Gurs kampında
kalanların hepsi Auschwitz'e gönderilmişti.) Geneh leme yapmaya hep çok meraklı
olan Naziler, Yahudilerin her yerde "istenmeyen" ilan edildiğini ve
Yahudi olmayan herkesin bilfiil veya potansiyel antisemit olduğunu
ispatladıklarını düşündüler. Ama bu meseleyi gerçekten "radikal" bir
biçimde ele aldılârsa, insanların bu yüzden huzursuz olduğunu nereden
çıkardılar? Hâlâ bu genellemelerin etkisi altında olan Eichmann Kudüs'teyken,
hiçbir ülkenin Yahudileri kabul etmeye hazır olmamasından yakınıp durdu ve
büyük felakete bu durumun, sadece ama sadece bu durumun yol açtığım öne sürdü.
(Sanki başka yabancılardan oluşan bir topluluk-beş parasız, pasaportsuz, o
ülkenin dilini bile konuşamayan bir güruh- öbek öbek tepelerine çökse, şu
düzenli tertipli Avrupa ulus-devlet- leri başka türlü tepki gösterirmiş gibi!)
Gelgeldim, Nazi yetkililerin asıl anlamadıkları, yabancı ülkelerdeki sadık
antisemitlerin bile "tutarlı" olmaya razı gelmemeleri ve ne yazık ki
"radikal" önlemlerden kaçınmaya çalışmalarıydı. Bu durumu Berlin’deki
İspanyol Elçiliği gibi açıkça ortaya koyanların sayısı çok azdı (Franco
hükümetinin Alman yetkililere bırakmaya dünden razı olduğu ve hiç Ispanya’ya
gitmediği halde İspanyol pasaportu alan İspanyol kökenli altı yüz kadar Yahudi
için "tahliye edilmeyeceklerinden emin olsaydık" denmişti) ama çoğu
tam da böyle düşünüyordu.
Bu ilk denemelerden sonra, tehcir
operasyonlanna biraz ara verildi. Eichmann bu zorunlu hareketsizlik dönemini
Madagaskar’la oyalanarak geçirdi. Ama Mart 1941’de, Almanya Rusya'yla savaşa
hazırlanırken, Eichmann birden yeni bir şubenin başına geçirildi; daha doğrusu
eski şubesinin adı değişti, artık "Göç ve Tahliye" değil de
"Yahudi Meseleleri, Tahliye" olarak geçiyordu. Bu tarihte, Nihai
Çözüm’den hâlâ haberdar olmasa da, hem göçün kesinlikle sona erdiğini hem de
göçün yerini tehcirin alacağını öğrenmiş olmalıydı. Ama Eichmann üstü kapalı
laflardan anlayan bir adam olmadığından ve kimse ona bu durumu başka türlü
anlatmadığından, Eichmann göç açışından düşünmeye devam etti. Nitekim Ekim
1940’ ta Dışişleri Bakanlığı temsilcileriyle yapılan bir toplantıda, yurtdı-
şındaki bütün Alman Yahudilerinin vatandaşlıklarının iptal edilmesi teklif
edilince, "böyle bir adım, bu tarihe kadar Yahudi göçmenlere kapılarını
açmaya ve giriş izni vermeye hâlâ hazır diğer ülkeleri etkileyebileceğini"
söyleyerek bu teklife şiddetle karşı çıktı. Eichmann daima içinde bulunduğu
dönemde geçerli olan emirlerin ve yasaların dar sınırları çerçevesinde düşündü
ve Hitler'in Nihai Çözüm emrinin hemen ardından bir kâbus gibi Reich
Yahudilerinin üstüne çöken bir dünya yeni Yahudi karşıtı mevzuat, sadece bu
emri yerine getirecek kişilere resmen bildirilmişti. Aynı zamanda Reich’a
öncelik verilmesine, bütün bölgelerinin hızla judenrein
hale getirilmesine karar verilmişti; yine de bu işi yapmanın neredeyse iki yıl
sürmesi hayret vericidir. Çok geçmeden bütün diğer ülkeler için örnek teşkil
edecek olan hazırlık niteliğindeki bu düzenlemeler öncelikle sarı amblemin
takdiminden (1 Eylül 1941); ikinci olarak, vatandaşlık yasasında yapılan ve
(kuşkusuz tehcir edileceği) Reich'm sınırları dışında yaşayan bir Yahudinin
Alman vatandaşı kabul edilmemesini öngören bir değişiklikten; üçüncü olarak da
Reich vatandaşlığım kaybeden Alman Yahudilerinin bütün mallarına el koymasını öngören
bir emirden (25 Kasım 1941) ibaretti. Hazırlıklar Adalet Bakam Otto Thierack
ile Himmler arasında bir anlaşmayla sonuçlandı; Thierack "Lehler, Ruslar,
Yahudiler ve Çingeneler" üzerindeki yetkisinden feragat etti çünkü
"Adalet Bakanlığı bu halkların imhasına [aynen alınmıştır] çok az katkıda
bulunabilirdi". (Adalet Bakam'nm Parti ŞansÖlyesi’ne yazdığı Ekim 1942
tarihli bir mektupta böyle açık bir dil kullanması önemlidir.) Tehcir edilip
Reich topraklarında bulunan Theresienstadt'a gönderilenler için biraz daha
farklı direktifler vermek gerekiyordu, çünkü bu Yahudiler oto- matikman
devletsiz kalmıyordu. Bu "imtiyazlı kategoriler" söz konusu
olduğunda, hükümetin "ulusa ve devlete karşı düşmanca" faaliyetler
için kullanılan mallara el koymasına izin veren 1933 tarihli eski bir yasa
vardı. Toplama kamplarındaki siyasi suçluların mallarına el koymak alışılmış
bir uygulamaydı; Yahudiler siyasi suçlu kategorisinde yer almasalar da -1942
sonbaharında Almanya, ve Avusturya’daki bütün toplama kampları judenrein hale
getirilmişti- tehcir edilen bütün Yahudileri "ulusun ve devletin
düşmanı" ilan etmek bir yasaya bakardı ve Mart 1942’de de böyle bir yasa
çıkarılacaktı. Naziler kendi yasalarını çok ciddiye alıyorlardı; her ne kadar
kendi aralarında konuşurken "Theresienstadt gettosu" veya "yaşlı
gettosu" deseler de, Theresienstadt resmi olarak toplama kampı
kategorisinde yer alıyordu; söz konusu sınıflandırmadan sadece kampta
kalanların haberi yoktu - bu "İkamet yerinde" bulunan "özel durumların"
duygularım incitmek istemiyorlardı. Theresienstadt'a gönderilen Yahudilerin bu
durumdan şüphelenmemesi için, Berlin'deki Yahudi Birliği (Reichsvereihigung),
tehcir edilen her Yahudiyle The- resienstadt’ta "ikamet hakkı
kazanım" anlaşması yapmakla görevlendirildi. Theresienstadt’ta kalmaya
aday Yahudiler bütün mallarını Yahudi Birliği'ne bırakıyor ve buna karşılık
ömür boyu barınak, yiyecek, giyecek ve sağlık hizmeti alacaklarını
sanıyorlardı. Sonunda
Reichsvereinigımg un son yetkilileri de Theresienstadt'a
gönderilince, Reich'a da sadece Birlik'in hâzinesinde bulunan yüklü miktarda
paraya el koymak kaldı.
Batı'dan Doğu’ya doğru yapılan bütün
sevkiyatlan düzenleyen ve koordine eden Eichmann ve RSHA Bölüm IV-B-4'teki
çalışma arkadaşlanydı - duruşmada bu durum hiç tartışma konusu olmadı. Ama
Eichmann'm Yahudileri trenlere bindirmek için normal polis birimlerinin
yardımına ihtiyacı vardı. Almanya'da Düzen Polisi trenlere nezaret ve refakat
etti; Doğu’da da Güvenlik Polisi (bu birimi Himmler'in Güvenlik Servisi'yle,
yani SD'yle karıştırmamak lazım) trenlerin varış noktalarında hazır bulundu,
gelenleri alıp ölüm merkezlerindeki yetkililere teslim etti. Kudüs mahkemesi,
Nümberg'de yapılan "kriminal örgüt" tanımına uydu; yani Nihai
Çözüm’ün uygulanmasına aktif olarak katıldıkları çoktan, fazlasıyla
kanıtlandığı halde, Düzen Polisi’nin veya Güvenlik Polisi’nin adını anan
olmamıştı. "Kriminal" sayılan dört örgüte -Nazi Partisi'nin lider
müfrezesi, Gestapo, SS ve SD'ye- bütün polis birimleri de eklenseydi, Nümberg’
de yapılan ayrımın yeterli olduğu ve Üçüncü Reich'ın gerçekliğine uygun hale
geldiği söylenemezdi. Zira en azından savaş yıllarında,
Almanya'da kriminal faaliyetlere ve
muamelelere karışmayan tek bir Örgüt veya kamu kuruluşu yoktu.
Theresienstadt'm kurulmasıyla şahsi
müdahalelerle ilgili sıkıntılar ortadan kalkınca, "radikal" ve
"nihai" çözümün önünde iki engel kaldı. Bunlardan biri yarı-Yahudi
meselesiydi; "radikaller" yarı-Ya- hudileri de tam-Yahudilerle
birlikte göndermek istiyordu, "ılımlılar" ise kısırlaştırma
taraftarıydı - zira yarı-Yahudilerin öldürülmesine izin vermek, İçişleri
Bakanlığımdan Stuckart'ın Wannsee Top- lantısı'ndaki ifadesiyle, "yansı
Alman olan kanlarından vazgeçmek" demekti. (Aslında Mischlinge, yani
karma evlilik yapan Yahudiler konusunda hiçbir şey yapılmadı; Eichmann'ın
tabiriyle "bir zorluk ormanı" -sözgelimi Yahudi olmayan akrabaları
veya Nazi doktorla- ~ rın söz verdikleri gibi toplu kısırlaştırmanın pratik bir
yolunu ne yazık ki bir türlü bulamamaları- bu Yahudileri koruyup kolladı.)
İkinci engel, Almanya'da birkaç bin yabancı Yahudinin olması ve bu Ya-
hudilerin tehcir yoluyla vatandaşlıktan çıkarılamamasıydı. Birkaç yüz Amerikalı
ve İngiliz Yahudi mübadele amacıyla gözaltına alınıp hapsedildi. Bu noktada,
hem gerçekten enteresan olduğu hem de duruşmada önemli bir rol oynadığı için,
tarafsız ülkelerin veya Almanya'nın müttefiklerinin vatandaşı olan Yahudiler
konusunda başvurdukları yöntemlere değinmekte fayda var. Bu Yahudilerle ilgili
ola- rak Eichmann'a yöneltilen suçlama, tek bir Yahudiyi bile elinden kaçırmamak
için aşırı gayret gösterdiğiydi. Reitlinger’in söylediklerine bakılırsa,
"Dışişleri Bakanlığı'nm profesyonel bürokratları" da Eichmann’ın
kaygısını paylaşıyordu; bu tür durumlarda sık sık danışmak zorunda kaldığı bu
bürokratlara göre, "işkenceden ve yavaş yavaş ölmekten tek bir Yahudinin
bile kaçıp kurtulması son derece ciddi bir meseleydi". Eichmann'a göre, en
basit ve en mantıklı çözüm, uyruğu ne olursa olsun bütün Yahudileri tehcir
etmekti. Hit- ler’in şöhretinin doruğunda olduğu zamanlarda düzenlenen Wann-
seeToplantısı'nm direktiflerine göre, Nihai Çözüm sayısı on bir milyon olarak
tahmin edilen bütün Avrupa Yahudilerine uygulanacaktı; ■ Yahudilerin uyruğundan
veya müttefik ya da tarafsız ülkelerin vatandaşlarıyla ilgili haklarından hiç
söz edilmemişti. Ama savaşın en parlak günlerinde bile işgal edilen bütün
bölgelerdeki insanların iyi niyetine ve işbirliğine ihtiyacı olduğundan,
Almanya bu tür küçük formaliteleri hafife alamazdı. Bu "zorluk
ormanından" çıkış yolları-
m bulmak, Dışişleri Bakanlığı'nın deneyimli
diplomatlarına düşerdi. En yaratıcı çözümlerden biri, Alman topraklarındaki
yabancı Ya- hudileri anavatanlarındaki genel atmosferi test etmek için
kullanmaktı. Bunu yapmak için izlenen yöntem basit olduğu kadar da ze- kiceydi
ve şüphesiz Eichmann'm kavrayışım da siyasi kaygılarını da aşıyordu. (Bu iddia
belgelerle de kanıtlandı; ortada Eichmann'm departmanının Dışişleri
Bakanlığı'na gönderdiği, Kaltenbrunner veya Müller imzalı mektuplar vardı.)
Dışişleri Bakanlığı diğer ülkelerdeki yetkililere, Alman Reich'ımn judenrein hale gelme
sürecinin başladığını, dolayısıyla yabancı Yahudilerin vatanlarına dönmelerinin
zorunlu hale geldiğini, aksi takdirde bu Yahudilerin de Yahudi karşıtı
tedbirlere tabi tutulacağım bildirdi. Bu ültimatom aslında ilk bakışta
görünenden çok daha fazlasını anlatıyordu. Bu Yahudilerin bir ' kısmı farklı
ülkelerin vatandaşlarıydı; bir kısmı da, işin kötüsü, şüpheli yollardan
kendisine bir pasaport bulan ama aslında devletsiz olan Yahudilerdi (yurtdışmda
kaldıkları sürece pasaportları fazlasıyla iş görüyordu). Bu durum bilhassa
Latin Amerika ülkeleri için geçerliydı; pasaportlar ülkelerin yurtdışmdaki
konsolosluklarında Yahudilere uluorta satılıyordu; bu pasaportlardan edinebilen
talihli kişiler -"anavatanlarına" giriş hakkı hariç- konsolosluk
koruması da dahil her türlü hakka sahip oluyordu. Dolayısyla Dışişleri
Bakanlığı bu ültimatomu aslında yabancı hükümetlerin, Nihai Çözüm’ün en
azından, sadece ismen vatandaşları olan Yahudilere de uygulanmasını kabul
etmelerini sağlamak için verilmişti. Birkaç yüz veya birkaç bin Yahudiye -zaten
o ülkede sürekli kalacak durumu olmayan Yahudilere- iltica hakkı vermek
istemeyen bir hükümetin, Yahudi nüfusunun tamamının sürüleceğini ve imha
edileceğini öğrendiği gün buna kolay kolay İtiraz etmeyeceğini düşünmek
mantıklı olmaz mıydı? Mantıklı olurdu belki ama, biraz sonra daha ayrıntılı
olarak göreceğimiz gibi, makul olmazdı.
30 Haziran 1943’te,
Hitler'in istediği zamandan çok daha sonra, Reich -Almanya, Avusturya ve
Protektora- judenrein
ilan edildi. Bu topraklardan tehcir edilen Yahudilerin gerçek sayısını tam
olarak bilmiyoruz; ama tehcir edilen veya Ocak 1942 itibariyle tehcir edilmeye
uygun olan -Alman istatistiklerine göre- iki yüz altmış beş bin Yahudiden çok
azının kaçabildiğini biliyoruz. Bu Yahudilerin belki birkaç yüzü, en fazla
birkaç bini saklanmayı ve savaştan
sağ kurtulmayı başardı. Parti ŞansÖlyeliği'nin 1942
sonbaharında yayımladığı, tehcir operasyonlarının resmi açıklaması
niteliğindeki bir sirküler, Yahudiîerin komşularının vicdanlarını rahatlatmanın
ne kadar kolay olduğunu çok iyi anlatmaktadır: "Bazı açılardan çok zor
olan sorunların, halkımızın daimi güvenliği için, bazen amansız sertlikle
çözülebilmesi eşyanın tabiatı icabıdır” (italikler bana ait).
ÜÇÜNCÜ REICHTAKİ yöneticilerin
en çok itibar ettikleri niteliklerden biri olan "amansız sertlik",
savaştan sonra Nazi geçmişini olduğundan hafif gösterme yeteneğini bir hayli
geliştiren Almanya’da genellikle ungut
(iyilikten yoksun) olmak şeklinde nitelendirilir oldu - sanki bu niteliğe sahip
olanların Hıristiyan hayırseverliğinin emek ve sabır isteyen standartlarına
göre hareket etmeyi bir türlü becerememekten başka bir kusuru yokmuş gibi.
"Yahudi meselesi danışmanları" olarak -sıradan diplomatik işlerle,
askeri personelle veya Güvenlik Polisi'nin bölge komutanlıklarıyla ilgilenmek
üzere- Eichmann'm bürosundan diğer ülkelere gönderilen kişiler, her halükârda
bu niteliği fazlasıyla taşıdıkları için seçilmişlerdi. Başlangıçta, sonbaharda
ve yaza doğru (1941-42), asıl işleri sözü edilen ülkelerdeki diğer Alman
yetkililerle, özellikle de güya bağımsız ülkelerdeki Alman elçiliklerindeki
görevlilerle ve işgal altındaki topraklarda bulunan Reich yetkilileriyle iyi
ilişkiler kurmaktı. İki durumda da Yahudi meseleleriyle ilgili yetki konusunda
sürekli bir çatışma vardı.
Haziran 1942'de, Eichmann Fransa, Belçika
ve Hollanda'daki danışmanlarını, Yahudileri bu ülkelerden tehcir etme operasyonlarını
planlamak üzere geri çağırdı. Himmler " Avrupa'yı Batı'dan Do- ğu'ya
tararken" FRANSA'ya öncelik verilmesini emretmişti; bunun nedeni kısmen bu
mükemmel ulusun
Önemi, kısmen de Vichy hükümetinin Yahudi meselesi konusunda gerçekten
inanılmaz derecede "anlayışlı" davranması ve kendi inisiyatifiyle bir
sürü Yahudi karşıtı yasa çıkarmış olmasıydı. Dahası, Fransa özel bir Yahudi
Meseleleri Departmanı kurmuş, başına da önce tanınmış antisemitlerden
Xavier Vallant'ı, daha sonra da Darquier de Pe!!epoix’yı geçirmişti.
Toplumun bütün katmanlarında görülen güçlü, genellikle şovenist bir yabancı
düşmanlığıyla yakından ilişkili olan Fransız tarzı anti- semitizmin ayncalığı,
operasyonun yabancı Yahudilerle başlayacak olmasıydı; 1942'de Fransa'nın
yabancı Yahudilerinin yarısından fazlası devletsiz olduğu için -Rusya, Almanya,
Avusturya, Polonya, Romanya, Macaristan'dan, yani ya Alman tahakkümü altında
olan ya da savaş başlamadan önce Yahudi karşıtı yasalar çıkarmış olan
ülkelerden iltica veya göç ettiği için- öncelikle yaklaşık yüz bin devletsiz
Yahudinin tehcir edilmesi kararlaştırıldı. (Ülkedeki toplam Yahudi nüfusu, o
dönemde üç yüz binin üzerindeydi; 1939’da, Belçika ve Hollanda'daki Yahudiler
1940 ilkbaharında ülkeye akm etmeden Önce burada bulunan yaklaşık iki yüz
yetmiş bin Yahudinin en az yüz yetmiş bini yabancıydı veya başka bir ülkede
doğmuştu.) En kısa zamanda îşgal Bölgesi’nden ve Vichy Fransası'ndan ellişer
bin Yahudi tahliye edilecekti. Bu büyük bir işti, hem Vichy hükümetinin kabul
etmesini sağlamak hem de Almanya'da Asayiş Poli- si'nin yaptığı işi yapacak
Fransız polisinin aktif yardımını almak gerekiyordu. Başlangıçta hiçbir
zorlukla karşılaşmadılar; çünkü Mareşal Petain döneminde başbakan olan Pierre
Lav al'm ifade ettiği gibi, "bu yabancı Yahudiler Fransa'da hep sorun
olmuştu", dolayısıyla "Fransız hükümeti, Almanların tavrındaki bu
değişikliğin, Fransızlara yabancı Yahudilerden kurtulma fırsatı vermesinden
gayet memnundu". Bu noktada Laval ve Petain'in Yahudilerin Doğu' ya
yerleştirileceğini düşündüklerini, "yerleştirme"nin aslında ne anlama
geldiğini daha bilmediklerini eklemekte fayda var.
1942 yazında, operasyonun başlamasından
birkaç hafta sonra meydana gelen iki olay Kudüs mahkemesinin Özellikle
dikkatini çekti. Bunlardan ilki, 15 Temmuz’da Bordeaux'dan ayrılması planlanan
bir trenle ilgiliydi. Ancak bu işin ertelenmesi gerekmişti, çünkü Bordeaux’da
sadece yüz elli devletsiz Yahudi bulunabilmişti - bu sayı, Eichmann'ın büyük
zorluklarla edindiği treni doldurmaya yetmiyordu. Bu durumun işlerin herkesin
inanmak istediği kadar yolunda gitmeyebileceğinin ilk işareti olduğunu fark
etse de etmese de, sonuçta Eichmann'ın etekleri tutuştu, astlanna bunun
-Fransızların değil, Eichmann'ın kurduğu düzeneğin yeterliliği konusunda yanlış
fikirlere kapılabilecek Ulaştırma Bakanlığı'mn gözünde- "bir itibar
meselesi" olduğunu ve böyle bir olayın tekrarlanması halinde,
"tahliye meselesi açısından, Fransa'nın katılımını askıya alıp almayacağım
yeniden değerlendirmek zorunda kalacağını" söyledi. Kudüs'te, Eichmann’m gücünün
kanıtı olarak değerlendirilen bu tehdit çok ciddiye alındı; Eichmann isteseydi
"Fransa'nın katılımım askıya alabilirdi". Aslında bu tehdit,
Eichmann'm saçma palavralarından biri, "tahrik gücünün" kanıtıydı;
astlarını tehdit edip savaş zamanı buldukları bu rahat işi kaybedeceklerini
söylemediği sürece, "onların gözünde yüksek bir statüsü olduğunu...
kanıtladığı" düşünülemezdi. Bordeaux olayı bir maskaralıksa, ikinci olay
da Kudüs'te anlatılırken insanın tüylerini diken diken eden en korkunç
hikâyelerden birinin kaynağıydı. Bu hikâye, çoktan Auschwitz yoluna düşmüş
ailelerinden koparılan dört bin çocukla ilgiliydi. Çocuklar Fransız toplama
noktasında, Drancy'deki toplama kampında bırakılmıştı. 10 Temmuz’da Fransız
temsilcisi Yüzbaşı Theodor Dan- necker Eichmann'ı arayıp bu çocukları ne
yapacağını sordu. Eichmann karar vermek için on gün düşündü ve sonunda
Dannecker’i arayıp "[Polonya'daki] Genel Hükümet bölgesine sevkiyatlar
tekrar başlar başlamaz çocukların nakledilebileceğini" söyledi. Dr. Serva-
tius "bu durumdan etkilenenleri ne sanığın ne de sanığın bürosundan
birinin belirlediğine" dikkat çekti. Ama Dannecker'in Eich- mann'a, bizzat
Laval'm on altı yaşından küçüklerin de tehcir edilmesini önerdiğini
söylediğine; bu dehşet verici olayın "üstlerin emirlerinden" bile
kaynaklanmadığına, Fransa ile Almanya'nın en üst düzey yetkilileri arasında
varılan bir anlaşmanın sonucu olduğuna kimse dikkat çekmedi ne yazık ki.
1942 yazında ve sonbaharında ~on sekiz
bini Paris'ten, dokuz bini de Vichy Fransası'ndan- yirmi yedi bin devletsiz
Yahudi tehcir edilip Auschvvitz'e gönderildi. Daha sonra, bütün Fransa'da
yetmiş bin Yahudi kalmışken, Almanlar ilk hatalarım yaptılar. Fransızların
Yahudileri tehcir etmeye artık iyice alıştıklarına inanıp aldırmayacaklarını
düşünerek -sadece idari işleri kolaylaştırmak için- Fransız Yahudilerini de
operasyona dahil etmek için izin istediler. Bunun üstüne her şey tersine döndü;
Fransızîar kendi Yahudilerini Alınanlara vermeyi sert bir dille reddettiler.
Himmler bu durumdan haberdar olunca (bu arada haberi veren de Eichmann veya
adamlarından biri değil, Üst Düzey SS ve Polis Liderlerinden biriydi) hemen
geri adım atıp Fransız Yahudilerini ayıracaklarına söz verdi. Ama artık bunun
için çok geçti. "Yerleştirmeyle" ilgili söylentiler Fransa’ya
varmıştı bile; antisemit Fransızlar -ve antisemit olmayanlar- yabancı
Yahudilerin bir yere yerleştirildiğini görmek istiyordu, bu katliamın suç
ortağı olmaya hiç mi hiç niyetleri yoktu. Fransızlar daha düne kadar seve seve
yapmaya hazır oldukları bir konuda, yani 1927’den sonra (veya 1933'ten önce)
vatandaşlığa kabul edilen Yahudilerin vatandaşlığını feshetme konusunda -bu
uygulama elli bin Yahudinin daha tehcir edilmesinin Önünü açıyordu- adım atmayı
reddettiler. Ayrıca Fransızlar devletsiz Yahudilerin ve diğerlerinin tehcir
edilmesi konusunda o kadar çok zorluk çıkardılar ki, Almanlar Yahudilerin
Fransa’dan tahliye dilmesiyle ilgili bütün büyük planlarım esasen "askıya
almak" zorunda kaldılar. Devleti olmayan on binlerce insan saklandı, daha
binlercesi de kökeni ve uyruğu ne olursa olsun Yahudilerin güvende olduğu
Italyan işgali altındaki Fransız bölgesine, Cöte d'Azur’e akın etti.
Almanya’nın judenrein
olduğunun ilan edildiği ve Müttefikler’in daha yeni Sicilya'ya girdiği 1943
yazında, kuşkusuz toplamın yüzde yirmisinden daha azı, yaklaşık elli iki bin
Yahudi tehcir edilmişti ve bu insanların neredeyse altı bini Fransız
vatandaşıydı. Fransız Ordusu’ndan alınıp Alman toplama kamplarına getirilen
Yahudi savaş esirleri bi-, le "özel muamele" için ayrılmadı. Nisan
1944'te, Müttefikler Fransa'ya girmeden iki ay önce, ülkede hâlâ iki yüz elli
bin Yahudi vardı ve bu Yahudilerin hepsi savaştan sağ çıkmayı başardı. İşler
tersine dönmüştü; Nazilerin artık ne insan gücü vardı ne de kararlı bir
muhalefetle karşılaşınca "sertliklerini" koruyacak kadar irade gücü.
İşin aslına bakarsanız, ileride göreceğimiz gibi, Gestapo ve SS üyeleri bile
amansızlığı şefkatle birleştiriyordu.
Haziran 1942’de Berlin'de yapılan toplantıda, Belçika ve
Hollanda’ dan tehcir edilecek Yahudilerin sayısının çok düşük tutulmasının
nedeni muhtemelen Fransa için belirlenen sayının yüksek olmasıydı. Yakın bir
zamanda yakalanıp tehcir edilecek Yahudilerin sayısı Belçika için on bini,
Hollanda içinse on beş bini geçmiyordu. Bu iki ülke için belirlenen rakamlar
kısa bir süre sonra bayağı yukarılara çekildi; bunun nedeniyse muhtemelen
Fransa operasyonunda karşılaşılan güçlüklerdi. BELÇİKA’nm durumu bazı açılardan
farklıydı. Bu ülke neredeyse sadece Alman askeri yetkilileri tarafından
yönetiliyordu ve Belçika hükümetinin mahkemeye sunduğu bir rapora göre, polis
"Almanların idari hizmet birimleri üzerinde, diğer ülkelerde olduğu kadar
etkili değildi". (Belçika'nın askeri valisi General Alexander von
Falkenhausen daha sonra, Temmuz 1944'te düzenlenen Hitler suikastine
karışacaktı.) Yerli işbirlikçiler sadece Flandra’ da etkiliydi; başım
Degrelle’nin çektiği, Fransızca konuşan Valon- lar arasında Faşist hareketin
fazla etkisi yoktu. Belçika polisi Almanlarla işbirliğine yanaşmadı; Almanlar
da bu konuda Belçikalılara hiç güvenmedikleri için, Yahudileri trenlere
bindirip tehcir ederken, Belçikalı demiryolu çalışanlarının başından
ayrılmadılar. Belçikalı yetkililer yine de kapıları açık bırakarak veya başka
türlü planlar yaparak Yahudilerin kaçmasını sağlamayı başardılar. Belçika'nın
diğer ülkelerden en farklı tarafı, buradaki Yahudi nüfusunun özgün bileşimiydi.
Savaş başlamadan önce ülkede doksan bin Yahudi vardı; bunların yaklaşık otuz
bini Almanya'dan göç etmiş, elli bini de diğer Avrupa ülkelerinden gelmişti.
1940'm sonlarında, kırk bin kadar Yahudi ülkeden kaçmıştı, kalan elli bin
Yahudinin de neredeyse beş bini Belçika’da doğmuş Belçika vatandaşlarıydı.
Üstelik ülkeden kaçanların çoğu önemli Yahudi liderleriydi ve liderlerin çoğu
da zaten yabancıydı, dolayısıyla Yahudi Konseyi yerli Yahudiler üzerindeki
otoritesini kaybetmişti. Her tarafı saran bu "anlayışsızlıkla",
Belçika Yahudilerinin çok küçük bir kısmının tehcir edilmiş olması şaşırtıcı
değildir. Ancak vatandaşlığa yeni kabul edilmiş Yahudiler ve - çoğu bu ülkeye
daha yeni gelmiş, Çek, Leh, Rus ve Alman kökenli- devletsiz Yahudiler hemen
göze çarpıyor, bu küçük, tümüyle sanayileşmiş ülkede saklanmakta büyük zorluk
çekiyorlardı. 1942’nin sonlarında on beş bin Yahudi Auschvvitz’e gönderilmişti
ve Müttefiklerin ülkeyi kurtardığı 1944 sonbaharında, toplam 25 bin Yahudi
öldürülmüştü. Eichmann'm her zamanki "danışmam" Belçika'daydı, ama
görünüşe göre bu danışman sözünü ettiğimiz operasyonlarda fazla faal değildi.
Sonuç olarak bu operasyonlar, Dışişleri Bakanlığı'mn artan baskıları altında,
askeri idare tarafından gerçekleştirilmişti.
Tehcir operasyonları, hemen hemen diğer
bütün ülkelerde olduğu . gibi HOLLANDA'da da devletsiz Yahudilerle başladı. Bu
ülkedeki Yahudilerin neredeyse hepsi Almanya’dan iltica etmişti ve savaştan
önceki Hollanda hükümeti tarafından resmen "istenmedikleri" ilan
edilmişti. Toplam yüz kırk binlik Yahudi nüfusun yaklaşık 35 bini yabancı
Yahudilerden oluşuyordu. Belçika'dan farklı olarak, Hollanda sivil bir
hükümetin yönetimine verilmişti; Fransa'dan farklı olarak da, ülkenin kendisine
ait bir hükümeti yoktu, zira kraliyet ailesiyle birlikte kabinenin tamamı
Londra’ya kaçmıştı. Bu küçük millet tümüyle Almanların ve SS’in insafına
kalmıştı. Eichmann’ın Hollanda’daki "danışmanı" Wi!li Zöpf diye
biriydi (geçenlerde Almanya’da tutuklandı, buna karşılık Zöpf ten daha etkili
olan Fransa'daki danışman Dannecker hâlâ serbest), ama anlaşılan Zöpf ün
anlatacak fazla şeyi yoktu ve sürekli Berlin bürosunu bilgilendirmekten başka
bir iş yapmamıştı. Tehcir operasyonlarıyla ve bunlarla ilgili işlerle, eskiden
Viyana ve Prag'da Eichmann'm hukuk danışmanlığını yapan ve SS'e Eichmann'm
tavsiyesi üzerine kabul edilen, avukat Erich Rajakowitsch ilgileniyordu.
Rajakowitsch Hollanda’ya Nisan 1941’ • de Heydrich tarafından gönderilmişti;
Berlin’deki RHSA'ya karşı değil, doğrudan Lahey’dekı Güvenlik Servisi’nin başı
Dr. Wilhelm Harsten’e karşı sorumluydu, Harsten ise Üst Düzey SS ve Polis
Lideri Korgeneral Hans Rauter'in ve Rauter'in Yahudi meseleleri konusundaki yardımcısı
Ferdinand aus der Fünten'in komutası altındaydı. (Rauter ve Fünten bir Hollanda
mahkemesi tarafından Ölüme mahkûm edildi; Rauter’in cezası infaz edildi,
Fünten’in cezası ise -söylenenlere göre bizzat Adenauer’in araya girmesiyle-
ömür boyu hapse çevrildi. Harsten de Hollanda’da mahkemeye çıkarıldı, yirmi yıl
hapse mahkûm edildi, 1957'de serbest bırakıldı ve daha sonra da Bavyera
hükümetinde hizmet vermeye başladı. HollandalI yetkililer İsviçre veya
İtalya'da yaşadığı sanılan Rajakovvitsch hakkında takibat başlatmayı
düşünüyorlar. Bütün bu ayrıntılar, bir İsviçre gazetesi olan Basler Nationalzeitung
için çalışan HollandalI muhabir E. Jacob'm Hollanda dokümanlarım ve bunlarla
ilgili bir raporu yayımlamasıyla geçen yıl ortaya çıktı.) Kudüs'te iddia makamı,
kısmen Eichmann'ı olduğundan daha etkili biri gibi göstermek istediğinden,
kısmen de Alman bürokrasisinin karışıklığı içinde geçekten kaybolduğundan,
yukarıda adı geçen bütün yetkililerin Eichmann' ın emirlerini yerine
getirdiğini iddia etti. Ama Üst Düzey SS ve Polis Liderleri sadece doğrudan
Himmler’den emir alıyordu ve Raja- kowitsch'in -Özellikle de daha sonra
Hollanda’da neler olduğu düşünüldüğünde- bu dönemde hâlâ Eichmann’dan emir
alıyor olması pek muhtemel görünmüyordu. Polemiklere pek karışmayan hâkimler,
iddia makamının yaptığı hataların -muhtemelen tamamım olmasa da™ çoğunu usulca
düzelttiler ve RSHA, Üst Düzey SS ve Polis Liderleri ye diğer bürolar arasında
gidip gelen konum belirleme işini bir sonuca ulaştırmak için uğraşıp durdular -
Eichmann’ın tabiriyle, "sürekli, bitmek tükenmek bilmeyen, sonsuz
müzakerelerdi" bunlar.
Hollanda'da yapılan düzenlemeler
Eichmann’ı iyice çileden çıkarmıştı: Çünkü Himmler Eichmann'ı önemsiz biri gibi
göstermeye çalışıyormuş; dahası, rahat koltuklarına kurulmuş bu beyler, Eich-
mann’m gayretini takdir etmek şöyle dursun, nakil zamanlarıyla ilgili
ayarlamalarında Eichmann’a zorluk çıkarıyor, Berlin'deki "koordinasyon
merkezini" hafife alıp alay konusu yapıyorlarmış. Nitekim, işin daha en
başında, on beş bin yerine yirmi bin Yahudi tehcir edildi ve 1943'te,
Eichmann'ın -hem rütbesi hem de konumu oradaki diğer herkesten daha düşük olan-
danışmanı Zöpf neredeyse tehcir işlemlerini hızlandırmaya zorlanmış. Bu
işlerden kimin sorumlu olduğu konusundaki anlaşmazlıklar her zaman Eichmann’ın
başına bela olacaktı ve söyleyeceklerini dinleyecek herhangi birine "bu
aşamada, Yahudi meselesini tekrar diğer yetkililerin ele almasının, hem
Reichsführer SS’in [yani Himmler’in] emirlerine ters düşeceğini hem de
mantıksız olduğunu" açıklamaya çalışması boşunaydı. Hollanda'da son olarak
1944'te bir anlaşmazlık çıkmış ve işlerin rayına oturması İçin bu kez
Kaltenbrunner bile araya girmeye çalışmış. Hollanda'da, İspanyol kökenli
Sefaradlar tehcir işleminden muaf tutulmuş, buna rağmen İspanyol kökenli
Yahudiler Selanik üstünden Auschwitz'e gönderilmişti. Hâkimler RSHA’mn "bu
anlaşmazlıkta daha belirleyici olduğunu" söylerken büyük bir hata
yapıyorlardı - nedeni ne olursa olsun, yaklaşık üç yüz yetmiş Sefarad Yahudisi
Amsterdam'da rahat bir nefes aldı.
Himmler’in Hollanda’daki işlerini kendi
Üst Düzey SS ve Polis Liderleri aracılığıyla görmek istemesinin nedeni gayet
basitti. Bu adamlar Hollanda'da işlerin nasıl yürüdüğünü biliyorlardı ve
Hollanda halkının yol açtığı sorun kesinlikle kolayca üstesinden gelinecek bir
sorun değildi. Yahudi profesörler görevden alınınca öğrencilerin greve gittiği
ve Yahudilerin Alman toplama kamplarına gönderilmesinin başlangıcından itibaren
-ki bu da, Yahudilerin imha kamplarına gönderilmesinden farklı olarak, sadece
ceza niteliği taşıyan bir önlemdi ve Nihai Çözüm Hollanda'ya gelmeden çok daha
uzun zaman önce alınmıştı- grevlerin dalga dalga yayıldığı tek Avrupa ülkesi
Hollanda'ydı. (De Jong’un dikkat çektiği gibi, bu Alınanlara iyi bir ders oldu.
O andan itibaren "Nazi fırtına birliklerinin sopalarıyla değil... Verordeningenblad'da...
veya Joodsche Week- blad'da yayımlanacak
emirlerle zulmedilecekti". Polis sokaklarda bir kere bile Yahudilere
saldırmadı ve Hollanda halkı da bu yüzden grev yapmadı.) Gelgeldim, Yahudi
karşıtı tedbirlerin Hollanda genelinde yarattığı muhalefeti ve nispeten
antisemitizmin etkisi altında olmayan Hollanda halkım denetim altına almak
için, nihayetinde Yahudiler için ölümcül sonuçlar doğuracak, iki yol izlendi.
Birincisi, Hollanda'da çok güçlü bir Nazi hareketi vardı ve Yahudileri
yakalamak, saklandıktan yerden bulup çıkarmak gibi daha önce poli- - sin
yaptığı işler gönül rahatlığıyla bu harekette yer alan kişilere emanet
edilebilirdi; İkincisi -muhtemelen Hollanda hükümeti Almanya'dan iltica eden
Yahudilere karşı düşmanca bir tavır takındığı için ve muhtemelen de tıpkı
"Fransa'daki gibi Hollanda'da da antisemitizmin odağında yabancı Yahudiler
yer aldığı için- yerli Yahudiler, kendileriyle yeni gelen Yahudiler arasında
bir ayrım yapma yönünde aşırı güçlü bir eğilim gösteriyorlardı. Bu durum
Nazilerin kendi Yahudi Konseylerini, Joodsche
Raad'ı kurmalarım bir ölçüde kolaylaştırdı. Çok uzun süre, tehcir
operasyonlarının cefasını sadece Alman Yahudilerinin ve diğer Yahudilerin
çekeceği yanılgısından kurtulamayan Joodsche
Raad, SS’ın Hollanda polisinin yanı sıra bir Yahudi güvenlik
kuvvetinden de yardım almasını olanaklı hale getirdi. Sonuç, başka hiçbir Batı
ülkesinde eşi benzeri görülmeyen bir felaketti; sadece, durumu çok daha farklı
ve en baştan itibaren ümitsiz olsa da, Polonya Yahudilerinin yok edilmesiyle
kıyas- 1 anabilirdi. Polonya'daki durumun tam aksine, her ne kadar
Yahudi- lerin büyük bir bölümü (yirmi ila yirmi beş bini, bu kadar küçük bir
ülke için gayet yüksek bir rakam) Hollanda halkının tavrı sayesinde saklanmayı
başarmış olsa da, kuşkusuz profesyonel veya sıradan muhbirlerin çabalarıyla,
gizli saklı yaşayan Yahudilerin bir o kadar büyük bir kesimi, en azından
yarısı, sonunda yakalandı. Temmuz 1944'te yüz on üç bin Yahudi tehcir edildi;
bu insanların çoğu Polonya’nın Bug nehri yakınındaki Lublin kentinde bulunan
Sobibor kampına, aralarından sağlıklı veya çalışmaya uygun olanların bile
seçilmediği bir yere gönderildi. Hollanda'da yaşayan Yahudilerin dörtte üçü
öldürüldü, bu insanların üçte ikisi Hollanda'da doğup büyümüştü. Son
sevkiyatlar 1944 sonbaharında, Müttefiklerin devriye birlikleri Hollanda
sınırına vardığında yapıldı. Saklanarak hayatta kalmayı başaran on
birbYahudinin yaklaşık yüzde yetmişini yabancılar oluşturuyordu - Hollanda
Yahudilerinin gerçekle yüzleşme konusundaki isteksizliklerini gösteren bir oran
bu.
Wannsee Toplantısında, Dışişleri Bakanlığımdan Martin Luther
İskandinav ülkelerinde, özellikle de Norveç ve Danimarka'da büyük zorluklarla
karşılaşma tehlikesine dikkat çekti. (İsveç hiç işgal edilmemişti ve Finlandiya
da, her ne kadar Mihver Devletleri'nin tarafında olsa da, Nazilerin Yahudi
meselesi üstünde neredeyse hiç durmadığı tek ülkeydi. İki bin kadar Yahudisiyle
Finlandiya'nın şaşırtıcı bir istisna oluşturmasının nedeni belki de Hitler'in
Finlere büyük bir saygı duyması, tehditlere ve aşağılayıcı şantajlara maruz
kalmalarını istememesiydi.) Luther o dönem için İskandinavya’dan tahliyeleri
ertelemeyi teklif etti; Danimarka göz önünde bulundurulduğunda, bunun nedeni
kuşkusuz -her ne kadar Almanlar Nisan 1940' ta Almanlar Norveç'in yanı sıra
Danimarka’yı da işgal etmiş olsa da- ülkenin 1943 sonbaharına kadar bağımsız
hükümetini koruması ve tarafsız bir devlet say iknasıydı. Danimarka'da kayda
değer bir Faşist veya Nazi hareketi ve dolayısıyla da işbirlikçi yoktu. Gelge-
lelim almanlar NORVEÇ’te ateşli destekçilerle, özellikle de Vidkun Quisling'le
karşılaştılar; hatta Nazi taraftan antisemit Norveç partisinin lideri olan
Quisling, daha sonra "quisling hükümeti" diye anılacak bu harekete
adını verecekti. Norveç'in bin yedi yüz Yahudisi- nin büyük bir kısmım
devletsiz, Almanya'dan iltica etmiş Yahudiler oluşturuyordu. Bu insanlar, Ekim
ve Kasım 1942'de yıldırım hızıyla gerçekleştirilen operasyonlarla yakalanıp hapsedildiler.
Eichmann’ m bürosundan söz konusu Yahudilerin Auschwitz'e gönderilmesi yönünde
bir emir gelince, Quisling'in adamlarından bazıları bu hükümetteki
görevlerinden istifa etti. Bu istifalar, Martin Luther ve Dışişleri Bakanlığı
için muhtemelen büyük bir sürpriz olmadı; buna karşılık İsveç'in zulüm
görenlere hemen iltica, hatta bazen de vatandaşlık teklifinde bulunması çok
daha ciddi ve kuşkusuz hiç beklenmedik bir şeydi. Teklifi alan Dışişleri
Bakanlığı Müsteşarı Emst von Weizsacker bu meseleyi görüşmeyi reddetti, ama
teklif gene de işe yaradı. Bir ülkeden yasadışı yollardan ayrılmak her zaman
nispeten daha kolaydır, buna karşılık iltica edilecek ülkeye izinsiz olarak
girmek ve göçle ilgilenen yetkilileri atlatmak neredeyse imkânsızdır. Bu
sayede, Norveç'in küçük Yahudi cemaatinin yarısından biraz daha fazlası,
yaklaşık dokuz yüz insan yasadışı yollardan İsveç’e girdi.
Ne var ki Almanlar DANİMARKA'da, Dışişleri
Bakanlığı'mn endişelenmekte ne kadar haklı olduğunu gördüler, Danimarka'daki
Yahudilerin hikâyesi sui generis'tir
(nevî şahsına münhasır) ve -ister işgal edilmiş, ister Mihver Devletlerinden
biri, ister bağımsız veya tümüyle bağımlı olsun- hiçbir Avrupa ülkesi Danimarka
halkı ve hükümeti gibi davranmamıştır. Bu hikâye, şiddet içermeyen eylemin ve
çok güçlü şiddet araçlarına sahip bir düşmana direnişin bünyesindeki muazzam
güç potansiyeli hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen bütün siyasal bilimler
araştırmacılarına mutlaka okuması tavsiye edilecek türden bir hikâyedir.
Kuşkusuz, diğer Avrupa ülkelerinin sadece birkaçı "Yahudi meselesini doğru
dürüst anlamadı", çoğu "radikal" ve "nihai” çözümlere
aslında karşıydı. Danimarka, İsveç, İtalya ve Bulgaristan gibi ülkeler
antisemitizmden neredeyse hiç etkilenmedi; ama coğrafi açıdan Almanya'nın etki
alanına giren üç ülkeden sadece Danimarka, Alman efendilerine bu konu hakkında
gerçekten ne düşündüğünü söylemeye cesaret etti. İtalya ve Bulgaristan,
Almanların emirlerini sabote etti ve karmaşık bir oyunu ikiyüzlü, riyakâr
davranarak oynamaya çalıştı; marifet isteyen bir oyundan alnının akıyla çıkıp
kendi Yahudilerini kurtardı, ama Yahudi politikasına asla karşı
çıkmadı.Yaptıkları, DanimarkalIların yaptığından tümüyle farklıydı. Danimarka
hükümet yetkilileri, kendilerine büyük bir ihtiyatla sarı amblem konusunu açan
Almanlara, bu nişanı koluna ilk geçirecek kişinin Kral olacağı yanıtını
verdiler; ayrıca, Yahudi karşıtı herhangi bir tedbire başvurulması durumunda
hemen istifa edeceklerini belirtmeyi de ihmal etmediler. Almanların
DanimarkalIlara, sayılan altı bin dört yüzü bulan Yahudi kökenli Danimarka
yerlileri ile savaştan Önce iltica talebi kabul edilen ve Alman hükümetinin
artık devletsiz ilan ettiği bin dört yüz Alman Yahudisi arasındaki hayati önem
taşıyan ayrımı bile kabul ettireme- miş olması, bu meselenin bütünü açısından
son derece belirleyiciydi. Tekliflerinin reddedilmesi karşısında Almanlar
şaşkına dönmüş olmalı; zira bir hükümetin, kesinlikle vatandaşlığa kabul
etmediği, hatta çalışma izni bile vermediği insanları koruması çok
"mantıksızdı". (Yasal açıdan, Danimarka'daki mültecilerin savaştan
önceki hali Fransa'dakinden pek farklı değildi; ama Fransa'da, Üçüncü
Cumhuriyetin devlet hizmetindeki yolsuzluklar bazı mültecilerin rüşvetle veya
"bağlantıları" sayesinde vatandaşlık belgesi edinmesini mümkün hale
getirmişti ve bu ülkede mültecilerin çoğu yasadışı olarak çalışabiliyor,
çalışma izni olmadan da iş yapabiliyordu. Ancak İsviçre gibi Danimarka da pour se debrouilier
[idare edilebilecek] bir ülke değildi.) Gelgelelim DanimarkalIlar Alman
yetkililere, devletsiz mülteciler artık Alman vatandaşı olmadığına göre,
Nazilerin, DanimarkalIların rızası olmadan bu mülteciler üzerinde hak iddia
edemeyeceğini söylediler. Devletsiz olmanın bir işe yaradığı ender durumlardan
biriydi bu. Yine de Yahudileri kurtaran sadece devletsiz olmaları değildi
elbette, bilakis Danimarka hükümetinin Yahudileri korumaya karar vermiş
olmasıydı. Nitekim, cinayet bürokrasisi için son derece önemli olan başlangıç
hamlelerinden hiçbiri yapılamadı ve operasyonlar 1943 sonbaharına kadar ertelendi.
Daha sonra olanlar gerçekten inanamazdı;
diğer Avrupa ülkelerinde olup bitenlere kıyasla, işler iyice çığırından
çıkmıştı. Ağustos 1943'te -Almanların Rusya saldırısı başarısızlıkla
sonuçlandıktan, Alman Afrika Kolordusu Tunus'ta teslim olduktan ve Müttefikler
İtalya'yı işgal ettikten sonra- İsveç hükümeti 1940'ta Almanya'yla yaptığı,
Alman birliklerinin bu ülkeden geçmesine izin veren anlaşmayı feshetti. Bunun
üzerine, DanimarkalI işçiler işleri biraz hızlandırmaya yardım edebileceklerini
düşündüler; Danimarka'daki tersanelerde karışıklıklar başladı, işçiler Alman
gemilerini onarmayı reddedip grev yaptılar. Alman askeri yetkilisi acil durum
ilan etti ve sıkıyönetim başlattı, Himmler "çözüm "ü fazla uzayan
Yahudi meselesini halletmenin tam zamanı olduğunu düşündü. DanimarkalIların
direnişinden başka, Himmler'in hesaba katmadığı bir şey daha vardı: Yıllardır
bu ülkede yaşayan Alman yetkililer o eski Almanlar değildi artık. Askeri
komutan General von Hannecken'İn Alman birliklerini Reich yetkilisi Dr. Wemer
Best'in emrine vermeyi reddetmesi yetmezmiş gibi, Danimarka'daki özel SS
birimleri (Einsatzkommandos)
de -Best'in Nürnberg'de verdiği ifadeye göre- çoğu defa "merkez bürolar
aracılığıyla uygulamaları emredilen tedbirlere" karşı çıktı. Yılların
Gestaposu, Heydrich'in eski hukuk danışmam, o zamanın polisle ilgili en meşhur
kitabının yazan, Paris'teki askeri idarede görevli olduğu zaman yaptığı işlerle
üstlerini memnun eden Best de güvenilir biri değildi artık; yine de Berlin'de-
kilerin, Best'in kaypaklığının nerelere vardığını öğrendiği şüphelidir. Bununla
beraber, işlerin yolunda gitmeyeceği daha en baştan belliydi ve Eichmann’m
bürosundaki en iyi adamlardan biri Danimarka’ya gönderildi - o zamana kadar,
Rolf Günther'in bu iş için gerekli "amansız sertliğe" sahip
olmadığını iddia eden tek bir kişi bile olmamıştı. Günther Kopenhag'daki
meslektaşlarının üzerinde baskı kuramadı ve von Hannecken artık bütün
Yahudileri zorla çalıştırmayı gerektiren bir emir yayımlamayı bile
reddediyordu.
Best Berlin’e gitti ve Danimarka'dan gelen
bütün Yahudilerin, hangi kategoriye girerlerse girsinler, Theresienstadt'a
gönderileceği sözünü aldı - Nazilere göre çok büyük bir ödün verilmişti. 1 Ekim!
de Yahudiler yakalanıp apar topar götürülecekti - gemiler limanda hazır
bekliyordu - ne DanimarkalIlardan ne Yahudilerden ne de Alman birliklerinden
hayır geleceği düşünüldüğünden, Almanya'dan polis birimleri geldi ve kapı kapı
dolaşıp Yahudileri aramaya başladı. Best son anda, polislerin zorla evlere
girmesine izin verilmediğini, çünkü böyle bir durumda Danimarka polisinin olaya
müdahale edebileceğini ve bu konuda DanimarkalIlarla tartışmamalarını söyledi.
Dolayısıyla, sadece kendi rızasıyla kapısını açan Yahudileri
yakalayabileceklerdi. Toplam 7800'den fazla Yahudi arasından, evinde olan ve
polisi içeri almaya rıza gösteren tam 477 kişi çıktı. Kıyamet Günü'nden birkaç
gün önce, muhtemelen bizzat Best'in bir şeyler çıtlattığı Alman sevkiyat
görevlisi Georg F. Duckwitz, DanimarkalI hükümet yetkililerini planın
tamamından haberdar etti; yetkililer de en kısa zamanda Yahudi cemaatinin önde
gelen isimlerini durumdan haberdar etti. Diğer ülkelerdeki Yahudi liderlerinden
büyük bir farkla, bu haberi sinagoglarda, Yılbaşı ayinleri vesilesiyle açık
açık herkese duyurdular. Yahudiler evlerini terk edip saklanacak vakti ancak
buldular; ama neyse ki Danimarka’da saklanmaları çok kolaydı, zira
"Kralından en sıradan vatandaşına kadar Danimarka halkının her
kesimi" onları ağırlamaya hazırdı.
Danimarka'nın İsveç gibi bir komşusu
olmasaydı, belki de savaşın sonuna kadar saklanabilirlerdi. Yahudîleri İsveç'e
göndermek makul görünüyordu ve bu iş Danimarka balıkçı filosunun yardımıyla
yapılacaktı. Parası olmayan Yahudilerin ulaşım masraflarını -kişi başı yüz
dolar- çoğunlukla zengin Danimarka vatandaşları karşıladı, zaten işin belki en
şaşırtıcı tarafı da buydu; çünkü sıradan Yahudilerin smırdışı edilme
masraflarını kendi ceplerinden ödedikleri, zengin olanlarının da (Hollanda'ya,
Slovakya'ya ve daha sonra da Macaristan'a) çıkış izni için koca bir servet döktüğü
bir dönemde yaşıyorlardı. Bölge yetkililerine rüşvet veriyor veya sadece nakit
kabul eden ve Hollanda belgelerini kişi başı beş-on bin dolara satan SS'lerle
"yasal olarak" pazarlık ediyorlardı. Yahudîleri sahiden sevgiyle
karşılayan ve onlara gerçekten yardım etmek isteyen insanların olduğu yerler
için bile para vermeleri gerekiyordu, yani fakir insanların kaçma şansı hiç
yoktu.
Bütün Yahudilerin Danimarkadan gemilere
bindirilip beş ila on beş millik bir mesafeyi aşarak İsveç'e ulaştırılması
ekimin ortalarını buldu. İsveçliler 5919 Yahudiyi kabul etti; bu Yahudilerin en
az 1000'i Alman kökenlilerden, 1310'u yarı-Yahudilerden, 686’sı da Yahudilerle
evli olan ama aslen Yahudi olmayan insanlardan oluşuyordu. (DanimarkalI
Yahudilerin neredeyse yansı bu ülkede kalmış ve savaş boyunca saklanmışlardı.)
DanimarkalI olmayan Yahudile- ‘ rin durumu diğerlerine göre daha iyiydi, hepsi
çalışma izni almıştı. Alman polisinin eline düşen birkaç yüz Yahudi
Theresienstadt’a gönderildi. Genelde yaşlı veya fakir olan bu Yahudiler ya
haberi geç almışlar ya da bu haberin gerçekte ne anlama geldiğini
kavrayamamışlardı. Danimarka'daki kuramların ve özel şahısların bu konuda
sürekli "yaygara koparması” sayesinde, gettoda başka hiçbir gruba
tanınmayan ayrıcalıklarla yaşadılar. 48 kişi öldü, ama grubun yaş ortalaması
göz önünde bulundurulduğunda çok da yüksek bir rakam sayılmazdı bu. Her şey
sona erdiğinde, Eichmann'm kanaati "çok çeşitli nedenlerle, Danimarka'daki
Yahudi karşıtı faaliyetlerin tam bir fiyaskoyla sonuçlandığı" yolundaydı;
buna karşılık Dr. Best "operasyonun amacının Yahudilerin büyük bir
bölümünü ele geçirmek değil, Danimarka’yı Yahudilerden temizlemek olduğunu ve
artık bu amaca ulaşıldığını" beyan etti.
Siyasal ve psikolojik açıdan, bu olayın en
ilgi çekici tarafı belki de Alman yetkililerin Danimarka'da oynadığı rol, yani
Berlin’den gelen emirleri göz göre göre sabote etmeleriydi. Bildiğimiz
kadarıyla, Nazilerin açık
bir yerli direnişle karşılaştığı tek vaka bu ve görünüşe göre bu direnişe maruz
kalanlar sonuçta bu konudaki fikirlerini değiştirdiler. Anlaşılan koca bir
halkın yok edilmesini, olayların doğal bir sonucu olarak görmüyorlardı artık,.
İlke düzeyinde direnişlerle karşılaşınca, "sertlikleri" güneşte
kalmış tereyağı gibi eriyip gitmişti; hatta sahiden cesaret göstermeye bile
başlamışlardı. "Sertlik" idealinin -belki de bir insan bunu yapamaz
diyeceğiniz birkaç vahşet dışında- ne pahasına olursa olsun uyuma duydukları
amansız arzuyu gizleyerek kendilerini kandırmalarını sağlayan bir efsaneden başka
bir şey olmadığı, Nümberg Duruşmaları'nda iyice meydana çıktı. Birbirlerini
suçladıkları ve birbirlerine ihanet ettikleri bu duruşmalarda davalılar, bütün
dünyayı "aslında her zaman buna karşı olduklarına" ikna etmeye
çalıştılar veya -daha sonra Eichmann’ m da yapacağı gibi- üstlerinin,
kendilerinin en iyi vasıflarını "İstismar ettiğini" öne sürdüler.
(Kudüs'te, Eichmann "iktidarda olanları" kendisinin
"itaatkârlığmı" istismar etmekle suçladı. "İyi bir hükümetin
tebaası şanslıdır, kötü bir hükümetin tebaası ise şanssızdır. Benim hiç şansım
olmadı.") Atmosfer bayağı değişmişti; her ne kadar çoğu sonunun ölüm
olacağını bilse de, içlerinden biri bile Nazi ideolojisini savunma cesareti
gösterememişti. Nümberg’de, Wemer Best karmaşık, çift taraflı bir rol oynadığını
ve DanimarkalI yetkililerin yaklaşan felaketten kendisi sayesinde haberdar
olduğunu iddia etti; buna karşılık, belgelenmiş kanıtlar Danimarka operasyonunu
Berlin’de bizzat Best'in teklif ettiğini gösteriyordu; ama Best bunun da oyunun
bir parçası olduğunu söyledi. Danimarka'ya iade edildi ve orada ölüme mahkûm
edildi, ama karara itiraz edip temyize gitti ve şaşırtıcı bir sonuç aldı;
"yeni kanıtlar" sayesinde, cezası beş yıl hapse çevrildi ve cezasını
çektikten sonra salıverildi. Anlaşılan, gerçekten elinden gelenin en iyisini
yaptığı konusunda Danimarka mahkemesini ikna etmeyi başarmıştı.
İTALYA, Almanya’nın
Avrupa’daki tek gerçek müttefikiydi, eşit ve egemen bir bağımsız devlet
muamelesi görüyordu. Bu ittifak muhtemelen en Önemli ortak çıkarlardan birine
dayanıyor, özdeş olmasa da birbirine benzeyen iki yeni yönetim biçimini
birbirine bağlıyordu ve Mussolini o dönemde Alman Nazi çevrelerinde büyük
itibar görüyordu. Ama savaş başlayıp da İtalya biraz tereddüt ettikten sonra
Almanya'nın saflarına katılınca, bütün bunlar mazi oldu. Na- ziler Stalin’in
Komünizmiyle, İtalyan Faşizminden daha fazla ortak noktaları olduğunu gayet iyi
biliyorlardı; Mussolini ise kendi adına ne Almanya'ya güveniyor ne de Hitler’e
saygı duyuyordu. Gelgele- lim bütün bunlar, özellikle de Almanya'da, sadece en
tepedekilerin bildikleri sırlardı ve totaliter yönetim biçimi ile Faşist olan
arasındaki derin, belirleyici farklar dünya genelinde tam olarak
anlaşılmamıştı. Bu farklar başka hiçbir yerde, Yahudi meselesini ele alma
biçimlerinde olduğu kadar açık bir biçimde ortaya çıkmamıştı.
1943 yazında Badoglio önderliğinde yapılan
darbeden ve Almanların Roma’yı ve Kuzey İtalya’yı işgalinden önce, Eichmann’ın
ve adamlarının bu ülkede aktif olarak faaliyet göstermesine izin verilmiyordu.
Ne var ki İtalyanların, Fransa, Yunanistan ve Yugoslavya'nın İtalyan işgali
altındaki kesimlerinde hiçbir sorunu halletmemesi,
Eichmann açısından birtakım zorluklara yol açıyordu; zira zulüm gören Yahudiler
sürekli, geçici olarak sığınabileceklerini gayet iyi bildikleri bu bölgelere
kaçıyorlardı. Eichmann'm konumundan çok daha yüksek kademelerde, İtalya’nın
Nihai Çözüm'ü sabote etmesi ciddi boyutlara ulaştı; bunun başlıca nedeni
Mussolini'nin Avrupa'daki diğer Faşist hükümetler üzerinde -Fransa'da
Petain’in, Macaristan'da Horthy’nin, Romanya'da Antonescu'nun ve hatta İs-
panya'da Franco'nun- üzerinde etkili olmasıydı. İtalya Yahudilerini öldürmeden
bu işten paçayı sıyırabılseydi, Almanya'nın tahakkümü altındaki ülkeler de aynı
şeyi yapmayı deneyebilirdi. Nitekim Almanların Horthy üzerinde baskı kurmak
için kullandıkları Dome
Sztojai aynı düzenlemelerin İtalya için de geçerli olup
olmayacağını soruyordu. Eichmann’ın şefi Tümgeneral Müller, Dışişleri
Bakanlığına bu konuyla ilgili uzun bir mektup yazıp bütün bu noktalara dikkat
çekti; ama Dışişleri Bakanlığındaki beyefendilerin bu konuda yapabilecekleri
pek bir şey yoktu; zira sürekli kurnazlıkla üstü kapatılan bir direnişle
karşılaşıyorlar, hep aynı vaatleri ve bu vaatler yerine getirilmeyince de aynı
bahaneleri dinliyorlardı. İşlerine her zaman göz göre göre, neredeyse dalga
geçer gibi çomak soktukları için, Almanlar iyice çileden çıkıyordu. Bizzat
Mussolini veya diğer üst düzey yetkililer önce söz veriyor, generaller açıkça
bu sözü yerine getirmedikleri zaman da, Mussolini generallerin "düşünsel
formasyonlarının farklı" olmasını mazeret göstererek özür diliyordu.
Naziler kırk yılda bir açıkça red cevabı alıyorlardı - örneğin General Roatta
bir keresinde, İtalyan işgali altındaki Yugoslav topraklarında bulunan Yahudilerin
ilgili Alman yetkililere teslim edilmesinin "İtalyan Ordusu'nun şerefine
gölge düşüreceğini" söylemişti.
İtalyanlar güya sözlerini tuttuklarında,
işler bazen daha da beter bir hale geliyordu. Örneğin Müttefikler Fransız
denetimindeki Kuzey Afrika’ya girdikten sonra, Almanlar güneydeki İtalyan
Bölgesi hariç bütün Fransa'yı işgal edince böyle bir durum ortaya çıktı, zira -
bu bölgedeki elli bin Yahudi artık güvendeydi. Almanlar iyice bastırınca,
İtalyanlar bir "Yahudi İşleri Amirliği" kurdu; bu birimin tek görevi
bölgedeki bütün Yahudileri kayda geçirmek ve Akdeniz kıyısından sürmekti.
Gerçekten de yirmi iki bin Yahudi yakalandı ve İtalyan Bölgesi'nin içlerine
doğru sürüldü; ama sonuç olarak, Reit- iinger'e göre, "fakirlikten kırılan
bin kadar Yahudi, işere ve Savoie' daki en iyi otellerde yaşamaya
başladı". Bunun üzerine Eichmann, en sert adamlarından biri olan AIois
Brunner'i Nice ve Marsilya’ya gönderdi; ama Brunner oraya varana kadar, Fransız
polisi Yahudilerle ilgili bütün kayıtları çoktan yok etmişti. 1943 sonbaharında,
İtalya Almanya'ya savaş ilan edince, Alman ordusu nihayet Nice'e girme fırsatı
yakaladı ve Eichmann da alelacele Cöte d'Azur'e gitti. Burada Eichmann'a
Monako'da (yirmi beş binlik nüfusuyla bu küçücük prenslik toprağı, New York Times Magazine'e
göre, "Central Park’ın içine rahat rahat sığardı”) on ila on beş bin
Yahudinin saklandığı söylendi -ve tabii Eichmann da buna hemen inandı- ve bu-
nutı üzerine RSHA da bir tür araştırma programı başlattı. Kulağa tipik bir
İtalyan şakası gibi geliyor. Her halükârda, Yahudiler bu bölgede değildi artık;
çoğu Italyan topraklarına kaçmış, hâlâ etraftaki dağlarda saklananlar da
İsviçre veya Ispanya'ya doğru yola koyulmuştu. îtalyanlar Yugoslavya'daki
bölgelerini terk etmek zorunda kaldıklarında da aynı şey oldu; Italyan
Ordusu'yla birlikte Yahudiler de bölgeyi terk etti ve Fiume'ye sığındı.
İtalya'nın bu güçlü dostuna ve müttefikine
uyum sağlamak için gösterdiği en ciddi çabalarda bile maskaralık eksik
olmuyordu. Mussolini, 1930'larm sonlarında Almanların baskısıyla Yahudi karşıtı
yasalar çıkardığında, muaf tutulmasını şart koştuğu olağan kategorilere
-gaziler, yüksek nişanları olanlar, vb - bir yenisini ekledi: anneleri ve
babalan, dedeleri ve nineleri, çocuklan ve torunlarıyla birlikte, Italyan
Faşist Partisi’nin liderleri. Bildiğim kadanyla bu konuda bir istatistik yok,
ama sonuç olarak İtalyan Yahudilerinin büyük çoğunluğu söz konusu
uygulamalardan muaf tutulmuş olmalı. Tek bir üyesi bile Italyan Faşist
Partisi'nden olmayan bir Yahudi ailesi yoktu herhalde; zira bütün bunlar-Devlet
Hizmeti’ne sadece Parti üyeleri alındığından- tıpkı diğer îtalyanlar gibi Yahu-
dilerin de her yirmi yılda bir akın akın Faşist harekete katıldığı zamanlarda
olup bitiyordu. Faşizme ilke düzeyinde karşı çıkanlar ise, esasen Sosyalistler
ve Komünistler, çoktan ülkeyi terk etmişlerdi. Antisemitizme gerçekten inanan
îtalyanlar bile bu meseleyi ciddiye alamıyordu; İtalyanların antisemitizm
hareketinin başını çeken Roberto Farinacci Yahudi bir sekreter çalıştırıyordu.
Kuşkusuz Almanya'da da böyle şeyler olmuştu; Eichmaruı, bildiğimiz SS'in içinde
bile Yahudiîerin olduğuna dikkat çekmişti (ki bu noktada ona inanmamak için
hiçbir nedenimiz yok), ama Heydrich, Milch, vb. kişilerin Yahudi kökenli
olduğunu bilen insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu, çok gizli
tutulan bir bilgiydi bu. Buna karşılık İtalya'da bütün bunlar açık açık
konuşuluyor, sanki daha masumane yapılıyordu. Kuşkusuz bu muammanın cevabı,
İtalya'nın aslında Yahudi karşıtı tedbirlerin kesinlikle rağbet görmediği birkaç
ülkeden biri olmasıydı; bu durum, Cıano'nun sözleriyle, söz konusu tedbirlerin
"neyse ki olmayan bir sorunu gündeme getirmesinden" kaynaklanıyordu.
Kullanıla kullanıla iyice cılkı çıkan bir
kelime olan asimilasyon, tarihi yüzyıllar öncesine, Roma İmparatorIuğu'na kadar
uzanan ve sayısı elli bini geçmeyen yerli Yahudi cemaatiyle, İtalya'da açık bir
gerçekti. Almanca konuşan bütün ülkelerde olduğu gibi ideoloji, inanmanız
gereken bir şey değildi; özellikle Fransa'da olduğu gibi bir efsane veya
insanların göz göre göre kendilerini kandırmalarının bir yolu da değildi.
"Amansız sertlikte" Alınanlardan geri kalır yanı olmayan İtalyan
Faşizmi, savaş başlamadan önce, ülkeyi yabancı ve devletsiz Yahudilerden
kurtarmaya çalışmıştı. Ama bunu başardığı pek söylenemezdi. Zira İtalyan
hükümetinde görev yapan küçük memurlar genelde "sertleşmek"
istemiyorlardı; bu mesele bir ölüm kalım meselesi haline geldiğinde,
egemenliklerini koruma bahanesiyle, ülkedeki Yahudi nüfusunun bu kesimini yüz
üstü bırakmayı reddettiler; bunun yerine söz konusu Yahudileri, Almanlar ülkeyi
işgal edene kadar güvende oldukları, İtalyan kamplarına yerleştirdiler. Sadece
nesnel koşullan -"Yahudi meselesi" diye bir şeyin olmamasını- göz
önünde bulundurursak, neden böyle davrandıklarını kolay kolay açıklayanlayız;
zira bu yabancılar, etnik ve kültürel açıdan homojen bir nüfus üstüne kurulan
her Avrupalı ulus- devlet için nasıl bir sorun teşkil ettiyse, doğal olarak
İtalyanlar için de bir sorun teşkil ediyordu. Nasıl Danimarka’da olanlar
sahiden siyasi bir anlayışın sonucuysa -"DanimarkalIlara göre... Yahudi
meselesi insani değil, siyasi bir meseleydi" (Leni Yahil)- İtalya'da
olanlar da köklü ve medeni bir halkın artık neredeyse otomatikleşmiş genel
insanlığının bir sonucuydu.
Dahası, İtalyanların insanlığı, bir önceki
seneden ve savaşın yarısından itibaren insanların üstüne çöken dehşet sınavını
geçti. Aralık 1943'te, Alman Dışişleri Bakanlığı resmi olarak, İtalyanlardan
Eichmann’m patronu Müller'e yardım isteğinde bulundu: "Lider'in
(Mussolini) tavsiyesi doğrultusunda Yahudi karşıtı tedbirleri uygulamaya
geçirecek İtalyan yetkililerin son birkaç aydır bu konuda yeterince gayret
göstermemesi dolayısıyla, Alman Dışişleri Bakanlığı olarak biz, uygulamanın
Alman yetkililer tarafından idare edilmesini ivedi ve zorunlu görüyoruz."
Bunun üzerine, Lublin bölgesindeki ölüm kamplarından Odilo Globocnik gibi, ünlü
Yahudi katilleri Polonya'dan İtalya’ya gönderildi; askeri yönetimin başına bile
Ordu'dan biri değil, eskiden Polonya'daki Galicia bölgesinin valisi olan
Tümgeneral Otto Wachter geçirildi. Bütün bunlar, İtalyanların eşek şakalarının
sonu oldu. Eichmann'm bürosunun diğer şubelere gönderdiği bir sirkülerdeki
tavsiyeler doğrultusunda, "İtalyan uyruklu Yahudiler” de "gerekli tedbirlere"
tabi tutulacaktı artık. Bu işin ceremesini ilk olarak Roma'daki sekiz bin
Yahudi çekecekti; Almanlar İtalyan polisine güvenmediğinden, bu Yahudileri
Alman polis birlikleri tutuklayacaktı. Çoğunlukla eski Faşistlerin tehlikeyi
zamanında haber vermesiyle, yedi bin Yahudi kaçtı. Direnişle karşılaşınca her
zaman olduğu gibi bu sefer de pes eden Almanlar -uygulamadan muaf tutulan
kategorilere girmeseler bile- İtalyan Yahudilerinin tehcir operasyonuna tabi
tutulmamasını kabul ettiler, sadece bu Yahudilerin İtalyan kamplarına
toplanması gerektiğini söylediler; bu "çözüm", İtalya için yeterince
"nihai" olmalıydı. Kuzey İtalya’da yaklaşık otuz beş bin Yahudi
yakalandı ve Avusturya sınırındaki toplama kamplarına götürüldü. 1944
sonbaharında, Kızıl Ordu'nun Romanya’yı çoktan işgal ettiği ve Müttefiklerin de
Roma’ya girmek üzere olduğu bir zamanda, Almanlar sözlerinden dönüp Yahudileri
İtalya’dan Auschvritz’e göndermeye başladılar - yaklaşık yedi bin beş yüz
Yahudiden sadece altı yüzü geri döndü. Yine bu rakam, o dönemde İtalya'da
yaşayan bütün Yahudilerin yüzde onundan bile bayağı azdı.
İDDİA
MAKAMININ argümanını takip edenler ve bu argümanın karmaşık ve
kafa karıştırıcı "genel manzarasına" çeki düzen veren kararnameyi
okuyanlar için, Nazilerin kontrolü altındaki doğu ve güneydoğu bölgeleri ile
Orta ve Batı Avrupa'daki ulus-devletler sistemi arasındaki keskin çizgiye hiç
dikkat çekilmemesi büyük bir sürpriz oldu. Kuzeyde Baltık Denizi'nden güneyde
Adriyatik’e kadar uzanan karma nüfus kuşağı, bugün büyük bir kesimi Demir Perde
sınırları içinde kalan koca bir alan, o dönemin tabiriyle Halef Devletler, I.
Dünya Savaşı'nı kazanan devletler tarafından kuruldu. Yüzyıllarca
İmparatorluklann -kuzeyde Rus İmparatorluğu, gü~ - neyde Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu ve güneydoğuda da Osmanlı İmparatorluğumun- tahakkümü altında
yaşayan sayısız etnik grubun yeni bir siyasi düzen kurmasına izin verildi.
Ortaya çıkan ulus-devletlerin etnik yapısı, siyasi kuruluşlarında model
aldıkları eski Avrupa milletlerinin etnik homojenliğinin kıyısından bile
geçmiyordu. Sonuç olarak her devlet, yönetimdeki hükümeti can düşmanı bilen
büyük etnik gruplardan oluşuyordu; zira bu etnik gruplara göre hükümet, sayısı
onlardan birazcık fazla olan komşuları uğruna, milli isteklerine karşı
çıkıyordu. Yeni kurulan devletlerin siyasi istikrarsızlığına kanıt göstermemiz
gerekirse, bu bakımdan çok zengin olan Çekoslovakya örneğine başvurabiliriz.
Hitler Mart 1939’da Prag’a girdiğinde sadece Südet Almanları, yani Alman
azınlık tarafından değil; "bağımsız" bir devlet kurma fırsatı vererek
"özgürleştirdiği" Slovaklar tarafından da coşkuyla karşılandı. Aynı
şey daha sonra Yugoslavya'da da oldu; eskiden ülkenin başında olan Sırp
çoğunluk düşman muamelesi gördü, buna karşılık Hır-
vat azınlığa federal yönetim hakkı verildi. Üstelik, bu
bölgelerde nüfus sürekli değiştiği için, doğal veya tarihsel sınırlardan söz
etmek mümkün değildi; Triyanon ve Saint Germaın antlaşmalarıyla belirlenen
sınırlar gayet keyfiydi. Bu nedenle, toprakları büyük bir cömertlikle
genişletilen Macaristan, Romanya ve Bulgaristan Mihver Devletlerinin saflarına
katıldı; bu yeni ilhak edilen topraklardaki Yahudiler de, vatandaşlık
statüsünden her zaman mahrum edildikleri için, otomatikman devletsiz hale
geldiler ve dolayısıyla da Batı Avrupa'daki mültecilerle aynı kaderi
paylaştılar - ilk tehcir edilen ve ilk öldürülen Yahudiler hep onlar oldu.
Bu yıllarda Yahudilerin dünyalarını
başlarına yıkan başka bir şey de, özenle geliştirilmiş bir azınlık antlaşmaları
sistemiydi; Müttefikler bu antlaşmalarla, ulus~devlet çerçevesinde çözülmesi
imkânsız olan bir sorunu çözmek için boş yere uğraşıp duruyorlardı. Yahudiler
bütün Halef Devletlerin resmen tanıdığı bir azınlıktı; bu statü gökten zembille
inmemiş, Versay Barış Konferansına katılan Yahudi delegelerin talepleri ve
müzakereleri sayesinde elde edilmişti. Bu Konferans Yahudi tarihi açısından bir
dönüm noktasıydı; zira Yahudi halkının tamamı adına konuşanlar ilk defa Batılı
-veya asimilasyona uğramış- Yahudiler değildi. Batı eğitimi almış Yahudi
"ileri gelenlerini" şaşırtan, bazen de hayal kırıklığına uğratan,
Yahudi halkının büyük bir çoğunluğunun siyasi olmasa da sosyal ve kültürel bir
özerklik istediğini öğrenmekti. Yasal açıdan, Doğu Avrupa Yahudilerinin statüsü
diğer azmlıklarınkinden farklı değildi; ama siyasi açıdan -ki bu bir hayli
belirleyici olacaktı- bir "vatanı", yani içindeki nüfusun çoğunluğunu
oluşturdukları bir toprağı olmayan tek etnik grup onlardı. Yine de, Batı veya
Orta Avrupa'daki kardeşleri gibi dağılmadılar; bu bölgelerde -Hitler’den önce-
bir Yahudiye Yahudi demek antisemitizm göstergesiyken, Doğu AvrupalI Yahudileri
dostu düşmanı hepi topu farklı bir halk olarak görüyordu. Bu durumun Doğu’daki
asimile olmuş^
Yahudilerin statüsü bakımından önemli sonuçları vardı. Bir biçimde
asimilasyonun esas olduğu Batı’daki Yahudilerden büsbütün farklı bir statüdeydi
Doğu' dakiler. Batı ve Orta Avrupa Yahudilerinin büyük bir bölümünün
belirleyici niteliği orta sınıftan olmalarıydı, ama Doğu Avrupa için bu durum
geçerli değildi; bu bölgede daha ziyade, esasen yönetici sınıftan olup Yahudi
olmayan topluma -para, vaftiz ve karma evlilik aracılığıyla- Batı'daki
Yahudilerin büyük bir bölümünden çok daha fazla asimile olmuş ince bir üst-orta-smıfa
rastlanıyordu.
Nihai Çözümü uygulayanların bu koşullarla
karşılaştığı ilk ülkelerden biri Yugoslavya’daki, başkenti Zagreb otan kukla
devlet HIRVATÎSTAN'dı. Dr.
Ante Pavelic'in liderliğindeki Hırvat hükümeti, kurulmasından üç hafta sonra
Yahudi karşıtı yasaları seve seve kabul etti; Almanya'daki birkaç bin Hırvat
Yahudisiyle ilgili olarak, bu yahudileri "Doğu'ya gönderme fikrine saygı
duyacağını” beyan etti. Reich’ın İçişleri Bakam ülkenin Şubat 1942’ye kadar judenrein bir hale
getirilmesini talep etti ve Eichmann da Yüzbaşı Franz Ab- romeit'ı Zagreb’deki
polis ataşesiyle birlikte çalışması için buraya gönderdi. Tehcir operasyonunu
bizzat Hırvatlar, özellikle de bu ülkede güçlü olan Faşist hareket Ustaşa'nın
üyeleri gerçekleştirdi. Hırvatlar tehcir edilen her Yahudi için Nazilere otuz
mark ödediler, buna karşılık olarak da tehcir edilenlerin bütün mallarına el
koydular. Bu durum Almanların resmi "kanunların mülhiliği ilkesine"
uygundu; öldürülen her Yahudinin mallarının -uyruğu ne olursa olsun- sınırları
dahilinde ikamet ettiği devlete kalması bütün Avrupa ülkelerinde
uygulanabilirdi. Nazilerin "kanunların mülhiliği ilkesine” her daim riayet
ettiği söylenemezdi; başlarını belaya sokmalarına değecek gibi görünen bir
durum olduğunda, bu işe bir kılıf uy- • durmanın bin bir türlü yolu vardı.
Alman işadamları, Yahudilerin mallarını tehcir edilmeden önce doğrudan onlardan
satın alabiliyorlardı; başlangıçta sadece Almanların antisemitizm araştırma
merkezleri için Yahudilerin kutsal kitaplarına el koyma yetkisine sahip olan Einsatzstab
Rosenberg, daha sonra faaliyet alanını genişleterek değerli mobilyaları ve
sanat eserlerini de zaptetmeye başladı. Tehcir operasyonu başta belirlenen
Şubat 1942 tarihine kadar tamamlanamadı, zira Yahudiler Hırvatistan’dan İtalyan
işgali altındaki bölgeye kaçmayı başardı; ama Badoglio darbesinden sonra, yine
Eichmann’m adamlarından biri olan Hermann Krumey Zagreb'e gitti: 1943
sonbaharına kadar, otuz bin Yahudi ölüm merkezlerine .gönderilmişti.
Almanlar, ülkenin hâlâ judenrein olmadığını
ancak o zaman fark ettiler. Başlangıçta çıkarılan Yahudi karşıtı yasalardaki
tuhaf bir paragrafla, "Hırvat davasına" katkıda bulunan bütün
Yahudilerin "fahri Aryanlara” dönüştürüldüğünü fark ettiler. Aradan geçen
zamanda, bu Yahudiierin sayısı kuşkusuz bir hayli artmıştı. Çok zenginler,
başka bir deyişle mallarını gönüllü olarak verenler, söz konusu uygulamadan
muaf tutulmuştu. îşin daha da ilginci (Kudüs'e öncelikle savunmanın tanığı
olarak çağrılan, ama daha sonra yeminli ifadesi iddia makamı tarafından
kullanılan Binbaşı Wil- helm Höttl’ün idaresindeki) SS İstihbarat Teşkilatı,
devlet başkanm- dan Ustaşa liderine varıncaya kadar Hırvatistan'daki
yöneticilerin hemen hepsinin Yahudi kadınlarla evli olduğunu keşfetti. Bölgede
bulunan ve hayatta kalmayı başaran bin beş yüz Yahudinin -Yugoslav hükümetine
ait bir rapora göre yüzde beşlik kesimin- hepsi açıkça bu büyük ölçüde asimile
olmuş, olağanüstü zengin Yahudi gruba üyeydi. Doğu’daki asimile olmuş
Yahudiierin oranı halkın yüzde beşi olarak tahmin edildiğine göre, Doğu’daki
asimilasyonun -mümkün olduğu durumlarda- Avrupa'nın diğer kesimlerinden çok
daha yüksek bir hayatta kalma şansı sunduğu sonucuna varabiliriz.
Komşu ülke SîRBÎSTAN'da durum çok daha farklıydı; Alman işgal
ordusu, ülkeye girdiği ilk günden itibaren, Rusya cephesinin gerisindeki kadar
büyük bir partizan savaşma girmek zorunda kalmıştı. Daha Önce de bahsettiğimiz
gibi, Eichmann’ı Sırbistan'daki Yahudi- lerin tasfiyesine bağlayan tek bir olay
vardı. Mahkeme "Sırbistan Yahudileriyle ilgilenenlerin arasında nasıl bir
emir-komuta zinciri olduğunu netleştiremediğini" itiraf etti. Bu durum,
Yahudiler bölgeden gönderilmediği için, Eichmann'm buradaki işlere pek
karışmamasıyla açıklanabilir. "Sorun" olduğu yerde halledildi. Ordu,
partizan savaşında aldığı esirlerin cezasını infaz etme bahanesiyle, Yahudi
erkeklerin hepsini vurarak öldürdü; Heydrich'in himayesi altında olan Güvenlik
Polisi komutanı Dr. Emanuel Schafer de kendisine teslim edilen kadın ve
çocukları gaz vagonlarında öldürdü. Ağustos 1942’de, askeri yönetimin sivil
kolunun başında bulunan Devlet Danışmanı Harald Tumer büyük bir gururla,
Sırbistan'ın "hem Yahudi hem de Çingene probleminin çözüldüğü tek ülke
olduğunu" bildirdi ve gaz vagonlarını Berlin'e geri gönderdi. Yaklaşık beş
bin Yahudi partizanlara katıldı, onlar için tek kaçış yolu buydu.
Schafer savaştan sonra bir Alman ceza
mahkemesinde yargılandı. 6280 kadın ve çocuğu gazla öldürme suçundan altı buçuk
yıl
hapse mahkûm edildi. Bölgenin askeri valisi General Franz
Böhme intihar etti, Yugoslav hükümetine teslim edilen Devlet Danışmanı Tumer
ise idam cezasına çarptırıldı. Yine aynı hikâye: Nürnberg Duruşmaları'ndan
kurtulan ve suç mahallinin bulunduğu ülkeye iade edilmeyenler ya adalet önüne
bile çıkarılmadılar ya da Alman mahkemelerinde inanılmaz bir
"anlayışla" karşılandılar. Bu nedenle insanın aklına Weimar
Cumhuriyeti'nin artık ne yazık ki, katilin cumhuriyetçilere şiddetle karşı
çıkan Sağ gruplardan birine üye olması durumunda, siyası saiklere dayanan bu
cinayetlere göz yumması geliyor.
BULGARİSTAN'm, diğer
Balkan ülkelerine göre çok daha geçerli nedenlerden dolayı Nazi Almanyası'na
müteşekkir olması gerekirdi; zira bu ülke, Romanya, Yugoslavya ve
Yunanistan'dan aldığı topraklarla sınırlarını bir hayli genişletmişti. Ama ne
Bulgaristan Almanlara müteşekkirdi ne de hükümeti ve halkı "amansız
sertlik" politikasının tıkır tıkır işleyeceği kadar yumuşaktı. Bu durum
sadece Yahudi meselesi için de geçerli değildi. Bulgar monarşisinin yerli
Faşist hareket Ratnizi için endişelenmesini gerektiren bir sebep yoktu ortada;
zira bu hareket sayıca küçüktü, siyasi açıdan bir ağırlığı yoktu ve Parlamento
da hâlâ Kral'la gayet uyumlu çalışan, bir hayli itibar gören bir organdı. Bu
nedenle Bulgaristan, Rusya'ya savaş ilan etmeyi reddetme cesaretini
gösterebildi ve Doğu cephesine tek bir "gönüllü" sefer birliği bile
göndermedi. Yine de Bulgaristan’ın en şaşırtıcı tarafı, antisemitizmin bütün
etnik gruplar arasında yaygın olduğu ve Hitler'in gelmesinden çok daha önce
resmi devlet politikası haline geldiği karma nüfus kuşağında bulunmasına
rağmen, "Yahudi meselesi gibi bir derdinin olmamasıydı”. Bulgar Or-
dusu'nun bütün Yahudileri -ki sayıları on beş bini buluyordu- askeri yönetim
altında bulunan ve halkı antisemitizm sempatizanı olan yeni İlhak edilen
topraklardan tehcir etmeyi kabul ettiği doğrudur; ama "Doğu'ya
yerleştİrme"nin gerçekten ne anlama geldiğini bildiği şüphelidir. Biraz
daha erken bir tarihte, Ocak 1941'de Bulgar hükümeti de birtakım Yahudi karşıtı
yasalar hazırlamayı kabul etmişti; ne var ki Nazi'lerin gözünde bu yasalar
maskaralıktan başka bir şey değildi: altı bin kadar güçlü kuvvetli erkek
çalışmak üzere seferber edildi; vaftiz edilmiş Yahudiler -dinlerini ne zaman
değiştirmiş olurlarsa olsunlar- bu uygulamadan muaf tutuldu, dolayısıyla
Yahudiler akın akm din değiştirmeye başladılar; toplam sayısı elli bini bulan
Yahudilerin bir beş binine daha özel ayrıcalıklar tanındı; Yahudi doktorlar ve
işadamları kategorisine kota getirildi ama sayı hâlâ çok yüksekti, zira bu oran
ülkede yaşayan bütün Yahudilerden ziyade şehirlerde yaşayan Yahudilerin sayısı
üzerinden hesaplanıyordu. Bu tedbirler yürürlüğe girince, Bulgar hükümeti
işlerin herkesi memnun edecek bir düzene girdiğini ilan etti. Anlaşılan Nazi-
lerin, Bulgarları hem "Yahudi meselesinin çözümü" için yapılması
gerekenler konusunda aydınlatması hem de totaliter bir hareketin hukuki
istikrarla bağdaşmayacağı konusunda bilgilendirmesi gerekecekti.
Alman yetkililer muhtemelen birtakım
zorluklarla karşılaşacaklarından şüpheleniyorlardı. Ocak 1942'de Eichmann
Dışişleri Bakanlığına bir mektup yazarak "Bulgaristan'daki Yahudileri
kabul etmek için yeterli olanakların bulunduğunu” bildirdi; Bulgar hükümetiyle
temaslarda bulunulmasını ve Dışişleri Bakanlığı’nm, Sofya’ daki polis
ataşesinin "tehcir operasyonunu teknik olarak uygulama işiyle
ilgilenmesini" sağlamasını önerdi. (Görünüşe göre bu polis ataşesi de
işini canla başla yapmıyordu, zira kısa bir süre sonra Eichmann Paris'ten
Sofya'ya kendi adamlarından birini, Theodor Dannecker'i "danışman"
olarak gönderdi.) İşin tuhaf tarafı bu mektup, Eichmann'ın Sırbistan’a daha
birkaç ay önce gönderdiği tebliğe taban tabana zıttı; zira Eichmann o zaman
Yahudilerin kabul edileceği tesislerin henüz hazır olmadığını ve Reich'taki
Yahudilerin bile gönderilemeyeceğini bildiriyordu. Bulgaristan'ı judenrein hale
getirmeye bu kadar öncelik vermesi, sadece Berlin'in gerçekleri öğrenmiş
olmasıyla, bir şeyler yapmak istiyorlarsa işleri iyice hızlandırmaları
gerektiğini öğrenmiş olmalarıyla açıklanabilir. Alman elçiliği Bulgarlarla
temaslarda bulundu bulunmasına ama, Bulgarlar "radikal" tedbirlere
doğru ilk adımı attıktan, yani Yahudi amblemi meselesini gündeme getirdikten
yaklaşık altı ay sonra yaptı bunu. Naziler açısından, bu mesele bile büyük bir
hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Birincisi, büyük bir görev bilinciyle rapor
ettikleri gibi, amblem "çok küçük bir yıldızdı"; İkincisi,
Yahudilerin çoğu bu amblemi taşımıyordu; üçüncüsü, taşıyanlar da "sürekli,
yanlış yön-
lendirilen halkın sevgi gösterileriyle karşılaştıkları için,
amblemleriyle gurur duyuyorlardı aslında" - RSHA’nm içindeki Karşı
İstihbarat Şefi Walîer Schellenberg, Kasım 1942'de Dışişleri Bakanlığı'na
gönderdiği bir SD raporunda bunları yazıyordu. Bunun üzerine Bulgar hükümeti
karan yürürlükten kaldırdı. Almanların yoğun baskısı nedeniyle, Bulgar hükümeti
sonuç olarak Sofya'daki bütün Yahudileri kırsal kesime göndermeye karar verdi;
ama Almanların istediği bu değildi, zira söz konusu tedbir Yahudileri bir araya
toplamaktan ziyade daha da dağıtmaya yaramıştı.
Yahudilerin ihraç edilmesi aslında bu
meselenin bütünü açısından önemli bir dönüm noktasıydı; zira Sofya halkı
Yahudilerin tren istasyonlarına gitmesini durdurmaya çalıştı, ardından da
Kraİ'm sarayı önünde protesto gösterileri düzenledi. Almanlar, Kral Boris'in
Bulgaristan Yahudileriyle yakinen ilgileneceğini sanıyorlardı - Kral'ı Alman
İstihbarat Servisi'nden ajanların Öldürmüş olması bu nedenle makul bir ihtimal
olarak değerlendirilir. Gelgelelim ne kralın ölümü ne de Dannecker’in 1943'ün
başlarında Sofya’ya gitmesi ülkedeki durumda en ufak bir değişiklik yarattı,
zira hem Parlamento hem de halk hâlâ açıkça Yahudilerin tarafmdaydı. Dannecker,
"önde gelen Yahudilerden" altı bininin Treblinka’ya gönderilmesi
konusunda, Bulgaristan Yahudi Meseleleri Komiserliğiyle anlaşmaya varmaya
başardı; ne var ki bu Yahudilerin biri bile ülkeden ayrılmadı. Bu anlaşma,
Nazilerin kendi amaçları doğrultusunda Yahudi liderlerden yardım alma konusunda
hiç umudu olmadığını göstermesi açısından Önemlidir. Sofya Hahambaşı ortalarda yoktu;
Sofya Başpiskoposu Stephan, Hahambaşı'm saklamış ve "Yahudilerin kaderini
Tanrı'nm belirlediğini, hiçbir insanın Yahudilere eziyet çektirmeye ve
zulmetmeye hakkı olmadığım" duyurmuştu (Hilberg) - yani Vatikan’ın o
zamana kadar yaptıklarından çok daha fazlasını yapmıştı. Nihayetinde, birkaç ay
sonra Danimarka'da ne olacaksa, Bulgaristan'da da aynı şey olacaktı - Alman
yetkililer kendilerinden şüpheye düşecekler, diğerleri de artık onlara bel
bağjanamayacağı- na kanaat getireceklerdi. Bu durum hem Yahudileri toplayıp
tutuklaması beklenen SS üyesi polis ataşesi hem de Sofya'daki Alman Büyükelçisi
Adolf Beckerle için geçerliydi; Beckerle Haziran 1943' te Dışişleri
Bakanlığı'na durumun ümitsiz olduğunu, çünkü "Bulgarların Ermeni, Yunan,
Çingene, vb. halklarla çok uzun zaman iç içe yaşadıklarını, dolayısıyla Yahudi
meselesinin aslında ne kadar önemli olduğunu bir türlü göremediklerini"
söylemişti - bu sözler elbette saçmalıktan başka bir şey değildi, çünkü aynı
şey mutatis mutandis
(gerekli değişiklikler yapılarak) bütün Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri için
de söylenebilirdi. Beckerle, açıkça gergin bir üslupla, RSHA’ya da daha
fazlasının yapılamayacağını bildirdi. Sonuç olarak, Kızıl Ordu’nun
yaklaşmasıyla Yahudi karşıtı yasaların uygulamadan kaldırıldığı Ağustos
1944'te, tehcir edilen veya eceliyle ölmemiş tek bir Bulgar Yahudisi bile
yoktu.
Bildiğim kadarıyla, karma nüfus kuşağında
bulunan bu eşsiz halkın neden böyle davrandığım açıklamaya çalışan olmadı. Ama
bu konuyla ilgili olarak hemen akla gelen bir örnek var. Naziler, 27 Şubat
1933'te Berlin Parlamentosu’nda çıkan gizemli yangını^ Reichstagsbrandı
üzerine yıkmak için, iktidara geldikleri zaman şans eseri Almanya'da bulunan
bir Bulgar Komünisti olan Georgi Dimitrov'u seçtiler. Dimitrov, Alman Yüksek Mahkemesi
tarafından yargılanırken Göring'le karşılaştı ve davadan kendisi sorumluymuş
gibi Göring’i sorgulamaya başladı. Neyse ki Dimitrov böyle davrandı da, mahkeme
-van der Lubbe hariç- bütün sanıkları beraat ettirmek zorunda kaldı.
Dimitrov'un bu davranışı Almanya da dahil olmak üzere bütün dünyada takdir
edildi. İnsanlar "Almanya'da tek bir adam kalmış, o da Bulgar,"
diyorlardı.
Kuzeyde Almanların, güneyde de İtalyanların işgali altında
olan YUNANİSTAN'da Yahudi meselesiyle ilgili özel bir sorun yoktu; dolayısıyla
bu ülke judenrein
hale gelmek için sırasını bekleyebilirdi. Şubat 1943'te, Eichmann'm iki uzmanı
Yüzbaşı Dieter Wisli- ceny ve Alois Brunner, Yahudilerin, Yunanistan'dakilerin
üçte ikisinin (yaklaşık elli beş bininin) toplandığı Selanik'ten gönderilmesi
için gerekli bütün hazırlıkları yapmak üzere bu ülkeye gitti. IV-B- 4'ten gelen
tayin belgesine göre, "Avrupa’daki Yahudi meselesinin Nihai Çözümü
çerçevesinde" bu operasyonu planlamaları gerekiyordu. Bölgedeki askeri
yönetimi temsil eden Müşavir Dr. Max Merten'le el ele veren YVisliceny ve
Brunner derhal her zamanki gibi bir Yahudi Konseyi kurup başına da Hahambaşı
Koretz'i getirdi. Selanik'teki Yahudi Meseleleri Komutanlığı'ndan sorumlu olan
Wisliceny, san amblemi gündeme getirdi ve gecikmeden de bu
konuda hiç kimseye müsamaha gösterilmeyeceğini ekledi. Dr. Mel- ten, Yahudi
halkının tamamını bir gettoya gönderdi; Yahudilerin buradan nakli kolay
olacaktı, zira gettonun yakınında bir tren istasyonu vardı. Sadece yabancı bir
ülkenin pasaportuna sahip Yahudi- ler ve Judenrat
personeli bu uygulamadan muaftı - söylenenlere göre sayısı birkaç yüzü geçmeyen
bu Yahudiler sonunda Bergen- Belsen mübadele kampına gönderildi. Güneye
gitmekten başka ka- Çiş
yolu yoktu, diğer yerlerde olduğu gibi İtalyanlar burada da Ya-
hudileri Alınanlara teslim etmeyi reddediyordu; ama îtalyan Bölgesi de
güvenliklerini ancak kısa süreliğine sağlayabilirdi. Ne var ki Yunan halkı bu
duruma kayıtsızdı, hatta operasyonları "onaylayan” partizan gruplar bile
vardı. Yük vagonlarında iki bin ila yirmi beş bin Yahudiyi taşıyan, hemen her
gün bir yenisi kalkan Auschwitz trenleriyle, iki ay içinde Yahudi cemaatinin
tamamı nakledildi. Yine aynı sene, sonbaharda, îtalyan Ordusu bozguna uğrayınca,
Atina ve Yunan Adaları da dahil olmak üzere Yunanistan'ın güney kesimindeki on
üç bin Yahudinin tahliyesi hızla tamamlandı.
Auschwitz’de, Yunan Yahudilerinin çoğu
ölüm komandosu olarak çalışıyor, yani gaz odalarını ve krematoryumu idare
ediyordu. Bu Yahudiler 1944'te, Macaristan Yahudileri imha edildiğinde ve Lödz
gettosu tasfiye edildiğinde hâlâ hayattaydı. O yazm sonlarına doğru, gazla
öldürmeye yakında son verileceği ve tesislerin yok edileceği yolundaki
dedikoduları ağızdan ağıza dolaşmaya başlayınca, kamplarda çok nadir görülen
isyanlardan biri daha çıktı; ölüm komandoları bu sefer kesinlikle kendilerinin
de Öldürüleceklerini düşünüyorlardı. îsyan tam bir felaketle sonuçlandı - bu
hikâyeyi anlatacak bir tek Yahudi kaldı geriye.
Yunanların kendi Yahudilerinin kaderine
karşı kayıtsızlığı, bu Yahudilerin kurtuluşundan sonra da bir biçimde devam
edecekti. Eichmarm duruşmasına savunmanın tanık olarak çağırdığı Dr. Mer- ten
bugün biraz tutarsız bir biçimde hem Yahudilerin kaderiyle ilgili hiçbir şey bilmediğini
hem de hakkında hiçbir şey bilmediği bu kaderden Yahudileri kurtardığını iddia
ediyor. Savaş bittikten sonra Merten Yunanistan'a sessiz sedasız, bir seyahat
acentesinin temsilcisi olarak döndü; hemen tutuklandı ama kısa süre içinde
serbest bırakıldı ve Almanya'ya geri dönmesine izin verildi. Merten vakasının
belki de bir benzeri daha yoktur, zira Almanya hariç diğer ülkelerde yargılanan
savaş suçluları her zaman ağır cezalar almıştır. Berlin'de savunma makamı için,
hem savunma hem de iddia makamının temsilcileri huzurunda verdiği ifadeninse
kesinlikle bir benzeri daha yoktu. Merten, Eichmann'm, Selanik'teki yirmi bin
kadar kadın ve çocuğu kurtarmaya çalışırken çok yardım ettiğini, asıl çı-
banbaşımn Wisliceny olduğunu öne sürdü. Ne var ki en sonunda, bu ifadeyi
vermeden önce, onlardan gelen teklif doğrultusunda Eich- mann’m Linz'de
avukatlık yapan erkek kardeşiyle ve eski SS üyelerinden oluşan bir Alman
örgütüyle görüştüğünü söyledi. Eichmann her şeyi inkâr etti - Selanik’e hiç
gitmemişti ve şu yardımsever Dr. Merten'i de hayatı boyunca hiç görmemişti.
Eichmann birkaç kere örgütleme konusundaki yeteneğinin, kendi
bürosunun gerçekleştirdiği tahliye ve nakil işlerinin koordinasyonunu ustalıkla
sağlamasının aslında kurbanlarına yardımcı olduğunu, yazgılarım
kolaylaştırdığını iddia etti. Eichmann’a göre bir iş yapılacaksa, düzenli
yapılması daha iyiydi. Duruşma boyunca hiç kimse, savunma avukatı bile bu
iddiayı kaale almadı; besbelli bu da "tehcir" sayesinde yüz binlerce
Yahudinin hayatını kurtardığı yönündeki aptalca ve ısrarlı iddiasıyla aynı
kategoriye giriyordu. Yine de, ROMANYA’da olanları düşününce, insan hayret
ediyor. Gesta- po'nun kendi adamlarının, bile Berlin'den gelen emirleri sabote
etmeye başladığı Danimarka'daki kadar olmasa da, Romanya'da da işler iyice
çığırından çıkmıştı. Eski usul, kendiliğinden, geniş çaplı pogromlarm yarattığı
dehşet SS'leri bile şaşkına çevirdi, çoğu zaman dehşete düşürdü. SS'ler
Yahudileri bu katliamdan kurtarmak İçin sık sık araya girdiler; bu sayede
Yahudiler -onlara göre- daha medeni bir biçimde öldürüldü.
Savaştan önce, en antisemit Avrupa
ülkesinin Romanya olduğunu söylersek abartmış sayılmayız. Romanya'da
antisemitizm on dokuzuncu yüzyılda bile köklü bir olguydu; 1878’de, süper
güçler Berlin Antlaşması aracılığıyla bu duruma müdahale etmeye, Romanya
hükümetinin bu ülkede yaşayan Yahudileri Romanya vatandaşlığına kabul etmesini
sağlamaya çalışmıştı - her şeye rağmen, bu Yahudiler ikinci sınıf vatandaş
olarak kalacaktı. Süper güçler bu
konuda başarılı olamadı; I. Dünya
Savaşı'ndan sonra -İspanyol kökenli birkaç yüz Yahudi ailesi ve Alman kökenli
bazı Yahudiler hariç- Romanya'daki bütün Yahudiler orada ikamet eden
yabancılarla bir tutuluyordu. Barış antlaşması müzakereleri sırasında
Müttefikler, Romanya hükümetini, azınlıklarla ilgili bir anlaşmayı kabul etmeye
ve Yahudi azınlığa vatandaşlık vermeye "ikna etmek" için bütün
gücüyle uğraştı. Romanya hükümeti, dünya kamuoyu karşısında verdiği bu tavizi
1937 ve 1938'de geri aldı; sırtını Hitler Alman- yası'na yaslayıp, Romanya'nın
"egemenliğine" aykırı bir dayatma olduğunu öne sürerek azınlık
anlaşmasını feshetme riskini göze alabileceğini ve böylece yüz binlerce
Yahudiyi, toplam Yahudi nüfusunun neredeyse dörtte birini vatandaşlıktan mahrum
edebileceğini düşündü. İki sene sonra, Ağustos 194Ö’ta, Romanya’nın Hitler
Almanyası'nm yanında savaşa girmesine aylar kala, yeni Demir Muhafızlar
diktatörlüğünün başındaki Mareşal Ion Antonescu, barış antlaşmalarından önce
Romanya vatandaşı olan birkaç yüz aile hariç, bütün Romanya Yahudilerini
devletsiz ilan etti. Antonescu aynı ay içinde, Almanya da dahil olmak üzere
Avrupa’daki en sert Yahudi karşıtı yasaları yürürlüğe soktu. İmtiyazlı
kategorilere girenlerin -gazilerin ve 1918'den önce Romanya vatandaşı olan Ya-
hudilerin- sayısı on bini geçmiyordu, bu gruplar ülkedeki bütün Ya- hudilerin
olsa olsa yüzde birini oluşturuyordu. Hitler yaklaşan tehlikenin, Romanya'nın
Almanya’yı bile geride bırakabileceğinin farkındaydı; Ağustos 1941’de, Nihai
Çözüm emrini verdikten birkaç hafta sonra Goebbels'e içini dökerken,
"günün birinde Antonescu gibi bir adam ortaya çıkıyor ve bu meseleleri
bizim şimdiye kadar başvurduğumuz bütün yöntemlere göre çok daha radikal
yollarla halletmeye kalkıyor" diyordu.
Romanya Şubat 1941’de
savaşa girdi ve böylece Romanya Lejyonu da çok geçmeden gerçekleştirilecek olan
Rusya saldırısı söz konusu olduğunda mutlaka hesaba katılması gereken ciddi bir
askeri güç haline geldi. Romanya askerleri sadece Odesa şehrinde altı bin
insanı katletti. Diğer Balkan ülkelerinin hükümetlerinden farklı olarak,
Romanya hükümeti en baştan beri Doğu'da gerçekleştirilecek Yahudi katliamları
konusunda bilgi sahibiydi; Demir Muhafızlar hükümeti 1941 yazında devrildiği
halde, Romanya askerleri öyle bir katliam ve nakil programına başladı ki, bunun
yanında aynı
senenin ocak ayında "Demir Muhafızların Bükreş'te
yaptıkları bile devede kulak kalırdı" - vahşetin damgasını vurduğu bütün
bu olaylar arasında, yarattığı dehşet açısından bu programın bir benzeri daha
yoktu (Hilberg). Romanya usulü nakilde, beş bin insan, yük vagonlarına
dolduruluyor ve nasıl bir güzergâh izleyeceği belli olmayan tren kırsal
bölgelerde amaçsızca dolanırken, havasızlıktan boğularak ölmeye terk
ediliyordu. RomanyalIların bu operasyonlardan sonra yapmayı en sevdiği
şeylerden biri de ölenlerin cesetlerini Yahudi kasaplannda sergilemekti.
Ayrıca, Doğu'ya nakil mümkün olmadığı için bizzat RomanyalIlar tarafından
kurulan ve idare edilen Romanya toplama kamplarında yapılanlar, Almanya'da
yapıldığım bildiğimiz her şeye gqre çok daha ayrıntılı olarak planlanmıştı ve
çok daha vahşiceydi. Eichmann her zamanki gibi Yahudi meselesi danışmanı
Yüzbaşı Gustav Richter'i Bükreş'e gönderdikten sonra, Richter, Antonescu'nun
şimdi de yüz on bin Yahudiyi tasfiye işlemi için "Bug nehrinin iki yanındaki
ormanlara", yani Almanların elindeki Rus topraklarına göndermek istediğini
bildirdi. Almanlar dehşete kapıldı, herkes müdahale etti: Ordu komutanları,
Rosenberg' in İşgal Altındaki Doğu Topraklan Bakanlığı, Berlin'deki Dışişleri
Bakanlığı, Bükreş Vekili Freiherr Manfred von Killinger - eskiden SA'nın üst
kademelerinde görev yapan Killinger, Röhm'ün yakın arkadaşıydı ve dolayısıyla
da SS'in gözünde şüpheli biriydi; Yahudi meselesi konusunda
"danıştığı" Richter muhtemelen casusluk için yanındaydı. Eichmann
Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı Nisan 1942 tarihli bir mektupta, RomanyalIların
bu aşamada "Yahudilerden kurtulmaya" yönelik düzensiz ve zamansız
girişimlerinin durdurulmasını istedi; RomanyalIların, önceliğin "Alman
Yahudilerinin tahliyesinde olduğunu (ki bu iş tam gaz devam ediyordu)"
anlamaları sağlanmalıydı. Eichmann mektubunun sonunda da, gözdağı vermek için,
"Güvenlik Polisi'ni iş başına getirmekten" bahsediyordu.
Almanlar, Romanya'ya herhangi bir Balkan
ülkesi için başlangıçta planlanandan daha fazla öncelik tanımayı istemeseler
de, işlerin daha beter bir hale gelmemesi, ortalığın kan gölüne dönmemesi için
RomanyalIların dediğine geldiler; Eichmann Güvenlik Polisi’ ni kullanma
fikrinden muhtemelen hoşlanmış olsa da, bu birimin Yahudileri korumak için
eğitildiği pek söylenemezdi. Dolayısıyla, ağustosun ortalarında -RomanyalIlar,
çoğunlukla Almanların yar- dimi olmadan, kendi Yahudilerinden yaklaşık üç yüz
bin kişiyi öldürdükten sonra- Dışişleri Bakanlığı Antonescu'yla
"Yahudilerin Romanya’dan tahliyesinin Alman birimleri tarafından
yürütülmesi" konusunda bir anlaşmaya vardı; Eichmann da iki yüz bin
Yahudinin Lublin'deki ölüm kamplarına nakli için gerekli araçlarla ilgili
olarak, Alman demiryollarıyla görüşmelerine başladı. Ne var ki, tam da her şey
hazırken ve böyle büyük bir taviz koparılmışken, RomanyalIlar birden çark etti.
Berlin'dekiler, hiç beklemedikleri bir zamanda, o çok güvendikleri Richter'den
bir mektup aldılar - Mareşal Antonescu fikrini değiştirmişti; Büyükelçi
Killinger'in verdiği bilgiye göre, Mareşal Yahudilerden "kolay bir
yoldan" kurtulmak istiyordu artık. Almanlar ne bu ülkede göz göre göre
işlenen cinayetlerin sayısının inanılmaz rakamlara ulaştığını, ne de Romanya’
nın Balkanlar'daki en yoz ülke olduğunu hesaba katmışlardı. Katliamlarla
birlikte, muafiyet satışları gibi kârlı bir işkolu doğmuş; bürokrasinin ister
yerel ister milli bütün kolları seve seve bu işe atılmıştı. Hükümetin uzmanlığı
ağır vergilerdi; belli gruplara veya Yahudi cemaatinin tamamına keyfi olarak
vergi zorunlulukları getiriliyordu. Bu sefer de Yahudileri sağlam bir paraya
-kişi başı bin üç yüz dolara- yurtdışma satabileceklerini keşfeden
RomanyalIlar, Yahudi göçünün en ateşli taraftarları oluverdiler. Böylece
Romanya, savaş sırasında Yahudilerin Filistin'e göçü için sıkı pazarlıkların
yapıldığı birkaç yerden biri haline geldi. Kızıl Ordu yaklaştıkça, Antonescu da
daha "ılımlı” biri oluyordu; hiçbir karşılık beklemeden Yahudileri
bırakmaya razıydı artık.
Antonescu’nun baştan sona kadar (Hitler'in
düşündüğü gibi) Alınanlardan daha "radikal" değil, sadece
Almanya’daki gelişmelerden her zaman bir adım önde olması gerçekten tuhaftır.
İlk defa Yahudileri vatandaşlıktan yoksun bırakan, Nazilerin daha denemelerine
bile yeni başladıkları bir dönemde alenen ve hiç utanıp sıkılmadan geniş çaplı
katliamlar yapan hep Antonescu’ydu. Himmler’in "kana karşılık kamyon"
istemesinden en az bir sene önce Yahudileri satma fikrini ortaya atmış ve
sonunda -tıpkı nihayetinde Himm- ler'in yaptığı gibi- sanki bütün bunlar bir
şakaymışçasına, bu işten vazgeçmişti. Ağustos 1944'te Romanya Kızıl Ordu'ya
yenik düştü ve bazı "etnik Almanları" kurtarmak için apar topar bu
bölgeye gönderilen tahliye uzmanı Eichmann bu işte başarısız oldu. Romanya’nın
sekiz yüz elli bin Yahudisinin neredeyse yansı hayatta kalmayı başardı, bu
Yahudilerin büyük bir bölümünü -birkaç yüz binini- bir biçimde İsrail'e
ulaşanlar oluşturuyordu. Bugün Romanya'da kaç Yahudi kaldığım kimse bilmiyor.
RomanyalI katillerin hepsi hakkıyla cezalandırıldı, Killinger Ruslann eline
geçmeden önce intihar etti. Sadece, eyleme geçmek için gerçekten hiç fırsatı
olmayan emekli Yüzbaşı Richter paçayı kurtardı, 1961 'e kadar Almanya'da huzur
içinde yaşadı; ama bu tarihte, biraz geç de olsa, Richter de Bichmann
duruşmasının mağdurlanndan biri haline geldi.
Orta
Avrupa - Macaristan ve Slovakya
EICHMANN’IN vicdanıyla
ilgili o sıkıntılı
meseleden bahsederken değindiğimiz gibi, Macaristan anayasası bakımından kralı
olmayan bir krallıktı. Ne denizle bağlantısı ne de bir donanması veya ticaret
filosu olan bu ülkeyi bir amiral, kral naibi Nikolaus von Horthy yönetiyordu -
daha doğrusu Horthy bu ülkeyi olmayan bir kral adına emaneten yönetiyordu.
Krallığın gözle görülür tek göstergesi vardı, ortalık Hofrâte (olmayan
sarayın danışmanları) kaynıyordu. Bir zamanlar Kutsal Roma İmparatoru,
Macaristan Krah'ydı; daha yakın bir geçmişte, 1806’dan sonra, Tuna civarındaki
Emperyal Kraliyet Monarşisi Habsburg hanedanına, Avusturya imparatorlarına (Kai~ ser) ve
Macaristan krallarına geçti. 1918'de, Habsburg İmparatorluğu dağılarak Halef
Devletler’e ayrıldı; Avusturya artık Anschluss'u,
Almanya’yla birleşmeyi isteyen bir cumhuriyetti. Otto von Habs- , burg
sürgündeydi, aşırı milliyetçi Macarlar onu bir daha asla Macaristan Kralı kabul
etmeyeceklerdi; diğer taraftan, sahiden Macar bir krallık tarihsel bir anı
olarak bile mevcut değildi. Bilinen yönetim biçimlerini göz önünde
bulundurursak, Macaristan’ın ne olduğunu Amiral Horthy'den başkası bilmiyordu.
Kraliyetin yanıltıcı ihtişamının
arkasında, ona miras kalan feodal bir yapı vardı: Topraksız köylüler sefalet
içindeydi, birkaç aristokrat aileyse büyük bir lüks içinde yaşıyordu; başka
yerlerin aksine bu yoksul topraklarda, Avrupa’nın üvey çocuklarının vatanında,
aristokrat aileler kelimenin tam anlamıyla ülkenin sahibiydi. Budapeşte
toplumuna o özgün niteliğini veren, çözülmemiş toplumsal sorunlardan ve genel
bir geri kalmışlıktan ibaret olan bu arka plandı; Macarlar, çok uzun süredir
kendini kandırmakla uğraştığı için aykırılığın, uyumsuzluğun ne olduğunu artık
neredeyse unutan bir
grup illüzyoniste benziyordu. Otuzlu
yılların başlarında, İtalyan fa. şizminin etkisiyle güçlü bir faşist hareket,
Ok-Haç hareketini yarattılar; 1938’de, İtalya'nın izinden giderek ilk Yahudi
karşıtı yasalarını çıkardılar. Her ne kadar Katolik Kilisesi bu ülkede büyük
bir güce sahip olsa da, sözü edilen hükümler 1919'dan sonra din değiştirip
vaftiz olan Yahudiler için de geçerliydi; hatta üç sene sonra, 1919’ dan önce
din değiştirenler de bu uygulamaya tabi tutuldu. Yine de, bu çok geniş
kapsamlı, ırka dayalı antisemitizm resmi hükümet politikası haline geldikten
sonra bile, Parlamento’nun üst kanadında hâlâ on bir Yahudi vardı; ayrıca
Macaristan, Doğu cephesine Yahudi bölükleri -yardımcı hizmetle görevlendirilen
ama Macar üniforması giyen yüz otuz bin kişi- gönderen tek Mihver devletiydi.
Bu tutarsızlık Macarların, resmi politikalarına rağmen, yerli Yahudiler ile
Doğu Yahudileri arasında, (diğer Halef Devletler gibi Triyanon Antlaşması'yla
kurulan) "Triyanon Macaristam'nm" "Macarlaşmış" Yahudileri
ile yeni ilhak edilmiş topraklardaki Yahudiler arasında, başka hiçbir milletin
yapmadığı kadar belirgin bir ayrım yapmasından kaynaklanıyordu. Mart 1944'e
kadar Nazi hükümeti Macaristan'ın egemenliğine hiç dokunmadı, dolayısıyla bu
ülke Yahudiler için "yıkım okyanusunda" güvenli bir ada haline geldi.
Alman hükümetinin neden bu ülkeyi işgal etmeye karar verdiğini anlamak zor
değildir; Kızıl Ordu Karpat Dağlarından yaklaşmaktadır, Macar hükümeti nafile
İtalya örneğini izlemeye ve ateşkes antlaşması yapmaya çalışmaktadır. Buna
karşılık işin bu aşamasına gelindiği halde neden "gündemin hâlâ Yahudi
meselesini ele almak" olduğunu; Ve- esenmayer'in Aralık 1943’te Dışişleri
Bakanlığı’na sunduğu bir rapordaki sözleriyle, "Macaristan'ın savaşa
girmesinin önkoşulunu" oluşturan bu meselenin "tasfiyesi"
olduğunu anlamak imkânsızdır. Zira bu “meselenin" "tasfiyesi",
sekiz yüz bin Yahudinin ve buna ek olarak yüz-yüz elli-bın kadar din değiştirmiş
Yahudinin tahliyesini gerektiriyordu. Durum bundan ibaret olsa bile, daha Önce
de söylediğim gibi, görevin büyüklüğü ve aciliyeti nedeniyle Eichmann bütün
ekibiyle birlikte Mart 1944'te Budapeşte'ye gitti. Bu iş hemen her yerde
bittiği için, Eichmann’ın ekibini toplaması kolay olmadı; Slovakya ve
Yunanistan’dan Wisliceny ve Brunner'i, Yugoslavya’ dan Abromeit’ı, Paris ve
Bulgaristan’dan Dannecker’i, komutanlığını yaptığı Theresienstadt’tan Sıegfried
Seidl’i, Viyana’dan da Maca-
ristan temsilcisi Hermann Krumey'i
çağırdı. Berlin'den, ofis personelinin en önemli isimlerini getirtti: eskiden
baş vekili olan Rolf Günther'i, tehcir operasyonlarından sorumlu Franz Novak'ı
ve hukuk müşaviri Otto Hunsche’yi. Nitekim Eichmann'ın Özel Operasyon Birimi (Sondereinsatzkommando),
Berlin'deki karargâhı kurulduğunda, on adamından ve ofis işleriyle ilgilenen
birkaç asistandan oluşuyordu. Budapeşte'ye vardıkları günün akşamında, Eichmann
ve adamları Yahudi liderlerini toplantıya çağırdılar. Amaçlan, Yahudi
liderlerini bir Yahudi Konseyi kurmaya ikna etmekti; bu konsey emirlerin yerine
getirilmesini sağlayacak, buna karşılık olarak da Macaristan'daki bütün
Yahudiler üzerinde mutlak yetki sahibi olacaktı. Kabul etmelerini sağlamak
zordu, zira o sıralarda bu ülkedeki herkesin ucuz numaralara karnı toktu. Papalık
elçisinin sözleriyle, "tehcir etmenin gerçekte ne anlama geldiğini bütün
dünya biliyordu" artık; dahası, Dr. Kastner'in Nümberg’de ifade verirken
söylediği gibi, Budapeşte'deki Yahudiler "yollarını Avrupa Yahudilerinin
yoluna doğru çevirmek için eşsiz bir fırsat" yakalamıştı -"Einsatzg- ruppen'm. ne işler
çevirdiğini gayet iyi biliyorduk. Auschwitz hakkında gereğinden fazla bilgiye
sahiptik". İnsanları Nazilerİn "Ma- carlaşmış" Yahudiler ile
Doğu Yahudileri arasındaki kutsal ayrımı dikkate alacağına ikna etmek için,
Eichmann’ın o "hipnotik güçlerinden” çok daha fazlasının gerektiği
ortadaydı; kendini kandırma işinin daha da ilerletilip Macar Yahudi
liderlerinin o dönemde "orada böyle bir şey olabileceğine"
inanmalarını sağlamak ("Macaristan Yahudilerini nasıl Macaristan dışına
gönderebilirler?"), gerçekler sürekli bu inançla çeliştiğinde bile buna
inanmaya devam etmelerini sağlamak gerekiyordu. Bunu nasıl başardıkları, bir
tanığın laf arasında söylediği şu önemli sözlerle ortaya çıktı: Yahudi Merkez Ko-
mitesi'nin (Macaristan'da Yahudi Konseyi'ne böyle deniyordu) müstakbel üyeleri,
komşuları Slovakya'dan, o sıralarda müzakerelerde bulundukları Wisliceny’nin
işleri parayla halletmeye dünden razı biri olduğunu duydular; bununla beraber,
onca rüşvete rağmen "Slo- vakya'daki bütün Yahudileri tehcir
ettiğini" de öğrendiler. Freudiger bildiklerinden yola çıkıp şu sonuca
vardı: ” Wisliceny’yle ilişki kurmanın yolunu yordamını bulmamız gerektiğini
anladım."
Eichmann’ın bu zorlu müzakere sürecinde
yaptığı en zekice hamle, kendisinin ve adamlarının rüşvet konusunda işi
arsızlığa
vurmalarının etkili olacağım önceden fark edip buna göre
davranması oldu. Yahudi cemaatinin başkanı ve Horthy'nin Danışma Meclisinin
üyesi olan Hofrat Samuel Stem özel bir muamele gördü ve Yahudi Konseyi'nin
başına geçirildi. Eichmann ve adamları daktilo, ayna, kadın iç çamaşırı ve
parfümü, orijinal Watteau tabloları ve sekiz piyano isteyince -Yüzbaşı Novak
"Beyler, piyano dükkânı açmak gibi bir niyetim yok, sadece piyano çalmak
istiyorum," diyerek piyanoların yedisini nazik bir biçimde geri çevirse
de- Stem ve konseyin diğer üyeleri rahat bir nefes aldılar. Eichmann Yahudi
Kütüphanesini ve Yahudi Müzesini ziyaret etti ve bütün tedbirlerin geçici
olduğu konusunda herkese garanti verdi. Bir oyun olarak başlayan rüşvet
meselesi kısa zamanda gerçek oldu, ama Yahudile- . rin olmasını istediği hale
gelmedi. Yahudiler, ortada elle tutulur bir sonuç olmadığı halde, Eichmann ve
adamlarına başka hiçbir yere harcamadıkları kadar para harcadılar. Kastner'in ifadesiyle,
"Kendi hayatı veya ailesinin hayatı konusunda endişelenen bir Yahudi para
mefhumunu kaybeder"di (aynen alınmıştır). Biraz önce bahsettiğimiz Philip
von Freudiger'in, keza Macaristan'daki hasım Yahudi örgütünü, Siyonist Kurtarma
Komitesi'ni temsil eden Joel Brand'in verdiği ifade bunu doğrular nitelikteydi.
Krumey, Nisan 1944'te Freudiger’den en az 250 bin dolar aldı; Kurtarma
Komitesi, sırf Wisliceny'yle ve SS Karşı İstihbarat Servisi'nin yetkilileriyle
buluşma şerefine nail olabilmek için yirmi bin dolar ödedi. Bu toplantıda, her
katılımcı ekstradan bin dolar para aldı; Wisliceny de 1942'de önerdiği ama
kimseye kabul ettiremediği şu Avmpa Plam'm tekrar masaya yatırmaktan başka bir
şey yapmadı (bu plana göre Himm- ler, iki-üç milyon dolar karşılığında,
Polonya'dakiler hariç bütün Yahudilerin canını bağışlamaya razı olacaktı güya).
Aslında çoktan rafa kaldırılan bu öneriyi duyan Yahudiler, Wisliceny'ye sözü
edilen miktarın ilk taksitlerini Ödemeye başladılar. Bu emsalsiz bolluk
diyarında Eichmann’m "idealizmi" bile çöktü. İddia makamı, her ne
kadar görevini suistimal edip bu durumdan mali çıkar sağladığını kamtlayamasa
da, Eichmann'm Budapeşte'de ne kadar yüksek bir yaşam standardına sahip
olduğunu vurgulamakla; en iyi otellerden birinde kaldığına, hem karada hem de
denizde giden özel şoförlü bir arabayla etrafta dolandığına, daha sonra düşmanı
olan Kurt Bec- her'den unutulmaz bir hediye aldığına, ava çıktığına ve at
binmeye gittiğine ve Macar hükümetindeki yeni arkadaşlarının himayesinde daha
önce hiç bilmediği nice lüksün keyfini çıkardığına dikkat çekmekle çok yerinde
bir iş yaptı.
Gelgeldim, liderleri kendini kandırmaya bu
kadar meraklı olmayan Yahudi grupların sayısı da az değildi. Siyonist hareket
Macaristan'da her zaman çok güçlü olmuştu; dahası, yeni kurulan Kurtarma
Komitesi’nde (Vaadat Ezra ve
Hazalah) kendi temsilcileri vardı artık. Filistin Ofisi'yle yakın
temas halinde olan bu komite, Polonya ve Slovakya'dan, Yugoslavya ve
Romanya’dan iltica edenlere yardım ediyordu; faaliyetlerini finanse eden
Amerikan Ortak Dağıtım Komitesi'yle de sürekli temas halindeydi ve ayrıca,
birkaç Yahudiyi yasal veya yasadışı yollardan Filistin’e göndermeyi başarmıştı.
Felaket kendi ülkelerini bulunca, sahte "Hıristiyan kâğıtları",
vaftiz belgeleri hazırlamaya başladılar; zira bu belgelere sahip olanların
saklanması kolaylaşıyordu. Kim olurlarsa olsunlar, Siyonist liderler kanuni
haklarından yoksun olduklarım biliyorlardı ve buna göre hareket ediyorlardı.
Savaşın ortasında Müttefiklere Himmler'in on bin kamyona karşı bir milyon
Yahudi verme teklifini sunacak olan talihsiz Yahudi temsilcisi Joel Brand,
Kurtarma Komitesi’nin önde gelen yetkililerinden biriydi. Eichmann'm
Macaristan’daki eski has- mı Philip von Freudiger ve Brand, Eichmann’la
ilişkileri hakkında ifade vermek için Kudüs’e geldiler. Freudiger, Eichmann’m
bu görüşmelerde onlara çok terbiyesizce davrandığım söyledi (bu arada Eichmann
Freudiger’i neredeyse hiç hatırlamıyordu); buna karşılık Brand, verdiği
ifadeyle esasen Eichmann’m Siyonistlerle müzakereleriyle ilgili olarak
anlattıklarını doğruladı. Brand'e, "idealist bir Yahudiye",
karşısında artık "idealist bir Alman" olduğunu söylemişti - iki
saygın düşman, savaşta ortalığın durulduğu bir sırada, birbirinin dengi gibi
karşı karşıya geliyordu. Eichmann Brand’e, "Yarın, belki yine savaş
meydanında olacağız" demişti. Korkunç bir maskaralıktan başka bir şey
değildi bu; ama Eichmann'ın gerçekten bir anlamı olmadığı halde ona sevinç
veren laflarla ilgili zaafının, özellikle Kudüs duruşması için takındığı bir
poz olmadığım gösterdi. îşin daha da ilginç tarafı, Siyonistlerle görüşürken,
Eichmann da Özel Operasyon Biriminin diğer üyeleri de Yahudi Konseyi’nden
beyefendilerle konuşurken yararlandıkları yalan söyleme taktiklerine
başvurmamışlardı. Dil kuralları bile askıya alınmıştı, çoğu zar man her şey
açık açık konuşuluyordu. Dahası, ciddi meselelerde —çıkış izni için Ödenecek
miktarı belirleme, Avrupa Planı, Yahudile- rin hayatını kamyonlarla takas etme-
sadece Eichmann değil, herkes işin içindeydi: Wisliceny, Becher, Joel Brand’in
her sabah bir kafede buluştuğu Karşı İstihbarat yetkilileri doğal olarak
Siyonist- lere başvurdular. Bunun nedeni, Kurtarma Komitesi'nin gerekli
uluslararası bağlantılara sahip olması ve daha kolay döviz elde edebilmesi;
buna karşılık Yahudi Konseyi'nin arkasında, Naip Horthy' nin pek de güvenilir
olmayan korumasından başka hiçbir şey yoktu. Ayrıca, Yahudi Konseyi üyelerinin
sadece tutuklama ve tehcir operasyonlarından geçici olarak muaf tutulduğu; buna
karşılık Siyonist yetkililere çok daha büyük ayrıcalıklar tanındığı ortaya
çıktı. Siyo- nistler her yere istedikleri gibi girip çıkabiliyorlardı, sarı
yıldızı takmaları gerekmiyordu, Macaristan'daki toplama kamplarını ziyaret
edebiliyorlardı; hatta Kurtarma Komitesi'nin asıl kurucusu Dr. Kast- ner,
yanında Yahudi olduğunu gösteren bir kimlik olmadan, Nazi Almanyası'na bile
gidebiliyordu.
Viyana, Prag ve Berlin'de edindiği onca
tecrübeden sonra, bir Yahudi Konseyi örgütlemek Eichmann için en fazla iki
haftasını alacak sıradan bir işti. Asıl mesele, bu büyüklükte bir operasyon
için Macar yetkililerin yardımım alıp alamayacağıydı. İşte bu Eichmann için
yeni bir şeydi. Genellikle, böyle meselelerle Eichmann yerine Dışişleri
Bakanlığı ve bakanlık temsilcileri ilgilenirdi; dolayısıyla bu meseleyle de
yeni atanan Reich temsilcisi Dr. Edmund Veesenmayer ilgilenecekti. Eichmann
Veesenmayer'e bir "Yahudi danışmam" gönderdi, zira danışman rolü
oynamaya hiç niyeti yoktu. Böyle bir görevi rütbesi yüzbaşıdan daha yüksek biri
yerine getirmezdi, Eichmann gibi iki üst rütbedeki bir yarbaya düşmezdi.
Eichmann'm Macaristan'daki en büyük başarısı, bütün bağlantıları kendisinin
kumaşıydı. Öncelikle ilgilendiği üç kişi vardı: antise- mitizmi için Horthy’nin
bile "hastalıklı" dediği, kısa bir süre önce Siyasi Meselelerden
(Yahudi Meselesinden) Sorumlu Devlet Bakanı olan Lâszlo Endre; hem İçişleri
Bakanhğı'nda devlet müsteşarlığı yapan hem de Macar polisi Gendarmerie'nin
(Jandarma) başında bulunan Lâszlo Baky ve tehcir operasyonlarından doğrudan
sorumlu olan polis görevlisi Yarbay Ferenczy. Onların yardımını alırsa, gerekli
emirlerin çıkarılmasının ve Yahudilerin belirli yerlerde top- lanmasımn
"yıldırım hızıyla" sağlanacağı konusunda Eichmann'm içi rahat
olabilirdi. Viyana’da, Alman Devlet Demiryolları yetkilileriyle birlikte Özel
bir konferans düzenlendi, zira nakledilecek Yahu- dilerin sayısı yarım milyonu
buluyordu. WVHA'dan General Ric- hard Glücks, Auschwitz'de bulunan astı Höss'e
bu planlan bildirdi; birkaç kilometre uzaklıktaki krematoryuma kadar gidecek
vagonlar için yeni bir tren yolu hattının inşa edilmesini ve gaz odalanna bakan
ölüm komandolannm sayısının 224’ten 860’a çıkarılmasını emretti - günde altı
ila on iki bin kişiyi öldürebilmek için her şey hazırdı artık. Mayıs 1944’te
trenler gelmeye başlayınca, "güçlü kuvvetli adamlar" arasından birkaç
tanesi seçildi ve Krupp’un Ausch- witz’deki fünye fabrikasına alındı. (Krupp
Almanya'da, Breslau yakınlarında kurulan yeni fabrikası Berthawerk için
bulabildiği her yerden Yahudi işçi topladı; bu işçiler, ölüm kamplarındaki
çalışma gruplanmnkini aratmayan koşullarda çalıştırıldı.)
Macaristan operasyonu iki aydan kısa sürdü
ve temmuz başlarında birdenbire durdu. Neyse ki Siyonistler vardı da,
Yahudilerin başma gelen felaketin bu aşamasını -diğerler aşamalardan farklı olarak-
duymayan kalmamıştı; tarafsız ülkeler ve Vatikan, Horthy' ye protesto
yağdırmıştı. Yine de papalık elçisi, Vatikan'ın protestosunun "sahte bir
şefkat hissinden" kaynaklanmadığını açıklamayı •uygun gördü - bu tabir,
"amansız sertliği" kutsal bir emir gibi yayanlarla sürekli
görüşmekten ve onlarla uzlaşmaya çalışmaktan, Kilise’nin en saygın isimlerinin
zihniyetlerinin bile ne hale geldiğini açıkça gösteren kalıcı bir anıt gibidir.
İsveç pratik tedbirlere başvurarak, giriş izni dağıtarak çözüme yönelik bir
adım atmaya öncülük etti; İsviçre, İspanya ve Portekiz'in de İsveç örneğini
izlemesiyle, otuz iki bin Yahudi Budapeşte'de özel evlerde, tarafsız ülkelerin
koruması altında yaşamaya başladı. Müttefikler, çıbanbaşı olduğunu düşündükleri
yetmiş kişinin adından oluşan bir liste bulmuş ve bu isimleri her yerde ifşa
etmişti; Roosevelt gözdağı vermek için bir ültimatom çekip "Tehcir
operasyonları devam ettiği takdirde... Macaristan'ın kaderi diğer medeni
milletlerinki gibi olmayacak" demişti. Müttefikler bu konuda ne kadar
ciddi olduklarını göstermek için, 2 Temmuz'da Budapeşte'ye çok yoğun bir hava
saldırısı düzenlediler. Sonuç olarak iyice kapana kısılan Horthy, tehcir
işlemlerinin durdurulmasını emretti. Eichmann'ı yalanlayan en güçlü kanıtlardan
biri de bu olayla ilgiliydi: Eichmann "yaşlı bunağın" emrine göz göre
göre karşı geldi, Budapeşte yakınlarındaki bir toplama kampında tutulan bin beş
yüz Yahudiyi daha tehcir etti. Yahudi yetkililerin Horthy'ye haber uçurmalarını
engellemek için, iki temsil organının üyelerini bürosuna çağırdı; Dr. Hunsche,
trenlerin Macar topraklarından çıktığım haber alana kadar, Yahudi
temsilcilerini çeşitli bahaneler uydurarak büroda tuttu. Kudüs'teyken, Eichmann
bu olayları hatırlamadı; her ne kadar hâkimler "sanığın Hor- thy karşısındaki
zaferini gayet iyi hatırladığına" kanaat getirmiş olsalar da, bundan emin
olmak o kadar kolay değildir - çünkü Eich- mann'a göre, Horthy o kadar da mühim
biri değildi.
Görünüşe bakılırsa, Macaristan'dan
Auschwitz’e giden son tren buydu. Ağustos 1944'te Kızıl Ordu Romanya'daydı ve
Eichmann da olmayacak işler peşinde koşmak üzere buraya gönderilmişti. Tekrar
Macaristan'a geldiğinde, Horthy rejimi cesaretini toplayıp Eichmann komando
birliğinin geri çekilmesini talep etmiş; Eichmann da birliğiyle birlikte geri
dönmek için Berlin'den izin istemişti, zira burada "lüzumsuz hale
gelmişlerdi". Fakat Berlin bu işe yanaşmadı ve ekimin ortasında durumun
bir kere daha aniden değişmesiyle, yanaşmamakta ne kadar haklı olduğu ortaya
çıktı. Rusların Budapeşte'ye varmasına birkaç yüz kilometre kala, Naziler
Horthy hükümetini devirmeyi başardılar ve devletin başına Ok-Haç hareketinin
lideri Ferenc Szalasi'yi geçirdiler. Auschvvitz'e başka sevkıyat yapamadılar,
zira hem imha tesisleri yok edilmek üzereydi hem de Almanların işgücü sağlama
konusundaki sıkıntısı daha da artmıştı. Macaristan İçişleri Bakanlığı'yla
görüşme sırası bu sefer de Reich temsilcisi Veesenmayer'deydi; Veesenmayer on
altı yaşından büyük altmış yaşından küçük erkeklerden ve kırk yaşından küçük
kadınlardan oluşan elli bin Yahudinin Reich’a gönderilmesi için izin istedi;
raporuna ayrıca Eichmann'm elli bin Yahudinin daha nakledilmesini ümit ettiğini
söyledi. Kasım 1944'te, artık demiryolu tesisleri olmadığı için, Yahudiler
yayan gidecekti; ama Himmler’in emriyle, bu uygulama başladıktan bir süre sonra
durduruldu. Macar polisi çoktan yola çıkarılan Yahudileri, çoğuna tanınan
İmtiyazlara, asıl emirlerde belirtilen yaş sınırına aldırmadan gelişigüzel
tutuklamaya başladı. Yürüyenlerin başında bulunan Ok-Haç adamları, soydukları
Yahudilere olanca gaddarlıklarıyla zulmettiler. Yolun sonuna gelmişlerdi. Sekiz
yüz binlik Yahudi nüfusunun, yüz altmış bininin hâlâ Budapeşte gettosunda
kalması gerekiyordu (kırsal bölgeler judenrein'ûı);
kalan Yahudilerin on binlercesi keyfi pogromlara kurban gidecekti. 13 Şubat
1945'te, ülke Kızıl Ordu'ya teslim oldu. Katliamların elebaşı sayılan bütün
Macarlar yargılandı, Ölüm cezasına mahkûm edildi ve idam edildi. Buna karşılık,
Eichmann hariç, katliamlarda rol oynayan bütün Almanlar topu topu birkaç
senelik hapis cezalan aldı.
Hırvatistan gibi SLOVAKYA da Alman Dışişleri Bakanlığı’nın
icatlarından biriydi. Slovaklar daha Almanlar Çekoslovakya'yı işgal etmeden,
Mart 1939'da, "bağımsızhklan" için müzakerelerde bulunmak üzere
Berlin'e geldiler ve Göring'e, Yahudi meselesi konusunda büyük bir sadakatle
Almanya'nın izinden gideceklerine dair söz verdiler. Ama bütün bunlar 1938-39
kışında olmuştu, o zamanlar kimsenin Nihai Çözüm diye bir şeyden haberi yoktu.
İki buçuk milyonluk fakir köylü nüfusuyla bu küçük ülke ilkel, gerici ve iyiden
iyiye Katolik'ti. Başında da Katolik bir din adamı, Peder Josef Tiso vardı.
Faşist hareketi Hlinkova Garda bile genel görünüşü itibariyle Katolikti; bu
yobaz Faşistlerin veya Faşist yobazların hararetli • antisemitizmi, hem tarzı
hem de içeriği bakımından Alman üstatlarının. ultra modern faşizminden
farklıydı. Slovak hükümetindeki tek modem antiserhit, Eichmann’m aziz dostu
İçişleri Bakanı Şano Mach'tı. Geriye kalanların hepsi Hıristiyandı veya en
azmdan öyle olduğunu sanıyordu; buna karşılık Naziler, prensip olarak
Museviliğe ne kadar karşıysa Hıristiyanlığa da o kadar karşıydı. Slovakla- rın
Hıristiyan olması, hem Nazilerin artık "geçmişte kaldığım" düşündüğü
vaftiz edilmiş-vaftiz edilmemiş Yahudi ayrımını vurgulamak zorunda
hissettiklerini hem de bütün meseleye hâlâ ortaçağdan kalma bir bakış açısıyla
baktıklarım gösteriyordu. Sîovaklarm gözünde "çözüm" Yahudileri
defedip mallarına el koymaktan ibaretti, sistematik olarak "imha
etmek" değildi; yine de ara sıra birkaç Yahudinin öldürülmesini pek
umursamazlardı. Yahudilerin en büyük "günahı" yabancı bir
"ırktan" gelmeleri değil, zengin olmalarıydı. Slovakya’daki Yahudiler
Batı standartlarına göre çok da zengin sayılmazdı; ama elli iki bin Yahudi,
sahip olduğu değerli eşyaların tutarı iki yüz doları aştığı için mal varlığını
açıklamak zorunda kalınca, Yahudilerin toplam mal varlığının yüz milyon doları
bulduğu ortaya çıktı - Siovaklar muhtemelen her Yahudiye Karun gözüyle
bakıyordu artık.
"Bağımsızlıklarının" ilk bir
buçuk senesi boyunca, Siovaklar Yahudi meselesini kendi kafalarına göre çözmeye
çalıştılar. Büyük Yahudi kuruluşlarını Yahudi olmayanlara devrettiler,
Almanlara göre 1918’den önce din değiştiren Yahudileri uygulamadan muaf tutmak
gibi "temel bir kusuru" olan Yahudi karşıtı yasalar çıkardılar,
"Genel Hükümet'in izinden giderek" gettolar kurmayı planladılar ve
Yahudileri zorla çalıştırdılar. Eylül 1940'ta Slovaklara bir Yahudi danışmam
tahsis edildi: Yüzbaşı Dieter Wisliceny. Eichmann' m Güvenlik Servisi zamanlarından
büyük bir hayranlık duyduğu dostu (Eichmann'm en büyük oğlunun adı Dieter'di),
eski üstü yeni dengi Yüzbaşı Dieter Wislıceny, Bratislava’daki Alman
temsilciliğine bağlıydı. Wisliceny evlenmediği için rütbesini yükseltemedi, bir
sene sonra Eichmann'm astı haline geldi. Eichmann'a göre Wis~ liceny bunu bir
türlü hazmedememişti; hatta Nümberg Duruşmalarında tanıklık ederken Eichmann'm
sözlerini yalanlamasının, saklandığı yeri bile bulmayı önermesinin .sebebi de
buydu. Ama bu durum biraz tartışmalıdır. Wisliceny muhtemelen sadece kendi
postunun derdine düştüğü için bunları yapmıştı. Eichmann'dan çok farklıydı: Bir
kere, tahsilli SS'lerden biriydi; hayatı kitapların, plakların içinde geçmişti;
Macaristan'daki Yahudiler ona "Baron" diye hitap ederdi; genellikle
kariyerinden ziyade parayla ilgilenirdi; sonuç olarak SS'in daha "ılımlı”
eğilimlerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynayan ilk isimlerden biriydi.
Slovakya'nm bağımsızlık yıllarının
başlangıcında olanlar bundan ibaretti. Ne var ki Mart 1942'de, Eichmann’m
Bratislava'da ortaya çıkıp "genç ve güçlü Yahudi işçilerden" yirmi
bin kadarının tahliyesi için müzakerelere başlamasıyla, işin rengi değişti.
Dört hafta sonra, bizzat Heydrich Başbakan Vojtek Ttıka’yla görüşmeye geldi;
başbakanı, şimdiye kadar uygulamalardan muaf tutulan din değiştirmiş Yahudiler
de dahil olmak üzere bütün Yahudilerin Doğu’ya yerleştirilmesine ikna etti.
Başında bir papaz olan bu hükümet, "Almanların, bu Yahudilerin mallarıyla
ilgili hiçbir talepte bulunmadığını; sadece teslim alman her Yahudi başına beş
yüz Reich markı ödenmesini istediğini" duyunca, din temeline dayanan
Hıristiyan Yahudi-Musevi Yahudi ayrımım bir tarafa bıraktı, bu "temel
kusuru" düzeltmekle bile uğraşmadı; dahası, Alman Dışişleri Bakanlığı'
ndan, "Slovakya’dan gönderilen ve Almanlar tarafından kabul edilen
Yahudilerin hep Doğu bölgelerinde kalacağına, Slovakya'ya geri dönmelerine izin
verilmeyeceğine" dair güvence istedi. Devletin en üst kademelerinde
yapılan bu müzakereleri izlemek üzere, Hey- drich'in suikaste uğradığı
sıralarda, Eichmann bir kere daha Bratis- îava'ya gitti; Haziran 1942'de,
Slovak polisinin Polonya'daki ölüm merkezlerine gönderdiği Yahudilerin sayısı
elli iki bini bulmuştu.
Ülkede hâlâ 35 bin Yahudi vardı, bu
Yahudilerin hepsi başta belirlenen muafiyet kategorilerine giriyordu - din
değiştiren Yahudi- ler ve ana-babaları, belirli mesleklerle uğraşanlar, zorla
çalıştırılan gençler, birkaç işadamı. Tam da Yahudilerin çoğu yerine
"yerleştirilmişken", Macar Siyonist grubunun kardeş örgütlerinden
Bratisla- va Yahudi Kurtarma Komitesi, Wisliceny'ye biraz para yedirip tehcir
operasyonlarını yavaşlatmaya yardım sözü aldı; Wisîiceny ayrıca, o meşhur
Avrupa Planı'nı daha sonra Budapeşte'de tekrar önerecekti. Wisliceny muhtemelen
kitap okumaktan, müzik dinlemekten ve tabii kesesini doldurmaktan başka bir şey
yapmadı. Tam o sıralarda Vatikan, Katolik din adamlarına
"yerleştirme"nin gerçekte ne anlama geldiğini duyurdu. Alman
Büyükelçisi Hans Elard Ludin’in Berlin’deki Dışişleri Bakanlığı’na sunduğu rapora
göre, o andan itibaren tehcir operasyonları iyice gözden düştü, Slovak hükümeti
Alınanlardan ısrarla "yerleştirme" merkezlerini ziyaret etme izni
istemeye başladı - gelgeleüm ne Eichmann verebilirdi bu izni ne de Wısliceny,
zira "yerleştirilen" Yahudiler artık hayatta değildi. Aralık 1943'te,
Dr. Edmund Veesenmayer Peder Tiso’yu ziyaret etti; Ve- esenmayer'i
Bratislava'ya gönderen Hitler, Tiso'ya Özellikle "hayal kurmaktan
vazgeçmesini" söylemesini emretmişti (Frakîur
mit ihm reden). Tiso din değiştirmemiş on altı ila on sekiz bin
Yahudiyi toplama kamplarına gönderme, vaftiz edilmiş on bin Yahudi için özel
bir toplama kampı kurma sözü verdi ama Yahudileri göndermeyi kabul etmedi.
Haziran 1944’te, artık Reich’m Macaristan temsilcisi olan Veesenmayer bir kere
daha ortaya çıktı ve bu ülkede kalan Yahudilerin Macaristan operasyonlarına
dahil edilmesini istedi. Tiso bu teklifi de reddetti.
Ağustos 1944'te, Kızıl Ordu’nun iyice
yaklaşmasıyla, Slovakya' da tam bir isyan başladı ve Almanlar bu ülkeyi işgal
etti. Wisliceny bu sırada Macaristan'daydı ama Almanlar artık ona pek
güvenmiyordu. RSHA, kalan Yahudileri tutuklayıp tehcir etmesi için, Bratis- .
lava’ya Alois Brunner'i gönderdi. Brunner ilk iş olarak, Yahudi Kurtarma
Komitesi üyelerini tutuklayıp tehcir etti; daha sonra da Alman SS birimlerinin
yardımıyla on-on iki bin Yahudıyi ülkeden gönderdi, 4 Nisan 1945’te, Ruslar
Bratislava’ya vardığında, bu felaketten sağ kurtulan Yahudilerin sayısı yirmi
bini anca buluyordu.
NAZÎLER Doğu
dediklerinde, Polonya'yı, Ballık Devletleri'ni ve işgal altındaki Rus
topraklarını kapsayan geniş bir alandan bahsediyorlardı. Bu alan dört idari
birime ayrılmıştı: Polonya’nın ilhak edilen batı bölgelerinden oluşan Warthegau
(Bölge Lideri Artur Grei- ser); Litvanya, Letonya, Estonya ve işgalden sorumlu
yetkililerin beşiği Riga’sıyla Beyaz Rusya’nın bazı bölümlerini kapsayan öst-
land; orta Polonya Genel Hükümeti (Hans Frank) ve Ukrayna (Alf- red
Rosenberg’in İşgal Altındaki Doğu Toprakları Bakanlığı). İddia makamı argümanım
desteklemek için ilk olarak bu ülkelerle ilgili ifade verecek tanıklan çağırdı,
ama yargılama sürecinde bu ülkelere en son sıra gelecekti.
İddia makamının ve hâkimlerin bu yönde
karar vermelerinin gayet haklı gerekçeleri vardı kuşkusuz. Doğu, Yahudilerin
çektikleri acıların merkeziydi, bütün nakillerin korkunç son durağıydı,
kimsenin kaçamadığı ve kalanların da en fazla yüzde beşinin yaşadığı bir yerdi.
Üstelik savaştan Önce Avrupa'daki Yahudi nüfusun merkezi de burasıydı;
Polonya’da üç milyondan fazla, Ballık Devletlerinde 260 bin kadar Yahudi vardı;
üç milyon Rus Yahudisinin yarısının Beyaz Rusya, Ukrayna ve Kırım'da öldüğü
tahmin ediliyordu. İddia makamı öncelikle Yahudi halkının ıstırabıyla ve
başlatılan "soykırımın boyutlarıyla" ilgilendiği için, bu noktadan
başlayıp daha sonra da sanığın bu cehennemden ne kadar sorumlu olduğuna bakmak
mantıklı görünüyordu. Eichmann'm Doğu bağlantılarıyla ilgili kanıtlar "çok
azdı”; dolayısıyla Gestapo dosyalarının, özellikle de Eichmann'm departmanıyla
ilgili dosyaların yok edildiği düşünülüyordu. Belgelenmiş kanıtların azlığı,
iddia makamının Doğu’ da olanlarla İlgili ifade vermek üzere çok sayıda tanık
çağırması için
iyi bir bahane oldu muhtemelen, yine de bu kadar çok tanık
çağrılmasının tek nedeni değildi. İddia makamı, İsrail'in mevcut nüfusunun
yüzde yirmisini oluşturan, bu felaketten sağ kurtulan Yahudile- rin yoğun
baskısı altındaydı - duruşma sırasında sadece çıtlatılan bu durum daha sonra
ayrıntılı olarak açıklanmıştı (Nazi dönemiyle ilgili İsrail arşivi, Yad
Vashem'in Nisan 1962 tarihli özel Bülteni).
Yahudiler tanıklık etmek için kendiliklerinden duruşma
yetkililerine ve belgelenmiş kanıtları hazırlamak için resmen görevlendirilen
Yad Vashem'e akın ediyorlardı. "Hayal gücü kuvvetli" olanlar, yani
"Eichmann'ı daha önce hiç bulunmadığı çeşitli yerlerde" görmüş
olanlar elendi; ama sonunda, başta planlandığı gibi on beş-yirmi "arka
plan tanığı" yerine, duruşma yetkililerinin deyişiyle "Yahudi
halkının ıstırabına tanıklık eden" elli altı kişi duruşmaya çıkarıldı;
toplam yüz yirmi oturumdan yirmi üçü "arka plana" ayrıldı, yani
davayla doğrudan ilgili değildi. Her ne kadar iddia makamının tanıkları savunma
veya hâkimler tarafından çapraz sorguya alınmasa da, mahkeme Eichmann'îa ilgili
kanıtları, başka bir yoldan doğrulanmadığı sürece kabul etmedi. Nitekim
hâkimler Eichmann’ı, Macaristan'da Yahudi bir genci öldürmekten dolayı; o
dönemde kuşkusuz hiç haberdar olmadığı, Kudüs'teyken de Nazi rejimi üstüne çalışan
vasat bir araştırmacı kadar bile hakkında bilgiye sahip olmadığı Kristallnacht'la
ilgili olarak suça kışkırtmaktan dolayı; Heyd- rich'in suikastinden sonra
Lödz'a gönderilen Lidice'li doksan üç çocuğun ölümünden dolayı (zira
"önümüzdeki kanıtlara göre, bu çocukların Öldürüldüğü makul şüphelere
mahal vermeyecek şekilde kamtlanamamıştır" demişlerdi); "iddia
makamının sunduğu en korkunç kanıtlardan birine dayanarak", Doğu'da
kitlesel mezarlar açmakla ve katliamların izlerini yok etmek için cesetlerden
kurtulmakla görevlendirilen 1005 numaralı birimin dehşet verici
operasyonlarındaki sorumluluğundan dolayı (bu birimin başında bulunan Albay
Paul Blobel, Nümberg’de verdiği ifadede, RSHA Bölüm IV' ün başkanı Müller'den
emir aldığını söylemişti); savaşın son aylarında, imha kamplarından sağ
kurtulan Yahudilerin Alman toplama kamplarına, özellikle de Bergen-Belsen'e
berbat koşullarda gönderilmesinden dolayı cezalandırmayı reddetti. Arka plan
tanıklarının Polonya gettolarındaki koşullar, çeşitli ölüm kamplarındaki prosedürler,
zorla çalıştırma ve genellikle de çalıştırarak öldürme teşebbüsü hakkmdaki
ifadelerinin aslında ne anlama geldiği hiç tartışma konusu olmadı; bilakis,
anlattıkları hemen her şey önceden de biliniyordu zaten. Arada bir Eichmann adı
geçse bile, bunun kulaktan dolma bilgilere dayanan bir kanıt olduğu hemen
anlaşılıyordu; "söylentiler tanıklık ediyordu", dolayısıyla
söylenenlerin hukuki açıdan bir geçerliliği yoktu. Eichmann'ı "kendi
gözleriyle gördüğünü" söyleyen bütün tanıkların anlattıkları, karşılaştıkları
ilk soruyla birlikte çöküyordu; mahkemeye göre, Eichmann'm
"faaliyetlerinin ağırlık merkezi Reich’ın, Protektora'mn ve batı, kuzey,
güney, güneydoğu, orta Avrupa’nın içinde kalıyordu ~ yani Doğu dışında her yeri
kapsıyordu. Öyleyse mahkeme haftalarca, hatta aylarca süren bu ifade verme
işini neden sonlandırmadı? Bu mesele tartışılırken mahkeme özür diler gibiydi,
nihayet ağzındaki baklayı çıkarıyor derken söyledikleri çok tutarsızdı:
"Sanık iddianamedeki bütün maddeleri reddettiği için", hâkimler
"arka plan gerçeklerine dayanan kanıtları" reddedemediler. Gelgelelim
sanık, iddianamedeki bu gerçekleri asla reddetmemişti, sadece "iddianame
bakımından" bunlardan sorumlu olduğunu kabul etmemişti.
Aslında, hâkimler çok can sıkıcı bir
açmazla karşı karşıyaydı. Duruşmanın daha en başında, Dr. Servatıus hâkimlerin
tarafsızlığına karşı açıklamalarda bulunmuştu; Servatıus’a göre, hiçbir Yahudi
■ Nihai Çözüm’ü uygulamaya geçirenleri yargılayacak niteliklere sahip olamazdı.
Buna karşılık mahkeme reisi şu cevabı vermişti: "Biz profesyonel
hâkimleriz; daha önce Önümüze konan delilleri nasıl değerlendirdiysek,
görevimizi herkesin gözü önünde ve herkesin eleştirisine açık bir biçimde nasıl
yaptıysak, şimdi de öyle yapacağız... Yargılama işine soyunan bir mahkemede, mahkemeyi
oluşturan hâkimler etten kemikten insanlardır, hepsinin duygulan vardır; ama
hukuk bu duygulan sınırlamalarını gerektirir. Aksi takdirde, midesini bulandıran
kriminaî bir davayı yürütecek tek bir hâkim bile bulunamazdı... Nazilerin
yaptığı soykırımı hatırlamanın her Ya- hudiyi altüst ettiği doğrudur; ama bu
davaya biz baktığımıza göre, üzerimize düşen, bu duyguları sınırlamak ve
görevimizi haysiyetle yerine getirmektir." Bu gayet iyi ve yerinde bir
açıklamaydı; gelgelelim Dr. Servatius aslında Yahudilerin, mevcudiyetlerinin
diğer dünya milletleri arasında nasıl bir soruna yol açtığım tam olarak
kavrayamayacaklarını, dolayısıyla da bu sorunun "nihai çözümünün"
kıymetini anlayamayacaklarını söylemeye çalışıyordu. İşin ıronik tarafı, bu argümanı
ortaya sürecek olsa, muhtemelen karşılığında sanığın kendi ağzıyla, üstüne basa
basa, tekrar tekrar söylediği sözler hatırlatılacaktı Servatius'a: Sanık,
Yahudi meselesi hakkında bildiği her şeyi Yahudi-Siyonist yazarlardan, Theodor
Herzl ve Adolf Böhm'ün "temel kitaplarından" öğrenmişti. Dolayısıyla
Eich- mann’ı yargılayacak niteliklere, ilk gençliklerinden beri Siyonist olan
bu üç adam sahip olmayacaktı da kim olacaktı?
Dolayısıyla hâkimlerin Yahudi olmaları,
her beş vatandaşından biri bu felaketten canını zor kurtarmış bir ülkede
yaşamaları, sanık açısından değil de arka plan tanıklan açısından hassas ve
sıkıntılı bir mesele haline geliyordu. Hausner, hiçbiri bu eşsiz fırsatı
kaçırmak istemeyen, hepsi mahkeme gününün hakkı olduğuna inanan kurbanlardan
oluşan "trajik bir kalabalık" toplamıştı. Hâkimler savcıyla
"genel manzarayı resmetme" fırsatını kullanmanın usulü ve adabı
konusunda münakaşa edebilirlerdi (nitekim ettiler de); ama bir tanık o kürsüye
çıktıktan sonra, lafa girmek, böyle bir ifadeyi yarıda kesmek -Hâkim Landau'nun
sözleriyle- "tanığın onuru ve neler anlattığı düşünülecek olursa"
gerçekten çok zordu. Meseleye biraz insani açıdan bakıldığında, hâkimler kim
oluyorlardı da bu insanları mahkeme günlerinden mahrum etmeye kalkıyorlardı?
Meseleye biraz insani açıdan bakıldığında, her ne kadar anlatmak zorunda
oldukları şeyler "duruşma açısından sadece ikincil derecede önem taşısa
da", "tanık kürsüsüne çıkınca içindekileri döken" bu insanların
anlattıklarının gerçekliğini sorgulamaya ne hakla cüret ederlerdi?
Ortada bir zorluk daha vardı. Diğer
ülkelerde olduğu gibi İsrail’ de de, mahkeme karşısına çıkan biri, suçu
ispatlanana kadar masum sayılırdı. Ama Eichmann davasında bu düpedüz bir
yalandı. Kudüs’ te boy göstermeden önce suçlu olduğu, makul şüphelere mahal
vermeyecek kadar suçlu olduğu düşünülmeseydi, İsrailliler Eichmann' ı kaçırmaya
ne cüret ederlerdi ne de bunu isterlerdi. Başbakan Ben- Gurion, Arjantin
Cumhurbaşkanına yazdığı 3 Haziran 1960 tarihli bir mektupta, İsrail’in neden
"Arjantin hukukunu ihlal ettiğini" açıklarken, "Avrupa çapında
[altı milyon insanımızın] toptan öldürüldüğü, devasa ve emsalsiz ölçeklerde bir
katliamı organize eden Eich- mann'dı" diyordu. Suç şüphesinin sağlam ve
makul gerekçelere dayandırılması gereken (kesinlikle ispatlanması gerekmez,
zira bu daha sonra yapılacak duruşmanın görevidir) sıradan kriminal davalardaki
olağan tutuklamaların aksine, Eichmann'm yasadışı olarak tutuklanmasını dünya
kamuoyunun gözünde ancak, davanın sonucunun bu kadar güvenle tahmin edilmesi
meşru kılabilirdi (nitekim kıldı da). Eichmann'm Nihai Çözüm'deki rolünün aşın
abartıldığı ortaya çıktı - o zamana kadar bu kadar abartılmasının sebebi kısmen
sürekli böbürlenmesi, kısmen Nümberg'dekı ve savaştan sonra düzenlenen diğer
duruşmalardaki davalıların Eichmann'ı harcayarak kendilerini aklamaya
çalışmaları; esasen de, sadece ama sadece "Yahudi meselesi konusunda
uzmanlaşan" tek Alman yetkili olduğu için, Yahudi yetkililerle yakın temas
halinde bulunmasıydı. Argümanını zaten abartılacak bir tarafı kalmayan
ıstıraplara dayandıran iddia makamı, abartma işini iyice abartıp ipin ucunu
iyice kaçırmıştı - ya da Temyiz Mahkemesi'nin hükmünü okuyuncaya kadar Öyle
olduğunu sanıyordunuz: "Temyiz talebinde bulunan kişi gerçekte üstlerinden
hiç emir almamıştır. Tek üstü kendisi olmuştur ve Yahudilerle ilgili
meselelerde bütün emirleri kendisi vermiştir." Bu tam da iddia makamının
öne sürdüğü argümandı; Bölge Mahkemesi hâkimlerinin reddettiği bu tehlikeli
saçmalığı, Temyiz Mahkemesi sonuna kadar onaylamıştı. (Bu argüman esasen Ten Days to Die'ı ■
[1950, Son On Gün] yazan, iddia makamı için tanıklık etmek üzere Amerika’dan
gelen eski Nürnberg hâkimi Michael A. Musmanno' nun ifadesiyle desteklendi.
Musmanno toplama kamplarının idarecilerini ve Doğu’daki mobilize katliam birliklerinin
idarecilerini yargılamıştı; Eichmann adı bu davalarda gündeme gelmekle
birlikte, hâkim buna sadece bir kere dikkat çekmişti. Geigelelim, Nürn- berg
sanıklarıyla hapiste görüşmüştü. Bu sırada Ribbentrop, Hitler' in, Eichmann'm
etkisi altında kaldığı için bu hale geldiğini, aslında fena bir adam olmadığını
söylemişti. Musmanno, Ribbentrop'un söylediği her şeye inanmadı; ama Eichmann'm
Hitler tarafından görevlendirildiğine ve gücünün de "Himmler ve Heydrich
aracılığıyla konuşmasından kaynaklandığına" inandı. Birkaç celse sonra,
Long Island Üniversitesi psikoloji profesörü ve Nuremberg Diary
[1947, Nürnberg Günlüğü] kitabının yazarı Gustave M. Gilbert, iddia makamının
tanığı olarak ifade verdi. Nümberg'de davalılara tanıttığı Hâkim Musmanno’dan
daha ihtiyatlıydı. Gilbert "o dönemde... Eich- mann'm baş savaş
suçlularından biri olduğunun pek düşünülmediğini"; aynca Musmanno'yla
savaş suçlarını tartışırken, öldüğünü sandıkları Eichmann’m adının pek
geçmediğini söyledi.) Bölge Mahkemesi Hâkimleri, her şeyi abartan iddia
makamının ekmeğine yağ sürmeye veya Eichmann’ı Himmler'in üstü ya da Hitler’in
akıl hocası ilan etmeye niyetleri olmadığı için, sanığı savunur durumuna
düştüler. Ne kadar can sıkıcı olduğu bir yana bırakılırsa, görevin asıl önemli
tarafı verilecek hüküm veya ceza değildi; zira "kanaatimizce, kurbanın
ölümüne azmettiren kişinin hukuki ve ahlaki sorumluluğu,kurbanı öldüren kişinin
sorumluluğundan daha az değildir, bilakis daha fazla bile olabilir"
diyorlardı.
Hâkimlerin bütün bu zorluklardan çıkış
yolu uzlaşmaktı. Karar iki kısımdan oluşuyordu ve çok büyük bir bölümü de iddia
makamının argümanının yeniden yazımından ibaretti. Hâkimler, Almanya'yla
başlayıp Doğu'yla bitirdikleri kararlarıyla, meseleye yaklaşımlarının ne kadar
farklı olduğunu gösterdiler; zira bu durumdan, Yahudilerin çektiği acılardan
ziyade yapılanlara odaklanmaya çalıştıkları anlaşılıyordu. İddia makamını
düpedüz azarlarken, açıkça bu kadar büyük acıların "insanın kavrayışını
aştığını", "büyük yazarlara ve şairlere" göre olduğunu; buna
karşılık fiillerin ve bunlara yol açan saiklerin ne kavrayışı ne de muhakemeyi
aştığını söylüyorlardı. Hatta bir ara iyice ileri gidip bulgularını kendi
sunumlarına dayandıracaklarım; bu konu üstüne bu kadar çalışmasalar, aslında
çoktan kaybolup gitmiş olacaklarını bile söylediler. Nazi yıkım mekanizmasının
bürokratik düzenini çok iyi kavramışlardı, zaten sanığın nasıl bir konumda
bulunduğu da ancak bu sayede anlaşılmıştı. Tarihin bu dönemiyle ilgilenenler,
Hausner'in kitap olarak da yayımlanan açılış konuşmasının aksine, karar
metninde çok şey bu- ^ labilirler. Ancak hâkimler Eichmann’ı, itiraf ettiği
asıl suçun, yani ne yaptığının gayet farkında olarak insanları ölüme
göndermesinin yanı sıra Doğu'daki suçlardan da az çok sorümlu tutarak cezalandırmaya
gerek görmeselerdi, ucuz retoriğe hiç kaçmayan bu karar metni, iddia makamının
argümanını paramparça ederdi.
Başlıca dört
mesele tartışma konusuydu. Birincisi, Eichmann' m, Einsatzgrupperiin
Doğu'da yaptığı kitlesel katliamlara katılımı meselesiydi. Heydrich'in
planladığı bu katliamlar Mart 1941 'de düzenlenen, Eichmann’ın da bulunduğu bir
toplantıda gündeme geldi.
Ne var ki, Einsatzgruppen
komutanları SS’in entelektüel elitleri olduğundan ve bu komutanlann
birliklerindeki askerler de ya suçlu ya da cezalı olduğundan (kimse bu işe
gönüllü olamıyordu), Eich- mann’ın Nihai Çözüm'ün bü Önemli aşamasıyla
bağlantısı sadece, katillerden aldığı ve üstleri için özetlediği raporlarla
sınırlıydı. Bu raporlar, her ne kadar "çok gizli" olsa da, teksir makinasıyla
çoğaltılıyor ve elli ila yetmiş Reich bürosuna gönderiliyordu; her büroda bu
işten sorumlu bir üst düzey yetkilinin Önüne konuyor ve üstler için
özetleniyordu. Ayrıca Hâkim Musmanno ifade verirken, Heyd- rich ile General
Walter von Brauchitsch arasındaki anlaşma taslağını düzenleyen askeri komutan
Walter Schellenberg'in, Einsatzgrup-
periin "sivil nüfusla ilgili planlan", yani sivilleri
öldürme konusunda tam bir serbestliğe sahip olduğunu söylediğini, iddia etti.
Nüm- berg'de konuşurlarken, Brauchitsch ayrıca "bu operasyonları Eich-
mann’m kontrol ettiğini", hatta "bizzat idare ettiğini"
vurgulamıştı. Hâkimler "ihtiyati gerekçelerle", Schellenberg'in
doğruluğu ispatlanmamış ifadesine dayanarak bir sonuca varmayı istemediler ve bu
kanıtı reddettiler. Schellenberg muhtemelen Nümberg hâkimleri ve bu hâkimlerin
Üçüncü Reich'm büyük bir labirente benzeyen idari yapısı içinde yol bulma
konusunda ne kadar becerikli oldukları hakkında fazla fikir sahibi değildi.
Dolayısıyla, bütün bunlar sadece Eichmann'ın Doğu’da olup bitenleri gayet iyi
bildiğini kanıtlıyordu (ki bu durum tartışma konusu bile olmamıştı zaten); ama
hâkimler buradan yola çıkarak şaşırtıcı bir sonuca vardılar ve bu kanıtı fiili
katılımın ispatı açısından yeterli buldular.
Daha ilgi çekici olan ikinci mesele,
Yahudİlerin Polonya gettolarından yakın ölüm merkezlerine nakliyle ilgiliydi.
Bu noktada, ulaştırma uzmanının Genel Hükümet’in denetimindeki topraklarda faal
olduğunu düşünmek gayet "mantıklıydı". Gelgeleîim, daha pek çok
kaynaktan, bütün bu alanın ulaştırma işlerinden Üst Düzey SS ve Polis
Liderleri'nin sorumlu olduğunu biliyoruz - bu durumdan büyük bir üzüntü duyan
Vali General Hans Frank, günlüğünde sürekli herkesin bu işe karışmasından
yakınırken, Eichmann'ın adım bile anmıyordu. Eichmann’ın ulaştırma subayı Franz
Novak, savunma için tanıklık ederken, Eichmann’ın anlattıklarını doğruladı: Ara
sıra Ostbahn'm, Doğu Demiryolları'nm yöneticisiyle görüşmek zorunda kaldıkları
olmuştu tabii; zira batı bölgelerine nakillerin bölge operasyonlarıyla koordinasyon
içinde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. (Nümberg’deyken, Wisliceny bu işlerin
nasıl yürüdüğünü ayrıntılı olarak anlatmıştı. Novak, Ulaştırma Bakanlığı'yla
temasa geçiyordu; trenler savaş alanına giriyorsa, bakanlığın da Ordu’dan izin
belgesi alması gerekiyordu. Ordu seferleri veto edebiliyordu. Ama Wisliceny’nin
anlatmadığı ve belki de çok daha ilginç olan bir şey var: Ordu, veto hakkını
sadece ilk yıllarda, Almanların hücuma geçtiği zamanlarda kullandı; 1944’te,
bütün Alman orduları nafile kaçmaya çalışırken Macaristan'a yapılan nakiller
ricat hatlarını tıkadığında bile bütün seferlere izin verdi.) Ama mesela
1942’de, Varşova gettosunun tahliyesi için günde beş bin insan taşınırken,
demiryolu yetkilileriyle müzakereleri bizzat Himmler yürüttü; Eichmann’ m ve
birliğinin bu işle hiçbir ilgisi yoktu. Hâkimler son olarak Höss duruşmasındaki
tanıklardan birinin ifadesine başvurdu. Bu tanığın anlattıklarına göre,
Auschwitz'e gönderilenler arasında, Genel Hükümet bölgesinden bazı Yahudilerin
yanı sıra Bialystok'tan Yahudi- ler de vardı. Bu Polonya şehri, Alman eyaleti
olan Doğu Prusya topraklarına dahil edilmişti, dolayısıyla Eichmann’m yetki
alanına giriyordu. Yine de, Reich toprağı olan Warthegau’da bile, imhadan ve
nakilden RSHA değil, Bölge Lideri Greiser sorumluydu. Eichmann Lödz gettosunu
-Doğu’nun en büyük ve en son tahliye edilen gettosunu- Ocak 1944’te ziyaret
etse de, aradan bir ay geçmeden Himmler yine bizzat Greiser'i görmeye gitti ve
Lödz'un tasfiyesini emretti. Himmler'in emirlerinin ilham kaynağının Eichmann
olduğunu Öne süren davacının bu asılsız iddiasını dikkate almadığınız sürece,
Eichmann’m Yahudileri Auschwitz’e göndermiş olması, bu toplama kampına giden
bütün Yahudileri Eichmann’m gönderdiğini göstermez. Eichmann'ın iddiaları
ısrarla yalanlamasına ve iddiaları doğrulayan kesin kanıtların yetersizliğine
bakılacak olursa, hâkimlerin verdikleri karar, ne yazık ki, bir in dubio contra reum
(şüphe halinde, kanaat sanığın aleyhine olur) durumu oluşturuyordu. Üçüncü
mesele, Eichmann’ın imha kamplarında olanlardan sorumluluğuyla ilgiliydi; iddia
makamına göre, Eichmann bu konuda büyük bir yetkiye sahipti. Tanıkların bu
meselelerle ilgili ifadelerinin hepsini reddetmeleri, hâkimlerin ne kadar
bağımsız ve adil olduklarını gösteriyordu. Bu noktada öne sürdükleri argüman
çok sağlamdı ve bütün meseleyi aslında nasıl gördüklerini anlatıyordu.
Açıklamalarına, kamplarda iki ayrı kategoriden Yahudiier olduğunu söyleyerek
başladılar. Bu kategorilerden ilki, "nakil Yahudileri" (Jransportju- den),
nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturuyordu ve Nazilerin gözünde bile suçlu
değildi. Diğeri, "ihtiyati tutuklama" kapsamındaki Yahudiier (Schutzhaftjuden),
Alman toplama kamplarına bazı suçlardan dolayı gönderilmişlerdi; rejimin bütün
vahşetini "masumlara" yöneltme ilkesine dayanan totaliter anlayış
nedeniyle, diğerlerinden çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı; Reich’taki
toplama kamplarım judenrein
hale getirmek için Doğu’ya gönderilmeleri kararlaştırıldığında bile çok daha
iyi koşullarda naklediliyorlardı. (Auschvvitz konusunda mükemmel bir tanık olan
Raja Kagan’ın sözleriyle, "Auschvvitz'in en büyük paradoksu" buydu.
"Ceza gerektiren bir suç işleyenler, suç işlemeyenlerden daha iyi muamele
görüyordu." Ayıklamaya tabi tutulmuyor ve genellikle hayatta kalıyorlardı.)
Eichmann'ın Schutzhaftjuden'le
bir ilgisi yoktu, ama Trans-
portjuden onun uzmanlığıydı. Bazı kamplarda muhtemelen çalışmak
üzere seçilen, çok güçlü bireylerden oluşan yüzde 25'lik kesim hariç, Transportjuden tanım
gereği ölüme mahkûmdu. Ne var ki kararda bu meseleden bahsedilmiyordu. Eichmann
kurbanlarının ezici bir çoğunluğunun ölüme mahkûm olduğunu tabii ki biliyordu;
ama işçi seçimi hemen orada, SS doktorları tarafından yapıldığından ve tehcir
edilecekler listesi Eichmann veya adamları tarafından değil, Yahudilerin
geldikleri yerlerdeki Yahudi Konseyleri tarafından hazırlandığından, Eichmann
kimin ölüp kimin yaşayacağına karar vermek şöyle dursun, bunu bilemezdi bile.
Asıl mesele, Eich- mann'm şu laflan ederken yalan söyleyip söylemediğiydi:
"Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm...
Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim." Kitlelerin
ölümünden sorumlu bir insanın kimseyi öldürmemiş olabileceğini (ve bu örnekte,
Öldürecek cesareti olmayabileceğini) bir türlü anlamayan iddia makamı, sürekli
Eichmann’ın kendi elleriyle de cinayet işlediğini kanıtlamaya çalışıyordu.
Bu bizi Eichmann'ın Doğu topraklarındaki
genel otoritesiyle ilgili dördüncü ve son meseleye götürüyor - yani
gettolardaki yaşam koşullarından, kelimelerin kifayetsiz kaldığı sefaletten,
çoğu tanığın ifadesinde değindiği nihai tasfiyelerinden sorumluluğu meselesine.
Eichmann bu konuda da olup biten her şeyden haberdardı, ama
bu
durumun yaptığı işle bir ilgisi yoktu. İddia makamı ilgisi olduğunu kanıtlamak
için çok uğraştı; kendisinin de itiraf ettiği gibi, ara sıra -sürekli değişen
direktifler doğrultusunda- Polonya'da kısılıp kalan Yahudileri ne yapacağına
bizzat karar vermek zorunda kalmasını gerekçe gösterdi. Eichmann'a göre bu,
"milli açıdan önemli” bir meseleydi, Dışişleri Bakanlığı'nı
ilgilendirirdi, bölge yetkililerinin "ufkunu aşardı”. Yabancı uyruklu
Yahudiler konusunda, bütün Alman büroları iki farklı eğilim sergilemişti: bütün
ayrımları reddeden -Yahudi Yahudidir, dönemi- "radikal" eğilim ve bu
Yahudileri mübadele için "yedekte" tutmayı daha uygun bulan
"ılımlı" eğilim. (Yahudileri mübadele etmek muhtemelen Himmler'in
fikriydi. Amerika savaşa girdikten sonra, Aralık 1942’de Müller’e,
"Birleşik Devletlerle güçlü ilişkileri olan bütün Yahudiler özel bir kampa
yerleştirilmeli... ve hayatta kalmalı", ayrıca "Bunlar bizim için
kıymetli rehineler. Aklımda on bin gibi bir rakam var" yazmıştı.) Eichmann
tabii ki "radikal" eğilimlilerdendi, hem idari hem de "idealist"
gerekçelerden dolayı imtiyazlara karşıydı. Ama Nisan 1942’de, Dışişleri
Bakanlığına, "gelecekte, yabancı uyrukluların, Varşova gettosundaki
Güvenlik Polisi’nin aldığı tedbirlere dahil edileceğini" yazmıştı (bu
getto yabancı pasaportu olan Yahudilerden özenle temizlenmişti). Ne var ki, Eichmann
Doğu’da "RSHA adına karar veremezdi", burada "idari
yetkilere" sahip değildi. Yine de, bölge komutanlarına Heydrich'in veya
Himmler'in birtakım emirlerini iletmesinden kaynaklanan -nispeten az da olsa-
bir gücü veya otoritesi olabilirdi. ;
Bir bakıma, işin aslı Kudüs mahkemesinin
sandığından daha beterdi. Hâkimler, Nihai Çözüm'ün uygulamaya geçirilmesinde
Hey- drich’in ülke sınırlarını aşan merkezi bir yetkiye sahip olduğunu;
dolayısıyla bu meseledeki baş yardımcısı Eichmann'm da her yerden Heydrich
kadar sorumlu olduğunu öne sürdü. Bu iddia, Nihai Çözüm’ün iskeleti açısından
gayet doğruydu; buna karşılık, Heydrich koordinasyonu sağlamak amacıyla, Hans
Frank'm Genel Hükümetinin temsilcisi Devlet Müsteşarı Dr. Josef Bühler’i
Wannsee Toplantısı'na çağırmış olsa da, Nihai Çözüm işgal altındaki Doğu
topraklan için aslında geçerli değildi, zira bu bölgelerdeki Yahu- dilerin
kaderi daha işin en başından belliydi. Hitler, Polonya Yahudilerinin
katledilmesine, Nihai Çözüm emrini verdiği Mayıs veya
Haziran 1941'de karar vermemişti;
hâkimlerin, Alman Karşı İstihbarat Servisi’nden Erwin Lahousen'in Nümberg'de
verdiği ifadeden öğrendikleri kadarıyla, Eylül 1939'da karar vermişti:
"Daha Eylül 1939'da, Hitler Polonya Yahudilerini öldürmeye
kararlıydı." (Bu nedenle, Genel Hükümet'e bu bölge işgal edilir edilmez,
Kasım 1939’da Yahudi yıldızından bahsedildin halde; Yahudi yıldızı uygulaması
Alman Reich’mda tam iki sene sonra, Nihai Çözüm zamanında gündeme getirildi.)
Hâkimlerin önünde ayrıca, savaşın başlarında yapılan iki konferansın
tutanakları vardı. Departman başkan- larını ve mobilize katliam birliklerinin
komutanlarını bir araya getiren ilk toplantı, Heydrich tarafından 21 Eylül
1939'da düzenlendi; o dönemde Eichmann hâlâ yüzbaşıydı ve Yahudi Göçü
Merkezi'ni temsil ediyordu. 30 Ocak 1940'ta düzenlenen diğer toplantı
"tahliye ve yerleştirme meseleleriyle" ilgiliydi. İki toplantıda da
işgal altındaki topraklardaki yerli halkın kaderi tartışıldı - yani hem Leh
meselesinin hem de "Yahudi meselesinin" "çözümü" tartışıldı.
Daha bu tarihte bile, "Leh
meselesinin çözümü" açısından büyük bir ilerleme kaydedilmişti:
"Siyasi liderlerin" en fazla yüzde üçü hâlâ hayattaydı; bu yüzde
üçlük kesimi "zararsız hale getirmek için", "toplama kampına göndermek"
gerekiyordu. Leh entelijansiyasının orta katmanı -"öğretmenler, din
adamları, soylular, lejyonerler, geri - dönen subaylar, vb."- kaydedilecek
ye tutuklanacak, "ilkel Lehler" ise "göçmen işçi" olarak
Alman işgücüne eklenecek ve evlerinden "tahliye edilecekti”. "Amaç:
Lehleri dört mevsimlik göçmen işçiler haline getirmek ve sürekli orada ikamet
etmek üzere Krakov şehrine yerleştirmektir." Yahudiler şehir merkezlerinde
bir araya getirilecek ve "kolaylıkla denetim altında tutulabilecekleri ve
daha sonra da rahatlıkla tahliye edilebilecekleri gettolarda
toplanacaktı". Reich'a dahil edilen Doğu topraklarının ~Warthegau, Batı
Prusya, Gdansk, Poznan şehri ve Yukarı Silezya'nın- acilen Yahudilerden
temizlenmesi gerekiyordu. Bu yerlerdeki Yahudiler, otuz bin Çingeneyle
birlikte, trenlerle Genel Hükümet'e gönderildi. Himmler sonunda, "Reich
Alman Halkını Güçlendirme Yetkilisi" sıfatıyla, yeni ilhak edilen bu
topraklardaki Lehlerin öbek öbek tahliyesini emretti. Hâkimlerin tabiriyle
"halkların örgütlü göçünü" uygulamaya geçirme görevi, RHSA’nm "göç,
tahliye" meseleleriyle ilgilenen altbölümü IV-D-4'ün başkanı olarak
Eichmann'a verildi. (Bu "negatif demoğ- rafi politikalarının" öylece
ortaya çıkmadığını, Almanların Doğu' daki zaferlerinin doğal bir sonucu
olmadığını hatırlamakta fayda var. Hitler daha Kasım 1937'de, Üst Düzey Alman
Komutanlar'a hitap ettiği bir konuşmada bu politikaların genel çerçevesini
çizmişti - bkz. Hössbach Protokolü. Hitler yabancı ülkeleri fethetmek gibi bir
niyeti olmadığım, Doğu'da Almanların yerleşebileceği bir "boş alan" (volkloser Raum)
İstediğini söylemişti. Hitler'i dinleyenler -Blomberg, Fritsch, Rader, vd.-
böyle bir "boş alan" olmadığını, dolayısıyla Almanların bu bölgelerde
zafer kazanmalarının otoma- tikman bütün yerli nüfusun "tahliyesiyle”
sonuçlanacağını muhtemelen gayet iyi biliyorlardı. Doğu Yahudilerine karşı
alman tedbirler sadece antişemitizmin sonucu değil, aynı zamanda kapsamlı bir
demografik politikanın belkemiğiydi; bu arada Almanların savaşı kazanmaları
halinde, Lehleri bekleyen kader de Yahudilerinkiyle aynıydı - yani soykırımdı.
Bu sadece bir tahmin değildir: Lehler uzun zamandır -Yahudilerin yıldızından
farklı olarak- üzerinde ’P’ harfi bulunan ayırt edici bir amblem taşımaya
zorlanıyordu; Örneğini daha önce de gördüğümüz gibi, polisin yıkım sürecini
başlatmadan önce aldığı ilk tedbir her zaman bu oluyordu.)
Duruşmada sunulan belgelerden biri de
eylül toplantısından sonra mobilize katliam birliklerinin komutanlarına
gönderilen ekspres bir mektuptu. Bu mektup tek bir konuyla, "işgal
altındaki topraklarda Yahudi meselesiyle" ilgilidir; gizli tutulması
gereken "nihai amaç" ile bu amaca ulaşmak için alınacak
"başlangıç tedbirleri" arasındaki ayrımı ortaya koyar. Belgede
açıkça, başlangıç tedbirlerinden biri olarak, Yahudilerin demiryolu hatları
civarında toplanması gerektiği belirtilir. Belgenin ayırt edici özelliği,
burada "Yahudi meselesinin Nihai Çözümü" tabirine rastlanmamasıdır:
Muhtemelen Leh Yahudilerin imhası için kullanılan "nihai amaç",
toplantıya kaplanların bilmedikleri bir şey değildi; asıl yeni haber, yani
ilhak edilen topraklarda yaşayan Yahudilerin bu bölgelerden tahliye edilip
Polonya'ya gönderileceğiydi - bu esasen Almanya'yı judenrein hale
getirmek için atılan, Nihai Çözüme doğru atılan ilk adımlardan biriydi.
Sanık açısından bakıldığında, söz konusu
belgeler açıkça, Eich- mann'm Doğu'da olup bitenlerle bu aşamada bile neredeyse
hiçbir ilgisi olmadığım gösteriyordu. Burada'da sadece "ulaştırma" ve
"göç" uzmanı rolü oynuyordu; Doğu’da ne bir
"Yahudi uzmanına" ihtiyaç duyuluyordu, ne özel "direktifler"
gerekliydi, ne de imtiyazlı kategoriler vardı. Gettolar sonunda tasfiye
edilirken, Yahudi Konseylerinin üyeleri bile istisnasız imha edildi. Kimseye
ayrıcalık ta- mnmıyordu; sadece köle işçileri biraz daha farklı, daha yavaş bir
ölüm bekliyordu. Bu nedenle, Yahudıleri yakalama ve toplama konusunda, hemen
"Yahudi Liderleri Konseyleri"nin kurulmasını sağlaması bakımından söz
konusu idari katliamlarda hayati bir rol oynadığı düşünülen Yahudi
bürokrasisine en ufak bir görev bile verilmedi. Bütün bu olaylar, orduların
geride bıraktığı yerlerdeki insanlara vahşice kurşun yağdırma döneminin sonuna
gelindiğini haber verir. Anlaşılan Ordu komutanları sivillerin katledilmesine
karşı çıkmıştı; bunun üzerine Heydrich, Alman Genelkurmayı ile ilke düzeyinde bir
anlaşma yapmış, bütün Yahudıleri -Leh entelijansiyası, Katolik din adamları,
soylular- "tek seferde temizleme" sözü vermişti; ancak iki milyon
Yahudinin "temizleneceği" bu kadar kapsamlı bir operasyon için,
Yahudilerin öncelikle gettolarda toplanması gerektiğine karar verilmişti.
Hâkimler, sanığı, tanıkların duruşmada
tekrar tekrar anlattıkları, insanın tüylerini diken diken eden hikâyelerle
ilgili bu iddialar açısından suçsuz bulmuş olsalardı, verecekleri karar yine de
değişmeyecek, Eichmann ölüm cezasından kaçamayacaktı. Sonuç aynı olacaktı.
Ancak iddia makamının argümanını tümüyle, geri dönüşü olmayan bir biçimde,
paramparça etmiş olacaklardı.
SAVAŞIN son
haftalarında, SS bürokrasisi
esasen sahte kimlik belgeleri düzenlemekle ve altı senelik sistematik katliamı
belgeleyen kâğıt yığınlarım yok etmekle meşguldü.'Eichmann'm departmanının
bütün belgelerini yok etmeyi başarması elbette pek işe yaramadı, zira bütün
yazışmalar diğer Devlet ve Parti bürolarıyla yapılmıştı ve bu birimlerin
dosyaları da Müttefiklerin eline geçmişti. Kalan belgeler, büyük bir bölümü
Nümberg Duruşmalarından ve onu takip eden diğer duruşmalardan zaten bilinen
Nihai Çözüm hikâyesini anlatmaya yeter de artardı. Genellikle Önceki
duruşmalardaki tanıkların ve davalıların ve çoğu kez de artık hayatta olmayan
kişilerin verdikleri ifadeler bu hikâyeyi doğruluyordu. (Bütün bunlar, keza
kulaktan dolma bilgilere dayanan kanıtlar Eichmann’m yargılandığı kanunun 15.
Maddesi uyarınca kabul edildi; zira bu bölüme göre mahkeme, "gerekçelerini
kayda geçirmek" şartıyla, "kanıtlara ilişkin kurallardan
sapabilirdi".) Belgelenmiş kanıtlar, Kudüs'e gelemeyen on altı tanığın
ifadesi yuridışındaki, Almanya, Avusturya ve İtalya’daki mahkemelerden temin
edildi. Bu tanıkların Kudüs'e gelememelerinin nedeni, Başsavcının "Yahudi
halkına karşı işledikleri suçlardan dolayı haklarında dava açmayı
düşündüğünü" du~ yurmasıydı. Her ne kadar ilk celsede "Savunmanın
elinde buraya gelip tanıklık etmeye hazır kişiler varsa, buna engel
olmayacağım. Zorluk çıkarmayacağım" demiş olsa da, daha sonra bu kişilere
böyle bir dokunulmazlık tanımaktan vazgeçti. (Dokunulmazlık hakkı tanımak
tümüyle hükümetin iyi niyetine bağlıydı, Nazi ve Nazi İşbirlikçileri [Ceza]
Yasası zorunlu değildi.) Bu on altı beyefendinin hangi koşullar altında olursa
olsun İsrail’e gelmesi pek mümkün ol-. madığmdan -yedisi zaten hapisteydi- bu
teknik mesele aslında son
derece önemliydi. Bir kere, İsrail'deki belge ve tanıklar
"diğer ülkelerdekinden kat kat fazla olduğundan", İsrail mahkemesinin
-en azından teknik olarak- "Nihai Çözümü uygulayanların yargılanacağı bir
duruşma için en uygun yer olduğunu" öne süren İsrail'in bu iddiasını
çürütüyordu; üstelik belgelerle ilgili iddia da her halükârda şüpheliydi,
İsrail'deki Yad Vashem arşivi nispeten yakın bir zamanda kurulmuştu ve diğer
arşivlerden üstün bir tarafı yoktu. Kısa bir süre sonra, savunma tanıklarının
sesinin duyulmadığı ve savunmanın iddia makamının bazı tanıklarını, önceki
duruşmalarda yazılı ifade verenleri çapraz sorguya alamadığı tek ülkenin İsrail
olduğu anlaşıldı. Sanığın ve avukatının "savunma belgelerine
ulaşamadıkları bir konumda bulundukları" göz önünde bulundurulursa, durum
sanıldığından daha da ciddiydi. (İddia makamının bin beş yüz belgesine karşı
Dr. Servatius yüz on belge sunmuştu, ama bu yüz on belgeden en fazla bir
düzinesinin kaynağı savunmaydı ve bunların çoğu da Poliakov veya Reitlinger’in
kitaplarından yapılmış alıntılardı; Eichmann’ın çizdiği 17 grafik hariç,
savunma diğer bütün belgelerini, iddia makamının ve İsrail polisinin topladığı
zengin bir malzeme yığınının içinden seçmişti. Görünüşe göre, savunma makamının
payına düşen sadece zengin adamın tabağında kalan yemek kırıntıları olmuştu.)
Aslında savunmanın, bu işi doğru dürüst yapmak için gerekli "araçları da
zamanı da" yoktu, "dünyanın arşivleri ve hükümetin araçları"
emrine amade değildi. Benzer eleştiriler Nümberg Duruşmalan'na da
yöneltilmişti; üstelik bu örnekte, iddia makamının statüsüyle savunmamnki
arasındaki eşitsizlik daha da göze batıyordu. Nümberg'de olduğu gibi Kudüs’te,
de savunmanın en büyük handikabı, bu belge yığınını tarayıp davada işe
yarayacak ne varsa bulup çıkaracak eğitimli araştırma görevlisi personelinden
yoksun olmasıydı. Bugün, savaştan on sekiz sene sonra bile, Nazi rejimiyle
ilgili bilgimiz büyük ölçüde bu muazzam malzeme arşivinden iddia makamının
amaçlan doğrultusunda yapılan seçime dayanıyor.
Bu dezavantajın ne kadar belirleyici
olduğunu kuşkusuz kimse Dr. Servatius’tan daha iyi bilemezdi. Her şeyden önce
Nürnberg'de de savunma avukatlığı yapmış olması, durumu bile bile bu davayı
neden kabul ettiği sorusunun cevabını daha da ilgi çekici hale getiriyordu. Dr.
Servatius "bu sadece bir iş" diyordu, biraz "para kazanmak"
istemişti; ama Nümberg deneyiminden, İsrail hükümetinin ona komik bir meblağ
ödeyeceğini biliyor olmalıydı - hükümetten yirmi bin dolar istemiş, Eichmann'm
Linz'de yaşayan ailesinden de on beş bin mark almıştı, ama toplam da pek tatmin
edici değildi. Neredeyse duruşmanın daha ilk gününden, çok az para aldığı için
yakınmaya başladı; kısa bir süre sonra, Eichmann’m hapiste "gelecek
nesiller için" kaleme alacağı "anılarını" satmayı umduğunu dile
getirdi. Böyle bir iş anlaşmasının uygun olup olmadığını bir yana bırakırsak,
ümitleri suya düşecekti, zira İsrail hükümeti Eichmann'm hapiste yazdığı her
şeye el koydu. (Bu belgeler şimdi Milli Arşivler’de bulunuyor.) Eichmann,
davanın ertelendiği ağustos ayıyla karann açıklandığı aralık arasında bir kitap
yazmıştı; savunma bu kitabı, Temyiz Mahkemesi’nden önce yapılan revizyon
işlemleri sırasında "gerçeklere dayanan yeni kanıt” olarak sundu - ama bu
kitap şüphesiz ne gerçeklere dayanıyordu ne de bir kanıttı.
Davalının konumuna gelince, mahkeme,
Eichmann'm İsrailli polis müfettişine verdiği, davaya hazırlanmakla geçen on
bir ay boyunca el yazısıyla aldığı birçok notla, desteklediği ayrıntılı ifadeye
güvenebilirdi. Bunların gönüllü ifadeler olduğuna hiç şüphe yoktu, çoğunun
ortaya çıkış nedeni sorulan sorular bile değildi. Eichmann'm karşısında tam bin
altı yüz belge vardı; bir süre sonra, bunlardan bazılarını önceden gördüğü
anlaşılacaktı. Bu belgeler Eich- mann'a Arjantin’deyken, Sassen görüşmesi
sırasında verilmişti; durumu haklı çıkarmak isteyen Hausner, bunun için
"kostümlü prova" diyordu. Eichmann bu belgeleri sadece Kudüs’teyken
ciddi ciddi incelemişti; mahkemeye çıkarıldığı zaman, vaktini hiç boşa
harcamadığı hemen anlaşıldı: Polis soruşturması sırasında bilmediği bir şey
öğrenmişti, artık belgeleri okuyabiliyordu ve bu işte avukatından daha iyiydi.
Eichmann’m mahkemede verdiği ifade, davadaki en önemli kanıt haline geldi.
Avukatı Eichmann'ı 20 Haziran'da, yetmiş beşinci celsede kürsüye çıkardı ve on
dört celse boyunca, 7 Temmuz’a kadar neredeyse hiç nefes almadan sorguladı.
Aynı gün, seksen sekizinci celse sırasında iddia makamının çapraz sorgusu
başladı; 20 Temmuz’a kadar, bir on yedi celse de bu sürdü. Bu arada birkaç
hadise meydana geldi: Eichmann bir keresinde artık canına tak ettiğini, Moskova
usulü "her şeyi itiraf edip" kurtulmak istediğini söyledi, bir
keresinde de "biftek gibi ızgarada pişirilmekten" yakındı; ama
genellikle gayet sakindi, başka bir soruyu yanıtlamayacağını söylerken ciddi
değildi, sadece gözdağı vermeye çalışıyordu. Hâkim Kaleviye, "ori beş
yıldır sırtına yüklenen asıl iddialar arasından hakikati eleme fırsatı
yakaladığı için ne kadar memnun olduğunu" ve gelmiş geçmiş en uzun çapraz
sorguya tabi tutulduğu için ne kadar gurur duyduğunu söyledi. Avukatı Eichman’ı
en fazla bir celse boyunca, kısaca tekrar sorguladıktan sonra, sıra artık
hâkimlerdeydi; üç hâkim, iddia makamının on yedi celsede yapamadığı işi iki
buçuk celse gibi kısa bir zamanda yaparak Eichmann’dan daha fazla bilgi aldı.
Eichmann 20 Haziran’dan 24 Temmuz'a kadar,
toplam otuz üç buçuk celse boyunca kürsüde kaldı. Bunun neredeyse iki katı
kadar bir zaman, altmış iki celse de iddia makamının başka başka ülkelerden yüz
kadar tanığının anlattığı dehşet verici hikâyelerle geçti. Tanıkların ifadeleri
24 Nisan’dan 12 Hazirana kadar devam etti, aradaki zamanın tamamı belgelerin
teslimiyle geçti; Başsavcı bu belgelerin büyük bir bölümünden mahkemenin
kaydını çıkarmaya çalıştığı ve hazırladığı kayıtları da her gün basma dağıttı.
Tanıkların çok küçük bir kısmı İsrail vatandaşıydı, bu kişiler yüzlerce aday
arasından seçilmişti. (Doksanı, kelimenin tam anlamıyla hayatta kalmayı
başarmış kişilerdi, savaşı Nazi esaretinin şu veya bu biçimi altında
geçirmişlerdi.) Bütün bu baskılara dayanıp (ki bir dereceye kadar dayandılar
da; zira Quentin Reynolds'm iki Israilli gazetecinin sağladığı malzemeye
dayanarak yazdığı Minister of
DeatKtt [1960, Ölüm Bakanı] sözü edilen potansiyel tanıkların
hiçbiri kürsüye çıkarılmadı) gönüllü olmayanları bulmaya çalışsalar ne kadar
akıllıca davranmış olurlardı! Davacı iddiasını kanıtlamak ister gibi, bir
yazarı tanık olarak çağırdı. K-Zetnik -toplama kamplarında kalanlar için
kullanılan argo bir kelime- adıyla Atlantik'in iki yakasında da tanınan bu
yazar, genelevler, eşcinseller ve insanların diğer "ilginç
hikâyeleriyle" ilgili olarak Auschwitz üstüne bir sürü kitap yazmıştı.
Çeşitli vesilelerle halkın karşısına çıktığı zamanlarda yaptığı gibi,
konuşmasına neden bu adı kullandığını açıklayarak başladı. Söylediğine göre, bu
bir "takma ad" değildi. "Bir ulus çarmıha gerildikten sonra
dünya yeniden uyanana kadar... bir adam çarmıha gerildikten sonra insanlık
yeniden doğana kadar bu adı taşımak zorundayım," dedi. Konuşmasına biraz
da astrolojiyle devam etti: "dünyamızdan görünen, gezegenimize ışık saçan,
Ausch- witz'deki kül yıldızlan gibi kaderimizi etkileyen" yıldız. Sıra
"Doğa üstündeki doğal olmayan gücüne" gelince -buraya kadar
konuşmasına devam etmesini sağlayan bu güç, şimdi de durup soluklanmak zorunda
bırakıyordu onu- Hausner bile bu "ifadeye" müdahale etmek zorunda
hissetti ve çekine çekine, gayet kibar bir biçimde, lafa girdi: "İzniniz
olursa birkaç soru sorabilir miyim?" Mahkeme reisi bu fırsatı kaçırmadı:
"Bay Dinoor, lütfen, lütfen,
Bay Hausner'i ve beni dinleyin." Hayal kırıklığına uğrayan, muhtemelen
derinden yaralanan tanık, olanları görünce iyice bitkin düştü ve başka bir
soruya cevap vermedi.
Bu Örnek kuşkusuz bir istisnaydı, ama
normalliğin ne olduğunu gösteren bir istisnaydı Hikâye anlatıcısının on altı,
bilemedin yirmi sene Önce başına gelenler ile bu arada okudukları, duydukları ve
hayal ettikleri arasında ayran yapmakla ilgili o ender yeti şöyle dursun,
hikâye anlatma yeteneğinin ve basitliğin ne olduğunu göstermiyordu. Bu
zorluklar aşılamadı, ama iddia makamının tanık seçimi konusundaki tercihini bir
bakıma tanınmış Yahudilerden yana kullanmasıyla daha beter hale de gelmedi.
Büyük bir bölümü kendi deneyimleriyle ilgili kitaplar yayımlamış olan bu
tanıklar, zaten yazdıklarını anlatıyorlar ya da daha önce de tekrar tekrar
anlattıkları şeylerden bahsediyorlardı. Geçit töreni, kronolojik bir sıra
izlemeye yönelik nafile bir çabayla, Almanya’dan sekiz tanıkla başladı.
Tanıklar, yeterince Ölçülü olmakla beraber, "hayatta kalanlardan"
değildi; zamanında Almanya'da üst düzey mevkilerde görev alan, şimdi de
İsrail'in sosyal yaşamının önde gelen simaları arasında sayılan bu Yahudi
yetkililerin hepsi Almanya'yı savaş başlamadan önce terk etmişti. Onların
arkasından Prag'dan beş, Avusturya'dan da bir tanık kürsüye çıktı (iddia makamı
Avustura'yla İlgili olarak, Dr. Löwen- herz'in savaş sırasında başlayıp savaşın
bitiminden kısa bir süre sonra bitirdiği değerli raporlarını sunmuştu). Fransa,
Hollanda, Danimarka, Norveç, Lüksemburg, İtalya, Yunanistan ve Sovyet Rusya’
dan birer; Romanya ve Slovakya'dan üçer, Macaristan'dan on üç tanık vardı. Ama
tanıkların çok büyük bir bölümü, elli üçü, Eich- mann'm neredeyse hiç yetkiye
ve otoriteye sahip olmadığı Polonya ve Litvanya'dandı. (Sadece Belçika ve
Bulgaristan'dan tanık yoktu.) Bu insanların hepsi, keza mahkemeye
Auschvvitz'den (on), Treblin- ka’dan (dört), Chelmno'dan ve Majdanek'ten
bahseden on altı kişi "arka plan tanığıydı”. Theresienstadt için durum
biraz farklıydı; zira Reich topraklarındaki bu eski getto, Eichmann'm bir
ölçüde güce sahip olduğu tek kamptı. Theresienstadt için dört, Bergen-Belsen mübadele
kampı için de bir tanık vardı.
Bu geçit töreninin sonunda-Yad Vashem'in Bülten'inde ifadeleri
özetlemek için kullandığı tabirle- "tanıkların konu dışına çıkma
hakkı" o kadar yerleşmişti ki, Hausner'ın "genel manzarasını
tamamlamak" için yetmiş üç celse boyunca mahkemeden izin istemesi aslında
sadece bir formaliteydi. Elli celse kadar önce şu "manzara resmi"
işine şiddetle karşı çıkan Hâkim Landau, savaşta Britanya Sekizinci Ordusu'na
bağlı bir Yahudi savaş gücü olan Yahudi Tuga- yı’mn eski üyelerinden birinin
tanık olarak çağırılmasını hemen kabul etti. İddia makamının bu son tanığı
Aharon Hoter-Yishai artık avukatlık yapıyordu; Filistin'e yasadışı göçü
düzenlemekle sorumlu Aliyah Beth Örgütünün himayesinde yürütülen, Avrupa'da
hayatta kalan Yahudileri bulmaya yönelik girişimlerin koordinasyonuyla
görevliydi. Hayatta kalan Yahudiler, Avrupa'nın dört bir yanma dağılmış sekiz
milyon mültecinin, Müttefiklerin en kısa zamanda ülkesine geri göndermeyi
istediği gezici bir insan yığınının araşma karışmıştı. İşin kötü tarafı,
Yahudiler de eskiden yaşadıkları yerlere gönderileceklerdi. Hoter-Yishai,
"savaşçı Yahudi milletinin" üyeleri olduklarını söylediklerinde
kendisinin ve dava arkadaşlarının nasıl karşılandıklarını; "üzerine
mürekkeple Davud'un Yıldızı çizilmiş bir kumaşı bir sopaya geçirmenin"
neredeyse açlıktan ölmek üzere olan insanları o tehlikeli kayıtsızlık halinden
çıkarıp kendilerine getirmeye yettiğini anlattı. Ayrıca, "mülteci
kamplarından ayrılıp bir biçimde evin yolunu bulanların" dönüp dolaşıp başka
bir mülteci kampına geldiğini, zira "ev" diyebilecekleri bir yerleri
kalmadığını anlattı. Mesela, küçük bir Polonya şehrinde yaşayan altı bin
Yahudiden sadece on beşi hayatta kalmış, bu Yahudilerin de dördü geri
döndüklerinde Lehler tarafından öldürülmüştü. Son olarak da, kendisinin ve
başkalarının, Müttefiklerden önce davranıp iade girişimlerini durdurmaya
çalıştıklarını, ama çoğu zaman geç kaldıklarını anlattı:
"Theresienstadftan sağ çıkan otuz iki bin kişi vardı. Birkaç hafta içinde
sadece dört bin kişi kaldı. Yirmi sekiz bin kişi ya çoktan geri dönmüştü ya da
dönüş yolundaydı. Orada bulduğumuz dört bin Yahudiden biri bile doğup büyüdüğü
yere geri dönmedi, çünkü bu arada nereye dönecekleri belli olmuştu" -
dönecekleri yer o zamanın Filistin'i, kısa bir süre sonra İsrail olacak
topraklardı. Bu ifadede, belki de o zamana kadar dinlenen bütün ifadelerde
olduğundan daha güçlü bir propaganda havası vardı; ayrıca gerçekler de
yanıltıcı bir biçimde sunuluyordu. Kaşım 1944’te, Auschvvitz'e giden son parti de
Theresienstadt'tan ayrıldıktan sonra, bu kampta tutulan insanlardan geriye
sadece on bin kişi kalmıştı. Şubat 1945' te, ulaşım sistemlerinin tamamı
neredeyse çökmek üzereyken, Na- ziler Theresienstadt'a karina evlilik yapan
altı ila sekiz bin kişi daha gönderdiler. Nisan 1945'te kamp Kızıl Haç'ın eline
geçince, sayısı kabaca on beş bini bulan bütün diğer Yahudiler açık yük
vagonlarına doluştular veya yollara döküldüler. Bunlar Auschwitz'den sağ
çıkanlar, çalışma gruplarında görev alan Yahudilerdi; çoğu Polonya’ dan veya
Macaristan'dan gelmişti. Ruslar 9 Mayıs 1945'te kampı kurtarınca, baştan beri
Theresienstadt'ta tutulan pek çok Çek Yahudisi kampı hemen terk edip
kendilerine bir yuva kurdular; kendi ülkelerinde kalıyorlardı. Ruslar salgın
hastalıkların iyice artması nedeniyle karantina emri verince, çoğunluk kendi
başının çaresine bakmak zorunda kaldı. Dolayısıyla Filistinli yetkililerin
buldukları Yahudiler muhtemelen çeşitli nedenlerle geri dönemeyen veya
dönmesine izin verilmeyen Yahudilerdi - yani hastalar, yaşlılar, ailesinin
tamamını kaybettiği içirt tek başına kalan ve nereye gideceğini bilemeyenler,
vb. Bütün bunlara karşılık, Hoter-Yishai en temel hakikati de dile getirdi:
Gettolardan ve toplama kamplarından sağ çıkanların, uzun bir süre dünyanın vahşi
bir orman ve kendilerinin de av olduğunu hissedenlerin, mutlak bir çaresizlik
ve terk edilmişlik kâbusundan canlı kurtulanların tek bir dileği vardı - bir
daha Yahudi olmayan kimseyi görmeyecekleri bir yere gitmek. Filistin'deki
Yahudi yetkililerden, yasal veya yasadışı yollardan, Öyle veya böyle oraya
gidip gidemeyeceklerini, orada kendilerine kucak açılıp açılmayacağım
öğrenmeleri gerekiyordu; yetkililerin kendilerini İkna etmesine gerek yoktu.
Çok nadiren de olsa, insan bazen Hâkim
Landau'nun savaşını kaybetmesine seviniyordu. Landau aslında ilk mağlubiyetini
daha savaş başlamadan aldı. Zira Hausner'iri ilk arka plan tanığı, ifade
vermeye gönüllü olmuş birine benzemiyordu. Başında Yahudilerin ğe- leneksel
takkesiyle, ufak tefek, çelimsiz, saçı sakalı kalmamış, baston yutmuş gibi
duran yaşlı bir adamdı; bir bakıma "ünlü" sayılırdı, iddia makamının
genel manzarasına neden onunla başlamak istediği hemen anlaşılacaktı. Bu adam
Zindel Grynszpan'dı; yani, daha on yedi yaşındayken, 7 Kasım 1938’de Paris'teki
Alman Büyükelçiliği- 'ne gidip üçüncü kâtip olan genç Emst vom Rath’ı vurarak
öldüren Herschel Grynszpan'm babası. Bu suikast Almanya ve Avusturya'da
pogromlan, 9 Kasım’da meydana gelen ve aslında Nihai Çözüm’ün başlangıcı olan Kristallnacht'ı
tetiklemişti (ama Eichmann'ın Nihai Çözüm'ün hazırlık süreciyle bir ilgisi
yoktu). Grynszpan’m bu fiilinin saikleri asla açıklığa kavuşmadı; iddia
makamının diğer tanığı, Grynszpan’m ağabeyi bu konuda konuşmayı hiç ama hiç
istemiyordu. Mahkemenin Grynszpan'm yaptıklarını açıklamak için sorgusuz
sualsiz kabul ettiği gerekçe, 1938'de, ekimin son günlerinde, aralarında
Grynszpan ailesinin de bulunduğu on yedi bin Leh Yahudisi- nin Alman
topraklarından kovulmasının intikamım almak istemesiydi. Ama bu açıklamanın pek
aslı astarı yoktu. Herschel Grynszpan psikopatın biriydi, okulu bitirememişti,
yıllarca Paris senin Brüksel benim etrafta sürtmüştü, iki şehirden de
kovulmuştu. Gryn- szpan’ı çıkarıldığı Fransız mahkemesinde savunan avukatı,
eşcinsel ilişkileriyle ilgili kafa karıştırıcı bir hikâyeye başvurmuş; iade
edildiği Almanya'da hiç yargılanmamıştı. ("Auschwitz paradoksunu",
yani suç işleyen Yahudilerin canlarının bağışlandığı iddiasını kanıtlamak
istercesine, Grynszpan'm savaştan sağ çıktığı söylenir.) Vom Rath kesinlikle
ümitsiz bir kurbandı, açıkça Nazi karşıtı fikirler benimsediği ve Yahudi
sempatizanı olduğu için Naziler peşini hiç bırakmamıştı; eşcinsellik hikâyesini
de muhtemelen Gestapo uydurmuştu. Grynszpan belki de hiç farkında olmadan,
Paris'te bir taşla iki kuş vurmak-hem Almanya pogromlan için bahane bulmak hem
de bir Nazi muanzmdan kurtulmak- isteyen Gestapo ajanlarının işine alet
olmuştu. Ne var ki Gestapo ajanlan, kara çalmak için Yahudi oğlanlarla sapık
ilişkiler yaşayan bir eşcinsel olduğunu söyledikleri vom Rath’ı aynı zamanda
bir şehit, "dünya Yahudilerinin" aldığı bir kurban ilan
edemeyeceklerini görememişlerdi.
Ne olursa olsun, ortada bir gerçek var:
1938 sonbahannda, Polonya hükümeti Almanya'da ikamet eden bütün Yahudilerin 29
Ekim'e kadar vatandaşlıktan çıkarılmasını emretti. Bu emrin nede- ııi
muhtemelen Alman hükümetinin bu Yahudileri Polonya'ya göndermeye niyetlendiğini
öğrenmeleri ve bunu önlemek istemeleriydi. Büyük olasılıkla Zindel Grynszpan
gibi insanların böyle bir emrin varlığından bile haberi yoktu. Grynszpan
Almanya'ya 1911’de, yirmi beş yaşlarında bir delikanlıyken, Hanover’da bir
bakkal açmak için gelmişti. Bu arada sekiz çocuğu olmuştu. 1938’de bu felaketle
karşılaştığında, Almanya’ya geleli yirmi yedi sene olmuştu; ama pek çok insan
gibi Grynszpan da vatandaşlık talebinde bulunmayı ve kimliğini değiştirmeyi
gerekli görmemişti. Şimdi de hikâyesini anlatmak için gelmişti; savcının
sorularını dikkatle dinliyor, lafı hiç dolandırmadan, olabildiğince az
kelimeyle açık seçik cevaplar veriyordu.
”27 Ekim 1938’de, perşembe günü, saat
sekizde, bir polis kapımızı çalıp 11 No’iu Bölge Karakolu'na gitmemizi söyledi.
'İşiniz uzun sürmez, yanınıza bir şey almanıza gerek yok, pasaportlarınız
yeter' dedi.” Grynszpan ailesiyle, bir kızı, bir oğlu ve karısıyla söylenen
yere gitti. Karakola varınca "oturan, dikilen bir sürü insan" gördü,
"çoğu ağlıyordu. Polis sürekli 'imzala, imzala, imzala' diye
bağırıyordu... İmzalamak zorunda kaldım, herkes imzalıyordu. Biri hariç. Yanlış
hatırlamıyorsam adı Gershon Silber'di, yirmi dört saat boyunca köşede dikilmek
zorunda kaldı. Bizi konser salonuna götürdüler... şehrin dört bir yanından bir
sürü insan vardı, yaklaşık altı yüz kişi. Cuma akşamına kadar orada kaldık,
yirmi dört saat boyunca, evet cuma akşamına kadar... Sonra bizi yirmişer
yirmişer polis kamyonlarına, mahkûm arabalarına bindirip demiryolu istasyonuna
götürdüler. Sokaklar ’Yahudiler Filistin'e defolun!' diye bağıran insanlarla
doluydu... Bizi trenlerle Almanya-Polonya sınırındaki Neubenschen'e götürdüler.
Sebt gününde vardık, sabahın altısında. Bir sürü tren geldi, Leipzİg'den,
Köln'den, Düsseldorftan, Essen'den, Biederfeld'den, Bremen'den. Hep beraber
yirmi bin kişiyi buluyorduk... Sebt günüydü, 29 Ekim... Sınıra varınca üstümüzü
aradılar, paramız var mı yok mu ona baktılar; yanında on marktan fazla
olanların parasına el koydular. Alman kanunları böyleydi, ülke dışına on
marktan fazla para çıkaramıyordunuz. Almanlar 'Buraya gelirken cebiniz dolu
muydu sanki, on markla geldiniz on markla gideceksiniz' dediler.” Polonya
sınırına doğru, iki kilometre kadar yürümek zorunda kaldılar; Almanlar onları
sınırdan gizlice sokmayı planlıyorlardı. "SS'ler bizi sürekli itip
kakıyordu, sallananları dövüyorlardı, yol kan içindeydi. Bavullarımızı aldılar,
bize köpek muamelesi yaptılar, Almanların etrafa nasıl dehşet saçtıklarım ilk
defa o zaman gördüm. 'Koş! Koş!' diye bağırıyorlardı. Biri bana vurunca çukura
düştüm. Oğlum hemen yardıma geldi, 'Koş, Baba, Koş! Yoksa seni öldürecekler!’
dedi. Sınırın açık tarafına gelince... önce kadınlar girdi. Lehlerin hiçbir
şeyden haberi yoktu. PolonyalI bir komutanı çağırdılar. Bazı yetkililer
belgelerimizi incelediler; Polonya vatandaşı olduğumuzu, özel pasaportlarımız
olduğunu gördüler. Girmemize izin vermeye karar verdiler. Altı bin kişilik bir
kasabaya götürüldük, on iki bin kişi kadardık. Deli gibi yağmur yağıyordu,
herkes yorgunluktan bayılmak üzereydi - her tarafta yaşlı erkeklerle kadınlar
vardı. Çektiğimiz acı büyüktü. Yiyecek hiçbir şey yoktu, perşembeden beri
açtık..." Askeri bir kampa götürüldüler, "boş yer olmadığı için
ahırlara" yerleştirildiler. "Galiba [Polonya' daki] ikinci günümüzdü.
İlk gün Poznan’dan ekmek dolu bir kamyon gelmişti, pazar günüydü. Sonra
Fransa'ya,.. oğluma bir mektup yazdım: 'Almanya'ya mektup yollama. Zbaszyn'deyiz.'”
Hikâyeyi anlatması on
dakikadan fazla sürmedi. Yirmi dört saati bulmayan bu yirmi yedi senelik
anlamsız, gereksiz yıkımı anlatması bittiğinde, saçma fikirlere kapılmadan,
"herkese ama herkese •mahkemede konuşma hakkı verilmeli" diye
düşünmeden edemiyordunuz. Ama nihayetinde, bir türlü sonu gelmeyen bu
celselerde, hikâyeyi -özellikle de şiirin dönüştürücü alanına kaymadan-
anlatmanın aslında ne kadar zor olduğunu; bunun için erdemli insanlarınki kadar
saf bir ruh, katışıksız bir akıl ve yürek masumiyeti gerektiğini anlıyordunuz.
Duruşmadan gelmiş geçmiş bütün insanlar arasında, dürüstlüğü Zindel Grynszpan'm
ışıl ışıl parıldayan dürüstlüğünün kıyısından geçen tek bir kişi bile yoktu. .
Kimse Grynszpan’m ifadesinin
"dramatik bir an"la uzaktan yakından ilgisi olduğunu söyleyemezdi.
Ama birkaç hafta sonra, hiç beklenmedik bir zamanda, tam da Hâkim Landau iyice
çığımdan çıkan işleri tekrar normal ceza mahkemesi usulüne uygun hale getirmek
için ümitsizce çırpınırken meydana gelen başka bir olay, için de bunu
söylemeden edemezdi. Tanık kürsüsünde "şair ve yazar" Abba Kovner
vardı. İfade vermekten ziyade, insanların karşısında konuşma yapmaya alışkın
birinin rahatlığıyla belli bir dinleyici kit- leşine hitap eder gibiydi. O
konuşurken sözünü kesmeye yeltenmelerine çok içerliyordu. Mahkeme reisi,
Kovner’den biraz kısa kesmesini rica etmişti (bu durumdan ne kadar rahatsız
olduğu çok belliydi); tanığını savunan Hausner'e de "mahkemenin bu konuda
sabırsız davrandığını öne süremeyeceği"ni söylemişti (duydukları tabii ki
Hausner'in de hoşuna gitmemişti). Ortalığın hafif gerildiği bir sırada, tamk
laf arasında, eskiden Alman Ordusu'nda çavuş olan Anton Schmidt'in adını
anmıştı - duruşmayı izleyenlerin bu ismi hiç duymadığı söylenemezdi; zira Yad
Vashem birkaç sene önce Yiddiş dilinde çıkardığı Bülteninde Schmidt'in
hikâyesini yayımlamıştı ve Amerika'da yayımlanan birkaç Yiddiş gazete de bu
hikâyeyi alıp kullanmıştı. Anton Schmidt Polonya'da, birliğiyle ilişiği kesilen
başıboş Alman askerlerini toplamakla görevli bir inzibat dev- riyesinin
başıydı. Bu işi yaptığı sırada, Yahudi partizanlarla karşılaşmış, tanınmış
simalardan Bay Kovner de dahil olmak üzere bu grubun pek çok üyesiyle tanışmış,
sahte belgeler ve askeri kamyonlar temin ederek onlara yardım etmişti. Hepsinden
önemlisi: "Bunu para için yapmadı.” Bu beş ay kadar, Ekim 1941'den Mart
1942’ye kadar böyle devam etti; ama Anton Schmidt sonunda yakayı ele verdi,
tutuklanıp idam edildi. (İddia makamının bu hikâyeyi gündeme getirmesinin
nedeni, Kovner'in Eichmann adını ilk defa Sch- midt’ten duyduğunu anlatmasıydı;
Schmidt aynca, Ordu'da dolaşan söylentilere göre, "her şeyi
ayarlayan" kişinin Eichmann olduğunu söylemişti.)
Dışarıdan, Yahudi olmayan dünyadan gelen
yardıma kesinlikle ilk defa dikkat çekilmişti. İddia makamı ne kadar sık
"Neden isyan etmediniz?" diye soruyorsa, Hâkim Halevi de o kadar
sık" Yahudi- ler hiç yardım gördü mü?” diye soruyordu. Cevaplar
birbirinden çok farklıydı, bir sonuca varamıyorlardı - "Bütün dünya bize
karşıydı"; Yahudileri saklayan Hıristiyan ailelerin sayısı "bir elin
parmaklarım geçmiyordu", toplam on üç bin aileden taş çatlasa altısı
Yahudilerin saklanmasına yardım etmişti. Ancak bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, ne kadar şaşırtıcı da olsa, Polonya'da durumun bütün
diğer Doğu Avrupa ülkelerindekinden daha iyi olduğu söylenebilirdi. Artık Leh
bir kadınla evli olan ve İsrail’de yaşayan bir Yahudi, karısının savaş sırasmda
kendisiyle birlikte on üç Yahu- diyi sakladığım anlattı; bir başkası da kamptan
kaçıp Hıristiyan bir arkadaşına sığındığım, bu arkadaşının kendisine yardım
ettiğini söyledi. Bir tanık, yeraltmdaki Lehlerin Yahudilere silah temin
ettiğini ve Leh ailelerin yanlarına yerleştirerek binlerce Yahudi çocuğu
ölümden kurtardığım Öne sürdü. Cezalar caydırıcıydı; mesela sırf altı yaşındaki
bir Yahudi kızı yanlarına aldılar diye Leh bir ailenin tamamının vahşice
öldürüldüğü anlatılıyordu. Bir Almanla ilgili olarak anlatılan ilk ve tek
hikâye Schmidt’inkiydi; zira bir Almanla ilgili diğer olay sadece bir belge de
geçiyordu: Bir Ordu subayı, bazı polis emirlerini sabote ederek Yahudilere
dolaylı olarak yardım etmişti. Subayın başına bir iş gelmemişti, ama bu mesele
Himmler ile Bormann arasındaki bir yazışmada gündeme getirilecek kadar ciddiye
alınmıştı.
Kovner'in yardım eden Alman çavuşla ilgili
hikâyesinin ilk dakikalarında, mahkemeye derin bir sessizlik çöktü; salonda
bulunanlar, daha önce aralarında anlaşmışçasma, Anton Schmidt adındaki bu adam
için iki dakikalık saygı duruşunda bulunuyor gibiydiler. Bu iki dakikada, opak,
dipsiz bir karanlığın içindeki bu ani ışık patlamasında, tek bir fikir açık, su
götürmez, tartışmasız bir biçimde tam ortada duruyordu ~ anlatacak böyle birkaç
hikâyemiz daha olsaydı, bugün bu mahkeme salonunda, İsrail'de, Almanya'da,
Avrupa’nın tamamında ve belki de dünyanın bütün ülkelerinde her şey ne kadar
farklı olurdu.
Bu ezici yokluğun elbette pek çok
açıklaması var, bu açıklamalar tekrar tekrar yapılıyor. Ben meselenin özünü
anlatmak için, Almanya'da yayımlanan ve yazarın şahsi fikirlerini bütün
samimiyetiyle ortaya koyan az sayıdaki savaş anısından birinden, Peter Bamm' m Die Unsichtbare
F/agge'sindcn (1952) bir böliim aktarmak istiyorum. Rus cephesinde hizmet veren
Alman Ordu doktoru Bamm, anılarının bir yerinde, Sivastopol'daki Yahudilerin
nasıl öldürüldüğünü anlatır. "Diğerleri” (Bamm, terbiyesini göklere
çıkardığı sıradan askerlerden ayırmak için, SS mobilize katliam birliklerinden
bahsederken bu deyişi kullanır) Yahudi leri toplarlar ve Bamm'm biriminin
konakladığı askeri lojmanın hemen bitişiğindeki GPU hapishanesinin artık
kullanılmayan bölümüne kapatırlar. Daha sonra, Yahudileri gaz kamyonlarına
bindirirler; kamyon şoförü, birkaç dakika içinde ölen Yahudilerin cesetlerini
şehir dışına götürüp tank hendeklerine döker. "Bunu biliyorduk. Hiçbir şey
yapmadık. Katliam birimine cidden itiraz eden veya bu birime karşı bir şey
yapmaya çalışanlar, yirmi dört saat içinde tutuklanır ve ortadan kaybolurdu.
Çağımızdaki totaliter hükümetlerin en çok geliştirdikleri özelliklerinden biri,
muarızlarının kanaatlerinden dolayı bir şehit gibi, onurlu ve etkileyici bir
biçimde Ölmesine izin vermemeleridir. Böyle bir ölümü çoğumuz seve seve kabul
edebilirdik. Totaliter devlet, muarızının adsız sansız, sessiz sedasız ortadan
kaybolmasını sağlar. İşlenen suç karşısında sessiz kalmaktansa ölüme katlanmaya
cesaret eden biri, şüphesiz kendisini yok yere feda etmiş olur. Ancak bu, böyle
bir fedakârlığın ahlaki açıdan manidar olmadığı anlamına gelmez. Sadece,
pratikte bir fayda sağlamayacağı açıktır. Daha yüce bir ahlaki anlam uğruna
pratikte fayda sağlamayacak bir fedakârlıkta bulunma düşüncesine yürekten
katılmıyorduk."
Çavuş Anton Schmidt örneğinin gösterdiği
şey, saygınlığın -zira bu koşullar altında terbiye, saygınlıktan başka bir şey
değildi— içinin aslında ne kadar boş olduğu değildi. Söz konusu argümanın, ilk
bakışta gayet makul görünen ölümcül kusuru da buydu. Totaliter tahakkümün iyi
veya kötü bütün edimleri yutan bu nisyan boşluklarını yerleştirmeye çalıştığı
doğrudur. Ama Haziran 1942’den sonra katliamların izini canla başla yok etmeye
çalışan Nazilerin bu girişimleri nasıl başarısızlığa mahkûm olduysa,
muarızlarının "adsız sansız, sessiz sedasız ortadan kaybolmasını"
sağlamaya yönelik çabalan da boşaydı. İnsana özgü hiçbir şey bu kadar kusursuz
değil, nisyanı mümkün hale getirebilecek çok insan var bu dünyada. Ama her
zaman geriye hikâyeyi anlatacak biri kalacaktır. Bu nedenle, en azından uzun
vadede, hiçbir şey "pratikte faydasız" olamaz. Bugün anlatacak daha
fazla hikâyemiz olsaydı, bunlar Almanya'nın hem yurtdışmdaki itibanna hem de
yurtiçindeki üzücü ve karışık durumuna pratikte büyük fayda sağlardı. Böyle
hikâyelerin verdiği ders basittir, bunu herkes anlayabilir. Siyasi bir bakış
açısıyla ifade edecek olursak söz konusu hikâyeler, bu dehşet ortamında
insanlann çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının
eğmeyeceğini anlatır. Keza Nihai Çözüm’ün teklif edildiği
ülkelerle ilgili hikâye, aynı şey daha başka yerlerde de "olabilirdi"
der, ama. her yerde olmadı.
İnsani açıdan bakarsak, bu gezegenin insanlann yaşamasına uygun bir yer olarak
kalması için başka bir şey, daha fazlası gerekmez.
XV
EICHMANN savaşın
son aylannı Berlin'de bekleyerek geçirdi, yapacak hiçbir şeyi yoktu. RSHA'nm
diğer departmanlarının başkanlar! Eichmann'ı adam yerine koymuyorlardı; her gün
hep beraber onun bürosunun bulunduğu yerde yemek yedikleri halde, Eichmann’ı
bir gün bile çağırmamı şiardı. Berlin için "son savaşa” hazır olmak için
bürosunun etrafına savunma tertibatı kurarak oyalanmaya çalışıyor; tek resmi
görevini yerine getirmek için ara sıra Theresienstadt’ı ziyaret ediyor, Kızıl
Haç yetkililerine etrafı gezdiriyordu. Himmler'in Yahudiler konusundaki yeni
"insani çizgisi" herkesten çok Eich- manrim içini rahatlatmıştı, zira
"bir dahaki sefere" toplama kamplarında kesinlikle "İngiliz
modeli" uygulanacaktı. Nisan 1945’te, nadiren müzakerelerde bulunduğu
Himmler'le son görüşmesini yaptı; Himmler Eichmann’a "Theresienstadt’taki
tanınmış Yahudiler arasından yüz ila iki yüz kişi seçmesini”, bu Yahudileri
Avusturya’ya nakletmesini ve otellere yerleştirmesini emretti; zira yakında
Eisen- hower’la yapacağı müzakerelerde bu Yahudileri "rehine" olarak
kullanacaktı. Anlaşılan ne kadar abes bir iş yapmasının istendiği Eich- mann’a
dank etmedi; "savunma tertibatını öylece bırakmak zorunda kaldığı için,
yüreğinde keder", Berlin'den ayrıldı, ama Theresiens- tadt’a asla
varamadı, zira yaklaşan Rus orduları bütün yollan kapamıştı. Sonunda kendisini
Theresienstadt yerine, Kaltenbrunner'in sığındığı Alt-Aussee'de, Avusturya'da
buldu. Kaltenbrunner, Himmler'in "tanınmış rehineleriyle"
ilgilenmiyordu, Eichmann'a Avusturya dağlarında yapılacak partizan savaşı için
bir komando birliği örgütlemesini söyledi. Eichmann bunu büyük bir heyecanla
karşıladı: "Yapmaya değer bir şeydi bu, hoşuma gidecek bir görev," Bu
göreve hiç uygun olmayan, hayatı boyunca bir tüfek bile görmemiş yüz kadar adam
toplamış ve türlü türlü terk edilmiş silahın bulunduğu bir cephaneliği teslim
almıştı ki, Himmler'in son emri geldi: "îngi- lizlere ve Amerikalılara
ateş açılmayacak." Buraya kadardı. Adamlarını evlerine yolladı, o çok
güvendiği hukuk müşaviri Regierungs- rat Hunsche'ye de içinde nakit ve altın
para bulunan küçük bir kasa verdi: "Bu adam devletin yüksek
kademelerinden, ödeneği nerelere harcayacağını bilir, gereksiz masraftan kaçınır,
diye düşündüm... çünkü hâlâ, ilerleyen günlerde yaptığımız harcamaların hesabım
vermemizi isteyeceklerini sanıyordum."
Eichmann polis müfettişine kendiliğinden
verdiği otobiyografiyi bu sözlerle bitirmek zorunda kalmıştı. Anlatması sadece
birkaç gününü alan bu otobiyografi, deşifrasyonu 3564 sayfa tutan ifadesinin
taş çatlasa 315 sayfasını oluşturuyordu. Bıraksalar daha devam edecekti, polise
şüphesiz hikâyenin geri kalanım anlatmıştı da; ama duruşma yetkilileri çeşitli
sebeplerden dolayı savaş sonrası dönemle ilgili ifadesini kabul etmemeye karar
vermişlerdi. Ne var ki, Nürnberg'de verilen yazılı ifadelerden, daha da
önemlisi eskiden devlet hizmetinde bulunmuş İsrailli yetkili Moshe Pearlman’ın
düşüncesizlik edip duruşma başlamadan dört hafta önce yayımlattığı tartışmalı
kitabı The Capture of
Adolf Eichmann dm (Adolf Eichmann Nasıl Yakalandı?) yararlanarak
bu hikâyeyi tamamlamak mümkündür. Pearlman'm yazdıkları şüphesiz, duruşma
hazırlıklarından sorumlu Büro 06!dan edinilen malzemeye dayanıyordu.
(Pe- arlman, kendisini haklı çıkarmak için, Eichmann’m kaçırılmasından üç hafta
önce hükümetteki işinden emekli olduğunu, dolayısıyla bu kitabı bir "Özel
şahıs" olarak yazdığını söylüyordu. Ama bu açıklama pek ikna edici
değildi, zira İsrail polisi Eichmann’m yakalanacağını çok büyük bîr olasılıkla
Pearlman'm emekliliğinden aylar önce öğrenmişti.) Kitap İsraillileri zor duruma
düşürdü; zira hem Pearlman önemli takibat dokümanlarıyla ilgili bilgileri
önceden ifşa etmiş ve duruşma yetkililerinin çoktan Eichmann’m ifadesine
güvenilmeyeceğine kanaat getirdiklerini söylemişti, hem de güvenilir bir
kaynağın Eichmann'm Buenos Aires’te nasıl yakalandığıyla ilgili olarak
anlattıkları elbette yayımlanmasını isteyecekleri en son şeydi.
Pearlman'm anlattığı hikâye, çeşitli
söylentilere dayanan önceki masallar kadar heyecan verici değildi. Eichmann
Yakın veya Orta
Doğu'da hiç bulunmamıştı, hiçbir Arap ülkesiyle bağlantısı
yoktu, Arjantin’deyken hiç Almanya'ya gitmemişti, Arjantin'den başka hiçbir
Latin Amerika ülkesinde bulunmamış, savaştan sonra Nazilerin faaliyetlerinde
veya örgütlerinde hiç rol oynamamıştı. Savaşın sonunda, hâlâ Alt-Aussee’de olan
ve yalnızları oynayan Kaltenbrun- ner'le bir defa daha görüşmeye çalışmıştı;
ama eski şefi Eichmann'la görüşecek havada değildi, zira "bu adamın artık
hiç şansı olmadığını" düşünüyordu. (Kendisinin de hiç şansı yoktu,
Kaltenbrunner Nümberg’de asılacaktı.) Çok kısa bir süre sonra, Amerikan
askerleri Eichmann'ı yakalayıp SS'lerin tutulduğu bir kampa götürmüştü;
hapishanedeki bazı meslektaşları onu tanıyordu, yine de Eichmann' m kim
olduğunu ortaya çıkarmak, için yapılan onca soruşturma başarısızlıkla
sonuçlandı. İhtiyatlı davranıp ailesine mektup yazmadı, öldüğünü sanmalarına
izin verdi; eşi bir ölüm belgesi edinmeye çalıştı, ama kocasının öldüğünü gören
tek tanığın kayınbiraderi olduğu anlaşılınca bu belgeyi alamadı. Beş parasız
kalmıştı, ama Eich- mann’m Linz'de yaşayan ailesi ona ve üç çocuğuna sahip
çıktı.
Kasım 1945'te,
Nümberg'de baş savaş suçlularının duruşmaları başladı; Eichmann adı bu
duruşmalarda rahatsız edici derecede sık geçer oldu. Ocak 1946'da, Wisliceny
iddia makamının tanığı olarak kürsüye çıktı ve Eichmann'ın aleyhinde ifade
verdi, bunun üzerine Eichmann ortadan kaybolmanın daha hayırlı olacağına karar
verdi. Diğer SS’lerin yardımıyla kamptan kaçıp Hamburg'un seksen kilometre
güneyindeki Lüneburger Heide'ye gitti, hapishanedeki arkadaşlarından birinin
kardeşi Eichmann'a burada ağaç kesme işi buldu. Otto Heninger adıyla dört sene
burada yaşadı, muhtemelen can sıkıntısından patlıyordu. 1950'nin başlarında SS
gazilerinin gizli Örgütü ODESSA'yla temas kurdu, aynı senenin mayıs ayında
Avusturya üzerinden İtalya’ya geçti; burada, gerçek kimliğinden haberdar olan
Fransisken bir rahip, Richard Klement adına düzenlenmiş bir mülteci pasaportu
bulup Eichmann'ı Buenos Aires'e gönderdi. Temmuzun ortalarında, hiçbir zorlukla
karşılaşmadan, Katolik, bekâr, devletsiz, 37 yaşındaki -aslında 44 yaşındaydı-
Ricardo Klement olarak bir kimlik belgesi ve çalışma izni aldı. ,
Hâlâ ihtiyatlıydı; kendi eliyle karısına
yazdığım mektupta, "çocuklarının amcasının" hayatta olduğunu
anlatacaktı. Birbirinden farklı birçok işte çalıştı -satış temsilciliği,
çamaşırcılık, tavşan çiftliğinde işçilik-hiçbirinden doğru dürüst para
kazanamadı, ama 1952 yazında karısını ve çocuklarını yanına aldırdı. (Bayan
Eichmann, gerçek adıyla, soyadı Eichmann olan birinden "boşanmış" bir
kadın olarak -o dönemde Avusturya’da ikamet etse de- İsviçre’nin Zürih şehrinde
Alman pasaportu aldı. Bütün bunların nasıl olduğu gizemini hep korudu. Ayrıca
Bayan Eichmann'm Zürih'teki Alman konsolosluğuna yaptığı başvuru dosyası
ortadan kayboldu.) Eşi Arjantin'e gelince, Eichmann ilk düzenli işine başladı;
Buenos Aires'teki banliyölerden biri olan Suarez’deki Mercedes-Benz fabrikasında
önce makina ustası, daha sonra da kalfa olarak çalıştı. Dördüncü çocuğu
doğunca, söylenenlere göre Klement adıyla, eşiyle tekrar evlendi. Ne var ki bu
pek muhtemel görünmüyor, zira oğlu Rıcardo Francisco (muhtemelen İtalyan papaza
hürmetinden) Klement Eichmann olarak
nüfusa geçti. Bu soyadı, geçen yıllar içinde kimliğiyle ilgili olarak bıraktığı
pek çok ipucundan yalnızca birisiydi. Gelgelelim çocuklarına gerçekten Adolf
Eichmann'm erkek kardeşi olduğunu söylemişe benziyor. Yine de, Linz'deki
büyükannelerini, büyük babalarını ve amcalarım gayet yakından tanıyan çocuklar,
özellikle de en büyükleri muhtemelen buna pek inanmamıştır; zira Eichmann'ı en
son dokuz yaşında gören en büyük oğlunun, yedi sene sonra Arjantin'de
karşılaştıklarında babasını tanımış olması gerekir. Üstelik Bayan Eichmann’m
Arjantin kimliği kendi adına ("Veronika Liebl de Eichmann" adına)
düzenlenmişti; 1959'da Eichmann’m üvey annesi öldüğünde, ayrıca bir sene sonra
babası öldüğünde, Linz’de yayımlanan gazete ilanlarında adı geçen vârislerden
biri de Bayan Eichmann’mkiydi - bu durum, boşandıkları ve yeniden evlendikleri
yolundaki bütün söylentilerle çelişiyordu. 1960'ın başlarında, yakalanmasından
birkaç ay önce, Eichmann Buenos Aires'in en sefil banliyölerinden birinde -ne
elektrik vardı ne su- en büyük oğluyla beraber bir gecekondu yaptı ve bütün
aile bu eve yerleşti. Muhtemelen fakirlik içinde yüzüyorlardı, Eichmann'm
hayatı çok sıkıntılı geçiyordu; çocuklar bile sıkıntısını hafifletmeye
yetmiyordu, zira "okumakla veya yeteneklerini geliştirmekle zerre
kadar" İlgilenmiyorlardı.
Eichmann'm tek tesellisi, gerçek kimliğini
çoktan itiraf ettiği geniş bir Nazi topluluğunun üyeleri karşısında durmadan
konuşmaktı. 1955’te bu durum, HollandalI gazeteci Willem S. Sassen’in
Eichmann'la bir röportaj yapmasıyla sonuçlandı. Eskiden
silahlı SS üyesi olan Sassen savaş sırasında, Hollanda vatandaşı olduğu halde
Alman pasaportu almış; daha sonra da Belçika'da, savaş suçlusu olarak gıyabında
ölüm cezası verilmişti. Eichmann röportaj için bir sürü not aldı, Sassen de bu
notlan kaydetti ve süsleye süsleye yeniden yazdı; Eichmann'm kendi eliyle
aldığı notlar daha sonra ortaya çıktı ve duruşmasında kanıt olarak sunuldu,
buna karşılık yaptığı açıklamaların tamamı mahkemeye sunulan kanıtlar arasında
yoktu. Sassen'in versiyonu ilk defa Temmuz 1960’ta, kısaltılmış olarak, resimli
Alman dergisi Der Stern'âe
yayımlandı, daha sonra da Kasım ve Aralık'ta Life'da
tefrika edildi. Ama Sassen, kuşkusuz Eichmann’ m rızasıyla, bu hikâyeyi
yayımlatmak için dört sene önce Buenos Aires'teki bir Time-Life muhabiriyle
görüşmüştü; Eichmann’m adının açıklanmadığı doğru bile olsa, malzemenin içeriği
bilgi kaynağının kim olduğunu hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde gözler önüne
seriyordu. İşin aslına bakılırsa, Eichmann gerçek kimliğinin ortaya çıkması
için çok uğraşmıştı; asıl şaşırtıcı olan, İsrail Gizli Servisi’nin Eichmann’m
Ricardo Klement adıyla Arjantin'de yaşadığını öğrenmesinin bu kadar zaman
almasıydı - bu bilgiye ancak Ağustos 1959'da ulaşıldı. İsrail bilgi kaynağını
asla ifşa etmedi, Eichmann'ı kendisinin bulduğunu iddia eden kişilerin sayısı
bugün yarım düzineyi buluyor; buna karşılık, Avrupa'daki "kulağı delik
çevreler" ısrarla, haberi yayanın Rus İstihbaratı olduğunu savunuyor. Ne
olursa olsun, asıl muamma da Eichmann'm nerede saklandığının nasıl keşfedildiği
değil zaten, nasıl daha önce bulunamadığı. Ortaya çıkan gerçekler açısından
bakıldığında, İsrail’in bu araştırmayı iddia edildiği gibi gerçekten yıllardır
yapıp yapmadığı şüpheli hale geliyor.
Gelgeldim Eichmann'ı yakalayanlara kimliği
konusunda en ufak bir şüphe dahi yok. Yakalayanların "intikam almak
isteyenler" olduğuyla ilgili söylentileri en başta Ben-Gurion yalanladı;
23 Mayıs 1960'ta, kendisini deli gibi alkışlayan Knesset karşısında, Eich-
mann'ı "İsrail Gizli Servisi'nin bulduğunu" duyurdu. Dr. Servatius
hem Bölge Mahkemesi'nde hem de Temyiz Mahkemesi’nde ısrarla Ben-Gurion'un
ifadesinde adı geçen iki kişiyi, Eichmann'ı ülke dışına çıkaran El-Al uçağının
kaptan pilotu Zvi Tohar'ı ve havayolu şirketinin yetkililerinden Yad Shimoni’yi
tanık olarak çağırmak istediğini belirtti, ama bu isteğini bir türlü kabul
ettiremedi. Başsavcının bu talebe karşı çıkma gerekçesi, Başbakanın sadece
"Eich- mann’ı Gizli Servis’in bulduğunu
söylemesiydi", Ben-Gurion Eich- mann'ı hükümet ajanlarının kaçırdığını
söylememişti. Ama işin aslı hiç de öyle değildi: Gizli Servis yetkilileri
Eichmann'ı "bulmamışlardı"; sadece aldıkları bilginin doğru
olduğundan emin olmak için baştan birkaç deneme yapmışlar, sonra da söylenen yerden
alıp gelmişlerdi. Ki bunu bile doğru dürüst yapamamışlardı, zira Eich- mann
izlendiğini gayet iyi biliyordu: "Yakalanmamdan aylar önce bana, yerini
bulduklarını biliyor musun diye sorsaydmız, bildiğimi ve nereden bildiğimi en
ince ayrıntısına kadar anlatabilirdim [bunlar basma verilmeyen polis
soruşturmasının bir bölümünde geçiyordu].. . Bir dikiş makinası fabrikası
kurmak için civardaki emlak fiyatlarım, vs. araştırdıklarını öğrendim - buraya
fabrika kurmaları İmkânsızdı, zira ne elektrik vardı ne su. Dahası bu insanların
Kuzey Amerikalı Yahudiler olduğunu öğrenmiştim. Rahatlıkla kaçabilirdim, ama
yapmadım; hiçbir şey olmamış gibi devam ettim, işi oluruna bıraktım. Elimdeki
belgelerle ve referanslarla nerede olsa iş bulabilirdim. Ama böyle olsun
istemedim.”
İsrail'e gidip yargılanma konusunda ne
kadar istekli olduğunu gösteren kanıtlar, Kudüs'te ortaya çıkanlarla da sınırlı
değildi. Her şeye rağmen, savunma makamı elbette sanığın kaçırıldığını ve
"uluslararası hukuka aykırı bir biçimde İsrail'e getirildiğini" vurgulamak
zorundaydı, zira bu sayede mahkemenin Eichmann'ı yargılama hakkına karşı
çıkabilirdi. Buna karşılık iddia makamı da hâkimler de, sanığın kaçırılmasının
bir "devlet fiili" olduğunu ne itiraf ettiler ne de reddettiler.
Uluslararası hukukun ihlal edilmesinin sadece Arjantin ve İsrail devletlerini
ilgilendirdiğini, davalı haklan açısından bağlayıcı olmadığını ve bu ihlalin
iki hükümetin ortak deklarasyonuyla "düzeltildiğini" savundular. 3
Ağustos 1960’ta yayımlanan bu deklarasyona göre, "İsrail vatandaşlarının,
Arjantin Devleti'nin temel haklarını ihlal eden eylemi sonucunda ortaya çıkan
hadise bir karara bağlanmıştı". Mahkeme bu bağlamda, söz konusu
İsraillilerin hükümet ajanı olmasıyla özel şahıs olması arasında bir fark
olmadığına kanaat getirdi. Bununla beraber savunmanın da mahkemenin de dikkat
çekmediği bir nokta vardı: Eichmann Arjantin vatandaşı olsaydı, Arjantin
haklarından feragat etmeye bu kadar kolay-
razı gelmezdi. Arjantin'de sahte isimle
yaşadığı için, hükümet korumasından mahmmdu; her ne kadar "Alman
uyruklu" olduğunu söylese de, Arjantin kimliğine göre 23 Mayıs 1913’te,
Tyron'ın güney doğusundaki Bolzano'da doğan Ricardo Kiement'ti. İltica hakkım
hiç gündeme getirmemişti, zaten bunun bir faydası olmazdı; zira Arjantin,
aslında pek çok tanınmış Nazi suçluya iltica hakkı teklif etmiş olsa da,
insanlığa karşı suç işleyenlerin "siyasi suçlu addedilemeyeceğini"
belirten uluslararası bir konvansiyona imza atmıştı. Bütün bunlar Eichmann’ı
devletsiz yapmıyor, yasal olarak Alman vatandaşlığından yoksun bırakmıyordu;
ama Batı Alman cumhuriyetine, yurtdışındaki vatandaşlarına olağan koşullarda
sağlayabileceği korumayı esirgemek için iyi bir bahane sunuyordu. Başka bir
deyişle, bir sürü emsale dayanan sayfalar dolusu yasal argümana bakınca, insan
en sonunda adam kaçırmanın en sık rastlanan tutuklama biçimlerinden biri olduğu
izlenimine kapıîsa da, Kudüs mahkemesinin Eichmann’ı yargılamasını mümkün kılan
onun de facto devletsizîiğinden
başka bir şey değildi. Eichmann, hukuktan o kadar anlamasa da, bu durumu
muhtemelen anlayışla karşılamıştı; zira kendi kariyerinden, devletsiz insanlara
ne isterseniz yapabileceğinizi gayet iyi biliyordu; Yahudileri yok etmenin
yolunu açan da devletsiz bırakılmaları olmuştu. Ama böyle inceliklere kafa
yoracak • havada değildi; zira İsrail'e gidip yargılanmayı kendi isteğiyle
kabul ettiği doğru olmasa bile, beklenenden çok daha az zorluk çıkardığına
şüphe yoktu. Az da ne kelime, hiç zorluk çıkarmamıştı.
11 Mayıs 1960'ta, sabah
altı buçuk sularında, her zamanki gibi işyerinden eve döndüğü otobüsten inince,
üç adam Eichmann'ı göz açıp kapayıncaya kadar yakalayıp apar topar motoru
çalışır haldeki bir arabaya bindirmiş ve Buenos Aires'in gözden ırak
banliyölerinden birinde bulunan kiralık bir eve götürmüş. Eichmann'ı ne
bayıltmışlar ne bağlamışlar ne de kelepçelemişler, hiç şiddete başvurulmadığı
için bunun profesyonel bir iş olduğunu hemen anlamış, kılına bile zarar
gelmeyecekti. Kim olduğu sorulunca hemen Almanca olarak "leh bin Adolf Eichmann"
(Ben Adolf Eichmann) cevabını vermiş ve sözlerine şaşırtıcı bir biçimde şöyle
devam etmiş: "İsraillilerin elinde olduğumu biliyorum." (Daha sonra,
Ben-Gurion'un kendisinin bulunup yakalanmasını emrettiğini gazetede okuduğunu
söyleyecekti.) İsraillilerin esirlerini İsrail'e götürecek El-Al uçağım
bekledikleri sekiz günü bir yatağa bağlı olarak geçirmiş,
zaten bütün olan biten içinde şikâyet ettiği tek şey buydu. Yakalandığının
ikinci günü, bir İsrail mahkemesi tarafından yargılanmaya itirazı olmadığını
yazılı olarak bildirmesi istenmiş; ifade çoktan hazırdı tabii ki, tek yapması
gereken bu hazır ifadeyi kopyalamaktı. Gelgeldim şaşırtıcı bir talepte bulunup
ısrarla kendi metnini yazmak istemiş; aşağıdaki cümlelerden de anlaşıldığı
gibi, muhtemelen hazır metnin ilk cümlelerinden yararlanmış: "Ben, aşağıda
imzası bulunan Adolf Eichmann, işbu bildirgeyle, gerçek kimliğim açığa
çıktığından, adaletten kaçmaya çalışmayı artık boş bir çaba olarak gördüğümü,
kendi hür irademle arz ederim. İsrail’e gidip yargılanmaya, yetkili bir hukuk
mahkemesine çıkmaya hazır olduğumu beyan ederim. Bana sağlanacak hukuki
danışmanlıkla, [muhtemelen kopyaladığı bölüm burada bitiyor] Almanya'da
verdiğim devlet hizmetinin son yıllarında gerçekleştirdiğim faaliyetlerle
ilgili gerçekleri çarpıtmadan, gelecek nesiller gerçekleri Öğrensin diye
yazacağım. Bu ifadeyi birtakım vaatler karşılığında veya tehdit edildiğim için
değil, kendi hür irademle veriyorum. Nihayetinde kendimle barışıp huzur
bulmaktan başka bir dileğim yok. Bütün ayrıntıları hatırlayamadığımdan ve bazı
gerçekleri birbirine karıştırabileceğimi düşündüğümden, bana hakikati bulma
yolunda faydası dokunacak belgelerin ve yazılı ifadelerin sağlanması konusunda
yardım istiyorum." İmza: "Adolf Eichmann, Buenos Aires, Mayıs
1960." (Kuşkusuz sahte olmayan bu belgenin tek tuhaf tarafı, ayın kaçında
imzalandığının belirtilme- mesidir. Bu eksiklik mektubun Arjantin'de değil de
Eichmann'ın 22 Mayıs'ta getirildiği Kudüs’te yazılmış olabileceğinden
şüphelen-, memize yol açar. Mektup duruşma için çok da gerekli değildi, iddia
makamı mahkemeye kanıt olarak sunduğu bu belgeye pek önem vermiyordu; tahmin
edileceği gibi, asıl önemli olan, İsrail'in Arjantin hükümetine yazdığı ilk
resmi mektuptu. Mahkemede Eichmann' a mektupla ilgili sorular soran Servatİus,
bu belgenin ne zaman yazıldığından bahsetmedi, keza tam tarihi Eichmann da
veremezdi. Zira avukatının sanığı yönlendirmek İçin sorduğu bir soruya cevaben,
biraz gönülsüz de olsa, bu ifadeyi Buenos Aires'teki o banliyöde yatağa bağlı
bir haldeyken, baskı altında verdiğini doğruladı. Muhtemelen konu hakkında
zaten bilgi sahibi olan iddia makamı, Eich- mann'ı bu meseleyle ilgili olarak
çapraz sorguya almadı; konu ne kadar çabuk kapanırsa, şüphesiz o kadar iyiydi.)
Bayan Eichmann kocasının kaybolduğunu Arjantin polisine bildirmiş, ama gerçek
kimliğinden hiç bahsetmemişti; dolayısıyla tren istasyonları, otobanlar ve
havaalanları kontrol edilmemişti. İsraillilerin şansı vardı, zira polis alarma
geçseydi, Eichmann'ı yakaladıktan tam on gün sonra gizlice ülke dışına
çıkarmaları asla mümkün olmazdı.
Eichmann'm duruşma yetkilileriyle
işbirliği yapmaya dünden razı olmasının iki nedeni vardı. (Eichmann’m
yalancının biri olduğuna inanan hâkimler bile, şu soruya ne cevap vereceklerini
bilemediklerini itiraf etmek zorunda kaldılar: Sanık, Başkomiser Less’e bütün o
suç unsuru teşkil eden ayrıntıları neden anlattı; görünürde hiçbir kanıt
yokken, özellikle de Doğu’ya yaptığı yolculuklardan bahsederek mezalimi kendi
gözleriyle gördüğünü neden itiraf etti?) Yakalanmasından yıllarca önce
Arjantin'de, adını saklamaktan ne kadar rahatsız olduğunu yazmıştı; muhtemelen
kendisi hakkında ne kadar çok şey okursa, bıkkınlığı da o kadar artıyordu.
İsrail’de yaptığı ikinci açıklama çok daha çarpıcıydı: "Bir buçuk sene
kadar önce [yani 1959 sonbaharında], Almanya’dan yeni dönen bir tanıdığım bazı
Alman gençlerinin tuhaf bir suçluluk duygusuna kapıldığım anlattı... bu
suçluluk kompleksi benim gözümde, sözgelimi içindeki insanlarla aya inen ilk
uzay mekiği gibi bir dönüm noktasıydı. îç dünyamdaki en önemli meselelerden
biri haline geldi, bunun etrafında pek çok fikir şekillendi. Bu nedenle
kaçmadım... peşimdeki komando birliğinin bana giderek yaklaştığını
biliyordum... Alman gençlerinin, üzerimde derin bir etki bırakan suçluluk
duygusuyla ilgili bu konuşmalardan sonra, kaçmaya hakkım olmadığını hissettim.
Bu soruşturmanın en başında verdiğim yazılı ifadeyle... herkesin gözü önünde
kendimi asmayı da işte bu nedenle teklif ettim. Alman gençlerinin belini büken
bu suçluluk duygusunu hafifletmek için üzerime düşeni yapmak istedim, zira bu
gençler masumdu; olup bitenler, babalarının son savaşta yaptıkları nihayetinde
onların suçu değildi" - bu arada, Eichmann hâlâ bir bakıma "savaşın
Alman Reich’ına dayatıldığı" izlenimi yaratıyordu. Elbette boş laflardı
bunlar. Neden kendi özgür iradesiyle Almanya’ya gidip teslim olmamıştı o halde?
Bu soru sorulduğunda, Alman mahkemelerinin kendisi gibi insanlarla ilgili
meseleleri ele almak için gerekli "nesnellikten" hâlâ yoksun olduğunu
düşündüğünü söyledi. Bir İsrail mahkemesi tarafından yargılanmayı tercih
ederse-bir bakıma bunu demeye getiriyordu ama böyle bir şeyin olması kesinlikle
imkânsızdı- İsrail hükümetine zaman kazandırabilir ve onları pek çok sıkıntıdan
kurtarabilirdi. Bu tür konuşmaların Eichmann'a bir tür sevinç hissi verdiğinden
bahsetmiştik; işte İsrail hapishanesinde kaldığı zamanlarda da buna benzer bir
hisle doldu içi. Bu his, ölüme bile soğukkanlılıkla yaklaşmasını sağladı -
polis soruşturmasının başında, "beni bekleyen cezanın idam olduğunu
biliyorum" demişti.
Bu boş laflarda biraz hakikat payı vardı
ve bu hakikat de savunmanın sanığa yönelttiği o soruyla gün yüzüne çıkacaktı.
Malum nedenlerden dolayı, İsrail hükümeti Eichmann'a yabancı bir avukat atamaya
karar vermişti. 14 Temmuz 1960'ta, Eichmann'm açıkça rıza göstermesiyle polis
soruşturmasının başlamasından altı hafta sonra, savunması için şu üç avukattan
birini seçebileceği bildirildi: ailesinin önerdiği Dr. Robert Servatius
(Servatius Eichmann’m Linz'deki üvey erkek kardeşini telefonla arayarak
Eichmann’ı savunmayı teklif etmişti), artık Şili’de yaşayan başka bir Alman
avukat ve duruşma yetkilileriyle temasa geçen, New York merkezli bir Amerikan
hukuk firması. (Sadece Dr. Servatius'un adı açıklandı.) Başka olasılıklar da
vardı elbette, bü işi iyice araştırmak Eichmann' m hakkıydı, tekrar tekrar hiç
acele etmemesini söylüyorlardı. Eichmann bunu yapmadı, bir çırpıda Dr.
Servatius'u tutmayı istediğini söyledi; zira bu avukat üvey kardeşinin
tanıdığıydı anlaşılan, hem başka savaş suçlularını da savunmuştu; hemen gerekli
evrakları imzalamak istiyordu. Yarım saat sonra aklı başına geldi: Duruşma
"devasa boyutlara" ulaşabilir, "korkunç bir süreç" haline
gelebilirdi; iddia makamının bir sürü avukatı vardı, buna karşılık Servatius'
un bütün malzemeyi tek başına "tasnif etmesi" zordu. Polis
yetkilileri Eichmann’a, Servatius'un vekalet talebiyle ilgili bir mektupta
"bir grup avukata başkanlık edeceğini" belirttiğini hatırlattılar
(ama Servatius bunu hiç yapmadı); ayrıca "Dr. Servatius'un mahkeme
huzuruna tek başına çıkacağının düşünülemeyeceğini, bunun fiziksel olarak pek
mümkün olmadığım" eklediler. Ama Servatius mahkeme huzuruna çoğu zaman tek
başına çıkacaktı. Bütün bunların sonucunda, Eichmann savunma avukatının baş
yardımcısı haline geldi; "gelecek nesiller için" kitaplar yazmaktan başka,
davanın başından sonuna kadar sabah akşam çalıştı.
29 Haziran 1961’de, 11 Nisan'da yapılan açılış duruşmasından
on hafta sonra, iddia makamı başka sorusu olmadığım söyledi ve sanığı Dr.
Servatius'a bıraktı, yüz on dört celseden sonra asıl dava işlemleri bitti.
Bunun üzerine dört aylığına ara verildi, mahkeme kararım açıklamak üzere 11
Aralık’ta tekrar toplandı. İki gün süren beş celse boyunca, üç hâkim hükmün iki
yüz kırk dört bölümünü okudu. Kabul görmesi halinde Eichmann'ı "baş savaş
suçlusu" konumuna getirecek "komplo" suçlaması düştü,
dolayısıyla Nihai Çözümle ilgili bütün sorumlulukları otomatikman ortadan
kalktı. Bazı noktalarda aklansa da, Eichmann iddianamenin on beş maddesinden
suçlu bulundu. "Başkalarıyla birlikte Yahudi halkına karşı", yani insanları yok etme maksadıyla
Yahudilere karşı suçlar işlemişti: (1) "milyonlarca Yahudinin ölümüne
neden olmuştu", (2) "milyonlarca Yahudiyi muhtemelen fiziksel olarak
sonlarım hazırlayan koşullarda yaşamak" zorunda bırakmıştı, (3) bu
insanların “ruhlarında ve bedenlerinde ciddi hasarlara yol açmıştı" ve (4)
Theresienstadt'ta "doğum yapmayı yasaklamış ve hamileliğin önlenmesini
emretmişti". Ama Eichmann Führer’in emrini öğrendiği Ağustos 1941’ den
önceki dönemle ilgili bütün suçlamalardan; Berlin, Viyana ve Prag’daki geçmiş
faaliyetlerinden aklandı, zira "Yahudi halkını ortadan kaldırmak gibi bir
niyeti" yoktu. Bunlar iddianamenin ilk dört maddesiydi. 5-12. Maddeler
"insanlığa karşı suçlarla" ilgiliydi - İsrail hukukundaki tuhaf
kavramlardan biriydi bu; zira hem Yahudi- ler dışındaki halklara karşı
yapıldığı takdirde soykırımı hem de koca bir halkı ortadan kaldırma niyetiyle
işlenmediği takdirde, ister Yahudilere ister Yahudi olmayanlara karşı işlensin,
cinayet de dahil olmak üzere bütün diğer suçlan kapsıyordu. Dolayısıyla
Eichmann' m Führer’in emrinden önce yaptığı her şey ve Yahudi olmayanlara karşı
bütün fiilleri toptan insanlığa karşı suçlar kategorisine giriyordu, bunlara
bir de sonradan Yahudilere karşı işlemiş olduğu suçlar eklenmişti, zira bunlar
da adi suçlardı. Sonuç olarak 5. Madde’de, 1. ve 2. Madde'de sayılan suçlardan
mahkûm edildi; 6. Madde’de "ırkları, dinleri ve siyasi görüşleri nedeniyle
Yahudilere zulmetmekten" suçlu bulundu; 7. Madde "cinayetle
bağlantılı olarak... bu Yahudi- lerin... mallarını yağmalamakla"
ilgiliydi; 8. Madde bütün bu fiilleri tekrar "savaş suçları" başlığı
altında topluyordu, zira çoğu savaş sırasında işlenen suçlardı. 9.-12. Maddeler
Yahudi olmayanlara karşı işlenen suçlarla ilgiliydi: 9. Madde'ye göre "yüz
binlerce Lehi evlerinden kovmak"tan suçluydu, 10. Madde’ye göre "on
dört bin Slavm Yugoslavya'dan kovulmasından" suçluydu, 11. Madde'ye göre
"binlerce Çingenenin Auschwitz'e" nakledilmesinden sorumluydu. Ama
hâkimler, "sanığın Çingeneleri ölüme gönderdiğini bildiğinin, mahkeme
huzurunda kanıtlanmadığına" kanaat getirdiler - bu da "Yahudi halkına
karşı suçlar" dışında bir soykırım suçundan mahkûm edilmediğini
gösteriyordu. Bu kararı anlamak biraz zordu; zira Çingenelerin imha edildiğini
herkes biliyordu, dahası polis soruşturması sırasında durumdan haberdar
olduğunu Eichmann da itiraf etmişti: Belli belirsiz de olsa, Himmler'den bir
emir aldığım hatırlıyordu; buna göre Yahudilerle ilgili "direktifler"
vardı ama Çingenelerle ilgili tek bir direktif bile yoktu, ayrıca "Çingene
meselesiyle" -"kökenleri, âdetleri, gelenekleri, örgütleri...
folklorları... ekonomileriyle"- ilgili hiçbir "araştırma"
yapılmamıştı. Eichmann' m departmanı otuz bin Çingenenin Reich topraklarından
"tahliyesiyle" görevlendirilmişti, ayrıntıları pek hatırlayamıyordu,
çünkü dışarıdan bu işe kanşan kimse olmamıştı, ama Yahudiler gibi Çingenelerin
de imha edilmek üzere gönderildiğinden hiç şüphesi yoktu. Yahudilerin
imhasından nasıl suçluysa, Çingenelerin imhasından da suçluydu. 12. Madde
Heydrich suikastinden sonra halkı katledilen Çek kasabası Lidİce’ten doksan üç
çocuğun nakledilmesiyle ilgiliydi; gelgeldim, yerinde bir kararla, bu çocukları
öldürme suçundan aklandı. Son üç maddeye göre, Nümberg Duruşmalarımda
"kriminal" örgüt sınıfında değerlendirilen dört örgütten üçüne üye
olmaktan mahkûm edildi - SS, Güvenlik Servisi yani SD ve Gizli Devlet Polisi
yani Gestapo. (Dördüncü örgüt Nasyonal Sosyalist Partı'nin lider müfrezesiydi,
ama bu örgütten bahsedilmedi, zira Eichmann'm parti liderlerinden olmadığı açıktı.)
Mayıs 1940’tan önceki üyeliği, hafif suçlar için zamanaşımına (yirmi sene)
uğruyordu. (Eichmann’m yargılandığı 1950 tarihli Kanun’a göre, ağır suçlar
zamanaşımına tabi değildir ve res
judicaîa (kaziyyei muhakeme) argümanı böyle durumlarda bağlayıcı değildir
- "daha önce uluslararası bir mahkemede veya yabancı bir devletin
mahkemesinde yargılanmış bile olsa", söz konusu kişi aynı suçtan dolayı
İsrail’ de tekrar yargılanabilir.) 1.-12. Maddelerde sayılan bütün suçların
karşılığı ölüm cezasıydı.
Hatırlayacak olursak, Eichmann ısrarla
sadece itham edildiği suçlara "yardım ve yataklıktan" sorumlu
tutulabileceğini, hiçbir zaman kastın apaçık olduğu bir suç işlemediğini
savunmuştu. Neyse ki hâkimler, iddia makamının Eichmann’m bu konuda yanıldığını
ispatlayamadığmı fark ettiler. Zira önemli bir noktaydı bu; sıradan olduğunu
söyleyemeyeceğimiz bu suçun ve şuadan olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu suçlunun
özüyle ilgiliydi. Dolayısıyla tuhaf bir biçimde, aslında Ölüm kamplarında
"cinayet aletini kendi elleriyle" kullananların kamplarda kalanlar
olduğu da fark edildi. Hâkimlerin bu noktayla ilgili olarak söyledikleri
doğrudan da öte, hakikatin ta kendisiydi: "Ceza Kanunu’nun 23. Maddesi
uyarınca, sanığın faaliyetleri, tavsiye verme suretiyle suça azmettirme ve
başkalarının işlediği suça yardımdır." Ancak, "sözü edilen suçun ne
kadar büyük ve ne kadar karmaşık olduğu, farklı düzeylerde farklı faaliyetlerle
pek çok insanın -planlayanların, organize edenlerin, bu fiillerde bulunanların-
katılımıyla gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulursa, her zamanki gibi
cinayete azmettirme ve yardım kavramlarına başvurmanın faydası yoktur. Zira bu
suçlar hem kurbanların hem de suçu işleyenlerin sayısı bakımından kitlesel
suçlardır; sorumluluk derecesi açısından, suça katılanlann kurbanı fiilen
öldüren katile yakın veya uzak olmalarının hiçbir önemi yoktur. Bilakis genelde
cinayet aletini kendi elleriyle
kullanan kişiden uzaklaşıldıkça, sorumluluk derecesi artar
[italikler bana ait]".
Kararın okunmasından sonra olanlar rutin
şeylerdi. îddia makamı bir kere daha söz alıp ölüm cezası talep ettiği uzun bir
konuşma yaptı, hafifletici nedenler olmadığından dolayı böyle bir ceza
verilmesi gerekirdi; Dr. Servatius’un buna karşılık verdiği cevap da daha önce
hiç olmadığı kadar kısaydı: Sanık "devlet fiillerinde" bulunmuştu,
sanığın başına gelenler daha sonra başka birinin de başına gelebilirdi, uygar
dünyanın tamamı bu sorunla karşı karşıyaydı, Eichmann "günah
keçisiydi"; Alman hükümeti sırf sorumluluktan kurtulmak için, uluslararası
hukuka rağmen, onu Kudüs mahkemesine terk etmişti. Mahkemenin Eichmann'ı
yargılamaya yeterli olduğunu asla kabul etmeyen Dr. Servatius'a göre, bu durum
ancak sanığı "temsili kapasiteyle, [bir Alman mahkemesinin] uhdesinde olan
hukuki güçleri temsilen" yargılamak şeklinde yorumlanabilirdi - daha
doğrusu bir Alman savcı durumu böyle yorumluyordu. Dr. Servatius önceden de
mahkemenin sanığı beraat ettirmesini talep etmiş; zira Arjantin yasalarına
göre, "kaçırılmasından çok kısa bir süre önce", 7 Mayıs 1960'ta,
sanığın itham edildiği suçların zamanaşımına uğradığını ve cezai soruşturmaya
tabi olmaktan çıktığım savunmuştu. Keza bu sefer de sanığın ölüm cezasına
çarptırıla- mayacağını, zira Almanya’da Ölüm cezasının kaldırıldığını öne
sürüyordu.
Sırada Eichmann’m son ifadesi vardı:
Adaletin yerini bulması yolundaki bütün ümitleri suya düştü; her zaman hakikati
anlatmak için elinden gelenin en iyisini yapmış olsa da, mahkeme ona
inanmamıştı. Mahkeme onu anlamadı: Asla Yahudiîerden nefret etmemişti, asla bir
insanın öldürülmesini istememişti. Suçu itaatinden kaynaklanıyordu, oysa itaat
her zaman bir erdem olarak methedilir- di. Nazi liderleri onun erdemini
istismar etmişti. Yöneticilerden değildi, kurbandı; ölüm cezası sadece
yöneticilere müstahaktı. (Düşük rütbeli diğer savaş suçluları gibi iyice ileri
gidip, ona "sorumlulukları" dert etmemesi gerektiği söylendiğinden;
kaçıp -intihar ederek veya asılarak- onları "terk ettikleri" için,
asıl sorumluları mahkemeye çıkarmanın artık mümkün olmadığından şikâyet etmedi.)
"Beni Öyle göstermeye çalışsalar da ben canavar değilim," dedi
Eichmann. "Bir safsataya kurban gittim." "Günah keçisi"
lafını kul- lanmasa da, Servatius’un söylediklerini onaylıyordu:
"Başkalarının yaptıklarının cezasını çekmek zorunda olduğu için büyük bir
üzüntü duyuyordu." îki gün sonra, 15 Aralık 1961 Cuma, sabah dokuzda, ölüm
cezası ilan edildi.
Üç ay sonra, 22’Mart 1962'de, Temyiz Mahkemesi'nde, yani
İsrail Yüksek Mahkemesi'nde, Itzhak Olshan'm başkanlığındaki beş hâkimin
huzurunda temyiz işlemleri başladı. İddia makamını temsil eden Hausner bu sefer
de dört asistanla beraber geldi, savunma makamını temsil eden Dr. Servatius her
zamanki gibi yalnızdı. Savunma avukatı, mahkemenin yetersizliğiyle ilgili bütün
eski argümanlarını tekrarladı; Batı Alman hükümetini sanığın iadesiyle ilgili
işlemleri başlatmaya ikna etmeye yönelik bütün çabaları sonuçsuz kaldığından,
bu sefer de İsrail’in sanığı iade etmeyi teklif
etmesini istiyordu. Yeni bir tanık listesi getirmişti, ama bu
listedekilerin hiçbiri "yeni kanıt" sayılabilecek bir şey sunmuyordu
muhtemelen. Bu listede, Eichmann'ın hayatı boyunca yüzünü bile görmediği ve
adını da muhtemelen ilk defa Kudüs’te duyduğu Dr. Hans Globke'nin; daha da
ilginci, on yıl önce Ölen Chaim Weizmann’m da adı geçiyordu. Savunma
karmakarışıktı, inanılmaz hatalarla doluydu (sözgelimi savunma, iddia makamının
önceden mahkemeye sunmuş olduğu bir kanıtın Fransızca tercümesini yeni bir
kanıt gibi sunmuştu, iki ayrı durumda belgeleri yanlış yorumlamıştı, vb.);
mahkemeye yönelik bir hakaret gibi görünebilecek belli başlı noktaların
sunumunda gösterilen özenin yanında, geneldeki dikkatsizlikler iyice göze
batıyordu: Gazla öldürme yine "medikal bir mesele" olarak ele
almıyordu; bir Yahudi mahkemesinin sanığı Lidice’li çocukların kaderi konusunda
yargılamaya hakkı yoktu, zira bu çocuklar Yahudi değildi; İsrail'deki hukuki
prosedür Avrupa'dakine taban tabana zıttı, milli kökenleri nedeniyle Eichmann
Avrupa'dakine göre yargılanmalıydı; davalının savunma için kanıt bulması
gerekiyordu ama sanık bunu yapamıyordu, zira İsrail’de savunmanın ne tanığı ne
de dokümanı vardı. Uzun lafın kısası, bu duruşma büyük bir haksızlıktı, verilen
karar hiç adil değildi.
Temyiz mahkemesi işlemleri sadece bir
hafta sürdü, daha sonra mahkemeye iki aylığına ara verildi. 29 Mayıs 1962’de
ikinci karar okundu - ilki kadar hacimli olmasa da, resmi sayfa formatmda, tek
satır aralıkla, tam 51 sayfa tutuyordu. Görünüşe bakılırsa her açıdan Bölge
Mahkemesi’nİn kararını doğruluyordu, bunun için iki ay zamana ve 51 sayfalık
bir belgeye gerek yoktu» Temyiz mahkemesinin kararı, aksi iddia edilse de,
aslında ilk mahkemenin kararının revizyonundan ibaretti. İlk kararla arasındaki
en belirgin fark, "temyiz için başvuran tarafın 'üstlerinden emir’
almadığını" iddia etmesiydi; "Eichmann kendi kendisinin amiriydi,
Yahudi meselesiyle ilgili bütün emirleri o vermişti"; dahası "önemi
açısından, Müller de dahil olmak üzere bütün üstlerini gölgede bırakırdı".
Ayrıca, Eichmann diye biri hiç olmasaydı Yahudilerin kaderinin yine
değişmeyeceğini öne süren savunmanın bu apaçık argümanına karşılık, hâkimler
"Eichmann’ın ve suç ortaklarının o fanatik coşkusu ve dinmek bilmeyen kana
susamışlığı olmasaydı, Nihai Çözüm asla milyonlarca
Yahudiye zulmetmek ve işkence çektirmek gibi korkunç
biçimlere bürünmezdi" cevabım verdiler. İsrail Yüksek Mahkemesi iddia
makamının argümanlarını kabul etmekle kalmamış, kullandığı dili de
benimsemişti.
Aynı gün, 29 Mayıs'ta, İsrail
Cumhurbaşkanı Itzhak Ben-Zvi Eichmann'm af talebini içeren belgeyi aldı.
Eichmann, "avukatının talimatları doğrultusunda", el yazısıyla dört
sayfa uzunluğunda bir' belge hazırlamış ve eşinin ve Linz'deki ailesinin
mektuplarını eklemişti. Cumhurbaşkanı ayrıca dünyanın dört bir yanından
Eichmann için af talep eden yüzlerce mektup aldı. Bu mektupları yazanlar arasında
Amerikan Hahamları Merkez Heyeti, bu ülkedeki Reformcu Yahudiler Birliği’nin
temsilcileri, Kudüs’teki Yahudi Üniversitesi’n- den bir grup profesör (Martin
Buber'in başı çektiği bu profesörler davaya en baştan karşı çıkmışlardı, şimdi
de Ben-Gurion'u af için araya girmeye ikna etmeye çalışıyorlardı) göze
çarpıyordu. Yüksek Mahkeme’nin kararını açıklamasından iki gün sonra, 31
Mayıs’ta, Ben-Zvi bütün af taleplerini reddetti; aynı gün içinde (çarşamba)
gece yarısından kısa bir süre önce, Eichmann asıldı, bedeni yakılıp külleri
İsrail karasularının dışında Akdeniz'e döküldü.
Eichmann'm ne kadar kısa bir süre içinde
idam edildiğini anlamak için, bir sonraki pazartesiden önce idamı
gerçekleştirmeye uygun tek günün perşembe olduğunu; zira cuma, cumartesi ve pazar
günlerinin ülkedeki üç mezhepten birine veya ötekine göre tatil sayıldığını göz
önünde bulundurmak yeter. İnfaz, Eichmann af talebinin reddedildiğini
öğrendikten en fazla iki saat sonra gerçekleştirildi; son yemeğe bile vakit
kalmamıştı. Dr. Servatius’un müvekkilini kurtarmak için son dakikada yaptığı
iki hamle bu durumu gayet iyi açıklar - Servatius, böyle bir zamanda bile,
hükümeti Eichmann’m iadesini talep etmeye zorlamak için bir Batı Alman
mahkemesine başvuruda bulundu ve İnsan Haklarım ve Temel Özgürlükleri Koruma
Konvansiyonumun 25. Maddesine başvuracağını söyleyerek gözdağı vermeye çalıştı.
Eichmann'm talebi reddedildiğinde ne Dr. Servatius ne de asistanı İsrail'deydi;
İsrail hükümeti muhtemelen, zaten iki senedir devam eden bu davayı, savunmanın
infaz tarihini erteletmek için başvurmasına bile imkân vermeden kapatmak
istiyordu.
Ölüm cezası bekleniyordu, neredeyse hiç
kimse buna karşı çıkmıyordu, ama infazı İsraillilerin gerçekleştirdiği
öğrenilince her şey değişti. Protestolar kısa sürdü, ama her taraftan ve
nüfuzlu, itibarlı kişilerden gelmişti. En yaygın argüman, Eichmann’ın işlediği
fiillerin insani ceza olanaklarını kat kat aştığı, bu kadar büyük suçlar için
ölüm cezası vermenin anlamsız olduğu yolundaydı - bu bir bakıma doğruydu tabii,
ama milyonları katleden birinin sırf bu yüzden ölüm cezasından kurtulabileceği
anlamına gelmiyordu. Küçük bir kesim, ölüm cezasının "yaratıcılıktan
uzak" olduğunu söylüyor ve gayet yaratıcı öneriler sunuyordu - Sözgelimi,
Eiehmann "hayatının geri kalanını, Negev’in o sıcaktan kavrulan
topraklarında ağır iş cezasıyla geçirmeliydi, yurtiannı yeniden inşa eden
Yahudilere yardım etmek için alın teri dökmeliydi", bu cezaya bir günden
fazla dayanamazdı (ayrıca, İsrail’de güney çölüne bir sürgün yeri gözüyle bakılmadığına
şüphe yoktu). Veya İsrail, Madison Bulvarı gibi "ulvi yüksekliklere"
ulaşmalı, "anlaşılır olanın, hukuki, siyasi ve hatta insani
fikirlerin" üzerine yükselmeliydi; bunun için de suçlunun
"yakalanmasında, yargılanmasında" rol oynayanlar "bir araya
getirilecek ve suçlu herkesin gözü önünde cezalandırılacaktı - Eiehmann
kelepçeler ve prangalar içinde teşhir edilirken, televizyon kameraları ve radyo
mikrofonlarıyla, yakalanmasında ve yargılanmasında rol oynayanlar yüzyılın
kahramanları ilan edilecekti".
Martin Buber infazı "tarihi bir
hata" olarak nitelendirdi, zira infaz "pek çok Alman gencinin
hissettiği suçluluk duygusunun kefareti” olarak görülebilirdi - bu argüman,
tuhaf bir biçimde Eich- mann'm konuyla ilgili fikirlerini çağrıştırıyordu; buna
karşılık Buber, Eichmann'ın Alman gençlerinin belini büken suçluluk duygusunu
ortadan kaldırmak için kendini herkesin gözü Önünde asmayı istediğini
bilmiyordu. (Buber gibi hem itibar sahibi hem de tanınmış bir adamın bu iyice
reklam edilen suçluluk duygusunun aslında ne kadar yapmacık olduğunu görememesi
tuhaftır. Yanlış bir şey yapmadığı halde suçluluk duygusu hissetmek insanı
tatmin eder: Ne soylu bir davranış ama! Buna karşılık suçu kabul etmek ve tövbe
etmek daha zor ve şüphesiz daha sıkıntılıdır. Alman gençleri hayatın her
alanında, yetkili konumlarda bulunan, devlet kademelerinde yer alan ve düpedüz
suçlu olan ama suçluluk duymayan
insanlarla çepeçevre kuşatılmıştır. Normalde insan bu duruma öfkelenir, ama
öfkelenmek son derece tehlikelidir - hem ruh ve beden açısından hem de insanın
kariyeri önünde dikilecek ciddi bir engel olarak tehlikelidir. Anne Frank'in Hatıra Defteri
veya Eichmann duruşması üzerine kopan yaygaralar vesilesiyle bize ara ara
isterik suçluluk duygusu patlamaları sunan bu Alman gençleri geçmişin,
babalarının işledikleri suçların ağırlığı altında ezilmiyor; daha ziyade tam da
şimdiki zamanı ve fiili sorunları ucuz bir duygusallık haline getirmeye
zorlanmaktan kaçmaya çalışıyorlar!) Profesör Bu- ber, Eichmann'a pek
''acımadığını", "sadece yaptıklarını yürekten anladığı
insanlara" acıyabileceğini söyleyerek devam etti sözlerine ve yıllar önce
Almanya'da söylediği bir şeyi üzerine basa basa tekrar etti: Üçüncü Reich
eylemlerinde rol oynayanların "sadece insan gibi görünmeleri açısından kendisine
benzediklerini" dile getirdi. Böyle ulvi bir tavır takınmak, Eichmann’ı
yargılayanlar açısından elbette büyük bir lükstü; zira hukukun önvarsayımı tam
da itham ettiklerimizin, yarıladıklarımızın ve mahkûm ettiklerimizin de insan
olduğudur. Bildiğim kadarıyla, Eichmann’m infazı hakkındaki sözleri kayıtlara
geçen tek felsefeci Buber’di (duruşma başlamadan kısa bir süre önce, Kari
Jaspers de Basel'de bir radyoya röportaj vermişti; Jaspers sonradan Der Monatta
yayımlanan bu röportajında, uluslararası bir mahkemenin gerekliliğini
savunuyordu); dolayısıyla Buber'in, Eichmann'm ve yaptıklarının ortaya koyduğu
sorunlardan mümkün olduğunca uzak durması; insanı hayal kırıklığına
uğratıyordu.
Prensipte ölüm cezasına kayıtsız şartsız
karşı olanlardan neredeyse hiç ses çıkmadı; bu insanların argümanları
meşruluğunu koruyacaktı, zira argümanlarını bu dava özelinde ele almaya gerek
duymamışlardı. Sanki -bence haklı olarak- bu davanın sonunda ışık görmedikleri
için mücadele etmemişlerdi.
Eichmann darağaçma giderken kendinden çok
emindi. Bir şişe kırmızı şarap istemiş ve yarısını içmişti. Birlikte Kutsal
Kitap okumayı teklif eden Protestan Papaz William Hull’m yardım teklifini
reddetmişti: Sadece iki saati vardı yaşayacak, yani "kaybedecek
vakti" yoktu. Hücresiyle infaz yeri arasındaki elli metrelik mesafeyi
yürürken soğukkanlı görünüyor, dimdik duruyordu, elleri arkadan bağlıydı.
Gardiyanlar bileklerini ve dizlerini bağladıkları zaman, dik durabilmek için
bağlan biraz gevşetmelerini istedi. Yüzünü örten siyah bir başlık takmayı teklif
ettiklerinde, "İhtiyacım yok," dedi. Kendisine tam anlamıyla hâkimdi,
daha doğrusu tam anlamıyla
kendisiydi. Son sözlerindeki abartılı aptallık bunu gayet
ikna edici bir biçimde ortaya koyuyordu. Üzerine basa basa deist olduğunu
söyledi, Nazilerin kullandığı bu tabirle Hıristiyan olmadığını ve ölümden sonra
yaşama inanmadığım anlatmaya çalışıyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
"Baylar, kısa bir süre sonra tekrar
görüşeceğiz. Bütün insanların kaderi bu. Çok yaşa Almanya, çok
yaşa Arjantin, çok yaşa Avusturya! Sizi
unutmayacağımÖlümle burun buranayken, cenaze merasimlerinin
klişelerinden birini bulup çıkarmıştı. Darağacında, hafızası ona son bir oyun
oynadı; bîr "sevinç hissi" duyuyordu, bunun kendi cenazesi olduğunu
unutmuştu.
Son dakikalarında,
insanın kötülüğüyle ilgili bu uzun dersin bize ne öğrettiğini özetliyordu sanki
- korkunç, fikre ve zikre direnen kötülüğün
sıradanlığı. .
KUDÜS'TEKİ duruşmanın
düzensizlikleri ve anormallikleri o kadar çok, o kadar çeşitli ve yasal açıdan
o kadar karmaşıktı ki, duruşmanın ister istemez akla getirdiği asıl ahlaki,
siyasi ve hatta hukuki meseleler, duruşma sırasında -tıpkı şaşırtıcı bir
biçimde az olan dava sonrası literatürde olduğu gibi-gölgede kaldı. İsrail,
Başbakan Ben- Gurion'un duruşma öncesinde yaptığı açıklamalarla ve iddia
makamının suçlamayı ele alış biçimiyle, duruşma için hepsi de hukuku ve mahkeme
prosedürünü aşan bir sürü amaç sıralayarak işleri daha da karıştırdı. Her
duruşmanın amacı sadece adaleti sağlamaktır, başka bir şey değil; ne kadar yüce
olursa olsun, başka bir amaç-mesela yetkili askeri savcı Robert G. Storey'in
Nümberg Duruşmalarımın güya daha yüce amaçlarıyla ilgili formülasyonuyla,
"Hitler rejiminin, tarihin sınavına dayanacak bir kaydını tutmak"-
hukuku asıl görevinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz: Hukukun asıl
amacı, sanığa yöneltilen suçlamaları enine boyuna düşünmek, hükme varmak ve
yasalara uygun cezayı vermektir.
Eichmann davasının, ilk İki bölümü mahkeme
salonunda ve dışarıda yorumlandığı şekliyle daha-yüce-bir-amaç teorisine
cevaben yazılan hükmü, bu bakımdan daha açık ve daha isabetli olamazdı:
Duruşmanın kapsamım genişletmeye yönelik tüm girişimlere karşı çıkmak
gerekirdi, çünkü "mahkeme kendini, yetki alanı dışında kalan meselelere
karışmanın cazibesine kaptıramaz... yargı muameleleri belli şekillerde yapılır,
bunlar yasalarla belirlenmiştir ve duruşmanın konusu ne olursa olsun
değişmez". Ayrıca bu sınırları çiğnediği takdirde, mahkemenin "tam
bir başarısızlığa" uğraması kaçınılmazdı. Mahkeme "genel meselelerin
tetkiki için gerekli araçlara" sahip değildi, ağırlığım tam da sınırlı
olmasından alan bir otoriteyle konuşurdu, kimse onları hukukun dışında kalan
meselelerin "hâkimi yapmamıştı" ve "genel meselelerle ilgili fikirlerine,
bu konular üstüne çalışan veya kafa yoran herhangi birinin fikirlerinden daha
yüksek bir değer biçilmemeliydi". Aynı durum, Eichmann duruşması söz
konusu olduğunda en çok sorulan soru için de geçerliy- di: Ne işe yaradı? Bu
soruya sadece şu cevap verilebilirdi: Adaleti sağladı.
Eichmann duruşmasına yöneltilen itirazlar
üç grupta toplanıyordu. Birinci grupta yer alan itirazlar, Nümberg
Duruşmalan’na da yöneltilmişti ve şimdi tekrar ediliyordu: Eichmann geçmişi de
etkileyen bir yasaya göre yargılandı ve kazanan devletlerin mahkemesinde boy
gösterdi. İkinci grupta yer alan itirazlar sadece Kudüs mahkemesiyle ilgiliydi,
mahkemenin yeterliğini ya da Eichmann'ın kaçırılmasını göz önünde
bulundurmamasını sorguluyordu. Son grupta yeı; alan, en önemli itirazlar
suçlamaya yönelikti; Eichmann'ın "insanlığa karşı" suçlar yerine
"Yahudi halkına karşı" suçlarla itham edilmesi, dolayısıyla bu yasaya
göre yargılanması eleştiriliyordu; bu itirazlar mantıksal olarak, sadece
uluslararası bir mahkemenin söz konusu suçlan yargılamaya uygun olduğu sonucuna
vardı.
Mahkemenin ilk grupta yer alan itirazlara
cevabı basitti: Nümberg Duruşmaları yasal olarak emsal teşkil ettiği için
Kudüs'te örnek gösterildi ve milli hukuka göre hareket eden hâkimlerin başka
türlü davranması pek mümkün değildi, çünkü
î 950 tarihti Nazi ve Nazi İşbirlikçileri (Ceza) Yasası bizatihi
bu emsale dayanıyordu. Hâkimlerin dikkat çektiği gibi, "bu özel yasa, ceza
kanununun diğer alışılmış yasalarından tümüyle farklıdır" ve bu fark da
ilgili suçların doğasından kaynaklanır. Ayrıca bu kanunun geçmişi de
etkilemesi, nullum erimen,
nulla poena sine lege (kanunsuz suç ve ceza olmaz) ilkesini
esasen değil de usul yönünden ihlal eder, çünkü bu ilkeyi sadece kanun
koyucunun bildiği fiillere uygulamak anlamlıdır; soykırım gibi daha önceden
bilinmeyen bir suç aniden baş gösterirse, adalet yeni bir yasaya göre
yargılamayı gerektirir. Nümberg için bu yeni yasa 1945 tarihli Londra
Antlaşmasıyla kurulan Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin tüzüğüydü, İsrail
içinse 1945 tarihli yasaydı. Asıl mesele bu yasaların geçmişi de etkileyip
etkilemediği değil (elbette etkilemeleri gerekiyordu), uygun olup olmadığı,
yani sadece önceden bilinmeyen suçlara uygulanıp uygulanmadığıydı. Nürnberg’de
Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin kurulmasına olanak sağlayan bu tüzükte,
geçmişi de etkileyen yasaların önkoşulu ciddi bir biçimde sakatlanmıştır; söz
konusu meselelerle ilgili tartışmaların her zaman bir bakıma kafa karıştırıcı
kalmasının nedeni belki de budur.
Tüzüğün yetki alanına giren üç tür suç
vardı: "barışa karşı suçlar" (Ceza Mahkemesi’ne göre, "toptan
herkese zarar veren... en büyük uluslararası savaş suçu"), "savaş
suçlan" ve "insanlığa karşı suçlar". Bunların sadece sonuncusu,
insanlığa karşı suçlar yeni ve emsalsizdi. Saldın savaşı yazılı tarih kadar
eskidir; cezai olduğu gerekçesiyle defalarca kınanmış olsa da, asla resmen
cezai bir muameleye tabi tutulmamıştır. (Nümberg mahkemesinin bu konudaki
hükmünün mevcut gerekçelerinden hiçbiri bunu tavsiye etmez. II. Wilhelm’in
Müttefiklerin mahkemesine çıkarıldığı doğrudur, ama eski Alman Kayseri savaşla
değil, antlaşmalann ihlaliyle -özellikle de Belçika'nın tarafsızlığını bozması
konusunda- suçlanmıştır. Ağustos 1928 tarihli Briand-Kellogg Paktı'nın savaşı
bir milli politika aracı olarak kabul etmediği de doğrudur, ancak bu pakt ne
saldırı ölçütlerinden ne de uygulanacak .yaptırımlardan söz eder - dahası, bu
paktın kurmayı amaçladığı güvenlik sistemi daha savaş başlamadan çökmüştür.)
Üstelik hâkim koltuğuna oturan ülkelerden biri, yani Sovyet Rusya tu-quoque[3]
argümanına açıktı. 1939'da Finlandiya'ya saldıran, Polonya'yı ikiye bölen ve bu
işten tek bir ceza bile almadan sıyrılan Ruslar değil miydi? Diğer taraftan,
kuşkusuz "barışa karşı suçlar" kadar yeni olan "savaş suçları”
uluslararası hukuk kapsamına giriyordu. Lahey ve Cenevre konvansiyonlarında, bu
suçlar "yasaların veya savaş âdetlerinin ihlali" şeklinde
tanımlanıyor ve esasen mahkûmlara kötü muameleden, sivil halka yönelik savaş
fiillerinden oluşuyordu. Burada geçmişi de etkileme gücüne sahip yeni bir
yasaya ihtiyaç yoktu, Nümberg'deki asıl zorluk tu-quoque
argümanının burada da şüphesiz geçerli olmasıydı; Lahey Konvansiyonu'nu
imzalamamış olan Rusya (bu arada, İtalya da bu konvansiyonu onaylamamıştı),
mahkûmlara kötü muamele konusunda sıradan bir şüpheli değildi ve yakın dönem
araştırmalara göre, cesetleri Katyn Ormam’nda (Rusya’da, Smolensk civarında bir
yerde) bulunan 15 bin Leh yetkilinin ölümünden de sorumluydu. Daha da beteri,
açık şehirleri yoğun top ateşine tutmak ve hepsinden Önemlisi Hiroşima ve
Nagasaki’ye atom bombası atmak, La- hey Konvansiyonuma göre açıkça savaş suçu
sayılıyordu. Düşmanı Alman şehirlerini bombalamaya kışkırtan Londra, Coventry
ve Rot- terdam bombardımanlarıydı; buna karşılık, yepyeni ve karşı konulamaz
derecede güçlü bir silah kullanmaya kışkırtanın ne olduğu belli değildi; ille
de söz konusu silahın gücünü herkese göstermek istiyorsa, bunun başka bir
yolunu bulabilirdi. Müttefiklerin Lahey Konvansiyonu'nu ihlal etmesinin yasal
açıdan hiç tartışılmamış olmasının en bariz sebebi şüphesiz Uluslararası Askeri
Mahkemeler' in sadece adının uluslararası olmasıydı. Bu mahkemeler aslında
galiplerin mahkemeleriydi ve her halükârda şüpheli olan yargılama yetkileri,
savaşı kazanan ve bu ortak girişimi üstlenen koalisyon bozulduğunda devam
etmedi; Otto Kirchheimer'in tabiriyle "daha Niimberg’de verilen kararın
mürekkebi kurumadan’1 sona erdi. Ama bu bariz sebep, Lahey
Konvansiyonuma dayanarak Müttefiklerin savaş suçları nedeniyle
yargılanmamasınla veya sanık sandalyesine oturtulmamasının ne tek nedeniydi ne
de en güçlü sebebi. Bu noktada şunu eklemekte fayda var: Nümberg Mahkemesi en
azından, Alman davalıları tu-quoque
argümanına açık suçlardan mahkûm etme konusunda gayet ihtiyatlı davrandı. îşin
aslına bakılırsa, II. Dünya Savaşı’nın sonlarında, şiddet araçlarındaki teknik
gelişmelerin savaşın "cezai’1 muameleye tabi tutulmasını
kaçınılmaz hale getirdiğini herkes biliyordu. Askerle sivil, orduyla yerli
halk, askeri hedeflerle açık şehirler arasındaki fark (ki Lahey
Konvansiyonumdaki savaş suçları tanımları bu farka dayanıyordu) tümüyle ortadan
kalkmıştı. Dolayısıyla bu yeni koşullar altında, yalnızca bütün askeri
zorunlulukların dışında kalan, kasten insanlıkdışı bir amacın peşine düşen
suçların savaş suçu sayılabileceği düşünülüyordu.
Bu keyfi vahşet faktörü, mevcut koşullar
altında, neyin savaş suçu sayılacağını belirlemek için meşru bir ölçüttü. Ne
yazık ki söz konusu Ölçüte -bu bağlamda meşru olmasa da- yepyeni olan tek suçu,
"insanlığa karşı suçu" el yordamıyla tanımlamaya çalışırken de
başvurdular. Bu suç tüzükte (Madde 6-c) "insanlıkdışı bir fiil"
olarak tanımlandı - sanki bu suç da savaş ve zafer peşinde koşarken kriminal
açıdan aşırıya kaçmakla ilgili bir meseleymiş gibi. Gelge- lelim Müttefikleri,
Churchill'in ifadesiyle, "savaş suçlularının cezalandırılmasını savaşın
başlıca amaçlarından biri" ilan etmeye iten kesinlikle herkesin bildiği
türden bir suç değildi; aksine, eşi benzeri görülmemiş bir vahşetle ilgili
raporlar, nice halkların yok edilmesi, koca koca bölgelerin
"temizlenmesiydi"; yani hem "askeri zorunlulukla
bağdaştınlamayan" hem de aslında savaştan bağımsız olan ve barış zamanı da
devam eden sistematik bir cinayet politikasına işaret eden suçlardı. Bu suç
aslında uluslararası veya milli hukukun kapsamında değildi, dahası tu-quoque argümanının
geçerli olmadığı tek suçtu. Yine de Nümberg hâkimleri kendilerini hiçbir suçun
karşısında bu kadar rahatsız, insanı yok yere ümitlendiren bir belirsizliğin
içindeymiş gibi hissetmemişlerdi. Duruşmanın en iyi analizlerinden birini (Le Proces de Nuremberg,
1947) borçlu olduğumuz, Nümberg'tleki Fransız hâkim Donnedieu de Vabres'nin
sözleriyle, "Tüzüğün az da olsa açık bir kapı bırakarak içeri girmemize
izin verdiği insanlığa karşı suçlar kategorisi, Mahkeme’nin kararıyla birlikte
buhar olup uçtu". Ne var ki tüzüğün kendisi gibi hâkimler de pek tutarlı
değillerdi; çünkü her ne kadar Kirchheimer’in sözleriyle, "insanlığa karşı
suçlan vurgulamaktan mümkün olduğunca kaçınarak bütün geleneksel yaygın suçları
kapsayan savaş suçundan" mahkûm etmeyi tercih etseler de, iş kararı
açıklamaya gelince en ağır cezayı, ölüm cezasını vererek gerçek duygularını
gösterdiler. Bu ceza sadece çok ender görülen vahşetlerden suçlu bulunanlara
verilen bir cezaydı, fiilen "insanlığa karşı bir suçtu"; Fransız
savcı François de Menthon'un çok daha isabetli bir biçimde dile getirdiği gibi,
"insan statüsüne karşı bir suçtu". Asla barışa karşı bir
"komplo" kurmakla suçlanmamış bir sürü insan ölüme mahkûm edilince, saldırının
"en büyük uluslararası suç olduğunu" savunma anlayışı usulca bir
kenara bırakıldı.
Eichmann duruşmasını haklı çıkarmak için
sık sık öne sürülen gerekçelerden biri şuydu: Her ne kadar son savaşta işlenen
en büyük suç Yahudilere karşı olsa da, Yahudİler Nümberg'e seyirci kalmıştı.
Kudüs mahkemesinin kararıysa bu kez, İlk defa, Yahudilerin başına gelen
felaketin "mahkeme zabıtlarında esaslı bir yer tuttuğunu ve duruşmayı
öncüllerinden [Nümberg, vb.] ayıran niteliğinin de bu olduğunu"
gösteriyordu. Ama bu gerekçe, en iyi ihtimalle, kısmen doğruydu. Müttefiklerin
öncelikle "insanlığa karşı suç" fikriyle çıkıp gelmelerinin sebebi
tam da Yahudilerin başına gelen felaketti; çünkü, Julius Stone'un Legal Controls of International
Con- flicfte (1954, Uluslararası Çatışmanın Yasal Denetimi)
yazdığı gibi, "Yahudilerin katledilmesi, eğer bu Yahudiler Almanya'nm
kendi vatandaşlarıysa, sadece insanlık açısından ele alınabilirdi". Nüm-
berg Mahkemesinin bu suçu gerektiği gibi ele almasını engelleyen, kurbanların
Yahudi olması değildir; tüzüğün, savaşın idaresiyle çatışması ve bunu
engellemesi bakımından aslında savaşla pek de ilgisi olmayan bu suçu, diğer
suçlarla ilişkilendirmeyi gerektirmesidir. Nümberg hâkimlerinin Yahudilere
nasıl zuîmedildiğini ne kadar iyi bildiklerini anlamanın en iyi yolu belki de,
insanlığa karşı suç işlemekten dolayı ölüme mahkûm edilen tek sanığın antisemit
sapıklıklarıyla tanınan Julius Streicher olduğunu hatırlamaktır. St~ reicher
örneğinde, hâkimler başka hiçbir şeyi göz önünde bulundur- mamışlardır.
Kudüs’teki duruşmayı öncüllerinden ayıran,
Yahudi halkının bu sefer merkezi bir konumda bulunması değildi. Bilakis duruşma
bu bakımdan, Polonya ve Macaristan'daki, Yugoslavya ve Yunanistan' daki, Sovyet
Rusya ve Fransa'daki, kısacası eskiden Nazi işgali altında bulunmuş bütün
ülkelerdeki savaş öncesi duruşmaları andırıyordu. Nürnberg’deki Uluslararası
Askeri Mahkeme suçlan belirli bir yerle sımrlanamayan savaş suçluları için
kurulmuştu, diğerleri suçlarını işledikleri ülkelere gönderilmişti. Suçlan ülke
sımrlanm aşan yalnızca "baş savaş suçlularıydı" ve Eichmann da
kuşkusuz bunlardan biri değildi. (Eichmann’m Nümberg'de yargıîanmaması- mn
nedeni buydu, genellikle iddia edildiği gibi ortalıktan kaybolması değildi;
örneğin Martin Bormann, gıyabında suçlanmış, yargılanmış ve ölüme mahkûm
edilmişti.) Eichmann'm faaliyetleri işgal altındaki Avrupa’nın dört bir yanma
yayıldıysa, bunun nedeni ülke sınırlarım geçersiz kılacak kadar Önemli biri
olması değil, işinin do- ğasıydı; bütün Yahudileri bir araya toplamak ve tehcir
etmek, Eich- mann'm ve adamlarının bu kıtayı dolaşmasını gerektirmişti.
Yahudilere karşı işlenen suçu Nümberg tüzüğünün hukuki, sınırlı bağlamında
"uluslararası" bir mesele haline getiren, Yahudilerin farklı ülkelere
yayılmış olmasıydı. Bir ülkeleri olduktan, İsrail Devleti'ni kurduktan sonra
-nasıl Lehlerin Polonya'da işlenen suçlan yargılama hakkı varsa- kuşkusuz
Yahudilerin de halkına karşı işlenen suçları yargılamaya hakkı olacaktı.
Kudüs'teki duruşmaya kanunların müİhiliği yetkisi açısından yöneltilen itirazlar
yasalara fazlasıyla uygundu; mahkeme birkaç celseyi bütün bu itirazları
tartışmakla geçirmiş olsa da, bunların aslında meseleyle pek ilgisi yoktu.
Yahu- dilerin o dönemde uyruklarına bakılmadan, sırf Yahudi oldukları için
öldürüldükleri konusunda en ufak bir şüphe bile yoktu; Nazile- rin, etnik
kimliğini reddetmeyi seçen ve belki de Fransız veya Alman olarak öldürülmeyi
tercih edecek bir sürü Yahudiyi öldürdüğü doğru olsa da, böyle durumlarda bile
suçlulara ancak niyetleri ve amaçları göz önünde bulundurulduğu takdirde
adaletli muamele edilmiş olurdu.
Yahudi hâkimlerin taraf tutma ihtimaliyle
ilgili bir o kadar asılsız, hatta daha yaygın olan başka bir iddiaya göre, bu
hâkimler, Özellikle de bir Yahudi Devleti’nin vatandaşları olmaları durumunda,
kendi davalarının hâkimi olacaklardı. Yahudi hâkimlerin bu bakımdan Leh
hâkimlerin Polonya halkına karşı suçlara hüküm verdiği veya Çek hâkimlerin Prag
veya Bratislava’da hâkim kürsüsüne oturduğu sonraki duruşmalardaki
meslektaşlarından neden farklı olduğunu anlamak zor. (Hausner, Saturday Evening Post'tz
yayımlanan son makalesiyle bu tartışmayı farkında olmadan ateşledi: İddia
makamının Eichmann'm İsrailli bir avukat tarafından savunula- mayacağmı, çünkü
böyle bir durumda avukatın "mesleki vazifeleri" ile "milli duygularının"
çatışacağını hemen fark ettiğini söyledi. Bu çatışma Yahudi hâkimlere
yöneltilen bütün itirazların özünü oluşturuyordu ve Hausner’in hâkimlerin
lehine ortaya attığı argüman -bir hâkim suçtan nefret etse bile suçluya adil
davranabİlir- savunma makamı için de düşünülebilirdi: Avukat caniyi savunur,
cinayeti savunmaz. İşin aslına bakarsanız, mahkeme dışındaki baskı, Eichmann’m
savunmasını bir İsrail vatandaşına vermeyi -biraz yumuşatarak söyleyecek
olursak- makul bir davranış olmaktan çıkarıyordu.) Son olarak, suçun işlendiği
dönemde bir Yahudi Devle- ti’nin olmamasına dayanan argüman o kadar biçimciydi,
gerçekliğe ve adil muameleyle ilgili taleplere o kadar uzaktı ki, bu argümanı
gönül rahatlığıyla uzmanların teknik tartışmalarına bırakabilirdiniz.
Mahkemenin adalet (başlı başına önemli olmakla beraber asla adaleti, hukukun
ilgilendiği başlıca meseleyi hükümsüz kılmasına izin verilmeyen birtakım
prosedürlere gösterilen ilgiden farklı olarak) bakımından yeterliliğini
kanıtlamak için ne pasif kişilik ilkesine -yani Yahudi oldukları için kurbanlar
adına sadece İsrail Devle- ti'nin konuşma hakkı olduğu yönündeki ilkeye- ne de
evrensel yetki ilkesine -Eichmann buna tabiydi çünkü hostis generis kumanı y- di
(tüm insanlığın düşmanıydı), onun için korsanlara uygulanan yasalar geçerliydi-
başvurmasına gerek yoktu. Kudüs mahkemesinin içinde ve dışında enine boyuna
tartışılan bu iki teori, aslında meseleyi bulanıklaştırmayan ve Kudüs duruşması
ile Nazîlerin ve işbirlikçilerinin ceza almalarını garantilemek için benzer
özel yasaların çıkarıldığı diğer ülkelerdeki öncül duruşmalar arasındaki
benzerliği gölgelemekten başka bir işe yaramadı.
Kudüs’te, P. N. Drost'un Crime of State'indeki
(1959, Devlet Suçlan) önemli görüşü üzerine inşa edilen pasif kişilik ilkesi, yani
belirli koşullar altında "edilgen kişiliğin dava için yeterli olabileceği
görüşü" ne yazık ki cezai takibatın, öç alma hakkı olduğuna hükmedilen
kurbanlar adına hükümet tarafından başlatıldığına işaret eder. îddia makamı
esasen böyle bir yerde duruyordu ve buna uygun olarak Hausner de konuşmasına şu
sözlerle başladı: "İsrail'in hâkimleri, bu mahkemede, Adolf Eichmann'ı
suçlamak üzere, karşınızda tek başıma durmuyorum. Şu anda, altı milyon savcı da
burada benimle beraber. Ama onlar ne yazık ki ayağa kalkıp parmaklarıyla cam
kabini işaret ederek orada oturan adama Taccuse
(İtham Ediyorum) diye haykıramıyorlar... Kanları Tanrı katma kadar yükseliyor,
ama sesleri duyulmuyor. Nitekim onların sözcülüğünü yapmak ve onlar adına bu
iğrenç suçlamayı yöneltmek bana düşüyor." İddia makamı bu retorikle,
duruşma karşıtı başlıca argümana, yani duruşmanın adaletin gereklerini yerine
getirmek için değil de kurbanların arzularını tatmin etmeleri ve belki de
intikam alma haklarını kullanmaları için yapıldığı yolundaki iddiaya sağlam bir
dayanak kazandırmış oldu. Cezai takibat, zorunlu olduğu ve nitekim mağdur
bağışlamayı ve unutmayı tercih etse bile başlatıldığı için, "Özünde"
-Telford Taylor'm New York Times
Magazine'deki sözleriyle aktaracak olursak- "bir suçun
sadece kurbana karşı değil, öncelikle yasası ihlal edilen topluluğa karşı
işlendiğini" savunan yasalara dayanır. Suç işleyen kişi, yaptığı şey
toplumun tamamım huzursuz ettiği ve büyük bir tehlikeye attığı için değil;
hukuk davalarında olduğu gibi, tazminat hakkı olan bir bireye zarar verdiği
için adalet önüne çıkarılır. Krirainal davalarda yürürlükte olan tazminatın
doğası bambaşkadır; "tazmin edilmesi" gereken devlet kurumu- dur,
zıvanadan çıkan ve eski haline getirilmesi gereken de kamu düzenidir. Başka bir
deyişle, böyle durumlarda davacı değil, yasa önce gelir.
İddia makamının davayı pasif kişilik
ilkesine dayandırmaya çalışması kadar bile haklı görülemeyecek bir şey varsa, o
da mahkemenin evrensel yargı yetkisi adına yeterliliğini iddia etme eğiliminde
olmasıydı; çünkü bu hem davanın gidişatıyla hem de Eichmann' m yargılandığı
yasayla düpedüz çelişiyordu. Evrensel yargı yetkisi ilkesinin uygulanabileceği,
çünkü insanlığa karşı suçların o eski korsanlık suçuna benzediği; insanlığa
karşı bir suç işleyen kimsenin, tıpkı geleneksel uluslararası hukuktaki korsan
gibi, hostis hu- mani generis (tüm
insanlığın düşmanı) olduğu söyleniyordu. Gei- gelelim Eichmann'm esasen
-evrensel yargı yetkisi ilkesinin mazur görebileceği- Yahudi halkına karşı
suçlarla itham edilmesi şüphesiz, İnsanlığa karşı suçlar da işlememiş
olmasından değil, özellikle Yahudi sorununun Nihai Çözüm'ünde önemli bir rol
oynamasından kaynaklanıyordu.
Yine de, Eichmann'ı hostis Judaeorum
(Yahudilerin düşmanı) olduğu için değil de sırf hostis humani generis
olduğu için kaçırdıy- sa, İsrail’in tutuklamanın meşruluğunu savunması zor
olacaktı. Korsan -uluslararası bir ceza kanunu olmadığında tek meşru yasal ilke
sayılan- kanunların mülhiliği ilkesi kapsamına, herkesin düşmanı olduğu,
dolayısıyla herkes tarafından yargılanabileceği için değil; açık denizlerde suç
işlediği ve açık denizler de kimseye ait olmadığı için girmez. Üstelik
"bütün yasaları hiçe sayarak hiçbir bayrağa itaat etmediğini
gösteren" korsan (H. Zeisel, Britannica
Book of the Year, 1962), tanım gereği sadece kendisi için bu işin
içindedir; bütün örgütlü toplulukların dışında kalmayı seçtiği için kanun
kaçağı sayılır ve bu nedenle "herkesin" düşmanı haline gelmiştir.
Eichmann’m bu işe sırf kendi namına giriştiği veya hiçbir bayrağa itaat
etmediği elbette iddia edilemez. Bu bakımdan korsan teorisi sadece, yasalardaki
boşluklardan faydalanarak bu tür suçların -yani bir ceza hukuku kapsamında ve
ceza hukuku olan bir devlet
tarafından işlenen suçların- yarattığı temel bir sorundan kurtulmak için ortaya
atılmıştır.
Soykırımla korsanlık arasındaki benzerlik
yeni bir şey değil; dolayısıyla bu noktada, Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu'nun 9 Aralık 1948’de kabul ettiği Soykırım Sözleşmesi'nde evrensel yargı
iddiasının açıkça reddedildiğini ve bunun yerine "soykırımla suçlanan
kişiler... suçun işlendiği ülkedeki yetkili bir Devlet mahkemesi veya yargı
yetkisine sahip uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanır"
denildiğini hatırlamakta fayda var. İsrail’in de altına imza attığı bu sözleşme
uyarınca, mahkemenin ya uluslararası bir mahkeme kurmaya ya da kanunların
mülhiliği ilkesini İsrail’e uygun bir biçimde yeniden formüllendirmeye
çalışması gerekirdi. Kuşkusuz bu alternatiflerin ikisi de imkân dahilindeydi,
mahkeme ikisini de yapmaya yetkiliydi. Uluslararası bir mahkeme kurma fikri
hemen reddedildi - bunun sebeplerini daha sonra tartışacağız. Kanunların
mülhiliği ilkesini yeniden tanımlamaya yönelik kayda değer bir girişimde
bulunulmamasmm sebebi ise -sonuç olarak mahkeme, sanki birbirinden çok farklı hukuki
ilkeleri bir araya getirince iddiası meşru hale gelecekmiş gibi, üç ilkeye
dayanarak salahiyet iddia etmişti: yer, pasif kişilik ve evrensel yargı-
elbette bütün ilgili tarafların bu alanda çığır açmaya ve emsallere bakmadan
hareket etmeye hiç istekli olmamasıyla yakından İlgiliydi. İsrail, yasalara
göre "ülkenin” sadece coğrafi bir terim değil, siyasi ve hukuki bir kavram
olduğunu açıklasaydı, kolaylıkla kanunların mülhiliği yetkisi iddia edebilirdi.
Ülke esasen ve öncelikle, ortak bir dile, dine, ortak tarihe, geleneklere ve
yasalara dayanan türlü ilişkilerle hem birbirine bağlı olan hem de birbirinden
ayrılan ve korunan bir grup insan arasındaki toprak parçası değildir. Sözü
edilen türlü ilişkiler, bir grubun farklı üyelerinin birbiriyle ilişki kurduğu
mekânı meydana getirdiği için, mekân açısından belirginleşir. Yahudi halkı
dağılmasından sonraki, yani eski topraklarını ele geçirmeden önceki yüzyıllarda
kendi özgül ara alanını yaratmasaydı veya sürdürmeseydi, asla bir İsrail
Devleti kurulamazdı. Gelgeldim mahkeme emsalsiz olana, yani İsrail Devleti’nin
-kuşkusuz yüreğine ve fikrine en yakın olan- kökenlerinin emsalsiz doğasına
dayanarak hiçbir itirazda bulunmadı. Bunun yerine davayı (hükmün ilk elli üç
maddesine tekabül eden ilk haftadaki duruşmaları) çoğu -en azından bu meslekten
olmayanların kulağına- laf kalabalığı gibi gelen bir yığın emsale boğdu.
Bu nedenle Eichmann duruşması aslında
Nümberg Duruşmalarını izleyen ardıl duruşmaların sonuncusundan başka bir şey
değildi. Bunu doğrulamasına, iddianame eklerinden birinde 1950 tarihli yasanın
resmi bir yorumu da bulunuyordu. Adalet Bakanı Pinhas Rosen'in yaptığı bu yorum
daha açık, belirsizlikten daha uzak olamazdı: "Diğer halklar, Nazilerin ve
işbirlikçilerinin cezalandırılması için gerekli yasal düzenlemeleri savaştan
hemen sonra, hatta daha savaş bitmeden yaptılar; buna karşılık Yahudi halkı,
Devlet kumlana kadar, Nazileri ve işbirlikçilerini adalet önüne çıkarmaya
yetkili değildi." Dolayısıyla Eichmann duruşması ardıl duruşmalardan tek
bir açıdan farklıydı - davalı usule uygun bir biçimde tutuklanıp İsrail’e iade
edilmemişti; bilakis, Eichmann’ı adalet önüne çıkarmak için uluslararası hukuk
açıkça ihlal edilmişti. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İsrail’in bu kaçırma
olayından ceza almadan kurtulmasını sağlayan Eichmann'ın defacto devletsiz
oluşudur; dolayısıyla Kudüs'te, kaçırma fiilini meşrulaştırmak için konuyla
alakasız bir sürü emsale başvurulduğu halde, ilgili tek örneğe, solcu Alman
Yahudisi Berthold Jakob'un 1935'te Gestapo ajanları tarafından İsviçre'de
yakalanmasına neden hiç dikkat çekilmediğini anlamak zor değildir. (Diğer
emsallerin hiçbiri bu duruma uygun değildi, zira bunların istisnasız hepsinde
kanun kaçağı hem suçu işlediği yere hem de yasal bir tutuklama emri çıkarmış,
çıkarabilmiş bir mahkemeye getirilmişti - ama İsrail'in bu koşulları yerine
getirmesine imkân yoktu.) Bu örnekte, İsrail aslında kanunların mülhiliği
ilkesini ihlal etmişti. Halbuki sözü edilen ilkenin önemi, dünyada birçok
halkın bulunmasından ve bu halkların farklı yasalara tabi olmasından geliyordu;
dolayısıyla bir ülke, yargı yetkisini sınırlarını ve meşruiyet alanını aşacak
biçimde genişlettiğinde, başka bir ülkenin hukukuyla doğrudan çatışıyordu.
Bu maalesef koca duruşmanın emsalsiz tek
özelliğiydi ve kuşkusuz meşru bir emsal sıfatı kolay kolay kazanacak gibi
görünmüyordu. (Yarın bir gün bir Afrika devleti ajanlarını Mississippi'ye
gönderip apartheid
hareketinin oradaki liderlerinden birini kaçırtsa ne yaparız? Gana veya
Kongo'daki bir mahkeme Eichmann davasını emsal gösterse ne cevap veririz?)
Duruşmanın meşruluğu suçun emsalsizliğine ve bir Yahudi Devleti'nin ortaya
çıkmasına dayandırılıyordu. Üstelik, Eichmann'ı adalet önüne çıkarmak isteyen
birinin önünde doğru dürüst başka bir alternatif olmadığı için, önemli
hafifletici sebepler de vardı. Nazi suçluları iade etme konusunda Arjantin’in
mazisi pek de iç açıcı değildi; İsrail ile Arjantin arasında suçluların
iadesiyle ilgili bir antlaşma olsaydı bile, iade talebi çok büyük bir
olasılıkla reddedilecekti. Ayrıca böyle bir antlaşma Eichmann'ın Batı
Almanya’ya iade edilmek üzere Arjantin polisine teslim edilmesini de
sağlamayacaktı; zira Bonn hükümeti daha Önce Kari Klingenfuss ve Dr. Josef
Mengele (Auschwitz’deki korkunç tıbbi deneylerde yer almıştı ve ”ayıklama"dan
sorumluydu) gibi tanınmış Nazi suçlularının iadesi için Arjantin hükümetine
başvurmuş ama bir sonuca ulaşamamıştı. Eichmann’ın durumunda, böyle bir iade
talebinin işe yaramama olasılığı iki misline çıkıyordu; zira Arjantin hukukuna
göre, son savaşın bitiminden itibaren 15 yıl sonra, bütün ilgili suçlamalar
zamanaşımına uğramış olacaktı; dolayısıyla 7 Mayıs 1960’tan sonra Eichmann’ın
yasal yollardan iadesi hiçbir surette mümkün değildi. Kısacası, yasal alan adam
kaçırmadan başka bir seçenek bırakmıyordu.
Hukukun nihai hedefinin adaletten başka
bir şey olmadığına inananlar, bu kaçırma işini emsaller nedeniyle değil;
bilakis uluslararası hukukun yetersizliğinin zorunlu hale getirdiği ümitsiz,
emsali olmayan ve emsal teşkil etmeyen bir fiil olduğu için genellikle mazur
göreceklerdi. Bu bakış açısına göre, İsrail’in yaptığı şeyin tek alternatifi
vardı: İsrail ajanları, Eichmann’ı kaçırıp İsrail’e getirmek yerine oracıkta,
Buenos Aires sokaklarında öldürmüş olabilirlerdi. Davayla ilgili tartışmalarda
sık sık böyle de hareket edilebileceğine dikkat çekenler ve coşkuyla bunu
önerenler, ne tuhaftır ki, Eich- mann’ın kaçırıldığını duyunca en çok dehşete
düşenler oluyordu. Böyle düşünmelerinin elbette gerekçeleri vardı, zira dava
olguları apaçık ortadaydı; ama bu şekilde hareket etmeyi Önerenlerin gözden
kaçırdığı bir nokta vardı: Hukuku eline alan insan adalete ancak, söz konusu
durumu, hukukun tekrar işlemeye başlayabileceği ve kendi fiilinin de -en
azından ölümünden sonra- meşrulaştırılabi- leceği bir şekilde dönüştürmeye
yanaştığı takdirde hizmet eder. Bu noktada akla hemen yakın geçmişten iki örnek
geliyor. Bunlardan biri, 25 Mayıs 1926’da Paris’te, eskiden Ukrayna ordularının
atamanı olan ve 1917 ila 1920 arasında yüz bin insanın ölümüne yol açtığı
söylenen Rus iç savaşı sırasındaki pogromlardan sorumlu tutulan
Simon Petlyura'yı öldüren Shalom Schvvartzbard'm davası.
Diğeri de, Türkiye'deki Ermenilerin yaklaşık üçte birinin (600 bin) Ölümüyle
sonuçlanan Ermeni pogromlarmm büyük katili Talat Paşa'yı 1921’de Berlin’in orta
yerinde vurarak öldüren Ermeni Soghomon Tehliryan'ın davası. Burada asıl
mesele, "kendi" suçlusunu öldürmenin iki suikastçiyi de tatmin
etmemiş olmasıydı; zira ikisi de su- ikastin hemen ardından polise teslim olup
ısrarla yargılanmayı istemişti. îkisi de duruşmasını, kendi halkına karşı
suçlar işlendiğini ve bunların suçluların yanına kâr kaldığını dünyaya
göstermek için kullandı. Özellikle Schwartzbard duruşmasında başvurulan
yön-" temler, Eichmann duruşmasında kullanılanlara çok benziyordu. Suçların
kapsamlı bir biçimde belgelenmesi aynı şekilde vurgulanıyordu, ama bu defa
belgeleri hazırlayan savunma makamıydı (Dr. Leo Motzkin’in başkanlığındaki
Comite des Delegations Juives’nin [Yahudi Delegasyonu] bu belgeleri toplaması
bir buçuk seneyi buldu ve elde edilen malzeme Les
Pogromes en Ukraine sous les gou- vernements ukrainiens 1917-1920'd&
[1927] yayımlandı). Yine aynı şekilde, burada da sanık ve avukatı kurbanlar
adına konuştu ve laf arasında "asla kendini savunmamış Yahdilerden"
bile bahsetti (bkz., Henri Torres'in Le
Proces des Pogromes undaki [1928] savunması). İkisi de beraat
etti ve sanıkların böyle hareket etmelerinin -Georges Suarez'in Shalom
Schvvartzbard davası için büyük bir hayranlıkla söylediği gibi-
"ırklarının nihayet kendini savunmaya karar verdiğini, ahlaki üstünlüğünü
bir yana bırakıp aşağılamalara boyun eğmekten vazgeçtiğini gösterdiği"
düşünüldü.
Adaletin önünde bir engel oluşturan
meşruiyet sorunlarının bu şekilde çözülmesinin sağladığı avantaj apaçık
ortadadır. Aslında, bu duruşma da bir duruşma "şovudur"; şov bile
olsa, oyunun merkezindeki, herkesin bakışım üzerine çeken "kahramanı"
bu sefer gerçek bir kahramandır. Bununla beraber, davanın duruşma niteliği de
korunmuştur; zira bu "sonu önceden ayarlanmış bir gösteri" değildir,
Kirchheimer’e göre bütün ceza duruşmalarındaki kaçınılmaz "indirgenemez
risk" faktörünü bulundurur. Ayrıca, kurbanın bakış açısının ayrılmaz bir
parçası olan J’accuse'ü
hükümetin görevlendirdiği, dolayısıyla hiçbir şeyini riske atmayan birinden
ziyade hukuku eline almak zorunda kalmış bir adamın ağzından duymak elbette çok
daha ikna edicidir. Yine de -Buenos Aires’in altmışlı yıllarda davalıya, Paris
veya Berlin’in yirmili yıllarda verdiği garantileri vermeyeceği ve aleniyeti
sağlamayacağını bir yana bırakırsak- bu çözümün Eichmann davasında da
meşrulaştırılabileceğini düşünmek zorlaşır; Eichmann’ı hükümet ajanlarının
kaçırdığı göz önünde bulundurulduğunda ise hiçbir surette meşrulaştırılamayaca-
ğı bariz hale gelir. Schvvartzbard ve Tehliryan’m lehine sonuçlanan durum,
ikisinin de kendi devleti ve yasal sistemi olmayan bir etnik gruba üye olması,
dünyada bu etnik grupların mağdurlarım yargılamaya kendi gözleriyle tanıklık
etmeleri için getirebileceği bir mahkemenin bulunmamasıydı. 1938'de, İsrail
Devleti’nin kuruluşundan on yılı aşkın bir süre önce ölen Schvvartzbard
Siyonist değildi, herhangi bir milliyetçiliği savunmuyordu; ama hiç şüphe yok
ki, sırf çoğunlukla cezalandırılmadan kalan suçları yargılayacak bir mahkeme
sağlayacak diye, İsrail Devleti’nin kuruluşunu büyük bir coşkuyla karşılardı.
Adalet duygusunu tatmin ederdi. Paris’te hapisteyken Odesa’daki kardeşlerine
yazdığı bir mektubu okuduğumuzda -"Faites
savoir dans les villes et dans les villages de Balta, Prosko- uro, Tzcherkass,
Ouman, Jitomir ..., portez~y
le message edifiant: la colere juive a tire sa vengeance! Le sang de l'assassin
Petlioura, qui a jailli dans la ville mondiale, â Paris,... rappellera
le erime fe- roce ... commis envers le pauvre et abandonne peuple juif"[4]- ilk gözümüze
çarpan belki de Hausner’in duruşma sırasında fiilen kullandığı dilden ziyade
(Shalom Schwartzbard'm üslubu çok daha haysiyetli ve etkileyiciydi), Yahudileri
kuşkusuz etkileyen bu dilin Yahudilere neler hissettirdiğidir.
1927’de Paris’te yapılan Schvvartzbard duruşmasıyla 1961'de
Kudüs'te yapılan Eichmann duruşması arasındaki benzerlikler üzerinde durmamın
nedeni, İsrail'in -tıpkı genel olarak Yahudi halkı gibi— Eichmann’ın itham
edildiği suçlan emsalsiz saymaya hiç hazır olmadığını ve tam da böyle bir şeyi
kabul etmenin Yahudi halkı için
ne kadar zor olduğunu göstermekti.
Yahudilerin gözünde, özellikle de kendi tarihleri bakımından, Hitler zamanında
başlarına gelen ve halklarının üçte birini kaybetmeleriyle sonuçlanan felaket,
emsalsiz soykırım suçu yeni bir suç değildi, bilakis bildikleri ve
hatırladıkları en eski suçtu. Hem Yahudi tarihiyle ilgili gerçekleri hem de
-daha önemlisi- Yahudilerin bugün kendi tarihlerinden ne anladıklarını
düşündüğümüzde kaçınılmaz gibi görünen bu yanlış anlama esasen Kudüs’te yapılan
duruşmanın bütün başarısızlıklarının ve kusurlarının kaynağıdır. Duruşmaya
katmanlarının hiçbiri, geçmişteki bütün vahşetlerden çok daha farklı bir doğaya
sahip olan Ausch- witz'in gerçek dehşetini açıkça kavrayamadı; zira iddia
makamı, keza hâkimler, Auschvvitz’i Yahudi tarihindeki en korkunç pogromdan
başka bir şey olarak görmüyorlardı. Dolayısıyla Nazi Partisi'nin başlangıçtaki
antisemitiçminden Nümberg Yasaları'na ve oradan da , Yahudilerin Reich’tan
tehcir edilmesine ve son olarak da gaz odalarına uzanan dosdoğru bir yol
olduğunu düşünüyorlardı. Ne var ki siyasi ve hukuki açıdan, bu "suçlar”
sadece vahametleri bakımından değil, esasları itibariyle de farklıydı.
1935 tarihli Nümberg
Yasaları daha önce yapılan ayrımcılığı, Alman çoğunluğa karşı Yahudilerin azınlık
olmasına dayanarak meşrulaştırdı. Uluslararası hukuka göre, azınlık hakları,
uluslararası kabul görmüş azınlık antlaşmaları ve sözleşmeleriyle belirlenen
haklara ve güvencelere uygun olduğu sürece, toplumun uygun gördüğü kesimini
milli bir azınlık ilan etmek egemen Alman ulusunun imtiyazındaydı. Dolayısıyla
Yahudi örgütleri, bu en yeni azınlığın, Cenevre’de Doğu ve Güneydoğu
Avrupa'daki azınlıklara verilen hak ve güvenceleri kazanmasını sağlamak için
hemen harekete geçti. Her ne kadar bu koruma sağlanmamış olsa da, Nümberg
Yasaları genellikle Alman hukukunun bir parçası sayıldı; bu nedenle, örneğin
bir Alman vatandaşının Hollanda'da "karma evlilik" yapması
imkânsızdı. Nürnberg Yasaları'nm tanımladığı suç milli bir suçtu; milli,
anayasaya dayanan hak ve özgürlükleri ihlal ediyordu ama ülkelerin birbirinin
hukukunu tanımasıyla bir ilgisi yoktu. Gelgele- lim 1938'den sonra resmi
politika haline gelen "tehcir" veya sınırdı- şı etme uluslararası
topluluğu ilgilendiriyordu; zira sımrdışı edilenler ülke sınırlarında
belirince, diğer ülkeler de bu davetsiz misafirleri ya kabul etmek zorunda
kalıyor ya da gizlice onlan kabul etmeye bir o kadar gönülsüz başka ülkelere
gönderiyordu. Başka bir deyişle, vatandaşların smırdışı edilmesi zaten
insanlığa karşı bir suçtu ~ tabii "insanlık" dediğimizde ülkelerin
birbirinin hukukunu tanımasından başka bir şey anlamıyorsak. Ne işi yasalara
dayanarak zulmetmeye kadar götüren milli bir suç olarak yasallaştırılmış
ayrımcılık ne de uluslararası bir suç olarak sımrdışı etme, modern çağda bile,
emsalsizdi. Bütün Balkan ülkeleri yasallaştırılmış ayrımcılık yapıyordu ve
birçok devrimden sonra insanlar kitleler halinde sımrdışı edilmişti. Nazi
rejimi, Alman halkının hem Yahııdile- ri Almanya'da istemediğini hem de Yahudi
halkının tamamım yeryüzünden kazımak istediğini duyurduğu zaman o yeni suç,
insanlığa karşı suç ("insan statüsüne karşı" veya insan doğasına
karşı bir suç anlamında) ortaya çıktı. İkisi de uluslararası suç olsa da,
sınır- dışı etme ve soykırım kesinlikle birbirinden ayrılmalıdır: Sımrdışı
etme, başka ülkelere karşı bir suçtur; soykırım ise bizatihi insan
çeşitliliğine, yani "insan statüsünün" belirleyici bir Özelliğine
yönelik bir saldırıdır - bu özellik olmadan ne "insanlık” ne de
"beşeriyet” kelimelerinin bir anlamı kalır.
Kudüs'teki mahkeme ayrımcılık, smırdışı
etme ve soykırım arasında fark olduğunu anlamış olsaydı, karşılaştığı en büyük
suçun, Yahudilerin fiziksel imhasının Yahudi halkı şahsında insanlığa karşı
işlenmiş bir suç olduğu; Yahudi düşmanlığının ve antısemitizmin uzun tarihinde
değişmeyen şeyin suçun şekli değil de kurbanların seçiminin olduğu hemen netlik
kazanırdı. Kurbanlar Yahudi olduğundan, sanıklan yargılamak bir Yahudi
mahkemesine düşerdi; ama suç insanlığa karşı bir suç olduğundan, bu işin hakkım
ancak uluslararası bir mahkeme verebilirdi. (Mahkemenin böyle bir aynm
yapamamış olması şaşırtıcıydı, zira İsrail'in eski Adalet Bakanı Pinchas Rosen
bu ayrımı daha önce fiilen yapmıştı. Rosen 1950’de "bu yasa tasarısıyla
[Yahudi halkına karşı işlenmiş suçlar] Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılmasıyla İlgili Yasa arasında aynm yapılması” konusunda ısrar etmiş,
bu durum tartışılmış, ama İsrail Parlamentosu tarafından kabul edilmemişti.
Anlaşılan mahkeme milli hukuk sınırlarını aşmaya hakkı olmadığım düşünmüş,
dolayısıyla İsrail hukuku kapsamında olmayan soykırım gerektiği gibi ele
alınmamıştı.) Kudüs'teki mahkemeye itiraz eden ve uluslararası bir mahkeme
kurulmasını savunan birçok yetkin ses arasından sadece biri, Kari Jaspers bu
durumu -duruşmadan önce yapılan ve daha sonra Der
Monat'ta yayımlanan bir radyo röportajında- şüpheye mahal
bırakmayacak kadar açık bir biçimde dile getirdi: "Yahudile- re karşı
işlenmiş bir suç aynı zamanda insanlığa karşı işlenmiş demektir",
"dolayısıyla ancak bütün insanlığı temsil eden bir mahkeme bu konuda bir
hüküm verebilir". Jaspers Kudüs'teki mahkemenin, gerçeklere dayanan
kanıtları dinledikten sonra, hüküm verme hakkından "feragat
etmesini", buna "yetkili" olmadığım beyan etmesini önerdi; zira
hukuki açıdan söz konusu suçun doğası, keza hükümet emirleri doğrultusunda
işlenen bir suçla ilgili olarak hüküm verme salahiyetinin kime ait olduğu hâlâ
tartışmalıydı. Jaspers açıklamalarına tek bir şeyin kesin olduğunu söyleyerek
devam etti: "Bu suç adi cinayetin hem daha fazlasıdır hem de daha
azı" ve her ne kadar bir "savaş suçu" da olmasa,
"devletlerin böyle suçlar işlemesine izin verilirse insanlık muhakkak yok
olup gider".
Jaspers'in İsrail'de kimsenin tartışmaya
bile zahmet etmediği önerisini bu haliyle uygulamaya geçirmek salt teknik
açıdan muhtemelen imkânsız görünüyordu. Mahkemenin salahiyetine duruşma
başlamadan karar verilmeliydi ve mahkeme yetkili olduğunu açıkladıktan sonra
hüküm de vermek zorundaydı. Gelgeldim Jaspers mahkemeden yola çıkacağına, hüküm
verildikten sonra, İsrail Dev- leti'nin mahkeme bulgularının emsalsiz olduğu
gerekçesiyle bu hükmü uygulama hakkından feragat etmesini önerseydi, sözü
edilen saltbiçimci itirazları kolaylıkla bertaraf edebilirdi. İsrail, Birleşmiş
Milletler'e başvurabilir ve elindeki kanıtlara dayanarak, bütün insanlığa karşı
işlenen bu yeni suçlar açısından, uluslararası bir ceza mahkemesi ihtiyacının
zaruri olduğunu gösterebilirdi. Böylece ortalığı karıştırma sırası İsrail'e
geçerdi, hapiste tuttuğu bu adamla ne yapması gerektiğini tekrar tekrar sorarak
"haysiyetli bir rahatsızlık yaratırdı"; bu sürekli tekrar, dünya
kamuoyunun kalıcı bir uluslararası ceza mahkemesi ihtiyacı konusundaki görüşünü
etkilerdi. Bu şekilde, bütün milletlerin temsilcilerini kaygılandıracak
"utanç verici bir durum" yaratıldığında, "insanların kafasının
rahat olmasını" ve "Yahudilerin katledilmesinin... gelecek suçlara
örnek oluşturmasını, belki de gelecekteki soykırımların küçük çaplı ve son
derece önemsiz bir örneği haline gelmesini" engellemek mümkün olurdu. Zira
tek bir ulusu temsil eden bir mahkemede, olayların korkunçluğu "asgariye
indirilmektedir".
Uluslararası bir mahkemenin kurulmasını
savunan bu argüman maalesef farklı ve nispeten daha az önemli diğer önerilerle
karıştırıldı. Yahudi olsun olmasın İsrail’i seven herkes, bu duruşma yüzünden
İsrail'in itibarının zedelenmesinden ve bütün dünyanın Yahudi- îere tepki
göstermesinden korktu. Yahudilerin kendi davalarında hâkim kürsüsüne oturmaya
hakkı olmadığı, ama kuşkusuz davacı olarak boy gösterebileceği; dolayısıyla
İsrail’in, BM Eichmann’ı yargılayacak uluslararası bir mahkeme kurana kadar onu
hapiste tutması gerektiği düşünülüyordu. İsrail’in Eichmann’a karşı yasal
yollara başvurmasının, Almanya’nın işgal ettiği bütün ülkelerin çoktan yaptığı
şeyden pek farklı olmadığını ve asıl meselenin İsrail’in veya Yahudi halkının
itibarından ziyade adalet olduğunu bir yana bırakırsak, bütün bu önerilerin
ortak bir kusuru vardı: İsrail hepsine kolaylıkla karşı çıkabilirdi. BM Genel
Kurulu’nun "kalıcı bir uluslararası mahkemenin kuruluşuyla ilgili
önerileri iki kere reddettiği" (.İftira
ve İnkârla Mücadele Birliği Bülteni) göz önünde
bulundurulduğunda, bu öneriler aslmda gerçekçi olmaktan çok uzaktı. Bununla
beraber, Dünya Yahudi Kongresi başkanı Dr. Nahum Goldmann' m uygulanması daha
mümkün, ama tam da uygulanması mümkün olduğu için pek zikredilmeyen bir önerisi
vardı; Goldmann Ben- Gurion'u ziyaret ederek Kudüs’te, Nazi işgalinden mustarip
olmuş her ülkeden bir hâkimin katılacağı uluslararası bir mahkeme kurma
talebini iletti. Bu yeterli olmazdı, zira ardıl duruşmaların-biraz daha
genişletilmesinden başka bir şey değildi; dahası adaletteki başlıca bozukluk,
yani hükmü kazanan devletlerin mahkemesinin vermesi, düzeltilmeden öylece
kalmış olurdu. Buna karşılık pratikte doğru yönde bir adım atılmış olurdu.
Hatırlayacak olursak, İsrail bütün bu
Önerilere büyük bir şiddetle karşı çıkmıştı. Yosal Rogat'm dile getirdiği gibi,
ne zaman "'Eich- mann neden uluslararası bir mahkeme tarafından
yargılanmamak?' sorusu sorulsa, Ben-Gurion'un bunu her zaman tamamen yanlış
anlamış gibi göründüğü" doğruydu (The
Eichmann Trial and the Kule of Law, Çenter for the Study of
Democratic Institutions, Santa Barbara, Califomia, 1962); bununla beraber,
soruyu soranların da İsrail açısından duruşmanın tek emsalsiz niteliğinin ne
olduğunu anlamadığı doğruydu: Yahudiler (Romalılar 70'te Kudüs'ü yok ettiğinden
beri) İlk defa Yahudi halkına karşı işlenmiş suçları yargılama yetkisine
sahipti ve Yahudiler ilk defa koruma veya adalet için başkalarına başvurmak veya
herkesin üzerinde uzlaştığı insan hakları lafma sığınmak zorunda değildi -
İsraillilerin gayet iyi bildiği gibi, söz konusu haklan sadece kendi
"İngiliz haklarını" savünamayacak ve kendi hukukunu kabul
ettiremeyecek kadar zayıf olanlar talep edebilirdi. (Rosen, İsrail'in böyle bir
duruşmanın yapılmasına olanak sağlayan yasalarının olmasını, Eichmann
duruşmasından çok daha önce, 1950 tarihli yasanın Knesset’te ilk defa okunması
vesilesiyle, "Yahudi halkının siyasi konumunda devrimci bir dönüşümün"
ifadesi olarak nitelendirmişti.)-
Üstelik, uluslararası bir mahkemenin
kurulmasıyla ilgili meşru önerilerin dayanağı olan, Yahudi halkına karşı
işlenmiş bir suçun her şeyden önce insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu
savunan argüman, Eichmann’m yargılandığı yasayla düpedüz çelişiyordu. Bu
nedenle, İsrail’in Eichmann’ı hapisten çıkarmasını önerenler biraz daha ileri
giderek şu beyanda bulundular: 1950 tarihli Nazi ve Nazi İşbirlikçileri (Ceza)
Yasası hatalıdır, gerçekten olanlarla çelişmekte, gerçekleri kapsamamaktadır.
Aslına bakılırsa, söyledikleri çok doğruydu. Zira bir katil, Smith ailesinin
fertlerini eşinden, babasından, rızkım sağlayan kişiden ettiği için değil de
topluluk hukukunu ihlal ettiği için yargılanıyorsa, devletin görevlendirdiği bu
modern katliamcılar da milyonlarca insanı öldürdükleri için değil de insanlığın
düzenini bozdukları için yargılanmalıydı. Bu yeni suçlan kavramanın önündeki en
büyük tehlike veya söz konusu suçlarla ilgili uluslararası bir ceza kanununun
önündeki en büyük engel, cinayet suçunun ve soykırım suçunun esasen aynı
olduğu, dolayısıyla soykırımın "aslında yeni bir suç olmadığı"
yolundaki yaygın yanılsamaydı. Soykırımda bozulan bambaşka bir düzen, ihlal
edilen bambaşka bir topluluktur. Ben-Gurİon bütün tartışmanın gerçekte İsrail
hukukunun meşruluğuyla ilgili olduğunu gayet iyi bildiği için, İsrail'in hukuk
usullerini eleştirenlere sonunda hem çok çirkin hem de çok şiddetli bir tepki
gösterdi: "Sözümona uzmanlar" ne derlerse desinler, argümanları
"safsatadan" başka bir şey değildi; ya antisemitizmden ya da (bu
Yahudilerin) aşağılık komplekslerinden kaynaklanıyordu. "Bütün dünya şunu
iyice anlamalı: Esirimizi bırakmaya hiç niyetimiz yok."
Bu noktada,'Ben-Gurion'u-n yukarıda
aktarılan sözlerindeki üslubun, Kudüs'te yapılan duruşmaya hâkim olan havayla
uzaktan yakından ilgisi olmadığını belirtmekte fayda var. Sanırım ardıl
duruşmaların sonuncusu olan bu duruşmanın, böyle suçlar için yapılacak gelecek
duruşmalar için meşru bir emsal teşkil etmekten başka bir işe yaramayacağını,
hatta bu işi Öncelleri kadar bile beceremeyeceğini düşünmekte bir sakınca yok.
Duruşma asıl amacına -Adolf Eichmann’a dava açmak, onu savunmak, yargılamak ve
cezalandırmak- ulaştığı için, bunun pek de önemli olmadığı söylenebilirdi; ama
benzer suçların gelecekte de işlenmesi gibi gayet rahatsız edici, bir o kadar
da inkâr edilemez bir ihtimal her zaman vardı. Bu meşum ihtimalin hem genel hem
de özel sebepleri var. İnsan doğası gereği, bir kere baş gösteren ve insanlık
tarihine kaydedilen her fiil, gerçekliği tarihe gömülüp gittikten uzun zaman
sonra bile hep ileride gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kalır. Gelmiş
geçmiş hiçbir cezanın, suç işlenmesini Önleyecek kadar caydırıcılığı yoktur.
Bilakis, cezası ne olursa olsun, belli bir suç bir kere ortaya çıktı mı, tekrar
ortaya çıkması, ilk ortaya çıkışının olup olabileceğinden çok daha olasıdır.
Sebepleri göz Önünde bulundurulduğunda, Nazilerin işlediği suçların tekrarlanma
ihtimali çok daha olasıdır. Modern çağda, nüfus patlaması ile -otomasyon
yoluyla, nüfusun büyük bir bölümünü emek açısından bile "lüzumsuz” hale
getirecek ve nükleer enerji yoluyla da (yanında Hitler'in gaz tesisatlarının
bile şeytan gibi bir çocuğun uyduruk oyuncaklan gibi kalacağı) birtakım
araçların kullanımıyla bu iki taraflı tehlikeyle başa çıkmayı mümkün hale
getirecek- teknik araçların keşfinin hemen hemen aynı döneme rastlaması bile
tüylerimizi diken diken etmeye yeter de artar.
Esasen tam da bu nedenle, emsalsiz olan
bir defa ortaya çıktı mı gelecek için bir emsal haline gelebilir; "insanlığa
karşı suçlarla" öyle veya böyle ilgili bütün davalar bugün hâlâ bir
"ideal" olan standartlara göre yargılanmalıdır. Geleceğin bize
gerçekten bir soykırım getirme ihtimali varsa, uluslararası hukukun yardımı
veya koruması olmadan, dünya üstündeki hiç kimsenin -özellikle de İsrail'deki
veya başka bir yerdeki Yahudilerin- soykırımın devam edip etmediğinden emin
olmasına imkân yoktur. Bugüne kadar emsalsiz olanı ele alma işinin başarıya
ulaşıp ulaşmaması, sadece ele alma biçiminin uluslararası ceza hukuku yolunda
meşru bir emsal olarak ne derece iş gördüğüne bağlıdır. Böyle duruşmalarda
hâkimlere yöneltilen bu talep gayet isabetlidir, makul olarak
beklenebileceklerden daha fazlasını ister. Hâkim Jackson'm Nürnberg’de dile
getirdiği gibi, uluslararası hukuk "uluslar arasındaki antlaşma ve
sözleşmelerin ve kabul görmüş teamüllerin doğal bir sonucudur". Yine de
her teamül, tek bir fiilden kaynaklanır... Yaşadığımız çağın, yeni ve güçlü bir
uluslararası hukukun bizatihi kaynağı olacak teamüller teşkil etmeye ve antlaşmalar
yapmaya hakkı vardır. Gelgeldim Hâkim Jackson, uluslararası hukukun doğası
henüz teşekkül etmediğinden, mevcut hukukun, pozitif hukukun yardımı olmadan
veya bu hukuk aracılığıyla getirilen sınırlamaların ötesinde adalet sağlama
görevinin sıradan duruşma hâkimlerine düştüğünü gözden kaçırır. Zira bu durum
muhtemelen hâkimin başına bela olur ve hâkim de kendisinden talep edilen bu
"tek bir fiili" gerçekleştirmenin ken-' dişine düşmediğini, kanun
koyu.cunun görevi olduğunu söyleyerek itiraz edebilir.
Aslında Kudüs mahkemesinin başarılı mı
yoksa başarısız mı olduğu konusunda herhangi bir sonuca varmadan önce,
hâkimlerin kendilerinin yasa koyucu haline gelmeye kesinlikle haklan olmadığım;
işlerini bir taraftan İsrail hukuku diğer taraftan da genel kabul gören hukuki
görüşler dahilinde yapmaları gerektiğini düşündüklerini vurgulamak gerekir.
Ayrıca başansızlıklannın, Nürnberg Duruşmalarının veya diğer Avrupa ülkelerinde
yapılan ardıl duruşmaların başarısızlıklarından daha farklı veya daha büyük
olmadığım da teslim etmek gerekir. Bilakis, Kudüs mahkemesinin başarısızlığı
bir ölçüde, mümkün olan her yerde hemen Nürnberg emsaline sarılmasından
kaynaklanmıştır.
Kısacası Kudüs mahkemesinin başarısızlığı,
Nürnberg Mahke- mesi'nin kurulmasından beri yeterince bilinen ve yaygın olarak
tartışılan üç temel meseleyle başa çıkamamasından kaynaklanıyordu: kazanan
devletlerin mahkemesinde adaletin zarar görmesi, "insanlığa karşı
suçun" meşru bir tanımının yapılaması ve bu suçu işleyen yeni suçluların
kim olduğunun açıkça ortaya konulamaması.
îlkinden başlayacak olursak, Kudüs'te
adalet Nümberg'e kıyasla çok daha ciddi bir biçimde zarar gördü, zira mahkeme
savunmanın tanık çağırmasına izin vermedi. Adil ve hukuka uygun bir
yargılamanın geleneksel şartlan açısından, Kudüs'teki yargılama usullerinin en
ciddi kusuru buydu. Dahası, savaşın sonunda, yargılamanın kazanan ülkelerin
mahkemesi tarafından yapılması belki de kaçınılmazdı (Nümberg'de "Ya
kazananlar kaybedenleri yargılamalıdır ya da kaybedenlerin kendisini yargılamasına
izin verilmelidir" diyen Hâkim Jackson'ın argümanına karşılık,
Müttefiklerin gayet anlaşılır bir biçimde "her şeyi tehlikeye atanların
tarafsız olması beklenemez" [ Vabres] diye düşündüğünü eklemekte fayda
var); buna karşılık 16 yıl sonra ve tarafsız ülkelerin kabulüne karşı çıkmanın
pek anlamının kalmadığı koşullar altında, aynı şey geçerli değildi.
İkinci meseleye gelince, Kudüs
mahkemesinin bulgulan Nüm- berg mahkemesinin bulgularından tartışmasız çok daha
iyiydi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Nüraberg Tüzüğü'nde "insanlığa
karşı suçlar", "insanlıkdışı fiiller" olarak tanımlanıyordu ve
bu tabir Almanca'ya Verbrechen
gegen die Menschlichkeit şeklinde çevrilmişti - Nazileri sanki
sadece insani iyilikten yoksunmuş gibi gösteren bu ifade yüzyılımızda olup
bitenleri anlatmaya elbette yetmiyordu. Kudüs'teki duruşmanın gidişatı sadece
iddia makamına bağlı olsaydı, bu basit yanlış anlama kuşkusuz Nümberg’dekinden
daha beter olacaktı. Ama mahkeme suçun en temel niteliğinin bir yığın-vahşet
altında kaybolup gitmesine izin vermedi ve bu suçu Sıradan savaş suçlarıyla
karıştırma yanılgısına düşmedi. Nümberg'de nadiren ve neredeyse laf arasında
dikkat çekilen şey -yani "kanıtlara göre... katliamların ve işkencelerin
sırf muhalefeti ortadan kaldırmak için yapılmadığı", "bütün yerli
halklardan kurtulmaya yönelik bir planın parçası olduğu"- Kudüs'teki
davanın odağmdaydı. Bu durumun gayet açık olan nedeni, Eichmann'ın Yahudilere
karşı işlenmiş bir suçla, faydacı amaçlarla açıklanamayan bir suçla itham
edilmesiydi; sadece Doğu'daki değil, Avrupa’nın dört bir yanındaki Yahudiler
öldürülmüştü ve yok edilmelerinin temelinde de "Almanların
sömürgeleştirmek için kullanabilecekleri" bir toprak elde etme arzusu
yoktu. Yahudi halkına karşı işlenmiş suçlan odağına yerleştiren bir davanın en
büyük avantajı, hem partizanları vurmak ve rehineleri öldürmek gibi savaş
suçlan ile işgalcinin sömürgeleştirmeye olanak sağlamak için yerli halkları
"sınırdışı etmek ve ortadan kaldırmak" gibi "insanlıkdışı
fiiller" arasındaki farkları gele- çekte uluslararası bir ceza kanununun
parçası olacak kadar açık bir biçimde ortaya koyması hem de (sömürgeleştirme
yoluyla yayılma gibi bilinen, kriminal bir amaçla gerçekleştirilen)
"insanlıkdışı fiiller" ile kastı ve amacı emsalsiz olan "insanlığa
karşı suç" arasındaki farkı netleştirmesi oldu. Gelgeldim Kudüs’teki
duruşmanın ne takibat ne de yargılama aşamasında, nice etnik grupların -Yahudi-
lerin, Lehlerin veya Çingenelerin-- yok edilmesinin Yahudi, Leh veya Çingene
halkına karşı işlenmiş bir suçtan çok daha fazlası olabileceğine; ciddi bir
biçimde zarar görenin ve tehlikeye atılanın aslında uluslararası düzen ve bütün
olarak insanlık olabileceğine hiç dikkat çekilmedi.
Bu başarısızlık, kolay kolay
kaçamayacakları bir görevle, yargılamaya geldikleri suçluyu anlamaya çalışma
göreviyle karşı karşıya kaldıklarında hâkimlerin açıkça hissettikleri
çaresizlikle yakından ilişkiliydi. İddia makamının sanığı düpedüz yanıltıcı bir
biçimde "sapık bir sadist" olarak tanımlamasından yola çıkmamaları
yeterli değildi elbette; biraz daha ileri gidip iddia makamının davayı ele alış
biçimindeki tutarsızlıkları ortaya koysalardı, mesela Haus- ner’in bir taraftan
dünyanın bugüne kadar gördüğü en anormal canavarı yargılamak istediğini, bir
taraftan da Eichmann'la "onun gibi daha nicelerini”, hatta "Nazi
hareketinin tamamım ve genel olarak antisemitizmi" yargılamak istediğini
söylediğine dikkat çekse- lerdi, bu da yeterli olmayacaktı. İsrail'in
Eichmann'la ilgili iddiası çökseydi veya İsrail artık onunla ilgilenmeseydi bile,
Eichmann'ın bir canavar olduğuna inanmanın aslında gayet rahatlatıcı olduğunu
tabii ki biliyorlardı. Bütün dünyanın ilgisini çekmek ve dünyanın dört bir
yanından gazetecilerin sanık sandalyesindeki Mavi Sakal'ı görmeye gelmesini
sağlamak kuşkusuz mümkün değildi. Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca
insanın olmasından, onlarcasımn ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki
hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından
kaynaklanıyordu. Hukuk kumrularımız ve yargılama usullerimizin ahlaki
standartları açısından bu normallik, yapılan bütün kötülüklerin toplamından
daha dehşet vericiydi; zira -Nümberg'de davalıların ve avukatlarının tekrar
tekrar söylediği gibi- aslında hostis
generis hu- mani olan bu yeni suçlu türü, yaptığı şeyin yanlış
olduğunu anlamasını veya hissetmesini neredeyse imkânsız hale getiren
koşullarda
suç işliyordu. Eichmann davasındaki
kanıtlar .bu bakımdan, baş savaş suçlularının duruşmasında sunulan kanıtlardan
çok daha ikna ediciydi: Baş savaş suçlularının vicdanlarının rahat olduğu
yolun- dakı iddialarını reddetmek daha kolaydı; zira bir taraftan
"üstlerin emirlerine" itaat ettiklerini öne sürerken, diğer taraftan
da ara sıra itaat etmediklerini söyleyerek çeşitli yollardan övünüyorlardı. Her
ne kadar davalıların kötü niyeti ortada olsa da, vicdan azabı çektikleri ancak,
Nazilerin ve özellikle de Eichmann'm üyesi olduğu suç Örgütlerinin savaşın son aylarında suçlarının
kanıtlarını yok etmekle bir hayli meşgul olmalarına dayanarak kamtlanabilirdi.
Bu da pek sağlam bir dayanak değildi. Katliam yasasının, yeni olması nedeniyle,
diğer uluslar tarafından henüz kabul edilmediğinden başka bir şey
göstermiyordu; Nazilerin diliyle, insanlığı "insandan daha aşağı
yaratıkların yönetiminden", özellikle de S iyon Liderleri'nin tahakkümünden
"kurtarma” uğruna verdikleri savaşı kaybettiklerinden; gündelik dilde
söyleyecek olursak, yenilginin kabul edildiğinden başka bir şey göstermiyordu.
Savaşı kazansalardı, içlerinden biri bile vicdan azabı çeker miydi acaba?
Eichmann duruşmasıyla ilgili daha
kapsamlı, başlıca meselelerden biri, bütün modem yasal sistemlerde mevcut olan
bir varsayımdı: İşlenen bir kabahatin suç sayılması için ortada bir kasıt
olması * gerekiyordu. Uygar hukuk bilimi belki de başka hiçbir niteliğiyle,
özne faktörünü göz önünde bulundurması kadar övünmez. Kastın olmadığı yerde,
duygusal dengesizlik de dahil olmak üzere hangi sebeple olursa olsun doğruyu
yanlıştan ayırma yetimizin zayıfladığı yerde, suç işlendiğini hissetmeyiz.
"Büyük bir suç doğayı kızdırır, bu yüzden dünya intikam diye haykırır;
kötülük doğal bir uyumu bozar ve bu uyum da ancak kötülüğün cezalandırılmasıyla
yeniden sağlanabilir; ahlaki düzene karşı sorumluluklardan biri de, mağdur
tarafın suçluyu cezalandırmasıdır" (Yogal Rosat) diyenlerin iddialarım reddederiz,
bu iddiaların barbarca olduğunu düşünürüz. Eichmann’ı en başta tam da bu çoktan
unutulan iddialar nedeniyle adalet önüne çıkardıklarını, aslında en yüce
gerekçeye dayanarak ölüm cezasına çarptırmak üzere orada olduklarını
düşünüyorum. Amacı açıkça belli "ırkları” sonsuza dek yeryüzünden kazımak
olan bir işe karıştığı ve burada önemli bir rol oynadığı için, yok edilmesi
gerekiyordu. "Adaletin hem yerine getirilmesi hem de yerine getirildiğinin
görülmesi gerektiği" doğruysa, hâkimler davalıya aşağıdaki gibi hitap
etmeye cesaret etselerdi, Kudüs'te yapılan davanın ne kadar adil olduğunu
herkes görürdü: "Savaş sırasında Yahudi halkına karşı işlenen suçun yazılı
tarihteki en büyük suç olduğunu ve bunda rol oynadığınızı itiraf ettiniz. Ama
asla adi gerekçelerle hareket etmediğinizi, asla bir insanı öldürme eğiliminde
olmadığınızı, Yahudilerden hiç nefret etmediğinizi, yine de başka türlü hareket
etmenize imkân olmadığını ve kendinizi suçlu hissetmediğinizi söylediniz.
Söylediklerinize inanmanın, tümüyle imkânsız olmasa da, zor olduğunu
düşünüyoruz; sayısı fazla olmasa da, saikler ve vicdan bakımından makul
şüphelere mahal vermeyen, aleyhinize kanıtlar var. Ayrıca, Nihai Çözüm'de rol
oynamanızın bir rastlantıdan ibaret olduğunu, sizin yerinizde başka herhangi
birinin de olabileceğini, dolayısıyla potansiyel olarak neredeyse bütün
Almanların eşit derecede suçlu olduğunu söylediniz. Herkesin veya hemen hemen
herkesin suçlu olduğu yerde, aslında hiç kimsenin suçlu olmadığını kastettiniz.
Bu aslında sık varılan bir sonuç, ama biz böyle bir sonucu kabul etmek
istemiyoruz. Neden kabul etmediğimizi anlamıyorsanız, dikkatinizi Sodom ve
Gomora hikâyesine çekmek isteriz. Kutsal Kitap'a göre, bütün insanlar eşit
derecede suçlu hale geldiği için, Tanrı bu iki komşu şehri gökten ateş
yağdırarak yok eder. Bu arada, sözünü ettiğimiz şeyin şu yeni 'ortak suç'
kavramıyla ilgisi yok; zira bu kavrama göre, insanlar yapmadıkları ama onların
adına yapılan -katılmadıkları ve yarar sağlamadıkları- şeyler nedeniyle suçlu
sayılır veya suçlu hissederler. Başka bir deyişle, kanun karşısında suçun ve
masumiyetin nesnel bir doğası vardır; sizin yaptığınızı seksen milyon Alman da
yapmış olsaydı, bu durum yine de yaptıklarınızı mazur göstermeye
yetmezdi."
"Neyse ki, o kadar ileri gitmemiz
gerekmiyor. Siz kendiniz de, başlıca siyasi amacı eşi benzeri görülmemiş suçlar
işlemek haline gelmiş bir devlette yaşayan herkesin gerçekten eşit derecede
suçlu olduğunu değil, sadece böyle bir ihtimalin olduğunu iddia ettiniz. Sizi
suç yoluna iten iç veya dış koşullara bağlı rastlantılar bile olsa, sizin
gerçekten yaptıklarınız ile başkalarının bunları yapma ihtimali arasında koca
bir uçurum var. Biz burada sadece yaptıklarınızla ilgileniyoruz; iç dünyanızın
ve saiklerinizin muhtemelen suça uzak olmasıyla veya etrafınızdaki kişilerin
suç işleme potansiyeliyle değil. Talihsizliklerle dolu bir hayat hikâyesi
anlattınız; bu koşulları bildiğimizden, daha iyi koşullarda yaşasaydmız büyük
ihtimalle bizim karşımıza veya başka bir ceza mahkemesinin karşısına hiç
çıkmayacağınızı bir dereceye kadar kabul ediyoruz. Diyelim ki katliamın
Örgütlenmesine rıza gösteren bir araç haline gelmenizin nedeni talihsizlikten
başka bir şey değildi; bu durum yine de bir katliam politikasını uygulamaya
geçirdiğiniz ve dolayısıyla aktif olarak desteklediğiniz gerçeğini değiştirmez.
Zira siyaset çocuk bakıcılığına benzemez, siyasette itaat ve destek aynı
şeydir. Ve nasıl siz dünyayı Yahudi halkıyla ve daha nice ulustan insanla
paylaşmak istemediğiniz için -sanki sizin ve üstlerinizin bu dünyada kimin
yaşayacağına, kimin yaşamayacağına karar verme hakkınız varmış gibi- bir
politikayı destekleyip uyguladıysanız, biz de hiç kimsenin, yani insan ırkının
hiçbir üyesinin bu dünyayı sizinle paylaşmak isteyebileceğini düşünmüyoruz.
İşte bu nedenle, sadece bu nedenle, idam edilmeniz gerekir."
ELİNİZDEKİ KİTAP bir
duruşma raporunu
kapsıyor; kitabın başlıca kaynağı da duruşma tutanaklarının Kudüs'te basına
dağıtılan bir nüshası. İddia makamının açılış konuşması ve savunmanın genel
itirazı dışında, duruşmanın tam kaydı henüz yayımlanmış değil ve bu kayda
ulaşmak da pek kolay değil. Mahkeme salonunda kullanılan dil İbranice’ydi;
basma dağıtılan materyalin "simültane tercümenin düzeltilmemiş ve gözden geçirilmemiş
bir kopyası olduğu", dolayısıyla "biçim açısından kusursuz veya dil
açısından hatasız” bir kayıt olarak değerlendirilmemesi gerektiği ifade edildi.
Duruşmanın Almanca yürütüldüğü zamanlar hariç, baştan sona İngilizce
versiyonundan yararlandım; Almanca nüshada geçen orijinal ifadeleri kendim
çevirmekte bir sakınca görmedim.
Çevirileri mahkeme dışında, simültane
tercümeden bağımsız olarak yapılan savcının giriş konuşması ve nihai karar
hariç, bu kaynakların hiçbirinin tamamen güvenilir olduğu düşünülemez. Tek
güvenilir versiyon îbranice olan resmi kayıt, ama ben onu kullanmadım. Yine de
bütün bu malzemeleri kullanmaları için muhabirlere veren resmi yetkililerdi ve
bildiğim kadarıyla bugüne kadar resmi îbranice kayıtla çeviri arasında ciddi
uyuşmazlıklar olduğunu söyleyen çıkmadı. Almanca'ya yapılan simültane çeviri
çok zayıftı, ama İngilizce ve Fransızca çevirilerin güvenilir olduğu
düşünülebilir.
Biri hariç hepsi yine Kudüs'teki
yetkililer tarafından basına verilen aşağıdaki mahkeme malzemelerinin
güvenilirliği konusunda ise böyle şüpheler yok: [5]
rafından düzeltilen nüshası. Mahkeme
tutanaklarının yanı sıra en önemli belgelerden birisi bu.
2) İddia makamının sunduğu belgeler ve, sağladığı "yasal
materyal".
3) Her ne kadar ifadelerinin bir bölümü daha sonra iddia makamı
tarafından kullanılmış olsa da, esasen savunma tarafından çağrılan on altı
tanığın yeminli ifadeleri. Bu tanıklar Erich von dem Bach-Zelewski, Richard
Baer, Kurt Becher, Horst Grell, Dr. Wilhelm Höttl, Walter Huppenkothen, Hans
Jüttner, Herbert Kappler, Hermann Krumey, Franz Novak, Alfred Josef Slawik, Dr.
Max Merten, Professor Alfred Six, Dr. Eberhard von Thad- den, Dr. Edmund
Veesenmayer, Otto Winkelmann'dı.
4) Son olarak, Eichmann'm yazdığı yetmiş sayfalık bir müsveddeye
ulaştım. Mahkeme, iddia makamının sunduğu bu müsveddeyi kanıt olarak kabul
etmiş ama basma vermemişti. Yazının başlığı şöyle çevrilebilir: "Cevap:
'Yahudi meselesi ve Alman Re- ich'ı Nasyonal Sosyalist Hükümeti'nin bu
meselenin çözümüyle ilgili olarak 1933 ila 1945'te aldığı tedbirler' ile İlgili
yorumlarım." Bu müsveddede Eichmann'm Arjantin'de Sassen röportajına
hazırlanırken aldığı notlar bulunuyor (bkz. Kaynakça).
Kaynakça'da sadece bilfiil kullandığım
malzemeler sıralanıyor; Eichmann’m kaçırılmasıyla yargılanması arasındaki İki
yıl boyunca okuduğum ve topladığım sayısız kitap, makale ve gazete yazısının
adı geçmiyor. Sadece Alman, İsviçreli, Fransız, İngiliz ve Amerikan basınından
gazetecilerin yazdıklarım düşününce bu eksiklikten üzüntü duyuyorum; çünkü bu
raporlar meseleyi, dava konusunda ahkâm kesen kitaplardan ve dergi yazılarından
çok daha üstün bir biçimde ele alıyordu; yine de bu eksikliği doldurmak aşırı
büyük bir işin altına girmek olacaktı. Dolayısıyla kendimi biraz rahatlatmak
için, bu gözden geçirilmiş baskının Kaynakça'sına, kitabım yayımlandıktan sonra
çıkan, iddia makamının argümanını temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze
koymaktan daha fazlasını yapan kitaplar ve dergi yazıları arasından seçtiğim
belli başlı çalışmaları ekledim, Bunların arasında, davayla ilgili olarak çoğu
yerde şaşırtıcı bir biçimde benimkilere benzer sonuçlara varan iki eser ve
Üçüncü Re- ich'ın önde gelen figürleriyle ilgili bir inceleme var; bu eserleri
arka plana ilişkin kaynaklanma ekledim. Sözünü ettiğim eserler, Ro- bert Pendorf
un Yahudi Konseylerinin Nihai Çözüm'deki rolüne de dikkat çeken Mörder und Ermordete, Eichmann und
die Judeapolitik des Dritten Reiches'ı; konuyu ele alırken
davalının şahsını odağa yerleştiren neredeyse tek kişi olan ve Eichmann'la
ilgili değerlendirmesi belli başlı noktalarda benimkilerle kesişen HollandalI
gazeteci-yazar Harry Muiisch'in Strafsache
40/6Vi (ben Almanca çevirisinden yararlandım) ve son olarak da,
T. C. Fest'in önde gelen Nazileri resmettiği, yeni yayımlanan muhteşem eseri Das Gesicht des Dritten Reiches
(Fest’in gayet bilgili ve yargılarının da çok üstün olduğunu eklemek isterim).
Rapor yazan birinin
karşılaştığı sorunlar en çok tarihi monografiyle uğraşanların karşılaştığı
sıkıntılara benzer. İki durumda da, işin doğası birincil ve ikincil kaynakların
kullanımı konusunda bilinçli bir ayrım yapmayı gerektirir. Birincil kaynaklar
sadece Özel bir konuyu -bu örnekte duruşmayı- ele alırken kullanılabilir,
ikincil kaynaklardansa tarihsel arka planı oluşturan her şey için yararlanılır.
Nitekim aktardığım belgeler, birkaç istisna dışında duruşmada açıkça
sunulmuştur (bu durumda benim birincil kaynaklarımı oluşturmaktalar) veya söz
konusu dönemi ele alan yetkin kitaplardan alınmıştır. Metinden hemen
anlaşılacağı gibi, Gerald Reitlinger'in The
Final Solution’mdm (Nihai Çözüm) faydalandım; Raul Hil- berg’in
davadan hemen sonra yayımlanan ve Üçüncü Reich'ın Yahudi politikalarını en
kapsamlı ve ayrıntılı biçimde belgeleyen çalışması The Destruction ofthe European
/evvs’dan daha da çok yararlandım. .
Bu kitap, daha yayımlanmadan hem bir tartışmanın merkezi hem
de örgütlü bir kampanyanın konusu haline geldi. İmge üretimi ve görüş
manipülasyonu gibi malum araçlarla yürütülen bu kampanyanın tartışmadan daha
çok ilgi çekmesi; dolayısıyla tartışmanın, kampanyanın yapay gürültüsü içinde
boğulup gitmesi gayet doğal. Bu ikisinin tuhaf bir karışımı neredeyse aynı
söylemle -kitaba (ve daha çok da yazarına) karşı çıkan, "teksir
makinasından çıkmış gibi" yazılarla (Mary McCarthy)- Amerika'dan
İngiltere’ye ve oradan da Avrupa'ya (kitap daha burada yayımlanmamıştı bile)
yayılınca, bu durum iyice ayyuka çıktı. Böyle bir şey mümkündü; zira
"imgesi” etrafında bu kadar büyük bir yaygara koparılan bu hiç yazılmamış
kitap çoğunlukla benim ne dikkat çektiğim ne de fark ettiğim noktaları ele
alıyordu.
Tartışma -tabii bu bir tartışmaysa- her
halükârda ilgi çekiyordu. Görüşlerin manipüle edilmesinin, bunun temelinde net
bir biçimde tanımlanmış çıkarlar olduğu için, amaçları sınırlıydı; gelgelelim
bu görüşler manipüle edilirken insanları hakikaten kaygılandıran bir meseleye
dokunacak olursa, kontrollerinden çıkıyor ve hiç Öngöre- medikleri veya
niyetlenmedikleri sonuçlara yol açıyordu. Çok büyük, emsalsiz suçlarıyla Hİtler
rejimi dönemi artık sadece Alman halkı veya dünyanın dört bir yanındaki
Yahudiler için değil, Avrupa’nın göbeğinde yaşanan bu büyük felaketi
unutamayan, bir türlü kabullenemeyen dünyanın geri kalanı için de "vâkıf
olunamayan bir geçmiş" teşkil ediyordu. Üstelik belki de hiç beklenmeyen
bir şey daha oluyordu; bütün o karmaşıklığı ve anlaşılmazlığıyla bugün
insanların akıllarına musallat olacağım ve yüreklerine bir karabulut gibi
çökeceğini hiç tahmin etmediğim genel ahlaki meseleler, aniden insanların
başlıca kaygılarından biri haline geliyordu.
Tartışmanın başında, Nihai Çözüm
yıllarında Yahudi halkına nasıl muamele edildiğine dikkat çekildi; buradan yola
çıkan İsrail savcısı öncelikle, Yahudiler kendilerini savunabilir miydi veya
savunmalı mıydı, diye sordu. Bu soru üstünde hiç durmamıştım, bana aptalca ve
acımasızca gelmişti çünkü o dönemin koşullarının ne yazık ki hiç bilinmediğini
gösteriyordu. Bu mesele cılkı çıkana kadar tartışıldı ve insanı hayretlere
düşürecek sonuçlara varıldı. Bir "getto mentaiitesinin" malum
tarihsel-sosyolojik inşası (İsrail'de okullarda okutulan tarih kitaplarında
yerini alan bu görüşün -Amerikan Yahudiliğinin öfkeli protestolarına
karşı-başlıca savunucularından biri psikolog Bruno Bettelheim'dı), sadece
Yahudi halkıyla sınırlı olmayan ve bu nedenle de sadece Yahudi faktörüyle
açıklanamayan davranış biçimini açıklamak için tekrar tekrar gündeme getirildi,
öneriler arttıkça arttı - ta ki, anlaşılan bu tartışmayı baştan sona çok kısır
bulan birinin aklına Freudyen teorilere başvurup Yahudi halkının tamamına
-elbette biiinçdışı- bir "ölüm isteği" atfetmek gibi parlak bir fikir
gelene kadar. Bazı eleştirmenler beklenmedik bir biçimde, içinde güya benim
Yahudiler! Yahudilerin öldürdüğünü iddia ettiğim birtakım çıkar gruplarının
hazırladığı bir kitabın "imgesinden" böyle bir sonuç çıkarmayı tercih
ettiler. Peki neden bu kadar korkunç, akıl almaz bir yalan söylemiştim
dersiniz? "Kendimden nefret ettiğim" için tabii ki.
Duruşmada Yahudi liderlerinin rolü de
gündeme geldiğinden ve ben de bu konu hakkında bir rapor yazdığımdan ve yorum
yaptığımdan, kaçınılmaz olarak bu meselenin de tartışılması gerekiyordu. Bence
bu Önemli bir mesele, ama tartışma bu meseleyi netleştirmeye pek katkı
sağlamadı. Yakınlarda İsrail'de yapılan bir duruşmada, eskiden Yahudi emniyet
amirlerinden biri olan ve şimdi de İsrail Operası'nm başında bulunan Hirsch
Bimblat adında biri, önce bölge mahkemesi tarafından beş yıl hapis cezasına
çarptırıldı; daha sonra temyize gittiği Kudüs’teki Yüksek Mahkeme ise bu kararı
bozarak Bimblat'ı beraat ettirdi. Mahkemenin oy birliğiyle verdiği bu karar
dolaylı olarak Yahudi Konseylerini de akladığı için, bu mesele Yahudi kamuoyunu
ne yazık ki ikiye boldü. Gelgeldim bu tartışmada, sesi en çok çıkan
katılımcılar ya Yahudi halkını liderleriyle özdeşleştiriyordu (buna karşılık
sağ kalan hemen herkes, Yahudi halkıyla liderleri arasında, daha önce
Theresienstadt'ta kalan bir Yahudinin şu sözleriyle özetlenebilecek net bir
aynm yapıyordu: "Yahudi halkının tamamı fevkalade davrandı. Sadece
liderler çuvalladı") ya da -sanki Yahudilerin göç etmesine yardım etmekle
Nazilerin Yahudileri tehcir etmelerine yardım etmek arasında bir fark yokmuş
gibi- Yahudi yetkilileri haklı çıkarmak için onların savaştan önce, daha da
önemlisi Nihai Çözüm döneminden Önce takdire şayan hizmetler verdiğinden
bahsediyordu.
Her ne kadar orantısız bir biçimde
şişirilmiş olsalar da, bu meseleler aslında kitapla biraz ilişkiliydi; buna
karşılık herhangi bir biçimde ilişkili olamayanları da vardı. Mesela Hitler
rejiminin başlangıcından itibaren Alman direniş hareketiyle ilgili hararetli bir
tartışma vardı. Doğal olarak ben bu meseleyi tartışmaya açmadım, çünkü
Eichmann'm vicdanı ve içinde bulunduğu durum sadece savaş ve Nihai Çözüm
dönemiyle ilgili. Ama daha fantastik tartışmalar da vardı. Bir sürü insan,
işkence kurbanlarının katillerinden daha "çirkin" olup olamayacağım;
orada bulunmayan birinin geçmişi "yargılamaya" hakkı olup olmadığını;
bir duruşmada sahnenin merkezinde davalının mı yoksa kurbanın mı olduğunu
tartışmaya baş-
ladı. Bu meseleyle ilgili olarak, bazıları işi Eichmann'm
nasıl biri olduğuyla ilgilenmemin hatalı olduğunu, dahası Eichmann'm
konuşmasına izin bile verilmemesi gerektiğini -yani mahkemenin savunma olmadan
yürütülmesi gerektiğini- iddia etmeye kadar götürdü.
Büyük bir duygu gösterisiyle yapılan
tartışmalarda çoğu kez olduğu gibi, bütün heyecanı gerçek meselelerden
kaynaklanan, dolayısıyla gerçekleri çarpıtmaya çalışan bazı çıkar gruplarının
dünyevi ilgileri hemen entelektüellerin sınır tanımayan ilhamlarına yöneldi.
Entelektüellerse tam aksine gerçeklerle hiç ilgilenmiyor, gerçekleri
"fikirler" için sıçrama tahtası olarak kullanıyorlardı. Ama bu
manevralarda bile çoğu zaman belirli bir ciddiyet, bir yere kadar sahici bir
kaygı olduğu seziliyordu; aynı durum kitabı okumamakla övünen ve hiç
okumayacağına söz verenlerin yazıları için bile ge- çerliydi.
Konunun bir hayli dışına çıkan bu
tartışmalarla kıyaslandığında, kitap ne yazık ki çok sınırlı bir konuyla
ilgiliydi. Bir dava raporu sadece dava sırasında ele alman veya adalet için ele
alınması gereken meseleleri tartışmaya açabilir. Duruşmanın yapıldığı ülkenin
genel durumu duruşmanın gidişatı açısından önemliyse, bu durumun da göz önünde
bulundurulması gerekir. Yani bu kitap, Yahudi halkının gelmiş geçmiş en büyük
felaketiyle ilgili değildir; totalitarizmle ilgili bir anlatı veya Üçüncü Reich
zamanındaki Alman halkıyla ilgili bir tarih de değildir; son olarak, kesinlikle
kötülüğün doğasıyla ilgili teorik bir çalışma da değildir. Her duruşmanın
odağında davalının şahsı; bireysel tarihi, her zaman kendine özgü nitelikleri,
tipik özellikleri, davranış biçimleri ve koşullarıyla etten kemikten bir insan
vardır. Tıpkı dağılan Yahudi halkının ve antisemi- tizmin tarihi, Alman
halkının ve diğer halkların gidişatı veya dönemin ideolojileri ve Üçüncü
Reich'm devlet aygıtları gibi bunun ötesine geçen her şey, duruşmayı sadece,
davalının fiillerini gerçekleştirdiği koşullan ve arka planı oluşturduğu ölçüde
etkiliyordu. Davalının ilişki kurmadığı veya etkilenmediği her şey duruşma
tutanaklarından ve dolayısıyla da duruşma raporundan çıkarılmalıdır.
Bu meselelerden konuşmaya başlar başlamaz
gönülsüz de olsa sorduğumuz bütün genel soruların -neden Almanlar olmak
zorundaydı? Neden Yahudiler olmak zorundaydı? Totaliter yönetimin doğası
nedir?- bir insanın yargılandığı suçun ne tür bir suç ve hakkında hüküm verilen
davalının ne tür bir doğası olduğu sorusundan da, mevcut adalet sistemimizin
İkinci Dünya Savaşı'ndan beri tekrar tekrar uğraşmak zorunda kaldığı bu özel
suç ve suçlu türiiyle ne kadar başa çıkabildiği sorusundan da kat kat önemli olduğu
savunulabilir. Meselenin artık belli bir insandan, sanık sandalyesinde oturan
tek ve yalnız bir bireyden ziyade, bütün Alman halkı ve antise- mitizmin bütün
biçimleri, modern tarihin tamamı veya insan doğası ve ilk günah meselesi olduğu
söylenebilir - dolayısıyla sanık sandalyesindeki davalının hemen arkasına insan
ırkının tamamının gizlendiği öne sürülebilir. Bütün bu meseleler, özellikle de
"hepimizin içinde bir Eichmann yattığını" keşfedene kadar içi rahat
etmeyenler tarafından sık sık tartışıldı. Davalının bir sembol, duruşmanın da
tek bir şahsın suçlu veya masum olmasından açıkça daha ilgi çekici meseleleri
gündeme getirmek için bir bahane olduğu düşünülürse, tutarlılık adına,
Eichmann'ın ve avukatının iddiasını da kabuk etmemiz gerekir: Eichmann’dan
hesap soruluyordu, çünkü hem Almanya Federal Cumhuriyeti için hem de bir bütün
olarak olaylar ve bu olayların gerçekleşmesini mümkün hale getiren şeyler -yanı
antisemitizm ve totaliter yönetimin yanı sıra insan ırkı ve Ok günah- için bir
günah keçisi gerekiyordu.
Böyle düşünüyor olsaydım Kudüs'e asla
gitmeyeceğimi söylememe pek gerek yok. Bu duruşmanın sadece ve sadece adalet
için yapılması gerektiğini savunuyordum, savunuyorum. Ayrıca hâkimlerin
kararlarını açıklarken "İsrail Devleti’nin Yahudilerin devleti olarak
kurulduğunu ve böyle tanındığını" vurgulamakta gayet haklı olduklannı ve
dolayısıyla Yahudi halkına karşı işlenen bir suçu yargılamaya hakları olduğuna
inanıyorum. Hukuk çevrelerinin cezanın anlamı ve faydası konusundaki kafa
karışıklığı açısından, hâkimlerin Grotius’un daha eski bir yazardan aktardığı
sözlere başvurmalarına; cezanın "suçtan zarar gören kişinin onurunu ve
otoritesini korumak için" gerekli olduğunu, "dolayısıyla suçu
işleyenin cezalandırılamamasınm ille de mağdurun küçük düşürülmesi anlamına
gelmediğini" belirtmelerine sevindim.
Davalı ve fiillerinin doğası kadar
duruşmanın kendisinin de akla getirdiği sorular, kuşkusuz Kudüs’te ele alınan
meseleleri fersah fersah aşan genel meselelerle ilgilidir. Bu meselelerin bir
kısmını, sadece rapor deyip geçemeyeceğimiz Sonsöz bölümünde tartışmaya
çalıştım. Birileri çıkıp da meseleyi ele alma biçimimi yetersiz bulduğunu
söyleseydi, buna hiç şaşırmazdım; bütün bu gerçeklerin genel anlamıyla ilgili
bir tartışmayı memnuniyetle karşılardım, böyle bir tartışma somut olaylara
işaret ettiği ölçüde anlamlı olabilirdi. Kitabın başlığıyla ilgili sahici bir
tartışma başlayacağını da düşünebilirim; çünkü kötülüğün sıradanlığı derken,
sadece gerçeklere sıkı sıkı bağlı bir düzeyi kastediyorum, duruşmada hemen göze
çarpan bir fenomene dikkat çekiyorum. Eichmann ne Iago’ydu ne de Macbeth ve
III. Richard gibi bir "cani" olmasıysa neredeyse imkânsızdı. Terfi
etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen
hiçbir şey yoktu. Bu gayret de kendi başına kriminal değildi elbette; bir
üstünün yerine geçmek için asla onu öldürmeye kalkmazdı. Eichmann sadece, gündelik
dilde söyleyecek olursak, ne
yaptığını hiç fark etmemişti. Zaten aylar boyunca polis sorgusunu
yöneten bir Alman Yahudisi- nin karşısında oturmasını sağlayan da tam da
tahayyül yetisinden bu kadar yoksun oluşuydu; bu adama içini dökmüş ve tekrar
tekrar SS'te sadece yarbay rütbesine kadar yükseldiğini, terfi etmemesinin
kendi hatası olmadığını anlatmıştı. Bütün bunların ne anlama geldiğini ilke
düzeyinde gayet iyi biliyordu ve mahkemeye verdiği son ifadede "[Nazi]
hükümetinin belirlediği değerlerin yeniden değerlendirilmesinden” bahsetmişti.
Aptal biri değildi. Dönemin baş suçlularından biri haline gelmesine olanak
sağlayan -aptallıkla kesinlikle Özdeş olmayan bir şeyden- fikirsizlikten başka
bir şey değildi. Hali "sıradan" ve hatta komikse, Eichmann'da şeytani
ve uğursuz bir derinlik bulma konusunda en kararlı insan bile sonunda pes
ediyorsa, bu durum aleladelikten hâlâ çok uzaktır. Ölümün nefesini ensesinde
hisseden, dahası darağacınm altında duran bir adamın, hayatı boyunca cenaze
merasimlerinde duyduklarından ve bu "yüce sözlerin" kendi ölümünün
gerçekliğini tümüyle bulutlandırması gerektiğinden başka bir şey düşünememesi
elbette alelade bir şey değildir. Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar
fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin
vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir - aslında insanın
Kudüs'teki duruşmadan çıkarabileceği ders buydu. Ama bu bir dersti, sözü edilen
fenomenle ilgili bir açıklama veya teori değildi. Bu meseleyle gerçekten ilgili
olan suçun -üstelik herkesin emsalsiz olduğunu düşündüğü suçun- türünü
tartışmak, fikirsizlikle kötülük arasındaki ilişkiyi incelemekten daha karmaşık
gibi görünse de, aslında çok daha kolaydır. Soykırımı açıkça daha Önce
bilinmeyen suçları kapsayacak bir kavram olarak sunmak, her ne kadar bir
dereceye kadar işe yarasa da, pek uygun değildir; çünkü daha önce de nice halklar
katledilmiştir. Antikite denince ilk akla gelen şeylerden biri katliamdır ve
yüzyıllarca süren sömürgeleştirme ve emperyalizm dönemi, bu türden başarılı ve
başarısız girişimlerin örnekleriyle doludur. "İdari katliamlar" bu
durumu daha iyi ifade eden bir tabir gibidir. Bu tabir Britanya emperyalizmiyle
birlikte ortaya çıktı; İngilizler Hindistan üzerindeki egemenliklerini devam
ettirmek için böyle prosedürleri kasten reddettiler. Bu deyiş, böyle korkunç
fiillerin sadece yabancı bir ulusa veya ırka karşı gerçekleştirilebileceği
şeklindeki peşin hükmü ortadan kaldırmaya yaradı. Gayet iyi bilindiği gibi,
Hitler katliamlarına "orıulmaz hastalıklara yakalananlara" bahşettiği
"merhametli Ölümlerle" başladı ve imha programım "genetik açıdan
hasarlı" Almanları (kalbinden ve ciğerinden hasta olanları) ortadan
kaldırarak sonlandırma niyetindeydi. Bunun dışında, belirli bir grubun da aynı
şekilde öldürülebileceği, yani ayıklama ilkesinin koşullara bağlı faktörlere
dayandığı gayet açıktır. Çok da uzak olmayan bir geleceğin makinelere dayanan
ekonomisinde, insanların zekâ katsayısı belirli bir düzeyin altında kalan
herkesi ortadan kaldırabileceğini düşünmek hiç de abes değildir.
Bu mesele Kudüs’te uygun bir biçimde
tartışılmadı, zira bu meseleyi hukuki yollardan ele almak aslında hiç de kolay
değildi. Savunmadan yükselen itirazlara göre, Eichmann Nihai Çözüm
mekanizmasında "küçücük bir dişliydi" sadece; iddia makamı ise Eich-
mann'm aslında bu mekanizmanın motoru olduğunu keşfettiğine inanıyordu. Kudüs
mahkemesi gibi, bu iki teoriye ben de pek önem vermiyorum; zira bu çark teorisi
hukuki açıdan tümüyle anlamsız ve dolayısıyla da Eichmann adındaki dişliye ne
kadar önem verildiğinin bir önemi yok. Yargılama sırasında mahkeme ancak
hükümet kaynaklarını kullanan devasa bir bürokrasinin böyle bir suç
işleyebileceğini doğal olarak kabul etti. Ama bu hâlâ bir suç olduğuna göre
-bir duruşmanın öncülü de budur tabii- ister çok ister az önemli olsun
mekanizmadaki bütün çarklar mahkemede hemen ıckrar fail-
lere, yani insanlara dönüştürülür.
Davalının kendisini bir insan olarak değil de sadece bir görevli olarak hareket
etmesine, bu görevde kendisinin yerine kuşkusuz başka birisinin de
olabileceğine dayanarak savunması, bir suçlunun -falanca yerde bir günde şu
kadar suçun işlendiğini gösteren- suç istatistiklerine dikkat çekerek sadece
istatistiksel olarak bekleneni yaptığını, bu suçu bir başkasının değil de
kendisinin işlemesinin rastlantıdan ibaret olduğunu, zira öyle veya böyle
birinin bunu yapması gerektiğini öne sürmesine benzer. '
Totaliter yönetimin özünün ve belki de her
bürokrasinin doğasının, insanları yetkililere ve yönetim mekanizmasındaki
çarklara dönüştürmekten ve nitekim onları insanlıktan çıkarmaktan ibaret
olması, siyaset bilimleri ve sosyal bilimler açısından elbette önemlidir. Hiç
Kimse’nin yönetimini (ki büro-krasi diye bildiğimiz siyasi biçim tam da böyle
bir yönetimdir) uzun uzadıya tartışmak verimli olabilir. Yalnız adliyenin, söz
konusu faktörleri, sadece bunlar suç koşullarını meydana getirdiği ölçüde göz
önünde bulundurabileceğini iyice anlamak gerekir - tıpkı hırsızlık durumunda,
suçlunun ekonomik sıkıntısının, cezadan kurtarmak şöyle dursun, suçu bile mazur
göstermediği gibi. Modern psikolojinin, sosyolojinin ve elbette modern
bürokrasinin failin sorumluluğunu şu veya bu determinizm açısından açıklamasına
gerçekten de fazla alıştık. İnsan eylemleriyle ilgili, görünüşe bakılırsa derin
açıklamaların doğru mu yoksa yanlış mı olduğu tartışmalıdır. Bu meselenin
tartışmalı olmayan bir tarafı varsa, o da bu açıklamalara dayanarak tek bir
adli prosedürü bile izlemenin mümkün olmayacağı ve böyle teorilerle Ölçülüp
biçilen adliyenin kesinlikle modem bir kurum olmadığıdır-hadi "modası
geçmiş" demeyeyim yine. Hitler, gün gelecek Almanya’da hâkim olmak
"kepazelik" gibi görünecek derken, kusursuz bir bürokrasi hayaliyle
tümüyle tutarlı bir şeyden bahsediyordu.
Anladığım kadarıyla, hukuk biliminin bütün
bu meseleleri ele almak için sadece iki kategorisi var ve bence bunların ikisi
de söz konusu meseleyi incelemek için yeterli değil. Bu kategoriler
"devlet fiilleri" ve "üstlerin emirleri uyarınca"
gerçekleştirilen fiillerdir. Her halükârda bu tür bir duruşmada böyle
meseleleri, genellikle de davalının hareketleri açısından tartışmak için sadece
iki kategori var. Devlet fiilleri teorisi egemen bir devletin kendisinde egemen
başka bir devleti yargılama hakkı göremeyeceği şeklindeki argümana, par in parem non habet
jurisdictionem (eşitler birbirini yargılayamaz) ilkesine dayanır.
Uygulamaya bakılacak olursa, bu argüman Nümberg'de zaten çürütülmüştü; daha en
baştan hiç şansı yoktu, zira kabul edilmiş olsaydı, gerçekten her şeyin tam
anlamıyla tek sorumlusu olan Hitler’e bile yaptıklarının hesabı sorulamazdı -
bu durum en temel anlamıyla adaleti ihlal ederdi. Gelgeldim bir argümanın pratik
düzlemde hiç şansının olmaması teorik düzlemde de mutlaka ortadan kaldırıldığı
anlamına gelmez. Sık sık başvurulan bahaneler -Üçüncü Reich zamanında
Almanya’nın egemenliğin ve eşitliğin adım anmayan bir suçlu çetesinin
denetiminde olması- pek bir işe yaramıyordu. Zira bir taraftan, suçlu çetesi
benzetmesinin çok sınırlı bir alanda geçerli olduğunu, dolayısıyla aslında pek
de geçerli olmadığım herkes bilir. Diğer taraftan bu suçlar tartışmasız
"yasal" bir düzende vuku buldu, yani bu suçların hemen göze çarpan en
belirleyici özelliği böyle bir düzende işlenmiş olmasıydı.
Devlet fiilleri kavramının arkasında
"hikmet-i hükümet" teorisinin olduğunu anlarsak, belki bu meseleye
biraz daha yaklaşabiliriz. Bu teoriye göre, ülkenin yaşamından ve bunun sonucu
olarak da varlığım sürdürmesinden sorumlu olan devletin fiilleri, ülke
vatandaşlarının fiilleriyle aynı kurallara tabi değildir. Nasıl hukukun
üstünlüğü -her ne kadar şiddeti ve karşıtların savaşını ortadan kaldırmak için
tasarlanmış olsa da- kendi varlığını sağlama almak için şiddetin araçlarına her
daim muhtaçsa, bir hükümet de hayatta kalmak ve yasallığm ayakta kalmasını
sağlamak için genellikle suç olarak nitelendirilen fiillerde bulunmak zorunda
kaldığını hissedebilir. Savaşlar çoğu zaman bu gerekçelerle meşrulaştırılır;
ancak devletin suç fiilleri sadece uluslararası ilişkiler alanında ortaya
çıkmaz ve medeni milletlerin tarihi de -Enghien Dükü’nün Napolyon’ un emriyle
kurşuna dizilmesinden, Sosyalist lider Matteotti’nin muhtemelen bizzat
Mussolinİ’nin sorumlu olduğu ölümüne kadar- bunun örnekleriyle doludur.
Hikmet-i hükümet -duruma göre, doğru veya
yanlış bir biçimde- zorunluluğa
başvurur ve hikmet-i hükümet adına işlenen (ve işlendiği ülkenin egemen yasal
sistemi açısından tümüyle cezaya tabi olan) devlet suçlan da acil durum
tedbirleri, iktidarı korumak ve nitekim bir bütün olarak mevcut yasal düzenin
devamım sağlamak için sert bir Realpolitik
karşısında verilen ödünler olarak değerlendirilir. Normal bir siyasi ve yasal
sistemde, böyle suçlar istisnai olarak ortaya çıkar ve yasal cezaya tabi
değildir (Alman hukuk teorisinden bir deyişle, gerichîsfreıâıf);
çünkü tehlikede olan bizatihi devletin varoluşudur ve dışarıdan bir siyasi
kendiliğin bir devleti varoluşundan mahrum etmeye veya varoluşunu nasıl devam
ettireceği konusunda akıl vermeye hakkı yoktur. Ne var ki -Üçüncü Re- ich
dönemindeki Yahudi politikalarının tarihinden anladığımız kadarıyla- cezai
ilkeler üzerine kurulan bir devlette bunun tam tersi geçerlidir. Böyle bir
ortamda, suç teşkil etmeyen bir fiil (mesela, Himmîer'in 1944 yazının
sonlarında Yahudilerin tehcir edilmesinin durdurulmasını emretmesi) gerçekliğin
(ki bu örnekte yenilginin yaklaşması oluyor) dayatmasıyla zorunluluk karşısında
verilen bir ödün haline gelir. Bu noktada hemen akla gelen soru şudur: Böyle
bir kendiliğin egemenliğinin doğası nedir? Uluslararası hukukun ona bahşettiği
eşitliği (par in parem non
habeî jurisdictionem) ihlal etmiş olmaz mı? "Par in parem"
sadece egemenlik aygıtları için mi geçerlidir? Yoksa tözel bir eşitliğe ve
benzerliğe de mi işaret eder? Suçun ve şiddetin istisna olduğu ve iki
kategorinin tam sınırında yer aldığı bir devlet aygıtına uyguladığımız ilkeyi,
suçun yasal ve kural olduğu bir siyasi düzene de uygulayabilir miyiz?
Hukuki kavramların bütün bu davaların
konusu olan cezai olguları ele alırken aslında ne kadar yetersiz kaldığı,
üstlerin fiilleri uyarınca gerçekleştirilen fiiller kavramında belki de daha
çarpıcı bir biçimde karşımıza çıkar. Kudüs mahkemesi savunmanın Öne sürdüğü
argümana medeni devletlerin, özellikle de Almanya’nın ceza ve askeri hukukundan
yaptığı uzun alıntılarla karşılık verdi; zira ilgili yasa maddeleri Hitler
zamanında kesinlikle yürürlükten kaldırılmamıştı. Bütün bunlar bir noktada
birleşiyordu: açıkça suç teşkil eden emirlere kesinlikle itaat edilmemeliydi.
Mahkeme bunlardan başka, birkaç yıl önce İsrail'de görülen bir davaya işaret
etti: Süveyş Krizi arifesinde, sınırdaki bir Arap köyündeki sivilleri katletme
suçu nedeniyle askerler mahkemeye çıkarılmıştı. Köylüler askeri bir sokağa çıkma
yasağı sırasında, anlaşılan bu durumdan haberdar olmadıkları için, evlerinin
dışında bulunmuşlardı. Meseleye biraz daha yakından bakıldığında, böyle bir
kıyaslamanın- ne yazık ki iki açıdan kusurlu olduğu anlaşılır. Her şeyden önce,
bir astın yerine getirdiği bir emrin suç olup olmadığını belirlemesi açısından
asli bir öneme sahip olan kural-istisna ilişkisinin, Eichmann'ın fiilleri
bağlamında tersine işlediğini tekrar hesaba katmamız gerekir. Nitekim bu
argüman bağlamında, Eichmann’ın Himmler’in bazı emirlerine itaat etmemesi veya
itaat ederken tereddütte kalması hakikaten savunulabilir: Mahkeme bu durumun
Eichmann’ı iyice töhmet altında bıraktığı kanısındaydı, bu durumun anlaşılmayan
bir tarafı yoktu ama bu görüşün tutarlı olduğunu söylemek güçtü. Bu durum,
İsrail askeri mahkemelerinin konuyla ilgili bulgularından rahatlıkla
anlaşılabilir, zaten hâkimler de kendi argümanlarını desteklemek için bu
bulgulan aktardılar. Sırasıyla şunları söylediler: itaat edilmeyecek emir
"açıkça gayri meşru” olmalıdır; gayri meşruluk "üzerinde 'Yasak1
anlamına gelen uyan işaretiyle bir korsan bayrağı gibi dal- galanmalıdır".
Başka bir deyişle, askerin "açıkça gayri meşru” olduğunu anladığı emir,
olağandışılığıyla, askerin alışkın olduğu yasal sistem kurallarını ihlal etmelidir.
İsrail hukuk bilimi bu meseleler açısından diğer ülkelerin hukuk bilimleriyle
tamamen uyumludur. Hiç kuşku yok ki kanun koyucular bu yasa maddelerini formül-
leştirirken, mesela bir subayın aniden delirip astlarına başka bir subayı
öldürmeyi emretmesi gibi durumları düşünüyorlardı. Böyle bir durumla ilgili
normal bir duruşmada, askerden beklenen şeyin, vicdanının sesini veya "her
İnsanın vicdanının derinlerinde yatan meşruluk hissini, ayrıca kanun
kitaplarından pek anlamasa bile... gözü kör, yüreği taştan ve yoz olmayanların
sesini” dinlemesi olmadığı hemen anlaşılırdı. Askerden beklenen daha ziyade
kural ile kuralın hemen göze çarpan istisnası arasında ayrım yapabilmesiydi.
Her halükârda, Alman iç hizmet kanunu vicdanın yeterli olmadığım açıkça ortaya
koyar. 48. fıkra şöyledir: "Bir şahsın vicdanına veya inancının
gereklerine göre hareket etmiş olması, fiilinin veya ihmalinin
cezalandırılmayacağı anlamına gelmez." İsrail mahkemesinin izlediği
argüman çizgisinin çarpıcı niteliklerinden biri, her insanın derinlerine kök
salan bir adalet anlayışı kavramını, salt hukuka aşinalığın ikamesi olarak
sunmasıdır. Makul tarafı, hukukun sadece her insanın vicdanının ona bir biçimde
söylediği şeyi dile getirdiği varsayımına dayanmasıdır.
Bütün bu akıl yürütmeleri anlamlı bir biçimde Eichmann
davasına uygulayacak olursak, Eichmann’ın tümüyle kendisinden beklenen muhakeme
biçimi çerçevesinde hareket eniği sonucuna varmak zorunda kalırız: Eichmann
kurala uygun bir biçimde hareket etti, kendisine verilen emri "açıkça"
meşru olmasına, yani kurala uygunluğuna göre değerlendirdi;
"vicdanına" başvurması gerekmedi, çünkü ülkesinin hukukuna yabancı
biri değildi. Yani bu durumun tam tersi geçerliydi.
Kıyaslamaya dayanan argümanın ikinci
kusuru, mahkemenin "üstlerin emirleri" itirazım hafifletici sebepler
kadar önemli saymasıdır ve mahkeme bu uygulamayı açıkça dile getirmiştir.
Mahkeme yukarıda aktardığım davayı, Kafar Kasım'm Arap sakinlerinin
katledilmesini, İsrail mahkemesi açısından, "üstlerinden aldığı emirlerin"
davalının sorumluluğunu ortadan kaldırmadığının bir kamu olarak aktardı. İsrail
askerlerinin cinayetle itham edildiği, ama "üstlerinden aldığı
emirlerin" hafifletici sebepler için ağır basan bir argüman olduğu,
dolayısıyla askerlerin nispeten kısa süreli hapis cezalarına çarptırıldığı
doğrudur. Bu dava kuşkusuz -Eichmann örneğinde olduğu gibi- yıllara yayılan,
suçların çorap söküğü gibi geldiği bir faaliyetle değil, diğerlerinden ayrı bir
fiille ilgiliydi. Yine de, Eichmannin her zaman "üstlerinin emirleri"
doğrultusunda hareket ettiği; İsrail hukukunun sıradan hükümleri uygulansaydı,
Eichmann'ı en ağır cezaya çarptırmanın aslında zor olacağı doğruydu. İşin
aslına bakarsanız, tıpkı diğer ülkelerin hukukları gibi İsrail hukuku da hem
teoride hem de pratikte, "üstlerin emirlerinin", gayri meşmluğu
"apaçık" olduğunda bile bir insanın vicdanının normal işleyişini
ciddi bir biçimde altüst edeceğini kabul etmelidir.
Bu durum, mevcut yasal sistemin ve halihazırdaki hukuk
kavramlarının devlet aygıtının örgütlediği idari katliamları ele alma konusunda
ne kadar yetersiz kaldığını gösteren birçok örnekten yalnızca birisidir.
Meseleye biraz daha yakından bakarsak, hâkimlerin bütün bu duruşmalarda salt
korkunç fiiller temelinde gerçekten karar verdiklerini kolaylıkla fark ederiz. Başka
bir deyişle, hâkimler sanki serbestçe karar verdiler ve kararlarım az çok ikna
edici bir biçimde meşrulaştırmaya çalışmak için aslında standartlara veya yasal
emsallere pek dayanmadılar. Bu durum Nürnberg’de zaten aşikârdı - hâkimler bir
taraftan, bütün diğer suçları kapsadığı için, "barışa karşı suç"u
bugüne kadar uğraştıkları en ciddi suç olarak nitelendirdiler; ama diğer
taraftan da sadece -barışı bozma amacıyla komplo kurma suçu kadar ciddi
olmadığı düşünülen- şu yeni idari katliam suçuna iştirak eden davalıları
gerçekten ölüm cezasına çarptırdılar. Hukuk bilimi gibi tutarlılığı saplantı
haline getirmiş bir alandaki bu ve benzeri tutarsızlıkların peşine düşmek
aslında cezbedici bir iş olurdu. Ama elbette bu iş burada yapılamaz.
Gelgelelim hâlâ temel bir sorun var:
Gelmiş geçmiş en önemli ahlaki meselelerden birine, yani insani muhakemenin
doğası ve işlevine dokunduğu için, savaştan sonra yapılan bütün duruşmalarda
örtük bir biçimde bulunan bu soruna burada değinmek gerekir. "Yasal"
suçlar işleyen davalıların yargılandığı bu duruşmalardan talebimiz, insanların
sadece kendi yargılarına göre, dahası etraflarındaki herkesin üzerinde hemfikir
olduğu görüşle taban tabana zıt gibi görünse bile sadece kendi yargılarına göre
hareket ederek doğruyu yanlıştan ayırabilmeleridir. Sadece kendi yargısına
güvenecek kadar "kibirli" kişilerin, eski değerlere sadık kalanlar
veya dini bir inanca göre hareket edenlerden çok farklı olduğunu düşünürsek, bu
meselenin aslında daha da ciddi olduğunu anlarız. Saygın toplumun tamamı Öyle
veya böyle Hitler’e karşı koyamadığından, vicdanı yönlendiren toplumsal
davranışı ve dini emirleri -"Öldürmeyeceksin!"- belirleyen ahlaki
kaideler neredeyse yok olup gitmişti. Hâlâ doğruyu yanlıştan ayırabilen, bir
avuç insan aslında sadece kendi yargısına göre hareket etti ve bunu serbestçe
yaptı; uyacakları, karşılaştıkları özel durumları sımflandırabilecekleri
kurallar yoktu. Bir olay meydana geldiği anda karar vermek zorundaydılar, çünkü
emsalsiz olan için hiçbir kural yoktu.
Bu yargı meselesinin (daha sık kullanılan
bir tabirle, "yargılamaya" cesaret edenlerin) günümüzde insanları ne
kadar sıkıntıya soktuğu, elinizdeki kitap üzerine tartışmaların yanı sıra Hoch-
huth'un Der
Stellvertreter'iyle (Temsilci) ilgili pek çok açıdan benzer tartışmalarda
da ortaya çıktı. Gün yüzüne çıkan, beklenenin aksine ne nihilizmdi ne de
kinizm; daha ziyade temel ahlak meseleleriyle ilgili olağandışı bir kafa
karışıklığıydı - günümüzde, böyle meseleler söz konusu olduğunda insanları
sezgileriyle baş başa bırakmak yapılacak en son şeydi sanki. Bu tartışmalar
sırasında gündeme gelen enteresan noktalar bilhassa aydınlatıcıdır. Bazı Ameri-
kah aydınlar ayartma ile zorlamanın aslında
aynı şey olduğu, kimsenin ayartmaya karşı koymasının beklenemeyeceği gibi naif bir
fikir ortaya attılar. (Birisi kalbinize silah dayayıp en yakın arkadaşınızı
öldürmenizi emrederse, yapmanız gereken
tek şey onu öldürmektir. Veya -birkaç yıl önce, bilgi yarışmasına katılan bir
üniversite hocasının insanları kandırdığının ortaya çıkmasıyla patlak veren
skandal bağlamında tartışıldığı gibi- yüklü bir meblağ söz konusu olduğunda,
buna kim dayanabilir?) Orada bulunmayan ve olayla ilişkili olmayan birinin
belli bir konuda hüküm veremeyeceği şeklindeki argüman herkesi ikna etmeye
yetmiş gibidir; yine de, bu argüman doğru olsaydı, ne adaletin işlemesi ne de
tarihin yazılması mümkün olurdu. Bu kafa karışıklığının aksine, hâkimlere
yöneltilen kibir suçlaması çok eskidir, ama bu durum söz konusu suçlamayı
geçerli hale getirmez. Bir katili mahkûm eden hâkim bile eve gittiğinde hâlâ
şunları söylüyor olabilir: "Tanrı yardımcım olmasaydı, onların yerinde ben
de olabilirdim." İstisnasız bütün Al. man Yahudileri, 1933'te Alman
halkının üstünden geçen ve Yahudi- leri günden güne paryaya dönüştüren koordinasyon
dalgasını lanetliyordu. Hiçbirisinin kendisine bir kere olsun, eğer izin
verilseydi . bizden kaç kişi aynı şeyi yapardı, diye sormamış olması nasıl
açıklanabilir? Peki bu durum, lanetlemelerini günümüzde daha az geçerli hale
getirir mi?
Aynı durumda olsa,
insanın kendisinin de hata yapabileceğini düşünmesi, bir tür merhamet hissi
uyandırabilirdi; ama bugün Hıristiyanların merhametinden bahsedenlerin tuhaf
bir biçimde bu konuda da kafası karışıktı. Nitekim Evangelische Kirche in Deutsch-
land, yani Protestan kilisesi savaştan sonra şöyle bir
açıklama-yapmıştır: "Kendi halkımızın olup bitenleri görmezden gelerek ve
duruma sessiz kalarak Yahudi halkına ettiği zulüm nedeniyle, Tanrı’ mn
merhameti karşısında biz de suçluyuz."[6]
Anlaşılan bir Hıristiyan kötülüğe kötülükle karşılık verirse, Tann’nın Merhametine karşı
suçludur; dolayısıyla milyonlarca Yahudi yaptığı bazı kötülüklerin cezası
olarak öldürüldüyse, kiliseler de merhamete karşı günah işlemiş oluyorlardı.
Ama kiliseler, beyan ettikleri gibi düpedüz zulümsuçunu paylaşıyorlarsa, bu
meselenin yine de Tann'mn Adaletine
kaldığı düşünülmelidir.
Bu dil sürçmesi sıradan bir kaza değildir
sanki. Merhamet değil de adalet yargıyla ilgili bir meseledir ve kamuoyunu
kimsenin başka birini yargılamaya hakkı olmadığı konusundaki görüş birliği
kadar mutlu eden başka bir mesele yok gibidir. Kamuoyu sadece eğilimleri veya
büyük gruplan (ne kadar büyükse, o kadar iyidir), kısacası artık içinde ayrım
yapamayacağımız ve tek tek isimleri zik- redemeyeceğimiz kadar genel şeyleri
yargılamamıza, hatta mahkûm etmemize izin verir. Ünlü veya yüksek mevkiierdeki
insanların fiilleri veya sözleri gündeme geldiğinde bu tabunun iki misli
geçerli olduğu açıktır. Ayrıntılar üzerinde durmanın ve tek tek insanlara
dikkat çekmenin "yüzeysel" kaldığını, bütün kediler gridir veya bütün
insanlar aynı şekilde suçludur gibi genellemeler yaparak konuşulanınsa dünya ve
hayat hakkında çok şey bilmenin bir göstergesi olduğunu öne süren iddialar hâlâ
bu durumu ifade eder. Nitekim Hochhuth'un tek bir Papa'ya -kim olduğu belli,
adı sanı bilinen bir adama- yönelttiği suçlamaya bütün Hıristiyan dünyası hemen
karşı çıkmıştır. îki bin yıllık tarihiyle Hıristiyanlığın geneline yöneltilen
suçlama kanıtlanamaz; kanıtlanabilseydi, bu korkunç bir şey olurdu. Görünüşe
göre, işin içine belli bir kişi
karışmadığı sürece, bu durum kimsenin umrunda değildir ve biraz daha ileri
gidip şunu öne sürmekte bir sakınca yoktur: "Ciddi suçlamaların kuşkusuz
geçerli sebepleri vardır, ama davalı insanlığın
tamamıdır" (Ro- bert Weltschi yukarıda aktardığımız Summa İniuria içinde,
italikler bana ait). . .
Biraz araştırmayla aslı öğrenilebilecek
gerçekler ve kişisel sorumluluk alanından kaçmanın benzer yollarından biri de,
her olayı ve her fiili açıklayacak ve meşrulaştıracak kadar genel, spesifik
olmayan, soyut varsayımlara -Zeitgeist'tm
Oidipus kompleksine kadar- dayanan teorilerdir: gerçekten olup bitenlerin olası
alternatifleri kale bile alınmaz ve o dönemde kimsenin başka türlü hareket
etmesine imkân yoktur. Avrupa Yahudilerinde bir "getto mehtalite- si"
olduğu, Alman tarihinin ad hoc
(bu niyete mahsus) bir yorumuna göre bütün Almanların suçlu olduğu veya aynı
şekilde bütün Ya-
her şeyi "açıklayan" varsayımlardan bazılarıdır.
Bütün bu klişelerin ortak noktası, yargılamayı .gereksiz hale getirmeleri ve bu
klişelere başvurmanın herhangi bir tehlikesinin olmadığı izlenimini
yaratmalarıdır. Felaketten doğrudan etkilenenlerin -Almanların ve Ya-
hudilerin- bu toptan ahlaki çöküşten zarar görmemiş gibi görünen veya zarar
görmemiş olan grupların ve kişilerin davranışlarını -yani Hıristiyan
kiliselerinin, Yahudi liderlerinin, 20 Temmuz 1944 Hitler suikastine katılanların
davranışlarını- çok yakından inceleme konusundaki isteksizliklerini anlasak da,
bu durum tek tek insanların ahlaki sorumluluğu açısından bir yargıya varma
konusunda her yerde neden bariz bir isteksizlik görüldüğünü açıklamaya yetmez.
Bugün pek çok insan ortak suç veya aynı
şekilde ortak masumiyet diye bir şey olmadığım; böyle bir şey olsaydı, kimsenin
suçlu veya masum sayılamayacağım kabul edecektir. Bu durum elbette siyasi sorumluluk
diye bir şey de olmadığı anlamına gelmez; zira siyasi sorumluluk ne ahlak
açısından yargılanabilir ne de bir ceza mahkemesinin karşısına çıkarılabilir.
Her hükümet kendinden önceki hükümetlerin, her ulus da geçmişin fiilleri ve
kabahatlerinin sorumluluğunu üstlenir. Napoîyon, Devrim'den sonra Fransa'da
iktidara geldiğinde, IX. Louis’den Kamu Güvenliği Komitesi’ne kadar Fransa’nın
yaptığı her şeyin sorumluluğunu üstleniyorum, derken aslında siyasi hayatın en
temel gerçeklerinden birini dile getirmekten başka bir şey yapmıyordu. Bu genel
anlamda, tarihsel bir süreklilik içinde dünyaya geldiği için, her neslin
atalarının günahları kadar fiillerinin de sorumluluğunu taşıdığım söylemekten
pek farklı değildir. Ama burada böyle bir sorumluluktan bahsetmiyoruz; çünkü
böyle bir sorumluluk kişiseldir ve bir insan kendisinin değil de atalarının
veya halkının yaptıkları yüzünden kendisini suçlu hissettiğini sadece
mecazi anlamda söyleyebilir. (Belli bir şey yapmadığı halde kendini suçlu
hisseden biri, ahlaki açıdan, gerçekten yaptığı bir şey yüzünden suçlu olan ama
kendisini hiç suçlu hissetmeyen birisinden daha az hatalı değildir.) Günün
birinde uluslararası bir mahkemede milletler arasındaki birtakım siyasi
sorumlulukların karara bağlanması gayet makuldür; buna karşılık böyle bir
mahkemenin tek tek insanların suçlu veya masum olduğuna hükmeden bir ceza
mahkemesi olmasının makul bir tarafı yoktur.
Bireysel suç veya masumiyet meselesine
gelecek olursak, bir ceza mahkemesinde sadece hem davalıya hem de mağdura adil
muamele etme söz konusudur. Her ne kadar Kudüs mahkemesi kanun kitaplarında
örneğini bulamayacağı bir suçla ve -en azından Nüm- berg Duruşmalarıma kadar-
hiçbir mahkemenin eşini benzerini görmediği bir suçluyla karşı karşıya,kalmış
olsa da, Eichmann duruşması istisna değildi. Elinizdeki rapor da Kudüs’teki
mahkemenin adaletin gereklerini ne ölçüde yerine getirdiğinden başka bir
meseleyle ilgili değildir.
Adler, H. G., Theresienstadt 1941-1945,
Tübingen, 1955.
Die verheimlichte Wahrheit.
Theresienstadter Dokumente, Tübingen, 1958. .
American Jewish Committee, The Eichmann. Case in the American Press, New
York, tarihsiz. .
Antİ-Defamation League, Bulletin, Mart, 1961.
Baade, Hans W., "Some Legal Aspects of the Eichmann
Trial", Duke Law Journal,
1961.
Bamm, Peter, Die unsichtbare Flagge, Münih, 1952.
Barkai, Meyer, The Fighting Ghettos, New York, 1962.
Baumann, Jürgen, "Gedanken zum Eichmmn-Urtç'û",
Juristenzeitung, 1963,
' Nr. 4.
Benton, Wilboum E. ve Grimm, Georg (haz.), Nuremberg:
German Views of the War Trials, Dallas,
1955.
Bertelsen, Aage, October '43, New York, 1954. (Danimarka hakkında)
Bondy, François, "Kari Jaspers zum
Eichmann-Prozess", Der Monat, Mayıs, 1961. ' '
- Buchheim, Hans, "Die SS in der Verfassung des
Dritten Reichs", Viertel- jahrshefte für Zeitgeschichte, Nisan, 1955.
Centre de Documentation Juive Contemporaine, Le
Dossier Eichmann, Paris, 1960.
de Jong, Louis, "Jews and Non-Jews in Nazi-occupied
Holland", On the Track öfTyranny içinde, M. Beloff (haz.), Wiener Library, Londra.
Dicey,
Albert Venn, introduction to the Study
of the Law of the Constitution, 9. basım, New York, 1939.
Drost, Peiter N., The Crime of State, 2 cilt, Leyden, 1959.
"Eichmann Telis His Own Damning Story", Life, 28 Kasım ve 5 Aralık, 1960.
Einstein, Siegfried, Eichmann,
Chefbuchhalter des Todes, Frankfurt,
1961.
Fest,
T. C, Das Gesicht des Dritten Reiches,
Münih, 1963.
Finch, George A., "The Nuremberg Trials and
International Law", American Journalfor International Law, c. XLI, 1947.
Flender, Harold, Rescue inDenmark, New York, 1963.
Frank, Plans, Die Technik des Staates, Münih, 1942.
Globke, Hans, Kommentare
zur deutschen Rassegesetzgebung, Münih-Ber- lin,
1936.
Green, L. C, "The
Eichmann Case", Modern Law Review, c. XXIII, Londra 1960, '' ’
Hausner, Gideon, "Eichmann and His Trial", Saturday
Evening Post, Kasım 3,10 ve 17,1962.
Heiber, Helmıtt, "Der Fail Grünspan", Vierteljahrshefte
für Zeitgeschichte, Nisan, 1957.
Henk, Emil, Die Tragödie des 20. Juli 1944,1946.
Hesse,
Fritz, D as Spiel um Deutschland, Münih, 1953.
Hilberg, Raul, The Destruetion ofthe European Jews,
Chicago, 1961.
Höss, Rudolf, Commandant of Auschwitz, New York, 1960. .
Hofer, Walther, Der Nationalşozialismus. Dokumente 1933-1945,
Franklun 1957. , ’
Holbom, Louise (haz.), War
and Peace Aims of the United Nations, 2
cilt, Boston, 1943,1948.
Jâger, Herbert, "Betrachtungen zum
Eichmann-Prozess", Kriminologie und Strafrechtsreform, Fasikül 3/4,1962.
Jaspers, Kari, "Beispiel für das Verhângnis des
Vorrangs nationalpoliîischen Denkens", Lebensfragen
der deutschen Politik, 1963.
Kaltenbrunner, Emst, Spiegelbild
einer Verschworung, Stuttgart, 1961.
Kastner, Rudolf, Der Kastner Bericht, Münih, 1961,
Kempner, Robert M. W., Eichmann
und Kompiizen, Zürih, 1961, (Wannsee
Toplantısı’mn tam.tutanaklarmı içerir)
Kimche,
Jon ve David, The Secret Roads, The
"illegal" Migration ofaPeop- le, 1938-48,
Londra, 1954.
Kirchheimer,
Otto, Political Justice,
Princeton, 1961.
Kirchhoff, Hans, "What Saved the Danish Jews?", Peace
News, Londra, ?> Kasım, 1963.
Klein, Bernard, "The Judenrat",/evra/2 Social Studies, c. 22, Ocak, 1960, Knierim, August von, The
Nuremberg Trîals, Chicago, 1959.
Krug, Mark M., "Young Israelis and Jews Abroad - A
Study of Selected His- tory Textbooks", Comparative
Education Review, Ekim, 1963.
Lamm,
Hans, Über die Entwicklung des
deutschen Judentums im Dritten Re- ich,
yayımlanmamış tez çalışması, Erlangen, 1951.
------ Der Eichmannprozess in der deutschen öffentlichen Meinung,
Frankfurt, 1961, _
Lankin,
Doris, The Legal System,
"Israel Today" serisi, No. 19, Kudüs, 1961. Lederer, Zdenek, Ghetto
Theresienstadt, Londra, 1953.
Lehnsdorff,
Hans Graf von, Ostpreussisches
Tagebuch, Münih, 1961. livai, Eugene, Black Book on the Martyrdom of Hungarian Jews,
Zürih, 1948.
Lösener, Bemhard, Die
Nümberger Gesetze, Sammlung Vahien, c.
XXIII, Berlin, 1936. .
j^aschmann, Melitta, Fazit, Stuttgart, 1963.
jtfaunz, Theodor, Geştalt und Recht der Polizei, Hamburg, 1943.
J jyjonneray, Henri, La Persecution des Juifs en France,
Paris, 1947.
j^otzkin,
Leo (haz.), Les Pogromes en Ukraine
sous les gouvernements uk- i rainiens 1917-1920,
Comitd des Delegations Juives, Paris, 1927.
| yîulisch, Harry, Strafsache 40/61, Köin, 1963.
[ jVözİ Conspiracy andAggression, 11 cilt, Washingion, 1946-1948. Oppenheim, L. ve Lauterpacht,
Sir Hersch, International Law, 7.
basım, 1952.
Paechter, Henry, "The Legend of the 20th of July,
1944", Social Research, Güz,
1962.
pearlman,
Moshe, The Capture of Adolf Eichmann,
Londra, pendorf, Robert, Mörder und
Ermordete, Eichmann und die Judenpolitik des Dr itten Reiches,
Hamburg, 1961.
Poüakov, Leon, Ausdmitz, Paris, 1964.
poliakov, Leon ve Wulf, Josef, Das
Dritte Reich und dieJuden, Berlin,
1955. Reck-Malleczevven, Friedrich P., Tagebuch eines Verzweifelten, Stuttgart, 1947.
Reitlİnger, Gerald, The Final Solution, New York, 1953; Perpetua baskısı, 1961.
Reynolds, Quentin; Katz, Ephraim ve Aldouby, Zwy, Minister
ofDeath, New York, 1960.
Ritter,
Gerhard, The German Resistance: Cari
Goerdeler's Struggle against Tyranny,
New York, 1958.
Robınson, Jacob, "Eichmann and the Question of
Jurisdictİon", Commen- tary, Temmuz, 1960.
: Robinson, Jacob ve
Friedman, Philip, Guide to Jewish Histoıy under Nazi
Impact, YIVO Institute for Jevvish
Research ve Yad Vashem'tn birlikte çivi
kardığı bir bibliyografya, New York ve
Kudüs, 1960.
: Rogat, Yosal, The Eichmann Trial and the Rule ofLaw, Çenter for the Study i of Democratic İnstiîutions, Santa
Barbara, California, 1961.
Romoser, George K„ The Crisis ofPolitical Direction in
the German Resis- tance to Nazism,
yayımlanmamış tez çalışması, Chicago Üniversitesi, i: 1958.
------- "The
Politics of Uncertainty: The German Resistance Movement", So-
cial Research, Güz, 1964
Rothfels,
Hans, German Opposition to Hİtler, Chicago, 1948.
Rotkirchen, Livia, The Destruction of Slovak Jewry, Kudüs, 1961 Rousset, David, LesJours
de nötre mort, Paris, 1947.
Schneider,
Hans, Gerichtsfreie Hoheitsakte, Tübingen, 1950.
Schramm, Percy Emst,
"Adolf Hitler—Anatomie eines Diktators", Hitlers
Tischgesprâche, 1964. .
Servatius, Robert, Verteidigung Adolf Eichmann, Plâdoyer, Bad Kreuznach, 1961.
Silving, Helen, "in Re Eichmann: A Dilemma of Law and
Morality," American Journal of International Law, c. LV, 1961.
Stone,
Julius, Legal Controls of International
Conflict, New York, 1954.
Strauss, Walter, ”Das Reichsministerium des Innem und die
Judengesetzge- bung. Aufzeichnungen von Bemhard Lösener,'1 Vierteljahrshefte
fiir Ze- itgeschichte, Temmuz, 1961.
Strecker, Reinhard (haz.), Dr.
Hans Globke, Hamburg, tarihsiz.
Taylor, Telford, "Large Questions in the Eichmann
Case,” New York Times ■ Magazine, 22 Ocak, 1961.
Torres, Henri, Le Proces des Pogromes, Paris, 1928.
Trial of the Majör War Criminals, The,
42 cilt, Niimberg, 1947-1948.
Trials of War Criminals before the Nuremberg Military Tribunals,
15 cilt, Washington, 1949-1953.
Vabres, Donnedieu de, Le
Proces de Nuremberg, Paris, 1947. . ■
Wade, E. C. S., "Act of State in English Law", British
YearBook of International Law, 1934.
Wechsler, Herbert, "The Issues of the Nuremberg
Trials", Principles, Poli- tics, and Fundamental Law, New York, 1961.
Weisenbom, Günther, Der lautlose Aufstand, Hamburg, 1953.
Wighton,
Charles, Eichmann, His Career and His
Crimes, Londra, 1961.
Woetzel,
Robert K., The Nuremberg Trials in
International Law, New York, 1960.
Wucher, Albert, Eichmanns gab es Viele, Münîh-Zürih, 1961. .
Wulf, Josef, Lodz. Das letzie Ghetto auf polnischem
Boden, Schriftenreihe der
Bundeszentrale für Heimatdienst, c. LIX, Bonn, 1962.
------ Vom Leben, Kampf und Tod im Ghetto Warschau, a.g.yc.
XXXII,
Bonn, 1960.
Yad Vashem, Bulleıin, Kudüs, Nisan, 1961 ve Nisan-Mayıs, 1962.
Zaborowski,
Jan, Dr. Hans Globke, the Good Clerk,
Poznan, 1962.
Zeisel, Hans, "Eichmann, Adolf," Britannica
Book of the Year, 1962.
[1] Başsavcının ikinci adı Immerwahr "daima doğru"
anlamına gelmektedir.
[2] Alm. Alçaklık, domuzluk;
pis iş. -ç.n.
[3] Lat. "Sen de";
sanığın, davacının da aynı suçu işlediğine işaret eden bir savunma argümanıdır,
-ç.n.
[4] Kentlerde ve Balta, Proskuro, Çerkas,.Uman, Jitomir
köylerinde duymayan kalmasın ... örnek olacak şu mesajı iletin onlara:
Yahudi'nin öfkesi öcünü aldı! Dünyanın başkenti Paris'in sokaklarına dökülmüş
Katil Petlyura'nın kam ... zavallı ve kimsesiz Yahudi halkına karşı işlenmiş...
o vahşi suçu asla unutturmayacak. -ç.n.
[5] Eichmann'm polis
tarafından yapılan sorgulamasının kaydedilen, daktilo edilen, Eichmann'a
sunulan ve bizzat Eichmann ta-
[6] Papaz Aurel von Jüchen, Hochhuth'm oyunuyla ilgili
eleştiri yazılarının yer aldığı bir antolojiden alınmıştır (Summa fniuria, Rowohl Veriag, s. 195).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar