[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ON SEKİZİNCİ SİFİR…3.Bölüm
İKİ YÜZ KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gaybet
O’nu gören bir gözüm varken,
O’ndan gaibim!
Gayb mertebesinde, gaipler hazır değildir
Gaybte ve şehaâette yok bir başkası O’ndan Gaybe bakınız ve düşünün
İşte gaybet, şu da onun hali Kalbin gaybeti, geçersiz bir hal
Kimden gaybet ki? Âlemde bir’den başkası mı var Tek Varlık! Ne
cevher ne de eser var
Bilmelisin ki, sûfılere göre gaybet, kalbin
yaratıkların işlerinden habersiz kalmasıdır. Bunun nedeni, kalbin kendisine
gelen şeylerle meşguliyetidir. Öyleyse gaybet ancak ilahi bir tecelliden
kaynaklanabilir ve sûfilerin tanımlamalarına göre gaybet, bir yaratılmışın
gelişinden kaynaklanmaz. Çünkü o, meşguldür ve yaratıkların hallerinden habersizdir.
Bu nedenle sûfıler başkalarından ayrışmışlardır. Çünkü gaybetin hükmü, bütün
gruplarda bulunur. Bu grupta gaybet ise, Hakk nedeniyle yaratılmışlardan
gerçekleşir. Bu nedenle de, kendilerini şereflendirmek ve meth etmek üzere
Hakka nispet edilirler.
Allah Teâlâ ehli, hepsinin gaybeti Hakk
nedeniyle gerçekleşse bile, gaybette derece derecedir: Buna göre ariflerin
gaybeti, Hakk ile Haktandır. Onlarm dışındaki Allah Teâlâ ehlinin gaybeti ise
Hakk nedeniyle yaratılmışlardan gaybettir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin
büyüklerinin gaybeti, yaratıklar nedeniyle haktan gaybettir. Çünkü onlar,
mümkünlere ait ayan-ı sâbite’nin hükümlerinin suretleriyle birlikte, varlığın
Allah Teâlâ olduğunu öğrenmişlerdir. Öyleyse Hakkı ancak herhangi bir (sabit)
aynın suretinin hükmü Hakkın varlığında gaib Hakk getirir. Böylelikle söz
konusu kimse, başka bir ayn’ın suretinin hükmünden habersiz ve ‘gaib’ olur. Söz
konusu ayn-ı sabite, Hakkın varlığında diğerinin verdiğinden başka bir hüküm
verir. Ayan (dıştaki varlıklar) ve onlarm hükümleri, yaratılmıştır. Öyleyse
Allah Teâlâ’yı bilenlerin büyükleri, Hakkın varlığında bir yaratılmış
nedeniyle başka bir yaratılmıştan gaib ve habersiz kalmıştır. Sıradan insanlar
da bu hususta bir ölçüde doğruyu bulurlar. (Bir ölçüde dedik), çünkü onlar,
bunu Hakkın varlığından eksiltirler. Onların gaybeti ise, tıpkı Allah Teâlâ
adamlarından kamiller gibi, yaratılmışlar nedeniyle yaratılmışlardan
uzaklıktır. Varlıklar içerisinde her şeyi müşahede edebilecek bir varlık yoktur
ki, gaybet özelliğiyle nitelenmesin. Her şeye karşı huzur halinde olabilecek
şekilde hepsini ihata eden bir varille olmayınca -ki bu ancak İlah Teala’mn
bir niteliğidir-, âlemde huzur ve gaybet kaçınılmazdır. Bu bölümde bu hususa
yeterli ölçüde değinmiş olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKİ YÜZ KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM
Huzur
‘Huzur’ derken, isimleri
münezzeh ve şanı yüce Allah Teâlâ karşısmda bilinçli
olmayı kast etmekteyiz ki sûfiler de onu böyle tanımlar.
Hakk karşısında huzurum gaybetimdedir
Onunla huzurdur, öyleyse huzur sahibi O’dur
O benim gaybetimde bâtın olan Haktır
Huzurum esnasında ise Zâhir’dir
Ben O’nu yitirirsem, ilk benim!
O beni yitirirse, ben sonum
Bilmelisin ki, gaybet bir huzurdan (sonra)
olabilir. Karşısında huzur sahibi olduğun birinden gaip olman, müşahedenin
otoritesinden kaynaklanır. Nitekim bekanın otoritesi de seni fani kılar
(fena-beka ilişkisi). Çünkü vaktin sahibi odur. Ehli için huzurun durumu ve
ayrıntıları, daha önce gaybette zikrettiğimiz şekildedir. Öyleyse gaip olan
herkes huzur sahibiyken her huzur sahibi de gaiptir. Çünkü her şey karşısmda
huzur tasavvur edilemez. Ancak bireyler karşısında huzur ve biünç olabilir.
Çünkü isimlerin ve varlıkların hükümleri birbirinden farklıdır. Hüküm ise hazır
olana aittir. Bütün isimler karşısmda huzur sahibi olunsaydı, (isimler)
birbirinin karşıtı olur ve bu durum ise birbirini itmeye ve işin bozulmasına
yol açardı. Öyleyse bütün karşısmda huzur sahibi olunamaz. Kişi ister Hakk ile
huzur sahibi olduğunu söylesin, ister yaratılmışlar karşısmda huzur sahibi
olduğunu söylesin, durum birdir. Çünkü var olanlar da, karşıdıkta, farklılıkta
ve otoritenin ortaya çıkışında, ilahi isimlerle aynı hükme sahiptir. Sana
söylediğimizi başıyla sonuyla düşün ki, Allah Teâlâ’nın izniyle bilgiye
ulaşasın! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM
Sekr (Sarhoşluk)
Sekr (sarhoşluk) Arş üstüne oturtmuştu beni Daire ve kuşatıcı Arş üstüne
Ben düşük bir yerdeyim Zengin eden her şeyden yoksul
Sekr vardır, heva şarabından Sekr vardır, idare edenin bakışından
Benden önce bir şair de demişti Sekrin uzmanı ve bilginidir o
Sekr halinde iken hiç kuşkusuz Yataklık ve döşeklik olurum
Ayıldığımda ise o zaman ben Devemin ve bineğimin sahibiyim
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Şaraptan
nehirler, içenler için.’629 Bu, haller
ilmidir. Bu nedenle söz konusu bilginin sahibinde haz ve neşe vardır. Sûfıler
sekr’i ‘güçlü bir varid (gelen) nedeniyle kendinden geçmek’ şeklinde
tanımlamışlardı. Sekr, neşe, sevinç, heyecan, coşkuyla çelişen her şeyden
uzaklaşmak ve habersiz kalmaktır. Kuruntular bu hal sahibinde suretler olarak
gözükür.
Allah Teâlâ ehli, sekr halinde mertebe
mertebedir ki, bunları -Allah Teâlâ’nın izniylezikredeceğiz. Sekrin bir türü,
doğal sarhoşluktur (sekr-i tabii). Bu, kuruntular getiren halin gelişiyle
nefislerin bulduğu heyecan, haz, coşku, neşe ve sevinçtir. Kuruntular kişinin
hayalinde bir takım ‘suretler1 olarak şekillendiğinde, (bu
sarhoşluk), kişiye hakim olur ve onu yönlendirir. Şairleri şöyle der:
Sarhoş olduğumda, hiç kuşkusuz ben Yataklık ve döşeklik olurum
Çünkü sarhoş o iki şeye sahip olmayı, hedefi
görmektedir. Bunların sureti hayalinde canlandığında, hayalinde ve tahayyül
gücünde etkin olur. Bu hali ona sarhoşluk vermektedir. Çünkü sarhoşluğun
tahayyül gücünde güçlü bir etkisi vardır. Allah Teâlâ ehlinden hayal karşısında
duranlar, bu doğal sarhoşluk sahibidir. Çünkü onlar, sürekli olarak, Allah
Teâlâ’dan kendi adlarına gerçekleşmesini istedikleri şeyleri tahayyül ederler.
En sonunda bu durum kendilerinde güçlenir ve üzerlerinde hüküm sahibi olur. Bu
duruma örnek olarak ‘Sanki görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet’ hadisini
verebiliriz. Başka bir hadiste ise Peygamber ‘Allah Teâlâ namaz kılanın
kıblesindedir’ buyurur. Bir sahabe ‘Ben hakiki bir müminim’ dediğinde,
kendisine imanın hakikatinden soru soran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e şöyle demiştir: ‘Sanki Rabbimin Arş’ı zuhur etmiş de ona bakıyorum.’
Burada kıyamet gününü kast etmektedir. Böylelikle bütün bu ifadelerde, hayal
mertebesinin gereği zikredilmiştir. Böyle bir tahayyül güçlendiğinde ise, nefsi
sarhoş eder ve tahayyül ettiği şeyin sureti kendinde varlık kazanır. Gözüyle
ona bakar, ondan haber verir. Böyle biri rüya görenle birdir. Hayali bir sureti
gördüğünü ve ona baktığını fark etmeden, hayali surete yönelir, ona kulak
verir. Onun duyusal bir suret olduğundan emindir. Sarhoşluktan ayılınca, sureti
yönünden bu durum kendisinden kalkarken zihninde onu hatırlayan bazı insanlarda
tahayyülü kalır. Nitekim uyanan insandan da gördüğü rüyanın suretinden
uzaklaşır.
Bu makam ehlinin bir kısmı adma Allah Teâlâ,
ayıkken söz konusu hayali sureti korur. Böylelikle söz konusu sureti, daha önce
hayalde iken (duyuda) ispat eder. Buna örnek olarak, İblis’in kendisini
kandırmak üzere Hz. Süleyman için ayrık hayal mertebesinde gösterdiği cenneti
verebiliriz. Süleyman ise bunu bilmiyordu. Hz. Süleyman, böyle bir hediye
bahşettiği için Allah Teâlâ’ya şükür secdesi yapmış, bunun üzerine Allah Teâlâ
da o cenneti Süleyman adma kendisinden nimetlendiği duyulur bir cennet olarak
baki kılmış, bu davranışıyla Süleyman’ı kandırmayı hedefleyen İblis ise, üzgün
bir halde gerisin geri dönmüştü. Hâlbuki İblis şunu bilememiştir: Allah Teâlâ
ehli için böyle bir şey gerçekleştiğinde, bu durum, onlarda Allah Teâlâ’ya
ibadet meydana getirir. Burada hayalin kaynağı düşman iken, böyle bir sonuç
meydana gelmişti. Peki hayalleri kendi düşmanlarından -ki nefislerini
kurtarmaya ve korumaya çalışırlardeğil de, kendilerinden kaynaklanmış ise,
durum nasıl olabilir? Doğal sarhoşluk böyle bir sonuç doğuruyorsa, sarhoşluğun
daha üst dereceleri hakkında ne zannedersin?
Aklî sarhoşluk ise, işleri hakikatinin
gerektirdiği duruma -yoksa işin kendiliğinde gerektirdiği duruma değilhakikati
ircada doğal sarhoşluğa benzer. Bu makam sahibi için ilahi haber,
yaratılmışların niteliklerinin Allah Teâlâ’ya ait nitelikler olduğunu
bildirir. O ise bunları bu tarz üzere kabul etmemek için direnir, çünkü o,
delil ve kanıtının sarhoşluğu içindedir. Bu nedenle de gelen haberi, ‘Haklcın
zâtı söz konusu nitelikleri kabul eder mi etmez mi’ diye bilmeden, teorik
düşüncesinin gereğiyle tevil eder. Aksine Hakkın zâtının bu nitelikleri kabul
etmeyeceğini zanneder. Bu nedenle bu akıl, sarhoşluğu nedeniyle ayağını kendi
döşeğinden başkasının döşeğine uzatır. Sarhoşluk nedeniyle Hakka itiraz eder,
Hakk ise bu konuda kendisini mazur görür, çünkü sarhoş, konuştuğu şey nedeniyle
cezalandırılmaz. Böylelikle de Hakkın kendisine nispet ettiği nitelikleri,
kendisinden uzaklaştırır. Bu akıl sahibi iman nedeniyle sarhoşluğundan
ayılınca, doğru haberi ve gerçek sözü reddetmez ve şöyle der: ‘Hakk kendisini
ve kendisine neyin nispet edileceğini akıldan daha iyi bilir. Çünkü akıl
yaratılmıştır ve yaratılmış olan Yaratan üzerinde hüküm sahibi değildir. Çünkü
yaratılmış olan her hangi bir şey, Yaratıcısını bilemez. Yontulan bir şey,
yapıcısını bilemez. Aynı şey felekler karşısında rükünler veya (tümel) nefs
karşısında felekler, (ilk) akıl karşısında nefs, Allah Teâlâ karşısında akıl
için söylenebilir. Söz konusu şeylerin kendi üstü hakkında bilebileceği yegane
şey, varlığında ona muhtaç olduğunu ve ona dayandığını bilmekten ibarettir.
Yoksa onun hakkında herhangi bir şekilde hüküm veremez. Bilhassa Yaratan
kendinden bir takım durumları bildirmişse, yaratılmış olanın bunları kabul
etmekten başka bir imkânı yoktur. Onları reddederse, sarhoşluğundan dolayı
reddeder. Öyleyse onun içtiği ‘şarap’, kendi delili ve kanıtından ibarettir.
Allah Teâlâ’nın nitelikleri hakkında aklın delil ve kanıtiarıyla örtüşen bazı
ilahi haberlerin verileri de kendisini pekiştirir. İşte ‘aklî sarhoşluk’ budur.
Doğal sarhoşluk, müminlerin, akli sarhoşluk ise âriflerindir. Geride adamlardan
kamillerin sarhoşluğu kalmıştır. Bu ise ‘ilahi sarhoşluktur.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onun hakkında ‘Allah Teâlâ’m! Benim şendeki hayretimi
artır’ demiştir. Sarhoş, hayran demektir.. Öyleyse ilahi sarhoşluk, kemal
nedeniyle sevinmek ve Mutlu olmaktır. Bazen suretlerdeki tecellide Hakk
nedeniyle sarhoşluk hali gerçekleşebilir. Şair şöyle der:
Topluluğu elden ele dolaşan kadeh sarhoş etti Benim sarhoşluğum onu
dolaştırandandır
Kimi müşahede sarhoş ederse, o hiçbir zaman
ayık olamaz. Neşe, sevinç, rahatlama ve ilahi sırları ifşaya yol açmayan hiçbir
hal, sarhoşluk değildir. Böyle olmayan bir hal ya gaybet veya fena veya mahk
olabilir. Allah Teâlâ yolunda sûfılerin sarhoşluğu, şarap içenin sarhoşluğuyla
kıyaslanamaz. Çünkü içenin mizacının durumuna göre bazı insanlarda şarap tasa,
ağlama ve düşünme meydana getirir ve onu içen sarhoş diye isimlendirilir.
Böyle biri, bu yoldaki sarhoşlukla sarhoş değildir, insanların pek azı hayvan
ile sarhoşu ayırt eder. Bize göre ise, doğa biliminde, durum şöyledir:
Şarap içmek -doğasmm gereğiyletasaya,
ağlamaya, hüzne, düşünmeye yol açıyorsa, böyle biri sarhoş olmadığı gibi
‘sarhoşluk sahibi’ de değildir. Çünkü mizaçların bir kısmı sarhoşluğu ve
onların kendisindeki etkisini kabul etmez. Öyleyse sarhoşun kendinden geçmesi,
duyularından geçmek değildir. O, sadece neşeyle çelişen şeylerden uzaklaşmıştır.
Neşelenmeyen bu insanların durumu, düşünme, gaybet ve fena sahipleridir.
Sarhoşluk, diğer gaybet (kendinden geçme) hallerinden ayrılır. Çünkü ayıklık
ancak bir sarhoşluktan olabilir ve sarhoşluk ayıklığı önceler. Huzur karşısında
gaybet veya beka karşısında fena ise böyle değildir. Fakat sarhoşluk ayıklık
ilişkisi, ayılma karşısında bayılma veya uyanma karşısmda uyumak gibidir. Çünkü
uyuma uyanmayı öncelediği gibi bayımla da ayılmayı önceler. Bu ayrıntıları
zikretmemizin nedeni, onların sekri (sarhoşluk) ‘güçlü bir varid nedeniyle
kendinden geçme (gaybet)’ diye tanımlamış ve kendisine ‘gaybet5
adını vermiş olmalarıdır. Bu konuda tecrübesi olmayan kimse de sarhoşluğun
hükmünün gaybetin hükmüyle bir olduğunu zannedip kıyas yapar ve şeyhlik yapanlardan
ise müridi terbiye ederken yanılabilir ve işin doğrusunu karıştırabilir. Bu
durumda müridin halinde sekr ile gaybeti veya fenayı ayırt edemez. Bu yolda
sarhoş, duyularından habersiz kalmaz. Şarap içen hakkında Hanefılerin söylediği
gibi, duyudan ve hissetmekten habersiz kalırsa, artık bize göre o, sarhoşluk
halinden fena veya gaybet veya mahk haline intikal etmiş demektir. Artık onun
sarhoşluğundan sonra ayıklık gelmez (sekr-sahv). Aksine o, sarhoşluk halinden
fena haline ya da bir kısmını veya bütününü kendinden uzaklaştıran hallere
intikal etmiş demektir. Sarhoşluk halinin (sekr) birbirinden farklı böyle mertebelere
sahip olması nedeniyle, bu hal sahibinin bir sarhoşluğu olduğunu veya sahip
olduğu hakikatler nedeniyle onların hepsini kendinde topladığı
zannedilmemelidir. (Sahip olduğu hakikatler derken), daha önce bazı hususlarda
insanın -kendisinden talep ettikleri hakikatler nedeniylepek çok şeyi kendinde
topladığıyla konuyu açıklamıştık. Şarabın ve arzunun sarhoş ettiği birisi
şöyle demiştir:
Arzunun sarhoş ettiği ile şarabın sarhoş ettiği ayrı:
Biri ayılır, diğeri sarhoş kalır
Burada şair kendisinde bir sarhoşluk
bulunduğunu söylemektedir. Allah Teâlâ ehli ise böyle değildir. Çünkü marifet
bunu reddeder. İlahi sarhoşlukla sarhoş olanın akli sarhoşlukla sarhoş olması
mümkün değildir, bunu müşahede imkânsızlaştırır. Öte yandan akli sarhoşlukla
sarhoş olanın da doğal sarhoşlukla sarhoş olması mümkün değildir, (onu sarhoş
eden) delili buna izin vermez. Akıl sarhoşluğu ilahi sarhoşluğun hükmünü
reddediyor iken, nasıl oluyor da doğal sarhoşluğun hükmünü kabul etsin? Allah
Teâlâ ehlinden sarhoş olanlar, sarhoşluğunda bir sarhoşluktan -şairin
söylediği gibibir araya getirilemeyecek başka bir sarhoşluğa yükselir. Bu yolda
(sarhoşluğu anlatmak üzere) kanıt getiren kimse, zevk değil, kıyas sahibidir.
Doğal sarhoşlukla sarhoş olan birisine daha sonra akıl sarhoşluğu gelirse,
zorunlu olarak doğal sarhoşluk bulunduğu yerden ayrılır ve sahibindeki hükmü
ortadan kalkar. Bu sarhoşluklarda durum, tedrici değildir. Bazen insana
sarhoşluk -ki ilahi sarhoşluğu kast ediyorumişin başında verilebilir. Bu
durumda onun hiçbir zaman akli sarhoşluk hakkında bir tecrübesi olmaz. Fakat bu
zevkin kendisinde herhangi bir etkisi olmaksızın, onu ve mertebesini bilebilir.
Bazen insana işin başında akli sarhoşluk ‘zevk’ yoluyla verilebilir. Bu durumda
onun doğal sarhoşluk hakkında bir tecrübesi olamaz. Fakat zevk yoluyla ilahi
sarhoşluğa geçmesi mümkündür. Bu durumda aklî sarhoşluğun hükmü ‘zevk’ ve hal
olarak kendinden düşerken ona dair ‘zevk’ yoluyla bir bilgisi geride kalır.
Çünkü kendisinden (ilahi sarhoşluğa) geçmezden önce daha önce onu tatmıştı.
Aynı durum, ilahi konularda (isim ve nitelikler) bu yol ehlinin sarhoşluğu
için geçerlidir. İlahi hususların dışındaki konularda, şekilde iki sarhoşluğun
ortaklığı mümkündür. Bu konuda işi iyice incelersen, durumun farklı olduğunu
görürsün. Çünkü zannedilir ki, insan bir şeyi bildiğinde, o şeye dair bir zevk
sahibidir. Hâlbuki gerçek böyle değildir, çünkü zevk, ancak ilahi tecelliden
meydana gelebilirken bilgi bazen sahih haberin aktarılmasıyla gerçekleşebilir.
İşte Allah Teâlâ yolunu da böyle bilmelisin!
Dostum! Bu makamlardaki işlerin terazisini
eline verdim ve dayanaklarını gösterdim. Bu açıklamayı bu kitabın dışında
sûfilerin sözlerinde bulamazsın. Fakat -kendilerinden aktarıldığı
kadarıylaonların bu konuya dair bazı işarederi vardır. Çünkü onlar, zevk sahibi
olduklarında hiç kuşkusuz bunu biliyorlardı. Onlar zevk sahibiydi, zira zevk
sahibi olmayan onlardan olamaz. Öyleyse doğa O’nu görür (doğal sarhoşluk) ve
sarhoş olur, akıl O’nu görür ve sarhoş olur (aklî sarhoşluk), sır O’nu görür ve
sarhoş olur (ilahi sarhoşluk). Bütün bu sarhoşluklar tek bir vakitte bir kişi
adına bir araya gelmez. Bununla birlikte hepsi, Allah Teâlâ ehlidir. Nitekim
‘kendisine haksızlık yapan, haksızlık yaptığı yönde ölçülü giden’ ölçülü giden
de bu yönden ‘önde giden değildir.’ Bununla birlikte hepsi, ilahi kitabın
varislerinden seçilmiş kimselerdir. Hatta doğru keşif, orta yolu tutanların
kendisine karşı zalim olamayacağını bildirir. Aynı şey, herhangi bir sınırlama
olmaksızın, diğerleri için geçerlidir. Çünkü işlerde zevkin hükmü ve zevklerden
bilginin meydana gelmesi, diğer (bilgi) yolları gibi değildir. Bunu bilmelisin.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’ ‘Dileseydi hepinize hidayet ederdi.’630 Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır.
İKİ YÜZ KIRK YEDİNCİ BÖLÜM
Sahv (Ayıklık)
Sahv (ayıklık) bilgiyi ve edebi getirir Hükmü ve sebebi
nedeniyle kurak olmazsa
Sahv varidi sûfilere göre daha gûçlüdür Sarhoşluk varidinden, çünkü
neşesi yok
Eğlence nefislere hayat verir Sahv varidinde ne eğlence ne oyun var
Bir grup onu güçlü sayarken zayıf bulmuş başkası Bence vaktin hükmü
ise nispetlerle bilinir
Bilmelisin ki sûfilere göre sahv
(ayıklık), güçlü bir varid nedeniyle gaybet haline girdikten sonra tekrar his
âlemine dönmektir, Bilmelisin ki sûfıler sekrin (sarhoşluk) tanımına ‘güçlü
varidi’ dahil etmişlerdi. Aynı şekilde sahv de, güçlü bir varid ile
gerçekleşir. Fakat daha güçlü olduğunu belirtmemişlerdir. Şöyle ki: Sarhoşluk
ve ayıklık ile nitelenen mahal, bu iki varid eşit güce sahip olduklarında,
birbirlerini iterler. Hatta bu esnada sarhoşluk varidi daha önceliklidir, çünkü
o, mahalde bulunduğu için engelleme hakkı ona aittir. Fakat bir varidin bir
mahalle gelmesi, (mahal ile arasındaki) ilişkiye ve mahallin istidadına göre
gerçekleşir. Mahal söz konusu nispet veya istidat ile, eşit olduklarında,
kendisine uygun varidi talep eder. Mahalde başka bir varid varken bir varid
geldiğinde, nispet ve istidadın kendisini talep ettiğini görür. Bunun üzerine
yeni varid o mahalle hakim olur ve orada bulunan diğer varidin hükmünü ortadan
kaldırır. Fakat bunun nedeni, kendisinin gücü veya diğerinin zayıflığı değil,
nispet ve istidadın (kendisini talep etmesidir). .
Bilmelisin ki, bu yolda ayıldık, bir sarhoşluktan
sonra olabilir. Sarhoşluktan önce ise ne ayıklık ne de ayık vardır. Böyle biri
hakkmda ‘sarhoş değildi’ denilebilir ve onun hali hakkmda huzur veya beka vb.
bir şey söylenebilir. Sonra bilmelisin ki, her sarhoşun ayıklığı, sarhoşluğuyla
doğrudan orantılıdır. Öyleyse ayıklık, sarhoşluk ortadan kalktığında
kendisiyle yararlanılacak doğru bilgi getirmelidir. Ayıklığı bilgi getirmeyen
ise, bu yolda sözü edilen anlamıyla sarhoş değildir. Sarhoşluktan ayılmada
bilgi şarttır. İşte Allah Teâlâ ehlinin yolu böyledir. Çünkü ilahi cömertlikte
cimrilik bulunmadığı gibi kudretinde acizlik yoktur. Kişi ayıldığında,
gizlenmesi gereken şeyi gizler, açıklanması gereken şeyleri açıklar. Ayıklık
halinde söyledikleri ise geçerlidir. Çünkü o güvenilir bir şahittir. Güvenilir
bir şahit olsa bile sarhoşun söyledikleri ayığın söyledikleriyle çelişirse,
doğru bile olsa, makbul değildir. Çünkü doğru yerli yerinde söylenmezse, makbul
değildir. Hatta onun vebali, doğru bile olsa, söyleyenine döner. Çünkü her
doğru söz Allah Teâlâ nezdinde beğenilmez. Bu durum, sıradan insanlar ve Şibli
ve Hallaç gibi seçkinler hakkında Allah Teâlâ’nın şeriatında tespit edilmiş
bilinen bir olgudur. Şibli şöyle demiştir: ‘Ben ve Hallaç aynı kaseden içtik,
ben ayık kaldım, o sarhoş oldu ve taşkınlık yapu. Sonra hapsedildi ve en
sonunda da öldürüldü.’ Hallaç kolları ve ayakları kesilmiş bir halde
darağacının üzerindeyken Şibli’nin bu sözü kendisine ulaştığında şöyle demiş:
‘Şibli öyle zannediyor! Benim içtiğimi o da içseydi, bana gelen hal ona da
gelir veya benim söylediğimi o da söylerdi.’ Biz Şibli’nin sözünü kabul ettik
ve onu Hallac’ın sözünden üstün tuttuk, çünkü Şibli ayık, Hallaç sarhoş idi.
Öyleyse Allah Teâlâ ile ayıklık ve Allah Teâlâ ile sarhoşlukta Allah Teâlâ
hakkında bir bilgi şarttır. Bilgi vermeyen ise, bu yoldaki ayıklık olmadığı
gibi (bu yoldaki) sarhoşluk da değildir. Daha önce sarhoşluğun taksimini yapmıştık.
Aynı taksim ayıklığa da uygulanabilir. Çünkü her sarhoşluğun iki ayıklığı
vardır. Sarhoşluk halinin sahibi, sarhoşken ölmezse onun ayıklığı berzahta
gerçekleşir. Bir kısmı ise dirilişe kadar berzahta sarhoşluğu üzere kalır.
Bilmelisin ki, kula önce doğal veya akli bir
sarhoşluk gelir de, ardından ilahi sarhoşluk onlardan birini veya her ikisini
ortadan kaldırırsa, bu durumda ilahi sarhoşluk, geldiği yerde bulunan diğer
sarhoşluk karşısında ayıklıktır (sahv). İlahi sarhoşluğun geldiği kişiye daha
önce doğal veya akli bir sarhoşluk gelmemiş ise, bu durumda ilahi sarhoşluk
ayıklık değil, kendisine gelen bir sarhoşluktur. Ayıklığın anlamı, sarhoşluk
halinde elde ettiği hususlarda Allah Teâlâ’nın hakkının kula açılması ve görünmesidir.
Bu durumda ayıklık halinde, bunlardan genele ve seçkinlere açılması
gerekenlerle gizlenmesi gerekenlerin neler olduğunu öğrenir. Sarhoşluk halinde
gizlenmesi gerekenlerden herhangi birisini açmış ve yaymış ise, bu durumda
ayıklık, bundan dolayı Allah Teâlâ’dan bağışlama dilemesini gerektirir ve onun
özrü geçerlidir. (Özrü makbul olmakla birlikte) bağışlanma dilemesinin sebebi
şudur: Sarhoşta, sayesinde neşelenmesini gerektiren bir duyunun ve hissin
geride kalması zorunludur. Kendisinde böyle bir duyum kalmasaydı, npkı,
kendisinden kalemin kalktığı (yükümlülüğün düştüğü) uyuyan gibi olurdu. Başka
bir ifadeyle bu durumda onun bağışlanma dilemesi gerekmezdi. Her ikisi de hissetse
bile, deli ile sarhoş arasındaki fark da budur. Çünkü deliden yükümlülük
kalkmış iken sarhoştan kalkmamıştır. Kendisinden meydâna gelen fiiller
nedeniyle istiğfar etmesi gereken birisi de, istiğfarı gerektiren bir filin
kendisinden meydana geldiği kimse gibi değildir. Çünkü bize göre Allah Teâlâ
yolunda istiğfar, iki makamda gerçekleşir: Birinci makam, zikrettiğimizdir. Bu
istiğfarın nedeni, (sarhoşun) gizlenmesi gereken şeyi izhar etmiş olmasıdır.
Bu nedenle de bu davranışından dolayı bağışlanma dilemesi gerekir. Bazen de,
istiğfarı gerektiren bir şeyin kendisinden çıkmadığı kimsenin de istiğfar
etmesi gerekebilir. Böyle bir makamın sahibi de istiğfar eder (bağışlanma ve
günahlarının örtülmesini ister). Bu durumda o, gizlenmesi gereken bir şeyi
sarhoşluk nedeniyle izhar etmesin diye, Allah Teâlâ’nın onu ‘inayetinin örtüsü
altında saklamasını’ ister. İşte bu da, istiğfar edenlere ait ikinci haldir.
Böylelikle onlar, gerçekleştiğinde Allah Teâlâ’dan bağışlanma dileyecekleri bir
halden, Allah Teâlâ’nın kendilerini sakınmasını isterler. Bu, Allah Teâlâ adamlarından
korunmuş büyüklerin halidir. Vahiy gelinceye kadar peygamberden (vahiy
gelebilecek bir hususta) bir söz söylediği aktarılmamıştır. Ayıldığında,
gereken şeyi bildirir. Bu nedenle bir peygamberden Allah Teâlâ’nın hakkında
vahiy indirdiği bir konuda pişman olduğu bir söz söylediği aktarılmamıştır.
Vahiy gelmeden kendi düşüncesiyle söylediklerinden vazgeçtiği ve yaptığından
pişmanlık duyduğu olmuştur. Böyle bir hadise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den Bedir esirleri, Veda haccında kurbanları sevk etmesi vb. olaylar
hakkında gerçekleşmişti.
Ayıklıkta mertebelerin durumları açığa çıktığı
için, onu sarhoşluktan üstün saydık. Yani, mertebeleri bildiği için ayığın
hükmü geçerlidir. Bununla birlikte sarhoş hakikat sahibi olabilir (sözü doğru
olabilir). Bakınız! ‘Gökyüzünde sahv’ hah, bulutların ortadan kalkarak açıldığı
anki durumudur. Bu sayede güneş, sıcaklığını yeryüzünde yetişecek bitkilere
ulaştırır ve dünya ısınır. Çünkü güneşin bu konuya etkisi vardır. Nitekim
bulut da, bitkilerin kendisinde yetişmesi için, içerdiği yaşlık ve rutubeti
yeryüzüne verir. Doğadaki bu örnek, sarhoş ile ayığın durumunu anlatır.
Bu yolda sarhoşluktan sahibi için bir yarar veya ayıklıktan bir yarar
gerçekleşmese, böyle biri yol ehli değildir. Böyle birinin ayıklığı, ‘şayiam
(kıtlık, kuraklık)’ diye isimlendirilen ayıklık gibidir (bilgi getirmeyen
ayıldık). Bu, bölümün başındaki şiirlerle işaret ettiğimiz husustur. Öyleyse
sarhoşluktan sonra gerçekleşen ayıklık, bütünüyle edep ve bilgidir, insanlar
bu halde sarhoşluk halindeki derecelenişleri gibi derecelenirler.
Her sarhoşlukta bir ihtikam var
Her ayıklıkta da sebat var
Bilmelisin ki, ayıkların bir kısmı Rabbiyle
ayık iken bir kısmı kendi nefsiyle ayıktır. Rabbiyle ayık olan, ayıklığında
sadece Rabbine hitap eder ve sadece O’ndan duyar. Onun gözü bütün var olanlarda
sadece Rabbini görür. Böyle biri, iki makamdan birisindedir; ya hepsini içermesi
yoluyla eşya perdesinin ardından Hakkı görür. Bu durum ‘Allah
Teâlâ onları artlarından ihata eder*31 ayetinde
belirtilir. Ya da Hakkı eşyanın aynı olarak görür. Burada Allah Teâlâ adamları
iki kısma ayrılır: Birincisi, hakkı hüküm ve suretlerde eşyanın aynı olarak
görür. Diğer kısım ise, suretlerin aynı olması yönünden değil, suret ve
hükümleri kabul edici olması yönünden Hakkı eşyanın aynı olarak görür, çünkü
suretler de, ayan-ı sâbite’nin hükümleri arasındadır. Böylelikle Allah Teâlâ
ile ayık olmada Allah Teâlâ adamlarının halleri birbirinden farklılaşır. Kendi
nefsiyle ayık olan ise, sadece kendi benzerlerini ve hemcinslerini görür ve
bilhassa ‘O’nun benzeri bir şey yoktur5632 der. Onun
hali veya makamı, kendisini okusa bile, anlayacak şekilde ayeti tamamlamaya
imkân vermez. Ayetin devamı ‘O, duyan ve görendir5633 der.
Birinci zevk sahibi, hem zevk ederek ve hem okuyarak şöyle der: ‘O, duyan
ve görendir.’634 Bu durumda
nefsiyle ayık olan insan, Hakkın kendisinden uzak olduğunu görür. Nitekim Hakkı
kıblesinde kabul eden insan da, namaz kılarken Hakkı kıblesinde görür, fakat
O’nu namaz kılan olarak görmez.
Ayıldığı anlatırken bu kadar işaret
yeterlidir. Ayıklık ve sarhoşluk, var olanlara özgü ve onlarla sınırlı iki
sözdür. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’635
İKİ YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM
Zevk
Her ilkenin tecelli için
bir mazharı var
Zevk onun boşalttığı
bir anlamdan haber verir
İsimlerle tecelli onu sağlamlaştırır
Bu hüküm onun en üstün görevlendirmesidir
-Kendisinin ifade ettiğibir duruma sarktığında
Bize sarkmasında yaklaşmış olur
Kalbim onu menzillerinde karşıladığında
Onunla tecellisine doğru yükselir
Bilmelisin ki, sûfılere göre zevk, tecellinin ilkelerinin
ilkidir. Zevk, kulun kalbine ansızın gelen bir haldir. İki nefeslik veya daha
fazla süre devam ederse, ‘şurb (içme)’ adını alır. Bu içme’den sonra kanma var
mıdır, yok mudur? Sûfılerin bu konudaki tecrübeleri ve zevkleri birbirinden
farklıdır. Bir kısmının öyle bir hali ‘şurb (içme), sonra kanma’ diye
isimlendirdiği aktarılmıştır. Ebu Yezid’in ise ‘kanmanın imkânsız olduğu’
görüşü aktarılmıştır. Herkes kendi haline göre konuşur ve görüşün -bize görebu
yolda geçerli bir yorumu vardır. Bizim bu konuda açıklamalarımız vardır, bunlar
Allah Teâlâ izin verir ve bana hatırlatırsa, şurb (içme), veya reyy (kanma)
veya reyy’in olmayışı bölümlerinde gelecektir. Sen de bu konuları kitabın o
bölümlerinde araştırmalısın.
Bilmelisin ki, sûfıler zevk’i ‘tecellinin
ilkelerinin ilki’ diye tanımlamıştı. Bu tanım, her tecellinin bir ilkesi
olduğunu belirtir. Söz konusu ilke, tecellinin zevkidir. Bu durum, ilahi
tecelli suretlerde veya ilahi isimlerde veya varlıklar ait isimlerde
gerçekleştiğinde böyledir. Tecelli manada gerçekleşirse, onun ilkesi kendisinin
aynıdır ve ilkenin ötesinde insanın peyderpey elde edeceği hükmü yoktur.
Hâlbuki insan tecelli edilen suretlerin anlamlarını veya bütün isimlerin
anlamlarını çıkartabilir ve bu durumda ilkede bu isimden daha sonra görmediği
şeyi görür. Mana sahibi (için), her şeyin ilkesi, o şeyin kendisidir.
Dolayısıyla bu tümel sonuçtan sonra kendisinden bir şey çıkartmaz. Artık insan,
bu tek şeyi ifadede ayrıntılar vardır. Bu durum başlangıcında şu dize ile dile
getirdiğimiz husustur:
Ta ki göze zâtının tecellisi göründü
Artık, O’ndan başka kim var ki?
Öyleyse O’nun ilkesi, kendisidir. Bütün
sözlerimizde bundan sonra söyleyeceklerimiz, bu genel hükmün tafsilidir ve bu
tek bakış onu içerir. İnsanların çoğunun görüşü, bu zevk ile çelişir ve bu
nedenle onların görüşleri uzlaşmaz. Onların görüşlerini inceleyen kişi de bütün
görüşleri kendine irca edeceği bir ilke arar, fakat bulamaz. Bizim (sûfılerin)
sözleri ise birbiriyle irtibatlıdır. Çünkü (onların kendisinden konuştuğu kaynak)
tek hakikattir ve bu da onun tafsilidir. Kur’an-ı Kerîm’in ayetlerinin
bağlamını, irtibatını ve karşılıklı ilişkilerini bilen, bizim söylediklerimizi
anlar. Söz konusu kişi, iki ayeti birleştiren özelliği bilir. Bu esnada
ayetlerin arasmda belli bir uzaklık bulunabilir ki, bu doğrudur, fakat onları
birleştiren özellik vardır ki, bu zorunludur. Söz konusu birleştirici, bir
ayetin komşu olduğu ayetle ilişkisini verir, çünkü bu, ilahi nazım (tarzıdır).
Nahivcilerden Rummani’nin dışında bu görüşe varan kimse görmedik. Onun bir
Kur’an tefsiri vardır. Onu inceleyen biri bana yazarın tefsirinde böyle bir
yöntem takip ettiğini belirtmişti. Ben o tefsiri görmedim. Fakat ben Mağrip
şehirlerinden Merakeş’te esSadakat isimli eserin yazarı Ebu’l-Abbas
es-Sebtî’nin aynı yöntemi takip ettiğini görmüştüm. Bu konuda kendisiyle
konuştum. Onun ölçü erbabından olduğunu gördüm (mantık).
Sonra bilmelisin ki, zevk, tecellinin
değişmesiyle değişir. Tecelli suretlerde gerçekleşmişse, zevk bu durumda
hayalîdir. İlahi ve kevnî isimlerde gerçekleşmişse, bu durumda zevk, aklîdir.
Hayalî zevkin etkisi neftse gerçekleşirken aklî zevkin etkisi kalpte
gerçekleşir. Böylelikle nefsin zevkinin eseri, bedenî mücahedeleri verir.
Bunlara örnek olarak, açlık, susuzluk, gece ibadeti, dille zikir, tilavet,
iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, Allah Teâlâ yolunda cihat etmek,
-ailesi veya şeyhi yok ve tek başma isesahip olduğu malları dağıtmaktır.
Kendisini terbiye eden saygın bir şeyhin yanında bulunuyor ise, sahip
olduklarını şeyhin önünde bırakır ve içiyle ve dışıyla onlardan bütünüyle
uzaklaşır. Artık geride bir malı kalmaz. Zayıflığı nedeniyle içinden bu konuda
bir isteksizlik duyabilir veya bir meşakkat hissedebilir. Böyle bir durumda,
malını elinden haz alarak verip vermemesine bakmalıdır. Aksine meşakkatle onu
çıkartırsa, doğru ve sahih bir düşünceyle çıkartmış demektir ve içinden bu
konudaki niyetini dışarı atması mümkün değildir. Haz alarak malını elinden
çıkardığında ise, aklıyla çıkartmış olmaz. Haz kaybolduğunda, isteksizce
malını verenden farklı olarak, bir pişmanlık duyabilir. İsteksizce veren,
verirken istek duymasa da, daha sonra ilahi inayetle bu isteksizliği gideren
bir durum ortaya çıkabilir ve malını vermiş olmaktan haz duyacağı bir Hakk
geçer. Böyle biri, o makamda daha sabittir. Bizim elimizdekileri vermemiz de
böyledir. Kendisini halcim yapacağımız veya malımızı önüne atacağımız şeyhimiz
de yoktu. Biz bu konuda, kendisiyle istişarede bulunduğumuz babamızı hakem
yaptık. Biz de sahip olduklarımızı elimizden çıkarttık ve malımızı kimseye
emanet etmedik. Çünkü bir şeyhin terbiyesi altına girmediğimiz gibi bu yolda
şeyh de görmüş değildik. Ölü evinden ve halkından nasıl ayrılırsa, ben de öyle
ayrıldım. Babayla istişare edip bizden bu konuda bir yetki isteyince, onu hakem
yaptım. Bugüne kadar da, malı ne yaptığını kendisine sormadım. İşte ‘nefs
zevkinin’ hükmü budur ve bütün taliplere bu gereklidir. Bunun dayanağı ise,
‘yanında olanları bana getir’ dediğinde Hz. Ebu Bekir’in bütün malını
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e getirmesidir. Hz. Ömer ise malının
yarısını getirmişti -çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda bir
ölçü belirtmemişti. Bir ölçü belirlemiş olsaydı, kimse Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in belirlediği sınırını aşmazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem sadece insanların nezdinde onların mertebelerini ayrıştırmak
istemişti. Bunun üzerine Ebu Bekir’e ‘Ailene ne bıraktın?’ diye sorunca,
‘Allah Teâlâ’yı ve peygamberini bıraktım’ demiştir. ‘Ve peygamberini’ demek,
edebin son noktasıdır. Çünkü sadece ‘Allah Teâlâ’yı’ deseydi, bir daha
başvurup da Allah Teâlâ’nın kendisine hal veya zevk yoluyla göndereceği
herhangi bir şey, vasıtayla gelmezdi. Ebu Bekir bunu bildiği için, şöyle dedi:
‘Allah Teâlâ’yı ve peygamberini.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
malından bir kısmı kendisine iade etseydi, Ebu Bekir onu peygamber’den alır ve
kabul ederdi. Çünkü peygamberi ailesine bırakmıştı. Bir malda ancak mal
sahibinin vekil atadığı kimse tasarrufta bulunabilir. Ebu Bekir’in işlerin
mertebelerini ne kadar iyi bildiğine ve ne kadar hikmetli olduğuna bakınız!
Hz. Ömer o gün Ebu Bekir’i geçtiğini zannetmişti, çünkü getirdiği malının
yarısını kıymetli saymıştı.
Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Ömer b. Hattab’a şöyle sormuş: ‘Ailene ne bırakan?’ Ömer de ‘Malımın yarısını’
deyince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Aranızdaki fark, sözlerinizin
arasındaki fark kadardır5 demiştir. Hz. Ömer şöyle demiş: ‘Anladım
ki, Ebu Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim.’ insanın yüksek himmet sahibi
olması gerekir. Allah Teâlâ katandaki en üstün mertebeleri istemeli ve her
mertebeye hakkını vermelidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, malını
verirken Ebu Bekir’in dürüsdüğünü bildiğine orada bulunanların dikkatini çekmek
amacıyla, malından herhangi bir şey kendisine iade etmemişti. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in merhameti ve şefkati malumdur. Getirdiği malın
bir kısmım kendisine iade etseydi, Ebu Bekir’in peygamberin şefkat ve
merhametini düşünerek (bütün malını getirdiği) ihtimali doğardı. Böylelikle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Ebu Bekir’in ailesinin bedeli olmuştur.
Öte yandan Abdurrahman b. Avf, bütün malını peygambere getirmiş, peygamber ise
hepsini kendisine iade etmiş ve şöyle demiştir: ‘Sen malını muhafaza et.’ Çünkü
peygamber onu böyle bir şeye davet etmemişti. Davet etmiş olsaydı, Ebu
Bekir’den kabul ettiği gibi, ondan da malım kabul ederdi.
Akıl zevkinin hükmü, nefs riyazetlerini ve
ahlakın güzelleştirilmesini verir. Riyazet bedenle yapılan mücahedeleri de
içerirken mücahedeler riyazeti içermez. Riyazetler hüküm bakımından daha yetkindir.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderilmiştir. Kim güzel ahlak üzere yaraalmış ise, onun zâtı nurlanmış ve
mukaddestir. Kim o nitelikler üzere yaratılmamış ise, riyazet onu bu niteliklere
ulaşarır ve onun üzerinde hüküm sahibi olur. Riyazet işleri (yaparkenki)
güçlüğü ayakalüna almakür. Kim bir güçlüğü ayak alana alırsa, ona ‘riyazet
yaparmış’ ve kendinden uzaklaşarmış demektir. Çünkü nefs, başkan olmak ve
hemcinslerin önüne geçmek ister. Riyazet ise nefsi bu düşünceden ve onun
otoritesinden alıkoyar, nefsin hemcinsleri üzerinde bir üstünlüğünü görmez.
Hepsi kullukta ortak iken ve Hakkın hükmü alana girmede eşit iseler, nefs hangi
özelliğiyle hemcinslerinden üstün olacaktır ki? Böylelikle nefs, Allah Teâlâ
kaandan bununla muhatap olmak nedeniyle, Allah Teâlâ’nın emrine bağlanır, Allah
Teâlâ’nın bütün yükümlü kullarının O’nun mertebesini yeğleyerek efendisinin
emrine uymak üzere koşmasmı ister. Bu yarışta akima diğer nefisleri geçmek gelmez.
Bu davranışıyla da, riyazet makamının gerektirmediği şekilde, diğer nefislere
karşı bir meziyet sahibi olur. Çünkü riyazet, herhangi bir sınırlama
olmaksızın, nefsin amaçlarından çıkmak demektir.
İlkesi nefs olan zevk, daha önce de
belirttiğimiz gibi, onun aynıdır. Dolayısıyla riyazete ve mücahedeye muhtaç
değildir. Çünkü riyazet boyun eğmenin ağırlığı, fazla çalışma ve gayret
gösterme esnasında olabilir. Mücahedeler ise meşakkati hissetmek demektir.
Zikrettiğimiz bu hakikat ise, bir güçlük geride bırakmaz ki riyazet onun
üzerinde hüküm sahibi olsun. Öyleyse o, kendiliğinde zelildir. Bu hakikati bir
kez görmek, ona bunu vermiştir.
Sıkıntıları ve meşakkaderi hissetmek ise
nefsin değil, doğanın hissetmesidir. Böyle biri, meşakkati çekerken haz alır
ve Allah Teâlâ’nın onun adına belirlediği haklara göre hüküm verir. Nitekim
açıklayanın diliyle -ki açıklayıcı Allah Teâlâ’nın peygamberidirona şöyle
demiştir: ‘Gözünün senin üzerinde hakkı vardır, nefsinin üzerinde hakkı
vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı
vardır. Artık her Hakk sahibine hakkını ver.’ Bu hakikati zevk eden insanın
hükmü, onun adına şeriat ile birdir. Artık onun nezdinde veya kendisinde bunu
kabul etmek için herhangi bir riyazet söz konusu değildir. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’636
Zevk, tecellinin ardından, tecellinin ölçü ve
mertebesini öğrenmeni sağlayacak bilgi verir ki kendisine bakarken gerekli
edebe göre tecelli karşısında davranılır. Çünkü tecelli gözün benzeridir. Bu,
mümin değil isen, sende susuzluk meydana getiren şeydir. Mümin isen, sana iman
susuzluk verir. Bu durumda susuzluğun imanının değerince artar ve azalır. Mümin
olmayanda ise kesinlikle, susuzluk olmaz, bunun nedeni tecelliyi ‘içmiş’ (şurb)
olmasıdır. Bilgiye karşı bir susuzluk hissederse, bu, teorik düşünceden
kaynaklanır. Tecelli bilgileri ise, imandan ibarettir. iman her ne zaman
gerçekleşse, susuzluk kendisine eşlik eder. Böylelikle ‘tadarak’ ve zevk
yoluyla artar. Bunu anla!
İKİ YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM
Şurb (İçme)
Şurb zevk ve kanma makamları arasındadır Açıklama ve dürme arasındaki hüküm gibi
Hakka ait haklar boynundadır Taşkınlık yaparken, sakın (onları
ihlalden)
Aynınız iken, O’nun vasıtasıyla müstağnisin Artık ona buna dönmek
yok
Hiçbir âşık benim gibi sevmedi Aşıklar birbirine sevgiyle bakarken
Veja göründü, ayrılık bitti benim çadırımdan Ben Tay (kabilesinden)
asil Hatemî’yim
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki,
şurb (içme), ‘zevk’ten elde ettiğine ilave olarak ikinci nefeste elde
ettiğindir. Burada (ikinci, üçüncü nefes vs.) Sayı, kanmayı kabul edene ve
etmeyenlere göre, değişir. Bilmelisin ki, içme, susuzluktan sonra olabilir.
Örnek olarak, Havuz’dan içtikten sonra cennediklerin içmesini verebiliriz.
Onların Havuz’dan içmesi ise, kendileri adına ‘zevk (tatma)’ konumundadır.
Havuz’dan içmeleri ise, susuzluktan kaynaklanır. Sonra bir daha asla susamazlar.
Çünkü cennet ehli, cennette susamayacaktır. Onlar, susuzluk veya acısını
gidermek amacıyla değil, haz alarak ve arzuyla içerler.
Bilmelisin ki, içme, içilen şeyin değişmesiyle
değişir. İçilen şey tek bir tür ise, bu kez içenlerin mizaçlarının -ki
istidadan demektirdeğişmesiyle değişir. Bu bağlamda, bilginin kendisinde
tecelli ettiği surete göre, insanların bir kısmının içeceği su, bir kısmininki
süt, bir kısmininki şarap, bir kısmininki baldır. Çünkü bütün bu kısımlar,
farklı ilimlerin suredendir. Biz bunları Meratibu^Ulumi’l-Vehb diye
isimlendirdiğimiz küçük bir risalemizde zikrettik. Bu konudaki delilimiz ise,
bunların peygamberin rüyasınm ilimleri olmasıdır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Rüya gördüm, bana bir bardak süt verilmişti,
kanıncaya kadar içtim ondan, ta ki parmaklarımdan döküldü, sonra kalanını
Ömer’e verdim. Sahabe ‘Bunu nasıl tevil ettin, Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi?’
diye sorunca, ‘Bilgi’ diye cevap verdi. İşte bu, süt suretinde gerçekleşen
tecelli bilgisidir. Aynı şekilde ilimler, içilenlerin suretlerinde ortaya
çıkar.
Cennet görme ve tecelli yeridir. Allah Teâlâ
ise orada dört nehir zikretmiştir: ‘Tadı bozulmamış su nehirleri, tadı değişmemiş
sütten, şaraptan ve saf baldan nehirler.’637 Buradan
bilgi tecellisinin dört surette olabileceğini kesin olarak öğrendik: su, süt,
şarap ve bal. Her tecelli sınıfının ise, kendisine özgü bir insanı ve tek bir
şahsa özgü özel halleri vardır. Bunlardan bir grubu, minber sahiplerine
özgüdür. Onlar, resullerdir. Bir kısmı, aile (veya sofra) sahiplerine aittir.
Onlar ise nebilerdir. Bir kısmı kürsü sahiplerine aittir, onlar, varis-ârif
velilerdir. Bir kısmı ise, mertebe sahiplerine özgüdür. Onlar ise, müminlerdir.
Beşinci bir sınıf yoktur. Sınıflar arasında dereceli bir üstünlük vardır.
Nitekim Allah Teâlâ ‘Bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün yaptık’638 buyrulur. Başka bir ayette ise ‘Bazı
nebileri diğerlerinden üstün yaptık’639 buyrulur.
Çünkü burada ameller, yükümlülük vaktinde dört yöne taksim edilmişti. Bu nedenle
de İblis bu yönleri öğrendiğinde, ‘Sonra onlara önlerinden, arkalarından,
sağlarından ve sollarından geleceğim’640 demiş,
diğer yönleri zikretmemişti, çünkü o yönlere herhangi bir amel bitişmemişti, o
yönler, ilahi tenezzül ve izzet, engelleme ve otorite sahibi olan Rahman’m vergisine
tahsis edilmiştir. Öyleyse ilimler çok olsa bile, bu dördü, onları kendinde
toplar. Bunlar, Rahmanı suretlerdeki Rabbani oturaklarda ilahi aynalardır. Bu
ilimler, bir grup hakkında her nefes devam eder. Onlar, (içmede) ‘kanma’
derecesini kabul etmeyenlerdir. Bir grup hakkında ise, belli bir süreye kadar
devam eder. Bu süreyi Allah Teâlâ’nın ziyaret ve görüş günü söyleyeceği ‘onları
köşklerine döndürün’ sözü belirleyecektir. Onlar, bu içeceklerin hepsinde veya
bir kısmında ‘kanma’nın olabileceğini kabul edenlerdir. İnsanların arasında
hepsinde türden türe giren, zikrettiklerimiz arasında içeceği bir tane olan ve
onu bırakmayan kimsedir.
Bir kısmının içecekleri değişir, bu kişi daha
yetkindir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem suyu süt ile veya balı süt
ile karıştırmayı severmiş. Geride bir tek şarap kalmıştır. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği ve kendisine uyarak vefat ettiği
şeriatına göre, dünya, şarabın helal olacağı bir yer değildir.
Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in sütü suyla veya balı sütle içmesi örneğindeki gibi, şaraptan bilfiil
bir örnek vermemiz mümkün değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
kendisine helal olması yönüyle, onu saf veya karışık bir halde içmiştir. Bu
bağlamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem süt hakkında şöyle derdi:
‘Allah Teâlâ’m! Bize onu bereketli yap ve daha fazlasını ver.’ Çünkü süt, sahih
bir rüyada, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendisiyle bilgiyi
anlattığı bir örnek konumundaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
bilginin fazlasını istemesi emredilerek şöyle buyrulmuştur: ‘De ki! Allah
Teâlâ’m, bilgimi artır.’641 Öyleyse
süt, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bilginin artışını hatırlatan bir
örnekti. Diğer besinler hakkında ise şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’m! Onu bizim
adımıza berekedi yap ve daha hayırlısını bize yedir.’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Zemzem suyu içtiğinde, ondan zevk alırdı.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem tadıyı ve balı severdi. Bütün bunlar, yani
içecekleri Allah Teâlâ bir takım ilimlerin örnekleri yapmıştır. Söz konusu
ilimler, âriflere o içeceklerin suretlerinde gözükür. Şarabı ise -dünyaya
değilcennete tahsis etmiş, ona kendisi içenlerin alacağı bir haz bitiştirmiş,
aynı şeyi diğer içecekler hakkında söylememiştir. Çünkü şarabın dışında diğer
içecekler arasında sevince, tam bir mutluluğa ve neşelenmeye yol açan başka
bir içecek yoktur. İçen kendisinden haz alır, haz organlarına yayılır, iç ve
dış güçlerini etkisi altına alır. İçecekler arasında şarabın dışında akıl
üzerinde hüküm sahibi ve otoritesi olan başka bir içecek yoktur. Öyleyse şarap,
zevk yoluyla elde edilen Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye aittir. Akıllar söz
konusu bilgileri kendi teorik düşünceleri' yönünden kabul edemez, sadece iman
yoluyla kabul edebilir. Nitekim şekilci bilginlerin ilmi de bu yolun bilgisine
göre eksiktir. Çünkü bu yolun bilgisi, o bilgide etkisi vardır. Öyleyse bu
bilgi diğer ilim türlerinde hakim ve etkin ilimdir. Hâlbuki diğer ilimler,
otoritesinin gücü nedeniyle, kendisine etki edemez. Çünkü o akılda etkindir.
Akıl ise olabileceklerin en güçlüsüdür. Aynı şekilde vehmin hükmünü de ortadan
kaldırır. Vehmin ise, otoritesi güçlüdür. Aklın otoritesini içccekler arasında
sadece şarap ortadan kaldırır. Öyleyse şarabın otoritesi karşısında ne akıl ne
vehim direnebilir. İnsanda bu ikisinden daha güçlü bir şey de olamaz. Bakınız!
Sarhoş, aklın ve vehmin sakınılması gerektiğine hükmettiği tehlikelere
kendisini atar. Bilimler içinde ona benzeyen ilmin hükmü, onun hükmüyle birdir.
Allah Teâlâ’nın bu ümmete vermiş olduğu keşif, fetih ve bilgilerde yardım ve
bilgide serinleşme ve sabitleşmeye rağmen, şarap bu şeriatta mubah kılınmış
olsaydı, Hakkın sırları bulundukları hal üzere ortaya çıkarlar, pek çok şey
batıl olurdu.
Şeriat ‘süt ilminden’dir ve onu onaylamıştır.
Şarap suretindeki tecelli, dünyada ancak ‘emin kimseler’ adına gerçekleşir.
Söz konusu kimseler, içlerinde bu tecelliden haz alırken hükmü dışlarında
gözükmez. Bu durum, Abdullah et-Tüsteri’nin şu sözünde dile getirilmiştir:
‘Rububiyetin bir sırrı vardır, ortaya çıksaydı, nebilik batıl olurdu; nebiliğin
bir sırrı vardır, ortaya çıksaydı bilgi batıl olurdu, bilginin bir sırrı
vardır, ortaya çıksaydı, hükümler batıl olurdu.’ Tecelli şarap suretinde
gerçekleşseydi ve bilgi sıradan insanlara görünseydi -insanın doğası ve mizacı
cennet ehlinin mizacında olmayacağı içinâlemde bu sırlar ortaya çıkardı.
Sırların ortaya çıkması ise (şaraptaki) haz verme, sevindirmede, rahadatma ve
aldın etkisini içenden uzaklaştırmadaki gücü nedeniyle, bozulmaya ve fesada
yol açardı. Bu nedenle Allah Teâlâ, dünyada (sırları izhar eden) bu tecellinin
kendilerinde gerçekleşip de hükmünün gözükmediği kimselerden örnek vermiştir. Örnek
olarak, nebiler ve Hızır ve Hakka yalan kimselerin büyükleri gibi, velilerin
büyüklerini zikredebiliriz. Öyleyse Allah Teâlâ bu dünyada bazı beşeri
mizaçları sarhoş olmayacak bir mizaçta yaratmıştır ki, Allah Teâlâ’nın bazı
kullarında ‘şarap’ suretindeki bu tecellinin gerçekleşmiş olduğu öğrenilsin.
Onlar ise, gizlemeyi ve ifşa etmemeyi gerektiren bir mizaca sahiptirler.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bazı insanlara
anlamları hitaptan veya hitaptaki nasslardan soyut verir. Böyle bir bilgi,
Hakkın tuzsuz sudaki tecellisinden meydana gelir ve doğayla ilgisi olmayan
ilahi bilgidir (metafizik). Allah Teâlâ bazı insanlara ise şeriatın sırları,
hükümleri ve ‘Gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle gönderdik5642 ayetinin
hikmetinin bilgisini vermiştir. Bunun yanı sıra vakider ve hallerin bilgisiyle
hükümlerin ölçüsünü bildirmiştir. Bu ölçüye göre bir şeriatta helal olan şey
başka bir şeriatta haram olur. Bu ise, Hakkın süt suretindeki tecellisinin
bilgisinden elde edilir. Burada, tadı herhangi bir şekilde değişmemiş saf sütü
kast etmekteyim. Bazı kimselere ise kemal, haller ve güzellik hakkında bilgi
vermiştir ve bu bilgi şarap suretindeki tecelli ilminden elde edilir. Bazı
kimselere vahiy, iman ve duru ilham yoluyla bilgi verir. Böyle birinin bilgisi,
bilinmesi mümkün olan tüm konulan içerir. Öyle ki, bilinmesi mümkün olmayan
bir şeyi bile, ‘onu bilmenin mümkün olmadığı’ şeklinde öğrenir. Bu bilgi, bal
suretindeki tecelliden elde edilir. İnsan bu içeceklerden birisinden veya
hepsinden bir şey içerse, içmiş olduğu şeyin bilgisini elde eder. Nitekim
böyle bir durumda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (içtikten sonra)
‘Öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim’ buyurmuştur. Hâlbuki bu
durumun kendisine özgü olduğunu belirtmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem tahsisten söz etmeyince, bu makam ulaşmak üzere kendisinden içeri
girmek isteyen kimse adma kapı açık bırakılmıştır. Öyleyse bütün akıl
sahipleri için ilahi cömerdiğin esintilerine koşmaları bir zorunluluktur.
Çünkü (hadiste belirtildiği gibi) ‘Allah Teâlâ’nın esintileri vardır, onlara
hücum ediniz.’ ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ ELLİNCİ BÖLÜM
Reyy/Riyy (Kanma)
Bir grup ‘kanma’ olur demiş, bilmiyorlar fakat ‘Kanmanın varlığı yokluktur’
Kanma olsaydı, iş sona erer ve kesilirdi Sürekliliği, artışı ve
öğretişi
Öyleyse işin bir sınırı yok ki kuşatılsın Fakat rızık şahıslarda
taksim edilmiştir
Reyy, sayesinde (içmekten) yetinilen ve
mahallin fazla tahammül edemeyişini sağlayan durumdur. Bilmelisin ki, kanma’yı
ve reyy’i kabul edenler, ortada bir son ve gaye bulunduğunu kabul edenlerdir.
Onlar, dünya hayatının ve müddetinin sonunun kendilerine açıldığı kimselerdir.
Onlar, korunmuş levhada keşif sahipleri ve düşüncelerini bütünüyle ona vermiş kimselerdir.
Ya da bu insanlar, teorik düşüncesindeki keşfinin varlığın üzerinde bulunduğu
durum olduğu kimselerdir. Sonra, önüne perde çekilir ve varlığa giren her şey
sonlu olduğu için, sonluluk olduğunu düşünür. Böyle bir keşif sahibi, uhrevî
keşiften bir şeye sahip değildir. Kim gayeyi (ve bitimi) kabul ederse,
(içmekten) kanmayı da kabul etmiş ve himmetini bitimli bir şeye bağlamıştır.
Bunlar, haklarında şeyhimiz Ebu Medyen’in ‘Nihayetinde başlangıcına dönen
kimseler Allah Teâlâ adamlarındandır’ dedikleri kimselerdir. Çünkü Allah Teâlâ,
bu insanlara gerçeği bulunduğu hal üzere açıklamamıştır. Örnek olarak, güneşin
gün boyunca dönmesini verebiliriz, hâlbuki gerçekte dönüş yoktur. Kanma’yı
kabul edenler, haftanın günlerinin ve ayların tekrarlandığını görmeleri
nedeniyle, devri kabul edenlerdir. Kanma’yı kabul etmeyenler ise geceyi ve
gündüzü ‘yeni’ diye isimlendirenlerdir. Onlara göre genel anlamda tekrar diye
bir şey yoktur. Öyleyse işin bir başlangıcı varken sonu yoktur. Fakat onda
bazı âriflerin himmederinin ilgili olacağı bazı ‘gayeler’ vardır. Allah Teâlâ
da onları (himmederinin iliştiği) gayelerine ulaştırır. Burada onlar için işin
-hakkında değilkendisinde bir yenilenme gerçekleşir. Bu durumda, hikmetler
hakkında pek çok iyiliği ve ilahiyat bahislerinde büyük bir bilgiyi yitirirler.
Hatta doğa bilimi hakkında bile pek çok iyiliği yitirirler. Çünkü doğanın
terkibinin de dünyada ve ahirette bir sonu yoktur. Onları ‘O’na
döndürüleceksiniz’643 ayeti,
kanmanın olmadığını görmekten perdeler. Allah Teâlâ onu ‘dönüş’ diye
isimlendirmiştir, çünkü Allah Teâlâ, O’ndan sudur edişleri esnasında, kendi
zâdarına ve başkalarının zâdarına bakmakla onları kendisinden alıkoymuştur.
Alemden var olanları incelediklerinde ise, Allah Teâlâ’ya bağlanırlar ve O’ndan
sudur etmeleri yönünden Allah Teâlâ’ya döndüklerini zannederler. Bilmezler ki,
kendisinden ortaya çıktıkları ilahi hakikat, dönmüş oldukları hakikatin aynı
değildir. Aksine onlar, sonsuza değin, sürekli bir yürüyüş (sülük)
halindedirler. Onlar, Allah Teâlâ’nın ardında bir amaç olmadığı için,
incelemişlerdir, çünkü onlar, daha önce nefislerine bakmakta iken, İlah’a
bakmaya dönmüşlerdir.
Kanmanın gerçek nedeni şudur: Bir şey Haktan
istidadının verdiği kadarını kabul edebilir ve burada bir engelleme yoktur. Bu
nedenle de, istidadın kabul ettiğiyle yetinme gerçekleşmiş, mahal ise ilaveye
yeterli gelmemiştir. Bunun üzerine bu zevkin sahibi şöyle demiştir: ‘Kandım
ben!’ Vaktine göre hareket eden ve istidadına bakan kimse kanma’yı kabul eder. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’644
İKİ YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM
Kanma'nın Olmayışı (Ademü'r-Reyy)
Sûfilerin
bir kısmı da bu görüştedir:
Kanmanın
olmayışı apaçık delil Sonluluk hükümleri yoktur diye
Kanmayı savunanlar hata etti Sandılar ki söyledikleri basit bir söz
Bilselerdi değerini hâlbuki
‘Ol ve olur’ neyi gerektirir, bir görselerdi
Demezlerdi böyle bir sözü asla Karşı çıktıkları kimseyi mazur
görürlerdi
Allah Teâlâ peygamberine ‘De ki,
Rabbim, bilgimi artır5645 diye emretmiştir. Artış isteyen, kanmaz. Allah
Teâlâ ona bunu belli bir vakte veya sınıra kadar emretmiş değildir. Aksine
genel olarak söylemiştir. Peygamber de dünya da ve ahirette sürekli bilginin
artışını istemişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet gününün
durumu hakkmda şöyle der: ‘O’nu överim’ -şefaat isteme anını kast ederek‘Allah
Teâlâ’nın bana bildireceği ve henüz bilmediğim övgülerle...’ Allah Teâlâ
sonsuza değin bizde yaratıcıdır ve ilimler de sonsuzdur. -Sûfıler ‘ilim’
derken keşif veya delalet yoluyla Allah Teâlâ ile ilgili ilimleri kast
etmektedirler.Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez ve onlar varlıkların
hakikatleridir. Öyleyse bilgi talibi susamıştır ve hiçbir zaman da
kanmayacaktır. Çünkü sahip olduğu istidat, elde edeceği bir bilgiyi talep eder.
Onu öğrendiğinde, yeni bilgi sahibine oluş veya Allah Teâlâ ile ilgili başka
bir bilgi için istidat kazandırır. İlk istidadından kazandığı bilginin
kendisine verdiği istidadının öğrenmek istediği bir şey bulunduğunu yeni
istidat ile öğrenince, onu öğrenmek (arzusuyla) susuzluk çeker. Öyleyse bilgi
talibi, deniz suyu içen birine benzer, ne kadar içerse, susuzluğu o kadar
artar! Oluş ise kesintisizdir, dolayısıyla bilinenler de kesintisizdir. O halde
bilgiler de kesintisizdir. Öyleyse kanma nerede kalmıştır?
Kanma’yı ancak sürekli ve daimi olarak
kendisinde yaratılan şeyleri bilmeyen kimse kabul edebilir. Kendisi hakkında
bilgisi olmayanın ise Rabbi hakkında bilgisi yoktur. Bir arif şöyle demiştir:
‘Nefs, sahilsiz bir umman!’ Burada sonun olmadığına işaret eder. Bir şey varlığa
girerse veya varlıkla nitelenirse, sonludur. Varlığa girmeyen ise,
nihayetsizdir. (Varlığa girenler) Mümkünlerden başkası değildir. Öyleyse ancak
sonradan var olan bir şey bilinir. Çünkü bilinen yoktu, sonra oldu, sonra
başkası olacaktır. Bilinen varlıkla nitelenseydi, sonlu olur ve kendisiyle
yetinirdi. Öyleyse Allah Teâlâ’dan ancak kendisinden olan ve sende var ettiği
şeyi ya ilham veya bir tecellinin meydana gelmesiyle keşiften bilebilirsin.
Bütün bunlar ise, yaratılmış bilinenlerdir. Öyleyse herkes, kendisi gibi bir
yaratılmışı bilir. Mümkünler ise sonsuzdur, çünkü onlar, bir defada varlığa
girmemişlerdir. Aksine zaman içinde var olmaktadırlar. O halde Allah Teâlâ’yı
ancak Allah Teâlâ bilebilir! Yaratılmış âlemi ise kendisi gibi bir yaratılmış bilebilir
ve Hakk onu kendisinde var eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara
Rablerinden her yeni (muhdes) bir söz geldiğinde..:646 Kastedilen O’nun kelamıdır ve onlarda meydana
gelmiştir. Onların bilgisi de kendisine ilişmiştir. Öyleyse bilgi, ancak sonradan
olana (yeni) ilişmiştir. Bu ise, bilgisi olmayanın ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’ diye
zannettiği şeydir. Dolayısıyla böyle bir söz doğru değildir. Çünkü bir şey
ancak zâtfolumlu özelliğiyle bilinebilir. Bizim (Allah Teâlâ hakkında) böyle
bir niteliği bilmemiz ise imkânsızdır. Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilmemiz
imkânsızdır. Bilinmeyen olmaktan başka bir şekilde bilinmeyeni tenzih ederim!
Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilen, kendi mertebesini aşmaz ve bildiğinin
bilinmeyenden (kaynaklandığını) bilir. Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola
ulaştırır.
İKİ YÜZ ELLİ İKİNCİ BÖLÜM
Mahv (Silinme)
• Mahvın ilahi bir hükmü var, söylemiştir
onu Ra’d suresinde, burhan da onu taşır
Mahvı ispat kanıtlar, zıttırlar birbirlerine Zıddın varlığıyla mı
bilirsin onu?
Mahv sabit, fakat hükmü yok Onu bileni ara da açıklasın sana
Bilmelisin ki, sûfilere göre mahv (silinme),
âdet nitelikleri ile Hakkın gizlediği ve olumsuzladığı şeylerin ortadan
kalkmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ dilediğini siler (mahv) ve sabit
kılar:647 Mahv,
sabittir ve fakihlere göre ‘nesih’ diye ifade edilen ilahi nesihtir. Başka bir
ifadeyle mahv, var ve sabit iken, Allah Teâlâ’nın bir şeyi silmesi ve ortadan
kaldırmasıdır. Hükümlerde bunun karşılığı, bir hükmün süresinin bitmesi iken
eşyada sürenin sonlanmasıdır. Allah Teâlâ ‘Hepsi belli bir ecele doğru akar,64S buyurur.
Başka bir ifadeyle, her şey belli bir süreye kadar devam eder, sonra -kendisi
değilhükmü kalkar. Allah Teâlâ ‘Belli bir süreye kadar akar’649 buyurdu. Akışı eceline ulaştığında, kendisi
geride kalsa da, akış biter. Sıradan insanlarda geçerli bir âdeti Allah Teâlâ
seçkin kullarında ‘siler’ ve ortadan kaldırır. Söz konusu âdet bir kısmının
zâhirinden, bir kısmının bâtınından silinir ve âdet hükümleri onun üzerinde
kalmayı sürdürür. Böyle biri, mahv sahibiyken, kamildir. (Silmenin bir benzeri
olarak) Nitekim kalplerde de değiştirme gerçekleşmektedir ki günümüzde bu çok
olmaktadır. Söz konusu değiştirme, İsrailoğullarında şeklen gerçekleşmekteydi.
Allah Teâlâ onları maymuna ve domuza dönüştürmüştü. Allah Teâlâ kendilerini
(diğer ümmederden) ayrıştırmak amacıyla bu ümmette değiştirmeyi içlerinde (huy)
yapmıştır. Fakat değiştirme onların suretlerinde de kısmen gerçekleşmeden,
kıyamet kopmayacaktır. Bununla birlikte yere batırma ve felaketler olacaktır.
Nitekim Allah Teâlâ’nın peygamberinden böyle aktarılmıştır.
Adetin bir yönü, sebeplere ve nedenlere
yönelmektir. Mahv sahibinden ise sebeplere yönelme özelliği kalkarken
sebeplerin kendileri kalkmaz! Çünkü Allah Teâlâ eşyada hikmetin hükmünü
işlevsiz kılmaz. Sebepler, kalkmayacak olan ve (Allah Teâlâ tarafından)
konulmuş ilahi perdelerdir. Sebepler arasında en büyük perde, kendinsin!
Hâlbuki kendin, Allah Teâlâ’yı bilmenin sebebidir, çünkü Allah Teâlâ’yı ancak
kendinden bilebilirsin (kendini bilen Rabbini bilir). Allah Teâlâ bilinmeyi
irade etmişken, senin ortadan kalkman mümkün değildir. Öyleyse Allah Teâlâ
seni kendinden siler.
Varlığın sabit iken ve hüküm O’ndan zuhur
ederken, kendinle kalamazsın. Allah Teâlâ, atmanın varlığı kendisinden
gerçekleşmiş iken, peygamberini atma hükmünde silmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Sen
atmadın.’650 Burada onu
silmiştir. ‘Sen attığında.’651 Burada ise
sebebi var etmiştir. ‘Fakat Allah Teâlâ attı.’652 Allah
Teâlâ ise peygamberin eliyle atmıştır. Sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Ben
onun görmesi, duyması ve eli olurum.’ Öyleyse silmede sebebin izale edilmesi,
varlıkta değil, hükümde gerçekleşir. Çünkü illet ve sebep ortadan kalksaydı, o
da kalkardı. O ise ezelîdir. Öyleyse hikmetin gereği, sebepleri baki
kılmaktır. Bununla birlikte kul, hükümlerini nedenlilerde olumsuzlayarak,
sebeplere eğilmekten kendini uzaklaştırır. Sebepler, örtüler ve perdelerdir.
Mahv etkisi bulunan şeyde olabilir. Aksi halde
mavh söz konusu değildir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’653
İKİ YÜZ ELLİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İspat'm Bilinmesi
İspat, âdet hükümleri ile
kavuşturucu şeyleri kabul etmektir.
Himmetimi ispat mertebesine yönelttim imamı beni çağırdığında,
mahvdan ayrılarak
Mertebeye geldik ve sürekli oradaydık Rehber ile, mertebenin önüne
ve ardına geçti
Gedik ile engel arasmda görünene kadar Onu özlemiyle maksadına
ulaştırdı
İspat, bütün âlemin üzerinde bulunduğu
yerleşik durumdur. Binaenaleyh bir peygamber veya nebinin varisinden başka,
âdederin hükmünün ortadan kalkmasını isteyen kimse, hiç kuşkusuz ki,
saygısızlık ve bilgisizlik etmiş demektir. Harikulade diye isimlendirdikleri
ise, gerçekte âdettir. Çünkü harikuladenin sübutu, âdettir. Âdetleri ancak
onları ispat (ettikten sonra) silebilirsin. Şu var ki ispat sahibinin Hakk ile
vuslatının olması gerekir ve bu nedenle âdet hükümleri sabittir, çünkü (bu
makamdaki insanın) arkadaşı (Hakk) onu koymuştur. Arkadaşlığın şartı, uymaktır.
Peki Allah Teâlâ’nın hikmeti kendisini vaat etmekte iken, O’nun koyduğu âdeti
kaldırarak (Hakk ile) nasıl dost olacak ve kendisine nasıl ulaşacaksın? Bu
makam sahibi Allah Teâlâ’nın (âlemde) icra ettiği ve ispat ettiği işlerde
hikmeti gözeten ve bilen olduğunu kabul ederse, arkadaşının ispat ettiğini
ispat eder. Bunu yapmak yerine başka bir şey talep eden ise, (arkadaş değil),
kavgacıdır. Seninle kavgaya tutuşan arkadaşın olmadığı gibi sen de kavga
ettiğinin arkadaşı değilsin. Böyle bir ilişki, inatlaşmaya daha yakındır.
Öyleyse ispat eden insan, sürekli Hakka yaklaşır, çünkü o, âdet hükümlerini
ispat etmektedir. Bunun nedeni, Hakkı o hükümlerde müşahede etmesidir. Bu hal
sürerken, söz konusu hükümlerin ortadan kalkmasını veya silinmesini istemez.
İşte oldukça veciz ve açıklayıcı bir şekilde, ispat denilen şey budur. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ ELLİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Setr'in (Örtü) Bilinmesi
Setr, Hakkın seni silen ve fani eden şeyden seni gizlemesidir.
Allah Teâlâ örtüleri ve perdeleri niye çeker?
Kilitlenmişe ulaşılsın diye
Bazen, onları düşünmek çekingenlik verir Ya da doğanın gerektirdiği
bıkmadan dolayı
Düşünürsen, içerdiği ibretleri esasta Gayeler ve umutlar onun
içindir
Gizemlerini saklayan perdeler olmasaydı Bir gayem veya amacım
olduğu bilinmezdi
Allah Teâlâ perdeleri ve örtüleri çekti ki Söylenmesi güç büyük bir
iştir sebebi
Setr (örtü), oluşun perdesidir ve âdeüer ile
amellerin sonuçlarıyla kalmaktır. Daha önce, sebeplerin kaldırılmaları mümkün
olmayan ilahi perdeler olduklarını söylemiştim. Sebeplerin kaldırılması
konulmaları demek iken silinmeleri ispatları demektir. Setr (örtü), emirlerine
karşı çıkacakları takdir edildiği için, sıradan insanlar hakkında Allah
Teâlâ’nın genel rahmetidir. Onlar adma sebeplerin ortaya konması gerekir. Çünkü
keşif ve tecelliyle birlikte günahın işlenmesi mümkün değildir ve dolayısıyla
‘örtü’ zorunludur. Bu nedenle bilgi tecellisine mazhar olanlardan sınırlama
kaldırılmıştır. Onlar için bir sınırlama yoktur ve yapmak istedikleri işler
onlara serbest bırakılmıştır. Çünkü güvenilir bir rivayette Allah Teâlâ’nın
günahı bağışlayan ve cezalandıran bir Rabbi olduğunu bilerek günah işleyene
şöyle dediği zikredilir: ‘Dilediğini yap, bağışladım gitti!’ Başkasına
yasaklanmış olan, bu nitelikteki birisine mubah kılınmıştır. Ancak yapılması
yasaklanan bir işi yapmayı emretmek imkânsızdır, çünkü Allah Teâlâ taşkınlığı
emretmez ve bu nedenle yasağın üzerine perdeler çeker. İşte örtünün (setr)
sıradan insanlardaki hükmü budur. Seçkinlerdeki hükmü şu dizede dile
getirilir:
Sen gaybının örtüsünden kalbin perdesisin Sen olmasaydın, mührü
üzerine vurulmazdı
Allah Teâlâ seni senin üzerindeki perdesi ve
örtüsü yaptı. Bu örtü olmasaydı, O’nun hakkında daha fazla bilgi istemezdin.
Öyleyse suret -ki seninle bu suretten konuşurörtüsünün ardından konuşan ve
hitap edilen sensin. Beşerilik yönüne bak, onu ardından seninle konuştuğu
örtünün aynısı olarak göreceksin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ
bir vahiy veya perde olmaksızın hiçbir insanla konuşmamıştır.,65i Bazen
seninle senden konuşur. Bu durumda sen, kendinden kendinin perdesi ve O’nun
senin üzerindeki örtüsüsün. Beşer olmaktan çıkman, mümkün değildir, çünkü özün
gereği beşersin. Sana gelen bir hal nedeniyle kendinden uzaklaşmış veya fani
olsan bile, beşeriliğin mevcuttur. Öyleyse perde, çekilmiştir ve göz ancak perdeyi
görür. Çünkü göz, bir sureti görebilir. Bunun nedeni, başka birinin kendisini
idrak etmesine karşı, ilahlığın gerektirdiği gayret (kıskançlık) ve rahmettir.
Başka biri O’nu idrak etseydi, ihata edilmiş olurdu, hâlbuki Allah Teâlâ ‘her şeyi
ihata edendir.™5 İhata
edilen, kendisini ihata edeni ihata edemez. Buradaki rahmete gelirsek, Allah
Teâlâ sonradan olanların zâtının tecellileri nedeniyle baki kalmayacaklarını
bilir. Bu tecelliler nedeniyle yanarlar. Allah Teâlâ, varlıklarını korumak
üzere, bu tecellilerden kendilerini perdelemiştir.
Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, bilginler için
amellerinin neticeleri önüne perdeler çekerek (âdeta) şöyle dile getirmiştir:
‘Şunu yapmak sahibine şöyle bir netice verir.’ Bunun üzerine sahibi ameliyle
sınırlı kalır ve seçkinlerden ise ona dair bir arzu duymaz. Seçkinin amelinin
neticesine ilgi göstermesi, onu tashih ve efendisinin kendisini yükümlü
tuttuğu işi neticesiyle görme amacı taşır. Sıradan insanlar ise, amelin
neticesine rağbet eder ve aşkla bağlanır. Allah Teâlâ yapanları için amelin
sağlıklı olup olmadığını gösteren bir takım alameder ortaya koyunca, seçkinler
amelleri görmeyi arzulamıştır. Alametlerin konulma amacı, işlerinde basiredi
olmalarını sağlamaktır, çünkü onların amaç ve himmetleri, Hakkın gösterdiği
yükümlülükleri yerine getirmektir. Bu yükümlülükler, kendilerini sorumlu
tuttuğu amelleridir. Bazen göz değmesi ve isabetinden korkarak perde ve örtü
çekilir. Mümkünlerin varlıklarını yakan zât tecellilerine çekilen perdeler de
bu kapsama girer. Allah Teâlâ’yı bilmede bu meşrebe sahip olmayan bazı
insanlarda ise Allah Teâlâ’nın her nefes bir önceki nefesteki tecellinin
suretinde farklı bir tecellisi olduğunu bilir. Bu idrak kendisinden
kaybolduğunda, genellikle bir tecelli kendisini takip eder ve müşahedesi
sürer. Doğa hakikatiyle insanı zorlar ve bir bıkkınlığa kapılır. Bu makamda
bıkkınlık, ilahi mertebeye hürmetsizlik demektir, çünkü onlar, her nefes
gerçekleşen ‘Yeniden yaratmadan kuşku içindedir.*656 Onlar, işin başkalaşmadığını zannederler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ kendilerini ve Allah Teâlâ’yı bilmekten mahrum
bıraktığı için hürmetsizliğe sevk eden bıkkınlık nedeniyle perde çeker. Onlar
her nefes aynı olduklarını zannederler. Hâlbuki cevherleri yönünden aynı iken
kendisiyle nitelendikleri şeyler yönünden başkadırlar. İşin böyle olmadığını
söyleme! Bu, ilahi sırlardan birisidir. Allah Teâlâ, kendi ehlinden mükaşefe
fetihlerinin sahibi olan pek çok kişiyi bunu anlamaktan perdelemiştir. Onlar
böyle ise, başkalarının bu sır karşısındaki durumu nasıl
olabilir? Öyleyse örtü gereklidir, çünkü sen gereklisin! Anla! ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’657
İKİ YÜZ ELLİ BEŞİNCİ BÖLÜM
Mahk'ın (Silinme) ve Mahku'l-Mahk'm (Silinmenin Silinmesi, İspat) Bilinmesi
Mahk, senin O’nda fani olman demek iken mahku’l-mahk ise senin
O’nda sabit olman demektir.
Oluşun varlıklarda fani olmasına ‘mahk’ denilir Oluşun kendisi
Hakk, sonra halk (yaratılmış)
Delil varlığımı gösterirse şayet Mahk’ın arzuladığının zatıyla var
olur
Ben oluşumun içerdiğiyle birlikteyim Yarılma halinde, isimlerin
hakikatinden
İşte bu mahk denilen şeydir. Mahku’l-mahk ise şu dizelerde anlatılmıştır:
Mahku’l-mahk, izhardır Gerçekte ise inzardır
Onun doğuşunu bir görürsen ‘Gözler kendisini göremez’ içinde
Geldiğinde demirciye dedi ki Önünde perdeler ve örtüler varken
‘Ben kimim?’, yaratıcımız dedi Benim şendeki delilim eserlerdir
r
Bilmelisin ki, mahk, senin halifelik ve
vekillik yoluyla oluşta O’nunla zuhur etmen demektir. Bu durumda âlemde hüküm
sahibisindir. Mahku’l-mahk ise kendisine perde ve örtü olman demektir.
Mahku’l-mahk’te sen Hakkı perdelersin. Böylelikle oluşun müşahedesi senin
üzerinde Hakk olmaksızın halk (yaratılmış) olarak gerçekleşir. Çünkü onlar
Allah Teâlâ’nın önlerine bir örtü çektiğini ve bu nedenle O’nu görmeyeceklerini
bilmezler. Mahku’l-mahk, mahk’te bir abartı ve mübalağa değil, onun
mukabilidir. Başka bir ifadeyle o, yokluğun yokluğu gibidir (varlık). Kul
Hakkın mertebesinden -kendileri fark etmeksizinyaratıkların mertebesine
kendilerinde hüküm sahibi olmak üzere çıkar. Bu türden bazı şahıslar hakkında
ise bunun farkına varırlar. Bunlara örnek olarak, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde
halifeler yaptığı resulleri verebiliriz. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendileri
hakkmdaki hükmünü onlara ulaştırır. Fakat bu durum peygamberlerin varislerinde
gizlenmiştir. Onlar, kendilerinin farkında olunmadan, halife olan kimselerdir.
Farkına varılan bu peygamber veya farkına varılmayan varis halifeliğe ancak
surelerin ilk harflerinin anlamlarını öğrendikten sonra yerleşebilir. Bunlar,
Elif, Lam, Mim gibi Kur’an surelerinin başında yer alan harflerdir. Allah Teâlâ
böyle birine bu harflerin hakikatlerini ve anlamlarını öğretirse, halifelik
onun adına gerçekleşir ve vekillik için ehliyet kazanır. Bu, bu harflerin
zahiri hakkmdaki bilgisiyle gerçekleşen şeydir. Harflerin bâtını anlamları
hakkındaki bilgisine gelirsek, bu konudaki bilgisine göre Hakka döner.
Böylelikle harflerin sırlarının ve anlamlarının bilgisini son haddine varıncaya
kadar el-Bâtın isminden öğrenir. Böylelikle Hakk, gerçekte hizmet yoluyla onun
zuhurunu perdeler ve ilahi yakınlık olmakla birlikte Hakk olmaksızın halkı
görür. Bu durum sıradan insanların birbirlerini görmesine benzer. Böylelikle
âlemde hakikatinin gerektirdiği şekilde hüküm verir. Bu ise, kendisi ile âlem
arasındaki münasebet için kevnî bir suret olmasından kaynaklanır. Bu nedenle
âlemi bilemez. İlahi yakınlık budur. Ve bu, Allah Teâlâ adamlarının kendisine
ulaştığı mahku’lmahk’tir. Bu makama ulaşan kişi, Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile
görürken oluşu Allah Teâlâ ile değil kendisiyle görür. Bu makamda ise
surelerin ilk harflerini hakkıyla öğrenir. Bunlar, diğer harfleri bilse bile,
özellikle Elif ve Ra’dır. Şu var ki ondaki hüküm, her nerede bulunurlarsa, bu
makamda Elif ve Ra’ya aittir.
Bu makamda âlemdeki hükmü ise Lam, Mim, Sad,
Kef, He, Ya, Ayn, Tı, Sin, Ha, Kaf ve Nun olmak üzere diğer harflere aittir. Bu
makamdaki insan, mahku’l-mahk makamında bu harflerle zuhur eder. Elif ve Ra
ile de mahk makamında gözükür. Bunlar, haklarında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ hatırlanır’ dedikleridir. Çünkü bu
iki harfle görünür surette kendilerine dönük tecellisi, Hakkın tecellisinin
aynıdır. Dolayısıyla onları gören Hakkı görür. Onlar, niteliğiyle özdeşleştikleri
için (tahakkuk), görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir.
Onlar, Hakk suretinde tecelli ettiğinde Hakla müşahede ederler. Ben de O’nu bu
tecellide görmüştüm. Allah Teâlâ adamlarından pek çok kişinin onu
bilmediklerini veya inkâr ettiklerini görmüştüm. Buna şaşırdım ve onların
-emirlerini yerine getirmeleri nedeniyleAllah Teâlâ ehli olduklarını anladım,
yoksa, Allah Teâlâ’yı bildikleri için Allah Teâlâ ehli değillerdi. Bu yönüyle
onlar, iman ehlidir. Bu harfler arasından Elif ile Ra arasmda üç mertebe
olduğu için, Ra Elif kadar güçlü olmamıştır. Çünkü Elif hareke taşımadığı gibi
onu kabul etmez. Ra ise böyle değildir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehline göre
mahku’l-mahk dünya hayatında daha tam iken mahk, ahirette üstündür.
Mahku’l-mahk halini ise Allah Teâlâ ehlinin en seçkinleri elde edebilir. O,
bedenleri nurlanmış akıllara aittir. Mahk’a ise seçkinler ulaşabilir ve
nurlanmış nefislere aittir. Allah Teâlâ bizi ‘mahk’ halini sildiği
(mahku’l-mahk) ve hakkını kendisine tahsis ettiği kimselerden etsin! İşte bu
‘Hakk ile yalnızlık’ diye isimlendirilen haldir. Çünkü bu makamdaki insan, ne
görünür ne müşahede edilir. Bazı insanlar kendisini bilse, ona görünmezler. Bu
hakikatten Allah Teâlâ ehli halveti düstur edinmiştir. Bunun nedeni, Hakkın
kuluyla yalnız kalmayı tercih ettiğini görmeleridir. Böyle biri, yaşadığı
zamanda bir kişi olabilir ve Gavs ve Kutub diye isimlendirilir. O, Hakkın
kendisiyle yalnız ve -diğer yaratıklar olmaksızınbaş başa kaldığı kimsedir. O,
nurlanmış bedeninden ayrıldığında ise, yerini bir başkası alır. Bir zamanda
iki şahıs (Hakk ile) baş başa kalmaz. Bu ilahi yalnızlık, yayılmayan ve
açıklanmayan sırlar âlemindendir. Bizim onu zikretmemiz ve adını vermemizin
yegane nedeni, kendisinden habersiz olanları, hatta onu hiç tanımayanların
kalplerini uyandırmak arzusudur. Çünkü ben benden önce kimsenin onu
zikrettiğini görmediğim gibi böyle bir haber de bana ulaşmış değildir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ ehlinin seçkinlerinin onu bildiklerini bilmekteyim.
Kıyamet gününde bu makama dikkat çeken bir rivayet vardır. Orası büyük
toplanma yeridir ve bu yerde kul Rabbiyle yalnız kalabilecektir. Allah Teâlâ
örtüsünü onun üzerine çeker ve kendisinden meydana gelen şeyi onaylar. Ona
şöyle der: ‘Ben dünyada senin o günahını örtmüştüm. Burada da onu senin adına
gizleyeceğim.’ Sonra onun cennete götürülmesini emreder. Hadis, Allah Teâlâ ile
yalnız kalmaya dikkat çeker. Biz de senin dikkatini Hakkın kuluyla yalnız
kalmasına çektik. Bu kul, bütün zamanlarda Allah Teâlâ’nın aynıdır. Hakk kendi
zamanında ancak ona bakar. Bu, en büyük perde, en parlak örtü ve en parlak
kıvamdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar