Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin VARİDÂT (Tam Metin)
Prof. Dr. Bilal Dindar’ın Tenkidli Basımından
Tercüme
Eden:
Dr. Cengiz KETENE
Yayımlar Dairesi Başkanlığı’nın 6.12.1990 tarih ve TERED 928 5
1 2845 sayılı makam onayı ile
birinci defa olarak 5000 adet bastırılmıştır. Kamer Matbaacılık ANKARA
Bu
kitapta, okuyucu Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde yetişen, felsefe, fıkıh
ve tasavvuf bilgini Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin’in bilinen "Varidât"
adlı Arapça eserinin tercümesi sunulmaktadır.
Bu ünlü
eser Türkçe’ye tercüme edilirken, hiç bir yorum yapılmamış ve mümkün olduğu
ölçüde her kesimin anlayabileceği bir dil kullanılmaya çalışılmıştır.
Yaklaşık
altı yüzyıl önce Arapça olarak kaleme alınan Varidât, son derece ağır bir dil
ve üslupla yazılmıştır. Felsefî, dinî ve tasavvufî konuların ele alındığı bu
eserin, Türkçe’ye tercüme edilmesi de birtakım güçlükleri beraberinde
getirmiştir. Ancak, elden geldiğince güçlüklerin giderilmesine çalışılmış ve
iyi bir tercüme olması için gayret sarf edilmiştir.
Kitabın
yazan Şeyh Bedreddin’in öldürüldüğü tarih hakkında değişik bilgiler verilmektedir.
Muhtemelen 1414 ile 1420 yılları arasında öldürülmüştür.
Bu
kitapta, yazarın sadece "Varidât" adlı eserinin tercümesi okuyucuya
sunulması amaçlandığından, Şeyh Bedreddin’in hayatı ve diğer eserleri konusunda
ayrıca bilgi verilmemiştir. Çeşitli kaynaklarda bu hususta yeterli bilgi
bulunmaktadır.
Tercümenin
amacına ulaşması ve faydalı olmasını dilerim.
12 Aralık
1990
Dr. Cengiz
KETENE
Can kuşun her zamân ezkârıdır vâridât,
Akl u hayâlin hemân efkârıdır vâridât.
İşidicek Hakk adını duydu cânım hub
dadını,
Bildim kamu âriflerin esrârıdır vâridât.
Sıdk ile
gönlüm sever görmeğe hem cânım iver,
Anın içün kim Hakk’ın envârıdır vâridât.
Ol
dürr-i yekdânenin kadri bilinmez anın,
Bu dil-i vîrânenin mi’mârıdır vâridât.
Gerçi
kütüp çok yazar ilm-i ledünden haber,
Cümlesi bir bahçedir gülzârıdır vâridât.
İlm-i
Füsûs’la tamu odları söyünür kamu
Anın
yerinde biten ezhârıdır vâridât
Muhyiddin
ü Bedreddin ettiler ihyâ-yi din,
Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır vâridât.
Niyâzî Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين
والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم
اجمعين
Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın
adıyla
Âhiret
işlerinin, câhillerin iddia ettiği gibi olmadığını bil. O işler buyruk,
bilinmeyen gayb ve meleklerin dünyasıyla ilgili olup, câhil
halk tabakasının iddia ettiği gibi, gözle görülen dünyayla ilgili değildir.
Peygamberler
ve halis kişilerin söyledikleri doğrudur. Fakat temel nokta onları anlamamadır.
Bunu iyi bil ve hiç şüphelenme ki, cennet, köşkler, ağaçlar, huriler, mallar,
ırmaklar, meyvalar, azap, ateş ve benzerleri rivayetlerde söylendiği ve
eserlerde anlatıldığı gibi, sadece görüntülerle izah edilemez; onların başka
anlamlan da vardır. Bu anlamları, velilerin hâlisleri bilmektedirler.
İbâdetlerin
amacı, gönülleri ölümlü varlıklardan sıyırıp, ebedî ve yüce varlığa yöneltmektir.
Fâni varlıklara bağlı bir gönülle bin
yıl namaz kılsan dahi, hiç bir sevap elde edemezsin.
Bu beden
baki kalmayacağı gibi, ölümden sonra dağdan bölümlerinin yeniden birleşmesi de,
mümkün değildir. Ölülerin diriltilmesindeki amaç, bu değildir.
Sen
nerdesin ey gafil!
Dünyaya
daldığın için, Allah’ı anlama yolundaki çabaların azalmıştır. Bu nesneler ve
olgunluklar, senin düşündüğün gibi değildir. Fakat sen Hak’tan uzaklaştığın
için, onlara yönetmiyorsun. Şayet bunları anlayabilirsen, onları kendine amaç
edinip, gönlünü Allah’a yöneltebilirsin.
Sen,
meyvelerle ve başka şeylerle aldatılan çocuğa benzersin. Çocuğa dersten ürkmesin
diye, hoşuna gidecek şeylerle benzetmeler yapılır. Sen bu gafil gönlünle Allah
ve peygamberleri tanıdığını ve kitaplar okuyarak, ne istediklerini anladığını
mı sanıyorsun?
Dersle
uğraştığın sürece, Hakk’ı idrak etmekten daha da uzaklaştığını bilmelisin!
Allah’ın
buyruğu, kendi zatının gereğidir. Sözle, harflerle, Arapça veya başka bir dille
izahtan münezzehtir. Kalem her şeyin gerçeğidir, kendine dair ne hal meydana
gelirse yazmaktadır. Huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, meyvalar ve
benzerlerinin tümü, hayal âleminde gerçekleşir, duyu âleminde gerçekleşmez;
bunu anla!
Cin de aynı şekildedir, adı da bunu gösterir;
zira görünen duyulardan gizlidir. Onu gören kişi zahirde gördüğünü sanır,
gerçek öyle değildir. O, ancak hayal gücüyle kavranabilir.
Ulu Tanrı
Kur’ân’da buyurmuştur ki:
"Gaybı bilinmeyeni , Allah’tan başka kimse bilmez.
İlimde ilerlemiş olanlar ise, O’na inandık derler." Bunu
ancak akıl sahipleri düşünebilirler.
"Elif
ve lam, ismi umûmî hale sokma belirtisidir. Gerçekte bilen yalnız bir ve kahhar
olan Allah’tır. Bütünün bütünde olmasında şüphe yoktur. Yani, varlıklar her
nesnede ve hatta her zerrede vardır. Görmüyor musun tohumda bütün ağacın var
olduğunu ve bütünün ağacın her bölümünde oluştuğunu?
Ağacın
bütünü meyvada mevcuttur. Her bölümünde bir tohum vardır, böylece bütün buradadır
ve ondan oluşmaktadır. Aynı şekilde bütün âlemler, kâinat "özden"
meydana gelmektedir ve asıl da bütünden gerçekleşmektedir. Bütün kâinat bir
zerrede vardır ve buradan imân sahibi kişiler gizli sırrı anlarlar. Bütün alemler
insanda bulunduğu, ancak gizli olduğu ve bu gizlilik örtüsü kalktıkça, o zaman "Ben
gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim; beni bilsinler diye insanları
yarattım" sözünün sırrı ortaya çıkar. Bilen yine Allah’tır, ondan
başkası değildir. Bütünde münezzehtir ve yine nitelikleriyle nitelenmiştir. Bir
nurla mumun fitili yanar, o halde binlerce alevle yanan gönül ışığı nasıl
olacaktır. Ey gerçek peşinde koşan yolcu!
Sen de
ümitsizliğe düşme, tehlikeleri aştıktan sonra, ışığa kavuşabilirsin.
Bazı
insanlar birbirilerine ibâdet ederler veya dirhem ve dinarlara, paralara , yiyeceklere, övünç ve kibirliliğe
bilmeden ibâdet edip, Allah’a ibâdet ettiklerini sanırlar. Ulu Tanrı
âyeti kerimede buyurmuştur ki:
"Doğrusu
biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sunduk". Bilgi
sahibi kişiler bu emanetin Allah’ı anlamak olduğunu söylemişler. Ben, bu sözle,
Allah’ın sureti anlamına geldiği düşüncesindeyim, çünkü Âdem, Allah’ın sureti
biçiminde yaratılmıştır. Onun sureti bütünün suretidir ve yalnız insanda
bulunur, başka varlıklarda bulunmaz. Böylece de göklerdeki ve diğerlerindeki
aslın yorumuna gerek kalmaz. Onlar kendileri bunu yüklenmekten kaçındılar,
insan, madde olarak bunu yüklendi ve yüce Rahman’ın suretini kabullendi; daha
önceleri zâlim ve bilgisiz iken, sonradan âdil ve bilgili oldu.
Seni Allah’a
yaklaştıran her şey, melektir, rahmandır, ondan başkasına yaklaştıranlar ise
iblistir, şeytandır. Seni ulu Tanrı’ya yönlendiren güçlerin,
meleklerdir, bedenî şehvetlere yönlendiren güçlerin ise, şeytanlardır.
Ey kişi!
İçin
melekler ve şeytanlarla doludur; galip gelen kararı verir. Cinler ise, ikisinin
arasındadır
Yeryüzüne
düşen her yağmur damlasının bir sebebi vardır. O bölgeye yağmuru yağdıran
sebep, melektir. Kendisi melekten oluştuğu gibi, sebeplerin her biri de,
melekten ibarettir. Her damlaya melek dersen, damlayı sağlayan sebep
dolayısıyla doğru söylemiş olursun?
Her damla
içinde, melekler vardır dersen, yine doğruyu söylemiş olursun, çünkü,
bölümlerden dolayı, melekler vardır. Bu da, melek adı verilen bir suretin
yansıtılmasını engelleyemez.
Şunu bil
ki, ceza, rahmet, acı, lezzet ve benzerleri bütünden oluşur. Fakat Allah, bütün
bunlardan münezzehtir, zîrâ bunlar izafidir ve inişinin gereğidir.
Görmüyor
musun?
Gerek
insan ve gerekse yılanın ağzındaki tükürük su, kendisi için uygun olup, başkasına
zehirdir. Her ikisindeki hayat gerçeği, onlardan kopmamışsa da, onlardan arındırılmıştır.
Doğru olan şudur ki, Allah kâinatın bütünüdür.
Bil ki,
Allah’ın ortaya çıkmada, zâtî bir eğilimi vardır. Bunun da
gerçekleşmesi, ancak küçük nesnelerle ortaya çıkışı ile olur. Sevgi de, bu zatî
eğilim ve özün gereğinden ibarettir Yüce
Allah,
"Ben
gizli bir hazineydim bilinmeyi istedim; beni bilsinler diye insanları
yarattım" sözleriyle buna işaret etmektedir. Diğer bir izahla
"Gerçekleşmesi
için yarattım, tesbit ettim ve ortaya çıkardım"
denilmektedir. Bu anlamla, bazı şeyhlerin tahayyül ettikleri sevgiyi öğrenme
anlamı arasında büyük fark vardır.
Dikkatli
ol.
Bir
toplumun başları olan hatip, imam ve diğerlerinin amaçları, Hakk’a yönelik olmayabilir.
Bu durum, onlardan uzaklaşman için yeterlidir. Şayet amaç onları doğru yola
yönlendirmek ise, ibâdetin temeli, hedeflerinin Allah olduğu yönündedir. Bu
temel yok olursa, ibâdetleri de yok olur ve toplulukları kötülükler içinde
kalır. Kötü topluluklardan uzaklaşmak yeğdir.
Var olanın
Allah olduğunu O’ndan başkası olmadığını
bil; amaç da, yine Allah’tır; O’ndan başkası değildir. Ya MAKSÛD, ya da
MEVCÛD demeleri, bunu gösterir. Birbirileriyle ters düşseler bile, Allah bütün
nesnelerde vardır. Çünkü aşamalar bakımından hepsi varlık ve tezat içine
girmektedir. Allah, onlardan münezzehtir. Batıl da bir varlık olarak, Hak’tır
ve batıl oluşu nisbidir. Bütün varlık aşamaları, cisimler âleminin içindedir.
Bu cisimler yok olunca, ruhlar ve diğer mücerredâttan başka her şey yok olur. "Mirsâdü’l-İbâd"
adlı eserin yazarı bir örnekle cisimleri katar ve ruhları da aşamalarına
göre şeker kamışı, beyaz şeker, bitki ve küp şekerlere benzetmiş; bu arada
ruhları cisimlerden ayırma yanılgısına düşmüştür. Hâlbuki gerçek öyle
değildir insanın bedeni ruhtur, Hak’tır; suretlerin birikmesiyle yoğunlaşmıştır.
Suretler ortadan kalksa da, ortağı olmayan, bir olan Allah kalır.
Hak etki
yönünden Allah’tır. Etkilenme yönünden ise, kul ve mahlûktur, mahkûm ve
yeniktir. Bundan dolayı bütün işler Allah’a aittir; suretler ise, araçlarıdır.
Kulun suretinde görünümünde Hak’tan başka bir şey yoktur. Fakat kul
yanılgıya düşüp, kendisinde Hak’tan başka özgün bir varlığın işi ve seçimi
bulunduğunu sanmış tır. Bu yanılgı, onun gafletinden ileri gelmektedir. Tıpkı
iş yapan sanatkârın, iş yaparken kendisinin ve âletinin ayrı birer varlık
olduğunu sandığı yanılgısı gibi. O âletin esas işi yaptığım sanırsa, bu
düşüncesi beğenilmez; çünkü gafletinden gerçekleşmektedir. Gerçeği bilip, işi
ve seçimi kendisine bağlayıp ve bunların Allah’tan geldiğini anlarsa, bunda
yerilecek bir husus yoktur. Zira mahsûs iş mahsûs suretten çıkmıştır ve böylece
o fiilin faili odur. Bu aşamadaki iş, görünüşte insanın fakat gerçekte Allah’ındır.
Doğru olanı da, bu şekilde olanıdır. Bilgin kişi, düşünüp, yaptım derse,
gerçeği söylemiş olur. Câhil bunu söylerse inandırıcı olmaz. Araştırıp, gerçeği
ortaya çıkarmak için, işi yapanın işini hissetmesi ve seçmesi gerekir. Zira
istediğini yapar, istemediğini bırakır; çünkü işler, Allah’ın isteğiyle
tahakkuk eder; iç ve dış sebeplerden dolayı, aşamalar ve örneklerin
gereklerindendir. Bunlar birleşip ortaya çıkınca, istek de zorunlu olarak
ortaya çıkar ve sonuçta işler de gerçekleşir. İnsan, işleri bırakmaya muktedir
olduğunu sanır; hâlbuki durum öyle değildir. İşleri yapmamak da, aynı
şekildedir. Böylece yapanın gerçekleşme sırasında elinde hissinden başka bir
şey yoktur. Hayvanların yaptıkları çelişkili işler, onları seçim yapma
yanılgısına düşürebilir; hâlbuki gerçek, duyduklarındır. Kargaların çöplükleri
eşmesi, horozların gece yarılarında ötmesi ve diğerleri, basit halk tabakasına
bilinen anlamda seçim yapma hakkı düşüncesini uyandırır. Bu sadece sözlerin
yanlış olanıdır. Aklı yetmeyen karşı gelse bile, keşfin verdiği budur.
Kâinat
cinsi türü ve özü yönünden kesin olarak kadîmdir ve onun ortaya çıkışı zamanla
ilgili değil. zâtidir. Karşıtlıklar Hak’tan doğar. Hak bunların bir
kısmından hoşlanır, bir kısmından hoşlanmaz. Doğuş, öz ve aşamalar gereğidir.
Buna karşı çıkılmaz. Eylemlerin düzene, kendisine yakınlaşmaya, olgunluklar
edinmeye yarayanlarına razı olur; aksine razı olmaz. Bu durum, bir adamın,
sakin iken yapmayı istemediği bir işi, kızınca yapmasına benzer. Allah’ın
iradesi zatın ve aşamaların gereği anlamındadır. Zahirde düşünen kişilerin
sandığı gibi suçlar ve fevâhişler ahlâksızlıklar,
Allah’ın emriyle ortaya çıkmaz.
Ulu Tanrı
zâlimlerin söylediklerinden münezzehtir. Allah’ı arayan, hastaya benzer; aranan
olgunluklar, sağlığa; cahillik ile Hak’tan uzak kalma da hastalığa benzer.
Nasıl ki, bir hasta kendini doktora teslim edip, bir gün yeniden sağlığına
kavuşmak ümidiyle, istediğini yapmasına izin verir, emirlerini yerine getirir,
ilaçların acılarına karşı sabır gösterir ve tedavideki türlü acılara dayanıklı
olmaya çalışıp, gayret harcıyorsa ki bu gerçekleşmeyebilir de, işte arayan kişi
de böyledir. Zira sağlığın temel şartı doktorun söylediklerine uymaktır; çünkü
bu bir araçtır; türlü acılar sonunda sağlık elde edilir veya edilmez. Ama çaba
göstermesi gerekir ve doğru olan da budur. Hasta doktoruna, beni sağlığıma
kavuşturuncaya kadar senin emirlerine riayet etmeyeceğim derse, bu akla uygun
düşmez. Hakikati arayan kişi de, engelleri aşmak için çaba göstermeli ve ben
istediğim gerçekleşinceye kadar şeyhlerin söylediklerine uymayacağım
dememelidir. Zira böyle bir durum bilgi istememenin belirtisidir.
Kişi kendi
menfaati için uğraşmalıdır; zamandan medet ummamalıdır. Uğraşma yolu ile
amacına kavuşursa, isteği yerine gelmiş olur. Kader istediğini elde etmesini
engellerse, mazur sayılır.
Allah’a
ulaşmanın en iyi yolu, dünya işlerini bir yana bırakmaktır. Allah’a ulaşma
isteğinde bulunan birçok kişiye bu yol önerilince, der ki isteğim yerine
gelmeyinceye kadar dünyayı bırakmam. Bu da gerçekleşmesi mümkün olmayan bir
durumdur. Bunlar ve peygamberler tıpkı çocuk sahipleri gibidirler. Zira onlar
çocuklarına olgunluk kazandırmak için, gerçekte var olmayan bazı nesnelerle
korkutup, umutlandırmaktadırlar. Fakat çocuklara söylenenler masum yalanlar
olabilir. Şüphesiz ki peygamberlerin söylediklerinin bunlarla alakası yoktur.
Peygamberlerin söylediklerinin gerçek diğer anlamlarını dinleyenler bilgi
derecelerine göre düşünebilirler. Arifler gerçeği bilirler. Mesela bir
kişiye şunu yaparsan, sana nurdan iki kuş verilecektir dendiğinde, arifler bu
iki kuşla ilim ve hünerin kastedildiğini bilirler. Hâlbuki dinleyenler alelade
kişilerin bildiği anlama geldiğini sanırlar. Bu da doğru değildir. Burada
söylenenler peygamberlerin bilgisi dahilindedir. Benzeri rüyada da görülür.
Zira rüyada görülen görüntü gerçekte başkadır. Fakat birçok kişinin karşılaştığı
bir durum olduğu için, görüldüğü gibi olmadığı anlaşılmış; izahına çalışılmış
ve anlamları bilinmiştir. Peygamberlerin yolunda başkalarına yol yoktur.
Başkaları basiretsizliği devam ettirirken, veliler erenler keşif yolu ile bunu anladılar.
Şöyle bir
düşün!
Halk bu
hususta ne gibi sanılar içindedir?
Allah’a
varmanın yolları çeşitlidir; onu tatmayan bilmez.
Allah
selamet versin Hazreti İsa aleyhisselâm,
ruhuyla diri, cesediyle ölüdür. Ancak o Allah’ın ruhu olduğundan
dolayı ve ruhanî yanının üstünlüğü dolayısıyla ölmemiştir. Ruh ölümsüzdür;
ondan dolayı ölmemiştir, dediler. Karar üstün olanındır; bu da cesedi ölmedi
anlamına gelmez; çünkü bu imkânsızdır; bunu anla!
(Hicri) Sekiz
yüz sekiz yılı Cuma gününde yeşiller giyinmiş iki kişi gördüm. Birinin elinde,
Allah’ın selamı ona olsun İsa’nın ölüsü vardı. O iki kişi, sanki bana İsa’nın
bedeninin öldüğünü ima ediyorlardı. Allah daha iyi bilir. Halk tabakasının
iddia ettiği gibi ölü bedenlerin yeniden dirilmesi, doğru değildir. Fakat öyle
bir zaman gelebilir ki, insanlardan kimse kalmazsa, yeniden topraktan babasız
anasız insan doğar ve daha sonra evlenmeyle çoğalır.
Cennet ve
cehennem ile ayrıntılarının anlamlarının, cahillerinin akıllarından geçen
anlamlarla ilgisi yoktur. Melekler ise melekût alemindendir.
Görülmeleri ancak varlık içinde olabilir; zîrâ melekût varlığın batınındadır. Öyle
ki, iyiliğe yol açanlara melekler, kötülüğe yol açanlara ise, şeytanlar ve
iblisler denir. Belki de kişiliğe bürünüp, insanların istidadına göre
görüntü şekliyle ortaya çıkabilir ve insan onu diğer sair varlıklardan
sanabilir. Hâlbuki gerçek öyle değildir; o kişinin gördüğü görüntü iç görüntüdür
ve onun içindir ki, gören gözünü kapatsa bile, görüntüyü görebilir. Hak’tan yüz
çeviren, hisleri cüz’i olan kişi şeytandır. Gönlü yasaklardan arınmış uyuyan
bir kişinin rüyaları sonuna kadar gerçekleşebilir.
Bilginler
ruhun soyut varlıklarla bağlantılı olduğunu ve onda olayların yansıdığını söylerler.
Bu durum öyle olabilir. Belki de gördüğü onun dışında değildir; fakat uyanık
iken düşündükleri rüya olabilir. Halk tabakasının iddia ettiği gibi rüyada
görülenler ayrı şeyler değildir. Kişi uyanıkken tasavvur ettiğini uykudayken de
görebilir. Dileğim onların söyledikleri değil, benim söylediklerimin doğru
olmasıdır. Uyuyan kişi uyanıkken gördüğü, işittiği ve tasavvur ettiğinin
dışında bir nesneyi görmez. Kendisine uygun düşeni görür. Şayet gördükleri
karşılaştırma ve soyutlarla bağlantı sonucunda tahakkuk etseydi, kişi o halde,
daha önce hiç görmediği, duymadığı ve gerek kendisi, gerekse de kendi soyundan
olanların gönlünden, hatırından geçirmediği çok güzel şeyler görebilirdi Fakat
gerçek böyle değildir. Zira gördükleri, düşüncesi sonucunda oluşturduğu
nesnelerdi. Gönül tasavvur yapmaktan hiç bir zaman boş kalmaz. Düşünceler dâima
uyanıkken ve uyurken insanın aklından geçer. Düşüncelerin arınma ve hallerine
göre rüyaya da doğru aktarılması ve hatırlanması mümkündür. Sözün kısası rüya,
uyuyan kişinin düşündüklerinden ibaret olup, görüntülere dönüşür. Söylendiğine
göre "Ulu Tanrı, ilk önce bir cevher yarattı ve daha sonra kâinatı o
cevherden var etti". Buradaki cevherden maksat, ilk varlığın Hak
suretiyle ortaya çıkmasıdır. Yüce Tanrı söylediklerinden daha yücedir ve
herşeyi daha iyi bilir.
Şunu bil
ki, zikirler ve dualar gönlü matluba Allah’a
yönlendirmek içindir ve bir bağlantıdan
başka bir şey değildir. Etki yapan yöneliştir. Yönelişten birçok nesne ortaya
çıktığı gibi, gaflet ehline saklı kalan hususlar da aydınlanır. Amelsiz iklim,
tıpkı imansız bir amel iş ve bedensiz ruh gibidir.
Mütekellimler
kelamcılar, Allah her şeye muktedirdir
ve istediğini yapabilir derler. Bu da, Allah’ın kâfire küfrü ve zâlime zulmü
istediği anlamına gelir ve bir anlamda da, küfür ile zulmün onun iradesi ve
seçimi ile ortaya çıktığı demektir.
Ebu Ali
İbni Sînâ ve benzerleri Allah’ın varlığının kendini gerektirdiğini zatı vacibdir söylerler. Yani onun varlığı kâinatın varlığından
değişiktir; fakat kâinata etki yapmıştır demektedirler. Hâlbuki ikisi
birbirinden ayrı ve farklıdır; tıpta ateşle su gibi arasında ters etki vardır.
Bu
inançların ikisi de yanlıştır ve sırf cehalet ile bilgisizlikten ileri
gelmiştir. Allah zâlimlerin söylediklerinden münezzehtir. Allah’ın isteği ve
seçimi kâinatın isti’dâdına göredir. Ulu Tanrı’nın buyurduğu "Allah
istediğini yapar ve dilediğini hükmeder" sözleri, bir şey için ne
dilerse, onu yapar anlamına gelmez. Yani tasavvur ve tahayyül edilen, birbirine
zıt olan İslâm, küfür, zulüm, adalet, taş, ağaç ve diğerlerinde istediğini
gerçekleştirir anlamını taşımaz. Buradan çıkarılan anlam şudur:
Allah’ın
isteği ve dileği, o nesnenin isti’dadı doğrultusundadır. İsti’dâdında bulunmayanı
istemez ve dilek isti’dada bağlıdır. Kâinatın tümü isti’dâdına göre ortaya çıkmıştır.
İrade bu şekilde olup, bunun karşıtı ile ilişkisi yoktur. Allah istediğinden
başka bir şey yapmaz ve istediği de isti’dâdın dışına çıkmaz. İstediğini
yaparken, nasıl olur da özde ortaya çıkanı yapmasın?
İnsan bazen üzüntüye kapılabilir ve bu üzüntünün
sebebini de bilmeyebilir. Hâlbuki bunun bir sebebi olmalıdır, onu bilse üzülmezdi.
Fakat onu içinde duyar ve üzülür. Allah daha iyi bilir.
"Allah’tan
başka ilâh yoktur" sözü, kâinatta ondan başka tapılacak
yoktur anlamındadır.
"Melek,
köpeği bulunan eve girmez" hadisi, sahibinin gönlünde köpek
niteliği bulunan kişinin meleklik aşamalarından hiç birinde şansı bulunmadığı
anlamındadır. Allah bilir.
Câhiliye
döneminde insanlar görülen putlara tapıyorlardı. Bu çağda ise kuruntuya
dayalı putlara tapıyorlar. Umulur ki Allah gerçeği ortaya çıkarır ve ona
taparlar; tıpkı mutlak varlığa ibâdet etmenin gerekli olduğu gibi.
Allah adı,
bütün işlerin kendinden çıktığı ve bütün olgunluklarla nitelendiği için yüce
varlığa verilmiştir.
İşler,
sıfatlar, durumlar ve olgunluklar görüntüler olmadan ortaya çıkmaz. Bütün
görüntüler bütün olgunlukları gerçekleştirir. Görüntülerin değişikliğine göre,
nesneleri değişik gösteren görüntüler meydana gelir. Bunlardaki çokluk
görüntüdedir; bir olan ise Allah’tır ve bütün görüntülerde tecelli eder.
Görüntülerin her biri, şekil bakımından diğeriyle çelişkilidir; ama gerçekte
ise aynıdır. Görüntülerin her birinde şekil itibarı ile kendine özgü vaziyetler
ortaya çıkar. Gerçekte ise bütün durumlar birdir.
Bir kişi, "Ben
Allah’ım" derse, mutlaka doğrudur; çünkü varlık koşulsuz olarak Hakk
diye adlandırılır ve bu ister bütün nesneler, isterse bir kısım nesneler ondan
ortaya çıksın veya çıkmasın, ister vasıflandırılabilsin veya vasıflandırılmasın
durum aynıdır Görünüş bakımından her
nesneye Allah’tan ayrıdır denebilir, çünkü şekil bakımından bütün ondan
çıkmıştır".
Gerçekten
de bütün birdir. Yaratıcı dendiğinin doğruluğu gibi, Rezzak demek de doğrudur.
Başkaları da tıpkı bunun gibi, Allah ve kul da öyledir. Çoklukta aykırılık yoktur.
Esasında değişiklik sadece anlam ve değerlere göredir. Değerlerle tahakkuk yapılmaz.
Çokluk sadece hayallerden ibarettir. Hadisi şerifte işaret edildiği gibi
"Allah
vardı ve onunla başka hiç bir nesne yoktu" ve Bestami’nin
söylediğine göre
"O
şimdi de, tıpkı daha önce olduğu gibidir." Âyeti
kerimede de
"Her şey
yok olacak ancak o bakidir" sözleri bunu gösterir. Allah’ın
buyurduğu gibi
"Dünya
hayatı bir oyun ve oyalanmadır." Yani yaşamda insanları Hak’tan alıkoyan
uğraşılar vardır ve bu da oyalanma anlamındadır. Hak’tan başka hiç bir nesneyle
uğraşmayan ve Hak’tan ayrı nesnelerden başka bir meşgalesi bulunmayan, iki yönü
olan insanın saygı ve kiniyle yasak ve mübahını iyi değerlendirmesi gerekir.
Hakk’a götüren ve başkasına yönlendiren iki yöndeki uygun olanını ifâ etmek ve
olmayanını ikbah (kötü görme) ve yasak
etmesi lazımdır. Sema’da böyledir. Samimi fakirler vakitleri elverdikçe sema’
yapabilirler. Zira onlar güzel bir ses duyunca, gönüllerini Allah’a yönlendirir
ve dünyayı tamamıyla bir tarafı bırakarak Allah sevgisiyle doldururlar. Allah’a
ulaşmayı gerçekleştiren işi bir Müslümanın yasaklaması helâl midir?
Duyduğuma göre tarikat erbabı birkaç sınıfa
ayrılan odunlar gibidirler. Bir sınıfı kuru olup, ateşle yapılan en ufak
temasla tutuşur ve kül oluncaya kadar sönmez; yanınca da ateş olur. Bu durumun
şu sözlerle bağlantısı mümkündür; "Fakirlik tahakkuk edince, baki olan
Allah’tır." Diğer bir sınıfı ise o kadar nemlidir ki, nemi gidip
kuruyuncaya kadar uğraşırsan tutuşmaz. Orta sınıfa gelince, her iki sınıftan
oluşup hiç uğraşmadan tutuşur ve tamamlanıncaya kadar sönmez sınıfın yanısıra,
zorlu bir uğraşıdan soma tutuşup ihmal edildikçe ve nemi tükeninceye kadar
sönen sınıfları içine alır. Bu yolda istekli olanların örneği de böyledir; "Adetleri
çiğneyen olağanüstü sonuçlar elde eder."
Bölüm:
Allah
bütünden münezzehtir, bütün ondadır ve o da bütündedir. Bütün
hallerde gereğinden ayrı kalınmayan bir gerektir. Görünüşe göre bu bir hayal
olup gerçekleşmesi imkânsızdır. Fakat oluş ve ortaya çıkış ard arda görünüşte
ortaya çıkar. Her ne kadar o bunun içinde bulunsa da, o bundan münezzehtir.
Gerçeğe göre oluşun var olması Hak’tır. Varlığın da görünüş itibariyle olması
mümkündür ve somadan tahakkuk etmiştir. Yüce Allah "Acı ve tatlı sulu
iki denizi birbirine kavuşmamak üzre salıvermiştir. Aralarında bir engel
vardır; birbirinin sınırını aşamazlar." diye buyurmuştur. Mümkün
Hakk olmayacağı gibi, Hakk’ın da mümkün olması imkânsızdır. Fakat görünüş
itibariyle her ikisi birdir ve gerçekte Allah’ tır. Gerçeğin dışında bir
varlık söz konusu olamaz. Başka nesne ancak itibari sayılır. Diğer bir deyişle
bütünle yürüyüp damgasıyla damgalanmıştır. Fakat o bütünden münezzehtir. Şeref zulmet ve keder görünüşlerle ortaya çıkar ve
onlara göre orantılı aykırılık gösterir. Allah’a göre bütün nesneler aynıdır.
Hakikatta ondan başka varlık yoktur. Bin suretle ortaya çıksa da, yine o
birdir. Ulu Tanrı bütünde, bütün de onda ortaya çıkar. Gerçeğine bakılırsa
görünüş ve görülen aynıdır ve aradaki farklar itibarîdir. Allah yerine göre
bütün varlıklarda ortaya çıkar ve bu çıkış varlıkların isteğine göre değildir.
Allah’ın isteği ve iradesi, zatının gereğidir. Bu husus câhillerin ve medrese
âlimlerinin iddia ettiği gibi değildir.
Allah Teâlâ’nın
"Onu yapıp, ruhumdan üfledim" buyurması, O aşamaya getirilmesi
anlamındadır. Bu aşamada beden istenilen şekle göre düzeltilir ve bu durum
sebepler doğrultusundaki maddenin istidâdıyla hâsıl olur. Kabiliyeti yerine
getirilirse, üfürmekle dile getirilen ruh ikisinin ilgisiyle ortaya çıkar.
Üfürmek sözü, bedenin yaşantısıyla izah edilirse, bu doğru olmaz. Sadece terkip
olarak söylenebilir. Söz, gülüş ve insanlarla hayvanlar arasındaki farklar da
böyledir. Fakat bu farklar özde değil, bileşimdedir ve her aşamada özel bir
görünüşle ortaya çıkar. Hayvan aşamasında ruh olarak görülen bu öz, insan
aşamasında konuşan nefis olarak görülür ve dışarıdan hiç bir şey değildir.
Hayvanda hayvan olan öz, insanda insan olmuştur. Farklar ise, istidada göredir.
Bedenden ayrılan öz, bu şekilde, surette ortaya çıkmıştır. Bu öz suretin
bozulması ile bozulmaz. Öz bakidir; değişmez ve ortaya çıkması için bir
şekle ihtiyacı vardır.
Bizim
görevimiz yol göstermektir; dostların görevi ise, çalışıp çabalamaktır. Sonsuz
olan gönül evreni, zamanla değişir. Acele etmeye gerek yoktur. Her yemişin bir
mevsimi vardır. Fakat boş oturmamak, çalışmak gerekir.
Şunu bil
ki, göklerdeki güçlerle, öğeler ve benzerlerinin güçleri meleklerdir. Peygamberlerin
bu husustaki sözleri de, benim sözlerim anlamına gelmektedir ve câhillerin
iddia ettiği gibi değildir.
Allah
Teâlâ’nın zatının aslıyla bilinmez demenin anlamı, bu âlemdeki bütün şekillerde
vardır; bunu bil!
Allah, bu
şekillerle ortaya çıkar ve sonsuza kadar devam eder. Allah’ın zatının aslına
varan bir kimse ortaya çıkar ve hakikata varmış olur.
Anlamalısın
ki, mutlak varlık, zatının varlığı için gereklidir. Zira birbiriyle ters düşen
varlıkla yokluğun gereği yoktur denilirse, doğru değildir. Biri diğeriyle
nitelendirilemez. Varlığın yok olması mümkün değildir ve yokluğun da var olması
mümkün olamaz, ikisi de birbirinden vazgeçemez. Özel bir imkânla var olması
imkânsız olan mutlak varlığın başka bir varlıktan oluşunu kazanması gerekir.
Böylece de kendi varlığında yokluk olur ve varlığından kati nazar edilir.
Zatına dayanarak yoklukla vasıflandırılabilir ve yukarı da geçtiği gibi bu
imkânsızdır. Keza aynı şekilde başka sayılan varlığın da mevcudiyeti
imkânsızdır. Zira tahakkuk olmadan önce varlığın tahakkuk etmesi gerekir. Buradaki
amaç, mutlak varlıktadır ve bu da imkânsızdır. Mutlak yokluk diye bir şey yoktur.
Mutlak varlığın var olması gereği tespit edildi. Bütün varlıklar onda var olur.
O da yüce Allah’tır. Yine bütün varlıklar onun görünüşüdür ve görünen odur.
Ayrıca görünüş de ondadır.
Şunu bil
ki mutlak varlık olan yüce Allah’ın her aşamada iki özelliği vardır.
Biri etki
ve fiildir; diğeri ise etkilenmektir.
İlkinde
varlık Allah’tır ikincisinde de âlemdir, yaratılmıştır ve meydana gelen
olaydır; bunu anla!
Mutlak
varlık olan Allah Teâlâ her ikisinin arasındaki mutlak oluş ve birleşimle
bağımlılıktan dolayı mutlak varlıktır. Allah Teâlâ ne bütündür, ne de parçadır. Zira bütün
ve parçanın başka bir anlamı vardır. Gerçek var olma ve yok olmadan önce
gelmektedir. Gerçeğe başka varlıklardan soyutlanmış olarak bakıldığında parça görülüyorsa
da, her iki yönü içine almaktadır. Adı geçen mutlak varlık bütünden bir
niteliktir, ondan daha üstün bir aşama yoktur, o her şeyin üstündedir ve bütün
ondadır; o da bütündür ve bütün odur. Bu aşamada varlığın ne başlangıcı, ne
sonu, ne görünüşü ve ne de görünmeyişi aşamaları yoktur. Diğer aşamaları da
buna göre değerlendir!
Zîrâ,
O bütünden arınmış mutlak bir varlık sayılıp, bütün onda tahakkuk etmiştir.
Diğer bir deyişle, özel ve ebed diye bir olay yok, her ikisi birdir.
Yüce Allah’a
dair iki değerlendirme vardır:
Biri
belirtilmemiş olan değerlendirmedir ve buna göre ona birdir ve uludur denir.
Diğeri
ise, belirtilmiş olanıdır; buna göre de, ona bir ve güzel denilir. Bu iki
değer “iki el” ile izah edilir. Aynı zamanda iki elle, Allah’ın karşılıklı
her iki niteliği görünmeyen görünen, alan
veren ve bunun benzeri olan bütün karşıt nitelikler de açıklanır. Allah
Teâlâ ‘nın Adem’i iki eliyle yarattığını Hz. Peygamber hadisi şerifte
belirterek buna işaret etti. Allah ve kâinatın görüntüsü de böyledir. Peygamber
sallallahü aleyhi ve sellem "Allah Teâlâ’nın Adem’i kendi suretinde
yarattığını" söylemiştir. Kur’ân’da da böyledir. Bunun anlamı şudur
ki:
Allah Adem’i
kendi olgun suretinde yarattı.
Buradaki
suret manevidir; hissi değildir. Zira Hak teâlanın Rabb ve İlah aşamasında
görünür bir sureti olamaz. Allah bundan münezzehtir. Onun görülen sureti
kâinatın gerçeklerinde ortaya çıkmaktadır. Manevi görülmeyen sureti ise, Allah
Teâlâ suretinde tecelli etmektedir. Bu ikisi insanları yaratan iki el anlamındadır.
Âyeti kerimede de
"Elimle
yarattığıma secde etmeni engelleyen nedir? " sözleri bunu belirtir.
Bundan dolayı da "Duyuşu ve görüşü idin, demiş, fakat kulağı ve gözü
idim denmemiştir." Ulu Tanrı
"Biz
emâneti sunduk" âyeti kerimesiyle, bütün varlıkları
birleştiren ilâhî görünüşü, bu görünüşte yaratılan ve yeryüzünde halifelik
mertebesine ulaşan inşam işaret etmektedir.
Uykuda
görülen rüyalarla olaylar ve açıkça görülen diğer şekiller, esasında bilgi ve
birlik aşamasının belirtileridir. Bunlar Allah yolunda kendim adayan kişiye
birer uyarı olup, yüce amacına ulaşması için savaşması gerektiğini gösterir. Bu
da işin tadına varma ve birliğin gerçekleşmesidir. Bunlar rüyada gördükleriyle
farklıdır ve bunların benzerleri birliğin belirtileridir ve aralarında büyük
aykırılık vardır. Bunları ancak ermiş kişi bilir.
Mesela
kendini Allah yoluna adayan kişi kendinden geçmiş ve uyumuş değilken, bedeninin
yayılıp, bütün dünyayı kapsayacak kadar genişlediğini görür. Yine bu kişi yeryüzündeki
dağları, ağaçları, ırmakları, bahçeleri ve bütün varlıkları da kendinde görür.
Ayrıca bütün varlıkları kendinde gördüğünü sanır ve gördüğü her nesneye bu
benim der. Kendi nefsinden başka hiç bir nesne görmez. Gördüğünü kendi nefsiyle
karşılaştırır. Yine özünde zerre ile güneşi eşit görür ve aralarındaki farkı
anlayamaz. Zamanı da bir bütün olarak görür; başlangıç ile sonu ve ebedle ezeli
de göremez. Bu Âdem zamanıdır ve bu da Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin zamanıdır
demekten de tuhaflık hissediyor. Zira başlangıçta sonun bir olduğunu ve sanki
zamanın değişmediğini gördüğünü zannetmiştir. Daha sonra bu görünüş ve
çokluktan da uzaklaşıp, yeni bir ruh haletine bürünür. Bazen dünyanın
varlığına, bazen da yokluğuna inanır ve bu yokluğun içinden bütün nesneleri
görür ve şaşa kalır. Daha sonra bütün nesnelerin yok olduğunu görür ve bunu
anlatmaya gücü yetmez. Bundan soma çokluk alemini içice görür ve burada bir
saat durur ve ardından kendine gelir. Bu söylediklerim bazı arkadaşlarımın
başından geçen olaylardır. Nesneler için söylenenler, birliğin belirtisidir.
Gönlün bazen varlığa bazen yokluğa yönelmesine dair sözler de, esasında birlik
aşamasının göstergesidir. Çokluk için söylenenler ise, açıkça ortaya çıkan
olayların işaretidir. Her gördüğü nesne için bu benim demesiyle ilgili sözler
ise birliğin belirtisidir. Bütün bunlar Hak’tan gelen uyarılardır. Amaçlanan
birlik, hali hazırdaki tatlı görünen birlik değildir. Gerçek amaçlanan birlik
bunun çok üstündedir. Allah yoluna kendini adayan kişi, bu birlikle bütün
nesnelerin kendine bağlı olduğunu ve bu nesnelerin kendi kişiliğinde
bulunduğunu hisseder. Bu aşamayı izah etmek mümkün değildir ve bunu tatmayan
tadını bilmez. Bundan dolayıdır ki, birlik üç kısımdan meydana gelmiştir:
İlmi
Birlik: Bu birlik, ağızdan ağıza dolaşarak ve kitaplardan okuyarak elde
edilir.
Uyarıcı
Birlik: Bu birlik Allah Teâlâ tarafından verilen birliktir. Uyurken
rüyalarla, gerçek olaylarla veya ilham yolu ile sunulan birliktir. Bu birlik
birincisinden üstündür.
Eğlenme ve
Coşkulu Birlik: Bu birlik hepsinden üstün olup, amaçlanandır.
Tasavvuf
gerçekleşince münafıklık başlar. Gerçek sofi, gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı ve hiçbir insan gönlünün hatırlamadığı olayları görür.
İnsanlara akıllarının alabildiği ve onlara uygun olanları anlatıp, söylediği
halde öldürülmesine neden olabilecekleri ise, gönlünde saklı tutar. Bu durumda
nasıl münafık sayılmaz?
Seriyyis Sakatî’nin sözlerinde de buna işaret
edilmektedir: Allah rahmet etsin Seriyy, bu hususta şöyle der:
Tasavvuf
üç anlamın adıdır. Mutasavvıf bilgi ve hünerinin aydınlığı
hiç sönmeyen, kitapta açıkça izah edilen ilme dair çelişkili üstü kapalı bilgi
vermeyen ve Allah’ın bilinmesini istemediği hususları kerâmetleriyle ifşa
etmeyen kimsedir.
Burada
söylenebilir ki, gerçeğe varan kişi bildiklerini izah etmelidir. Bunda
münafıklık yoktur. Şaşılacak husus ise şudur, inançta iki karşıt olan düşünceyi
bir araya getirdi. Hâlbuki bunda da şaşılacak bir husus olmaması gerekir. Zira
her biri yerine göre gerçektir.
Allah’ı
bilen kişilerin, ilme’lyakin, ayne’lyakin ve hakka’lyakin anlamlarına
dair değişik görüşleri vardır; bunu bil!
Bunları
buraya aktarmama bir faydası olacağını sanmıyorum. Bu fakirin aklına gelen ve
yalnız birlikte değil, aynı zamanda yiğitlik ve cömertlikle de ilgisi bulunan
bazı söylenenleri zikredelim.
Buna örnek
olarak sadece kulaktan kulağa duyulan ve görülmeyene ilme’l yakin denir.
Görerek
öğrendiği ise, ayne’l yakindir.
Kendi
yaptığı bir iş ise de, hakka’l yakindir.
Böylece
ilme’l yakin şüphe götürmeyen bilgidir. Fakat görülmemiştir. Ayne’l yakin ise,
görerek bilmektir. Hakka’l yakin ise de, kendisidir. Birlikte gerçekleşmesi
için şunlar söylenir:
Kişi Hakk Teâlâ’nın
varlığını başka bir etken olmadan ve şüphe kanıtı aramadan bilirse, ilme’l
yakindir.
Bunu
tanık, kanıt ve gözle görüp anlamaya çalışırsa, bu duruma da ayne’l yakin denir.
Bu sözler esasında rüya ve gözle görmeyi değil, hünerin olgunluğunu ifade eder.
Zira Allah benzerden ve benzetilmeden münezzehtir.
Kişi Allah’tan
başka bir varlığın bulunmadığım ve bütün varlığın Allah olduğunu bilirse, buna
hakka’l yakin denir. Zira bu Hakk’la gerçekleşmiştir. Bu durumda varlık kalmaz;
bütün varide Allah Teâlâ’nındır. Allah’ı anma, anan ve andan birdir ve bu da
Allah’tan başka bir varlığın bulunmadığı anlamındadır. Allah varlığın
gerçeği dolayısıyla anma, anılma ve anılan üçüde birdir. Bu da ilme’l yakindir.
Hakke’l yakin ise, kendini Allah yoluna adayan kişinin bunda tahakkuk etmesi anlamına
gelir. Ben bu aşamada dilde dolaşan ve görülen anısın gerçek anısın sureti
olduğunu gördüm. Gerçek anısın da gönülde oluştuğunu gördüm ve bundan dolayı
gönüle anış adı verilmiştir. Gönüle aynı zamanda Hakk adı da verilir.
Bütün, bir olmuştur. Bu tıpkı suyun rüzgâr estiği zaman dalgaya dönüştüğü hale
benzer. Hâlbuki gerçekte dalga sudan başka bir şey değildir. Gönül ve anışta da
durum aynıdır; anış, bütün gönlü kaplar ve böylece gönül bütünüyle anışa
dönüşür. Dildeki anış gönüldeki anısın suretidir ve aynı şekildedir. Fakat
gönül şekilden münezzehtir. Ama aşama, kesinlikle bunu böylece yüklenmemi gerektiriyor.
Bundan da şu anlaşılıyor ki: Gönülde iki düşünce birden birleşemez. Çünkü gönüle
gelen düşün ce, o aşamada başka bir düşünceye yer bırakmayacak kadar onu
kaplar. Bu da tıpkı deniz suyu gibidir; esen rüzgârın etkisiyle dalgalanır ve
bu dalga şeklim rüzgâr esip dalga devam ettikçe başka bir biçimde düşünmek
imkânsızdır. Bunu iyi anla!
Öyle
sanıyorum ki, bu ince konuyu benden önce kimse ele almamıştır. Allah daha iyi
bilir.
Bazen
kendimi gayet latif olarak görürüm; bu görünümün sebebi ise, bedenimin
şeklidir. İşte bu letafet de, bedenî şekille ilgilidir. Ortada görülen nesne bu
latif görüntüdür. Latif olan buharın da, letafeti yoğunlaşmadan görünmez; yoğunlaşınca,
bulut olup görünür. Bulutun bu biçimi buhardan farklı bir nesne değildir;
buharın ta kendisidir; yoğunlaşmış ve ona başka hiçbir varlık eklenmemiştir.
Şahıslarda görülen letafet de aynıdır; yoğunlaşınca görünen bir biçim kazanır.
Bu sadece bir örnek olup, gözlemlere dair söylediklerimize işarettir. İnsanla
buhar arasında hiç bir yönden benzerlik yoktur.
Bazı
zamanlar okumaya dalmış meşgul olduğumda, gönlüme sanki pırıl pırıl parlayan
bir takım kişilerin görüntüsü düşer. Düşüncelere dalar ve bu kişilerin
görüntüsü beni meşgul eder. Her ne kadar bu düşünceyi gönlümden atmaya çalışırsam
da, atamam. Bir de bakıyorum ki, ertesi gün o kişi beni ziyaret etmeye geliyor
ve böylece onu bilfiil görüyorum. Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurmuştur ki:
"Peygamberlikten
sadece müjdeli sözler geriye kaldı." Yine Hazreti Peygamber buyurmuştur
ki:
"İyi rüyalar peygamberliğin kırk altı bölümünden
biridir." Böylece Peygamber, rüyaları peygamberliğin ayrıntı kısımlarından
biri saymıştır. Bundan dolayı Allah’a ulaşmak isteyen kişi rüyalardan vazgeçmemeli
ve yorumlarını da takip etmelidir. Zira onları bilmede büyük faydalar vardır.
Onlarla birçok bilinmeyen olay aydınlatılabilir. Kendini Allah yoluna adayan
kişinin sağlığı ve kötü halleriyle iyi rüya sahibinin de hal ve durumları
rüyalarla anlaşılabilir. İyi rüyalar gören kişinin aydınlanması için
gösterilen Allah’ın ışıklarından bir ışık parçasıdır. Bir gece bu ışıklı
rüya beni de bağladı, kendimden geçtim; şaştım; ızdırap ve büyük haz duydum ve o
esnada aşağıdaki beyti dile getirdim:
Ey
nefs göz
daima Allah’ın adını an ve kederden ölüver
Yüce Allah’tan
başka hiç kimseye ihtiyaç elini açma
O esnada
etrafımda bir grup fakih öğrenci de vardı; durumumdan etkilenip, benim için
korktular. Bu öğrenciler arasında Mısır’daki Barkukiye Medresesi
müderrislerinden olan Mevlana Seyfeddin vardı. İlk başta Şeyhuniye
müderrisi Mevlana Zâde’yi gördüm. Fakat ikinci defa baktığımda yerine
yukarıda adı geçen Seyfeddin’i gördüm.
Şunu bil
ki, görünüşün değişmesi, yani bir kişinin görünüşünün başka kişinin görünüşüne
geçmesi tek bir nesne gibidir. Bazen bir kişiyi başka bir kişi gibi görür. Bu
da dileğini anlam olduğuna dair bir belirtidir ve o gruba uygun olup, özel
kişiyle ilgili değildir. Görüntü de o kişiyle ilgili değil, başka biçimde
uyarılmak için gösterilen ve birliğe delalet eden ayrı bir durumdur.
Allah
Teâlâ buyurmuştur ki:
"Âdem’e
bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi." Buradaki
isimler Allah’ın isimleridir. Allah’ın isimlerinin olgun görüntüsü, meleklerin
değil, olgun insanın belirtisidir. Bundan dolayıdır ki, bütün bu isimleri olgun
insana öğretti ve onu bu adlarla şekillendirdi. Bu bir şereftir; taş gibi
eşyayı belirten harfleri bilmek bir hüner değildir. Çünkü bunları bilmek kolay
bir iştir ve gerek insanoğlu gerekse melekler arasında herhangi bir övünç
kaynağı sayılmaz.
Gökler,
yeryüzü, öğeler ve benzerlerine vekil kılman melekler, bunların içindeki Allah’ın
iradesiyle ortaya çıkan güçlerdir. Onlar göz açıp kapayıncaya kadar süren kısacık
süre içerisinde bile Allah’a itaat etmekten geri kalmazlar. Meleklerin
başlangıçtan sonsuza kadar Allah’ın adını andıklarını Yüce Allah âyeti kerimede
şöyle belirtmiştir:
"Onu
hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız." Şeytanlar ise, insanın kanı içinde akan ve
nefsin hayvani şehvetlerini gösteren içindeki güçlerdir. Bu güçler insanı Allah
ve şeriata karşı gelmeye sürükler. Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamber hazretleri
buna şu sözleri ile değinir:
"Şeytan
kanla birlikte dolaşıyor".
Ey
câhiller!
Sizler
Allah’ın, Peygamberlerin ve velilerin söylediklerim anlamıyorsunuz. Akıllarınızın
eksikliği, gönüllerinizin bulanıklığı, âhiretle ilgili gafletiniz ve aşırı
derecede dünyaya bağlılığınız, sizi gerçeklerden uzaklaştırmıştır ve gerçeği
öğrenmenizi engellemiştir. Fakat doğruluğunuz da yanlış yola sapmanız içinde
yer almaktadır. Bundan dolayı şeriat düzenleyicisi de bunu size acıdığı için
böyle tesbit etti. Çünkü sizin doğruluğunuz cehaletinizde yer almaktadır. Aynı
zamanda kader meselesi hakkındaki en bilgiliniz, en cahilinizdir.
Gözleriniz bunu görmemiştir, bunun sebebi Peygamber ve bütün velilerin bilmemesinden
değil; onlar bunu güneş bildikleri gibi bilirler. Fakat akıllarınızın
eksikliğinden dolayı, size ve aşağılık kimselere izah etmiyorlar. Sana
gelince, eğer sen de içini temiz tutarsan belki söylediklerini anlayabilirsin.
Hidâyeti
dileyen kişi büyük iyilik ve olgunluklarını küçük, ufacık suçlar, kusur ve
zararlarını büyük görmelidir; yoksa ondan da ümit yoktur. Bilmelisin ki, kulun
Kur’ân’daki dünya, yaşantı ve âhiret işleriyle ilgili konuları bilmesi gerekir
ve böylece zamanını orantılı olarak dünya işleriyle âhiret işleri arasında
ayarlamasını bilmelidir.
Kur’ân
otuz Cüzdür. Dünya işleriyle ilgili cüz, birden biraz daha
fazladır. Hâlbuki âhiret işlerine dair cüzler, geriye kalan yirmi dokuz cüzdür. Kur’ân’ın
bu şekilde düzenlenmesi, esasında insanlara bir uyarıdır. Bu uyarı insanlara ve
âlimlere dünya ve âhiret işlerine ne oranda süre ayırmalarını göstermektedir.
Allah daha iyi bilir. Allah’tan gelen emirlerden biri de budur.
Şunu bil
ki, isimler, nitelikler ve işlerin hepsi kabiliyetlere bağlıdır. Bunlar olmayınca,
onlardan da bir şey ortada kalmaz. Bu sırra dair haberi de kaderin sırrı bana bildirmektedir.
Allah daha iyi bilir. Allah’a hamdolsun bu konulardaki bilgileri Yüce Allah
bana bildirdi. Bu bilgiler kitap okuyarak ve öğrenim görerek elde edilemez.
Cennet,
esasında melekût âleminden ibarettir. Âdem aleyhisselam buradan çıkıp,
yoğunlaşarak yeryüzüne aldığı şekille inmiştir. Âhiret işleriyle ilgilenen
bilginler, âhiret yolu için gerekli olan bilgileri kitap ve sünnetten
öğrendiler. Fıkıhla uğraşan bilginler de, dünya işlerine dair bilgileri ve alım
satımlara dair meseleleri yine, o kitaplar ve sünnetten elde ettiler. Kişi,
âhiret yoluna dair bilgileri elde etmek isterse, âhiret konularını ele alan
kitapları incelemelidir. Fıkıh konularına dair bilgileri elde etmek
istiyorsa, o halde, fıkıh kitaplarını okumalı ve incelemelidir. Biri kalkıp,
ben de kitap ve sünnetten yararlanarak bu bilgileri, âhiret ve fıkıh işleriyle
ilgilenen bilgilerin eserlerini gözden geçirmeden elde edebilirim; onlar
insandı, ben de insanım derse, doğru olmaz ve bu düşünce ömrü boşa harcamaktan
başka bir işe yaramaz. Âhiret yolu da böyledir. İnsan ancak duygularla
ilgisini kesip, Hakk’ı gözle göremeyeceğini idrak ettikten sonra ve Allah’ın
sevgisiyle coşunca, Allah ona görünüş olarak görünebilir. Fakat bu çok az
tahakkuk eden bir olaydır. Buradaki esas nokta gönlün saf bir şekilde Allah’a
yönelmesidir. Bu gerçekleşirse, Allah görünüş olarak değil, anlayış şekliyle ve
duyularla tecelli eder ve şüphe ortadan kalkar.
Ağacın,(Musa
aleyhisselâma) "Ben Allah’ım" demesi, insanın bunu
söylemesinin doğru olduğuna dair bir uyarıdır. Birinci şekilde belirttiğimiz
gibiyse, doğrudur. Dünya Allah’ın görünüşü olduğundan dolayı, "Ben
Allah’ım" diyen herkesin sözü de doğrudur. Çünkü bununla bütün Allah
kastediliyor; bölümle hiç bir alakası yoktur ve konuşan insan değil,
Allah’tır. Keza aynı şekilde insan konuşmaya başlayıp, "ben Zeyd’im"
derse, bu sözleri doğrudur. Çünkü bu sözler Zeyd’in özüyle alakalıdır ve
konuşan dil ile kıpırdayan ve etten oluşan bedenle yalandan uzaktan hiç bir
ilgisi yoktur. Sözü söyleyen dil değil, Zeyd’in zatıdır. Bundan dolayı ağaç
veya insan "ben Allah’ım" derse doğrudur. Bu itibarla her
zerre de, "Ben Allah’ım" derse doğrudur. Ancak başka bir kişi "O
veya sen Allah’sın" derse, doğru değildir. Aynı şekilde dil ben Zeyd’im
diyebilir. Fakat bir başkası dile, o, veya sen Zeyd’sin diyemez."
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin; "Allah vardı ve onunla başka hiç bir
nesne yoktu" sözleri, Allah’ın birlik aşamasından daha üstün bir
aşamaya denildiğine dair bir göstergedir. Bütün nesneler de, bu aşamada ortaya
çıkmaktadır.
Şunu bil
ki, varoluş ile yok oluş ezelî ve ebedîdir ve dünya ile âhiret ise izafîdir. Görünen
dünya fâni ve görünmeyen âhirete baki denmiştir. İkisi de ezelî ve ebedîdir.
Ancak diğer ebedî olan âhirete verdir. Kişilerin elde ettikleri olgunlukların
tatlan, huriler, köşkler ve cennetlere benzetilmiştir. Bunlara verilen adlar
takma adlardır. Çünkü eksik, câhil ve kıt akılları bulunan kişilere gerçek bu
vesile ile anlatılabilir. Onlara açıkça anlatılsa bile, dünya işleri ve
lezzetlerinden geri kalmazlar. Bundan dolayıdır ki, bu yollara başvurulmuş ve
bununla bu kişilerin şevkinin arttırılması amaçlanmıştır. Böylece bunlar Allah’a
ulaşmak için ibâdetlere yönelirler ve büyük bir çalışmaya girişirler ve sonuçta
Hakk’ı idrak ederler. Allah yoluna girenlere başlangıçta böyle yapılmamış ve
böylece dikkatleri çekilmemiş olsaydı, bilmedikleri yollara saparlardı. Allah
gerçeği söyler ve doğru yolu gösterir.
Allah’ın
selamı ona olsun Peygamber, hadisi şerifinde buyurmuştur ki, "İnsanların
ellerinde bulunanlardan uzak dur; insanlar seni sever ve Allah’ın katında
bulunanlardan uzak dur; Allah seni sever." Mükâfat ve tehditler
doğrudur ve bunlar Hakk’tan Hakk’a ve Hakk’la Hakk içindir.
Ölmeden
önce öl, ta ki ölümsüz kalasın. Zira dünyadan, dünyanın tatlarından ve
şehvetlerinden uzak duran kişi, başlangıcı ve sonu olmayan gerçek varlığa
kavuşur. Bu tür hayatta ölüm yoktur; sonsuza kadar devam eder. Fakat insanlar
bu yaşantıyı değil, dünya yaşantısını istemektedirler. Diğer bir şık ise,
ölmeden önce ölen ilahî ahlakı elde eder ve adı sonsuza kadar kahr. Adı sonsuza
kadar kalan kişi ebediyen yaşar. Ayrıca üçüncü bir anlamı da şöyle: Geçici ve
mecazı varlıktan vazgeçen, kendi varlığının Allah’ın varlık kaynaklarından bir
kaynak olduğunu bilen ve ikilikten kurtulan kişi, sonsuza kadar diridir. Zira
varlıktan başka bir şey geride kalmaz ve varlığın da yok olması imkânsızdır.
Hadiste cennetin sekiz, cehennemin ise yedi
kapısı bulunduğu belirtilmiştir. Bundan da şu anlaşılır ki, arş cennetin
tavanıdır ve burçların göğü de cennetin yeridir. Burçların göğünün içbükeyi
cehennemin tavanıdır ve bunların altındaki göklerin her biri de, bir kapıdır.
Böylece cennetin sekiz kapısı vardır. Zira atlas adı verilen göğün altında
sekiz gök vardır ve bu gökler şunlardır: Burçların göğü, Zühal göğü, Müşteri
göğü, Merih göğü, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay. Ay göklerin sonuncusudur.
Yıldızlara ait göğün içbükeyi cehennemin tavanım oluşturuyorsa, altında yedi
gök kalır. Her göğü bir kapı sayarsan, cennetin sekiz ve cehennemin yedi kapısı
olur. Bunu yazınca Kur’ân’dan birkaç âyet okuyayım diye mushafi açtım ve şu
âyetle karşılaştım: "âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük
taslayanlara, göğün kapıları açılmaz ve cennete giremezler". Bu da,
göklerin cennetin kapıları olduğuna dair söylediklerimize bir işarettir. Diğer
bir deyişle, cennetin kapıları olan gökler onlara açılmayacaktır.
Şafiî
mezhebi ve diğer bazı kişilere göre kaza namazlarının düzenli bir şekilde kılınması
vacib değildir. Hâlbuki diğer bazı kişilere göre ise bu vacibdir.
Durum
namazın selamında da böyledir. Hanefî mezhebi ve bazıları, selamın namaz
kılan kişi tarafından başını iki yana çevirip vermesi gereği üzerinde
durmuşlar. Maliki mezhebi ve diğer bazıları ise, selamın öne doğru
verilmesi düşüncesini savunmuşlardır. Tahiyyât duasında da durum böyledir. Şafiî
mezhebinde olduğu gibi, bazıları bu duanın tıpkı normal halk konuşması
türünde yapılabileceğini savunurlar. Bu duaya misal olarak da, evlenme duası
gösterilebilir. Hanefî mezhebinde de olduğu gibi, diğer bazı kimseler ise,
bunun caiz olmadığı düşüncesindedirler. Bu tür söylentiler birçok kez dışa
dönük işler için yayılmıştır. Bu ve buna benzerleri hakkında düşünen kişiler,
bütün dikkatlerini iç âlemin düzeltilmesi, arıtılması, ahlakın tehzip (süsleme)
edilmesi yönüne çevirirler. Dışa dönük çabalar da, bunun bir aracı sayılır.
Çabalar harcanacaksa, ne türde yapılacaktır ki, istenilen elde edilsin. Bundan
dolayıdır ki, bu ve buna benzer durumlarda bunu gerçekleştirmek imkânsızdır.
Dışa dönük
görünüşlerle uğraşan bilginleri Allah Teâlâ işlerini ıslah etmiş ve onları içi
bırakıp, kabuklarla uğraşmaya yönlendirmiştir. Bu bilginlerin çoğunun içi
yarılıp, bakıldığında, dünya sevgisi ve başkanlık hırsından başka, dinle ilgili
hiç bir ize rastlanmaz. Allah onları rezil etsin.
Allah
Teâlâ, Taha suresinde
"Ey
Muhammed! Sana dağlan sorarlar; de ki;
Rabbim onları ufalayıp savuracak, yerlerini düz, kuru bir toprak haline getirecek;
orada ne çukur, ne tümsek göreceksin" diye duyurmuştur. Bu sözlerle kıyamette
Allah varlığının ortaya çıkışı ve bir olan Allah’ın her yeri kaplaması anlamı
çıkarılabilir. Bu durumda eğikliği bulunmayan ve bir olan Allah karar sahibi
olur ve böylece dağların özellikleri ortadan kalkar. Bu zamanda ise, sadece
birlik görünecek ve halk da bu birliğe davet edilecektir. Allah eğim ve eğiklikleri
açıklayacak ve gönülleri yumuşatacaktır. Allah ve Rahman adları ile
adlandırılan özün kararlarının kabulü için nitelikler belirlenecek ve böylece
özün kararları ortaya çıkarken, niteliklere dair kararlar ortadan
kaybolacaktır, izi kalmayacaktır. Yüce Allah, Enbiya suresinde şöyle
buyurmuştur:
"İnkar
edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı görmediler mi? ".
Bu âyetin
tefsirinde şöyle deniyor: Göklerle yeryüzü yapışıktı. Ben de derim ki, bununla
insan kasdediliyordur her halde. Gökler de, melekût âlemine dair bir işarettir
ve yeryüzü ise mülk aleminin belirtisidir ve insan her ikisinin karışımıdır.
Rahimde bir damla ve sıvı iken, onları yarıp ruhu üfürdük ve böylece mülk ve
melekût izleri onda belirmeye başladı.
Gerçek
sevgi odur ki, gönlün Allah Teâlâ’nın sevgisiyle dolsun ve dünya sevgisinden
uzak dursun.
İhyâ-ül
Ulûm, Kimyâü’s Sa’âde ve benzerleri, gerçek Tahkik
ilmi ile özenme Taklit ilmi arasında bir mesafe oluşturur. Bu da,
dünyayı doğru yola götürme ve gerçeği arayan kişilere görünmüş güzel bir
yoldur. Zira bunlar, gerçeği ararken neyin kendilerine uygun, neyin ters
düştüğünü anlayacak kabiliyette değiller ve bilmeden tıpkı av köpekleri gibi
boşuna çaba harcarlar. Şunu bil ki:
Cinler,
meleklerden, şeytandan ve iblisten daha yaygındır ve bunların hepsi ruhlar
âlemindendirler; cisimler âlemiyle hiç bir ilgileri yoktur. Bunlar bütün ve
bölümden oluşan güçlerdendir. Allah’a yakınlaşmayı gerçekleştiren araç ve
sebeplerden meydana gelen güçlere, melekler adı verilir. Allah’tan
uzaklaştırıp, dünyaya yaklaştıran güçlere ise, şeytan adı verilir. Ulu Tanrı’nın
âyeti kerimede "Allah’la cinler arasında da bir soy bağı icad ettiler"
sözleri, bizim cinler meleklerden daha geneldir sözümüze dair bir kanıttır.
Kâfirler, melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fakat cinler ve şeytanlar Allah’ın
kızlarıdır demediler. Yüce Allah bunlardan münezzehtir. Bu söylenenler, meleklerin
de, cinler kavramı içinde yer aldığı anlamına gelmektedir.
Allah
Teâlâ, Kur’ân’da buyurmuştur ki:
"Yağmur
suyunu indirir ve onunla her türlü ürünü
yemişleri yetiştiririz; ölüleri
de bunun gibi diriltip, çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız." Bu da iki
çıkış arasında fark bulunmadığım gösterir. Kıyamet günü dirilen cesetle çürüyen
vücut arasında hiç bir bağlantı bulunmadığına işarettir. Keza aynı şekilde
yerde çürüyen ürünlerle yeni yetişen ürünler arasında bir bağlantı yoktur;
sadece benzerlik vardır.
Yüce Allah
kitabında:
"Ey
insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar
dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir,"
buyurmuştur. Bu âyet, dünyanın üst ile altı ve görünen ile görünmeyeni bir
kişiye benzediğine işaret ediyor. Nesnelerin çeşitli olması, tıpkı inşam
oluşturan üyeler gibidir. Nasıl ki üyelerin çeşitli olması insanın birliğini
bozmuyorsa, nesnelerin çeşitli olması da dünyanın birliğini bozmaz. Zira dünya
Hakk’ın görüntüsüdür. Bu işin temeli spor ve uğraşıya bağlıdır; sabit
tutkularla ilgisi yoktur. Tutkulardan kurtulmak için harcanan çabalar çağ ve zamanlara
göre değişebilir. Bundan dolayı da şer’î hükümler yasalar de değişebilir. Peygamberlerin hal ve
tavırları bunun isbatıdır. Bütün peygamberler hak yolundadırlar; aralarındaki
yolların farklı olması onları haksız gösteremez.
"Allah’tan
başka tapılacak yoktur" diyen cennete girer. Bu sözü söylemenin
birkaç anlamı vardır:
1- Genel
olarak bilinen huri, köşkler ve benzerleri anlamındadır.
2- Savaş
sırasında esir alman kâfirlerin malları ve canları alındığı için, bu sözleri
dile getiren kâfir bu durumlardan kurtulur ve güvenliğe kavuşur. İşte bu durum
cennet sözüyle ifade edilmiştir.
3-Burada
kişi, bu sözlerle kendini, malını ve ailesini korumak için kullanmış ve böylece
cennete girmiştir.
4-Her iki
dünyada ve kâinatta da Allah’tan başka bir varlık bulunmadığını bilen kişi,
duyulan varlıklardan kurtulmuş olup, cennete girmiş sayılır.
5-Kendi
kendine gerçekleşen ve varlığından kurtulan kişi, karanlık ve cehennemi varlığından
kurtulmuş sayılır ve ebedî olan cennete girmiş olur ve orada korunur.
6-Her iyi
duruma cennet ve her kötü duruma cehennem adı verilir. Birlik durumu iyi ulu bir
durumdur. Allah’a şirk koşma durumu ise, kötü bir durumdur. "Allah’tan
başka tapılacak varlık yoktur" diyen kişi, kötü durumdan iyi duruma
geçer.
7-"Allah’tan
başka tapılacak yoktur" diyen ve açıkça görülen, duyulan putlara tapmaktan
vazgeçip, duyularla ilgisi bulunmayan ve görülmeyen Allah’a yönelen kişi,
duyularla ifade edilemeyen Allah’a ulaşır. Bu durum cennet ile ifade
edilmiştir.
İşte bu
içle ilgili yedi durum böylece tamamlanmıştır. Kur’ân’ın da içi ve dışı vardır
ve iç kısmının da yedi izahı vardır.
Allah’ın
selamları onlara olsun Peygamberlere de kelimelerin anlamları bildirilmiştir.
Şunu bilesin ki, hem dünya hem de âhiretle ilgili her iyi ve yüce duruma cennet
denilir ve aynı şekilde de, ateş, yılanlar, akrepler ve zakkumdaki durumlara
kötü ve alçak dur tunlar denilir. Kitaplarda nitelendirilenler ve sözü edilen
hurilerle köşkler ve diğerleri söylediklerimizin örnekleridir görüntüleridir. Bunların görüntü olduğunun
deliline gelince, şöyle izah edilebilir: Kişi rüyasında kendini bir bağ veya
yüksek bir köşkte görürse, bundan yücelik elde edeceği ve amacına ulaşacağı
anlamı çıkarılır. Rüyalarda görülen görüntüler, âhiretteki görüntülerin cinslerindendir.
Zira uyku, kısa ölüm gibidir ve uykuda görülen rüyalar, âhiret görüntüleri
cinsindendir. Böylece âhiret, cennet, hurilet ve köşkleri iyi tam ve dikkatli
ol, aldanma!
Bundan
böyle okuyup, anlayıp ve inandıktan sonra salon ciddiyetini, harcamış olduğun
çabaları ve çalışmalarını bırakma. Zira bilimler, buluşlar, olgunluklar,
yükseltici durumlar ve üstün mertebelerin menşe’i bu çalışmalara bağlıdır.
Herhangi bir kişi yanılıp "Dünya, âhiret, huriler, köşkler ve cennet
böyleyse, gereği yoktur" derse, katli mubahtır. Çünkü o delalete
düşmüştür.
Şunu bil
ki, kıyamet ekâbirler nezdinde(büyükler yanında) zatın ortaya çıkışın ve nitelikler
saltanatının son bulması anlamına gelmektedir. Dilersen, ölen kişi için, kıyameti
başlamıştır diyebilirsin. Yeniden dirilme aynısının tekrarıdır. Allah sözlerin
de tam olarak belirtildiği gibi, ateş ve cahillikten sakınınız. Her peygambere
vahiy yolu ile gelen bilgilerin tümü doğrudur ve her yönüyle amaçlananı içine
alır.
Peygamber
efendimizin döneminde bazı kişiler, bilmen kıymetin gerçekleşeceğini, Deccal’in
ve Dabbetü’larz’ın ortaya çıkacağını bekliyorlardı ve bunların zamanlarında
gerçekleşeceğini zannediyorlardı. Bu beklentileri kitaplarda da belirtilmiştir.
Daha soma gelenler bu durumların kendi dönemlerinde gerçekleşeceğini sandılar
ve bu hususta kitaplar yazanları da oldu. Bazıları bu olayların üçyüzüncü
yıl içinde cereyan edeceğini, bazıları ise, Mehdi’nin ve Hâtemül-vilâye’nin
çıkışıyla birlikte yedi yüzyıl ile sekiz yüzyıl arasında
gerçekleşeceğini ileri sürdüler. Hâlbuki peygamber efendimizin zamanından
bugüne dek sekiz yüz yıl gelip geçtiği halde, onların söyledikleri ve
câhil halk tabakasının tahayyül ettiği gibi herhangi bir olay gerçekleşmedi.
Bunların söylediklerinden hiç biri yıllar geçse de gerçekleşmeyecek ve iddia
ettikleri gibi ölü cesetler dirilmeyecektir. Toz duman ortadan kalkınca, altındakinin
eşek mi yoksa at mı olduğunu göreceksin.
Ulu Tanrı,
"Oysa Allah onları ardlarından çevirmiştir" buyurmuştur.
Benzetmek gibi olmasın, Zeyd nasıl bütün yönleriyle gövdesindeki üyeleri
kaplıyorsa, Allah da bütün dünyayı kaplamaktadır. Zeyd’in gövdesinin her üyesi,
onun isteğiyle kıpırdar ve iş yapar. Bu üyeler Zeyd’in açık görünüşüdür, O istediği
biçimde her üye ortaya çıkar. Mesela elde tutmak, ayakta yürümek, dilde konuşmak
ve kulakta dinlemek gibi işler, bu türlerdendir. Buna dayanarak konuşan duyandır,
yürüyendir, tutandır ve bu kişi Zeyd’dir. Zeyd bütün bu işleri bir bütün olarak
yerine getirmekte; çünkü o, bölünmeyi kabul edemez. Görmüyor musun?
Zeyd
birini dövdüğü zaman, dövülen kişi, beni Zeyd dövdü der. Fakat Zeyd’in eli
dövdü diyemez. Zira Zeyd bölünemez bir bütündür. Fakat el gövdede görünüş
alanına çıkmıştır. Bu bedene Zeyd denmiştir, çünkü duygu yönünden arada fark
yoktur. Yoksa gerçek Zeyd sözünü ettiğimizdir. Zeyd’in bütün üyeleri konuşur,
döver, duyar veya yürürse, işler bölümlere ait değil, bütüne aittir. Mesela her
bölüm bir bütün olarak ben Zeyd’im dese, bu durum Zeyd’in çokluk halinde
bulunmasını gerektirmez. Yüce Allah’ın da böyledir. Benzetmek gibi olmasın,
beden nasıl Zeyd’in görüntüsü ise, dünya da Allah’ın görüntüsüdür. Bundan
dolayıdır ki, bütün işler ona isnat edilir. Allah’tan başka söyleyen, duyan,
hareket eden ve iş yapan yoktur.
Yüce Allah
"Eğer kasabaların halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış
olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarım verirdik. Ama yalanladılar, bu
yüzden onları, yaptıklarına karşılık yakalayıverdik," buyurmuştur. Bu
da şu demektir: Varlığı duyulanlar yolumuzda uğraşıp, çaba harcasaydılar onlara
mülk ve melekût âlemlerinin yollarını açardık; her iki âlemin gerçeklerini
aydınlatan ilâhi ilham ve bilgileri kolayca verirdik. Gökler melekutün ve
yeryüzü de mülkün belirtileridir. İnsan konuşan nefis ve bedenden ibarettir ve
her birinin rızkı ve gıdası vardır. İnsan nasd bedeninin bölümleri için
uğraşıyorsa, aynı biçimde ruhunun bölümleri için de uğraşmalıdır. Akıllı kişi
odur ki, ruhunun rızkı için koşar. Bunun aksini yapan hüsrana uğrar.
Hazreti
Peygamber, "Çağınızın günlerinde Allah’ın solukları vardır; çalışın ve
onları kazanmaya balan" demiştir. Bunların anlamlarıyla olgun kişilere
dair belirtiler bulunduğunu anladım. Hazreti Peygamber, "Kişi sevdiği
toplumdan sayılır", demiştir. Zira nesneye yaklaşan nesne ile
belirlenir.
Buraya
kadar yazılanlar, Allah rahmet etsin Şeyh Bedreddin Simavnalı’nın "Varidât"
adlı eserinden yazılmıştır.
Her
Peygamber ve veliye yaşadığı çağda karşı çıkılır, inkâr edilir ve ona pek az
kişi inanır. Fakat ölümünden sonra ismi ebedileşir, insanların çoğu ona
inanmaya başlar ve sevmeye yönelirler. Acaba bunun sırrı nedir?
Buna
cevap olarak şunları söylüyorum:
İlk olarak
onu kıskananlar, ona karşı çıkar, etrafa hakkında kötü dedikodular yaymaya
başlarlar. Bu dedikodular halkın fikrini karıştırır ve inançlarını azaltır.
Ölümle birlikte ceset ölür; fakat gerçek olağanüstü anlamlar kalır ve böylece
sevilir ve ona inananlar artar.
İkincisi
ise, peygamber veya veli onlarla birlikte yaşarken onu görür, konuşur ve içli
dışlı olurlar. Bundan dolayı da, aradaki sevgi ye inanç özelliği zayıflar.
Üçüncüsüne
gelince, Gerçek aşamalı olarak ortaya çıkar.
Dördüncüsü
de, daha önceki hususlardan güçlü olup, insanlar peygamber ve velilerin
normalin dışında oldukları kanısında yanılıyorlar. Onları yemek yerken ve çarşılarda
yürürken gördükleri için şaşırıyorlar ve o da bizim gibi insandır diyorlar.
Onlar peygamberin yemek yememesi, çarşıda yürümemesi ve bizim gibi in san
olmaması düşüncesindeydiler. Böyle sandıklar için âyetlere de dil uzattılar.
Onların düşüncesine göre Kur’ân’da peygamberin olağanüstü işler yapabileceğini
söylüyor. Onlar ayrıca peygamberin
istediklerini yerine getirebileceğini de talep etmektedirler; onu böyle görmeyince,
tıpkı daha önceki çağlarda yaşayan benzerleri gibi, peygamberleri inkar etmeye
başlarlar. Onların bu tutumları çürük iddialara dayanıyordu. Belli bir zaman
geçtikten sonra, akılları eksik olanlar, çağlarındaki olgun kişileri inkâr
ederler; hâlbuki daha önceki olgun kişileri de görselerdi, yine inkâr
edeceklerdi. Şimdi yaşayanlar da, onlar gibidir. Bu tür olağanüstü niteliklerin
peygamber ve velilerde bulunmasına dair beyinlerinde yerleşen düşünce sahipleri
bu düşüncelerden vazgeçemiyorlar. Hâlbuki bu düşünceler şimdi olmayacağı gibi,
gelecekte de gerçekleşemez. Onların şimdiki veliler inkâr edip, geçmiştekilere
inanmaları bundandır.
Allah daha
iyi bilir, sıradan kişilerin ibâdeti bir alışkanlıktır; henüz yolun başlangıcında
olanların ibâdeti ise, bir korku ve temennidir; yolunu ortasındakilerin ise,
yüce makamlara ve kerametlere erişmektir. Yolun sonuna varmış olanlara gelince,
onlarınki şeriatın sınırlarını korumaktır. Allah’a varmak için sarfedilen çaba
ve çalışmalarla ona yönelmenin sonu yoktur. Zira Allah’a dair bilgilerin ve
Allah yolunda yürümenin sonu gelmez ve o yolda yürümenin de sonu yoktur. Daha
önce söylenenler Allah yolundaki çaba ve uğraşılara dair değildi. O söylenenler
sadece bazı ibadetler ve lüzumsuz işler için geçerlidir. Sırf Allah’a yönelmek,
zihin açıklığı ve düşünmeyi gerektirir. İnsanlar Allah’ı tam anlamıyla bilselerdi,
ona sadece sayılı kişiler ibadet etmezdi. Fakat Allah gönüllerini
mühürledi, onlar da kendi istek ve tahayyüllerine göre nesnelere ibâdet
ettiler. Aslında gerçek bu değildir; fakat bunda bir hikmet vardır ve böyle
olması gerekir.
Savm-i
visal hiç iftar etmeden birkaç gün oruç
tutmak mekruh değildir; yasaklanması
ise, haram olmasından ileri gelmemiştir; fakat bu yasaklama bir yumuşatma ve koruma
içindir. Bu yasak lehimizedir, aleyhimize değildir. Böylece yasak, haram değil;
ama insanları korumayı amaçlamaktadır. Fıkıh usulünde de belirtildiği gibi, bu
oruç tutulabilir ve bırakılabilir. Zorlama yoktur. Allah buyurmuştur ki, "İçinizden
adalet sahibi kişileri şahit gösterin". Fakat bununla kesin bir emir
yoktur; sadece korumak ve şefkat anlamını taşır. Şahit göstermeyen kişi ne suç
işlemiş sayılır, ne de Allah’ın emrine karşı gelmiş olarak gösterilir. Savmi
visal da böyledir; tutan kişi için mekruh sayılmaz. Müslim, Enes ibn Mâlik’ten
aktardığı hadisi şerifte de bu hususu belirtilir. Allah’ın selamı ona olsun
Peygamber’e, bazı Müslümanların İbn Mâlik gibi Ramazan bittiği halde oruçlarına
devam ettikleri haberi gelmiş; o da, bunun üzerine "Ramazan uzasaydı
da, iftar etmeyip oruçlarını uzatan kişiler bundan vazgeçseydiler";
diye buyurmuştur. Bu da fazla orucun haram veya mekruh olmadığını gösterir.
Zîrâ eğer böyle bir durum olsaydı, Peygamber bunu yasaklardı ve hoş karşılamazdı.
Peygamberin yasaklamayışı, bu orucun tutulabileceğini gösterir. Kendisinde bu
orucu tutabilecek güç bulan kişi tutabilir ve sevap elde eder. Nitekim
Hazreti Ebu Bekr’in altı gün, Abdullah bin Zübeyr’in yedi gün, geçmişteki salih
kişilerin kimisi üç, kimisi yirmi beş ve kimisi de kırk gün iftar etmeden oruç
tuttukları söylenmiştir. Kork gün aralıksız oruç tutanlar için, melekût
âleminden bir güç onlara görünür ve bazı ilâhi sırları keşfeder demişler.
İnsan
gayet Hazreti Peygamber’i rüyasında görürse kendi ruhunu peygamber görüntüsüne
bürünmüş olarak görüyor, demektir.
Bu olay, o
sırada rüya gören insanın peygamberle bir ilgisi olduğundan gerçekleşir. Bu durum
rüyada kişinin gördüğü insan ve diğer nesneler için de geçerlidir. İnsanın
gördüğü rüya, belli bir durumu veya gördüğü kendisine ait bir olayı ortaya
çıkarabilir. Arifle arif olmayan kişi arasındaki farklardan biri şudur; Arif
olan Allah’tan sonra görür, arif olmayan ise, Allah’tan önce görür. Aslında ilk
görüş Allah’a aittir.
Kıyametin
gerçeğinde insanla hayvan arasında hiç bir fark yoktur. Bir gece sırtımı
dayamışken, ruhumun içimde coştuğunu gördüm ve ondan, yanan bir odundan çıkan
alevin sesi gibi bir ses duydum. Ayrıca karşımda ala yakın beyaz bir renk
gördüm. Kendime geldiğimde, yanımdaki ocakta odunun tıpkı gördüğüm gibi
yandığını, alev saldığım ve rüyamda gördüğüm şekilde ses çıkardığını farkettim.
Şunu anladım ki, meydana gelen olay içimdekinin aynısıdır ve gönlümün varlık
birliğinin etkisiyle tahakkuk ettiğini anladım. Böylece o benim; ben de, o
olmuşum; sesi sesim, sesim de onun sesi ve coşkularım onun coşkusu, onun da
coşkulan benim coşkum halini almıştır. Gördüğüm renk de, alevin rengi imiş.
Hazreti Ebu Bekr Sıddık radiyallâhü anh,
"Hiç
bir şey görmedim ki, onda Allah’ı görmeyeyim", demiştir.
Diğer bir deyişle gönlünde ve nefsinin içindeki her görüntünün Allah’ın
görüntüsü olduğu ve her şeyden önce nefsini gördüğünü belirtir. Böylece her şeyden
önce Allah’ı gördüğünü belirtmesi doğrudur. Zîrâ Allah onun görüşü ve bütün
gücü olmuştur ve söylenenler haktır. Hazreti Osman radiyallâhü anh "Ben bir nesneyi gördüğümde, ondan
sonra muhakkak Allah’ı görürüm," demiştir.
Bir gün
ikindiye yalan evimde oturuyordum; güneş de yoktu, birdenbire aklıma ikindi ezanı
okunacak ve onu duyacağım fikri aklıma geldi. Daha sonra bu düşünce birkaç kez
aklımdan yine geçti ve gönlüme yerleşti. Bunun gerçekleşeceğini anladım ve o
anda ben daha bunu düşünürken, ezanın sesini duydum. Gaybı bilinmeyeni ancak Allah bilir. Bazı anlarda hızlı güçlü yürüyüş yapmak içime doğar, yürüyorum gibi
gelir bana ve bu durumu hem dokunma hem de işitme duyumla öğrenmeye çalışırım.
Sadece işitmeyle yetinmem.
Yüce
Tanrı, "Allah’ın insanlara verdiği rahmeti önleyebilecek yoktur. O’nun
önlediğini de ardından salıverecek yoktur." buyurmuştur. Bu ayetin
anlamlarından birisi de şöyledir: Allah, insanları bir peygamber veya veli
yardımıyla hidayete doğru yola götürmeyi isterse, O’nu önleyecek hiç kimse yoktur
ve istediği şüphesiz gerçekleştirilecektir. "Allah kâfirler istemeseler
dahi, nurunu muhakkak tamamlar."
Ruh,
araçlar yoluyla ortaya çıkan bedene mahsus fiil ve hareketlere verilen addır.
Bazı bilgin ve mütekellimlerin de söylediği gibi, bu olay bedenden soma ortaya
çıkar. Misâl âlemi aracılığıyla ortaya çıkan nesneye de, ruh adı verilir. Ruh
bedenin meydana gelmesinden iki aşama öncedir; çünkü misâl âlemi bedenden bir
aşama öncedir ve görüntüsüdür. Ruhlar âlemi de, misâl âleminden bir aşama
öncedir ve böylece ruh bedenden iki aşama öncedir. Belki de Hazreti Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem; "ruhlar bedenlerden iki bin yıl önce yaratıldı"
hadisiyle bunu belirtmiştir. Burada iki bin yılla iki aşama kastedilmiştir.
Bununla ruhların belli bir zaman süreci içerisinde ortaya çıkması gerekliliği
yoktur. Allah’ın selamı ona olsun Peygamber, her aşamayı bin yıl olarak
düşünmüş ve gönlüne nasıl gelmişse, öyle bildirmiştir. Bu durumun izahı belirttiğimiz
gibidir; bunu ihmal etme, çünkü birçok olay bu şekilde ortaya çıkar. Peygamber’in
bu düşüncesine göre tahakkuk eden halleri, câhiller izâh etmekten aciz
kalmışlar ve onları olduğu gibi bırakmışlar. En uygunu budur ve onları Allah’ın
ehli ve kâmiller bilirler. Hazreti Peygamber’e görünen hallerin çoğu, duyular
şekliyle kimsenin bulunmadığı durumlarda gerçekleşmiştir. Bu durumlarda ortaya
çıkan haller, genellikle izah edilmesi gereken görüntü içinde olurlar, tıpkı
Allah ehlinin katında olduğu gibi. Şayet,
"Neden
Peygamber bunları açıklamadı ve olduğu gibi bıraktı? " denirse,
cevabı şöyledir:
İzâh etme
yetkisi yoktu ve o zaman gerekli olan şimdi gereksizdir. Şu
gafillere ne denebilir. Çalışıp hakikatleri öğrenme yolunda bir çabaları
olmadığı gibi, olgun kişilerin söylediklerim anlamak kabiliyetine de sahip değiller.
Bu câhillerin yüzünden sıkıntıya düşen olgunlara acımak gereklidir. Zira
bunları bu dalaletten kurtarmak için ellerinden hiç bir iş gelmez. Buradan
kurtulanlar olsa dahi, başka bir dalalet vadisine yönelirler.
Ey kör ve
mutsuz kişiler!
Niçin öğüt
verenlere inanmıyorsunuz?
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, "Kur’ân’ın dış ve iç anlamlan bulunduğunu
ve iç anlamlarının da kendi içinde yedi iç anlamı daha içerdiğini"
belirtmiştir. Dış anlamla çelişkiye düşen bir izah yaparsak, dış anlamı inkâr
ettiğimiz anlamına gelmez. Biz dış ve iç anlamın da içten yediye ayrıldığını
söylüyoruz. Biz sekiz anlamı da bir araya toplamışız. Kur’ân ve hadis dış ve iç
anlamlarıyla haktır. Ancak mecazi gerçek
olmayan bir anlam çıkarılırsa, uygun
olmayabilir. Tıpta dünya gibi, ben uyurken veya uyku ile uyanıklık arasında
iken, bana hitaben bir şeyler söyledi ve bu söyledikleri arasında, beni Allah’tan
uzaklaştır sözleri de vardı. Sanki bu sözleri, ona söylemek istiyordu. Yine bir
an uyku ile uyanıklık arasında iken, ruhumun bana göründüğünü ve bir ışık ve
güneş parıltısı gibi vücudumu sardığını hissettim. Bu ışığın bir amacı yoktu.
Sevinçten içimi heyecan ve ağlama kapladı ve sanki birisi bana ahiretle dünya
arasındaki farkın, yaşlılıkla gençlik arasındaki farka benzediğini söylüyor
gibiydi, veya benim gönlüme öyle geliyordu. Diğer bir deyişle genç olan bir
kişiye belli bir durumdayken genç deniyor, belli bir süre sonra değişip, ona
yaşlı dendiği gibi, dünyaya da bir zaman gelir âhiret adı verilir. Fakat diğer
bir zamanda yine değişir. Bir gün sırtı mı dayamış, hafif bir uykuya dalmıştım,
bütün varlığı Allah olarak görüyordum. Allah Teâlâ benim dilimle "Ya Allah" diye
seslendi, bütün dünya sanki oydu ve dilim diliydi. O dille "Ya
Allah" derken heyecandan kendimden geçtim.
Seven
sevilene doğru gitmekte ve yaklaşmaktadır. Görmüyor musun, gündüz yaklaşınca,
tan vakti gündüzden, gece yaklaşınca da şafak kaderin yerini alır. Biri
diğerini tamamladığından dolayı ikisi kardeştir. Böylece sabreden kişi, nesneyi
olduğu gibi yansıtmamıştır. Bu vakit sabahtan gündüze kadar sabr ile geçer ve
şu hükmü alır "Akşamdan geceye kadar sabredip, hikmetler elde
eder." Hazreti Peygamber, şöyle buyurmuştur:
"Kim
ki sabah edip bütün derdi dünya işleri ise, Allah’la hiç bir ilgisi yoktur ve
Allah onun gönlüne dört özellik verir:
Sonsuza
kadar peşini bırakmayacak üzüntü,
ebediyen
bitiremeyeceği bir iş,
keza
sonsuza dek zenginliğe kavuşmayacağı yoksulluk ve
hiç sonu
gelmeyecek bir beklenti."
Sofi
vaktin oğludur; o, vaktini tasalanmayla ve geçmişi düşünmekle boşa harcamadığı
gibi geleceği de fazla düşünmez. Çünkü uzun bir ümitle vaktini Allah’a
yönelmekle, kendini arındırmakla ve o zaman içerisinde Allah için gerekli olanları
düşünmekle geçirir. Sofinin tanımları şöyle yapılabilir: O, sadece bir yolu ve
bir geleneği seçmemiştir. Her zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah’la
birliktedir. O, Allah’tan başkasına bakmaz. Bazen insanlarla alakadar olup,
gönüllerinin Allah’a bağlanması için çaba harcar; bazen da kendisi Allah’la
alakadar olur ve bu iki alakadarlık arasındaki farkın önemli olmadığını görür.
Her ne kadar iki durum arasında fark varsa da, ikisi de Hak’tır. İşler
niyetlere bağlıdır ve sofi kişi de vaktin oğludur.
Gerçeği
arayan kişi küfür aşamasına varıp, geçmezse, imanını tamamlamış sayılmaz. Şunun
bilinmesi gerekir ki, küfür iki Müslümanlık arasında yer alan bir aşamadır ve
bu aşamada duran kişi münafık olmuştur. Bu aşamada durmamak için Allah’a
sığınırız. Allah’a ham d ve şükürler olsun ki, biz bir süre o aşamada kaldıktan
sonra, geçmeyi başardık.
Bazı
arkadaşlarımı üzüm bağımı kollamakla görevlendirmiştim. Onlardan birkaçı bana
bir halk çocuğunun bağa girip, üzüm yemek istediğini, onlardan birinin çocuğu
tokatladığını anlattı ve ilave etti ki, çocuk tokatı yiyince yere düşmedi,
ancak kendisi tokatın etkisiyle yere düştü. O şurada kendisiyle çocuk arasında
epey bir uzaklık varmış, ancak çocuk ona, gözünün aynası gibi görünmüş ve
kendisi tokattan daha çok etkilenmiştir ve yere düşmüştür. Hâlbuki çocuğa hiç
bir etki yapmamıştır. Bu çok tuhaf bir durum zira tokadı yiyen çocuk olduğu
halde yere düşen, o kişi olmuştur.
Tüccar
kesiminden bir genç ara sıra bize uğruyordu. Bu genç doğru insanları seviyordu.
Bana şu olayı anlattı:
Bir gece uyuyorken, bir erkek gelip, onu
uyandırmış. Uyanınca adama bakmış, bir de ne görsün yüzü pırıl pırıl bir ışık
saçıyor ve bu ışık evi aydınlatıyor. Fakat saçtığı ışık lambadan çıkan ışıklara
benzemediği gibi, diğer hiç bir enerji kaynağından çıkan ışıklara da
benzemiyordu. Diğer ışıkların vermediği alışılagelmiş parıltısından ayrı bir
tadı varmış. Adam bir süre hiç bir şey söylemeden beklemiş, daha soma ortadan
kaybolmuştur. Onun gidişiyle ev kapkaranlık olmuş. İkinci gece de gelip, uyandırmış.
Daha sonra üçüncü gece gelip, uyandırdığında yanında tıpkı kendisi gibi ışık
saçan diğer bir kişiyi de getirmiş. Bunun üzerine gördüklerim üçüncü günün
ertesi gününde bazı arkadaşlarına anlatmış. Bundan soma gözüne görünmez olmuş
ve aradan iki üç gün geçtikten soma hastalanmış. Hastalığı o kadar ağırmış ki
öleceğini sanmış.
İnsanlarda
bulunan anlayış, görüş ve fiiller, soyut varlıklarda ve bu varlıklardan daha
üstün olanlarda da yoktur. İnsan aşamasındaki varlıkta görülen olgunluklar
diğer aşamalarda gerçekleşmiyor. Çünkü insan yüce Allah’ın göründüğü aşamadır.
Bundan dolayıdır ki, Allah şöyle buyurmuştur:
"Sen
olmasaydın gökleri yaratmaz ve meleklere insana secde edin emrini vermezdim". Akli külli,
nefsi külli ve onların üstündeki varlık aşamalarında, insanda bulunan anlayış
bu şekilde görülmez. Ancak insan aşamasında görülür. Varlık esasında bütünden
arındırılmıştır. İlimdeki olağanüstü işleri, görüş ve anlayışları idrâkeden varlıktır.
Fakat bu durum imkânsız ve görünüşlerle tahakkuk ediyor. Sen de bunu anla ve
kılavuz gibi izle.
Akıl,
nefs, ruh ve gönlün varlık olduğunu bil. Bunlar aşamaları dolayısıyla varlığın
birer aşamasıdır. Allah bu aşamalarda değişik şekillerde tecelli eder ve bir
aşamadan diğerine geçer. Kimi zaman gök, kimi zaman melek, bazen öğe, bazen da
maden, bitki, hayvan veya insan şekliyle ortaya çıkar. Bazen en aşağıdakilere
kadar iner, bazen da en üsttekilere kadar çıkar. Öğeler şekline giren, daha
sonra madenler şeklini alan ve sonra sırasıyla bitkiler, hayvan ile insan
şeklide de bürünen odur, Allah’tır . Bütün
bu şekilleri alan mutlak varlık olan Allah’tır. Farzı mahal şekil ortadan
kalksa bile, yalnız varlık kalır Allah
kalır. Mesela insan keçiyi yiyince, keçi insan olur. Bütünü düzenleyen
ve bütündeki nefs de odur. Şekilden sekile geçen odur. Buna dayanarak diğer
bütün görünüşleri ölçebilirsin. Buna dair Allah’ın salat u selamı ona olsun ve
Allah yüzünü şereflendirsin Hazreti Ali ibn Ebi Tâlib kerremallâhü veçhe
şöyle buyurmuştur:
"Levh
benim, Kalem benim, arş ve kürsi ile diğerleri de benim." Bugün
de Allah, varlık şekline bürünüp, velilere görünebilir. Çünkü Allah kulun
şeklini almaya muktedirdir. Bu hususa dair "Risâletü’lKuşeyriyye"‘deki
kerametler bölümünde iki sözün yer aldığı belirtilmiştir. Geceleyin otururken
bir kelebek kandilin etrafında dönmeye başladı ve daha soma birkaç kez kendini
kandilin ateşine çarptı; soma yanmış gibi yere düştü ve cansız olarak öyle
kaldı. Belli bir süre öyle izledim, fakat kelebekte hiç bir yaşantı belirtisi
yoktu. Gönlüm öldüğüne karar kıldı. Ancak o andan Ebâyezid’in nasıl bir
karıncayı alıp, üfürerek dirilttiği aklıma geldi. Ben de kelebeği alıp,
diriltmek üzre içimden gelen samimî bir şekilde üflemeye başladım. Kelebek
üflemeden soma anında dirildi ve tıpkı daha önce uçtuğu gibi uçmaya başladı,
sanki hiç ateşe düşmemiş gibiydi.
Allah
Teâlâ her şeye muktedirdir ve Gaybı görünmeyeni
ancak o bilir. Böylece de görünmeyenleri
bilen Allah Teâlâ dır. Çünkü amaçlanan varlık Allah’tır. Allah’ın selamı onlara
olsun peygamberler uyanıkken dünya ile ilişkileri kesilip, duyuüstü alemindeki
varlıkları tıpkı rüyalardaki gibi görürlermiş; bunu bil. Gördüklerinin bir
kısmının açıklanması gerekiyordu. Mesela dünya Peygamber’e değişik güzel bir
şekilde görünüyordu ve dünyanın görüntüsünden çok değişikti. Peygamber bu
görüntüyü yine dünya olarak açıklardı. Bundan dolayı, ona cennet, huri ve ateş
şekliyle görünenleri de başka anlamları olabileceği gibi, aynı anlamlarda da
olabilir. Peygamber’e seslenen âyetlerin de böyle açıklanması gerekiyor. Bundan
dolayı Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kur’ân’ın
dışı ve içi vardır. İçinin de içten içe yedi anlamı vardır."
Öz
varlığın işitmek, görmek, güçlü ve yeterli olmak gibi sıfatları vardır. Bunlar
görünüşler halindeyken ortaya çıkar. Öze olduğu gibi bu görünüşlerden ayrı bir
şekilde bakıldığında da, sıfatlar yine vardır. Bu sıfatlarla Allah’ın sıfatları
arasında ilişki yoktur. Allah’ın sıfatlan bu sıfatlara benzetilmekten
münezzehtir. Akıl, kuruntu ve hayal de, bunları idrak edemez. Bu sıfatlar ruh,
beden, cansız, bitki, hayvan, gök veya yerdeki bütün varlıklarda görülür. Yeri
göğü kaplayan yüce Allah, bu varlıklarda vardır ve diridir. Haşa Allah bu varlıklardaki
eksikliklerden münezzehtir. Bu sözlerle bütün nesneler, ona benzetildi;
Bilmelisin
ki, Allah her insanın kulağıdır, gözüdür, dilidir, elidir ve diğer bütün görünen
ve görünmeyen güçleridir. İbâdetleri devam ettirenler, bunu Allah’a daha yaklaşmak
ve onu anlamak için yapmaktadırlar. Zîrâ arif olmayan kişi gaflet içindedir;
fakat kendisini böyle bilmez. Tıpkı ilimle uğraşmayan âlimler gibidir. Bu âlim
de câhil saydır.
Allah’a
karşı gelme suçlarının etkileri inançlardaki farklılıklara göre değişir, bunu
bil. Kul inancından dolayı sorumlu tutulur. Hadisi kutside de "Ben,
kulumun düşündüğü gibiyim." denmiştir. Buna dayanarak keder, azap,
aşağılayıcı haller, tat, nimet ve aşamalar ortaya çıkar. Bir insanı inciten
ve onu cehenneme gidecek kişiler arasına sokan durumdan, başka bir kişi haz
duyabilir ve onun sayesinde cennetlikler arasına girebilir. Rüyalar da inançlara
göre değişik anlamlar taşıyabilir.
Mesela,
uyuyan kişi kendini rüyasında çırılçıplak ve sesli bir şekilde yelleniyor
görüyorsa ve Müslümansa, bu onun kabahat işlemiş olduğuna delalettir. Bu rüya
Hıristiyan kişi için uygun olabilir ve dinine ters düşmeyebilir. Şayet bu
rüyayı Hıristiyan birisi görmüş olsaydı aksi yönde açıklanabilirdi.
Hicri
sekiz yüz on yılının Safer ayı gecelerinden birinde hastalandım ve hastalığım o
kadar şiddetlendi ki, yaşantımdan ümidimi kestim. Bunun üzerine diğer bütün
varlıkları bir yana iterek Allah’a yöneldim ve gönlümden geldiği gibi,
"Ya ilâhi! Bu
hastalık sonumu mu getirecek? " diye seslendim. Allah Teâlâ görünmeden bana,
"Seni
bu hastalıktan kurtaracağım" dedi. Bu arada kendime geldim;
sevinçli ve gönlüm rahattı. Şifayı veren Allah’tır.
Ahiret
âleminin emir, gayb ve melekût âlemi; dünyanın ise yaratıcı, melek ve şehadet gözle görülen âlemi olduğunu bil. Bundan dolayıdır ki, biz
cennet, köşkler, meyvalar, huriler ve benzerlerinin alelade halk tabakasının
iddia ettiği gibi olmadığım söyledik. Bazı câhil ve görünürde âlim bilinen
kişiler, bunların şehadet aleminde olduğunu sanıyorlar. Bunlar orada
bühtanların tıpkı dünyadaki ağaçlar, nehirler, köşkler ve hurilere benzediğini
iddia ediyorlar. Bu tür iddialarda bulunan kişiler Müslüman sayılmaz.
Şunu bil
ki, akıl görüş, düşünüş, buluş, açık şekilde seçiş ve anlama için bir araçtır.
Sofiler düşünce ve görüş yönlerinden dolayı akla, ayak bağı ve örtü demişlerdir.
Zira düşünen güçlerin içinde hayal ve kuruntu unsurları da yer alabilir ve
inşam yanılgıya sürükleyebilir. Böylece de nesneleri iyi kavramayabilir. Bundan
dolayıdır ki, kelam alanında çalışan bilginler, akla dayanan bir konuyu izah
ederlerken, düşünce ve görüşlerine başvururlar ve bu düşüncelerini uzun bir
süre için savunurlar. Daha sonra bunun aksi görüşlerine yansımaya başlarsa,
yıllar soma bu görüşlerinden vazgeçerler. Görülüyor ki sırf akla dayanıp ve onu
düşünce ve görüşle oyalamak, gönlün amaca varmasını engeller ve konu
aydınlanmaz. Her akim iki yönü bulunur. Biri düşünce ve görüşle kavrama, diğer
ise, gönlün temizliği ile bulma yönündedir. İkinci yön, yani buluş yoluyla
anlamak daha doğrudur ve yanlış yapılma ihtimali daha azdır. Düşünce ve görüşe
dayanan yöne, hayaller ve birçok yanlışlıklar karışır. Buluş yoluyla
gerçekleşen yönde ise akıl, gönül temizliği, peygamberlerin izlenmesi ve onlara
uyulmasını sağlar. Düşünceye dayanan yönde, gönül temizliği bulunamaz. Akıllı
kişinin peygamberlerin izinden gitmesi, yaptıkları çalışma ve çabaları taklit
etmesi gerekir. Ayrıca gerçeği anlayabilmesi için, aklına takılan çürük
düşünceyi bırakması lazımdır. Akla takılan bulanıklıklar bir yana bırakılınca,
gerçek ortaya çıkar.
Başlı başına
bir bölüm oluşturmayan, fakat göklerin bir bölümü sayılan, bir veya iki yıldızı
gökten aldığımı gördüm ve o anda aklıma gelen düşünce şöyleydi: Tavusun
kanadında bulunan ve göze benzeyen renk, her ne kadar ayrı bir biçim
oluşturuyorsa da, o da kanadın bir bölümüdür ve ondan ayrı tutulamaz. İşte
gökteki yıldız, böyledir; göklerin bir bölümünü meydana getirir. Özel rengi,
parlaklığı, saf ve beyazlığı onu bütünden ayıramıyor. Elmanın da bazı yerleri diğer
yerlerine göre, daha kırmızı olabiliyor.
Bazı
hallerde, konunun ilgisine göre âhiret denebiliyor. Mesela kötülük yapmak ve
içki içmenin başlangıcı tatlıdır. Fakat neticesi rezil olmak ve pişmanlıktır.
Bu durumların ikisi de, bu dünyadadır. Pişmanlık ve rezil olmak tada oranla
âhiret sayılabilir.
Sekiz yüz
on yılı Cemaziyülahir ayının ilk on gecesinin bir perşembe gecesinin sabahına
yakın Şeyh Muhyiddîn’i gördüm. Şeyh bana şunları söylüyordu:
Ben
şeytanı başka bir dünyaya göndermek istedim ve bunu yaptım. Şeytandan bu
dünyada pek az iz kaldı ve bu dünyayı bırakıp gitti.
Bu rüyayı
o sıralarda bazı arkadaşlarıma anlattım. Onlara bunu ezberleyip, ihmal
etmemelerini ve sorduğum zaman bana izahı ile birlikte hatırlatmalarım istedim.
Rüyanın tabirine gelince, Allah daha iyi bilir, şöyledir:
Şeytan
uzaklığın belirtisidir. Şeyh ise yakınlığın işaretidir. Şeyh, birliği
eserlerini de ve özellikle de "Fusus" adlı eserinde açıklamıştır. Ben
de, o şuralarda bu eseri okuyordum, rüya bu hususta bir uyarıcıydı.
Bir gün
uyurken, onu bahçesinde zikrederken gördüm. Uyanınca bir kişinin Allah’ın adını
zikrettiğini duydum ve beni içten etkiledi. O anda içime Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin:
“Cennet
bahçesinde gönül ferahlandırmak isteyen Allah’ı zikretsin" sözü
doğdu.
"Allah’ın
Elçisi doğru söylemiş. Bütün olgunlukların anahtarı Allah’tadır. Çünkü olgunluklar
ondadır ve bu olgunluklar ancak ona yakın olmakla meydana gelir. Yakınlık da
cennettir ve cennet de, Allah’ın daima zikredilmesiyle elde edilir. Allah’ın
selamı ona olsun peygamber buyurmuştur ki:
"Kişi
birşeyi seviyorsa, onun zikrini arttırır."
Zikrin çoğalması Allah’ın sevgisini gönüllere
yerleştirir. Yüce Allah’ı idrak etmek için, gönlün başka konularla meşgul
olmaması gerekir. Daha başlangıçta iken, gönül bağı bulunmazsa, Allah’la
gerçeği arayan kişi arasında sevginin oluşması zorlaşır. Allah’ı hatırlamak ve
zikretmek sevgiyi getirir ve bu sevgi Allah’ın zikredilmesiyle ilgilidir. Bundan
dolayıdır ki Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah’ı
atalarınızı andığınız kadar anın".
Bunlar
kula yol göstermek ve merhamet kazandırmak içindir. Kul Allah’ı zikretmeye
devam ederse, içine işler, gönlüne varır ve Allah’ı sevmeye başlar. Allah’ı
zikretmekten zevk duymaya başlayınca, Allah ona rahmetinin kapılarım açar ve
sevgisinin karşılığını verir. Kişi daima Allah’ı anmakla zevk duymalıdır. Çünkü
bu durum mutluluğun belirtisidir. Rivayet edilir ki, Hazreti Peygamber şöyle
buyurmuştur:
"Cennetin
kapısı üzerinde Allah’tan başka ibâdet edilecek yoktur yazılıdır." Bu da,
cennet kapılarının Allah’ın adı zikrolunmadan açılmayacağına işarettir.
Dünyadaki her varlığın iyi ve kötü birer yönü muhakkak vardır. Allah insana bir
işi yapmak istediği zaman iyi yönünü gösterir, insan da o işi yapar. Yine Allah
bir insana yaptırmak istemediği bir işin kötü yönünü gösterir ve onu, bu işi
yapmaktan alıkoyar. Olgunluklar ve sebepleri de böyledir. Allah olgunluk aşamasını
kazandırmak istediği kişiye, olgunluğun iyi yönlerini gösterir ve sebeplerini
de sergiler. Böylece kişi onlarla ilgilenmeye başlar. Bu arada kötü yönlerini
de gösterir, bırakmasını sağlar. Sadece yüce Allah’ın zikri kalır. Mesela Allah’ı
zikretmek en büyük olgunluklara varma sebeplerinden biridir. Bunların iyi
yönlerini gösterir, olgunluklara eriştirir, kötü yönlerini gösterir, onlardan
uzak durmasını gerçekleştirir. Allah’ın yardımıyla en büyük olgunlukları elde
etmek hiç de zor değildir. Diğer vesileler de böyledir. Dünyayı terk etmede
olduğu gibi. Her nesnenin iki yönü olduğuna şüpheyle bakmamalı; çünkü Allah
bunu yapmaya muktedirdir. Bunun gerçeğinde de önemli bir neden yatar. O da
şudur;
Dünyadaki
her zerreciğin içinde iki zıt yön vardır. Cemâl ve Celâl sahibi Hak Allah , her zerrede tecelli eder ve hepsinde
vardır. Bu zerreciklerde bütün sıfatlarının izleri, suç ve aşağılayıcı
durumlar da vardır. Kötü yön suçları gizler ve iyi yön gibi görünür, ta ki
oraya yönelesin.
Dünya üstü
ve altıyla iyi amaçlı bir insan niteliğindedir. Dünyanın
en üstü en alta etki yaptığı gibi, içinde bulunanların da birbirilerine etkisi
ve bağlantısı vardır. Dünyadaki bu düzen, göklerin kendi özel durumlarında
uzaklık ve yakınlık içinde bulunmasının sebebidir. Zira buradaki herhangi bir
değişiklik göklerdeki değişiklik, dünya
düzeninin değişmesine ve başka bir düzene girmesine neden olur. Bundan
dolayıdır ki, gökler yükselir veya alçalırsa hâlihazırdaki vaziyeti değişirse, dünya düzeni
bozulacaktır demişlerdir.
Bütün
bunlar Allah’ın rahmeti ona olsun, Şeyh’in sağladığı faydalı sözlerinden ibarettir.
Allah’a hamdolsun.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar