Niccoló Machiavelli PRENS’İN AÇIKLANMIŞ SIRLARI İLE İKTİDÂR
“SİYASET, VELÂYETTEN YÜKSEKTİR”
“Ayaşlı Şakir Efendi”
"Bir
şehri yok etmek istediğimiz zaman onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına
(yola gelmelerini) emrederiz.
Ama
onlar orada iyice yoldan çıkarlar.
Artık
o şehir yok olmayı hakeder.
Biz de
onu yerle bir ederiz"
(İsrâ, 16)
"Hedef, aracı geçerli
kılar."
Niccoló Machiavelli
Siyaset: Arapça kökenli bir kelimedir; at eğitimi, at talimi anlamına gelmektedir. Osmanlı'da devlet geleneği için siyaset sözcüğünün "meyve" ve özellikle "kuru meyve" anlamında kullanıldığı görülmüştür. Yunan siyasal yaşamında ise siyaset, "polis"e veya devlete ait etkinlikler biçiminde tanımlanmıştır.
Siyaset:
Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış.
Siyaset: Politika,
siyasa, kelimelerininde karşılığında kullanılır.
Politika; Bir
hedefe varmak için, karşısındakilerin duygularını istismar ederek, zayıf
noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanmak suretiyle işini
yürütmedir.
Siyaset, karşısındaki kişinin düşünce ve
davranışını değiştirmeyi amaçlayıp etkilemesi ve diyalektik [1] bir
zaman olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu etkileşimle sözü, hareket olarak
gerçekleştirmeye çalışılan iktidâr mücadelesi karşılıklı bir yapı içinde
meydana gelmektedir. Siyasetçi bu karşılıklı etkileşimle içinde bulunduğu ortamda
halkın hükümdârı olmaya çalışır.
İktidar sahnesinde, hırslı ve ikna kabiliyeti
yüksek olan insanların, halkı etkileyip, peşlerinden sürükledikleri bilinen bir
şeydir. Tarih boyunca hep bu şekilde olmuştur. Öyle ki “Kaderinizi etkileyen
kişiler hakkında, her zaman hür iradenizle ve etkilenmeden kendi görüş ve
düşüncenizle hareket edin” denilse de, siyaset sanatında iktidâr olmuş
insanların ağından kurtulmak çok zor olup o kadar da kolay değildir.
İnsanların huzur içinde yönetilmesini talep
etmek bir erdemdir. Ancak bu, iktidâr hırsı ile eşleşince, aşağılık bir
fonksiyona dönüşmesi garipsenmeyecek bir durumdur.
Hikmet sahibi Ayaşlı Şakir Efendi dedi ki;
“Siyaset,
velâyetten yüksektir.”
Bunun, mânası:
Velâyet; Allahın cemal tecellisi olduğu için; hep iyi
şeyler düşünür, iyi şeyler yapar.
Siyaset ise; Allah Teâlâ’nın hem cemal, hem celâl
tecellisi olduğundan; bir siyasî, Allah Teâlâ’nın zuhur ve taayyün itibarıyla
bu birbirine zıt sıfatlarına ne derece yaklaşırsa; o kadar muvaffak olur.
Hazreti Ömer radiyallâhü anh demiştir ki,
والله
مايزع الله بالسلطان اكثر ممايزع الله بالقرآن
“Yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın hükümet kuvvetiyle men’ettiği
şey, Kuran’ın âyetiyle men’ettiğinden ziyâdedir.”[2]
Ancak
bazen ister istemez hükümdâr çirkinleşmiş, sömürü ve yayılmacı siyaseti
yüzünden canavarlaşmış iğrenç duruma dönüşmüş görünse de, öyle olmadığını
düşünmemiz gerekmektedir. Siyasetin hakikatinde olaylar rastgele olmaz. Hepsi
bir planın aheste aheste uygulanmasıdır. Hedefleri olanların insanlar üzerinde
uyguladıkları sinsi planları genellikle bozulmaz gibi olurken, Allah Teâlâ bir
şekilde olayların yönünü sürekli değiştirmektedir. Bunu anlayan arif kişilerin
biz siyasete karışmayız dedikleri mana da budur.[3] Çünkü âlem ve insanlar sahipsiz değildir.
“Onlar
(kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak
kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.”[4]
“Hilekârlık
yaptılar, Allah Teâlâ da hilelerine karşılıkta bulundu ve Allah Teâlâ hile
yapanların en hayırlısıdır.” [5]
İslâm tarihinde ulaşılmaz bir misal olarak,
en büyük siyasetçinin Hz. Ebû Tâlib aleyhisselâm olduğunu söyleyebiliriz. Onun,
Mekke Dönemindeki başarılı siyaseti sayesinde Genç İslâm’ın temelleri
atılmıştır. Yeğeni Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için kendini feda
edişi, siyaseti günümüz insanlarına misal olmalıdır.
Hz. Ebû Tâlib’de fedakârlık ve hedefi doğru
olan siyaset birleşince, ortaya çıkan mükemmel sonuç için çok sözler
söyleyebiliriz.
Bizler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem efendimizi hayatımızda örnek aldığımıza göre, hükümdârların, halkı yönetmek
için verdikleri vaatleri doğru hedefe yönlendirmelerini bekliyor olmamız, en tabii
haktır.
İktidarda doğruluk, eğer bir yerde hata varsa
onu itiraf etmektir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dahi, Bedir harbinden sonra esirler için
alınan kararda, hata yaptıklarını itiraf etmesi bizim için en güzel örneklerden
biridir. Eğer insanlar, kendi öz eleştirilerini yapma cesaretlerini gösterebilirlerse,
bu gerçekleştirmek istenen vaatlerin doğrulayıcısı olacağını düşünebiliriz.
Belki hükümdârın menfaat için için idarî yalancılığını, siyasî açıdan kabul ederek,
nedenlerine mazeret getirebilirler. Fakat bu sonucun iyiliği ve kötülüğü ile eş
edeğerdedir. Massachusetts Üniversitesi Psikoloji Profesörü Robert Feldman,
günümüz toplumunda pek çok kişinin böyle düşündüğünü söylemektedir..
“Modern hayatta insanlar geçmişte olduğundan
daha rahat yalan söylüyor. Araştırmalarım, insanların yalanlarını yüzlerine
vurduğunuzda pek de pişmanlık göstermediklerini ortaya koyuyor. Çünkü toplum
bunu artık eskisi gibi yadırgamıyor.”
“Yalan işimize yarıyor Çünkü insanlar
kendileri hakkında yalan şeyler duymayı istiyor; çok iyi göründüklerini, bizim
onların söylediklerine katıldığımızı, çok başarılı olduklarını… Yani çoğu zaman
sırf kibar olmak ve aradaki ilişkiyi iyi tutmak için yalan söylüyoruz. Bu tür
yalanları insanlar, diğer yalanlardan 10-20 kat daha fazla söylüyor.”
“Bazı durumlarda da bize diğerlerinin yanında
bir avantaj sağladığı için yalana başvuruyoruz; onları inanmalarını istediğimiz
şeye ikna etmek için bunu yapıyoruz. Kısacası yalan, istediğimizi almak için
kullandığımız bir sosyal taktik.”
“Prens’in
Açıklanmış Sırları İle İktidâr ” diyerek
derlediğimiz bu küçük kitapta, siyasî dehâ Niccoló Machiavelli’(1469-1527)nin
hakkını vermek istedik.
Niccoló Machiavelli “Il Prens-Hükümdâr”
kadar büyük gürültüler koparan, tepkilere yol açan, yüzyıllar boyunca
tartışılan, yerden yere vurulan eserlerin sayısı herhalde çok azdır. Kuşkusuz
bütün bu tepkiler Makyavelizmin ne kadar etkili olduğunun bir delilidir.
Machiavelli, özellikle ilk zamanlar şiddetli saldırılara hedef olmuş, kilise
tarafından dinsiz ilân edilmiş, eserlerinin basılması uzun bir süre yasaklanmış
ve saldırılar giderek anti-makyavelist bir cephenin oluşmasına yol açmıştır. 17. ve 16. yüzyıllarda önem kazanan mutlakiyet
yönetimi Makyavelizmin ne kadar geçerli olduğunu göstermiş, ulusçuluk
hareketlerinin başladığı, ulusal birlik ve ulusal devlet gibi ülkülerin önem
kazandığı 19. yüzyılda Machiavelli, özellikle İtalya ve Almanya'da ulusal
devlet kavramını savunan ilk düşünür olarak saygı görmüş, diğer taraftan “Prens”
diktatör ruhlu hükümdârların ellerinden düşürmedikleri bir el kitabı da
olmuştur.
Siyaset felsefesi tarihinin büyük
düşünürlerinden biri olan Niccoló Maohiavelli, parçalanmış durumda bulunan
İtalya'yı ulusal birlik ve bütünlüğe kavuşturacak lidere devlet siyasetinde
başarılı olmanın yollarını göstermek amacıyla yazılan bu kitap siyasi düşünce
tarihine yepyeni bir görüş getiriyordu:
"Hedef, aracı geçerli kılar."
Hedef ulusal birliğini sağlamış, güçlü bir
devletin kurulması ve yaşatılmasıydı. Ulusal toplumun yararına yönelik bu
amacın gerçekleştirilebilmesi için hükümdârın çok güçlü, çok akıllı, çok
yetenekli ve becerikli olması gerekiyordu; çok faziletli olması değildi. Hükümdâr
gerektiği zaman adam öldürmekten veya öldürtmekten çekinmemeliydi. Ayrıca,
yalan söylemesini, yalan yeminler etmesini, yalan vaadlerle insanları
kandırmasını, vs. bilmeliydi. Fakat suç yahut günah olarak nitelendirilebilecek
bütün bu davranışlardan sonra bir melek kadar suçsuz ve faziletli olduğuna
herkesi inandırabilmeliydi; yani ikiyüzlü olmayı becerebilmeliydi.
Machiavelli
üzerine farklı yorumlar yapılmış olmasına rağmen hemen hepsinde ortak bir yargı
vardır ki, o da Machiavelli'nin dönemini, şartlarını en iyi şekilde yansıtan
bir düşünür olmasıdır.
Hakkındaki yorumlar arasında en dikkat çekici
olanlardan biri de Rousseau'nundur:
“Machiavelli
krallara öğüt verir gibi yapıp halklara büyük öğütler vermiştir” ([6])
Machiavelli'nin
bu şifreli söylemini okuyanlar sadece Rousseau'dan da ibaret değildir. Machiavelli'nin
bu fikri ispatlar nitelikteki ifadelerine eserlerinde rastlamak mümkündür. O, Buichardin'e
yazdığı bir mektupta
“İyi
bir vaiz cennetin gerçek yolunu cehennemin yolunu anlatarak öğreten ve böylece
insanları cehennemden kurtaran kişidir” ([7])
demektedir.
Machiavelli'nin siyasî felsefesindeki temel dayanağı
insan doğasının olumsuz özellikleridir. Bu dayanak onun eski Yunan ya da Roma anlayışında
ki erdem kavramını terk etmesine neden olmuştur. Erdem, değişken ve güvenilemez
olan insan karşısında kaygan bir zemin oluşturmaktadır. Bu eski anlamıyla
erdemin boşalan yerine vatanseverlik gelmiştir. Bu millî birliği, özgürlüğü,
ortak çıkarları gerçekleştirebilmenin yoludur. Hedef, devletin bekasını
korumak ise, bu amaca ulaşmak için izlenen her yol meşrudur. Dolayısıyla
önemli olan hedeftir, araçlar değil.
Machiavelli'nin ifade ettiği faydacı, daha çok
sonuçları temel alan siyasî bir ahlaktır. Burada çıkarlar ahlakî kriter olarak kabul
edilmiştir, ama unutmamak gerekir ki çıkarlar hükümdârın bireysel çıkarları
olmayıp, devletin çıkarlarıdır.[8]
Her meselenin
görünen ve görünmeyen cephesi var olduğunu bilince doğruları bulmada ön yargıdan
kurtulmamız, gerektiğini düşünerek “Il Prens” (Hükümdâr) eserindeki
hikmetleri özet olabilecek şekilde çıkarmayı düşündük. Machiavelli’den günümüze
miras olarak kalan gerçekler ve ilkelerin
gerekçeleri ile çokta yanlış olmadığını göstermektir.
Düzenlemede, O’nun
İtalyan Tarihi’nden verdiği misaller günümüz okuyucusuna sıkıntı verebileceği
için bazı kısaltmalara gidilmiştir.
Ayrıca Hz. Musa
aleyhisselâm ve Hz. Hızır aleyhisselâmın arasında geçen kıssanın hatırlatılması
ile Allah Teâlâ’nın siyaset konusunda insanlara verdiği dersi hatırlatarak
içtimâi hayatın gerçek yüzünü bir kez daha açıklayarak Machiavelli’nin çokta
hatalı bir siyaset felsefesi yapmadığını, sadece bizlerin yüksek siyaset
felsefesini anlamadığımızı gözönüne sermek istedik.
Yine Allah Teâlâ
rahmet eylesin, Büyük üstad Cemil MERİÇ Hocam’ızın iki makalesini ekledim.
Allah Teâlânın,
bizleri Niccoló Machiavelli’nin ulaştığı ledünnî boyuta ve fikir yüceliğine kavuşturması
niyetiyle…..
İhramcızâde İsmail
Hakkı
SİYASETİN LEDÜNNÎ
BOYUTU
Din temelini insanları
koruyan bir ilâhî merhametten ilham almaktadır. Bu, topluma sosyal adalet
esaslarına göre yeni bir nizam vermek yanında ziyade, kudret elinde olanların
yardıma davet edildiği bir şekildedir. Ancak içtimâi ahlak kaideleri ihlal
edildiğinde acıklı bir durumun oluşacağını da bilmekteyiz. İlişkilerde ve
sosyal hayatımızda başıboş şekilde olmayacacağını hatırlamamız gerekmektedir.
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o,
içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini
perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.” [9]
Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu ayet için
şu açıklamaları söylemektedir. Bazı hatalar vardır ki zararı umumi olur. Sebeb
olacağı fitne ve ihtilâl, celbedeceği mihnet ve musıbet yalnız o günahı yapan,
zalimlere münhasır kalmaz da kurunun yanında yaşı da yakar. Bir şahsın hatası
bir orduyu batırabilir.
Hadîsi nebevîde varid olduğu üzere bir
geminin dibini delmeğe uğraşan bir şahsın fi'li öyle bir gark musıbetini
sonuçlandırır ki bu fitne o gemininin içinde bulunanlardan yalnız onu delene
veya ona yardım edenlere veya görüp sükût edenlere değil hiç haberi olmayanlara
varıncaya kadar hepsine isabet edecek bir musıbeti şamil olur. Hattâ hiç
haberdar olmayanların gafletlerinden dolayı vaz'ıyyetleri daha feci' olabilir.
Bunun için böyle bir musibete başlangıçta meydan vermemek için korunmak, umumî
murakabede bulunmak ve onu deleni men'etmek o gemide bulunanların hepsine farzı
kifaye olan bir vazifedir. İçlerinden ba'zıları bu vazifeyi ifa ettikleri
surette hepsi kurtulur, hiç biri aldırmayıb gemi delindiği surette ise hepsi
musibete uğramış olur. Fakat dikkat edilmesi lâzım gelir ki gemiyi delmeğe
kalkanı men'edelim derken karmaşa ile dengeyi bozup geminin devrilmesine de
sebebiyet vermemelidir.
İlk önce farzı kıfâyenin ifasını der'uhde
ederek farzı ayn gibi icra edecek hükümdâr ve kurmayları gibi Allah
Teâlâ’nın emir ve yasaklarını anlatan biri olarak bulunmak, ikinci olarak
herkes kendi nefsini muhasebe etmek, meydana gelen umumî işlerden gaflet
etmeyerek umumi mürakabeyle dikkat ve intizam ve güzel ahlâk ile devam ederek
bu suretle umumî cezadan korunmak lâzımdır. Bu ise her mü'minin kendi nefsinde
Allah ve Resulü için itaat ve icâbeti iltizam ve fitne vakı olmamak için
kendine ve cemaatine ihtimam ile gafletten ihtiraz eylemesine mütevakkıftır.
Bundan anlaşılır ki umumî ceza yalnız asıl günah işleyen zalimlerin cezası
değil aynı zamanda korunmayıp onu uyarmayan gafillerin gafletlerinin de
cezasıdır. Son nefese kadar çalışıp da muvaffak olamayanlara gelince özürleri
ile Allah Teâlâ katında sorumlu olmazlar. Bununla beraber o zalim veya
gafillerin içinde bulunup onlara yakınlık ettiklerinden dolayı Dünyada o umûmî
musibetin çevrelediği daireden hariç kalmamaları da ihtimal bulunuyor. Ahirette
karşılığını görseler de Dünyada mihnet çekerler ve bunların çektikleri, sebep
olanların kötü ve şiddetli olmalarını neden olur. Bunun için fitne ve mihnet
zalimlerden başkasına isabet etmez zannetmeyip öyle bir fitneden korununuz.
Çünkü Allah Teâlâ’nın azabı şiddetlidir. Azabının şiddeti ki yalnız zalimlere
mahsus kalmaz da onların etraflarını ve her şeylerini istîlâ eder. Onun için
Allah Teâlâ’nın “korkun-sakının” emrini tebliğ eden Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ne kadar hayatımızı koruyan bir da'vette
bulunduğunu anlamış oluruz.[10]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim
ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah Teâlâ sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.”
Hz. Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır
aleyhisselâm arasında geçen meşhur Kıssaya
geçmeden önce Allah Teâlâ’nın iki esmâsını zikredelim.
الـنَّافِـعُ
“Allah Teâlâ Nâfi’dir.”
Hayır ve menfaat verici şeyleri
yaratan yalnız Allah Teâlâ´dır.
Hayır ve şerleri yaratan Allah
Teâlâ´dır. İnsana menfaat ve zararlar belli bazı sebepler altında geliyorsa da,
o sebepler o menfaat ve zararların sahibi ve müessiri değil, birer perdesidir.
Gerçekte zararın da faydanın da, hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah
Teâlâ´dır.
ٱلـضـّۤــارُّ
“Allah Teâlâ Dârr´dır.”
Elem ve zarar verici şeyleri
yaratanda Allah Teâlâ´dır.
Darr ismi yalnız olarak söylenmez Nafi’ ismi ile
beraber söylenmesi lazım gelir.
Mesela; Darr isminin
tecellisi şeytan, Nafi’ isminin tecellisi Hızır
aleyhisselâm´dır.
Allah Teâlâ rahmeti icabı Darr
ismini, Nafi’ isminin altında tecelli ettirir. Çünkü O´nun
yaptığı her işte rahmet ön plandadır.
Kıssa Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf Sûresinde (18) âyetlerde
geçmekte olup, bu kıssa hakkındaki malumat Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemden tüm ayrıntıları ile birlikte rivayet edilmektedir. [11]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem bu kıssayı şöyle anlattılar.
“Musa aleyhisselâm bir vakit Benî
İsraîl içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine:
“En çok âlim olan kimdir?” diye soruldu.
“En âlim benim.” diye cevap verdi.
Bu husustaki ilmi Allah Teâlâ
bilir diyerek Allah Teâlâ´ya havale etmediğinden dolayı Allah Teâlâ ona ıtab
etti. Allah Teâlâ,
“İki denizin bitiştiği yerde
kullarımdan biri var. O senden daha âlimdir.” diye ona vahiy etti.
“Ya Rabb´i, ona nasıl yol
bulayım?” dedi.
Ona giderken “Bir zembil
içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen o kulum oradadır.” denildi.
Hz. Musa aleyhisselâm gitti.
Arkadaşı Yuşa b. Nun aleyhisselâm´ı [İstanbul´da kabri bulunmaktadır]da
birlikte götürdü. Bir zembil içine de bir balık koyup yüklendiler. İki denizin
bitiştiği yerdeki kayanın yanına varınca başlarını yere koyup uyudular. Derken
tuzlanmış ölü balık zembilden sıyrılıp kurtuldu. Deniz içinde kendine su küngü
gibi bir boşluk bırakarak yol açtı. Deniz içinde böyle bir yolun açılması Hz.
Musa aleyhisselâm ile arkadaşı şaşırtan bir şey olmuştu. Uyandıktan sonra o gecenin
kalanı ile bütün gün gittiler. Sabah olunca Hz. Musa aleyhisselâm arkadaşına
“Kuşluk yemeğimizi ver. Bu
seferimizden yorgunluk duymağa başladık.” dedi. Hâlbuki Hz. Musa aleyhisselâm emr olunduğu o yerin
ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Arkadaşı,
“Bak hele, taşın dibinde
barındığımız zaman balığın gittiğini haber vermeği unutmuşum.” dedi Hz. Musa aleyhisselâm,
“Zaten istediğimiz de bu idi” dedi.
Bunun üzerine kendi izlerine baka
baka geriye döndüler. Taşın yanına varınca bir de baktılar ki elbisesine
bürünmüş bir zat duruyor Hz. Musa aleyhisselâm selam verdi. Hızır aleyhisselâm,
“Acayip, bu senin bulunduğun
yerde selam ne gezer?” dedi.
“Ben Hz. Musa ´yım” dedi. O:
“Benî İsraîl Hz. Musa´sı mı?” diye sordu.
“Evet.” dedi.
Hz. Musa aleyhisselâm sonra yine
söze başlayıp:
“Sana talim olunan rüşt ve
hidayetten bana bir şey talim etmek üzere sana uyayım mı?” dedi.
Hızır aleyhisselâm,
“Sen, benimle hiç mi hiç
edemezsin ya Hz. Musa aleyhisselâm Bende Allah Teâlâ´nın kendi ilminden bana
verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Sende de Allah Teâlâ´nın
verdiği öyle bir ilim vardır ki onu da ben bilemem.” cevabını verdi. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Beni inşallah sabırlı bulursun.
Sana hiçbir işinde de karşı gelmeyeceğim.” dedi. Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek
gittiler. Bir gemi geçti. Alsınlar diye gemicilerle söyleştiler. Hızır aleyhisselâm
gemiciler tanıdılar. Onları parasız gemiye aldılar. O sırada bir serçe, geminin
kenarına konup denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselâm,
“Ya Hz. Musa aleyhisselâm,
benim ilmimle senin ilmin, Allah Teâlâ´nın ilmini bu serçenin denizden aldığı
bir yudum kadar bile eksiltmez.” dedi. Ondan sonra gemi tahtalarından
birine el atıp söktü. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Adamcağızlar bizi gemilerine
parasız almışlarken sen, gemilerine kastedip içindekileri batırmak için mi
deliyorsun.” dedi Hızır aleyhisselâm,
“Sen, benimle hiç sabır edemezsin
demedim mi?” dedi. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Şu dalgınlığımdan dolayı beni
muaheze edip de bana güçlük gösterme” cevabını verdi. Olayda da Hz. Musa aleyhisselâm bu ilk
muhalefeti dalgınlık eseri idi. Yine gittiler. Bir de baktılar ki bir çocuk
diğer çocuklarla oynuyor. Hızır aleyhisselâm çocuğun başını eliyle kopardı. Hz.
Musa aleyhisselâm,
“Aman, hiç bir nefse bedel
olmaksızın günahsız pak bir canı telef mi ediyorsun?” dedi. Hızır aleyhisselâm yine:
“Ben, sana benimle sabır
edemezsin demedim mi?” cevabını verdi. Yine gittiler. Nihayet bir köye gelince
ahalisinden yemek istediler. Ahali onları misafir etmekten imtina ettiler.
Orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır aleyhisselâm eliyle işaret
ederek doğrulttu. Hz. Musa aleyhisselâm,
“İsteseydin hiç olmazsa bunun
için bir ücret alabilirdin.” deyince Hızır aleyhisselâm,
“Bu andan itibaren artık
ayrılalım.” dedi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem kıssayı
buraya kadar hikâye buyurduktan sonra:
“Allah Teâlâ Hz. Musa
aleyhisselâma rahmet etsin. Ne olurdu sabredeydi de aralarında geçecek
maceralar Allah Teâlâ tarafından bize hikâye olunaydı.” Buyurdu.
Kıssanın devamı Kur´an-ı Kerim´de
şöyle geçer.
“Hızır aleyhisselâm dedi ki:
İşte bu, benim seninle aramızın
ayrılışıdır. Üzerine sabra muktedir olamadığın şeylerin izahını sana haber
vereceğim.
Şöyle ki: Gemi, denizde çalışan
bir takım zayıflara ait idi. Artık ben onu kusurlu yapmak istedim ve
onların ötesinde bir hükümdâr vardır ki, her sağlam gemiyi zulmederek
alıvermektedir.
Oğlana gelince onun anası ile
babası iki mümin kimselerdir. Onları bir azgınlığa, bir küfre bürümesinden
korktuk. Artık biz istedik ki, Rabb´leri onlara ondan temizlikçe daha
hayırlısını ve merhametçe daha yakınını bedel olarak versin.
Duvara gelince şehirde iki yetim
oğlanındı. Altında ise onlara ait bir hazine var idi. Babaları da iyi bir kimse
idi.
Rabb diledi ki, Onlar erginlik çağına ersinler de hazinelerin
çıkarıversinler. Bu Rabb´inden bir rahmet olarak böyle yapılmıştır. Bunları
kendi görüşümle yapmış olmadım. İşte bu, üzerine sabra takat getiremediğin
şeyin izahıdır.” (Kehf 78–82)
Muhyiddin Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz Hızır aleyhisselâm ile görüştüğünde şöyle demiştir.
“Hz. Musa aleyhisselâm doğumundan
görüşme zamanına kadar olan hayatı ile ilgili bin mesele hazırlamıştım. Bunları
kendisine soracaktım. Fakat o bunlardan üç meseleye sabredemedi.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Kardeşim Musa aleyhisselâm
sussaydı ve Allah Teâlâ bize onların kıssalarını hikâye etse idi.”
Allah Teâlâ bu kıssada siyasetin ledünnî
boyutunu haber vererek, “Hızır ile Hz. Mûsa aleyhisselâma bu üç olayla
âdâb-ı ilâhiyeyi öğrettiler. Fakat bunu ancak ehil olan anlayabildi.
Birinci kıssada, Hızır İSTEDİM dedi.
Geminin delinmesinde bir ayb vardı ve bunu kendine nisbet ederek istedim dedi.
İkinci kıssada oğlanın ana-babası
mü’minlerdi. Onların tarafında hayr, oğlan tuğyan sahibiydi bu sebeple İSTEDİK dedi. Kemâl olan tarafı Hakk’a
eksik olan tarafı kendine nisbet etti.
Üçüncü kıssada katıksız hayr vardı bu sebeple
onu Hakk’a nisbet ederek RABBİN İSTEDİ dedi.
Bu ilm-i ilâhidir ve bütün kemâl ehline
gerekir. Hızır önce mahzûrâtı gösterip daha sonra olayların te’vilini haber
vermiştir. Bunda amaç, Hz, Mûsa aleyhisselâmın istidadını denemektir.
İşte
ilm-i ledün, ilm-i ilâhi, ilm-i vera’, ilmi vehbîdir.[12]
“Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl’a yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan
daha büyük olan ucb'e (kendini beğenme günahına) düşeceğinizden korkarım.” [13]
“Bir mucit
ilaç bulmuştur. İlaç maliyet açısından ucuzdur fakat piyasa fiyatı pahalıdır.
Bir kişi düşünün hastasını kurtarmak için ihtiyacı olan ilacı alamayınca
hırsızlık yapmıştır. Aslında hastayı kurtarmak için yapılan hırsızlık mantıklı
gibi gelirken sonuçta zarar veren bir olaydır.”
Bu olay için birçok doğrular
vardır. Fakat kararların olumlu ve olumsuz taraflarını çözerken ilacı alamayan
kişi ve eczacıyı korumak için “hırs” , “fedakârlık”
faktörlerini düşünerek hareket edilmelidir. Yani iki zararın bir zarara
düşmesini sağlamalıdır. İki zarar eczacı ve hasta sahibi ikileminde
oluşandır. Tek zarar ise eczacının hasta sahibine ödeme kolaylığının çarelerini
teklif ederek uzun vadede çözüm üretmesidir. Hastası ölecek birine sabır et
demek, onunla alay etmektir. Çünkü o ilacın kurtaracağı ispatlanmıştır. Bu
nedenle toplum ahlakının yıkıma uğramaması için içtimai yardım asgari düzeyde
paylaşımcılıktan ileri seviyeye doğru şuurlandırmak için alt yapı
oluşturulmalıdır. Ancak insan fıtratının aceleci olduğunu Allah Teâlâ
buyurduğuna göre;
“İnsan
iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen
insanoğlu acelecidir.” [14]
Aciz olduğu fikrine
alıştırılan insan kendince yıkıma uğrayınca “beklenti” yi artırır. O
zaman eczacı iyilik adına ilacı vermek mecburiyetindeymiş sorunu çıkar. Öyleyse
Makyavelizm’de hükümdâr’ın iktidârını ve ticari düşünen eczacıyı ahlaki erezyona
uğramış durumun düşürmekten çok çözüm üretme ve karşılıklı doğruda anlaşabilme
yollarının temel unsurlarını bulmalıyız.
Bu anlattığımız durumdan
çıkarak, doğru karar olarak alınabilecek davranışın ne olduğunu görebilmektir.
Yoksa “İki yüz eşek kafasından bir insan fikri çıkmaz.” Veya “Demokrasi insanların tartılacaklarına (insanların fikirlerine değer verilecek bir sistem) sayıldıkları bir
idare şeklidir” [15] şekline getirip insanlarla alay edenler elinde oyuncak olmaktan
kurtulmak gerekir. Neyin nerede ne kadar doğru ve yanlışın neden yanlış olduğu
illetini bilmeden “sürü insanı” olmak bir değer ifade etmemektir. “Üstbenliği” bulmadan ulaşılacak her sonucun kendi içerisindeki paradoksundan kurtulmanın
çarelerini aramalı ve doğrunun ne olduğunu bulmak için gayret göstermelidir. Mesela siyasetin işleyişindeki karar mekanizmasının işleyişine göz
atalım
[Siyaset alanında siyasi temsil görevine talip
olanların halktan oy almak için verdikleri sözleri tutmamaları, kişisel
menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri, kamu imkânlarını haksız ve hukuksuz
yollarla bir tarafa aktarmaya çalışmaları, hatta bu tür amaçları
gerçekleştirmek için gayr-i meşru çevrelerle iş tutmaları “ahlâk” ve “etik”
tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu nedenle siyasetin insanı erdemli bir
varlık düzeyine yükseltmek amacı güden ahlâk anlayışıyla yıldızının pek barışık
olduğunu söylemek zor olmaktadır.
Birey düzeyinde
onaylanmayan pek çok eylem ve davranışın siyaset alanında “mümkün”
olarak görülmesi ve hatta siyasetin gereği olarak kabul edilip onaylanması
imkân dâhilindedir. Çünkü siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerine
değil “menfaat” kavramı üzerinde oturtulmaktadır. Ancak bu siyasetin
ahlâk dışı bir alan olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü insan davranışları, hangi
alana yönelik olursa olsun, temelde ahlâk ve değer bağımlı davranışlardır. Ahlâk
çoğu defa bağımlı değil bağımsız bir değişkendir. Ne var ki siyaset alanında bu
bağımlılığın derecesi gevşemekte ve toplum tarafından da bu durum makul ve
kabul edilebilir olarak görülmektedir. Kişinin kendisi için yaptığı bir
davranışta ahlâkî ilkelerden sapması kabul görmezken bunun “kamu yararı”
ve “menfaati” söz konusu durumunda eleştirinin dozu azalmaktadır.
Aslında insan davranışlarının belli davranış
kalıplarına, kurallara ve eylem biçimlerine göre oluşmakta olduğu
belirtilmelidir. Davranış ve eylemleri yönlendiren ana temel siyasetin
merkezindeki “menfaat” mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer alan “vazife”
midir?
Oysaki insan
davranışlarının “dürüstlük” temelinde gerçekleşmesi ahlâkın eylem sahiplerine “vazife”
olarak yüklediği bir ilkedir. Ancak bu “vazife” çerçevesi siyasette “başarı”
nın sağlanmasında yeterli olamamaktadır. Buna karşılık siyasetin merkezinde yer
alan “menfaat”in gerçekleşmesi için “verdikleri sözü hiçe saymış ve
insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş” olanlar başarılı olmuşlardır.
“Verdiği sözü hiçe saymak ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmak”
ahlâk ilkelerine ve dürüstlüğe göre asla tasvip edilebilecek davranışlar
değildir. Davranış sahiplerinden böyle davranmaları ne talep edilmekte ne de
beklenmektedir. Ancak siyasette “menfaat”in ve başarının elde edilmesini
sağlayan hesaba, menfaate, disipline ve akla dayanan önemli bir davranıştır.
Ahlâkî davranış ise menfaate karşı olup hesaba, disipline ve akla dayalı
olmakla bir ilgisi yoktur.][16]
Sonuçta siyasetin
doğası “vazife” kavramı üzerine değil “menfaat” kavramı üzerine
oturmakta olduğu düşünülse de, siyasetin ahlakiliği eyleminin sonucu içinde
gizlidir.
Bir tümün parçaları gibi
gerçek ve yalan beraber olan siyaset ikiyüzlü madalyon gibidir. Onun hangi yüzü
görülmesi istenirse o tarafının ışığı daha parlaktır. Tarih boyunca siyaset
daha çok aldatılmanın ve aldatmanın temsilcisi olmaktan kurtulamamış ve
çarkları arasında birçok temiz insanı eritmiştir. Ancak bu şekilde dahi olsa bu
siyaset sayesinde büyük işler zuhur etmiştir. Bu nedenle siyaset vazgeçilmez
olduğu kadar temiz siyaset arzulanan olmuştur.
NİCCOLÓ MACHİAVELLİ (1469-1527)
Bir
hukukçunun oğlu olan Niccoló Machiavelli, 3 Mayıs 1469'da
Floransa'da dünyaya geldi. Gençliği bilinmemektedir. Yirmidokuz yaşında
Floransa Cumhuriyeti Şansölyelik ikinci sekreteri olmuş ve bu unvanla, on dört
yıl boyunca Fransa ve Almanya'da İtalyan devletleri adına diplomatik görevler
yürütmüştür. 1512'de yönetimi ele geçiren Mediciler'e komplo kurmakla
suçlanarak hapse mahkûm edildi ve işkence gördü. X. Leon'un başa geçmesiyle
özgürlüğünü kazanmışsa da artık gözden düşmüştür. Floransa'nın yakınlarında San
Casciano'daki mütevazı evinde, güç şartlarda sekiz sene geçirir; yoksulluk
içinde beş çocuğunu burada büyütür ve eserlerinin çoğunu da yine burada yazar.
Nihayet tekrar itibar görerek diplomatik memuriyetlere verilir ve Floransa'nın
tarih yazarı olarak atanır. Fakat Mediciler'in devrilmesiyle birlikte, talihi
de döner. Galip gelen taraf olan cumhuriyetçilerin kendisini şüpheyle
karşılamaları üzerine görevinden alınır ve böylece kendisi için unutuluşun ve
nerdeyse sefaletin içine düştüğü kısacık dönem başlar. 22 Haziran 1527'de ölür.
Machiavelli'nin
Eserleri Machivelli'nin eserleri, edebiyat, tarih ve siyaset olmak üzere üç
grupta toplanabilir:
Politika
ve Tarih:
Floransa'da
Komplolar ve Karşı-komplolar Tarihi
Askerlik
Sanatı: (Dell'arte della guerra) Niccoló Machiavelli'nin
sağlığında yayımlanmış ilk ve tek siyasal içerikli kitabıdır. Kitap Machiavelli
ve bazı dostlarının Rucellai Sarayı'nda yaptığı konuşmayı içerir. Konuşma
1517'de geçmişse de o 1519'da yazmaya başlamıştır. Kitabı yazma gerekçesi ise
saray sahibi dostu Cosimo Rucellai'nin 1519'da erken yaşta ölmesidir. Cosimo,
son günlerinde adını yaşatacak bir eser bırakamadığından hayıflanması üzerine
yazılmıştır. Ancak kitap bir vefa borcundan çok dönemin İtalyan şehir
devletlerinin ordu sistemlerini ve dezavantajlarını, ne yapılması gerektiğini
anlatan bir kitaptır ve Machiavelli paralı kuvvetlerden çok milis kuvvetlerinin
önemini ve yararını anlatır.
Titus
Livius'un İlk On Yılı Üzerine Söylev
Castruccio
Castracani da Luca'nın Yaşamı (Daha çok roman özellikleri taşımaktadır)
Edebi
eserleri:
Adamotu
(Kitap)
Altın
Eşek
Başdiyakoz
Belfagor
Prens
(Hükümdâr): Niccoló Machiavelli tarafından yazılmış politika
hakkında bilimsel bir incelemedir. Asıl adı "De Principatibus"
(Prenslikler Hakkında) olup 1513 yılında yazılmasına rağmen 1532'ye kadar, yani
Machiavelli'nin ölümünden 5 yıl sonrasına kadar basılamamıştır. Yaşadığı süre
boyunca yayımlanmamasına rağmen Machiavelli'in en bilinen eseri sayılır ve daha
sonra ortaya atılan "Makyavelist düşünce" teriminin temelini
oluşturur.
CEMİL MERİÇ ANLATIMIYLA MACHİAVELLİ / 8 Ocak 1968
1762’de çıkan iki kitap
Fransa’da hiç yankı uyandırmaz. Bunlardan biri “Emile” (ki sonraları
Çocuk Hakları Beyannâmesi olacaktır), öbürü “Toplum Sözleşmesi” (insan
Hakları Beyannâmesi)dir. Machiavelli’nin kitabı ölümünden sonra çıkar.
İngiltere’deki Old Nick kelimesi, Machiavelli’nin göbek adından gelir.
Nicolas İhtiyar Nick demek,
İngilizce’de iblis demek. İdealist 18. yüzyıl Machiavelli’yi mahkûm
eder. İkinci Frederik tahta geçmeden bir Anti-Machiavelli’yi kaleme
alır. Makyavelce bir başlangıçtır bu. Üçüncü Napolyon hükümet darbesini
yapmadan önce “Prens-Hükümdâr”ı okur. Fizyognomoni, yüzün çizgileriyle
ruh arasında bir münasebet bulan ilim. Bu ilmin üstadı Balzac’ın hayran olduğu
Lavatar’dır, Madam Fournier tipoloji ile meşgul olmuştur. Machiavelli’nin bir
portresini yapar. Realiteyle alâkası olmayan bir hırt, bir hırsız çehresidir
bu. İnsanların Machiavelli’ye duyduğu nefret nereden geliyor?
Barutu mu icat etti?
Machiavelli, yoksa polisi mi?
Hayır. Ama insan
denen canavarı bütün zemberekleri ile gözler önüne seren bir anti-şarlatandı.
Tarihin dışında yaşayan kalabalıkların nasıl çelik bilekli ve çelik yürekli olduklarını
haykırıyordu.
Tarihin Rönesans
dediği çağ aslında bir cinayetler çağıydı. Rönesans feodalitenin can verdiği
bir devir. İnsanın insan için kurt olduğu bir devir. Machiavelli bu devirde yaşadı.
Aslında kalabalıklara hükmetmek için dünyaya gelmişti. Kader onu mütevazi bir
memur olmaya mahkûm etti. Çağın bütün yırtıcılarını tanımak fırsatını buldu.
İnsanlar iki grup:
1-
Tarihi yapanlar
2-
Tarihi yapanların malzemesi
olanlar.
“Hükümdâr” hem
bütün iktidârların el kitabı, hem de insan kalbinin derinliklerini parçalayan
bir psikoloji kitabı. İç ve dış savaşlarla harap olan İtalya’yı ancak bir
yırtıcı kurtarabilir. Gündelik ahlâk çok mukaddestir, ama politikada sökmez.
Aslında kutsal kitaplar da bize bunu söylüyor.
Hz. Musa’nın,
kanunlarını yerleştirmek için bütün cinayetleri irtikâb ettiği bir hakikat.
İtalyan birliğini yaratacak bir Cesare Borgia’ya ihtiyaç var.
Tabiatta tek kanun
var: en kuvvetlinin hakkı.
Bütün diğer
kanunlar zayıfların ezilmemek için yarattıkları sunî kanunlardır.
Machiavelli Roma tarihinden
bilhassa Tacite’den öğrendiklerini, “Hükümdâr”da tekrar eder. Mekanik yaşayan
insanları tarihin kurucusu yapacak olan adam tarihten örnek almalıdır. Devlet,
yani hükümdâr kendi ihtiraslarından başka bir şey tanımayacak, sosyali ferdîye
tercih edecekti. Küçük peşin hükümlerinden kendini kurtaracaktır hükümdâr.
Bunları Machiavelli kendisi getirmez,
ezelden beri varolan hakikatlardır. Machiavelli politikacıya yalan
öğretirken, yalanı, riyayı ortadan kaldırmıştır.
Jean Giono’nun dediği
gibi Machiavelli’ye karşı duyulan kinde bu var. Politikacı yalancı olmalıdır,
derken her insan da bir politikacı değil midir? Öklid gibidir Machiavelli. Gerçekleri öne
sürer, rakamların belagatı onu ilgilendirmez. 2 x 2 = 4 der, buna kızanlar
ancak menfaati 2 x 2’nin 4 değil, 3 veya 5 olmasını icap ettirenlerdir. Machiavelli bir parça Buffon’a
benzer, kaplanı tasvir ederken titremez Buffon.
Machiavelli’ye
duyulan hırs, onun hepimizin iç-zembereklerini ortaya koymasından geliyor.
Politikanın mutfağıdır,
Machiavelli’nin eseri. Biz ihbar
edene değil, ihbar edilene kızmalıydık. Oysa ihbar edene kızıyoruz.
Çünkü hepimiz bir parça politikacıyız. Kendi kaderiyle beraber dünyayı
değiştirmek isteyen insanlar hükümdâr olur. Tarih bir kavgadır, bu kavgada
muzaffer olmak için hikmet-i hükümete inanmak lâzım. Bugünkü siyasî sosyolojiye
göre de fert ahlâkı ile politika ahlâkı arasında bir münasebet yok. Hükümdârın
iyi kalpli olması, birçok felâketlere yol açabilir. Hükümdâr bir ülkeyi
yönetebilmek, huzura kavuşturmak için 3-5 kelleyi uçurmak zorundadır. Hattâ hükümdârın
büyüklüğü buradadır. Hükümdâr kendi iç-dünyasını susturabilmelidir. Kendi
hisleri namına sürüyü mahvetmek hakkına sahip değildir. İdare etmek başka
şeydir, hususî ahlâkın şartlan başka. Kalabalık devlet adamını tanımaz, onu
ancak hareketlerinin neticesi ilgilendirir, hükümdâr hakkındaki hükmünü de
görünüşe göre verir. İnsanlar ellerinden çok gözleri ile hüküm verirler. Hükümdâr
faziletli olmak değil, faziletli görünmek zorundadır. Yalnız devletin
otoritesi hiçbir zaman sarsılmamalıdır.
Realist çağlar
Machiavelli’yi tebcil ederler (yüceltirler). 20. yüzyıl bir realizm asrıdır. Mussolini İtalyan
Ansiklopedisi’ndeki faşizm maddesinde, faşizmin ilk peygamberi olarak
Machiavelli’yi gösterir. Hitlerizm, zıvanadan çıkmış bir makyavelizmdir. Bunlar
yeni hükümdârlıklardır. Jacobinler’in hepsi Machiavelli’ye hayrandılar, Napoléon keza.
Napoléon için iki büyük
adam vardı tarihte: Machiavelli ve Tacitus.
İhtilâlden evvel
intiharı çok düşünmüştür, talih kendisine güldükten sonra “Prens” başucu
kitabı olur. Katerin de Medici oğlu IX. Charles’a
ders kitabı olarak okutur, İsveç kraliçesi Katerin ve Richelieu onun
hayranıdırlar. Yalnız hepsi söylemez. Mussolini, Stalin ve Lenin yüksek sesle ona
olan hayranlıklarını haykırırlar.
19. yüzyılda
politikacılar ve birkaç büyük yazar (de Maistre, Balzac) hariç Machiavelli sevilmez. 20.
yüzyıl II. Dünya Harbi’nden sonra üç düşünce adamını tanrılaştırır: Machiavelli, Marquis de Sade ve Freud. Asrımız insanı
aynadaki çirkin hayâlinden mazoşist bir zevk mi duyuyor?
Hayır, asrımız
insanı büyük acılar pahasına daha güzel bir dünya kurmak içindir ki, kendisini
tanımak istiyor. İdeolojilerden, afyonlardan ve mistifikasyonlardan
(şaşırtma, gizemli bir hava verme, aldatma) kaçan asrımız insanı, realizmlere
koşuyor, insanı tanrıya götüren kanundur. Eğer tesadüf her şeye hâkimse, dünya
nimetlerinden mümkün olduğu kadar faydalanalım. Bu bizi sinizme sürükler. Machiavelli böyle düşünmez,
Tanrı’ya inanmaz, ama insanın kaderini tek başına yaratabileceğine de inanmaz.
Tarihte tesadüfün rolü biraz fazladır, ötesi insanın eseridir. Tesadüfün
karşısında insanın büyük bir müttefiki var: şuuru ve hürriyeti.
Providence yoksa, ezelî bir
iradenin belli bir yere doğru ilerlettiği bir kuvvet yoksa, onu yönetmek bizim
elimizde. Tarih ışıkla karanlık, şuurla fatalité (kader) arasındaki
kavgadan ibarettir. Şuurlanan bütün bir kütle olamaz, çok defa veya zor bir
iştir bu. Onun için insan bir köstebek olmaktan kurtuluncaya kadar, onun
yerine bir hükümdâr, şuurlu bir insan, kaderle boğuşur. Marx da politikadan
ahlâkı kovmuştur. Ahlâk bir burjuva yalanıdır. İnsanla insanın münasebetlerinde
realitenin çiğ ışığı bize yol göstermektedir, insanlığı daha güzel bir güne
kavuşturmak için güzel olmayan bir hisse, kine başvurur. Marx bir bakıma
Machiavelli’nin devamıdır:
1-
Niyet ahlâkı
2-
Netice ahlâkı.
Marksizm de niyet
ahlâkı yerine netice ahlâkını getirir. Klâsik devletin
dışında bir devlet şekli düşünür. 1917’de spontane şefleri vardı Rusya’nın, fakat
çok geçmeden idare edenlerle edilenler ayrıldı ve kopuş oldu. Rusya’daki
devletle liberal devlet arasında -devlet olarak- çok büyük bir fark olmadığını
iddia edenler var. İdare edenlerle edilenlerin, tarihi birlikte yapmaya
katılacakları bir devlet şekli bulunamayacaktır. Ama Machiavelli insanı daha
mesut bir dünyaya götürmek istediği için hümanisttir.[17]
ZAVALLI MACHİAVELLİ
Hâlâ
ayak seslerin duyulur Machiavelli
San
Kaşyano’nun ıssız yollarında...
Hava
fırın gibi, gök alev alev,
Toprak
çorak, çabalann boşuna..
Sapan
tutmaktan yorgun ellerinle
Alnını
yumrukluyordun geceleri..
Ümitsizdin,
ne âşinân vardı, ne arkadaşın.
Sefaletin
rezil kızı aylaklık,
Kanını
içiyordu kalbinin avuç avuç.
Kimim
ben diyordun, bir taş verin de
Bir
taş veya kaya., yuvarlayayım.
Bıktım
bu mezar sükûnetinden
Ve
kollarım çalışmamaktan yorgun.
Alfred de Musset
Ortaçağ bir istiğrak devriydi. Tanrı’nın ferman
dinlettiği bir devir, insanı kilise götürüyordu ezelî kurtuluşa. Rönesans,
tekniğin devri, insanın ve insan faaliyetinin emrinde bir devir. Kilisenin vesayetinden
yavaş yavaş kurtulan insan, yolunu kâh feyyaz, kâh kısır bir yalnızlık içinde
bir başına arayacaktır. Bu yalnız insan her ülkeden çok İtalya’da zincirinden
boşanır, coşarak, serazatlığın tadını çıkarır. Alay eder Tanrı’nın cennetiyle,
yeryüzüne sahip olmak ister, bütün hazlarıyla yeryüzüne: ten hazları, fikir
hazları, sanat hazları. Kaderin cilveleri karşısında sağa sola çifteler
savuran, kıvrak ve mağrur bir hayvan bu; hem tilki hem aslan; daima bir av
peşindedir, ya pusudadır, ya hücumda.
Sanat eski Yunan’dan beri en parlak çağını yaşamaktadır.
Ama İtalya iç savaşlarla paramparça. Toprak ihanet kokmaktadır, hava kan. Bu
cangılda yaşadı Machiavelli, (1469-1527). Rönesans’ın şahane canavarlarından
birçoğunu yakından tanıdı. Ondört yıl tarihin şaşırtıcı medd-ü cezirlerini
seyrettikten, insanları bütün zaafları, bütün hilekârlıkları, bütün
yırtıcılıklarıyla inceledikten sonra, en zinde, en olgun, en verimli çağında
bir köşeye fırlatıldı. Zindan, işkence ve San Kaşyano’daki çile yılları.
Musset’nin ölümsüzleştirdiği dram...
Hakikat, Fransız şairinin terennüm ettiği kadar acı değildi
belki. Daha doğrusu vahaları vardı bu çölün de. Gündüzleri ardıç kuşlanna
tuzak kuruyordu. Hana uğruyor, yolcularla çene çalıyordu. Değirmenciyle,
kasapla, kireç fırınının işçileriyle tavla oynuyordu. Sık sık kavga çıkıyordu
aralarında, ana-avrat küfrediyorlardı. Ama gece dekor değişiyordu. Çalışma
odasına çekiliyordu Machiavelli: Kitaplarının arasına, o kadim eserlerle dolu
mâbedine. Kendisini dinleyelim:
“Hergün giydiğim çamurlu elbiseleri eşikte bırakırım.
Saraylara girecek, tâcidarlarla konuşacakmışım gibi giyinirim... Büyükler
dostça karşılar beni, onların sözleriyle beslenirim. Benim biricik gıdam bu.
Ben bu gıdayla beslenmek için dünyaya gelmişim. Hiçbir sualimi cevapsız
bırakmazlar. Saatler geçer. Acılarımı unuturum: Yoksulluk yıldırmaz artık,
ölümden korkmaz olurum, onların hayatını yaşarım”.
Sonra facia yeniden başlar. Can sıkıntısı, San Kaşyano’ya
çivilenen Machiavelli Promete’ye yeniden çullanır.
“İnziva öldürüyor beni, uzun zaman devam edemez bu. Bütün
temennim Medici’lerin benden faydalanması” (dostu Vettori’ye bir mektubundan). Ve
kendini yeni efendilerine beğendirmek için çağının en büyük siyaset kitabını, Hükümdâr’ı[18] kaleme alır (1513). Kitap bir çağrıdır. Bir
yandan, memleketin bu karanlık günlerinde kendisi gibi usta bir kaptandan
faydalanılmasını tavsiye ederken, bir yandan da Medici’yi İtalyan birliğini kurmağa
davet eder. Filhakika bu menkûp memuru yeise sürükleyen yalnız kendi dertleri
değildir.
Bir Dante, bir Petrarque, İtalya’nın bütün büyük evlatları ülkelerini
kurtaracak bir kahramanın hayaliyle yaşamışlardı. Machiavelli de böyle bir kahraman
beklemektedir: Hürriyetle gerçekleşemeyen İtalya rüyasını istibdatla
gerçekleştirecek bir hükümdâr.
“Bir Cesare Borgia’nın başaramadığı işi neden bir Medici
başaramasın?
Cesare’ı bir papa destekliyordu: VI. Aleksandr. Medici’yi
de bir papa desteklemektedir: X. Leon... Adaletin büyük bir zaferi olur bu.
Zira başka çare kalmayınca, kuvvet haktır ve başka bir ümit kalmayınca silah
mukaddes bir cihat vasıtasıdır”.
Soğuk bakışları, gerçeğin haşin hattâ vahşi yönlerini pervasızca
tarayan Machiavelli kitabın son bölümünde şairleşir.
“Deniz açıldı, bir bulut, yolu gösterdi, bir pınar
fışkırdı kayadan, kudret helvası yağdı çöle; herşey sizden yana Haşmetmeap”. Sonra yakarış başlar. Bu parçaya (XXVI.
bölüm) XVI. asrın Marseyyez’i diyor Quinet. Charles Benoist’nın tâbiriyle “bir milleti
dirilten çığlık”, üçbuçuk asır sonra Cavour’un, Garibaldi’nin
tekrarlayacağı çığlık.[19]
Okuyalım:
“İtalya az mı bekledi bu kurtuluşu! Zincirlerinin
kırılacağı gün geldi artık. Yabancı çizmesi altında inleyen kentler,
kurtarıcıyı aşkla basacak bağırlarına. Hepsi de hınca susamış, gönüllerinde
inatçı bir iman. Perestişle karşılayacak kurtarıcıyı, gözyaşlarıyla
karşılayacak... Ne olur Medici’ler bu mukaddes cihada öncülük etseler de,
şairlerin rüyası gerçekleşse, şairlerin ve milyonlarca İtalyan’ın”.
Lorenzo de Medici Hükümdâr’ın sayfalarını bile
açmaz ve 1519’da, Machiavelli’nin ithafı sayesinde kazanacağı ölümsüzlükten
habersiz, frengiden ölür.
Kitapların da insanlar gibi karanlık veya parlak, bahtiyar
veya meşum bir alınyazıları vardır. Hükümdâr Machiavelli’nin ölümünden
dört yıl sonra, yani 1531’de basılır. Hiçbir tepki, hiçbir heyecan uyandırmaz.
Sonra lanetle hâlelenir Machiavelli ve iftiranın kalın sisi arkasında tanınmaz
hale gelir. Macauley’i dinleyelim: “İtalya’nın yeni efendileri
Machiavelli’den nefret ediyorlardı. Hem onun nazariyelerini uyguluyor, hem
hatırasına sövüyorlardı. Âlimler eserlerini yanlış yorumluyorlar,
cahiller yanlış anlıyorlardı. Kilise takbih (kınama, ayıplama) ediyordu Hükümdâr’ı.
Aşağılık hükümetler ve daha aşağılık yobazlar, sahte bir faziletin bütün
kindarlığı ile küfrediyorlardı hatırasına. Dehası politikanın bütün
karanlıklarını aydınlatan adamın, ezilen halkların son kurtuluş ve öç alma
şanslarını kendisine borçlu oldukları adamın ismi, bir alçaklık timsali olarak
dilden dile dolaşıyordu. Mezarı ikiyüz yıldan fazla bir zaman meçhul kaldı”.[20]
Yine Macauley’den: “Sanmıyoruz ki, edebiyat tarihinde
Machiavelli’den daha menfur bir isim bulunsun. Söylenen lere bakılırsa iblisin
kendisidir hazret, şerrin cevheridir; dönekliği o icat etmiş. Uğursuz eseri Hükümdâr
yayımlanmadan önce dünyada ne riyakâr varmış, ne zorba, ne hain, ne sahte
fazilet, ne alkışlanan cinayet”.[21]
Macauley, bunları 1827’de yazıyordu. Machiavelli aleyhine serdedilen iddiaları birer birer
ele alıyor, bunların ne kadar çürük, ne kadar haksız olduğunu gösteriyordu.
Machiavelli’nin samimiyet ve dürüstlüğü, Avrupa irfanı için Macauley’den beri
bir “kaziye-i muhkeme”dir.
Çağdaş bir Fransız romancısı, Jean Giono,
“Kime ne yapmış bu zavallı Machiavelli?” diye soruyor.
“Barutu mu icat etmiş, polisi mi?
Hayır...
Uyandırdığı kinin tek sebebi politikacının sırlarını
ifşa edişi.
Politikacının yani hepimizin. İnsan gönül rızasiyle
piyedestalinden inmez.
Tüm dalavereleri bilir Machiavelli. Bize, nasıl dolandırıldığımızı anlatır. Yani
insanlığın velinimeti. Ama madalyonun bir de tersi var. Başkalannın ne mal
olduğunu anlatırken bizim de bahçemize taş atar. Öyle atar ki bahçe kalmaz ortada.
Başta olsak, biz de baştakilerin kullandığı düzenlere sarılacaktık. İhbar
edilene değil, edene kızışımız bundan. Herkes bir Hükümdâr, kimi fiilen, kimi
hayalen. En alçakgönüllümüzün ağzında öylesine lakırdılar: Ben hükümetin
yerinde olsam bu herifleri deliğe tıkardım veya iki atom bombası attım mıydı.,
vs...
Versay’a yürüyenler kimlerdi biliyor musunuz? Yüzbin XVI.
Louis ile yüzbin Marie-Antoinette. Herkes yolsuzlukları
kınar ama herkes için hoş şey yolsuzluk. Niccoló Machiavelli ipliğimizi pazara çıkaran adam. Tabiatın tek
kanunu var: en kuvvetlinin hakkı. Yalan, hiyanet, sahtekârlık dünyayanın her
ülkesinde geçer akçe.
Doğru, ama bunu elâleme fâşetmenin mânâsı var mı?
Biz medenî insanlarız.
Güvercinleri boğarız ama zarifâne, şöyle önlüğümüzün
altında. Ya manastıra gireceksin, ya Niccoló’nun saydığı haltları işleyeceksin...
Machiavelli bir parça Buffon, bir parça Stendhal. Konusu insan. Hep bu hayvanın çoğalıp
oynaştığı cangıllarda, bâkir ormanlarda yaşamış. Tıp öğrencileri morglarda katı
kalpli olurlar. Buffon kaplanı tasvir ederken ürperiyor mu?
Machiavelli, Öklid gibi tarafsız. Mücerretten,
edebiyattan nefret eder.
Tanrısı: tecrübe.
Sülfirik asidin vasıflarını anlatmakla ahlâk arasında ne
münasebet var?
İki kere iki dört eder, diyor. Hoşunuza gitmiyor, Çünkü
iki kere ikinin beş veya üç etmesini istiyorsunuz...
Niccoló dürüst adam. Cinayetler karşısında ‘aman ne
ayıp’ diye yaygarayı basmıyor, inceliyor meseleyi, aydınlatıyor. Suçların
da faydalısı, faydasızı var. Faydasızından hazer!...
Machiavelli tarihin içinde, hem büyük, hem küçük tarihin.
Tâcidarlarla konuşmuş, ama herhangi bir Floransalı. Ahbaplarla kafayı çekmiş,
arabacılarla tavla oynamış.
Eğlencelerin en şahanesi: cinayet.
Ahlâk: mermer bir heykelin başında bit aramak.
İyi ve kötü, üçgen ile kare gibi birbirinden ayrılmaz
ki... Âlicenab olmak, insanlıktan uzaklaşmak gibi bir şey. İnsan, kaçınılmaz
karşısında niye üzülsün? Uzlaşır onunla. Ne yapmak gerekirse onu yapar. Hükümdârlar
da, halk da kan döker. Sokaktaki her insan bir katil adayıdır. Machiavelli,
kolektif şuurun patolojisini yapmaz. Sıhhatli bir kolektif şuuru tasvir eder.”[22]
Bir filozof (Merleau-Ponty), “Machiavelli
politikada ahlâka karşı, ama şiddetten yana da değil,” diyor. “Hikmet-i
hükümete
bel bağlayanlar da, hukuka inananlar da tedirgin. Ahlâkı hırpalarken faziletten
söz etmek ne cesaret!
Görünüşteki bu tezadın izahı şu:
Machiavelli,
maşeri hayatın bir kördüğümünü tasvir eder; saf ahlâkın zalimleşebileceği, saf politikanın
bir nevi ahlâka ihtiyaç duyacağı bir kördüğüm.
Hükümdâr
yazarına göre dürüstlük özel hayatta olur, politikanın tek kuralı iktidârın
menfaatidir.
Politika
ahlâk dışıdır, Çünkü namussuzlar arasında yüzde yüz namuslu kalmak isteyen er
geç mahvolur, tarihî eylem içinde iyi kalplilik felakete götürür insanı; zulüm,
yufka yüreklilikten daha az zalimdir.
İç
savaşları önlemek için üç beş kelle koparmak zulüm değil, vazife, iktidâr bir
hâle ile çevrili...
Politikanın
kaderi görünüşte cereyan etmek, görünüşe önem vermek.
İnsanlar
ellerinden çok, gözleriyle hüküm verirler.
Kimse
ne olduğumuzu bilmez, nasıl göründüğümüzü bilir.
İçyüzümüzü
bilenler de, kalabalığın kanaatini yalanlamağa cesaret edemezler.
Halk
yalnız neticeleri görür; dâva, otoritesini kaybetmemek, vasıtalar ne olursa olsun,
hoş görülür ve alkışlanır.
Siyasî
münasebetler uzaktan uzağa ve umumiyet içinde kurulur. Birkaç jest, birkaç
söz...
Bir
efsane kahramanı çıkar ortaya, insanların körü körüne taptıkları veya iğrendikleri
bir kahraman.
Hükümdârların
yumuşak kalpliliğini zaaf sayan umumî hüküm belki de haklıdır.
Sertleşmeyi
bilmeyen bir iyilik, iyilik olmakta ısrar eden bir iyilik neye yarar?
Bu
bir nevi başkasını yok farzetmek ve sonunda küçümsemek değil midir?
Bazen
katı yürekli politikacı insanları ve hürriyeti, hümanist olduğunu haykırandan
daha çok sever.
Tarih
kargaşalıklarla, baskılarla, beklenmediklerle, dönüşlerle dolu. İnsanlığın belli
bir sonuca yöneldiğini gösterir hiçbir alâmet yok. İpler tesadüfün elinde.
En güçlülerin, en zekilerin iradesine yan çizen bir tesadüf. Hükümdâr yazarı, bu
uğursuzluktan tecrübe-üstü bir prensiple kurtarmağa kalkmaz bizi. Ümidi de,
ümitsizliği de bir yana iter. Bir aksilik var belki, ismi olmayan bir
aksilik, kasıtsız bir aksilik. Karşılaştığımız engeller, bir parça da kendi
eserimiz mutlaka. Gücümüzü hiçbir yanda sınırlayanlayız.
Tesadüf,
hareketlerimizin yarısından biraz fazlasını idare eder. Gerisi bize ait. Madem
ki düşmanımızın planlarını bilmiyoruz, o halde bizim için yok demektir. İnsanlar
hiçbir zaman kendilerini yeise kaptırmamalı. Sonlarını bilmezler ki. Meçhul ve dolambaçlı
yollardan gideriz sonumuza. Anlamaktan, istemekten vazgeçtik mi, tesadüf bütün haşmeti
ile çıkar karşımıza. İrmaklar gibidir kader: zekânın setlerini aşamaz. Aksilikleri
alt etmenin yolu, zamanını anlamak. Aynı meziyet insanı bazen saadete, bazen
felakete götürür. Kadere karşı açtığımız kavgada tek başımıza kalmamalıyız. Çağımızı
anlamak ve başkası ile beraber olmak. Başkasına zulüm etmekten vazgeçtik mi, yanımızda
buluruz onu. Aksilik bile insanlaşır bizim için.
Talih
kadındır, ancak zora ve cesarete baş eğer.
Machiavelli,
şiir ile sezişi eylemin dışına itmez. Ama hakikat olan bir şiir, teoriye ve
hesaba dayanan bir seziş. Onda hoşunuza gitmeyen, tarihin bir kavga olduğu fikri,
politikanın prensiplerle değil, insanlarla münasebet demek olduğu inancı.
Haksız mı?
Tarih,
Machiavelli'den sonra da, Machiavelü'den evvel olduğu gibi, prensiplerin insanı
hiçbir şeye bağlamadığını ispat etmemiş midir?
Aynı
prensipler iki düşmana birden hizmet edebilir. Hangi cinayetin fetvacısı
olmamıştır prensip?
Herkes
aynı değerler uğruna dövüşür: hürriyet, adalet...
Yalnız bu adalet ve hürriyet kimin için istenmektedir?
Birlikte
yaşamak istediğimiz insanlar kimler?
Köleler
mi, efendiler mi?
Yani
birtakım değerlere inanmamız yetmez. Onlan tarihi kavgada bayraklaştıracak
temsilcileri seçmek mesele. Tarih bugün de kanlı bir kavga. Vasıtalar insafsız ve
aşağılık. Çemberi kırmak lâzım.
Machiavelli’yi ümitsizliğe düşüren, insanları değişmez
sanması, rejimlerin devrî olarak birbirini takip ettiğine inanması.
Hükümdâr yazarına göre daima iki nevi insan olacaktır: yaşayanlarla,
tarihi yapanlar.
Malzeme ile mimar.
Kendisi İkincilerin yanında yer alır.
İktidarlar arasında gerçekten değeri olan hangisidir?
Oportünizmden (fırsatçılık, fırsatlardan yararlanma) fazilete
nasıl geçilir?
Bunu gösterecek ipucundan mahrum. Güç bir işti bu. İnsan
insanı tanımıyordu henüz. Avrupa kurulmamıştı.
Hümanizma başkaları ile olan münasebetlerinde, hiçbir
prensip güçlüğü ile karşılaşmayan, cemiyetin işleyişinde hiçbir bulanıklık
bulmayan, siyasî kültürün yerine ahlâkî vaaz’ı geçiren insanın iç felsefesi
ise, Machiavelli hümanist değildir. Hümanizma insanla insanın münasebetlerini
bir problem olarak ele alan ve aralarında ortak bir durumun, ortak bir tarihin
kuruluşunu kendine dert edinen bir felsefe ise, Machiavelli, her türlü ciddî
hümanizmanın bazı şartlarını düsturlaştırmıştır.
Bugün neden herkes Machiavelli’yi inkâr ediyor?
Endişe verici bir inkâr değil mi bu?
Gerçek bir hümanizmanın vazifelerini bilmek istememek
gibi bir şey. Machiavelli’yi bir reddetme tarzı var ki makyavelciliktir.
Yaptıklarını görmeyelim diye bakışlarımızı prensipler semasına çevirmek isteyenlerin
davranışı. Machiavelli’yi bir övme tarzı da vardır ki, makyavelciliğin tam tersidir:
Machiavelli’nin politikaya getirdiği aydınlığı övmek”.[23]
Sosyolog Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Merhaleleri
adlı meşhur kitabında Pareto’yu Machiavelli’ye bağlar ve makyavelciliği
“İçtimaî komedyanın ikiyüzlülüklerine ışık tutmak,
insanları harekete geçiren hisleri ortaya çıkarmak; tarihî oluşun dokusunu
yapan gerçek çatışmaları kavramak; toplumun içyüzünü her türlü vehimden uzak
bir görüşle kucaklamak için harcanan bir çaba” olarak vasıflandırır.
İlmin soğuk ve tarafsız hükmü bu. Yani Machiavelli
ârafta değildir artık. Lâyık olduğu yere oturtulmuştur.
Machiavelli dosyasının kapanmadığı tek ülke:
Türkiye’miz.
Şöyle ki... Hükümdâr’ın ilk taçlı okuyucularından
biri IV. Murat. Cihan Padişahının tecessüsü de cihanşümul.[24] Hükümdâr XVII. asırda tekrar Türkçe’ye
çevrilir. Üçüncü mütercim Mehmet Şerif: Dâhiliye Nazırı ve Damad-ı Hazret-i
Şehriyâri (1335, Sudî Kütüphanesi). Metin ve ciddî bir tercüme. Otuz sayfalık
mukaddeme Machiavelli’yi etraflıca tanıtmaktadır.
Hükümdâr’ın “Selâtin-i Osmaniyeden Sultan Mustafa
Han-ı Salis Hazretlerinin emri ile lisan-ı Osmaniye tercüme edilmiş olduğunu ve
bu nüsha-i mütercemenin saray-ı hümayun kütüphanesinde” bulunduğunu bu
mukaddemeden öğreniyoruz. Ne yazık ki bu nüsha da, IV. Murad’ın emriyle bir mühtediye çevirtilen
nüsha gibi, elimizde yok.
Son tercüme Vahdi Atay’ın.[25] Mütercim önsözde Machiavelli ile uğraştığı
için okuyucudan özür diler gibidir, “işin ucunda lekelenmek tehlikesi var”
diyor.
Büyük ölüyü düşünüyorum “Niccoló Machiavelli... hiçbir övgü bu ad kadar yüce
değildir”.[26] Ve Macauley’in söyledikleri geliyor
aklıma: ezilen halkların son müdafii... Floransa’nın en büyük adamı...
yozlaşmış bir çağın ahlâksızlıkları arasından büyük bir zekânın meziyetlerini seçebilenler,
bu âbide önünde saygı ile eğileceklerdir”.
Vahdi Atay, “lekelenmek tehlikesi”ni göze alamadığından
Hükümdâr’ı Anti-Machiavelli[27] ile birlikte sunuyor. Daha da ileri giderek
birisi Amelot de la Houssaye tarafından lehte kaleme alınmış, ötekisi Voltaire
tarafından aleyhte yazılmış iki önsözü de bunlara katıyor. Bu Amelot de la
Houssaye de kim? Mütercime göre Hükümdâr’ı Fransızca’ya çeviren. Oysa bizim
bildiğimiz eserin ilk mütercimi Houssaye değil, Jehan Charrier’dir
(1554). İkinci mütercim Gohory (1571). XVII. asır mütercimleri
Machiavelli’ye “peruka” giydirirler... Bu gayretkeşlerin başında da
Amelot de la Houssaye gelir (1684). Sayın Vahdi Atay’ın “dilimize kazandırdığı”
Hükümdâr bu sadakatten uzak tercümedir işte.
Anti-Machiavelli'ye gelince, bu eserin tek değeri, Prusya
veliahdının ikiyüzlülüğüne şahadet etmesi: “Makyavelik bir hayata şahane bir
başlangıç” diyor J. J. Chevallier.
Kitabının önsözünde, “bu canavara karşı insanlığı
müdafaa ettiğini, safsata ve cinayetin karşısına, akıl ve adaleti çıkardığını”
söyleyen II. Friedrich eser basılırken tahta geçer. İlk işi kitabın yayılmasını
önlemektir. Bunu başaramayınca imzasını inkâra kalkar.
Şimdi de Hükümdâr’ın tercümesine bir göz atalım.
Tercüme şöyle bir ithafla başlıyor:
“Floransa vatandaşı ve sekreteri Niccoló Machiavelli’den...” Oysa kitabın aslında Floransa vatandaşı ve
sekreteri kelimeleri yok. Nasıl olsun ki? Machiavelli Hükümdâr'ı
yazarken ne Floransa vatandaşı idi ne sekreter. Siz bunları düşünürken
sayfanın altındaki not hayretinizi bir kat daha arttırıyor: “sekreter o
zamanlar küçük devletlerde başbakanlık ödevini görenlere denirdi”.
Ömür boyu yoksulluktan kurtulamayan mütevazı hariciye
memurunu başvekilliğe nasp ediyor sayın Vahdi Atay. Ne büyük kadirşinaslık.
Saavedra’nın Edebiyat Cumhuriyeti'ni hatırlıyorum. [28]
Büyük ölüler, öbür dünyada bir devlet kurmuşlardır.
Sezar, millî savunma bakanıdır, Tacitus, millî savunma
müsteşarı...
Machiavelli’ye haksız davranmış İspanyol yazarı. Vahdi
Atay, yalnız çağının değil, Saavedra’nın da kadirnâşinaslığım telafi ediyor.
Böyle başlayan bir tercümeden ne bekleyebilirsiniz?
Vahdi Atay başbakanlığa tayin ettiği kahramanını
dilediği gibi konuşturuyor. Çapraşık, eğri büğrü, pis bir dil. Hükümdâr değil
bu, bir karikatür veya bir parodi. Zavallı Machiavelli daha çilen dolmamış.[29]
PRENS’İN AÇIKLANMIŞ SIRLARI
(Kitabın muhteviyatı içerisinde
tarafımca süzebildiklerimde bölümlere tam olarak uyulmuş, İtalyan Tarihi’ndeki
örnekler genel olarak aktarılmamıştır.) [30]
İTHAF
Bir hükümdârın teveccühünü kazanmak istiyenler, çok
defa, malik oldukları şeyler arasında en değerli saydıkları veya hükümdârın
daha çok hoşlandığını gördükleri şeylerle kendilerini ona tanıtmayı âdet
edinmişlerdir; bundan dolayı, çok kere, ona atlar, silahlar, sırmalı kumaşlar,
değerli taşlar ve ululuğuna yaraşan buna benzer süslü şeyler armağan edildiği
görülür.
Ben de, Haşmetli Efendim'e kulluğumun bazı delilleriyle
kendimi tanıtmayı arzu ettiğim için, zamanımızda olup bitenler üzerindeki uzun
tecrübe ile ve eskileri sık sık okumak suretiyle büyük adamların icraatı
hakkında edindiğim bilgiden başka, eşyam arasında, kendime göre, sunacak daha
değerli bir şey bulamadım.
Bunu büyük özen
ile uzun uzadıya düşünmek ve incelemek suretiyle şimdi ufak bir cilt haline getirerek,
haşmetli efendim'e gönderiyorum. Bu eseri katlarına sunulacak değerde
saymıyorsam da, bunca yıl içinde ve o kadar sıkıntı ve tehlike pahasına görüp
öğrendiklerimin hepsini kısa bir zamanda anlayabilmek kolaylığını size
sağlamaktan daha büyük bir armağanda bulunamıyacağımı düşünerek, lütfen iyi
karşılanacağını umuyorum.
Ben bu eseri, çok kimsenin kendi şeylerini tasvir
etmekte ve süslemekte âdet edindiği gibi, uzun cümleler, parlak ve tumturaklı
sözlerle veya özle ilgisi olmayan herhangi bir güzellikle şişirip süslemedim.
Çünkü istedim ki başka hiçbir şey esere değer katmasın ve yalnızca bahsin
değişikliği ve konunun ciddüiği onu beğendirsin. Yine istemem ki aşağı halli ve
değersiz bir kimse, hükümdârların idare tarzlarını münakaşa etmeğe ve bunlara düzen
vermeğe kalkarsa "kendini beğenmiş' sayılsın. Çünkü manzara resmi yapanlar
dağların ve yüksek yerlerin özelliğini kavramak için nasıl alçak yerde, ovada;
alçak yerlerinkini kavramak için de nasıl dağlar üzerinde yüksekte dururlarsa,
bunun gibi, halkın tabiatını iyice tanımak için hükümdâr olmak, hükümdârlarınkini
tanımak için de halktan olmak gerektir. Bu küçük armağanı kendilerine nasıl bir
duygu ile sundumsa dilerim ki Haşmetli Efendimiz de onu aynı duygu ile
karşılasınlar. Onu özenerek okur ve incelerlerse, orada benim son bir dileğimi
göreceklerdir ki, o da, bahtının ve diğer niteliklerinin vadettiği ululuğa
efendimizin ulaşmasıdır. Ve şayet efendimiz yüksekliğinin doruğundan bu alçak
yerlere arasıra gözlerini çevirirlerse, talihin büyük ve sürekli bir gadrini ne
kadar haksız olarak çektiğimi anlayacaklardır.
1.
BÖLÜM
HÜKÜMDÂRLIKLARIN
KAÇ ÇEŞİT OLDUĞU VE NASIL ELDE EDİLDİKLERİ HAKKINDA
İnsanlar üzerinde hüküm sürmüş olan ve süren bütün
devletler, bütün egemenlikler ya cumhuriyet ya hükümdârlıktır. Hükümdârlıklar
ya babadan kalmadırlar ki "bey" in soyu uzun zamandanberi orada
egemendir ya da yenidirler. Yeniler de ya bütün olarak yenidirler, ya da onları
ele geçiren hükümdârın babadan kalma devletine katılmış parçalar gibidirler. Bu
yolda elde edilen ülkeler ya bir hükümdârın buyruğu altında yaşamağa alışıktırlar,
ya hür olmak adetındedirler; hükümdârlar bunları ya başkalarının ya da kendi silahlariyle
yahut talihin yardımı veya kendi liyakatleri ile kazanırlar.
2.
BÖLÜM
SOYDAN
GELME HÜKÜMDÂRLIKLAR HAKKINDA
Babadan kalan ve hükümdârların soyuna alışmış olan
devletlerin elde tutulmasında yenilerinde olduğundan daha az güçlük vardır.
Çünkü atalarının düzenini yalnız bozmamak, sonra da aksaklıklar karşısında
havaya göre dümen kullanmak yeter; o suretle ki, eğer bu hükümdâr şöyle böyle
bir beceriklikte ise, olağanüstü ve aşkın bir kuvvet onu elinden almadıkça,
devletinde tutunabilir; mahrum edilse bile, istilâcı herhangi bir tökezlemesinde,
onu tekrar elde eder.
Çünkü yerli hükümdâr için fenalık etmeye daha az
sebep ve daha, az lüzum vardır; bundan dolayı da daha çok sevilmesi gerekir;
olağanüstü kusurları kendisinden nefret ettirmezse uyruğu tarafından, tabiî
olarak, daha çok sevilip istenmesi akla yakındır. Ve egemenliğinliği ve
sürekliliği içinde değişiklik yapmak hâtıra ve sebepleri sönüp gider: bundan
dolayı ki daima bir değişiklik başka bir değişikliğin kurulmasına yarayan zemin
hazırlamıştır.
3.
BÖLÜM
KARMA HÜKÜMDÂRLIKLAR
HAKKINDA
1— Güçlükler yeni hükümdârlıkta bulunur. Evvelâ bir
hükümdârlık bütün olarak yeni değil de bir başkasının parçası gibi ise ki bu
halde bütününe birden karma adı verilebilir. Bundaki değişiklikler, başta,
tekmil yeni hükümdârlıklara has olan tabiî bir güçlükten doğar; o da, daha iyi
bir hale ulaşacaklarına inanarak, insanların kolayca efendi değiştirmeleridir; bu
inanç ise efendilerine karşı silaha sarılmalarına sebep olur; bunda da aldanırlar.
Çünkü deneme sonunda, durumlarının daha kötüye varmış olduğunu görürler. Bu da
tabiî ve her zaman görülen başka bir zaruretten doğar: gerek askerleriyle,
gerekse yeni istilânın arkasından getirdiği sayısız tedirginliklerle yeni hükümdâr,
başına geçeceği halkı, her vakit, incitmek zorunda kalır; o suretle ki bu
ülkeyi işgal etmekle zarara uğrattığın herkes hükümdâra düşman olur; üstelik
umdukları derecede memnun edemediğin ve onlara karşı borçlu bulunmakla, zor
kullanma yolarına başvurmadığın için iktidâra yardım etmiş olanları da dost
olarak elde tutamazsın. Çünkü bir kimse, ordusuyla ne kadar kuvvetli olursa
olsun, bir ülkeye girmek için her vakit o ülke halkının sevgisine muhtaçtır.
2— Ayaklanmış memleketlerin, ikinci defa zaptedilince,
daha güçlükle, elden çıktıkları çok doğrudur. Çünkü ayaklanmayı vesile edinen hükümdâr,
mücrimleri cezalandırmak, şüpheli kimseleri arayıp bulmak ve en zayıf tarafları
için tedbir almak suretiyle, emniyetini sağlamak ilkinde daha az çekingen
davranır.
3— Zaptedilmek suretiyle işgal edilenden daha eski
bir devlete katılan devletler ya aynı ülke ve dildendir, ya değildirler. Böyle
oldukları zaman, hele hür yaşamağa alışık değillerse, bunları elde tutmakta
büyük kolaylık vardır ve sağlam olarak elde tutmak için evvelce hükümran olan hükümdârın
soyunu söndürmüş olmak yeter. Çünkü diğer hususlarda, eski yaşayış şartları
muhafaza edilince, âdet farkı olmadığı için, insanlar rahatça yaşarlar.
4— Bir ülkeden dilce, âdetçe ve nizamca birbirinden
farklı devletler zaptolunduğu zaman güçlük vardır; bunları muhafaza için de
büyük talihe ve büyük maharete ihtiyaç olur. En büyük ve tesirli çarelerden
biri de fetheden kimsenin gidip orada oturmasıdır. Bu şekil, fethi daha güvenli
ve sürekli kılar: Türk'ün Yunanistan için yaptığı gibi; bu devleti elde tutmak
için, uyguladığı bütün düzenlerle birlikte, orada oturmağa gitmemiş olsaydı onu
muhafaza etmesi mümkün olamazdı. Çünkü orada oturunca düzensizliklerin doğuşu
görülür ve çabuk çare bulunabilir; orada oturulmazsa, ancak büyüdükleri ve
artık çare olmadığı zaman haberdar olunur. Bundan başka ülke memurların
tarafından soyulmaz; halk hükümdâra yakından başvurabilmekten faydalanır;
böylece halk iyi niyet besliyorsa hükümdârını sevmeğe, başka niyette ise, ondan
korkmağa daha çok fırsat bulur. Yabancılardan biri bu devlete saldırmak İsterse
daha çok düşünüp çekinmeğe mecbur olur; o kadar ki, hükümdâr, içinde oturduğu
için, ancak büyük güçlüklerle onu kaybedebilir.
5— Başka iyi bir çare de ülkenin bir veya iki
yerine devletin o ülkedeki bağlantısını teşkil edecek olan göçmenler
yollamaktır. Çünkü ya bunu yapmak veya orada, çokça silahlı kuvvetler
bulundurmak, lâzımdır. Göçmenlerle fazla masraf olmaz; oraya az bir masrafla
veya masrafsız gönderilir ve yerleştirilir; yeni sakinlere vermek üzere
kimlerin ev ve tarlaları alınmış ise, yalnız onlar zarar görürler; bunlar da o
ülkenin az bir kısmını teşkil ederler; zarar görenlere gelince, dağıldıkları ve
fakir kaldıkları için, hiç bir zaman kötülük yapamazlar; ötekiler ise, bir
yandan, zarar görmedikleri için uslu dururlar, öte yandan da, soyulmuş
olanların başına gelen hâl kendi başlarına da gelir korkusu ile kusur işlememek
kaygusuna düşerler.
Göçmenler masraflı olmazlar, daha sadıktırlar ve
halk için daha az zararlıdırlar; zarar görenler ise, denildiği gibi, öteye
beriye dağılmış ve fakir düşmüş oldukları için, kötülük edemezler. Hatırda
tutmalı ki, insanlar, ya okşanmalı veya söndürülmelidirler; zira insanlar,
hafif zararlardan intikam alırlar, ağır zararlardan ise intikam alacak halleri
kalmaz. Bir insana yapılan kötülük öyle olmalıdır ki, intikamından korkmağa yer
kalmasın. Fakat göçmen yerine asker bulundurulursa, o devletin bütün gelirini
muhafızlara harcamak mecburiyetinden dolayı, daha çok masraf yapılır; öyle ki kazanç
ziyana döner; ordusunun yer ve konak değiştirmesi bütün halkı rahatsız ettiği
için, daha çok zarar verir; bu rahatsızlığı herkes duyar ve herkes ona düşman
olur; ve mağlûp olmuştur. Fakat yuvalarında kaldıkları için, bunlar zarar
verebilecek düşmanlardır. Şu halde göçmenler ne kadar faydalı ise, bu
muhafızlar her yönden faydasızdırlar.
6— Kendisininkinden, söylendiği şekilde, farklı bir
ülkede bulunan bir hükümdâr daha az kuvvetli komşularının başı ve koruyucusu
olmalı, kuvvetlileri zayıflatmağa çalışmalı ve kendi kadar kuvvetli bir yabancı
hükümdârın, kazara, buralara girmesinden sakınmalıdır. Bir yabancının, büyük
ihtiras veya korku dolayısiyle memnun olmayan kimseler tarafından memlekete
sokulması daima vaki olabilir: nasıl ki, eskiden, Etollerin Romalıları Yunanistan'a
soktukları görülmüştür ve girdikleri her ülkeye onları sokan oranın adamları
olmuştur. Dünya düzeni odur ki, kudretli bir yabancı bir ülkeye girer girmez,
orada, daha az kuvvetli olanlar, kendilerinden kuvvetli olana karşı duyulan
haset dolayısiyle bu yabancı ile birleşirler; o kadar ki, bu az kuvvetlileri
kazanmakta hiç bir zahmete katlanması gerekmez. Çünkü hepsi birden, hemen kendi
arzuları ile onun zaptettiği devletle bir bütün olurlar. Yalnız bunların çok kuvvet
ve çok nüfuz kazanmamalarını düşünmeğe mecburdur; ve bütün memlekette, her
işte, "Mutlak Hâkim" olarak kalmak için, kendi kuvvetleri ile
ve bunların yardımiyle, kudretli olanları kolayca alçaltabilir. Bu cihetleri
iyi idare edemiyecek olan kimse kazandığını çabuk kaybeder; kaybetmediği
müddetçe de, orada, sayısız zorluklara ve sıkıntılara uğrar.
7— Romalılar, zaptettikleri ülkelerde, bu cihetlere
iyi dikkat etmişlerdir: göçmenler göndermişler, az kuvvetlileri, kuvvetlerini
artırtmadan, tutmuşlar; kudretlileri alçaltmışlar ve kudretli yabancıların
orada itibar kazanmalarına meydan vermemişlerdir. Romalılar, bu gibi hallerde,
bütün akıllı hükümdârların yapmağa mecbur olduklarını yapmışlardır: akıllı hükümdârlar,
yalnız şimdiki zamana göre değildir. Fakat gelecek olanlara da dikkat etmek ve
bütün maharetleri ile bunlara karşı gelmek mecburiyetindedirler; şundan dolayı
ki, uzak iken görülünce, güçlüklere kolayca çare bulunabilir. Eğer hastalık
yaklaşıncaya kadar beklenirse ilâç zamanında yetişmiş olmaz. Çünkü hastalık
artık tedavi edilmez bir durum almıştır.
8— Bu hâl veremlinin haline benzer: hekimlerin
deyişine göre, başlangıçta tedavisi kolay, teşhisi güçtür. Fakat zaman
geçtikçe, başlarken teşhis olunamıyarak tedavi edilmediği için, teşhisi kolay
fakat tedavisi güç olur. Devlet işlerinde de durum böyledir. Çünkü doğacak
fenalıklar önceden görülünce ki bu da ancak akıllılara ve uzağı görenlere
vergidir çabuk tedavi olunurlar. Fakat önceden tanınmadıkları için, herkesin
tanıyabileceği dereceye kadar büyümelerine meydan verilince, artık çare kalmaz.
Böylece, Romalılar mahzurları uzaktan görmekle onlara daima çare bulmuşlar ve
bir harpten sakınacağız diye, hiç bir zaman fenalıkların uzayıp gitmesine
müsaade etmemişlerdir. Çünkü bilirlerdi ki harp bertaraf edilmez ancak,
başkalarına yarayacak şekilde, geciktirilmiş olur. Zamanımız bilginlerinin, her
gün, dillerinden düşürmedikleri "zamanın nimetlerinden istifade
etme" yi de hiç sevmediler; bilâkis, kendi liyakatleri ve uzağı görüşlülüklerinden
faydalanmayı tercih ettiler; zira zaman her şeyi önüne katar ve beraberinde
fenalık kadar iyiliği, iyilik kadar fenalığı da getirebilir.
9— Fethetmeyi arzu etmek, muhakkak ki, çok tabiî
ve alelade bir şeydir ve insanlar muktedir olup bunu ne zaman yaparlarsa, övülecekler
veya, ayıplanmayacaklardır. Fakat muktedir olmadıkları halde, her ne olursa
olsun, bunu yapmağa kalkışırlarsa işte hata ve ayıplanacak şey buradadır.
10— Harpten kaçınmak için bir karışıklığın gelişmesine
hiç bir zaman müsaade edilmemesinin gerektiğidir. Çünkü harpten kaçınılmaz,
ancak, kendi zararımıza geciktirebilir.
11— Kim ki başkasının kudretli olmasına sebep
olursa, kendini mahveder; zira bu kudret, sebep olan kimsenin ya kuvveti veya
mahareti ile meydana gelmiştir; bunların her ikisi de yeni kudret kazanan için
şüpheli ve çekinilecek şeylerdir.
4. BÖLÜM
İSKENDER
TARAFINDAN İŞGAL EDİLMİŞ OLAN DARA KRALLIĞININ İSKENDER'İN ÖLÜMÜNDEN SONRA
HALEFLERİNE KARŞINE SEBEPTEN AYAKLANMADIĞI HAKKINDA
1— Yeni fetholunmuş bir devletin elde tutulmasındaki
güçlükler göz önünde bulundurulunca, Büyük İskender'in, nasıl olup da, az
zamanda, Asya'nın hâkimi olabildiğine ve burayı işgal eder etmez ölünce de,
bütün bu ülkenin ayaklanması akla yakın görünüyorken, buna rağmen, haleflerinin
onu nasıl muhafaza edebildiklerine ve muhafaza etmekte kendi hırsları
neticesinde aralarında doğan güçlüklerden başka güçlüğe rastlamadıklarına
şaşılabilir.
İnsanların hatırlayabildiği hükümdârlıklar iki ayrı
şekilde idare olur. Ya bir prens ve hepsi de onun kulu olan kimseler tarafından
idare olunurlar ki, bu kullar, hükümdârın lütfü ve müsaadesiyle vezir olarak o
devleti idare etmek işinde yardım ederler veya, bir hükümdâr ile beyler
tarafından idare olunurlar ki bu beyler prensin lütfü ile değildir. Fakat,
soylarının eskiliği ile bu mevkide bulunmaktadırlar. Bu gibi beylerin
kendilerine mahsus ülkeleri, kendilerini Efendi olarak tanıyan ve onlara, tabiî
olarak, bağlı olan uyruğu vardır. Bir hükümdâr ile kulları tarafından idare
olunan devletlerde ise hükümdârın otoritesi daha büyüktür. Çünkü bütün
ülkesinde, baş olarak tanınan kendisinden gayri kimse yoktur; başkasına itaat
edilse bile vezir ve memur olarak edilir; ve ona karşı hususî bir bağlılık
duyulmaz.
2— Bu iki ayrı hükümete misâl, zamanımızda,
"Türk" (Osmanlı) ile Fransa Kralıdır. Türk'ün bütün monarşisi bir
Efendi tarafından idare olunmaktadır; ötekiler onun kullarıdır ve ülkesini sancaklara
ayırarak oraya muhtelif valiler gönderir ve isteğine göre, bunları değiştirir
ve yerlerinden oynatır, Fransa Kralı ise, ülkesi içinde uyrukları tarafından
tanınan ve onlar tarafından sevilen birçok eski Bey'lerin ortasındadır. Bu
beylerin kendilerine mahsus imtiyazları vardır; Kral, kendini tehlikeye
koymadan, bunları onların ellerinden alamaz. Bu devletlerin her birini gözden
geçiren kimse "Türk" ün ülkesini zaptetmekte güçlüktür. Fakat
bir kere mağlûp edilince de elde tutmakta büyük kolaylık görecektir. Aksine
olarak, bazı sebeplerle, Fransa devletini işgal etmekte daha çok kolaylıktır.
Fakat elde tutmakta büyük güçlük vardır.
3— "Türk"ün ülkesini zaptedebilmekteki
güçlüğün sebepleri o ülkenin beyleri tarafından davet olunamamaktan ve
maiyetindekilerinin ayaklanması ile teşebbüsün kolaylaşacağına ümit bağlanamamasındandır;
bu da, yukarıda söylenen sebeplerden doğar. Çünkü hepsi de, kendi kulları ve
lütuf görmüşleri olduğu için, daha güçlükle ifsat olunabilirler; ifsat olunsalar
bile söylenen sebeplerle halkı arkalarından sürüçleyemiyecekleri için, onlardan
pek az fayda beklenebilir. Bundan dolayı "Türk" e kim saldırırsa
onu birlik bulacağını düşünmeye mecburdur ve bu sebeple ümidini başkalarının iç
düzensizliğine değil, daha çok, kendi öz kuvvetine bağlaması uygun olur.
Fakat yeniden ordu düzemeyecek şekilde, bir kere, savaş meydanında mağlûp
edildi mi, Hükümdâr'ın soyundan başka çekinilecek bir şey kalmaz; bu da yok
edilince, başkalarının halk nazarında itibarı olmadığı için korkulacak kimse
kalmaz. Ve zaferden evvel galip, onlardan nasıl bir şey bekleyemez idi ise,
zaferden sonra da, böylece, onlardan korkmamalıdır.
4— Fransa gibi idare olunan krallıklarda bunun aksi
vaki olur. Çünkü krallığın bazı Bey'lerini kendi tarafına çekmek suretiyle,
kolaylıkla, oraya girebilirsin. Çünkü memnun olmayanlar ve yenilik istiyenler
daima bulunur: bu gibiler, söylenen sebeplerden dolayı, hükümdâra o ülkenin
yolunu açabilirler ve zaferi kolaylaştırabilirler. Fakat sonra, orada
tutunabilmek için, gerek hükümdâra yardım edenlerden, gerekse sıkıntıya
soktuklarından sonsuz güçlükler çekersin. Hükümdâr'ın soyunu söndürmek dahi
yetmez, Çünkü geriye, yeni değişikliklerin başına geçen bir takım beyler kalır;
bunları ne memnun etmeye ne ortadan kaldırmaya muktedir olamayınca da, hükümdâr
ilk fırsatta bu ülkeyi kaybedebilir.
5. BÖLÜM
FETHEDİLMEDEN
ÖNCE KENDİ KANUNLARI İLE YAŞAYAN ŞEHİRLERİN VEYA HÜKÜMDÂRLIKLARIN NASIL İDARE
OLUNMALARI GEREKTİĞİ HAKKINDA
1— Fethedilen memleketler, kendi kanunları ile ve
hürriyet içinde yaşamağa alışkın iseler, bunları elde tutmak için üç yol
vardır:
Birincisi yok etmektir;
İkincisi bizzat gidip oralarda oturmaktır;
Üçüncüsü de vergi almak ve o memleketlerde hükümdâra dost
olarak oraları muhafaza edecek az kişilik bir hükümet kurmak suretiyle, onları
kendi kanunları ile yaşamakta serbest bırakmaktır.
Çünkü bu hükümet, burayı zapteden hükümdâr
tarafından yaratıldığı için, hükümdârın dostluğu ve kuvveti olmaksızın ayakta
duramıyacağını bilir ve onu idame için, her şeyi yapmağa mecbur olur. Ve hür
yaşamaya alışmış bir şehir, yok edilmek istenmeyince, herhangi başka bir yoldan
ziyade, kendi hemşehrileri vasıtasiyle daha kolay elde tutulur.
2— Misâl olarak Isparta'lılar ve Roma'lılar vardır,
Isparta'lılar Atina ve Thebai'yi, oralarda azınlık bir hükümet kurmak
suretiyle, elde tuttular; bununla beraber bunları yine kaybettiler. Roma'lılar
Kapus, Kartaca ve Numanzia'yı elde tutmak için onları yıktılar ve böylece
kaybetmediler. Yunanistan'ı, hemen hemen Ispartalıların yaptığı gibi hür
kılarak ve kanunlarını kendilerine bırakarak, tutmak istediler. Fakat muvaffak
olamadılar, öyle ki, muhafaza edebilmek için bu ülkede birçok şehirleri yıkmağa
mecbur oldular.
3— Hakikatte, bir ülkeye sahip olabilmek için onu
yıkmaktan başka hiç bir emniyetli yol yoktur. Ve hür yaşamaya alışmış bir şehri
zaptedip de onu yıkmayan kimse, kendisinin o şehir tarafından yıkıldığını
beklemelidir. Çünkü ayaklanmada, hürriyet adını ve kendi eski âdet ve
nizamlarını sığınak olarak kullanır ki, her ikisi de, ne zamanın geçmesiyle, ne
de menfaat karşısında, asla unutulmazlar. Ne yapılsa, ne tedbir alınsa, ahalisi
birbirinden ayrılmaz veya dağıtılmazca, o adı, o âdet ve nizamı unutmazlar.
Mesela; Floransa'lılar tarafından esaret altına alındıktan yüz sene sonra
Pisa'nın yaptığı gibi, her fırsatta, onlara sığınırlar. Fakat şehir veya
eyaletler bir hükümdârın hâkimiyeti altında yaşamağa alışık iken sülâle
sönünce, bir yandan itaat etmeğe yatkın oldukları için, diğer yandan eski hükümdârları
ortada olmadığından kendi aralarında yeni bir hükümdâr çıkartmakta uyuşamazlar,
hür yaşamayı bilmezler; öyle ki silaha sarılmakta daha gevşektirler ve hükümdâr
bunları daha kolaylıkla kazanabilir ve emniyet altında tutabilir. Fakat
cumhuriyetlerde daha çok dirilik, daha çok kin, daha fazla intikam arzusu
vardır; geçmiş hürriyetlerinin hâtırası ne onları bırakır, ne onlara dirlik
verir: o suretle ki en iyi yol cumhuriyetleri söndürmek veya gidip oralarda
yerleşmektir.
6. BÖLÜM
İNSANIN KENDİ ORDUSUYLA VE LİYAKATLE KAZANILAN YENİ
HÜKÜMDÂRLIKLAR HAKKINDA
1—İnsanlar, daima,
başkalarının geçmiş bulundukları yoldan yürüdükleri ve kendi icraatını taklit
ile yürüttükleri için, başkalarının yolunu tamamiyle tutmak mümkün olmayınca ve
taklit ettiklerinin liyakatine bir şey ilâve edemeyince ihtiyatlı bir insan,
daima, büyük adamların geçtiği yoldan gitmeğe ve en iyi olanları taklit etmeğe
mecburdur; tâ ki kendi liyakati yetişemese bile, hiç olmazsa, onları andırsın,
ihtiyatlı okçular da böyle yapar: vurmak istedikleri yer çok uzak görününce,
yaylarındaki kudretin nereye kadar yetişeceğini bildikleri için, nişanlarını
hedeften çok daha yükseğe alırlar: niyetleri okları ile bu kadar yüksekliğe
ulaşmak için değildir. Bu yüksek alınan nişanın yardımı ile hedeflerini
vururlar..
2—Yeni bir hükümdârı
bulunan devletlerde, bu yerleri kazanan kimsenin az veya çok liyakatli oluşuna
göre, bunları muhafaza etmekte de az veya çok güçlük vardır. Ve alelade bir
insan iken hükümdâr olmak olayı liyakat veya talihi gerektirdiği için, bu iki
şeyden birinin veya ötekisinin birçok güçlükleri az çok hafiflettiğine
hükmolunabilir; bununla beraber talihe daha az bağlanmış olan daha çok tutunur.
Başka memleketi olmadığı için hükümdârın bizzat gelip burada oturmağa mecbur
olması da kolaylıklar doğurur.
3— Talihten dolayı
olmayıp da öz liyakatleri ile hükümdâr olanlara gelince, bunların en mükemmelleri
Hz. Musa, Keyhusrev, Romulus, Theseus ve benzerleridir. Gerçi,
Allah Teâlâ’nın kendisine buyurduğu işlerin sadece icracısı olduğu için, Musa'dan
bahsetmek gerekmezse de, asıl Allah Teâlâ ile konuşmaya onu lâyık kılan yalnız
o büyük mazhariyeti için dahi olsa, ona hayran kalınmalıdır. Krallıklar
fetheden veya kuran Keyhusrev takdire lâyıktır. Bunların hususî icraat ve
düzenleri tetkik edilirse, o kadar büyük bir öğreticiye malik olmuş olan
Musa'nınkılerine aykırı görünmezler. Ve hayatları ile yaptıkları incelenirse,
bu kimselerin talihin elinden fırsattan başka bir şeye nail olmadıkları
görülür; fırsat bunlara, istedikleri şekle sokabilmek üzere, ham maddeyi verdi:
bu fırsat olmasaydı ruhlarındaki liyakat kaybolurdu ve bu liyakatleri
olmasaydı, fırsat da beyhude çatmış olurdu.
4— Böylece, Musa
için israil milletini Mısır'da köle ve Mısırlıların zulmüne uğramış olarak bulmak
gerekti, tâ, ki bu millet, esaretten kurtulmak için Musa'nın arkasından gitmeğe
hazır olabilsin.
Roma Kralı ve bu vatanın
kurucusu olmasını istemesi için Romulus'un Alba'ya sığmaması, doğar doğmaz
terkedilmiş olması lâzımdı.
Keyhusrev'in İranlıları
Med'lerin hâkimiyetinden gayri-memnun, Medleri de, uzun süren sulhten dolayı,
gevşemiş bulması lâzımdı.
Theseus,
Atinalıları dağılmış bulmasa idi, kendi liyakatini gösteremezdi. Böylece bu
fırsatlar bu adamları bahtiyar kıldı; bunların mükemmel liyakatleri de bu
fırsatları belirtti. Bu sebeple vatanları yükseldi ve çok bahtiyar oldu,
5— Liyakat yolu ile
hükümdâr olanlar hükümdârlığı zahmetle kazanırlar. Fakat kolaylıkla ellerinde
tutarlar: hükümdârlığı kazanmakta uğradıkları güçlükler, kısmen, kendi
devletlerini kurmak ve güvenliklerini sağlamak için sokmağa mecbur oldukları
yeni nizam ve âdetlerden doğar.
Yeni nizamlar
sokmağa ön ayak olmak kadar ele alınması güç, başarılması şüpheli ve idaresi
tehlikeli bir şey bulunmadığı göz önünde tutulmalıdır. Çünkü eski
nizamlardan çıkarı olanların hepsi yeni düzeni kuranın düşmanıdır; yeni
düzenden faydalanacakların hepsi de onun hararetsiz müdafileridir. Bu
hararetsizlik ise, kısmen, kanunu kendi taraflarında gören hasımlardan
korkulduğundan, kısmen de, sağlam bir tecrübesini görmeden yeni şeylere
gerçekten inanmayan insanların inanmazlığından doğar. Bundan da şu çıkar ki
düşman olanlar, hücum fırsatını buldukları her zaman, hararetli partizan olarak
saldırırlar; ötekiler ise gevşekçe müdafaa ederler; öyle ki onlarla beraber
tehlikeye düşülür.
6—Yenilik
getirenlerin kendi başlarınamı iş gördüklerini, yoksa başkalarının yardımına mı
bağlı olduklarını araştırmak lâzımdır; yâni, kendi eserlerini yürütmek için
rica etmeğe mi mecburdurlar, yoksa zorla iş görebilirler mi?
Birinci halde
sonuçları daima fena olur ve hiç bir şeyin arkasını getirmezler. Fakat yalnız
kendilerine güvenirler ve zorla iş görebilirlerse, o zaman nadiren tehlikeye
düşerler. İyi silahlanmış bütün peygamberlerin galip çıkmaları ve silahsızların
başarısızlığa uğramaları bundandır. Çünkü evvelce söylenen şeylerden başka,
milletlerin tabiatı değişkendir; onları bir şeye inandırmak kolaydır. Fakat bu
inançta tutmak güçtür. Bunun için o şekilde tertiplenmek lâzımdır ki artık
inanmadıkları zaman zorla inandırmak mümkün olsun.
7— Hz. Musa
aleyhisselâm, Keyhusrev, Theseus ve Romulus silahsız olsalardı, kendi
nizamlarına uzun müddet riayet ettiremezlerdi; nasıl ki, zamanımızda, Fra
Girolamo Savonerola'nın başına aynı şey gelmiştir; halk inanmamaya başlayınca,
kendi yeni nizamları içinde mahvolup gitti; o ise inanmış olanları inançlarında
sabit tutmak ve inanmayanları inandırmak çaresine malik değildi. Onun için
yukardakiler işlerinde büyük güçlüğe uğrarlar, bütün tehlikeleri de yol boyuncadır
ve liyakatleri ile bunları yenmeleri icabeder. Fakat bir kere yenip saygı ve
itibar görmeğe başlayınca, mevkilerine haset edenleri söndürmüş bulundukları
için, kudretli, güvenli, itibarlı ve bahtiyar kalırlar.
8— Bu kadar yüksek
misâllere daha küçük bir misâl katmak istiyorum. Fakat yine onlarla münasebetli
olacaktır ve isterim ki bu misâl buna benzer diğerleri için de yetsin; bu da
Siracusa'lı Hicron'dur.
Bu zat sade bir
vatandaş iken Siracusa hükümdârı oldu: o da, talihten, yalnız fırsata nail
olmuştu. Çünkü Siracusa'ular ezilmekte olduklarından onu kendilerine başbuğ
seçtiler; böylece onlara hükümdâr olmağa lâyık oldu. Daha, hususî hayatında, o
kadar faziletli edildi ki, ondan bahseden bir yazar şöyle der: "Hükümdâr
olmak için bir Krallıktan başka eksiği yoktu." Bu zat eski milisleri
söndürdü, yenisini nizamladı; eski dostlukları bıraktı, yenilerini edindi ve
kendisine ait askerleri ve dostlukları olduğu için böyle bir temel üzerine her
türlü binayı kurabildi. Öyle ki kazanmakta çok, muhafaza etmekte ise az zahmet
çekti.
7. BÖLÜM
BAŞKALARININ
SİLÂHLARI VE TALİHİ İLE KAZANILAN YENİ HÜKÜMDÂRLIKLAR HAKKINDA
1— Alelade bir vatandaş iken yalnız talih dolayısıyla
hükümdâr olanlar az zahmetle olurlar. Fakat çok zahmet ile tutunurlar; yol
boyunca da hiçbir güçlüğe uğramazlar, Çünkü oraya uçarlar. Fakat bütün
güçlükler kondukları zaman doğar. Bu gibiler de para karşılığında veya bağış
yapanın lütfü ile bir kimseye bir devlet bağışlandığı zaman hükümdâr olanlardır.
2— Bu hükümdârlar sadece kendilerine lütufta
bulunanların iradeleri ve talihleriyle yerlerinde kalırlar ki, bu ikisi de
istikrarsız ve çok oynak şeylerdir. Bu kimseler bu rütbeyi ne muhafaza etmesini
bilirler ne de buna muktedirdirler: bilmezler, Çünkü büyük maharet ve liyakat
sahibi bir kimse değilse, daima halktan bir kimse gibi yaşamış bulunduğu için,
emir ve komuta etmesini bilmesi akla yakın değildir; muktedir değildirler, Çünkü
kendilerine dost ve sadık olabilecek kuvvetlere malik değildirler. Bundan
başka, birden bire türeyen devletler tabiatın çabucak doğup büyüyen diğer her
şeyi gibi ilk aksi rüzgârla devrilmiyecek şekilde köklere ve dal budaklara
malik olamazlar; meğerki evvelce söylendiği gibi, birdenbire hükümdâr olanlar
talihin kucaklarına attığı şeyi derhal muhafaza etmeğe kendilerini
hazırlamasını bilsinler ve başkalarının hükümdâr olmadan evvel attıkları temelleri
sonradan atsınlar.
3—Hükümdâr ülkesinde düşmanlarına karşı güvenliğini
sağlamak, dostlar kazanmak, zorla veya hile ile muzaffer olmak, kendisini halka
sevdirmek ve korku ile saydırmak, askerleri arkasından sürüklemek ve onların
saygısını sağlamak, zararı dokunabilen ve zarar yapmak zorunda olan kimseleri
yok etmek, yeni usullerle eski nizamları yenileştirmek, sert ve iyiliksever,
asil ruhlu ve hoşgörür olmak, sadık olmayan milisleri etkisiz kılmamak,
yenisini kurmak, gönül rızası ile iyilik veya çekinerek kötülük edebilecek
şekilde kuralların ve hükümdârların dostluğunu muhafaza etmelidir.
8. BÖLÜM
ALÇAKLIKLA
HÜKÜMDÂRLIĞA ERİŞENLER HAKKINDA
1— Liyakat veya talihe hiç bir suretle hamledemeksizin,
halktan bir kimse iken, iki yolda daha hükümdâr olunabileceği için
Cumhuriyetlerden bahsederken bunlardan biri hakkında uzunca muhakeme yürütmek
mümkün olmakla beraber bunları bir tarafa bırakmamak gerektiğini sanıyorum. Bu
iki yol da şunlardır:
a-
Alçak ve kahpe çarelerle hükümdârlığa erişilir
b-
Alelade bir yurttaş başka yurttaşlarının yardımı
ile kendi yurdunun hükümdârı olur.
(Zülüm ile devleti elde tutmak için şunları diyebiliriz.)
Savaş zamanlarında, barış zamanında bile, zulüm ile
devleti ellerinde tutamayan hükümdârlar sayısız ihanetler ve zulümlerden sonra
nasıl olup da yurtlarında uzun zaman güven içinde yaşayabildikleri, dış
düşmanlardan savunabildikleri, ve hemşehrilerinin suikastlarına uğramadıkları
şüphe ile karşılanabilir. Bunun iyi veya fena kullanılmış zulümden ileri
geldiğini zannediyorum, iyi kullanılmış zulüm (kötülüğe iyi denebilirse),
kendini güven altına almak zoru ile bir defa da toptan yapılan ve sonra,
üzerinde ısrar edilmiyendir. Fakat mümkün olduğu kadar uyruğun iyiliğine
çevrilen zulümdür. Fena kullanılmış zulüm ise, başlangıçta az olduğu halde,
zamanla sönecek yerde çoğalan zulümdür. İlk şekle uyanlar Allah Teâlâ’nın
ve insanların yardımı ile kendi durumlarına bir çare sağlayabilirler;
ötekilerin ise tutunabilmeleri imkânsızdır.
Bundan da şunu hatırda tutmalıdır ki, bir memleket
zaptedilince, bunun fatihi, yapılması gereken bütün zulümleri tasarlamalı ve
hepsini birden yapmalıdır ki, her gün bunlara başvurmağa mecbur olmasın ve
tekrarlamayınca, halka güven verebilsin ve iyilikle onları kendisine bağlayabilsin. Ya korkudan, ya kötülükten başka türlü yapan, her
zaman hançerini elinde tutmağa mecbur olur; daima tazelenen fenalıklardan
dolayı uyruğu kendisine güvenmediği için, kendisi de, hiç bir zaman uyruğuna güvenemez.
Fenalıklar hep birden yapılmalıdır, tâ ki az zaman tadılmak suretiyle acısı az
duyulsun; iyilikler de azar azar yapılmalıdır ki, tadına daha iyi varılsın.
Bir hükümdâr, her şeyden evvel, uyruğu ile o suretle
yaşamalıdır ki, iyi veya kötü hiç bir olay ona tutumunu değiştirtmesin. Çünkü
fenalık yapmak lüzumu kötü zamanlarda gelir, o vakit ise, kötülük yapmak zamanı
geçmiştir; yapacağın iyilik ise fayda vermez, Çünkü zoraki olduğuna hükmedilir
ve hiç makbule geçmez.
9. BÖLÜM
SİVİL HÜKÜMDÂRLIK
HAKKINDA
1— Bir vatandaş, alçaklıkla veya menfur başka bir
zorbalıkla değil de, öbür hemşehrilerinin yardımı ile kendi vatanının hükümdârı
olduğu zaman (buna sivil hükümdârlık denebilir ve ulaşmak için ne büyük bir
liyakat ne de büyük bir talih lâzımdır. Fakat daha ziyade, talihli bir
kurnazlık ister.)
Hükümdârlığa ya halkın veya büyüklerin yardımiyle
erişilir. Çünkü her şehirde bu iki ayrı temayül mevcuttur: bundan şu doğar ki, halk
büyüklerin tahakkümü ve zulmü, altında kalmamağı arzu eder; büyükler ise halkı
tahakküm ve zulüm altında tutmak isterler; bu ayrı iki iştihadan da,
şehirlerde, şu üç neticeden biri meydana gelir:
a-
Hükümdârlık
b-
Hürriyet
c-
Kargaşa-Kaos
2— Hükümdârlık, taraflardan birine veya ötekine
fırsat düştüğüne göre, ya da halkın yahut büyüklerin tesiriyle meydana gelir.
Çünkü büyükler, halka karşı koyamıyacaklarını görünce, içlerinden birini
sivriltmeye başlarlar ve onu hükümdâr yaparlar; tâ ki onun gölgesi altında
hırslarını doyurabilsinler. Halk da, büyüklere karşı koyamıyacağını görünce,
birini sivriltir ve onun otoritesi ile korunmak için, onu hükümdâr yapar.
Büyüklerin yardımı ile hükümdârlığa yükselen, halkın yardımı ile olanından daha
fazla güçlükle tutunur. Çünkü, kendisine eşit gibi gördüğü bir çok kimselerin
ortasında hükümdâr olduğu için, istediği gibi bunlara ne kumanda edebilir ne de
onları idare edebilir.
3—Halkın isteği ile hükümdârlığa ulaşan, bu makamda
tek başına bulunur ve etrafında kendisine itaate hazır olmayan kimse yoktur
veya pek azdır. Bundan başka, büyükleri namuslu bir surette ve gayriye zarar
vermeden memnun etmek kabil olmadığı halde, halkı memnun etmek mümkündür. Çünkü
büyükler ezmek, halk ise ezilmemek istediği için, halkın dilediği büyüklerin
dileğinden temizdir. Bundan başka düşman bir halka karşı hükümdâr hiç bir zaman
emniyetini sağlayamaz, Çünkü halk kalabalıktır; büyüklere karşı ise bunlar
azlık oldukları için kendisini koruyabilir. Bir hükümdârın düşman olan halktan bekleyebileceği
en kötü şey onun tarafından terk edilmiş olmaktır. Fakat düşman olan
büyüklerden yalnız terkedilmiş olmaktan değildir. Fakat kendisine karşı
gelmelerinden de korkmalıdır. Çünkü bunlarda daha uzağı görüş ve hilekârlık
bulunduğundan, kendi selâmetleri için daima evvelden tedbir alırlar ve galip
geleceğini umdukları kimseden ise faydalanmağı ararlar. Bundan başka, hükümdâr,
aynı halkla yaşamak zaruretindedir. Fakat her zaman birini çıkartıp birini
indirebildiği ve arzusuna göre onlara itibar ve şöhret verip geriye alabildiği
için, büyükler olmadan da işini görebilir.
4—Büyüklerin
davranışları, başlıca, iki türlü mütalâa olunabilir: ya tutumları ile o şekilde
hareket ederler ki her hususta senin talihine bağlanırlar veya bağlanmazlar:
Bağlananlara ve soyguncu olmayanlara itibar etmeli ve onları
sevmelidir;
Bağlanmayanlar ise iki şekilde incelenmelidirler:
Bunu ya ürkeklikten ve tabii yüreksizlikten
yaparlar ki, bu takdirde bunlardan, bilhassa iyi fikir sahibi olanlardan,
istifade etmelidir. Çünkü iyi gününde hükümdâra şeref katarlar ve kötü gününde,
onlardan korkacak bir şeyi olmaz. Fakat kasden ve hasis sebeplerle bağlı
olmazlarsa bu, hükümdârdan ziyade, kendilerini düşündüklerine alâmettir; hükümdâr
bunlardan, açıktan açığa düşman imiş gibi, sakınmalı ve korkmalıdır. Çünkü
daima kötü günde bunlar hükümdârı mahvetmeye yardım edeceklerdir.
5—Halkın yardımı ile hükümdâr olan bir kimse halkı
kendine dost olarak muhafaza etmelidir; bu ise kolaydır. Çünkü halkın zulüm
görmemekten başka bir dileği yoktur. Halkın zıddına büyüklerin yardımı ile hükümdâr
olan bir kimse ise, her şeyden önce, halkı kazanmağa çalışmalıdır; bu iş de
halkın korunmasını kendi üzerine almakla kolayca sağlanır, insanlar fenalık
umdukları kimseden iyilik gördükleri vakit, bu, iyiliği yapana karşı daha çok
minnet duydukları için, halk hükümdârı, kendi yardımları ile hükümdârlığa
yükselmesi halinde olduğundan ziyade, sever; hükümdâr da halkı bir çok
şekillerde kazanabilir; bu şekiller duruma göre değişik olduklarından kesin bir
kaide söylenemez; bu sebeple bundan bahsedilmiyecektir.
6—Bir hükümdâr için halkın sevgisini kazanmak
şarttır; başka türlü olursa, kötü günlerinde çaresiz kalır. Ispartalıların Kralı
Nabis tekmil Yunanistan'ın ve daima muzaffer olmuş bir Roma Ordusunun
saldırışlarına göğüs gerdi ve bunlara karşı vatanını ve devletini savundu:
tehlike baş gösterdiği zaman pek az kimseye karşı kendini emniyete alması
yetmişti. Fakat halk ona düşman olsaydı bu yetmezdi. "Halka dayanan
batağa dayanır" meşhur atasözü ile bu inancını cerh etmeğe kimse yeltenmemelidir.
Çünkü halktan bir kimse, düşmanlardan veya memurlardan zulüm gördüğü zaman,
halka dayanır ve onun kendisini kurtaracağını umarsa bu atasözü doğrudur. Fakat
halka dayanan kimse kumanda etmesini bilen, yürekli, talihsizliklerden korkup
şaşırmayan, diğer tedbirlerinde kusur etmiyen ve kendi yürek pekliği ve düzenleriyle
herkesi cesaretlendirebilen bir hükümdâr ise, hiç bir zaman halk tarafından aldatılmış
olmayacak ve iyi temellere dayandığını görecektir.
7— Hükümdârlıklar, bir halk hükümetinden mutlak bir
idareye atladıkları zaman, tehlikeye girerler. Çünkü bu hükümdârlar ya bizzat
kendileri veya memurları vasıtasile emir ve komuta ederler. Bu ikinci halde
durumları daha zayıf ve daha tehlikelidir. Çünkü, tamamiyle, bu mevkilere
getirilmiş bulunan bir kısım vatandaşların irade ve tutumlarına bağlı
bulunurlar; bunlar ise, bilhassa kötü zamanlarda, ya aleyhe dönmek veya itaat
etmemek suretiyle, büyük kolaylıkla hükümdârı devletinden edebilirler. Ve
tehlike çıktığı zaman, hükümdâr, mutlak otoriteyi eline almak için geç kalmıştır.
Çünkü memurlardan emir almağa alışmış olan yurttaşlar ve uyruk böyle güç durumlarda
hükümdârın emirlerine itaata yatkın değildirler ve şüpheli zamanlarda, hükümdâr,
güvenebileceği kimseler bulmakta daima kıtlığa uğrayacaktır. Çünkü böyle bir hükümdâr,
sakin zamanlarda yurttaşlar devlete muhtaçken gördüğü şeyler üzerine ümit
bağlayamaz. Çünkü sakin zamanda herkes koşar, herkes vâdeder ve ölüm
uzak iken, herkes onun için ölmek ister. Fakat kötü günlerde, devlet
yurttaşlara muhtaç olduğu zaman, o vakit bunu yapacak az kimse bulunur. Ve
böyle bir tecrübe, ancak bir defa yapılabildiği için, o nisbette tehlikelidir.
Bu sebeple akıllı bir hükümdâr vatandaşlarını, her zaman ve her türlü halde,
devlete ve kendisine muhtaç kılacak bir yol düşünüp bulmalıdır: bundan sonra
yurtdaşları kendisine daima sadık olurlar.
10. BÖLÜM
BÜTÜN HÜKÜMDÂRLIKLARIN
KUVVETLERİNİN NE ŞEKİLDE ÖLÇÜLECEĞİ HAKKINDA
1— Hükümdârlıkların niteliklerini incelerken, başka
bir mülâhazayı göz önünde tutmak gerektir ki o da şudur: bir hükümdâr,
gerektiği zaman, kendi kendine yetecek kadar bir devlete malik midir, yoksa her
zaman, başkasının yardımına muhtaç mıdır?
Bu konuda iki şey düşünülebilir;
Ya insan veya para çokluğu sayesinde ihtiyaca uygun
bir ordu kurabilen ve kendilerine saldıracak kim olursa olsun, ona karşı bir
meydan muharebesi verebilen hükümdârlar, kendi kendine yeter hükümdârlardır.
Açık sahrada düşman karşısına çıkamayandır. Fakat
kale duvarları arkasına sığınmak ve bunları savunmak zorunda kalan hükümdârları
ise, daima, başkasına muhtaç hükümdârlardır.
Birinci
şıktan evvelce bahsedilmişti, ileride de gereğine göre bahsedeceğiz, İkinci şık
için ise kendi şehirlerini tahkim ve teçhiz etmeyi ve ovayı hiç hesaba
katmamağı bu hükümdârlara tavsiye etmekten başka söylenecek bir şey yoktur. Kim
ki kalesini iyi tahkim eder ve uyruğu ile diğer münasebetlerinde yukarıda
söylendiği ve ileride söyleneceği gibi davranırsa, daima ona saldırmakta büyük
tereddüt duyulacaktır. Çünkü insanlar, güçlük görülen teşebbüslere her vakit
düşmandırlar; ülkesi iyi tahkim edilmiş ve halk tarafından sevilen bir
kimseye saldırmakta ise hiç kolaylık görülemez.
2— Mesela, Almanya şehirleri çok zamandır bağımsızlar.
Ancak arazileri azdır. İmparatora, istedikleri zaman, itaat ederler, ne ondan
ne de etraflarındaki herhangi bir kuvvetliden korkarlar. Çünkü öylesine tahkim
edilmişlerdir ki herkes, bunları zaptetmenin geç ve güç olması lâzım geleceğini
düşünür. Zira her birinin uygun duvar ve hendekleri, bol topçusu vardır; umuma
mahsus anbarlarında daima bir sene yetecek kadar içecek, yiyecek ve yakacak
saklarlar; bundan başka, hazineye zarar vermeden fukara halkı tok tutabilmek
için, halkın geçim vasıtası olan ve şehrin hayatını ve sinirlerini teşkil eden
san'atlarda bunlara bir sene için verecek iş bulunur. Ayrıca askerlik
talimlerine çok itibar ederler ve bunları birçok usullerle idame ederler.
3—Tahkim edilmiş bir şehre malik olan ve uyruğunun
nefretini kazanmamış bir hükümdâr taarruza uğrayamaz; ona saldıracak biri çıksa
bile, kepaze olup ters yüzüne döner. Çünkü dünya işleri o kadar değişiklikler
gösterir ki, bir kimsenin ordusiyle, bütün bir sene, boşu boşuna, bir şehri
muhasara etmesine imkân yoktur. Buna karşı, "halkın varı yoğu dışarıda
olur da bunların yakıldığını görürse, sabrı tükenir ve uzun süren muhasara ve
mal kaygusu halka hükümdârlarını unutturur" diyen olursa şöyle cevap
veririlir. Kudretli ve cesur bir hükümdâr, uyruğuna, yerine göre, felâketin
uzun zaman sürmeyeceği ümidini vererek, bazan düşmanın vahşetiyle onu
korkutarak, kimi zaman da çok cür'etkâr görünenleri kurnazlıkla emniyet altına
alarak, her vakit bütün bu güçlükleri yenebilir.
Bundan başka düşmanın, akla yakın olarak, gelir
gelmez ve halkın ruhu henüz ateşli ve müdafaaya istekli bulunduğu zaman
memleketi yakıp yıkması lâzımdır; bu sebeple hükümdâr bu işten daha az
korkmalıdır, Çünkü bir müddet sonra, ruhlar soğuduğu zaman, zararlar yapılmış,
felâket olmuş bitmiştir ve artık çare yoktur; o zaman, uğrunda evleri yanmış,
mal ve mülkleri harap olmuş olmakla kendilerine minnettar olduğuna hükmederek,
halk hükümdârlarına daha çok bağlanır.
İnsanların tabiatleri, kendilerine yapılan iyilikler
için olduğu kadar yaptıkları iyilikler için de bağlılık duyarlar. Böylece
meselenin her yönü iyice gözönünde tutulursa, yiyecek ve savunma araçları bulundukça,
muhasara esnasında baştan sona kadar halkının maneviyatını sağlam tutmanın
tedbirli bir hükümdâr için güç olmadığı meydana çıkar.
11. BÖLÜM
DÎNÎ HÜKÜMDÂRLIKLAR
HAKKINDA
1—Dinî
hükümdârlıklar da bütün güçlükler bu hükümdârlığa sahip olmaktan öncedir. Çünkü
bunlar ya liyakat ya talih ile elde edilirler ve ne biri ne de ötekisi
olmaksızın muhafaza olunurlar. Çünkü bu hükümdârlıklar dinin eski ve kökleşmiş
nizamlarına dayanırlar; bu nizamlar o derece kuvvetli ve o çeşittendirler ki,
yaşayışları ve tutumları nasıl olursa olsun, hükümdârlarını daima makamlarında
tutarlar. Yalnız bunların devletleri vardır. Fakat onları müdafaa etmezler;
tebaaları vardır, ancak onları da idare etmezler; devletleri müdafaa edilmemiş
olmakla beraber ellerinden alınmaz; tebaaları idare edilmemiş olmakla beraber
buna aldırış etmezlerve hükümdârlarından sıyrılmağı ne düşünürler ne de
yapabilirler. Böylece yalnız bu hükümdârlıklar emin ve mesutturlar.
12. BÖLÜM
MİLİSİN
ÇEŞİTLERİ (Sivil Ordu) VE ÜCRETLİ ASKERLER HAKKINDA
1—Yeni olsun, eski veya katışık olsun, bütün devletlerin
malik olmaları lâzım gelen başlıca temeller iyi kanunlar ve iyi silahlardır.
İyi bir ordu olmayan yerde de iyi kanunlar bulunmayacağı için ve iyi bir ordu
bulunan yerde iyi kanunların bulunması gerekir
2—Bir hükümdârın kendi devletini savunmak için
kullandığı silahlı kuvvetler ya kendi öz malıdır, ya para ile tutulmuş
(ücretli) tur; ya yardımcı, ya katışıktırlar. Para ile tutulmuş olanlar ve
yardımcılar faydasız ve tehlikelidirler: bir kimse devletini para ile
tutulmuş kuvvetlere istinat ettirirse, hiç bir zaman istikrarlı ve güven
içinde olamaz. Çünkü bu kuvvetlerde birlik yoktur, bunlar haris, düzensiz ve
sadakatsizdirler; dostlar arasında kahraman, düşman karşısında korkaktırlar;
Allah Teâlâ’dan korkuları ve insanlara inançları yoktur; kâfi neticeli hücum ne
kadar geciktirilirse yenilgi de o nisbette geciktirilmiş olur; barışta onlar
tarafından, savaşta da düşman tarafından soyulursun. Bunun da sebebi,
aldıkları biraz ücretten başka onları savaş meydanında tutacak bir bağ ve sebep
olmayışıdır ki, bu ücret de, hükümdârın uğruna ölmek istemeleri için yeter bir
şey değildir. Onlar harp çıkmadıkça hükümdârın askeri olmağı pekâlâ isterler.
Fakat, harp çatıp geldi mi ya kaçmak veya ayrılmak isterler. (Münafıklar)
3— Bugünkü birçok devletin perişanlığı birçok
seneler süresince para ile tutulmuş silahlı kuvvetlere dayanmış olmasından
başka bir sebepten ileri gelmiştir. Bu kuvvetler bazılarına bir takım ilerlemeler
sağlayıp kendi aralarında cesur gibi görünürler. Fakat bir yabancı gelince ne
olduklarını meydana açığa çıkar. Bu hükümdârların büyük hatalarıdır.
4— Silahlı kuvvetlerde komutanlar ve askerler ücretli
ya ücretsiz değerli kimseler veya değersizlerden oluşur. Değerli iseler onlara
güvenemezsin, Çünkü ya efendileri olan hükümdârı tazyik etmek veya hükümdârın
niyetinin dışında olarak başkalarını yıkmak suretiyle kendilerini büyük ve
kuvvetli kılmağa uğraşacaklardır. Fakat liyakatli değilseler, tabii olarak, hükümdârı
mahvederler. Ücretli olsun olmasın silahlı kuvvetleri elinde tutan her kimse
aynı şeyi yapar diye cevap verilirse, bir hükümdârın veya bir cumhuriyetin silahlı
kuvvetleri nasıl kullanması lâzım geleceği ile mukabele edilebilir. Hükümdâr
muharebeye bizzat gidip komutanlık vazifesini kendi yapmalıdır; Cumhuriyette
ise kendi yurtdaşlarını göndermelidir ve değerli çıkmayan birini gönderdiği
vakit bunu değiştirmelidir; değerli çıkarsa, haddi aşmaması için, kanunlarla
onu bağlamalıdır. Ve yalnız silahlı hükümdârlarla cumhuriyetlerin çok büyük
terakkiler yaptığı, para ile tutulmuş silahlı kuvvetlerin ise zarardan başka
bir şey yapmadığı tecrübe ile görülmektedir. Kendi silahlı kuvvetleri ile silahlanmış
olan bir cumhuriyet, yabancı bir ordu ile silahlanmış olan bir cumhuriyete
nisbetle, kendi hemşerilerinden birinin boyunduruğuna daha güçlükle girer.
13. BÖLÜM
YARDIMCI,
KATIŞIK VE YERLİ ASKERLER HAKKINDA
1— Faydasız kuvvetlerin diğeri olan yardımcı kuvvetler,
kendi ordusu ile hükümdâra yardım etmesi ve koruması için kudretli bir hükümdâr
davet edildiği zaman beraberinde gelen kuvvetlerdir. Can kurtarma akçası (Eskiden
"Fİdyei Necat" şeklinde kullanılırdı.) kurulmuş yardımcı kuvvetler iyi
ve faydalı olabilirler. Fakat onları çağıranlar için daima zararlıdırlar. Çünkü
savaşı kaybederlerse mağlûp olduğunla kalırsın, kazanınca da onların esiri olur.
Mesela; İstanbul İmparatoru, komşularına karşı
koymak için, Yunanistan'a onbin Türk koydu; bunlar, muharebe bitince, oradan
gitmek istemediler ki bu da, Yunanistan'ın Türkler tarafından esir edilmesinin
başlangıcı oldu.
2—Zafer kazanmayı isteyen hükümdâr, para ile
tutulmuşlardan daha tehlikeli oldukları için, yardımcı kuvvetleri kullanmasın.
Çünkü bunlarla felâket muhakkaktır; hepsi de birliktirler ve hükümdârdan
başkasına itaata alışkındırlar. Fakat para ile tutulmuş kuvvetler ise, muzaffer
olsalar dahi, hükümdâra zararlı olmaları için, (hepsi bir bütün teşkil etmediklerinden
onları tedarik edip masraflarını hükümdâr ödediğinden) daha çok zamana ve daha
büyük fırsata ihtiyaçları vardır; bu kuvvetlerin başına komutan olarak
getireceğin bir kimse hükümdâra zararlı olabilecek kadar bir otoriteyi kısa
zamanda kazanamaz Hülâsa, ücretli askerlerde gevşeklik, yardımcı kuvvetlerde de
değerlilik daha tehlikelidir.
3—Akıllı bir hükümdâr, daima, bu gibi kuvvetlerden
kaçınır ve kendi kuvvetlerine baş vurur; başkalarının kuvvetleriyle
kazanılan zaferin gerçek bir zafer olmadığını bildiği için de, başkalarının silahlariyle
muzaffer olmaktansa kendi kuvvetleriyle mağlûp olmağı tercih eder.
4—Ücretli askerler ve satı alınan silahlar
faydalı değildir. Tevrat’ta bu konuya uygun bir hikâye vardır. Meydan
okuyan Filistin'li Goliat'a karşı gidip dövüşmek üzere Davut aleyhisselâm
kendini ileri sürünce, Kral Saul, cesaretlendirmek amaciyle, onu kendi silahlariyle
silahlandırdı; Davut aleyhisselâm bu silahları kuşanınca bunlarla kendini iyi
kullanamıyacağını ve bunun için kendi sapanı ve bıçağı ile düşmanın karşısına
çıkacağını söyleyerek Saul'un silahlarını reddetti. Hülâsa, başkasının silahları
ya üstünden dökülür, ya ağır gelir veya sıkar.
6. Kral XI. Louis'nin babası VII, Charles talihi ve
liyakati ile Fransa'yı İngiliz'lerden kurtarınca, kendi silahlariyle silahlanmak
zaruretini duydu ve ülkesinde yaya ve atlı sınıfları kurdu. Daha sonra ise oğlu
Kral Louis yayaları lağvetti ve İsviçrelileri para ile tutmağa başladı; öteki Kralların
da takip ettiği bu hata, bugün fiilen görüldüğü gibi, krallıktaki tehlikelerin
sebebidir. Çünkü İsviçre'lilere itibar ve şöhret kazandırmakla bütün kendi
kuvvetlerini alçalttı. Çünkü yaya kıtalarını tamamiyle dağıtmakta kendi
süvarilerini yabancı kıtalara tâbi kıldı. Çünkü İsviçreliler ile birlikte
savaşmağa alışık oldukları için, bunlar olmayınca, galip gelebileceklerine
ihtimial vermezlerdi. Fransız'ların İsviçre'lilere karşı gelememeyişleri ve
bunlar olmadıkça da başkalariyle boy ölçüşemeyişleri bundan ileri gelir.
İnsanların ihtiyatsızlığı öyle bir işe başlatır ki, evvelce veremliler için dediğim gibi, başlangıçta iyi göründüğü için altında saklı olan zehrin farkına varılmaz.
5— Bir ülkede, kötülükleri doğdukları anda farketmiyen kimse, gerçekten hakîm değildir: hakîm olmak ise pek az kimseye vergidir.
Roma İmparatorluğunun yıkılışının ilk sebebi aranırsa, bunun, yalnızca,
Got'ları ücretle tutmağa başlaması olduğu görülür. Çünkü bu başlangıçla Roma
İmparatorluğunun kuvvetleri soysuzlaşmağa yüz tutmuştu ve İmparatorluktan
eksilen tekmil bu meziyet ve liyakat Got'lara katılmış oluyordu.
Kendi özel ordusu bulunmadıkça hiç bir hükümdârlık
emniyette değildir; bilâkis, kötü günde kendisini imanla koruyacak değerlere malik
bulunmadığı için, hep talihin oyuncağı olur.
Akıllı kimselerin, daima, kanaat ve hükmü şu olmuştur
ki "kendi özel kuvvetine dayanılmadığı halde kuvvetli gibi görünmek
kadar kararsız ve emniyetsiz bir şey yoktur.”
Özel kuvvetler ise ya vatandaşlardan ya uyruktan
teşekkül eden veya kendi adamlarınla yarattığın kuvvetlerdir: kalan hepsi ya
ücretli ya yardımcıdırlar.
Mesela: Büyük İskender'in babası Filip ile birçok
cumhuriyet ve hükümdârlıkların kendilerini nasıl silahlandırdıklarına ve düzenlediklerine
bakılırsa, kendi özel kuvvetlerini tertiplemek yolunu bulmak kolay olur ki, bu
düzenlere tamamiyle güvenilir.
14. BÖLÜM
SİLAHLI
KUVVETLER BAKIMINDAN BİR HÜKÜMDÂRI İLGİLENDİREN ŞEYLER HAKKINDA
1—Bir hükümdârın harpten ve onun düzenleri ile
idaresinden gayrı amacı, düşüncesi olmamalı, kendine, sanat olarak, başka
herhangi bir şey edinmemelidir. Çünkü komuta edene terettüp eden tek meşgale
budur. Ve bu o kadar tesirlidir ki, hükümdâr olarak doğanları mevkilerinde tutmakla
kalmaz. Fakat çok defa, halktan olan kimseleri bu dereceye yükseltir. Buna
karşılık görülür ki, hükümdârlar, savaştan ziyade süs ve eğlenceyi düşündükleri
zaman, devletlerini kaybetmişlerdir. Bunu kaybettiren ilk sebep de bu
san'atı ihmal etmektir; kazandıran sebep de bu san'atın mütehassısı olmaktır.
2— Savaşın zahmetlerinden kaçan hükümdârlar üstün
iken halktan birer kimse oldular. Çünkü silahsız bulunmanın getirdiği
fenalıklar arasında bir de hakir olmak vardır ki, bu, bir hükümdârın aşağıda
söyleneceği gibi sakınması gereken fena ünlerden biridir. Zira silahlı bir
kimse ile silahsız bir kimse arasında hiç bir nisbet yoktur ve silahlı olanın silahsız
olana istekle itaat etmesini ve silahsız olanın silahlı olan kulları arasında
güvenlik içinde bulunmasını akıl almaz. Çünkü birinde küçük görme, öbüründe de
kuşku bulunacağı için, bağdaşmaları mümkün değildir. Böylece askerlikten anlamayan
bir hükümdâr, söylediğim diğer mahzurlardan gayri, kendi askerlerinden saygı
görmez ve onlara güvenemez.
3—Hükümdâr, savaş faaliyetlerini hiç bir zaman
aklından uzak tutmamalıdır ve bunlarla barış zamanında, harp zamanında
olduğundan fazla, meşgul olmalıdır. Bunu da iki türlü yapabilir: biri amelî
olarak biri de fikren. Amelî olarak yapmak için askerlerini iyi teşkilâtlanmış
ve yetişmiş bir durumda tutmaktan başka, hükümdâr daima av ile uğraşmalı ve böylece vücudunu zahmetlere alıştırmalı ve bu arada, arazînin tabiatını tanımalı ve dağların nasıl yükseldiğini, vadilerin nasıl içerilere uzandığını, ovaların nasıl yayıldıklarını öğrenmeli ve
nehirlerle bataklıkların tabiatını anlamalı, ve bütün bunlara çok büyük önem
vermelidir. Bu bilgiler ise iki türlü faydalıdırlar: ilkin kendi memleketini
tanımak işi öğrenilir, böylece bunların savunmasını daha iyi kavrayabilir;
bundan sonra, bu yerleri tanımak ve bunlara alışmak sayesinde, yeniden incelemeğe
lüzum göreceği başka her bir yeri kolaylıkla anlayabilir. meselâ, bir yerde bulunan
tepeler, vadiler, ovalar, nehirler ve bataklıkların başka vilâyetlerdekilerle
bazı benzerlikleri vardır; öyle ki, bir vilâyetteki bir yerin tanınmasiyle
başkalarının da tanınmasına kolayca yol bulunur. Ve bu maharetten mahrum olan
bir hükümdâr, bir komutanın malik olması gereken ilk vasıftan mahrumdur
demektir. Çünkü bu vasıf düşmanı arayıp bulmağı, ordugâh kurmağı, orduları
düşmana doğru yürütmeği, muharebe düzenini almağı, kendine faydalı olacak şekilde
tahkimli yerleri muhasara etmeği öğretir.
4— Akhai'lilerin hükümdârı Filipomene'ye yazarların
yaptıkları övmeler arasında, barış zamanında, muharebeyi gütmek usullerinden
başka asla bir şey düşünmediği de yer tutar; dostları ile kırlarda bulunduğu
zaman, çok kere, durur, onlarla tartışmalar yaparmış: düşman şu tepede bulunsa,
biz de ordumuzla burada bulunsak, hangimiz üstün durumda olurduk?
Düzenimizi bozmadan ona taarruz etmek için nasıl
yanaşırdık?
Çekilmek istesek nasıl yapardık?
Onlar çekilseler nasıl kovalardık?
Ve bir ordu için zuhur edebilecek bütün halleri,
yol boyunca, dostlarına öne sürermiş; arkadaşlarının mütalâalarını dinler,
kendi fikrini söyler ve onu sebepleriyle teyid edermiş, öyle ki, bu devamlı
düşünüş sayesinde, orduları güderken, hiç bir zaman, çaresini bilmediği hiç bir
aksilik çıkmazmış.
5— Zihninin geliştirilmesine gelince, hükümdâr,
tarihleri okumalı ve buralarda, mükemmel insanların yaptıklarını mülâhaza
etmeli, muharebelerde nasıl davrandıklarını görmeli, yenilgilerinin ve
zaferlerinin sebeplerini birnden kaçınabilmek öbürünü taklit edebilmek için
incelemelidir. Bilhassa, kendilerinden evvel gelip şeref ve şöhret kazanmış
bir kimseyi taklide yeltenen ve bunun harekât ve icraatını daima gözü önünde
tutan bir takım hakim insanların eskiden yaptıkları gibi hareket etmelidir. Nasıl
ki Büyük iskender'in Achille'i, Sezar'ın iskender'i, Scipio'nun Keyhusrev'i
taklid ettiği rivayet olunur. Ksenophon tarafından yazılmış olan
Keyhusrev'in hayatını okuyan bir kimse, daha sonra, Scipio'nun hayatını
okurken, bu taklidin kendisine ne kadar şeref kazandırdığını dürüstlük,
nezaket, insanhk ye cömertlikte, Ksenophon tarafından Keyhusrev hakkında
yazılan şeylere Scipio'nun ne kadar uymağa çalıştığını görür. Akıllı bir hükümdâr
bu gibi davranışlara riayet etmeli ve barış zamanında asla boş durmamalıdır. Fakat
bu zamanı, kara günde faydalanmak üzere, ustalıkla kullanmalıdır; tâ ki talih,
değiştiği zaman, onu kendisine karşı koyabilecek şekilde mücehhez bulsun.
15. BÖLÜM
İNSANLARIN
VE HÜKÜMDÂRLARIN, HANGİ ŞEYLERDEN DOLAYI ÖVÜLDÜKLERİ VEYA KÖTÜLENMELERİ
HAKKINDA
1—Birçok kimseler gerçekten mevcut oldukları hiç
bir zaman ne görülmüş ne işitilmiş cumhuriyetler ve hükümdârlıklar tasavvur
etmişlerdir. Nasıl yaşandığı ile nasıl yaşanması gerektiği arasında o kadar
fark vardır ki, yapılanı yapılması gereken biçim arasında öyle mesafe vardır ki
olana gözlerini kaparda yalnızca olması gerekeni görenler nasıl yaşamasını
değil nasıl canından olmasını öğrenmiştirler. Çünkü her yönde iyilik gütmek
isteyen kimse, iyi olmayan o kadar kimse arasında, yok olması tabiidir. Bu
sebeple kendini korumak isteyen bir hükümdâr için iyi olmamağı ve
icabına göre bundan faydalanıp faydalanmamağı öğrenmek lâzımdır.
2— Bütün insanlar ve daha yüksek mevkide oldukları
için, bilhassa hükümdârlar, kendilerinden söz edilirken, övücü veya kötüleyici niteliklerden
biriyle hükümlenirler. Bu şu demektir ki: kimi eli açık, kimi cimri; kimi
mükrim, kimi doymaz; kimi zalim, kimi merhametli; kimi aldatıcı, kimi sadık;
kimi kancık ve ödlek, kimi yavuz ve yüreği pek; kimi iyi yürekli, kimi kibirli;
kimi zevk ve eğlenceye düşkün, kimi afif; kimi mert, kimi hilekâr; kimi sert,
kimi yumuşak; kimi ağır başlı, kimi hoppa; kimi dindar, kimi dinsiz diye ve
bunlara benzer sıfatlarla tanınır. (İnsan kendini zorlamamalıdır.)
3—Bir hükümdârda, yukarıda söylenen sıfatlardan iyi
diye sayılanların bulunmasının çok beğenilecek bir şey olacağını herkes itiraf
eder. Fakat, insanlığın müsait olmayan tabiatından dolayı bunların hepsine
malik bulunamıyacağı, veya, bunlara tamamiyle riayet edilemiyeceği için, hükümdâr
o kadar ihtiyatlı olmalıdır ki devleti kaybettirmesin muhtemel kötü huyların
şerefsizliğinden kaçınmasını bilsin, ve devleti kaybettirmeyenlerden de, elinde
ise, sakınsın. Fakat sakınmazsa, aldırış etmese de olabilir. Bilhassa, onlarsız
devleti güçlükle muhafaza edebileceği kusurların kötü sanına uğramaktan
çekinmesin. Çünkü her tarafı iyice mülâhaza edilince, fazilet gibi görünen
fakat onlara uymakla felâket getirecek olan bazı şeyler ve kusur gibi görünen
fakat bunlara uymakla güvenlik ve refah sağlayacak başka şeyler bulmak
mümkündür.
16. BÖLÜM
CÖMERTLİK
VE TUTUMLULUK HAKKINDA
1—Cömert diye tanınmak iyi olur. Bununla beraber,
hükümdârı cömert tanıtacak gibi kullanılan cömertlik hükümdâra zarar getirir.
Çünkü gereği gibi ve ölçü ile kullanılırsa, bu hal cömertlik sayılmayacaktır ve
sonunda cimriliğin kötü sanından kurtulamıyacaksın. İnsanlar arasında
cömert adının kalmasını isteyebilmek için ise, debdebeye ait hiç bir şeyden
geri kalmamak lâzımdır; öyle ki, böyle bir hükümdâr, daima, bu gibi işlerde
bütün varını tüketecektir ve cömert adının devamını istiyorsa, sonunda, halka
olağanüstü vergiler yüklemek ve para edinmek için yapılabilen her şeyi yapmak
zorunda kalacaktır. Bu ise, onu, uyruğunun gözünde menfur kılmağa başlar; fakir
düşünce de herkesten az saygı görür; Öylesine biri bu cömertliği ile çoğunu
incittiği ve pek az kimseyi taltif etmiş olduğu için ilk fırsatta güçlüklerle
karşılaşır, ve ilk tehlikede kendisini o tehlikenin içinde bulur; bunu
takdir edip yol değiştirmek isteyince çabucak cimriliğin kötü sanına düşer.
2—Bir hükümdâr, herkesçe bilinecek gibi bu cömertlik
niteliğini, kendisine zararı dokunmaksızın, kullanamayınca tedbirli bir kimse
ise adının cimriye çıkacağını umursamamalıdır. Çünkü tutumluluğu sayesinde
gelirinin kendisine yettiği, kendisiyle savaşanlara karşı savunabildiği, hatta
yük olmadan teşebbüslere girişebildiği görülünce, zamanla, daima, daha cömert
sayılır; öylesine ki, hiç bir şeylerini almadığı herkese cömertlik yapmış olur
ki, bunlar çokluktur ve bütün bağışta bulunmadıklarına ise cimrilik yapmış
sayılır ki, bunlar da azlıktır. Zamanımızda, ancak cimri diye tanınanların
büyük işler yaptığını gördük; öbürleri sönüp gitmişlerdir.
3—Bir hükümdâr kendi uyruğunu soymağa mecbur
kalmamak, savunmasını yapabilmek, yoksul ve itibarsız düşmemek, soyguncu olmağa
mecbur olmamak için cimri diye tanınmasına az değer vermelidir. Çünkü bu, ona
hükümranlık ettiren kusurlardan biridir.
Bir kimse "Filan, cömertliği ile
İmparatorluğa yükseldi ve birçokları, cömert oldukları ve böyle tanındıkları için
çok büyük mertebelere ulaştılar." derse şöyle cevap verilebilir.
“Sen ya olmuş bitmiş bir hükümdârsın yahut onu elde
etmek yolundasın.”
Birinci halde bu cömertlik zararlıdır; ikincisinde
ise cömert tanınmak pek lüzumludur.
Bir kimse cevap olarak: "orduları ile büyük
işler yapan ve yine çok cömert tanınan hükümdârlar çoktur" derse, cevab
şudur:
“Hükümdâr ya kendinin ve uyruğunun malını, ya
başkalarının malını harcar. Birinci halde eli sıkı olmalıdır; öbür halde ise
cömertlikle ilgili hiç bir şeyi arkaya bırakmamalıdır.”
4— Ordusu ile sefere çıkan, soygun ile şehirleri
yağma etmek suretiyle, haraç ile yaşayan ve başkasının malından faydalanan bir hükümdâra
bu cömertlik lâzımdır; yoksa askerleri arkasından gelmez. Hükümdârın veya
uyruğunun olmayan şeylerle, Keyhusrev, Cesare ve Alekssandro'nun yaptığı gibi,
bol keseden bağışlar yapabilirsin. Çünkü başkasının malını harcamak
şöhretini azaltmaz, aksine çoğaltır; yalnızca kendi malını harcamaktır ki hükümdâra
ziyan getirir.
Cömertlik kadar kendi kendini bitiren bir şey
yoktur. Cömertlik
yaptıkça cömertlik yapmak gücü kalmaz ve ya yoksul ya itibarsız olursun yahut
yoksulluktan kaçmak için, soyguncu ve menfur olursun. Ve bir hükümdâr, birçok
sakınılacak şeyler arasından, bilhassa, itibarsız ve menfur olmaktan
sakınmalıdır; cömertlik ise hükümdârı bunların her ikisine de götürür. Bu sebeple,
cömert tanısınlar diye nefretli bir kotü şöhret getiren soyguncu adını
kazanmaktan ise, nefretsiz bir kötü şöhret getiren cimri adına razı olmak daha
büyük akıllılıktır.
17. BÖLÜM
ZALİMLİK
VE MERHAMET VE SEVİLMENİN Mi YOKSA KORKULMANIN MI DAHA iYi OLDUĞU HAKKINDA
1—Her hükümdâr zalim değil, merhametli tanınmağı
arzu etmelidir; bununla beraber bu merhameti fena kullanmaktan sakınmalıdır.
Bundan dolayı hükümdâr, uyruğunu birleşmiş ve sadakatte tutmak için zalimlik
kötü sanından kaygulanmamalıdır. Çünkü ibret verici pek az ceza sayesinde,
fazla merhametten dolayı boğazlaşmalar ve soygunlar doğuran kargaşalıkların
alıp yürümesine meydan verenlerden daha çok merhametli olur; sebebi şu ki bu
kargaşalıklar bütün bir topluluğa zarar getirirler, hükümdârdan gelen icraat
ise bir kişiye zarar verir.
Yeni devletler tehlikelerle dolu olduklarından bütün
hükümdârlar içinden yeni olan hükümdârın zalim adından sakınması mümkün
değildir. Virgilio, Didone'nin ağzından şöyle der:
“Durumun güllüğü ve saltanatın henüz yeni oluşu
beni bu gibi usullere başvurmağa ve hudutları çepe çevre muhafızlarla korumağa
mecbur ediyor.”
Bununla
beraber, yeni hükümdâr, inanmakta ve işe girişmekte ağır olmalı, korkuya da
kapılmamalı ve ihtiyat ve insafla ölçülü bir şekilde hareket etmelidir; tâ ki
aşırı güven onu ihtiyatsızlığa sürüklemesin ve aşırı güvensizlik çekilmez bir
hale getirmesin.
2— Bundan da bir tartışma doğar ki o da şudur:
Korkulmaktan ziyade sevilmek mi, yoksa aksi mi daha
iyidir?
Cevabı her ikisi de olmak gerekir. Fakat bunları
birleştirmek güç olduğu için ikisinden biri olamamak mevkiinde kalınırsa,
sevilmiş olmaktan ziyade korkulmuş olmak çok daha emniyetlidir. Çünkü insanlar hakkında, genel olarak, şu
denebilir ki: nankör, dönek, olduğundan başka türlü görünür, düşüncesini
gizleyici, tehlikeden kaçıcı ve kazançta açgözlüdürler ve onlara iyilik yapıldığı
müddetçe, ihtiyaçtan uzak olduğu zaman, hepsi hükümdârın yanındadırlar;
kanlarını, mallarını, canlarını, evlâtlarını hükümdâra teklif ederler. Fakat
sıkışıldığı zaman baş çevirirler. (Münafıklar)
Her şeyini insanların sözlerine dayamış olan bir hükümdâr,
başka hiç bir hazırlığı olmadığı için, yıkılır gider. Çünkü ruh asaleti ve
büyüklüğü ile değil de para ile kazanılan dostluklara hak kazanılır ama bunlar
elde edilemezler ve zamanı gelince onlardan istifade edilemez, insanlar ise,
kendisinden korkulan bir kimseye olmaktan ziyade, kendisini sevdirmiş olan bir
kimseye zarar vermekte daha az çekingendirler. Çünkü sevgi bir minnettarlık
bağı ile durur; insanlar ise kötü olduklarından her şahsî menfaat fırsatında bu
bağ kopar. Fakat korku hiç bırakmayan bir ceza kaygusu ile beslenir.
3—Hükümdâr, kendisinden korkulmağı öylesine
sağlamalı ki, sevgiyi kazanmasa bile, nefretten kaçınabilsin. Çünkü korkulmuş olmak
ve nefret edilmemek, pek âlâ, yanyana olabilir; bunu da hemşerilerinin ve
uyruğunun mallarına ve karılarına göz dikmemekle daima sağlayabilir.
Yine birinin kanına girmek icap ettiği zaman bunu
uygun delil ve apaçık sebep olunca yapmalıdır. Fakat, her şeyden ziyade, başkasının malından elini
çekmelidir. Çünkü insanlar babalarının ölümünü, mal ve mülklerinin
kaybolmasından daha çabuk unuturlar. Bundan başka, mala el koymak
bahaneleri hiç eksik olmaz ve yağma ile geçinmeğe başlayan bir kimse
başkalarının malını almak için daima bahane bulur; bunun tersine olarak cana
kıymak bahaneleri ise daha seyrektir ve daha çabuk azalır.
4—Hükümdâr ordusu ile beraber bulunduğu ve
kalabalık bir askeri idare ettiği zaman, o vakit, zalim adından hiç kaygulanmamalıdır.
Çünkü bu ün olmadıkça, bir ordu hiç bir zaman derli toplu ve herhangi bir
savaşa hazır tutulamaz. Anibal’ın çok beğenilen, icraatı arasından şunu hikâye
ederler:
Sayısız milletlerden karma olarak meydana gelmiş,
yabancı topraklarda savaşa sürülmüş çok büyük bir ordusu olduğu halde gerek
talihli gerek talihsiz günlerinde, ne aralarında ne de hükümdâra karşı bir
anlaşmazlık çıkmadı.. Bu ise ancak onun insanca olmayan zalimliğinden dolayı
olabilmiştir ki, bu zalimliği, sayısız başka meziyetleri ile birlikte, onu
askerinin yanında saygıya değer ve korkunç kıldı ve zalimliği olmasaydı bu
tesiri hâsıl etmeye öteki meziyetleri yetmezdi. Az dikkatli muharrirler ise bir
yönden onun bu icraatını beğenirler, öteki yönden, bunun başlıca sebebini
ayıplarlar.
5—İnsanlar kendi keyiflerine göre sevdiklerinden ve
hükümdârın davranışına göre korku duyduklarından, akılla bir hükümdâr,
başkasına ait olan bir şey üzerine değil kendisine ait olan bir şey üzerine
dayanmalıdır; ancak, menfur olmaktan sakınmağa da çare bulmalıdır.
18. BÖLÜM
HÜKÜMDÂRLARIN
VERDİKLERİ SÖZÜ NASIL TUTMALARI GEREKTİĞİ HAKKINDA
1— Bir hükümdâr için sözüne sadık kalması, namuslu
yaşamasının ne kadar övgüye değer olduğunu herkes takdir eder; bununla beraber
zamanımızda, verilen söze az önem vermiş ve kurnazlıkla insanların başlarını
döndürmesini bilmiş bazı hükümdârların büyük işler başarmış olduklarını tecrübe
göstermektedir; sonunda da bunlar doğruluğa dayanmış olanları geçmişlerdir.
2— Mücadele
için iki yol vardır.
a- Kanunlarla
b- Kuvvetle
Birincisi insanlara mahsustur, ikincisi hayvanlara.
Fakat birincisi çok kere yetmediği için ikinciye başvurmak lâzım gelir. Bundan
dolayı bir hükümdâr için insan ve hayvan tarafını iyi kullanmasını bilmek
lâzımdır. Bu cihet, hükümdârlara, eski muharrirler tarafından kapalı olarak
öğretilmiştir: bu muharrirler Aşil'nin ve o eski hükümdârlardan daha birçoğunun,
terbiyesi altında yetişsinler için, büyütülmek üzere Chirone adındaki Centaure'
ye[31] nasıl teslim edildiklerini anlatırlar. Yarı insan,
yarı hayvan bir mürebbiye malik bulunmak, bir hükümdâr için, bu tabiatların her
ikisini de kullanmasını bilmek gerektiğinden başka bir şey demek değildir ve bu
tabiatlardan biri olmaksızın ötekisi devamlı olmaz.
3— Mademki bir hükümdâr hayvan tarafını iyi
kullanmayı bilmek zorundadır, bunlardan arslan ve tilkiyi seçmesi lâzımdır.
Çünkü arslan tuzaklara karşı savunamaz, tilki de kurtlara karşı savunamaz.
Bundan dolayı tuzakları tanımak için tilki olmak ve kurtları korkutmak için
arslan olmak gerekir. Sadece arslanlık yapmak istiyenler hiç bir şey anlamıyorlar
demektir. Bundan dolayı, ihtiyatlı bir hükümdâr, verdiği sözü tutmak kendi
aleyhine dönerse ve bu sözü vermeği gerektiren sebepler ortadan kalkınca,
sözünde ne durabilir ne de durmalıdır. İnsanların hepsi de iyi olsalardı bu
kaide iyi olmazdı. Fakat kötü oldukları için ve hükümdâra karşı sözlerinde
durmayacakları için, hükümdârın da onlara verdiğin sözde durmağa mecbur değildir.
Bir hükümdâr için verdiği sözde durmamağı örtecek
meşru sebepler hiç bir zaman eksik olmamıştır. Bu konuda zamanımıza ait sayısız
misaller vermek ve hükümdârların sözlerine sadakatsizlikleriyle ne kadar
vaadin, ne kadar bansın beyhude yapılıp iptal edildiğini göstermek mümkündür:
ve tilki olmasını en iyi bilenin işi en iyi gitmiştir. Fakat bu tabiatı iyice
boyamasını bilmek ve olduğundan başka türlü görünmesini, düşüncelerini
gizlemesini çok iyi becermek lâzımdır; insanlar ise o kadar basittirler ki ve
hâlin zaruretlerine o kadar tabidirler ki aldatmak isteyen daima aldanacak birini
bulur.
4— VI. Aleksandro insanları aldatmaktan başka asla
bir şey yapmamış, asla bir şey düşünmemiş ve her zaman aldatabilecek kimseler
bulmuştur. Ve teminat verirken ondan çok tesir yapan, en az riayet edeceği bir
şeyi en büyük yeminlerle teyit eden başka bir adam görülmemiştir. Çünkü dünyanın
bu tarafını pekiyi biliyordu. Böylece, bir hükümdâr için, yukarıda söylenen bütün
niteliklere malik olmak gerekli değildir. Fakat onlara sahip imiş gibi görülmek
gereklidir. Bu niteliklere sahip olununca ve daima onlara riayet edilince
zararlıdırlar; var gibi görününce ise faydalıdırlar; merhametli, sadık,
insanlık sever, doğru, dindar görünmek ve olmak gibi. Fakat böyle olmamak
gerekince aksini yapmasını bilmeğe ve ona muktedir olmağa ruhça hazır olmak
şartiyle.
Bir hükümdâr ve bilhassa yeni bir hükümdâr, devleti
muhafaza edebilmek için, ekseriya, verilen söze, merhamete, insanlığa, dine
karşı hareket etmek mecburiyetinde olduğu için bir kimse hakkında "iyi
insandır" dedirten bütün bu şeylere riayet edemez. Böylece, talih
rüzgârlarının ve ahval değişikliklerinin emrine göre dönmeye alışkın bir ruh taşıması
ve yukarıda dediğim gibi, imkân bulunca, iyilikten uzaklaşmamasıdır. Fakat gerekince,
kötülüğe başvurmasını bilmesi lâzımdır.
5—Bir hükümdâr, yukarıda söylenen beş vasıfla
dolu olmayan bir sözün, hiç bir zaman, ağzından çıkmamasına ve kendisini görüp
dinleyenlere merhametin, sadakatin, doğruluğun, dinin tâ kendisi olarak
görünmeğe çok dikkat etmelidir. Ve bu sonuncuya sahipmiş gibi görünmek
kadar lüzumlu bir şey yoktur, insanlar, genel olarak, elleriyle olmaktan ziyade
gözleriyle hüküm verirler. Çünkü herkes görebilir fakat pek az kimse
hissedebilir. Herkes, hükümdârı göründüğü
gibi görür, pek az kimse ne olduğunu hisseder; bu pek az kimse de, devlet
nüfuzunun koruduğu çoğunluğun kanaatına karşı koymağa cesaret edemez.
Bütün insanların, bilhassa, yargılayıcısı bulunmayan
hükümdârların icraatında neticeye bakılır. Bunun için bir hükümdâr muzaffer
olmağı ve devleti muhafaza etmeği sağlasın, vasıtalar daima muteber ve makbul
sayılır ve herkesçe övülür. Çünkü halk görünene ve olana, kapılır; dünyada
ise halktan başka bir şey yoktur. Çoğunluğun dayanacak yeri olunca,
azınlığın sözü olmaz. Adını söylemek uygun düşmeyen zamanımızdaki bir hükümdârın
ağzı barış ve doğruluktan gayrı söz etmez; hâlbuki her ikisinin de en büyük
düşmanıdır; bunlara riayet etmiş olsaydı, bunlar bir kaç defa, ya itibarını
veya devletini kaybettirirlerdi.
19. BÖLÜM
HAKİR VE
NEFRET EDİLEN OLMAKTAN NASIL KAÇINILACAĞI HAKKINDA
1—Hükümdâr kendisini menfur ve itibarsız kılan
şeylerden sakınmağa çalışmalıdır ve bunlardan her ne zaman kaçınırsa, kendisine
düşeni yapmış olur ve öbür kusurlarında hiç bir tehlikeye uğramaz. Evvelce
söylediğim gibi, bir hükümdârı her şey ziyade menfur kılan açgözlü olması,
uyruğunu soyması ve kanlarını gasbelmesidir ki işte bundan sakınmalıdır: ve
genel olarak insanlar, mal ve şerefleri ellerinden ne zaman alınmazsa, rahat
yaşarlar; o vakit yalnız bir azlığın ihtirası ile savaşmak kalır ki, bu ihtiras
bir çok şekilde ve kolaylıkla frenlenebilir. Dönek, ciddiyetsiz, kancık, ödlek
ve kararsız tanınmak hükümdârı hakir kılar ki bundan, tehlikeden kaçar gibi,
kaçınmalı ve icraatında büyüklük, yürek pekliği, ağır başlılık, kudret sezilsin
İçin tertip almalı, uyruğunun hususî, entrikalarına karşı hükmünün
değiştirilmez olduğunu göstermeli ve kendi hakkında öyle bir kanaat yaratmalı
ki hiç kimse onu ne aldatmağı ne de atlatmağı düşünebilsin.
2— Kendi hakkında bu kanaati veren bir hükümdâr çok
ünlü olur ve ünlü olana karşı güçlükle fesat kurulur, güçlükle saldırılır;
yeter ki mükemmel bir insan olduğu ve halkı tarafından saygı gördüğü bilinsin.
Çünkü bir hükümdârın, biri içeride uyruğu sebebiyle, diğeri dışarıda yabancı hükümdârlar
sebebiyle, iki korkusu olmalıdır. Sonuncuya karşı iyi silahlar ve iyi dostlarla
savunur ve iyi silahları olunca daima iyi dostları da olur ve dış işler sağlam
oldukça içerideki işler de, evvelce bir fesat ile bulandırılmamış ise, daima
sağlam olur. Dışardakiler kıpırdasalar bile, hükümdâr tertipli ise, her türlü
saldırışa daima dayanır.
3—Uyruğa gelince, dışardaki işlerle kaynaşmasa
bile, gizli olarak fesat kurmalarından korkulur; bundan da hükümdâr, menfur
veya hakir olmaktan kaçınmakla ve halkı kendisinden hoşnut kılmakla pekâlâ
korunabilir ki bu hususları, yukarıda uzun uzadıya söylendiği gibi, sağlamak
gerekir. Fesatlara karşı bir hükümdârın malik olabileceği en tesirli
çarelerden biri de umumun nefretini kazanmamaktadır. Çünkü fesat kuran kimse,
daima, hükümdârın ölümü ile halkı tatmin edeceğine inanır. Fakat bununla halkı
inciteceğine inanırsa böyle bir karar almağa cesaret etmez. Çünkü fesatçıların
önüne dikilen güçlükler sayısızdır. Fırsatların çok, fakat muvaffak
olanlarının az olduğu tecrübe ile görülür. Çünkü fesat kuran bir kimse yalnız
olamaz ve ancak gayrı memnun olduklarını sandığı kimselerden arkadaş seçebilir;
ve bir gayrı memnuna kendi niyetlerini açar açmaz ona memnun olmak için fırsat
vermiş olursun. Çünkü hükümdârın niyetini açığa vurmakla o bundan her türlü
nimeti ümit edebilir: öylesine ki bu tarafta kazancı emin, o bir tarafta ise
şüpheli ve tehlikelerle dolu göründüğünden, hükümdâra sadık kalması için ya az
bulunur bir dost, yahut hükümdârın inatçı bir düşmanı olması gerekir.
4—Fesat kuranın tarafında ancak korku, kıskançlık
ve onu yıldıran ceza şüphe ve endişesi bulunur. Fakat hükümdâr tarafında ise hükümdârlığın
haşmeti, kanunlar ve kendisini koruyan devletin ve dostlarının savunma
vasıtaları vardır: Öylesine ki, bütün bunlara halkın sevgisi de katılınca, bir
kimsenin fesat kuracak kadar delicesine cür'etkâr olması imkânsızdır. Çünkü
fesat kuran bir kimsenin, bayağı hallerde, kötülüğünü yapmadan önce korkması
gerekirse, böyle bir halde, fenalık yapıldıktan sonra millet ona düşman olacağı
ve bundan dolayı, sığınacak hiç bir yer ümit edemiyeceği için, daha çok
korkması lâzımdır.
5—Bir hükümdâr, halk kendisini sevdikçe fesatlara
az önem vermelidir. Fakat halk kendisine düşman ise ve kendisinden nefret
ediyorsa, her şeyden ve herkesten korkmalıdır. Ve iyi düzenlenmiş devletlerle
akıllı hükümdârlar büyükleri ümitsiz bir hale getirmemeği, halkı hoşnut ve
memnun etmeği, her çareye başvurarak, düşünmüşlerdir. Çünkü bu husus bir hükümdârın
en önemli meselelerinden biridir.
6— Zamanımızda iyi düzenlenmiş ve iyi idare edilen devletlerarasında
hükümdârın güvenliğinin ve hürriyetinin bağlı olduğu sayısız iyi müesseseler
vardır; bunlardan birisi parlâmento ve onun otoritesidir.
Ancak hükümdâr, büyüklerin ihtirasını ve küstahlığını
bilmeli, ağızında bunları yola getirecek bir fren bulundurmalı, onların
lüzumuna hükmederken, diğer taraftan, halkın onlara karşı oluşu ve korkuya
dayanan nefretide bahane ederek ve halkı da emniyette tuttuğunu göstermelidir.
Halkı tuttuğu zaman büyüklere ve büyükleri tuttuğu
zaman halkla çıkabilecek anlaşmazlık yükünü üzerinden kaldırmak maksadı ile parlâmentonun
uğraşmasını istemelidir. Ayrıca
hükümdârın tepki görmemesi için, büyükleri ezecek ve küçükleri tutacak bir
üçüncü hâkimlikte kurmalıdır. Bundan daha iyi ve ihtiyatlı ve hükümdârın
iktidârının güvenliğini daha çok sağlayacak bir düzen yoktur. Yani hükümdârlar
sıkıntı ve yük teşkil eden şeyleri başkalarına idare ettirmeli, lütuf ve atifet
işlerini ise kendileri idare etmelidir.
Sonuç olarak bir hükümdâr büyükleri kollarken halkın
nefretini kazanmamalıdır.
7— Bazı Roma İmparatorlarının hayat ve ölümleri
göz önünde tutulunca, bir takımının daima büyük ruh fazileti göstermelerine ve
kusursuz yaşamalarına rağmen İmparatorluğu ellerinden kaçırdıklarını veya
kendilerine karşı fesat kuran kendi adamları tarafından öldürüldüklerini
görmekle aykırı misaller bulunduğu, birçok kimselerce düşünelebilir.
8— İlkin şu husus kayda değer ki öbür hükümdârlıklarda
yalnız büyüklerin ihtirasları ve halkın küstahlığı ile uğraşmak icap ederken,
Roma İmparatorları için askerlerin zalimliğine ve aç gözlülüğüne katlanmak gibi
üçüncü bir güçlük de vardı. Hemhal ki hem askeri memnun etmek güç olduğu için,
bu iş o kadar güç idi ki birçoklarının mahvına sebep oldu. Çünkü halk rahatı,
bu sebeple de, sessiz hükümdârları severdi; askerler ise asker yürekli, kavgacı,
zalim ve açgözlü olan hükümdârları severlerdi. Çift maaş alabilmek, kendi
zalimliklerini, aç gözlülüklerini doyurabilmek için hükümdârın, bu nitelikleri
milletler üzerinde tatbik etmesini isterlerdi.
9— Bunun neticesi olarak, tabiatları veya beceriklilikleri
bakımından, gerek halkı gerek askeri sıkı altında tutabilecek kadar büyük bir
şöhrete malik olmayan imparatorlar yıkılıp gidiyordu ve bunların çoğu, bilhassa
evvelce devlet hizmetinde bulunmadan hükümdârlığa yükselenler, birbirine aykırı
bu iki zıd mizacın güçlüğünü görünce, halka kötülük etmeği az önemli sayarak
askeri memnun etmek yolunu tutarlardı. Böyle davranmaksa lüzumlu idi. Çünkü, hükümdârlar
herhangi birinin nefretini kazanamamazlık edemeyince, ilkin topluluğun
nefretini kazanmamağa çalışmalıdırlar; bunu yapmadıkları zaman ise, her çareye
baş vurarak, daha kudretli olan topluluğun nefretinden kaçınmaya gayret
etmelidirler. Böylece, yeni oldukları için olağanüstü yardımlara muhtaç olan
imparatorlar, halktan ziyade askerlere yanaşırlardı ki, bu da, yine hükümdâr
bunların karşısında itibarını muhafaza etmeği bilip bilmediğine göre fayda veya
zarar getirirdi.
10—Nefret, fena icraatla olduğu kadar, iyi icraatla
da kazanılır. Böylece yukarıda söylenildiği gibi bir hükümdâr, devletini elinde
tutmak isteyince, çok zaman, iyi olmamağa mecbur olur. Çünkü yerinde
tutunabilmek için kendisine muhtaç olduğuna hükmettiğin topluluk ister halk,
ister asker, ister büyükler olsun bozuk ise, onu memnun etmek için onun huyuna
uymaklığın uygun düşer; o engel ise iyi icraat hükümdâra zararlı olur. Fakat IV.Aleksandro'ya gelelim: bu zat o kadar
iyilik sahibi idi ki, ona atfedilea övmeğe değer başka işleri arasında şu da
vardı: İmparatorluğu elinde tuttuğu on dört yıl içinde yargılanınaksızın hiç
bir zaman hiç bir kimse öldürülmemiştir, Bununla beraber zevkine düşkün ve
anası tarafından idare edilen bir kimse olarak tanındığı ve bundan dolayı
itibarı bozulduğu için, ordu ona karşı fesat kurdu ve onu öldürdü.
12—Halkı ezmekle beraber, askerleri kendine dost
edinmek suretiyle daima başarı ile hüküm sürebilirsin. Zira ve askerlerin
yanında olmasıyla, halk hayret ve şaşkınlık içinde kalsalarda, askerler, memnun
ve hürmetkâr kalırlar.
14—Ölümler hükümdârlar için kaçınılmaz ölümlerdir.
Çünkü ölmekten çekinmeyen herhangi bir kimse her işi pek âlâ yapabilir.
Fakat hükümdâr bundan az korkmalıdır, günkü bu işler çok seyrek olur. Ancak
kullandığı ve hükümdârlığının hizmeti için yakınında tuttuğu kimselerden
herhangi birine ağır bir kötülük yapmaktan sakınmalıdır:
15—Hükümdâr askerleri kendisine bağlamak için
başıboş bırakmamalı. Vekarını korumalı ve imparatorluk haşmetine yaraşmayan
bayağı işler ile uğraşmamalıdır. Yoksa askerler yanında da itibarsız olduğu
gibi, halk tarafından menfur biri olur.
16— Halktan ziyade askerleri memnun etmek gerekiyor
idi ise bu keyfiyet askerlerin halktan ziyade kudretli oldukları içindi: şimdi
ise Türk ve Sudan'lı hükümdârlar müstesna bütün hükümdârlar için askerlerden
ziyade halkı memnun etmek daha çok gereklidir. Çünkü halk askerlerden
kudretlidir.
17— Devletinin kudret ve güvenliğinin bağlı bulunduğu
on iki bin piyade ve on beş bin atlıyı daima yanında bulunduran Türk hükümdârını
istisna ediyorum; bu beyin, başka hiç bir mülâhazaya bakmadan, bunları kendine
dost olarak muhafaza etmesi lâzımdır, Sudan devleti de, bunun gibi, tamamiyle
askerlerin elinde olduğu için bu hükümdâr da halka bakmaksızın bunları kendine
dost olarak muhafaza etmelidir. Şunu da hatırda tutmalısınız ki bu Sudan
devleti bütün öbür hükümdârlıklardan başka türlüdür. Çünkü bu, ne babadan kalma
hükümdârlığa ne de yeni hükümdârlık adı verilebilen hıristiyan papalığına
benzer; şundan dolayı ki varis olanlar ve beylikte kalanlar eski hükümdârın
oğulları değildir. Fakat yetkili olanlar tarafından bu makama seçilen
kimselerdir. Bu düzen ise eski olduğu için buna yeni hükümdârlık denemez. Çünkü
bunda yeni hükümdârlıkta bulunan güçlüklerden hiçbiri bulunmamaktadır. Çünkü hükümdâr
yeni olmakla beraber bu devletin nizamları eskidir ve yeni hükümdârı, babadan
kalma hükümdârları imiş gibi, karşılayacak şekilde düzenlenmiştir.
21—İmparatorların mahvına sebep olarak nefret ve
itibarsızlığı görecek ve bir kısmı bir türlü, bir kısmı da başka türlü
davrandıkları halde, bu kısımların her birinde, hükümdârlardan birinin iyi ötekilerinin
fena bir akıbetle karşılaştıklarının da sebebini anlıyacaktır. Çünkü yeni hükümdâr,
veraset ile gelen hükümdârı taklit etmek lüzumsuz ve zararlı olduğudur.
20. BÖLÜM
HÜKÜMDÂRLARIN
HER GÜN YAPTIKLARI KALELERİN VE DAHA BİRÇOK ŞEYLERİN FAYDALI OLUP OLMADIKLARI
HAKKINDA
1— Bir takım
hükümdârlar, devletlerini güvenle tutabilmek için, uyruklarını silahsızlandırmışlar;
başka bir takımı da hükümleri altındaki ülkede ayrılıklar yaratmışlar; kimi de
kendi aleyhlerine düşmanlıklara yer vermiş; başkaları da, saltanatlarının
başlangıcında, kendilerine şüpheli olan kimseleri kazanmak yolunu tutmuşlar;
kimi kaleler inşa emiş kimi ise bunları yıkıp yok etmiştir. Buna benzer bir
takım kararlar almak mecburiyetinde kalan devletlerin özelliklerine girmeden
bütün bu şeyler hakkında kesin hüküm verilememektedir.
2— Yeni bir hükümdârın kendi uyruğunu silahsızlandırması
hiç olmamıştır; aksine, silahsız olduğu zaman daima silahlandırmıştır. Çünkü silahlandırmakla
bu silahlı kuvvetler hükümdârın malı olur, şüpheli olanlar sadık olurlar, sadık
olanlar da sadık kalırlar, uyruğun da kendi taraftarın haline gelir. Uyruğun
hepsini silahlandırmak mümkün olmadığı için silahlandırdık larına yaptığın
iyilik sayesinde ötekiler daha güvenle idare edilirler. Kendilerine yapıldığını
gördükleri bu muamele farkı onları hükümdâra karşı minnet altında bırakır;
ötekiler ise, daha çok tehlikeli işlerde ve zahmet altında bulunanların daha
itibarlı olmaları gerektiğini düşünerek, hükümdârı mazur görürler. Fakat hükümdâr
uyruğunu silahsızlandırdığı vakit, ya korkak veya hain oldukları için onlara
güvenmediğini göstermek suretiyle, onları incitmeğe başlarsı. Bu kanaatlarının
her ikisi de hükümdâra karşı nefret doğurur. Silahsız kalamıyacağı için de
ücretli milislere yönelmek gerekecektir; bunlar ise evvelce söylenen niteliktedirler
ve iyi olsalar bile, kudretli düşmanlara ve şüpheli uyruklarına karşı hükümdârı
koruyacak kadar olamazlar.
3—Yeni bir ülkedeki yeni bir hükümdâr, daima,
ordusunu düzenlemiştir. Tarihler bu misallerle doludur. Fakat bir hükümdâr,
kendi eski devletine bir uzuv olarak kattığı yeni bir ülke edinince, o zaman
burayı zaptederken hükümdâra taraftarlık edenler müstesna bu ülkeyi silahsızlandırmak
gerekir. Ancak bu taraftarları dahi zamanla ve fırsat düştükçe, gevşek ve
zevkine düşkün bir hale getirmek lâzımdır. İşi öylesine düzenlemek gerekir
ki, eski hükümdârın devletindeki bütün silahlı kuvvetler yakınında yaşayan
kendi öz askerlerinin eline aktarmalıdır.
4—Hükümdârın hiziplerini yaşatıp kan dökecek kadar
işi azıtmalarına müsaade etmemekle beraber, aralarındaki bu ayrılığı besleyip
yurtdaşları kendi kavgalarıyle meşgul etsede sonuç iyi olmaz. Çünkü sonuçta hükümdâr
mağlûp olur olmaz, bunlardan bir takımı cesaretlenip ve bütün devleti
ellerinden alırlar. Böylece bu gibi usuller hükümdârın zayıflığına delâlet
eder. Çünkü kudretli bir hükümdârlıkta bu gibi ayrılıklara hiç bir zaman
müsaade edilmez; zira bunlar ancak barış zamanında fayda verirler: barışta
uyruğu bu yol ile daha kolay idare etmek mümkündür. Fakat savaş gelip çatınca,
bu gibi düzenlerin boşluğu meydana çıkar.
5— Hiç şüphe yok ki, hükümdârlar, kendilerine karşı
çıkarılan güçlükler ve yapılan karşı koymaları yendikleri zaman büyük olurlar;
ve bunun için talih, bilhassa soydan gelen bir hükümdârdan ziyade şöhret
kazanmağa daha çok ihtiyacı olan yeni bir hükümdârı büyük kılmak istediği
zaman, düşmanlar yaratıp bunları ona karşı harekete getirir; tâ ki hükümdâr
bunları yenmek ve kendi düşmanlarının getirdiği bu merdivenle daha yükseğe
çıkmak fırsatını bulur.. Hattâ bir çok kimseler, akıllı bir hükümdârın,
fırsatını bulunca, kendine karşı kurnazlıkla bir takım düşmanlıklar kışkırtması
gerektiği düşüncesindedirler; tâki bunları ezmekle kendi büyüklüğü artmış
olsun,
6— Hükümdârlar, bilhassa yeni olanlar, ilkin kendisine
yakınlık gösterenlerden ziyade, devletlerinin başlangıcında şüpheli sayılmış
olan kimselerden daha çok sadakat ve fayda görmüşlerdir. Başlangıçta hükümdâra
düşman olmuş olan kimseler tutunabilmek için dayanağa muhtaç cinsten iseler hükümdâr
daima büyük kolaylıkla bunları kazanabilir; bunlar da, haklarında edinilen fena
kanaati amelleriyle silmenin daha lüzumlu olduğunu anladıkları nisbette, hükümdâra
sadakatle hizmet etmeğe daha çok mecbur olurlar. Böylece hükümdâr, fazla
emniyet içinde hizmet gördüklerinden şahsî menfaatlerini kollayanlara nisbetle
daima bunlardan daha çok fayda elde eder.
7—İç yardımlar sayesinde yeni bir ülke edinen hükümdârlara,
kendisine yardım eden kimseleri bu işe sürükleyen sebepleri iyice mülâhaza
etmelidir. Bunun sebebi kendisine karşı tabii bir sevgi olmayıp da yalnızca
evvelki devletten memnun olmayışları ise, büyük zahmet ve güçlükle bunları dost
edinebilecektir. Çünkü kendisinin de bunları memnun edebilmesi kabil
olmayacaktır. Eski ve yeni olaylardan çıkarılan misaller üzerinde bunun
sebebini iyice inceleyerek, eski devletten memnun olmadıkları için kendisine
dost oluveren ve memleketin işgalini kolaylaştıranlardan ziyade, memnun olan ve
bundan dolayı kendisine düşman olan kimseleri dost olarak kazanmanın daha çok
kolay olduğunu görecektir.
8— Devletlerini daha çok güvenle muhafaza edebilmek
maksadiyle karşı gelmeyi tasarlayanlara gem ve dizgin olacak ve ansızın çıkacak
bir ayaklanmaya karşı emniyetli bir sığınak teşkil edecek kaleler inşa etmek hükümdârların
âdeti olagelmiştir. Bu usulü eskiden beri kullanılmıştır.
9— Yabancılardan ziyade halktan korkusu olan bir hükümdâr
kaleler inşa etmelidir. Fakat halktan ziyade yabancılardan korkusu olan ise
kaleleri bir yana bırakmalıdır. Aslında en iyi kale halkın nefretini kazanmamış
olmaktır. Çünkü kalelerin olmuştur. Eğer halk hükümdârdan nefret ediyorsa, bu
kaleler hükümdârı kurtarmamasından dolayı ki, silaha sarılmış halk için
dışardan yardıma gelecek yabancılar, hiç bir zaman, eksik olmaz. Zamanımızda bu
kalelerin herhangi bir hükümdâra yaradığı görülmemiştir; Bütün bunlar göz önünde
tutulunca kale inşa edenin de etmeyenin kalelere güvenerek, halkın nefretini
kazanmamalıdır.
21. BÖLÜM
İTİBARLI
OLMASI İÇİN BİR HÜKÜMDÂRA NELER YARAŞTIĞI HAKKINDA
1— Büyük teşebbüslere girişmek ve şahsına ait az
görülen iyilik misalleri vermek kadar bir hükümdârı itibarlı kılan hiç bir şey
yoktur.
2— Mülkî hayatta bir kimse, iyi veya kötü, olağanüstü
bir şey yapınca, onu mükâfatlandırmakta veya cezalandırmakta dedikodusu uzun
zaman sürecek bir usul tutmak çok faydalıdır. Ve bilhassa bir hükümdâr, her
bir icraatında büyük insan, fevkalâde zekâ ve maharet şöhreti kazanmağa gayret
sarf etmelidir.
3— Bir hükümdâr, gerçekten dost ve gerçekten düşman
olduğu zaman, yani hiç çekinmeksizin, bir başkasına karşı bir kimse ile birlik
olduğunu açıkça gösterdiği zaman da itibar kazanır. Bu yol, tarafsız olmaktan
daima daha faydalıdır. Çünkü kudretli iki komşu kavgaya tutuştukları takdirde
bunlar, ya biri galip gelince galipten korkmaklığın icabeden bir değerdedir
veya değildir. Bu iki halin herhangi birinde ortaya çıkmak ve azimle savaşa
katılmak hükümdâr için daima daha faydalıdır; şundan dolayı ki, birinci halde,
hangi taraftan olduğunu açıklamamışsan, daima galip gelenin yemi olursun;
mağlûp olan da bundan memnun olur ve zevklenir ve hükümdârı koruması ve kabul
etmesi için hiç bir sebep ve hakkın olmaz. Çünkü galip gelen şüpheli ve kara
günde kendisine yardım etmeyen dostlar istemez; mağlûp olan ise, silâhına
sarılarak onun talihine ortak çıkmak istemediği için hükümdârı kabul etmez.
4— Her zaman tarafsız kalmak hayır getirmez. Aitol'ler
tarafından gönderilen Antiothos, Romalıları kovmak üzere, Yunanistan'a
geçmişti. Antiokhos, Romalıların dostu olan Akhai'lilere, tarafsız kalmalarını
teşvik için, elçiler gönderdi; o bir yönden Roma'lılar ise, birlikte silâha
sarılmaları için, Akhai'lileri kandırmağa çalışıyorlardı. Bu konu, Akhanilerin
meclisinde tartışıldı; Antiokho'nun elçisi tarafsız kalmaları için ikna etmeğe
uğraşıyordu; buna ise Roma elçisi şu karşılıkta bulundu:
"Durumunuz ve güvenliğiniz için en iyi olduğu
söylenen tarafsız kalmak yoluna gelince, sizin için, bundan daha zararlı bir
şey yoktur. Çünkü muharebeye karşımazsanız hiç bir şeref ve merhamet
bulmaksızın galibin insafına kalır ve onun yemi olursunuz."
5— Dostun olmayana tarafsız kalmak istesende, dostun,
silâha sarılarak ortaya atılmanı istiyecektir.
Kararsız hükümdârlar ise, zamanının tehlikelerinden
kaçınmak için, çok kere, bu tarafsızlık yolunu tutmuşlarsada birçoğu yıkılıp gitmişler.
Hükümdâr cesaretle taraflardan bir guruba katılınca,
katıldığı taraf galip gelirse galibin kudretli olmasından dolayı onun insafına
kalsa bile onlar hükümdâra karşı borçludur ve dostluk bağı ile bağlanmıştır. Guruplar
insanlar gibi bir nankörlük örneği ile hükümdâra zarar verebilecek kadar hiç
bir zaman şerefsiz olmazlar.
Bundan başka, zaferler, galibin hiç bir şeye ve
bilhassa adalete saygı göstermeye mecbur olmayacağı gibi, hiç bir zamanda tam
olmaz.
Eğer hükümdârın katıldığı taraf kaybederse o zaman
kabul eder ve muktedir oldukça, yardım eder ve böylece tekrar yükselmesi mümkün
olan bir talihe ortak olmuş olursun.
İkinci halde, yani, savaşanlar, galip gelenden korkacak
bir şey bulunmayan tarafta oldukları zaman, taraflardan birine katılmak yine o
derece büyük tedbir sayılır. Eğer birinin yardımı ile ötekinin mahvını sağlanmış
olunursa ve yardımıyla galip gelmemesi mümkün olmadığı için, galip gelince, hükümdârın
insafına kalınacağıda unutulmamalıdır.
6—Bir hükümdâr, başkasına saldırmak için, zaruret sıkıştırmadıkça,
kendinden kudretli biriyle hiç bir zaman birlik yapmamağa dikkat etmelidir.
Çünkü galip çıkınca onun esiri kalırsın; hükümdârlar ise, mümkün olduğu kadar
başkalarının insafına kendilerini bırakmaktan sakınmalıdırlar.
Hiç bir devlet tam güvenlik veren bir taraf seçebildiğine,
her zaman, inanmamalıdır; bilâkis hepsini şüpheli saymak gerektiğini
düşünmelidir.
Çünkü dünya düzeninde şu var ki, bir mahzurdan kaçmak isterken başka bir
mahzura çatmaktan hiç bir zaman kaçınılmaz. Fakat tedbir, mahzurların
mahiyetini tanıyabilmekte ve en az kötüsünü iyi olarak kabul etmektedir.
7—Hükümdâr, kabiliyetli insanlara imkânlar vermek
ve bir san'at kolunda temayüz edenlere itibar etmek suretiyle liyakat sever
olduğunu göstermelidir. Sonra hemşerilerine, gerek ticarette, gerekse ziraatte
ve insanlara mahsus bütün öteki faaliyetlerde, san'atlarını huzur içinde
yapabilmek hususunda cesaret ve emniyet vermeli, tâ ki, çiftçi, elinden alınır
korkusuyla, tarlasını imar etmekten, tüccarca vergi korkusuyla yeni bir alış
verişe atılmaktan çekinmesin; bilâkis, bu gibi işleri yapmak istiyeçekleri,
beldesini ve devletini herhangi bir suretle zenginleştirmeyi düşünenleri
mükâfatı andırmalıdır.
Bundan başka, senenin uygun zamanlarında, halkı
şenlikler ve törenlerle oyalamalıdır.
Her belde san'atlara veya sınıflara bölünmüş olduğu
için, hükümdâr bu topluluklarla alâkalanmalı, zaman zaman onlara katılmalı,
lütuf ve sahavetini göstermelidir; bununla beraber daima vakarının haşmetini
korumalıdır, Çünkü bu, hiç bir yerde yokluğunu hissettirmemelidir.
22. BÖLÜM
HÜKÜMDÂRLARIN
BERABERLERİNDE BULUNDURDUKLARI VEZİRLER HAKKINDA
1— Bir hükümdâr için vezirlerin seçilmesi az önemli
değildir: bunlar hükümdârın tedbirine göre iyi veya fena olurlar. Bir hükümdârın
aklı hakkındaki ilk kanaat yakınında tuttuğu kimseleri görmekle hâsıl olur;
bunlar muktedir ve sadık oldukları zaman hükümdâr daima akıllı sayılabilir.
Çünkü vezirlerinin muktedir olduğunu görebilmiş ve kendisine sadık olmalarını
sağlayabilmiştir. Fakat başka türlü oldukları zaman hükümdâr hakkında daima iyi
bir hükme varılamaz. Çünkü ilk hatayı bu seçimde yapar.
2—İnsan bilinci üçtür.
a-Biri kendiliğinden aklı eren,
b-Başkasının akıl erdirdiği şeyi farkeden,
c- Ne başkalarının yol göstermesiyle ne de kendiliğinden
aklı ermiyendir.
Birincisi çok iyi, ikincisi iyi, üçüncüsü ise boş
ve faydasızdır. Çünkü bir kimse, birinin yaptığı ve söylediği iyi veya fena
şeyi anlıyacak kadar bir muhakemeye malik olunca kendiliğinden bir şey
yaratmasa bile, vezirinin iyi veya fena işlerini anlar, iyilerini teşvik eder,
fenalarını da düzeltir; vezir de onu aldatabileceğini ümit edemez ve doğrulukla
iş görür,
3—Bir hükümdârın vezirini tanıyabilmesi için hiç
şaşmayan şu usul vardır:
Vezirin hükümdârından ziyade kendini düşündüğünü ve
bütün işlerin içinden kendi menfaatını aradığı görüldüğü zaman, böyle olan bir
kimse, hiç bir vakit iyi bir vezir olamaz. Hükümdar asla ona güvenmemelidir.
Çünkü bir hükümdârın devletini elinde tutan bir kimse, hiç bir zaman kendini
değil fakat daima hükümdârı düşünmeli ve hükümdâra ait olmayan hiç bir işle
meşgul olmamalıdır.
Öbür yönden hükümdâr da, vezirini sadakatta
tutabilmek için, ona itibar etmek, onu zengin etmek, kendisine minnettar
kılmak, şeref ve paye vermek suretiyle onu düşünmelidir; tâ ki hükümdâr
olmadıkça kendisinin bir şey olamayacağını görsün ve gördüğü bol itibar, daha
fazla itibar arzu ettirmesin; büyük zenginliği fazla zenginlik arzu ettirmesin
ve büyük payeleri onu değişikliklerden korkutsun.
Vezirler ve vezirlere karşı hükümdârlar, böyle oldukları
zaman birbirine güven besliyebilirler; başka türlü oldukları zaman ise sonuç
daima her ikisi için de zararlı olur.
23. BÖLÜM
DALKAVUKLARDAN
NASIL KAÇINMAK GEREKTİĞİ HAKKINDA
1—İnsanlar kendiişlerini o kadar çok beğenirler ve
bunda öylesine aldanırlar ki bu vebadan güçlükle korunabilirler. Korunmak
istemekle de itibarsız olmak tehlikesine düşülebilir. Çünkü dalkavukluktan
korunmak için, insanların, doğruyu söylemekle, hükümdârı incitmediklerini
anlamalarından başka yol yoktur. Fakat herkes hükümdâra doğruyu söyliyebildiği
zaman iktidâra karşı olan saygı eksik kalır.
2—Tedbirli bir hükümdâr, devletinde, akıllı insanlar
seçmek suretiyle, üçüncü bir yol tutmalı ve başka şeyler hakkında değil, yalnız
kendi sorduğu şeyler hakkında doğruyu söylemek serbestliğini yalnız bunlara
vermelidir. Fakat bunlara her şeyi sormalı ve bunların mütalâasını
dinlemelidir; sonra da kendi kendine karar vermelidir; bu danışmalar da ve bu
akıllı insanların her biriyle o şekilde hareket etmeli ki, herkes ne kadar
serbest konuşursa o kadar çok makbul olacağını bilmelidir. Bunların dışında
kimseyi dinlememeli, karar verilen şey üzerinde yürümeli ve kararında azimli
olmalıdır. Başka türlü hareket eden ya dalkavukların tesiriyle mahvolur veya
değişik fikirlerin tesiriyle sık sık karar değiştirir ki, bu da itibarının
azalmasına sebep olur.
3— Bundan dolayı bir hükümdâr daima fikir danışmalıdır.
Fakat bunu, başkalarının istediği zaman değil, kendi istediği zaman yapmalıdır;
hatta kendi sormadıkça başkalarının herhangi bir şey hakkında fikir verme
cesaretini kırmalıdır. Fakat kendisi geniş şekilde soruşturucu olmalı, sonra
da, sorduğu şeyler hakkında hakikatin sabırlı bir dinleyicisi olmalıdır; hatta
bir kimsenin, herhangi bir saygı düşüncesiyle, doğruyu söylemediğini anlayınca
kızmalıdır. Birçok kimseler, tedbirli olduğu kanaatini veren hükümdârın böyle
tanınmasının kendi tabiatının neticesi değildir. Fakat yakınında bulunan iyi
nasihatçilerin tesiri ile olduğuna hükmederlerse, şüphesiz, aldanırlar. Çünkü
şu, hiç şaşmayan umumî bir kaidedir ki kendiliğinden akıllı olmayan bir hükümdâra
iyi tavsiyelerde bulunulmaz; meğerki tesadüfen, kendisini idare eden çok tedbirli
bir kimseye nefsini büsbütün teslim etmiş olsun. Bu hal pek âlâ vaki
olabilir. Fakat az sürer. Çünkü bu idare adamı kısa zamanda devleti hükümdârın
elinden alır. Fakat birden fazla kimselere danışıldığı takdirde, hiç bir zaman
birbirine uygun tavsiyelerle karşılaşmayacak, akıllı olmayan bir hükümdâr ise
bunları kendiliğinden birleştirmesini bilmiyecektir. Müşavirlerin her biri öz
çıkaranı düşünecek, hükümdâr ise, bunları ne düzeltebilecek ne de farkına
varabilecektir. Bunlar başka türlü de olamazlar, Çünkü insanlar bir zaruret
dolayısiyle iyi olmağa mecbur olmazlarsa, daima, kötü olarak karşına çıkarlar.
Bunun için sonuç olarak denebilir ki, iyi öğütler, kimden gelirse gelsin,
yine hükümdârın aklından doğmuş demektir; yoksa hükümdârın tedbir ve akıllılığı
iyi öğütlerden doğmaz.
24. BÖLÜM
HÜKÜMDÂRLARININ
HANGİ SEBEPTEN DOLAYI KENDİ DEVLETLERİNİ KAYBETTİKLERİ HAKKINDA
1— İtina ile riayet edilirse, yukarıda söylenen şeyler
yeni bir hükümdârı eski bir hükümdâr gibi gösterir ve devleti içinde eskimiş
gibi, onu kısa mamanda, daha emin ve sağlam kılar. Çünkü yeni bir hükümdârın
yaptıkları, babadan kalma bir hükümdârın yaptıklarından ziyade, gözaltında tutulur
ve icraatı faziletli olarak tanınırsa, insanlara daha çok tesir eder ve eski
bir soya mensup olmaktan ziyade onları bağlar. Çünkü insanlar, eskilerden çok,
yeni şeylere kapılırlar ve yenilerinde iyiliği buldukları zaman ondan
faydalanırlar ve başka şey aramazlar; hatta hükümdâr öteki işlerde kendisine
düşen vazifelerde kusur etmedikçe, onu her yönden korurlar. Böylece yeni bir hükümdârlığı
kurmak ve bunu iyi kanunlar, iyi silâhlar ve iyi örneklerle bezeyip
kuvvetlendirmekle hükümdâr çifte şeref kazanmış olur; nasıl ki hükümdâr olarak
doğduğu halde tedbirsizliği ile bu hükümdârlığı yitiren iki defa ayıplanmış
olur.
2— Zamanımızda, devletlerini yitiren krallar ve
beyler göz önüne getirilirse bunlarda, ilkin yukarıda uzun uzadıya söz konusu
edilen sebeplerle, silâhlı kuvvetleri ilişkili müşterek bir kusur bulunur.
Sonra da, bunlardan bir takımının ya halkı kendilerine düşman kıldıkları veya
halkı dost edinmişlerse, kendilerini büyüklere karşı korumasını bilmedikleri
görülür. Çünkü bu kusurlar olmadıkça bir orduyu savaşa hazır tutabilecek kadar
bir kudreti olan devletler elden gitmez.
3— Dirlik günlerinde zamanın değişebileceğini
düşünmeli kötü günler çattığı anda kaçmağı değil savunmayı düşünmelidir.
Galibin fena muamelesinden bıkkınlık getirecek
halkın kendilerini geri çağıracağını beklememelidir. Bu yolu tutmak, ancak başka
yol olmadığı zaman, iyidir. Fakat bunun uğruna başka çareleri ihmal etmiş olmak
çok fenadır. Çünkü kaldıracak biri bulunur inancı ile düşmeğe katlanmak asla
caiz değildir. Bu kaldırılış ise ya vakî olmaz yahut vakî olsa bile bu kurtuluş
şerefsiz olduğu ve hükümdârın gayretine dayanmadığı için, ona güvenlik vermez.
Ve sırf hükümdâra ve liyakatine dayanan yalnız o savunmalardır ki iyi, güvenli
ve devamlı olurlar.
25. BÖLÜM
İNSANLARA
AİT İŞLERDE TALİHİN ETKİSİNİN NE DERECE OLDUĞU VE BUNA NASIL KARŞI KONABİLECEĞİ
HAKKINDA
1— Dünya işlerinin, insanların kendi tedbirleri ile
düzeltemiyecekleri, hatta bunlara karşı halkın bir çare bulamayacakları
şekilde, talih vealiaht tarafından idare edildiklerine birçok kimselerin inanmış
ve inanmakta olduklarını bilinir. Bunun için insanlar dünya işlerinde fazla
uğraşmağa yer olmadığıdır. Fakat kendimizi talihin idaresine bırakmak gerektiği
hükmüne varabilirler. Olaylarda görülmüş olan ve her gün görülmekte olan her
türlü insan tahmininin dışındaki büyük değişiklikler dolayısıyla bu kanaata,
zamanımızda, daha çok inanılmıştır.
2— Bununla beraber irade kuvvetimizin yok olmaması
için işlerimizin yarısına talihin hâkim olduğunun, yine, diğer yarısının veya
ona yakın bir kısmının idaresini bize bıraktığı doğru olabilmektedir. Talih,
coştukları zaman ovaları basan, ağaçları ve binaları yıkan, toprağı bir
taraftan alıp öte tarafa aktaran yıkıcı nehirlerden birine benzer. Herkes
önünden kaçar ve hiç bir yerde karşı koymadan, herkes onun saldırışına boyun
eğer. Bu böyle olmakla beraber, sakin zamanlarda, insanlar, setler ve bentlerle
buna çare bulabilmek imkânından mahrum değildirler; öylesine ki, daha ronra
sular kabarınca, ya bir kanaldan akabilsinler veya taşkınlıkları ne bu kadar
dizginsiz ne de bu kadar zararlı olabilsin.
3— Talih de böyledir; o da, kudretini, kendisine
karşı koyacak düzenli bir liyakat bulunmayan yerde gösterir ve saldırışlarını
kendisini durduracak setlerin ve bentlerin yapılmadığını bildiği tarafa çevirir.
4—Tabiatının veya herhangi bir niteliğinin değiştiğini
görmediğimiz halde, bir hükümdârın bugün bahtiyar ertesi gün mahvolmuş olduğunu
görüyoruz; bunun da, evvelce, uzun uzadıya bahsedilen sebeplerden yani büsbütün
talihe dayanan bir hükümdâr, bu talih değişince, mahvolur. Yine, tutumunu
zamanın şartlarına uyduran bahtiyar olur ve bunun gibi, tutumu zamana aykırı
düşen bedbaht olur.
5— Herkesin gözlediği amaca, yani, zenginlik ve
şöhrete götüren yolda insanların değişik şekilde yürüdükleri görülür: biri
ihtiyatla, o biri taşkınlıkla; biri sertlikle o biri usul ile; biri sabır ile o
biri bunun aksi ile yürür; ve her biri bu değişik tarzlarla amaca ulaşabilir.
Yine ihtiyatla hareket eden iki kişiden birinin amacına ulaştığı, ötekinin
ulaşmadığı ve bunun gibi, biri ihtayatlı ötekisi taşkın iki değişik mizaçla her
ikisinin de başarı kazandığı görülür ki, bu da, ancak davranışlarına uygun
düşen veya düşmeyen zamanın şartlarından ileri gelir. Bundan şu sonuç çıkar ki:
değişik şekilde iş gören iki kimse aynı sonucu alır ve aynı şekilde iş gören
iki kimseden ise, biri amacına ulaşır, ötekisi ulaşmaz.
6— İyliliğin değişik olması da bundandır. Çünkü
ihtiyatla ve sabırla hareket eden bir kimse, zaman ve olaylar onun hareketini
iyi saydıracak gibi cereyan ederse, işleri düzgün gider. Fakat zaman ve olaylar
değişir de tutumunu değiştirmezse yıkılır gider. Buna uymasını bilecek o derece
tedbirleri insan da bulunmaz. Çünkü ya tabiatının kendisini eğdiği taraftan sapamaz
veya bir yoldan giderek daima muvaffak olduğu için, bu yoldan ayrılmağa aklı
yatmaz. Böylece kararsız bir adam, atılgan olmak zamanı çattığı vakit böyle
olmasını bilmez; bunun için de yıkılır; hâlbuki zaman ve olaylarla birlikte
tabiatını da değiştirseydi talihi değişmezdi,
7—Talih değişirken insanlar da usullerinde inat
edince, bunların ikisi de birbirine uygun düştüğü müddetçe, bahtiyar olurlar;
uygun düşmedikleri zaman ise betbaht olurlar. Şuna iyice hükmediyorum ki,
ihtiyatlı olmaktansa cür'etli olmak daha iyidir. Çünkü talih dişidir; itaat
altında tutmak isteyince de onu dövmek, kakıştırmak lâzımdır.
Soğukkanlılıkla hareket edenlerden ziyade bu gibiler
tarafından mağlup edilmesine müsaade eder. Bunun için talih kadınlar gibi
daima gençlerin dostudur, Çünkü gençler daha az ihtiyatlı, daha yavuzdurlar ve
daha çok cür'etle ona kumanda ederler.
26. BÖLÜM
İTALYA'YI
ALMAĞA VE BARBARLARIN ELİNDEN KURTARMAĞA TEŞVİK
1—Musa aleyhisselâmın liyakatini görebilmek için
İsrail milletinin Mısır'da esir olması, Ciro'nun ruh büyüklüğünü tanımak için
iranlıların Med'ler tarafından zulüm görmeleri ve Teseos'nun mükemmelliğini
anlamak için Atinalıların tefrika içinde olmaları nasıl gerekiyor idi ise,
böylece, şimdi de, bir devletin ruhunun liyakatini tanımak için de, içinde
bulunduğu durumdur.
Mesela: yahudilerden daha köle, İranlılardan
daha esir, Atina'lılardan daha tefrika içinde, başsız, düzensiz, mağlup olmuş,
soyulmuş, delik deşik olmuş, istilâya uğramış ve her türlü felâkete katlanmış
olması gerekir.
2— Bir kimsede, devletin kurtuluşuna Allah Teâlâ tarafından
memur edildiğine hükmettirebilecek bir takım alâmetler belirmişse de, daha
sonra onun, icraatının en yüksek noktasında, talih tarafından nasıl mahkûm
edildiği görülür. Öylesine ki cansız gibi kalan bir memleket, yaralarını
saracak, haraçlara son verecek, uzun zamandan beri kanayan cılk yaralarını
tedavi edecek kişinin kim olabileceğini beklemektedir. Bu kadar saygısızlık
ve zulümden kendisini kurtaracak birini göndermesi için Allah Teâlâ’ya insanların
nasıl yalvardığı görülür. Ve bir bayrağın arkasından gitmeğe tamamiyle hazır ve
istekli olduğu da görülmektedir; yeter ki bu bayrağı tutacak biri bulunsun.
3—Gerçi ümit bağlanacak harikulade insanlar az
bulunursada yine insan olduklarını ve her biri bugünkü fırsattan daha küçük
fırsatlara malik olmuştular. Çünkü onların davaları bundan daha haklı ve
daha kolay değildi ve Allah Teâlâ da, onlara, diğer hükümdârlara olduğundan
fazla yar olmamıştı. Bu işte büyük adalet vardır; "savaş, lüzumlu
olduğu zaman, haklı bir savaştır ve silâha sarılmaktan başka ümid olmadığı
zaman silâh mukaddestir.
Bu işe zemin her zaman müsaittir, müsait zemin olan
yerde büyük güçlük olamaz; yeter ki hükümdâr olacak kimseler düzenlerini alsın.
Ayrıca burada Allah tarafından idare olunan emsalsiz, olağanüstü olaylar görmek
mümkündür: mesela: deniz yarıldı; bir bulut yolu gösterdi; kayadan su fışkırdı;
şurada gökten sofra yağdı; her şey büyüklüğe yardım etti. Kalanını Hz. Musa,
Keyhusrev, Teseo, Romulus gibi yapmalıdır.
Allah Teâlâ, insanın cüz'i iradesine ve ona düşen
şeref payını bizden almamak için her şeyi kendisi yapmak istemez.
Her iktidâr geçmiş zamandaki düzenlerinin iyi
olmamasından ve yenisini bulmasını bilecek bir kimsenin çıkmamasından ileri
gelmiştir.
Yeni çıkan bir kimseye, kendisinin bulup koyduğu
kanunlar ve yeni nizamlar kadar hiç bir şey itibar sağlamaz. Bu gibi şeyler iyi
temellere dayandıkları ve özlerinde büyüklük bulunduğu zaman hükümdârı saygıya
ve takdire değer kılarlar. İnsanda istenen her türlü şekli kabul edecek
madde eksik değildir. Fakat ordular bahis konusu olunca, bu nitelikleri
görünmez oluyor. Bütün bunlar başların zayıf olmasından doğmaktadır. Çünkü işten
anlayanlara itaat edilmiyor ve bugüne kadar başkalarını kendisine boyun
eğdirecek kadar gerek liyakat gerekse talih cihetinden üstünlük gösterebilen
bir kimse çıkmadığı zamanda, herkes işten anladığını zannediyor.
Askerlerin herbiri tek başına iyi olmakla beraber,
kendilerine hükümdârlarının komuta ettiğini ve onun tarafından sayıldıklarını
ve bakıldıklarını gördükleri zaman, toplu olarak da, daha mükemmel
olacaklardır. Bundan dolayı, yabancı ordulara karşı savunabilmek için, bir
orduyu hazırlamak lâzımdır.
"Fazilet ve zülme
karşı silâha sarılacak ve savaş kısa olacaktır,
Çünkü henüz
insanların yüreğinde eski yiğitlik ateşi ölmemiştir.”
KAYNAKÇA
Armand
MATTELART trc: Şule ÇİLTAŞ
Gezegensel Ütopya Tarihi Kehanetsel Kentten Küresel Topluma (Histoire de
I’utopie planetaire De la cite prophetüque o la societe globale )
[Kitap]. - İstanbul : Ayrıntı, 2005.
AYDOĞDU
NERGİZ Makyavelist Düşüncenin
Türkiye’ye Girişi -Onsekizinci Yüzyıl Osmanlı Siyaset Felsefesi
[Kitap]. - Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat
Anabilim Dalı Felsefe ve Din Bilimleri Bilim Dalı-221361-Doktora Tezi
İstanbul : [s.n.], 2008.
Cemil
MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ
[Kitap]. - İstanbul : İletişim, Umrandan Uygarlığa-2010.
Cemil
MERİÇ hzl: Ümit MERİÇ
[Kitap]. - İletişim- İstanbul : [s.n.], Sosyoloji Notları ve
Konferanslar-2010.
ÇEVİK
Nüket SERTKAYA Moral Açıdan
Machiavelli’nin Siyaset Felsefesi [Kitap]. - Ege Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı 270768-Yüksek Lisans Tezi
İzmir : [s.n.], 2010.
ÇİÇEK
J. Ütgm. Erdogan Günümüzde
Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik Operasyonlar Teorisi
[Kitap]. - Ankara : Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü
Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-220011, 2006
ÖZLER
Nurten Tasavvufta Hızır Telakkisi
ve Niyazîi Mısrî'nin Hızır Risalesi [Kitap]. - İstanbul : Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim
Dalı, Y.Lisans Tezi-149218, 2004.
Steven
D. Levitt-Stephen J. Dupner trc: Süreyya Evren Türkeli, Görünmeyen Ekonomi-Dünya Gerçekte Nasıl
İşliyor, [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2010.
TEKİN
Zeliha Pazarlama Etiğinde
Makyavelizm Ve İstanbul Mahmutpaşa’da Bir Uygulama [Kitap]. - Haliç Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Anabilim Dalı İşletme Programı
239398-Yüksek Lisans Tezi İstanbul : [s.n.], Ekim, 2008 .
YEREBAKAN
İbrahim Makyavelizm Ve Chrıstopher
Marlowe’dan Makyavelist Bir Oyun ; The Jew Of Malta [Kitap]. - Atatürk
Üniversitesi ,Sosyal Bilimler Enstitüsü Batı Dilleri ve Edebiyatları Anabilim
Dalı, 3394-Yüksek Lisans Tezi, Erzurum : [s.n.], 1988.
[1] Diyalektik:
Diyalektik kavramı, başlangıçta tartışma sanatı, ya da çelişkili yollardan
muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelmektedir. Karşıtlıkları kullanarak
gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir, diyalaktik ve Sokratik yöntem,
tartışma ve düşünme sanatı olarak diyalektiğin Antik Çağ’daki en yetkin
halidir. Değişimin ve hareketin sürekliliği düşüncesi bu aşamada diyalektik
olarak ifade edilmiştir. Bir fikirden ya da ilkeden içerdiği olumlu ve olumsuz
bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik denilmekteydi.
[2] ERGİN, O. Nuri; Balıkesirli Abdülazîz Mecdi Tolun Hayatı
ve Şahsiyeti, İstanbul. 1942,s. 154
[3] Gavsülâzam
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî (1969) buyurdu ki;
“Siyaseti olmayan bir cemiyet, çökmeye mahkûmdur. Herkesin bir siyaseti vardır. Bizim siyasetimiz, siyasete karışmamaktır Bu da ayrı bir siyasettir”
[4] Bakara, 9
[5] Âl-i İmran, 54
[6] Rouesseau J.J., Toplum Sözleşmesi, Çev. Alpagut Erenuluğ,
bs.1, Ankara: Öteki Yayınevi, 1999 s.120
[7] AKAL Cemal Bali, Devlet Kuramı, Ankara, 2000, s.208
[8] Bkz.
[9] Enfal, 25
[10] Bkz: Hak
Dini Kur’an Dili Tefsiri
[11] Hadis için bak: Buhârî, İlim (3), 44, Enbiyâ (60)
29, Tefsîr (65), 18, 196-198. Müslim, Fedâil (43), 46, 170-184, hd. No:
2380. Tirmizî, Tefsîr (48), 19, hd. no: 3149. Musned, 5, 116-122.
Ayrıca bak: İbn Kesîr, 5, 170-185. Bidâye, 1, 295-299. Fethu'l-Bârî,
I, 176-179, VI, 334-338, VIII, 329-343.
[12]
[13] Müslim
[14] İsrâ, 11
[15]
İKBAL, Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay., İstanbul,
1999, s. 46.
[16] DURSUN,
Davut, Siyaset Ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu, s.
17-24
[17]
[18] Kitabın asıl adı De Principatibus
(Prenslikler) ama Il Principe (Le Prince) adıyla ün kazanmış.
[19] Chevallier J-J.,
a.g.e., s.
32.
[20] Macauley,
Morceaux, Choisis des Essais (Denemelerden Seçmeler), Hachette, Paris 1893, s. 19.
Thomas B. Macauley (1800-1859), İngiliz hukukçu ve siyaset adamı. Aynı
zamanda tarih ve deneme yazan. Şairliği de var. Eserleri History of England (İngiltere
Tarihi), 5 cilt (1849-1859), Critical and Historical Essays (Eleştiri ve
Tarih Denemeleri), 5 cilt (1843). Denemeleri önce Edinburg Revievv’da
makale olarak yayımlanır.
[21] Macauley,
a.g.e., s. 7.
[22] Giono Jean, “Monsieur
Machiavel ou le Coeur Humain Dévoilé” (Bay Machiavel yahut Bütün Çıplaklığıyla İnsan Kalbi), La Table Ronde, Ekim 1859.
[23] Merleau-Ponty
Maurice, Eloge de la Philosophie (Felsefeye Methiye), Gallimard, Paris.
[24] Sadredo, Histoire de l’Empire Ottoman (Osmanli İmparatorluğu
Tarihi), Paris 1732.
[25] Machiavel, Hükümdâr, çeviren Vahdi Atay, Remzi Kitabevi, İstanbul.
[26] 1787’de Toscana dükü Leopoldo’nun Santa-Croce’de Machiavelli adına yükselttiği
anıta tek satır kazılmıştır: “Tanto
nomini nullum par elogium”:
Hiçbir övgü bu isim kadar yüce değildir.
[27] Prusya prensi Frederik’in 1738’de kaleme
aldığı eser.
[28] Cemil Meriç,
“Saavedra’yı tanır mısınız?”, XX. Asır, 5.3.1953.
[29]
[30] Metinler Yusuf Adil EGELİ (Ankara / 1955) hazırladığı
tercümeden alıntıladık. tarihinde çıkan bu tercüme daha sonraki tercümelere
ışık tuttuğu açıkça görülmektedir.
[31] Centaure =
Üstü insan altı hayvan olan bir yaratık.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar