YİRMİ ÜÇÜNCÜ SİFİR 1. Bölüm
Rahman ve Rahîm Allah Teâlâ’nın Adıyla
ÜÇ YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM
Vahiy Mertebelerinden Birinin Birleştirdiği
Üç Sırdan Ayrı İki Sırrın Musevî Mertebeden Bilinmesi
Üç sır, sonra iki sır daha el-Mürid, el-Allam, kudret ve
el-Kadir
iki sır bir söz, onun hayattaki şartı Bir
şeye ‘ol’ der, yaratıcı hikmetle
Tenzih ederim mahiyeti idrak edilemeyeni O
Ahir de denilen Evvel ’i (ilk)
Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur (ke-mislihî).’1 Önce olumsuzlamış, ardından ‘Duyan
ve görendir’2 diyerek olumlamıştır. Ayet, -kef harfi niteleme
sayılırsaolumsuzlamada olumlamanın (ispat) genelleştirilmesini gerektirir. Bu
değerlendirmeyi bir rivayet de destekler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ derken söz konusu
nitelikle nitelenme halinde benzeşmeyi olumsuzlamıştır. Şeriat iki halifeye
biat edildiğinde -ki halifelik genel olabileceği gibi belli bir grupta sınırlı
olabilir‘ötekinin’ öldürülmesini emretti. (Halifelik bir gruba mahsus ise) söz
konusu grupta veya genel nezdinde -vaktin hükmüne görebenzeşme (mümaselet)
olmaz. Varlık ve takdir bakımından iradenin hükmü olmasaydı, biat edilen
ötekinin öldürülmesini emretmezdi. Öldürmek, bir hükmün ortadan kaldırılmasıdır.
Sen de ortadan kalk ki, O kalsın! Çünkü sen (halifelik hadisinde zikredilen)
‘öteki’sin!
Bir arif şöyle demiş: ‘Burada birinci
halife değildir.’ Şöyle deriz: Ö ilahi bir emirle gerçek halifedir. Senin-Allah
Teâlâ’yı halife edinmenle ilgili emrettiği hususta ortaklığı yasaklayarak şöyle
buyurur: ‘O doğunun ve
batının
Rabbidir. O’ndan başka Rab yok! Vekil edin O’nu.'’3 Vekil hiç kuşkuşuz vekâlet konusunda
kendisini vekil atayanın halifesidir. Allah Teâlâ ‘Benden
başka vekil mi edinirsiniz’4 buyurur. Allah Teâlâ O’ndari
başka., vekil edinmemizi yasaklamıştır. O’nun ilah olması, vekil olmasıdır. Biz
vekâlet ve vekil hakkmda konuşmaktayız; vekâlet halifelik, vekil halifedir. Allah
Teâlâ’nın bize söylediği şu söze başka bir bakış açısıyla bakabiliriz: ‘Sizi
halife yaptığı şeylerden infak ediniz.’5 Halife olarak ‘infak etmek’, bizim
işimizdir. İnfak bizim adımıza bir mülkiyettir ve tasarruftur. Bunun yanı sıra
biz, bize böyle emrettiği için, Allah Teâlâ’yı infak etmede vekilimiz, yani
halife yaparız, çünkü biliriz ki Allah Teâlâ, bizim bilmediğimiz harcama
yerlerini bilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ sahiptir ve halifedir.'Mertebeleri
ayrıştırıp bize açıklaması, isimleriyle mertebelerde zuhuru ve isimlerde bize
tecellisi, her mertebeye tenezzül etmesinden kaynaklanır. Bu nedenle her
mertebede O’nü görür, hakkında verdiği hükme göre Ö’nun hakkında hüküm veririz.
Bu, kendi teorik bilgimize göre veya değerlendirmemize göre olan bir bilgi
değil, Allah Teâlâ’yı bilebileceğimiz en yetkin bilme tarzıdır. Allah Teâlâ,
kendi verdiği hüküm ortaya çıkmadan, yaratıklarının onun hakkında hiiküm
veremeyeceği kadar münezzeh varlıktır. Böylece hakkmda hüküm veren biz değil, Allah
Teâlâ’nın kendisi olur! Bu durumu alimler ‘Hakk ya kitabında veya mütercim
peygamberlerinin diliyle kendisine verdiği adlarla isimlenir’ diye ifâde
etmiştir. ! 1 ;
Allah Teâlâ bir insanı aradaki
vasıtaları kaldırarak veya nurani ruhların vasıtasıyla ‘O’ndan aktarma
makamı’na yerleştirip o kişi Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bir ismi
getirirse, getirdiği isimle Allah Teâlâ’yı isimlendirebiliriz. Söz konusu
mütercimin şeriat getiren bir peygamber olması veya olmaması birdir ve Allah
Teâlâ’dan o'bilgiyi aktarması yeterlidir. Bu sayede biz Allah Teâlâ hakkında
sadece kendisinin verdiği bilgiye göre hüküm veririz. Çiinlcü Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan çekinirseniz, size furkan verir.’6 Furkan sayesinde Allah Teâlâ’ya
yaraşan şeylerle size yaraşanları temyiz eder, her Hakk sahibine hakkını teslim
edersiniz. Binaenaleyh kilitler O’nun elinde olduğu gibi kiliderle veya
onlarsız açmak da Allah Teâlâ’nın elindedir. Biz ise onları kullanarak
açabiliriz, fakat onlar bize ait değiller, Allah Teâlâ’nın dindedirler.
Allâh’ın elinde olan, oradan çıkmaz. Çünkü çıkabileceği bir yer yoktur. Öyleyse
veren de O, alan da O! Nitekim ‘sadaka Rahmaıı’ın eİine düşer.’
Bilmelisin ki, ilahi vahiy, en
yüce/korunmuş izzet makamından iner ve bu nedenle vahiy iktisap ve kazanıma
bağlı değildir. Çünkü bu makama çalışarak ulaşılamaz. Çalışmayla ulaşılsaydı,
vahiy makamı ‘izzet5 özelliğine sahip olmaz, varlık hikmetinin
gerektirdiği şekilde işleri düzenlemek üzere inerdi: Allah Teâlâ’dan başkasının
katından gelseydi, onda -varlık hikmetinin tertibiyle çelişentutarsızlık bulurlardı.
Hâlbuki vahiy Allah Teâlâ’dan gelmiştir ve bu nedenle son derece düzenli ve
bir başkasının olamayacağı şekilde sağlamdır. Bu âlemden daha mükemmel bir
âlem olması mümkün değildir. Çünkü ona yaratılışını Allah Teâlâ vermiş, Hakk
ettiği mertebesine yerleştirmiştir. Allah Teâlâ’nın vahyi indirdiği kimseye
ihsan ettiği ilahi güce bakınız! Öyle bir vahiydir ki o, ‘dağa
indirilseydi, korkudan parçalandığını görürdün:7 Peygamberler kendilerine vahiy indirenin
kadrini bilir ve Allah Teâlâ onları o celali taşımalarına imkân verecek bir
kuvvetle rızıklandırır. Onlar, Allah Teâlâ hakkında kendilerine dönük
tecellisine aykırı bir söz duyabilirler. Bu söz nedeniyle ‘Neredeyse
gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir! Rahmân’a çocuk
isnadında bulunmaları yüzünden:8 Allah Teâlâ ehli ve peygamberleri,
böyle sözleri duydukları halde kendilerine verilen bilgi gücü nedeniyle
dağların başına gelen hadise onlarda görünmemiştir. Çünkü bilgiden daha güçlü
bir şey yoktur. Allah Teâlâ onlara ‘Allah
Teâlâ çocuk edinmek isteseydi'9,ayetiyle ‘Bir
oyun edinmek isteseydik, katımızdan edinirdik’10
ayetinde tecelli etmiştir. Allah Teâlâ ehli olan peygamber, nebi ve veliler,
göklerin, yerin ve dağların Allah Teâlâ’dan öğrenemediklerini öğrenmiş, O’nun
hakkmdaki bilgi nefislerinde bir güç meydana getirmiş, bu güç sayesinde ‘Mesih Allah
Teâlâ’nın oğludur’11 veya ‘Üzeyr Allah
Teâlâ’nın oğludur’12 diyenlerin
sözlerini duyduklarında, tahammül gösterebilmiş ve sarsılmamışlardır. Vahiy bu
güçten yoksun birine inmiş olsaydı, kendisine inen vahyin gücüyle o kişi
erirdi. Allah Teâlâ5ın bir çocuğu olduğuna inanan bir insanm ne
kadar kalın perdelere sahip olduğuna bakınız! Bu kişi hakikatlere karşı ne
kadar da kördür! İlahi tecellide beni hayrete düşürüp gücümü azaltan en önemli
ifade meleklerin şu sözleriyle (daha sonra zikredilen Hz. Nuh5un
ifadesidir) : ‘Rabbimiz! her şeyi rahmetin ve
bilginle kuşattın. Tövbe edenleri ve yoluna uyanları bağışla, onları cehennemin
ad'azabından koru ’13 Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik
yapanlar aleyhine yol (sorumluluk) yoktur.’14 Tövbe edip O’nun yoluna uyana nasip
olan ihsandan daha büyük ihsan olabilir mi? Buna karşılık Nuh peygamber -ki Allah
Teâlâ ehlinin kamillerindendirşöyle der: ‘Benim
evime mümin olarak giren kimse için!’ıs Sanki Nuh
geride bir şey bırakmış gibidir: Çünkü sadece mümin için mağfiret dilemiş, Allah
Teâlâ’nın yoluna uymayı zikretmemiştir. Mümin bazen Allah Teâlâ’nın emrine ve
yasaklarına aykırı gelebilir. Allah Teâlâ kendilerine haksızlık yapanlara ‘Allah
Teâlâ bütün günahları bağışlar’16 demiştir. Meleklerin bu grubu ilahi
edep makamındaydı ve ilahi mertebeyi yaratıklarına tercih etmişler, bu söz
onlarm üzerinde hüküm'sahibi olmuştu. Bu nedenle takdim ve tehir yapmışlardır.
Allah Teâlâ bu duadan önce onlarm şöyle dediklerini bildirmiştir: ‘Her
şeyi rahmetin ve bilginle kuşattın’17 Bu ifadede günahkârlara mağfiret
talebinin kokuları bulunur. Onlar aynı zamanda ‘Onları
günahlardan koru’18 duasını
ise geride bırakmışlardır. Bu duanın anlamı, günahların onlarda bulunmasını
engelle demektir ki, böyle olması, inayetin en yetkin halidir. ‘O gün
günahlardan korunan kimse’19, yani takva
günü ‘Ona merhamet etmişsindir.’20 Ayette meleklerin ‘her şeyi
rahmetinle kuşattın’ ifadeleri zikredilmiş, onların sözleri bu ikisinin
arasında zikredilmiştir. Bu durum onların ilahi mertebeyi tercih ettiklerini
gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de kıyamet günü ‘yazık yazık’
der. Allah Teâlâ mağfireti her zaman günaha bağlamış ve meleklerin başka bir
grubu hakkmda da ‘Yeryüzünde bulunanlar için mağfiret
dilerler’21, buyurmuştur. Söz konusu melekler,
mağfireti yerli yerine yerleştirirken Allah Teâlâ’nın kendilerinden ‘İman
edenler için bağışlanma dilerler’22 şeklinde aktardığı diğer grubun
söylediklerini söylemezler. Böylelikle meleklerin meşrepleri ‘Her
birimizin belli bir makamı vardır’23 dedikleri üzere, farklılaşmıştır.
Kâmil veli, her makam ve dille Allah Teâlâ’ya dua ederken peygamberler
kendilerine gelen vahyin sınırında dururlar. Onların sayısı pek çoktur ve bir
kısmına, ötekilerine vahyedilmeyen şeyler vahyedilir. Muhammedi peygamber ise,
farklılaşan Allah Teâlâ’ya dua tarzlarının hepsini mertebesiyle kendinde
toplar. Öyleyse onun duası, bütün dillerde yapılan ‘kayıtsız ve mutlak dua’
demektir. Çünkü ona bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere iman etmek
emredilmiştir. Muhammedi veli belli bir vahiy karşısında ancak helal ve haram
hükmü söz konusu olduğunda çekimser kalabilir. Muhammedi şeriatta hakkında
susulup hüküm verilmeyen veya terk edilmesi söylenmeyen bir mesele veya dua söz
konusu olunca, böyle bir hüküm önceki vahiylerde zikredilmişse, Muhammedi veli
onu yerine getirir; söz konusu vahyi getiren kimsenin resul olması veya nebi
olması durumu değiştirmez.
Sonra bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın
kullarına rahmetinin bir yönü, görüş ayrılığına düştükleri meselenin hükmünü Allah
Teâlâ’ya bırakmalarında tezahür eder. Zahiri bilgide görüş ayrılığına düşülen
ve alimlerin tartıştıkları hususu inceleriz: Allah Teâlâ’nın veya
peygamberinin görüş ayrılığına düşenlerden birinin düşüncesini temellendiren
bir ifadesi varsa, hakikatin onun görüşünde bulunduğunu kabul ederiz. Çünkü
herhangi bir konuda tartışmaya düştüğümüzde -mümin isekkonuyu Allah Teâlâ’ya
ve peygamberine havale etmemiz emredilmiştir. Rabbimizden gelen delile göre ve
basirede Allah Teâlâ’ya çağıranlardan isek, o bilgiye göre hüküm veririz. Bu
bilgi, iman yolunun dışında söz konusu meseleyi Allah Teâlâ’ya havale etmek
demektir. Allah Teâlâ’nın verdiği hükümden yüz çevirmemiz mümkün değildir. İşte
şekil bilgisinin ve zahiri bilginin tanımı budur. Hakikat ilmine gelirsek,
burada görüş ayrılığına düşen iki kişinin hükmü, Allah Teâlâ’ya kalmıştır.
Başka bir ifadeyle onların arasında görüş ayrılığının ortaya çıkması, Allah
Teâlâ’ya aittir. Çünkü ilahi isimler, özellikle de zıt anlamlı isimler görüş
ayrılığının nedenidir. Bu durumu ‘İşte O Allah Teâlâ’dır, benim rabbim’24 gibi ayetler destekler. Çünkü bu
isim O’nun isimlerinden başkası değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İster Allah
Teâlâ ister Rahman’a dua edin...’25 Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ ile’ veya
‘Rahman ile’ dememiş, ismi isimlendirilenin aynı yapmıştır. Başka bir yerdeyse
isimlendirilenden başka yapmıştır. ‘İşte
bu benim rabbim’26 dediğinde,
bu ifadeyle ‘O’nun hükmü Allah Teâlâ’ya kalmıştır’2' ayetindeki
Allah Teâlâ’ya işaret etmiştir. Burada isim ‘Allah Teâlâ’ sözündeki
isimlendirilenin aynı olmasaydı ‘Rabbim’ demek doğru olmazdı. Öyleyse (hakikat
ilimleri söz konusu olunca) farklılık, ilahi isimlerde ortaya çıktığı gibi Allah
Teâlâ’nın âlemdeki hükmü de bu farklılıkla ortaya çıkar.
O hâlde âlemde ortaya çıkan görüş
ayrılıkları hakkında verilecek hüküm, onların görüş ayrılığına düşenlerin
süretinde kendini gösteren Allah Teâlâ’nın hükmü olduğudur.
' -" vasil . •
/ *
Amellerin Hakk Ettiği Ücretler
Ücretler, amellerin
özel olarak Hakk ettiği sevap ve karşılıklardır ve amele bir ücret
belirlemek, kadime ve hâdise (sonradan var olan) yayılan bir hükümdür. Başkası
adına çalışan herkes, ondan bir karşılık almayı Hakk eder. Ücretler iki kısma
ayrılır: Bir kısmı manevi bir kısmı maddi-duyusal ücretlerdir. Bir insan
birisini belli bir iş karşılığında çalıştırıp o kişi işini yaptığında, çalışan
yaptığı işle çalıştırandan Hakk elde eder. İşte ücret budur ve iş sahibinin tyı
ücreti çalıştırdığı kimseye ödemesi ve ulaştırması zorunludur. Ücret ödeyecek
kimse, görünüşte birisini çalıştırmada serbestken, işin özünde ve bâtınında
zorunludur. Ücrede çalıştırılacak kimse de bazı işlerde çalışmayı kabul etmekte
serbestken bir kısmında mecburdur. Ancak yine de seçim hakki kendisinden
kalkmaz. Çünkü (çalışmayı) dilerse kabul edebilir, dilerse etmez. Öyleyse
çalıştırılan kişi tıpkı onu çalıştıran gibi görünürde serbest, işin özünde
mecburdur.
Varlıktaki ilk ücretli, mümkünün
varlığa ihtiyacından ortaya çıkan -ki bu varlığın mümkündeki amelidir ve
mümkünü varlığı zorunlu olandan dışta izhar etmiştirVacibu’l-vücûd’dur (varlığı
zorunlu). Yokluk halindeyken mümkün, varlığı zorunlu olana ‘dışta var olmam
için seni çalıştırmak istiyorum’ demiştir. Öyleyse var etme bir iş, varlık iş
konusu, mevcut işin suretinin ve formunun gözüktüğü yerdir. İş konusu iş
yapılmazdan önce yoktur. Bu talebe karşılık Hakk mümküne şöyle demiştir: ‘Bu
isteğini yaparsam ve seni dışta izhar edersem, senin üzerinde bir hakkım
olacak.’ Bu Hakk, ücrettir. Ücret verecek olan kimsenin çalıştıracağı kişiden
talebi ise kiralama ve ücretli çalıştırmaktır. İş sahibi ücreti belirlemede
serbesttir. Dilerse yapacağı işe vereceği ücreti belirler, dilerse belirlemeyi
çalışana bırakır. Çalıştırılan kimse de belirlenen ücreti kabul edip etmemede
serbesttir; dilerse yaptığı işe bir ücret belirler dilerse iş sahibinin
vereceği ücreti reddeder. Çalıştırılan kimse işi gönüllü yapar ve ‘bu
işe.karşılık ücret talep etmiyorum’ diyebilir ve bu onun hakkıdır. Fakat yapılan
işin bir değerinin olması ortadan kalkmaz. Çünkü amelin kendisi kendi değerini
belirler. Çalışan kişi dilerse değeri alır, dilerse almaz, fakat amelin bir
ücretinin olması sabittir.
Bu, çalıştıran ve çalışanın gönüllü
veya zorunlu olması hususunda gidip gelen garip bir meseledir. Her birisi
özgürken mecburdur. Şu var ki Hakk zorunlulukla nitelenmezken mümkün zorunlu
olmakla (özgür olmamak) nitelenir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın katında
hükmün değişmeyeceğini ve bilgisinde yapılacak diye takdir edilen bir işin
yapılmamasının veya terk edilmesi takdir edilen bir işin yapılmasının söz
konusu olmayacağını biliriz. Zorlama ve cebr bundan başka bir şey değildir.
Ancak burada zorlayan (Hakk) zorlananın kendisidir (Hakk). Çünkü Hakkı kendi
bilgisinden başka bir şey zorlamış değildir. O’nun bilgisi niteliği, niteliği
zâtıdır. Mümkündeki zorlama ve cebr ise kendisi değil başkasından kaynaklanır.
Mecbur olduğundan başka bir şeyi yapmak istese bile mümkün onu yapamaz. Öyleyse
mümkünün kendisine göre muhayyer olan onun zorlanmasıdır. Birincideki durum
ise zatına göre mecburiyet, amelin kendisi adına yapıldığı kimse yönünden
amele göreyse muhayyerliktir.
Mümkün, varlığı zorunlu olanla şu
konuda anlaşmıştır: Varlığı zorunlu, mümkünü var etmek üzere çakşır ve onu var
ederse, mümkünden bir alacağı olacaktır. Bu Hakk, mümkünün O’na ibadet etmesi,
herhangi bir şeyi ortak koşmaması, varlık ihsan etmesine karşılık hamd ü
senalarla O’na şükretmesidir. Mümkün bu ücreti kabul etmiş, Allah Teâlâ da
kendisini var etmiştir. Onu var ettiğinde ise bu işe karşılık Hakk ettiği
ücreti mümkünden talep etmiş, onu gönüllü ve ücretsiz var etmemiş ve mümküne
şöyle demiştir: ‘Bana ibadet et ve bana hamd et.’ Mümkün de (kendisini var
etmesine karşılık bir ücret ödemek üzere) O’nu tenzih etmiş, bütün yaratıkları
kendisine ibadet etmiş ve ücretini ödemiştir. Bunun tek istisnası, insanların
bir kısmıdır. Bunlar, kendilerini var etme ücretini Hakka ödememiş, buna
karşılık (onları var eden) ‘İşçi’ de hakkını talep etmiştir. El-Hakem ve el-Adl
olan Hakk, kendisi adına işin yapıldığı kimseye daha önceden anlaşılmış olan
borcu ödemesini emreder. Kiralamanın hükmü ise bütün mümkünlere yayılır. Çünkü
ameller ve işler, zatı gereği, ücreti talep eder. Bu nedenle işçinin gönüllü
çalışıp ücreti almaması, işin değerini ortadan kaldırmaz. Söz gelişi şöyle
denilir: ‘Bu işin değeri şu kadardır.’ İşçinin ücretini alıp almaması durumu
değiştirmeyeceği gibi işin başında ücretini belirleyip belirlememesi de durumu
değiştirmez. Çünkü işin formu, ücretin değerini saklar. Allah Teâlâ kendisinin
de bu hakların altına girdiğini bildirmiştir. Nasıl böyle olmasın ki? Allah
Teâlâ, eşyayı mertebelerinde düzenleyen el-Hakim’dir. Bu hakların bir kısmını
bize bildirinceye kadar bilemeyiz. Misal olarak ‘Müminlere
yardım etmek bizim borcumuzdur,2& ayetinde
belirtilen ‘müminlere yardım etme’ (yükümlülüğünü) verebiliriz. Yardım, özü
gereği imanın ücretidir, fakat onu müminin varlığı gerektirir. Mümin, imanın
sıfatı olduğu kimsedir. Allah Teâlâ ise vefalıdır. Bunu bilmelisin! Öyleyse
iman nedeniyle yardım olmalıdır ve yardım müminde ortaya çıkabilir. Müminde
iman parçalanmaz. Bunu bilmelisin. iman edilen işlerin çoğalması nedeniyle
imanın kendisinde kısımlara ayrılıp inanılacak şeylerin bir kısmına inanıp bir
kısmını inkâr eden kimse, mümin değildir. Öyleyse başarısızlığa uğrayacak kimse
mümin olmayandır. Çünkü imanın hükmü geneldir, özelleşmez! İman bir şahısta
var olmayınca, Allah Teâlâ?ın yardım etmesini bir yükümlülük olarak
ortaya çıkartmaz. Binaenaleyh kâfirin görünüşte mümine galip gelmesi, mümine
karşı kâfire yardım edilmesi demek değildir. Onun karşısında olan kimse yüz
çevirip yerini terk ettiğinde, kâfir onun yerini almıştır. Böyle bir şey hasım
olduğunda yardım olabilir ve hüccet nedeniyle otelcine galip gelir.
Allah
Teâlâ’nın kendi üzerine bir Hakk ve yükümlülük olarak belirlediği ücrederden
birisi, rahmettir; Allah Teâlâ rahmeti kötülük yapıp tövbe eden ve durumunu
düzeltenler adına üzerine zorunlu bir ücret yapmıştır. Bazen gönüllü, kendisi
adına değil, başkası adına yapılan bir işin karşılığını gönüllü olarak
ödeyebilir. Misal olarak zulme uğramış birinin zalimi affederek hakkını ondan
istememesini ve barışmasını verebiliriz. ‘Böyle birinin ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır.''29 Onun ücreti, zulmü nedeniyle ondan hakkını almayana
kalması gerekir. Allah Teâlâ o ücreti üstlenerek, o günahkâra merhamet eder ve
onu bağışlar. Artık mazlumun talep edeceği bir hakkı kalmaz. Amel özü gereği
bir ücreti gerektirir ve bu ücret çalışana döner. Peygamberlik görevlerinin
yerine getirilmesi onu yapanın bir işidir, çünkü gönderen, peygamberi tebliğini
ulaştırmak üzere çalıştırmıştır. Öyleyse peygamberin (elçi) ücretini onu gönderen
Ödemelidir. Gönderildiği kimseler onu görevlendirmenıiştir ki, ücreti onlar
ödesin! Bu nedenle peygamberler, Allah Teâlâ’nın emriyle, insanlara gerçeği
şöyle bildirmişlerdir: ‘De ki, sizden ücret istemiyorum, ücretimi Allah Teâlâ
ödeyecektir.’ Onlar, peygamberlik ücretinin kendilerini gönderen Hakka
kaldığını söylemiş, bunu ise Allah Teâlâ’nm emriyle bildirmişlerdir. Çünkü Allah
Teâlâ her peygambere şöyle demiştir: ‘De ki,
ben buna karşı sizden ücret istemiyorum:30
Allah
Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e başka bir peygambere tahsis
edilmeyen bir üstünlük vermiş, onun bu üstünlüğü ümmetine dönmüş, hükmü ise
ücretinin Allah Teâlâ’ya kalması hususunda önceki peygamberlerin hükmüne
dönmüştür. Allah Teâlâ ona peygamberliğine karşılık olan ücretinin (bir
kısmını) ümmetinden almasını emretmiştir. Bu ücret, yakınlığın gereğini yerine
getirmektir. Allah Teâlâ ona ümmetine şöyle demesini emreder: ‘Sizden bir ücret istemiyorum’31 Yani size getirdiğim şeyi tebliğ ederken ücret
istemiyorum. ‘Sadece
yakınlar hakkında sevgi istiyorum.’32 Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
ümmetine vacip kıldığı tebliğ ücretini ödemek bir borç olmuş, bu borca karşılık
Peygamberin akrabasını ve Ehl-i beyt’i sevmeleri vacip olmuştur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bunu ‘meveddet5 kelimesiyle zikretti.
Meveddet sevgide sebat demektir. Allah Teâlâ bu ayrıcalığı ona tahsis etmiş
fakat Allah Teâlâ üzerinde bir ücretinin kaldığını veya kalmadığını
söylememiş, onu mutlu edecek şeyleri bildirmekle sürekli yeni nimeder
vermiştir. Ardından ümmetine, ümmetine söylemiş olduğu hususu söylemesini
emretmiştir: ‘De ki,
sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir’33 demiştir.
Burada
Allah Teâlâ, yakınlarına sevgi göstermekle ilgili ücreti ümmetinden düşürmemiş,
sadece belirlendikten sonra bu ücreti onlara döndürmüştür. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk ettiği bu ücret, onlara dönerken sevginin
fazileti de sevenlere döner. Hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberinin
akrabalarını sevenlere verilecek ücreti bilemez, onu sadece Allah Teâlâ bilebilir.
Fakat ‘ehl-i kurba’ onlardandır. Bu nedenle (manevi yakınlık anlamındaki)
‘kurba’ kelimesi getirilmiş, (kan bağı anlamındaki) ‘karabe’ kelimesi
zikredilmemiştir. Çünkü nesep yakınlığında Akıl ile Hz. Ali arasmda fark
yoktur: Her İlcisi de nesep bakımından peygamberin amcaoğludur. Hz. Ali hem
nesep bağını hem manevi yakınlığı kendinde birleştirdi. Biz de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in akrabası içinden manevi akrabalarını, yani
kendisine iman edenleri sevdik. Bu nedenle Kuran’ın diliyle indiği bir Arap
olan Hz. Ömer, nesep akrabalığıyla manevi akrabalığı ayırt etmiştir. Arapçada
nesep bağı ile manevi bağ arasında ayrım bulunmasaydı, bu iki yakınlığı ayırt
etmezdi. Bu ayrıma Kuran’da ganimeder hakkındaki şu ifadede rasdanabilir. ‘Onun beşte biri Allah Teâlâ’nın, peygamberin
ve yakınlarınındır (zi’l-kurba).’34 Kastedilenler mümin yakınlardır ve bu nedenle ayette
‘karabe’ kelimesi değil, ‘kurba’ kelimesi kullanılmıştır. Nesep bağıyla akraba
olanlar iman yakınlığına sahip değillerse, onların ganimette hakları olmadığı
gibi mirasta da paylan yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Mekke’ye girerken söylediği ‘Akîl bize ev bırakmamıştır’ sözünde bu husus
belirtilir. Çünkü Akîl, Hz. Ali’den farklı olarak, babasına varis olmuştu.
Bunun nedeni Ali’nin mümin, Akîl’in kâfir olmasıydı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden
bir toplumun Allah Teâlâ’nın ve peygamberin sınırlarını aşanlara sevgi
duyduğunu görmezsin. Onlar babaları veya kardeşleri çocukları veya akrabaları
bile oha böyledir.’35 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bizden
istediği ‘akrabalık sevgisi’ ile nesep bağı kastedilmiş olsaydı, Allah Teâlâ şu
ayette bunu olumsuzlamazdı: :Onlar Allah Teâlâ’ya ve peygamberine
taşkınlık yapanlara sevgi duyarlar.’36 Onlar akrabaları bile olsa onları sevmezler. Buradan
akrabalık sevgisinin iman eden akrabalarla ilgili olduğunu anladık ve onlar Allah
Teâlâ’ya yakın kimselerdir.
Böylelikle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın ümmetine yüklediği
akrabaları sevmek göreviyle diğer peygamberlerden ayrılırken ümmeti de bu konudaki
üstünlükleriyle diğer ümmederden ayrılır. Çünkü üstünlük fazlalık demektir ve
bu fazlalık sayesinde onlar, ‘insanlar
için çıkartılan en hayırlı ümmet’37 olmuştur. Kastedilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ümmetidir. Bununla birlikte bütün ümmeder iyiliği emreder ve
kötülükten alı koyar, Allah Teâlâ’ya iman ederler. Hâlbuki Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine başka ümmedere tahsis edilmemiş
özellikler verilmiştir. Onlar, kendilerine tahsis edilen ve diğer ümmetierin
yerme getirmediği amellere karşılık verilen ücrederi alarak, kıyamet günü diğer
ümmederden ayrılır, üstünlükleri ortaya çıkar. O halde ücretler, Hakk ile
yaratıklar arasında gider gelir: Yaratıklar kendileri adina yaptığı işlere
karşılık Hakka borçlanırken yaratıklar hem kendisi hem de Hakkın (rızasını
gözeterek) birbirleri için yaptıkları işler nedeniyle Allah Teâlâ’dan ücret
alır. Bu-kısma misal olarak, insanları bağışlamayıverebiliriz. Bunun yanı şıra yaratıklar,
Hakkın belirlemesi ve bu konudaki hükmüne göre, birbirlerinden ücret alırlar.
İşin
esası şudur: Ücreder Hakk ile Hakk arasında gider gelir, yaratıkların bu işte
bir payı yoktur. Fakat ücrederin ortaya çıkmasının vesilesi onlardır. Onlar
var olmasaydı, ücrede çalıştırmanın veya ücretin varlığı olmazdı ve işte bu
nedenle ücret, uygun bir karşılıktır. Çünkü ücretli çalıştıran Hakk olduğu gibi
çalıştırılan da Haktır. Ameli yaratandan başka amel yapan yoktur, o da Haktır.
Yaratılmış olan bir iş ve amel olduğu gibi amel de onda ortaya çıkar. Bunun
için mücadele etmiş, kendisini bu işe dahil etmiştir . Hakk ise, bu mücadelede
onu onaylamış ve kabul etmiştir. Yaratıkların bir kısmı bunu bilirken, bir
kısmı bunu bilmez.
Bu
menzil hakkında konuşursak, özelikle de ücrederi ve sahiplerinin
belirlenmesinden söz edersek söz uzar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri
zikredelim. Bunlardan birisi, Hakk olmaksızın, yaratıkların ücrederinin
bilgisidir. Kavuşmanın kime olacağı, ayrılmanın kimden olacağı, kavuşma ve
ayrılmanın kimde gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Bu, bütün var olanları
ve var olmayanları içeren bir bilgidir. Çünkü sınırlı varlık, yokluk halinden
ayrılıp varlık haline bitişir; söz konusu ayrılma ve bitişme, tercihle
gerçekleşir. Mutlak varlık ise bir tercih olmaksızın zatıyla ayrışır. Bunu
bilen, nerede olduğunu, kimden ayrıldığını ve kime bitiştiğini bilir.
Anlamlarda münasebedere bağlı teşbih, bu menzilden öğrenilir. Vaktin
belirlenmesindeki tertip bu menzilden öğrenilir ki, kaza ve kader bilgisi,
bununla ilgilidir. Sahip olmak ve sahip yapılmak, bu menzilden öğreniür. Asıl
sahibin hükmüyle gerçekleştiğinde, sahip yapmanın hükmüyle onun hükmü bir
midir, farklı mıdır?
Rükünler âleminin diğer felekler
âleminden ayrışmasını sağlayan özellik bu menzilden öğrenilir. Rükünler âlemi
başkalaşmayı niçin kabul eder? Rükünlerin suretleri, ısınma ve yoğunlaşmayla
birbirlerine dönüşerek ortadan kalktıkları gibi kendi suretlerinin de
varlıkları niçin ortadan kalkar? Felekler âlemi ise böyle değildir. Onların
başkalaşması rükünler âlemi için kendilerinde zuhur ettikleri suretlerde ortaya
çıkmalarından ibarettir. Bu başkalaşma, doğanın aşağısında ortaya çıkan suretlerde
gerçekleşir? doğanın üzerindeki âlemde meydana gelmez ve ilahi
tecellide ortaya çıkar. Hükmü ise, unsuri başkalaşmayla, suretlerinin
varlıklarında ve suretlerinde ortaya çıkar, hatta suretleriııde değil
(varlıklarında sadece)! Bütün bunlar, işin kendiliğinde başkalaşmasıyla mı
ilgilidir, yoksa düşüncede mi gerçekleşir?
Karşıdar bu menzilden öğrenilir. Bir
karşıtı bilmek onun karşıtını bilmeye mi bağlıdır, yoksa her biri -diğerine
bağlı olmadankarşıtının bilgisinden bağımsız olarak müstakil bilgiye mi
sahiptir? Bu, ancak hakikatin bir olduğunu kabul etmeyenlerin görüşünde mümkün
olabilir. Doğanm Mele-i a’la ve onun mekânındaki etkisi bu menzilden öğrenilir.
Mele-i a’la’nın halleri, bu menzilden öğrenilir. Birleyenlerin ve ortak
koşanların ilahi korumada bir araya gelmesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu,
kendileri bilmediği halde, yaratıklara özen göstermeyle mi ilgilidir, yoksa
işin böylece inayetten meydana gelmesi hakkındaki hakikatlerin verisi midir?
Bize göre bu durum, ilahi inayede ilgilidir ve o, bu konudaki açık ifadeyle
değil, ima yoluyla gerçekleşen ilahi bildirimle öğrenilir. Çünkü bu mesele,
genele açıklanamayan sırların ilmindendir. Bu sırrm bir ehli vardır ve onu
bilen insanın bilgiyi ehline açıklaması gerekir. Bilgi ehline verilmezse, hiç
kuşkusuz, iki tarafa da haksızlık yapılır; hem bilgiye ve hem ehline.
Hükümleri ibarelerde ortaya çıkan
edatların mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi bir anlama ait olan
harflerin bilgisidir. Bu bağlamda onların bir kısmı bileşik, bir kısmı öyle
değildir. Zalimlerin taksimi, bu menzilden öğrenilir: Onlardan kime yardım
edilir, kime yardım dilmez? Zulüm neye racidir? Acaba onun varlığı karanlıktan
mıdır (zulüm ve karanlık anlam ilişkisi), yoksa nurdan mı var olur? Hakkın
eşyanın aynı olması ve buna rağmen bilinmeyişinin sebebi bu menzilden
öğrenilir. Hayat ve hayat verme arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Hayat
verme gerçekleştiğinde, neyle gerçekleşir? Kadim hayada mı, yoksa dirilerde
hayat verme şeklinde ortaya çıkan hâdis bir hayat mı vardır? Kimden dönüldüğü,
kime dönüldüğü, neye itimat edildiği ve kime dayanıldığı, bu menzilden
öğrenilir.
Allah Teâlâ’nın âlemi neyle yarattığı
bu menzilden öğrenilir. Acaba onu bir şeyde mi yarattı, yoksa yoklukta mı
yarattı? Bu durumda yaratılmış olanlar, kendi şeyliklerinden ibarettir. Hakkın
yaratıklarla varlıkta ortaklığı ve ortak oldukları bütün şeyler, bu menzilden
öğrenilir. Acaba söz kokusu olan makul bir ortaklık mıdır, yoksa sözde ortaklık
mıdır? Aleme yerleştirilen yasalar bu menzilden öğrenilir. Onları birleştiren
bir mertebe var mıdır, yoksa her yasanın bir mertebesi mi vardır? Yoksa iki
mertebe mi onları birleştirir? Böylelikle bir yasa hikmete ve diğeri ise
türleri çok olsa bile ilahi-nebevi hükme nispet edilir.
Bazı yaratıklara tahsis edilen ilahi
ihtisas neyle ilgilidir ve neye göre gerçekleşir? İnayede mi, Hakk edişle mi
gerçekleşir? Bu, Allah Teâlâ ehlinin genel ve özel nezdinde açıklamaktan
sakındığı bir bilgidir. Bu bilgi, darb-ı meselle ve kıyasla ulaşılmayacak bir
zevk bilgisidir. Vasıl ve fasıl kelimesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba o tek
kelime midir, iki kelime midir? Kitap ehlinin derecelenmesi bu menzilden
öğrenilir. Acaba bu derecelenme kitapların faziletiyle mi ilgilidir, başka bir
şeyle mi? İndirilen kitaplar birbirlerine karşı üstünlüğe sahip midir değil
midir? Çünkü Allah Teâlâ bizzat Kuran’ın sureleri ve ayetleri arasına bir derecelenme
yerleştirmiştir. Bir sureye on kez Kuran’a denk gelecek bir özellik vermişken,
başka bir sure hüküm bakımından Kuran’ın yarısına, başka bir sure üçte birine,
dörtte birine denk gelir; bir ayet diğer ayedere efendi yapılmış, bir ayet
Kuran’da insan bedenindeki kalbin yerini almıştır. Bunun yanı sıra Kuran, icaz
özelliğiyle diğer kitaplardan farklılaşır.
Kuran sureleri arasındaki kardeşlik,
bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Beni Hud suresi
ve kardeşleri kocalttı’ demiş, surelerin arasına kardeşlik yerleştirmiştir. Her
dinin bulunduğu hal üzere ve her mezhebin kendi mezhebi üzerinde onaylanması bu
menzilden öğrenilir. Onlardan her birine hakkını vermek için ne yapmak
gerekir? Cemaatten ayrılanın hükmü nedir, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katından
indirilen ve maddi ve maneji suretlerine göıe âleme yerleştirilen farklı
kitaplar arasındaki kardeşlik, bu menzilden öğrenilir. Manevi olanlara örnek
olarak, varlık burhanları, cedeli ve hatabi delilleri verebiliriz. Duyulur
terazilerin farklılığı ise duyuda görülür. Acele edilen yerler ile ağır hareket
edilen yerler, bu menzilden öğrenilir. Latifin gücü, kesif olanın zayıflığı,
bu menzilden öğrenilir. Gücün tasarruf edene ait olduğu, zayıflığın tasarnıf
edilene ait olduğu, bu menzilden öğrenilir. Eksildik gerektiren şeyde
fazlalığı gerektiren şey ve bu ikisinin arasındaki fazlalık, bu menzilden
öğrenilir.
Hakimin -kendisini engelleyen bir
kuşku nedeniylehükme konu olan kimsede hükmünü uygulamayı ertelemesi bu
menzilden öğrenilir.
Hakim bu esnada kesin kanaate
Ulaşıncaya veya kesin kanaatin oluşmadığı konularda zannı güçlenene kadar
hükmünü bekletir. Çünkü dünyada kâfirin ölüm esnasında mümin olması mümkündür.
Ölümden önce kâfirliği nedeniyle hüküm aceleyle verilirse, hüküm veren bulunduğu
yerde kuşkuya hakkını vermemiş olur. Amellerden ilaveyi kabul edenler ile
etmeyenler, bu menzilden öğrenilir; ya da eksikliği kabul etmeyenler bu
menzilden öğrenilir. Bunlar şeriadarda ‘iyilik
yapana on katı iyilik vardır’38 ayetinde belirtilir. İyiliğin
karşılığı on kattır. ‘Kötülük yapan ise misliyle
cezalandırılır.’39
Kelimenin nüfuzu bu menzilden
öğrenilir. Acaba o özü gereği mi nüfuz eder, yoksa etmez mi? Kelime yara
anlamındaki ‘kelem’ kelimesinden türetilmiştir. Başka bir ifadeyle kelime
yaralayanın yaralanandaki etkisidir. Her kelimenin duyanda bir etkisi vardır.
En azı konuşanın sözünün suretinin duyulmasıdır ve bundan o sözün taşıdığı
anlamlara doğru yükselir. Âlemde taşkınlığın (bağy) aslı bu menzilden
öğrenilir. Acaba bağy, yani taşkınlık, (talep anlamına gelen) ‘beğa-yebğî’
kelimesinden mi türetilmiştir? Bu durumda taşkınlık, Allah Teâlâ’nın kınadığı
bir şeyi talep sınırlı bir taşkınlık olur. Talebin bir kısmı kınanırken bir
kısmı övülür. Bu taşkınlığın ilacı nedir? Vaktin hükmü nedeniyle yayma ve
dürme, bu menzilden öğrenilir. Delil ve ayeder bu menzilden öğrenilir. Onların
delil ve ayet olması kendilerinden mi kaynaklanır, öyle kabul edilmelerinden
mi kaynaklanır? Meşiyet neyle ilgilidir? Sonradan olanlar Hakta bulunmaz.
Hadiseler acaba kendiliğinden mi iner, yoksa ceza olarak mı iner? Durağanlık
ile hareket ve bu ikisinin hükmünün kendisinde ortaya çıkacağı mertebeler, bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dünyada kullarına verdiği bilgi,
mertebeler ve onun dışındaki şeyler, bu menzilden öğrenilir. Acaba bunlar
dünyadan mı, ahiretten midir?
Allah Teâlâ’nın emirlerinin şeklen
yerine getirilmesi durumunda, duanın kabul edilmesi bu menzilden öğrenilir.
Acaba bu amellerin şeklen yapılmasıyla ortaya çıkan suret fayda verir mi,
verirse nerede verir? Yoksa bu suretin hayat bulmasını sağlayan bir ruh
üflenmesiyle mi -ki bu bâtının ruhudurfayda verir? Genel olarak suretlerin
bilgisi bu bilgiyle ilgilidir. Acaba onlarm zahiri ve bâtını var mıdır? Ya da
onlardan bâtın olmayan bir zalhir var mıdır? Bütün canlıları kendilerini
korumaya sevk eden sebep nedir? Eziyeti kendinden uzaklaştırma mıdır, yoksa bir
ceza mı veya intikam talebi mi, yoksa bir kısmı böyle, bir kısmı öyle midir?
Güzel ve çirkin bulmak, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum güzel ve
çirkinin zatına dönen bir şey midir, yoksa arızi bir durumdan mı kaynaklanır?
Sevilen ve sevilmeyen nitelikler, bu menzilden öğrenilir. Kendilerinden ortaya
çıkan kimsede güçlüğün ortadan kalkması, bu menzilden öğrenilir. Doğanın
zuhurunu talep ettiği şeyi engelleyen sebepler, bu menzilden öğrenilir. İnce
ve gizli bir bakışla idrak edilebilen hususlar bu menzilden öğrenilir. İkamet
ve hallerde yer değiştirme, bu menzilden öğrenilir. Acaba haller yer değiştirir
de kul mu sabit kalır? Yoksa kul hallerde yer değiştirir de, haller mi sabit
kalır? Bu, keşfe bağlı garip bilgilerdendir. Haktan inkâr edilen hususlarla
inkâr edilmeyenler bu menzilden öğrenilir. Hakkın batılla ilgili onayladığı
hususlar ile onaylamadıkları bu menzilden öğrenilir. Yok olucu batıl ile yok olmayı
kabul etmeyen batıl bu menzilden öğrenilir. Netice veren bilgiyle, öncüller
bulunduğu halde netice vermeyen bilgi bu menzilden öğrenilir. Öncüller ne
zaman netice verir?
Zahiri yaratılışın perde olması bu
menzilden öğrenilir? Bu yaratılışta beşer (temas, doğrudan) denilen nedir?
Acaba bu yaratılışın zahiri için olduğu kadar bâtını için de bir doğrudaıılık
var mıdır yok mudur? Allah Teâlâ ile kulları arasındaki perde, bu menzilden
öğrenilir. Hâdis ile kadim kelam, bu menzilden öğrenilir. Acaba bunlar ııeyle
ilgilidir? Hükümleri farklı mıdır, bir midir? Nurlar ve mertebeleri, yüzün
tecellileri, bu menzilden öğrenilir. Niçin yüz tekil iken tecelliler çoğul kullanılmıştır?
İlahi yollar arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Mebde ve mead, bu
menzilden öğrenilir.
. ‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.*40
Mülk Hamdinin Mertebesinden Vahyin Tafsili
Hakkında İki Sırrın Menzilinin Bilinmesi
Allah Teâlâ tafsil etmiş ayetlerim işleri derinden
anlayan akıllılara
Arınmış kalpler için hikmetle ortaya koydu ~
Hidayet yolundan başka yola uymayan
kalplere
Her daim konuşan konuştu Sevinçle ve
neşeyle bize duyurmak için
Akıllarımızı hayrete düşürdü konuşması
Hidayet nurunu getirdi de doğru yola uyduk
Nurları zuhur ederken görülür Başlangıç ve
son ona ait
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, el-Müdebbir ve elMufassıl isimleri, menzile girene taşıdıkları
ve içerdikleri bütün bilgileri veren bu menzilin iki başkamdir. Verdikleri
ilimler var olanların talep ettiği ilimler olduğu kadar Allah Teâlâ ile ilgili
bilgilerdir, elMüdebbir isminin varlıklarda ve işlerdeki hükmü, onları cem’ ve
şuhûd mertebesine yerleştirmek ve Hakk ettiklerini kendilerine vermektir. Bu
hüküm, varlıklar dışta var olmazdan öncedir ve bu mertebede onlar sadece Allah
Teâlâ için vardırlar. el-Müdebbir onları zikrettiğimiz şekilde yerleştirince,
mertebelere özgü olan el-Mufassıl ismi onları alır ve her varlığı ve şeyi
mertebe ve menziline indirir. Bu yönüyle el-Mufassıl, hükümdarın huzurundaki
meclis amirine benzer.
Allah Teâlâ iki rahmet belirlemiştir
ki, bunlar O’nun yarattığı ilk şeydir: Birincisi basit, diğeri bileşiktir. Allah
Teâlâ basit rahmetiyle yarattığı basitlere merhamet ederken bileşik rahmetiyle
yarattığı bütün bileşiklere merhamet eder. Bileşik rahmeti için üç menzil
belirlemiştir, çünkü bileşik, iki ııç ve bir ortaya sahiptir. Orta, iki uç
arasında bir berzahtır vc bu sayede iki uç ayrışır.
Allah Teâlâ merhamet ettiği
bileşiklere bu menzillerden bileşik rahmetle merhamet eder. Birinci bileşik
rahmet ile cisimlerin parçalarını birbirine ekler. Bu sayede onlar, dışta suretler
olarak gözükür. İkinci mertebeden olan bileşik rahmede de manaları,
nitelikleri, huyları ve natık nefs ile duyusal güçleri taşıyan hayvani
nefisteki bilgileri terkip eder. Üçüncü bileşik rahmet ile natık nefisleri
cisimleri yönetmek üzere onlara ekler. Bu, ruh ve cismin terkibi demektir ki,
ölüm bu terkibi dağıtır. El-Müdebbir, Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtan olan
‘ilahi üfleme’nin yönelmesiyle söz konusu nefisleri bedenlerinden çıkartmıştır,
elMüdebbir onları kendisinden meydana geldikleri cisimle birlikte terkip eder
ve bu, bir ihtiyarî terkiptir; Hakk ediş terkibi olsaydı, ölümle ruh
ayrılmazdı. Allah Teâlâ onun başka berzahî bir bedeni yönetmesini sağlamış,
öteki bedeni toprağa katmıştır. Sonra başka bir yaratılışta onu ahirette terkip
eder. Binekler farklılaştığına göre, buradan şunu anladık: Belli bir cisim -ki
o kendisinden doğan natık nefsin annesi gibidirnefs tarafından ‘Hakk ediş’
yoluyla yönetilmez. Çünkü ölümden sonra da başka (berzahî bir) bedeni
yönetebilir. Kendisini doğuran bedenin nefs üzerindeki hakkı, bedeni yönetirken
organlarını Allah Teâlâ’ya itaatte ve Şâri’nin diliyle belirlediği yer ve
hallerde kullanmasını sağlamaktır. Bedenin nefs üzerindeki bu hakkı, annelik
hakkından kaynaklanır.
Nefislerin bir kısmı iyi ‘çocuktur’
ve ebeveyninin sözünü dinler, onlara itaat eder. Allah Teâlâ’yı razı etmek
ebeveyni razı etmekten geçeri Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana
şükret diye...’41
Kastedilen, özel yöndür, ‘ve anne babana şükret...’42
Bu ise sebepLlik yolunu dikkate almak demektir. Nefislerin bir kısmı asidir;
bunlar söz dinlemez ve itaat etmezler. Beden nefse sürekli iyilik yapmasını
emreder ve bu nedenle kıyamet günü insanın derileri ve diğer organları nefsin
aleyhine şahitlik eder. Çünkü bu ‘çocuk (nefs)’ onları zorlamış ve arzusuna
göre yönlendirmiştir. Allah Teâlâ bileşik rahmeti belli parçalara taksim
etmiş, ondan altı yüz paçayı Cebrail’e vermiştir. Cennetliklere bunlar
vasıtasıyla merhamet eder. Ona on dokuz parça daha vermiştir. Bunlarla cehennemliklere
-ki onlar ateşin ehlidirmerhamet ederek sayıları on dokuz olan azap meleklerini
(onlardan) uzaklaştırır. Allah Teâlâ şöyle; der: ‘Onun
üzerinde on dofjuz (melek) vardır.’43 Allah Teâlâ’nın yarattığı yüz
rahmete gelirsek, bu rahmetlerden birisini dünyada yaratmıştır ki onun vasıtasıyla
Allah Teâlâ kâfir veya mümin günahkar veya itaatkar kullarını rızıklandırır.
Dünyadaki bütün hayvanların evlatlarına merhamet etmesinin kaynağı bu rahmet
olduğu gibi insanlar da bu rahmet sayesinde birbirlerine merhamet eder ve
sevgi gösterir. Allah Teâlâ ‘Müminler birbirlerinin dostudur,
zalimler de birbirlerinin dostudur’44 buyurur. Münafıklar da
birbirlerinin dostudur. Bütün bunlar, söz konusu rahmetin (yüz rahmetten
birisi) meyvesidir. Kıyamette bu rahmet, Allah Teâlâ katında saklanmış diğer
doksan dokuz rahmete eklenir. Allah Teâlâ zamansal bir sıralama ve
derecelenmeyle, kullarına merhamet eder. Bu geciktirmeyle şefaatçilerin mertebeleri
ile Allah Teâlâ’nın onlara dönük inayeti ve başkalarından olan üstünlükleri
orcaya çıkar. Cehennemde sadece cehennemin ehli olanlar kalıp -ki onlar
cehennemden çıkmayacakları kesinleşmiş kimselerdiron dokuz azap meleği
cehennemliklere azap etmeyi dilediğinde, bileşik rahmetten on dokuz melek
bedenlenerek azap melekleriyle azap ehli araşma girer ve onların önünde
durarak her şeyi kuşatmış rahmeti onlara ulaştırır. Çünkü azap meleklerini de,
tıpkı diğer şeyler gibi, rahmet kuşatmıştır ve onları kuşatan rahmet,
kendilerini bileşik rahmete karşı koymaktan engeller. Başlangıçta onları
destekleyen şey, yaratılmışların kendisini kızdırmasından kaynaklanan Allah Teâlâ’nın
öfkesiydi. Yargılama meclisi sona erip de Hakk cehenneme gireceklere cehenneme
girme emrini verir -ki orası ateştir. Allah Teâlâ ‘Cehennemi
kâfirler için sığınak (hasîr) yaptık545 buyurur.
Yani orası bir hapishanedir, çünkü (aynı kelimeden türetilen) mahsur, tasarruf
etmesi engellenmiş ve alıkonmuş kimsedir. Cennetlikler engellenmiş değildir,
çünkü onlar, cennette diledikleri yerlere yerleşir. Cehennem ehli ise böyle
değildir. Bu Allah Teâlâ’nın kullarına dönük gizli-ilahi merhametidir. Allah Teâlâ
onlara cehennemin dilediği yerine yerleşme imkânı verseydi, hissettikleri
azaptan kaçmak üzere yerleşebilecekleri bir yer bulamızlardı. O, kendisinde
rahat bıkacakları bir yer bulma umududur.' Azap vaktindeyse cehennemde bir
rahatlık yoktur ve cehennemde tatmadıkları bir azap kalmaz. Yaşadıkları azap
yenilenecek azaptan ehvendir. Aynı şey nimet için geçerlidir. Bu nedenle Allah
Teâlâ azabı (güçlü bir şekilde) tatsınlar diye ateşte pişen derilerini yeniler.
Böylelikle azabı tattıkları süre miktarı, derileri pişinceye kaçlar kendilerine
eşlik etmeyi sürdürür. Derileri değişince yeni bir azap ortaya çıkar.
Cehennemde diledikleri bir mekâna yerleşebilselcrcli, derileri pişinceye kadar
bir yerde karar kılamazlardı. Aksine vardıkları her yerde pişinceye kadar yeni
bir azap görür, bu yer değiştirme onların azabını daha da şiddedendirirdi. Buna
karşılık Allah Teâlâ farkında olmadıkları yönden onları aldattığı gibi
farkında olmadıkları yönden kendilerine merhamet etmiştir.
Bu rahmederin sayısı yedi yüz on
dokuzdur. Bunlardan yüz tanesi Allah Teâlâ’nın elindedir ki bu kısımda Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından herhangi birisi tasarrufta bulunamaz. Allah Teâlâ onu kendisine
tahsis etmiş, onunla vasıtaların ortadan kalkmasıyla, kullarına merhamet eder.
Daha doğrusu bilhassa rahmet edilene dönük bir rahmeti vardır. Bu rahmet, sayılan
doksan dokuz ilahi ismin sayısınca, tek rahmettir. Allah Teâlâ’nın elindeki yüz
isimden her birisine ait bir rahmet vardır ve herhangi bir yaratığın ona dair
bilgisi yoktur. Yüzü tamamlayan ise, ‘her şeyi kuşatan rahmet’ diye Allah
Teâlâ’ya izafe edilen rahmettir. Allah Teâlâ bu yüz rahmet vasıtasıyla cennet
derecelerine bakar ki bunlar yüz derecedir. Bunun yanı sıra azabın Hakk edilme
süresi tamamlandıktan sonra cehennem derekelerine de bu rahmede bakar. Orası da
cennet derecelerinin mukabilinde yüz derekedir. Bu geniş rahmetten on dokuz
rahmet yardım alır. Bunlar, cehennemde azap meleklerine karşı koyan
rahmederdir. Gerçekte o melekleri de rahmet kuşatmıştır ve bu nedenle içlerinde
cehennemliklere karşı merhamet bulurlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın
kendilerini düşmanlarından intikam almaya sevk eden gazap suretinden başka bir
surette tecelli ettiğini görür. Bu yeni tecelliyi görünce cehennemlikler -ki
onlar oradan çıkmayacak kimselerdirhakkında Allah Teâlâ nezdinde şefaatçi
olurlar ve daha önce aleyhlerindeyken bu kez onlara destek olurlar. Allah Teâlâ
da meleklerin cehennemlikler -ki onların cehennemi dolduracakları ilahi hüküm
tarafından takdir edilmiştihakkındaki şefaaderini kabul eder. Sonuçta onlar
hakkında hüküm, her şeyi kuşatan rahmete ait olur. Bu rahmet, bileşik
rahmetten ibaret olan on dokuz rahmetin de sahibidir.
Allah Teâlâ cehennemdekilere ateşten
haz alan (öfkeli) ile soğuktan haz alanın nimetini verir; birincinin nimeti
ateşin diğerinin nimeti zemheririn varlığına bağlıdır. Bu sayede cehennem,
kendi suretinde, soğuk ve sıcak bir halde kalırken ehli sıcaklık ve soğuklukla
nimedenir. Cehennem ehli bu nedenle birbirlerini ziyaret etmez, fakat her
tabaka kendi tabakasını ziyaret edebilir. Yani sıcakta olanlar birbirlerini
ziyaret ederken soğukta olanlar da birbirlerini ziyaret eder; fakat soğuktaki
sıcaktakini veya sıcaktaki soğuktakini ziyaret etmez. Buna mukabil cennet
ehlinin hepsi birbirini ziyaret edebilir. Çünkü onlar, nimeti kabulde tek
niteliğe sahiptir. Onlar burada, yani kötülük diyarında tevhit ehliydi; bilgi
veya iman tevhidine şirk katmamışlardı. Ateşin ehli olan kimseler ise şirk ehli
oldukları için birlik niteliğine sahip değildi. Bu nedenle onları -bir
sınırlama olmaksızıngenel olarak nimette bir araya getirecek bir birlik
nitelikleri yoktur. Öyleyse onlar cehennemde iki grup iken cennedikler tek
gruptur: Her ortak, kendi grubuyla kalır. Cehennemlikler ikicilerdir (senevi)
ve orada onlardan başkası yoktur! Onlar, ateş ehlidir ve orada kalıcıdırlar.
Teslis ehline gelirsek, onlar adına
kurtuluş umut edilir! Bunun nedeni, teslisteki tekliktir (ferdiyet), çünkü
ferdiyet bir’in niteliklerinden biridir. Onlar, terkip tevhidiyle
birleyenlerdir (muvahhit). Bu nedenle mürekkep, yani bileşik rahmetin onları
kuşatması umulur vc bu nedenle onlara ‘kâfir’ denilmiştir. Çünkü onlar ikiyi
üç ile örtmüş, iki, bir ile üç arasında berzah haline gelmiştir. Umulur ki
teslis ehli, birlik (vahdaniyet) mertebesinde değil, ferdaniyet mertebesinde
birleyen muvahhitlere katılır. Manevi keşifte kendilerini böyle gördük. Biz
teslis ehliyle tevhit ehlini ferdaniyet mertebesinde ayırt edebilmiştik.
Teslis ehlinin vahdaniyet mertebesinde bir gölgesini görmemişken ferdiyet mertebesinde
varlıklarını gördüm. Birleyenlerin varlıklarını ise hem vahdaniyet ve hem
ferdaniyet mertebesinde gördüm ve iki grup arasındaki farkı anladım. Teslis
ehline ilave edenlere gelirsek, Allah Teâlâ’ya hamd olsun onların her birisi
cehennemden kurtulacaklardır. Onlar cennette niınetlenecektir ve orada
diledikleri yere yerleşecektir. Dünya hayatında da ilahi isimlerin
mertebelerinden diledilderine yerleşmişlerdir. Bu durum, onlar adına şeriat
tarafından belirlenmiş bir haktır. Nitekim onlar, abdest aldıklarında sekiz
cennet kapısından dilediklerinden birinden içeri girerler.
Bunu öğrendikten sonra bilmelisin ki:
Bu bileşik rahmet, bütün varlıkları içerir. Söz konusu rahmet genel rahmetle
-ki her şeyi kuşatan rahmettir oözel rahmetten bileşiktir. Özel rahmet Allah
Teâlâ’nın kendisine seçtiği vc ayırdığı peygamber, nebi ve velilere (tahsis
ederek) onları ayrıcalıklı Hakk getirdiği rahmettir. Bu bileşik rahmetle Allah
Teâlâ kitapları teşkil eder, her kitabı sure ve ayet olarak indirir. Ayetlerin
bir kısmı, bakidir. Bu kısma misal olarak Kuran’ı veya icaz özelliğiyle ortaya
çıkan ayetleri (mucize) verebiliriz. Bir kısmı ise baki değildir ve bu kısmın
hükmü kendisini getirenle sınırlıdır (keramet ve mucize). Bu kısımdaki ayet ve
(keramet) başka peygambere olduğu gibi onu getiren peygambere de delildir.
Çünkü Allah Teâlâ ayederi her peygamberin (ve velinin) iddiasının doğruluğuna
alamet yapmıştır. Söz konusu kimsenin iddiası Allah Teâlâ’ya yakınlıktır veya
Rabbine itaat etmesinin izleri üzerinde gözüktüğü için hal diliyle bunu
söyleyerek iddiasını dille söylemez; veya onu dille söyleyerek, iddiada bulunur.
Bu durum (veliler için) ancak gaflet halinde olabilir. Çünkü onlar, yani
veliler, kerametlerini gizlemek zorundadır. Başka bir ifadeyle kerametler
veliler hakkında mensuh, nebiler ve resuller hakkında ise muhkemdir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Her ayeti neshettiğimizde.. :46 Kastedilen (mucize ve keramet
anlamında) alamettir. ‘Ya da unutturduğumuzda...’47 Yani nebiler için olduğu gibi
veliler için de ‘ayet’ olarak geride bıraktığımızda... ‘Daha
iyisini getiririz.’48 Bu bir
karşılaştırma ifadesidir. Yani delil olmada ondan daha güçlü bir ayeti
getiririz demektir ki bunlar, aciz bırakan mucizelerdir. Dolayısıyla sadece
sahipleri (nebiler) için veya sahiplerinin doğruluğuna delil olmak üzere
vekilleri (veliler) için olabilir. Bir veli adına böyle bir alamet kendi
mertebesinin doğruluğu yönünden olamaz. ‘Ya da
onun bir benzerini getiririz.’49 Burada zamir, neshedilen ayete
gider. Dolayısıyla artık o icaz özelliğine sahip değildir, aksine birincinin
benzeridir.
Bu ayeti, hükümlerle ilgili Kuran
ayetleri hakkında yorumlamak doğru değildir. Bu ayetler araşmda önceki ayetin
getirdiği hükmü nesheden başka bir ayet bulunur. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetin
sonunda ‘Allah Teâlâ habirdir, hakimdir veya hâkimdir, bunu bilmez misin?’ dememiştir.
Böyle isimler Küran’ın nazmına uygundur ve hükümlerle ilgili ayederden sonra
böyle isimler gelir. Hâlbuki Allah Teâlâ bu ayetin sonunda şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın her şeye güç yetirdiğini bilmez misin?’50 Öyleyse Allah Teâlâ peygamberlerinin
ellerinde ortaya çıkıp O’nun peygamberleri oldukları iddialarını doğrulayan
mucizeleri kastetmiştir. Bunların bir kısmı kıyamet gününe kadar geride
kalmıştır -Kuran gibi-, bir kısmını ise kaldırmış ve kıyamet gününe kadar onlar
gözükmemiştir.
Allah Teâlâ bu bileşik rahmet
vasıtasıyla Kuran’ı kitaplarda bir araya getirmiştir, yoksa gönüllerde değil;
çünkü o, gönüllerde (sudûr) Kuran, dilde kelam, Mushafta ise kitap adını alır.
Bu nedenle bu ismi elMufassıl, el-Müdebbir’in emriyle koymuştur. Çünkü
el-Müdebbir mertebe bakımından daha önce gelir ve bu nedenle tafsil işinde
emir bilkuvve ona aittir; bilfiil hüküm ise el-Mufassıl’a aittir.
Rahmet menzili hakkında genişçe
konuşulabilecek bir yerdir. Her şeyi kuşatmışken nasıl geniş olmasın ki? Fakat
bu kadarlık açıklama dinleyenlerin yararlanması için yeterlidir. Şimdi rahmetin
iki yerdeki hükmünü ve ondan bize dönecek şeyleri söyledik. Anlatmak istediğimiz
buydu.
Bu menzilden bileşik rahmet
menzilleri öğrenilir. Acaba menzilleri ne kadardır? Rahmetin desteklendiği ve
desteklenmediği menzil nedir? Desteklemenin gerçekleştiği dereceler ne
kadardır? Bu menzilde sadece Hakkın bildirmesiyle öğrenilen hususlar bilinir.
Cem’ (bir araya gelme, toplanma) makamının izahı bu menzilden öğrenilir. Misal
olarak Allah Teâlâ ile kulun Fatiha suresinin okunuşunda bir araya gelmesini
verebiliriz. Buradan Fatiha suresini namazda okumanın farz olmasının delili
çıkartılır. Fatiha suresini namazda okumayan, Allah Teâlâ’nın kuluyla arasında
böldüğü namazı kılmamış sayılır. Allah Teâlâ ‘Fatihayı böldüm’ dememiş, ‘namazı
böldüm’ demiş, bütünü kapsayan belirlilik takısı gelmiştir. Taksimle tanımlanan
namaz yorumlandığında, bölünmenin yeri Fatiha suresinin ortası yapılır. Namazda
Fatiha suresini okumanın farz olmasının en güçlü delili budur. Özellikle
Muhammedi âlemde olmak üzere, bileşik rahmetin tesiri bu menzilden öğrenilir.
Manaların şahıslar mertebesine indirilmesi, bu menzilden öğrenilir. Tercümeler
ilmi, bu menzilden öğrenilir. Duydukları halde ‘duymamış’ denilenler, bu
menzilden öğrenilir; hâlbuki onlar duyduklarını anlamışlardı. Acaba onlardan
olumsuzlanan ve onlar adına geride bırakılan şey nedir? Karanlık ve zulmani
kevni perdeler, bu menzilden öğrenilir. Her perdenin ehli kimdir? Perdelenen
kimden perdelenmiştir? Muduluğundan mı, Rabbini müşahede etmekten mi veya
Peygamberin makamını müşahede etmekten mi perdelenmiştir. Varlıkların Allah
Teâlâ’ya karşı cüreti, bu menzilden öğrenilir, inatçı ve Allah Teâlâ’nın
enirini reddeden ve O’nun yardımcılarıyla tartışanlara dönük ilahi lütuf, bu
menzilden öğrenilir. Hz.
Peygamber’in ‘Hud suresi ve
kardeşleri’ hakkında söylediği üzere, onların peygamberi yaşlandırmasının
nedeni bu menzilden öğrenilir. İlahi sırrın talebi, bu menzilden öğrenilir.
Sonsuzu ihata, bu menzilden öğrenilir. Zamansal bakımdan, uygun olmayan ceza,
bu menzilden öğrenilir. Çünkü ecir talep amellerinin süresi sonlu iken onlara
verilen ecir sonsuzdur. O halde uygun ceza ve uygun olmayan ceza nedir? İnkâr,
ikrar, onaylama kınama, onun niteliği ve yerinin ne olduğu bu menzilden
öğrenilir. Cisimsel ve cismani yaratılış ve yaratıkların mertebeleri, zamansal
miktarı bu menzilden öğrenilir. Rabbin izafe edildiği mertebeler, bu menzilden
öğrenilir. İlahi kasıt bu menzilden öğrenilir.
Som soranın sorusuyla ömişen
cevapların yeri bu menzilden öğrenilir. Akıllının mertebesi ve -alim
olduğundaalimden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Çünkü akıllı zorunlu bir
şeyi gördüğünde ona yönelirken akıllı olmayan ise bunu yapmaz. Bir emir
nedeniyle yaratılan ve iki veya daha çok emirle yaratılanlar, bu menzilden
öğrenilir. Yaratılış gayesini yerine getiren veya onu yerine getirmeyen, bu menzilden
öğrenilir. Kendisi nedeniyle büyüklük duygusuna kapılan ile Hakk nedeniyle
büyüklenen arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bunlara misal olarak, İblis
ile Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını verebiliriz. Allah Teâlâ ile yaratıkları
arasmda münasebetin tespiti, bu menzilden öğrenilir. Bu tespit, ‘Allah
Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur’51 ayetinin yanında ne anlama gelir. Allah
Teâlâ ile yaratıkları arasında ilişkiyi bildiren ifadelere misal olarak ‘Allah Teâlâ
kulun tövbesiyle falan yerdeki bir adamın sevinmesinden daha çok sevinir...’
hadisini verebiliriz. Bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ’nın onları yarattığım ve onlardan güçlü olduğumu görmezler mi’52 buyurur. Üstünlük ve sınıflarıyla
yeri bu menzilden öğrenilir. Var olanların ihtiyarıyla var olanın ihtiyarında
mecburiyeti bu menzilden öğrenilir. Acaba onun ihtiyar ve cebrinde bir
dayanağı var mıdır, yok mudur? ‘Onun hakkında kitap öne geçer’ ifadesi, bu
menzilden öğrenilir. ‘Benim katımda söz değişmez’53 vy; ‘Allah Teâlâ’nın yaratmasında
değişme olmaz”4 bu
menzilden öğrenilir. Bunun anlamı değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir, yaratıklar
için değiştirme yoktur, demek midir? veya ‘her şeye yaratılışını vermiş
olması’ itibarıyla, Allah Teâlâ’nın yaratmasında değişme yok mudur?
Allah Teâlâ’nın bir ceza olarak
azabının hikmeti, bu menzilden öğrenilir. Bu durum genel midir veya ceza
olmadan da Allah Teâlâ kullarına kendiliğinden elem verir mi? Misal olarak
küçük çocuğun ve masumun acı çekmesini verebiliriz. Acaba bu durum, söyleyenin
söylediği gibi midir, değil midir? Belaya maruz kalan görünüşte kendisine
nispet edilen işten masum olabilir veya Allah Teâlâ katında başka bir nedeniyle
masum olmayabilir. Söz gelişi bir hayvana karşı bir iş yapmıştır veya sadece Allah
Teâlâ’nın bildiği bir fiili olabilir. Belaya uğradıktan sonra daha önce yaptığı
işi hatırlayabilir. Böyle bir durumda kişinin çektiği acı bela değil, :ıksine
bir cezadır. Onun masum olduğunu söyleyen kimse, özel bir nispetle söylemiştir.
Acıyı o nispetle ilgili olarak görmüş, fakat söz konusu kişinin o işten masum
olduğunu düşünmüştür. Hâlbuki Allah Teâlâ katında bu bela ve elem, o davranışın
Hakk ettiği bir cezanın gerçekleşmesinden ibarettir. Cezanın gerçekleşmesi bir
müddetin tamamlanmasını beklemiş, o kişinin masum olduğu iddiası ortadan
kalkmış ve bu nedenle cezalandırılmıştır. Böylece cezalandırma daha önce
işlenen bir davranıştan kaynaklanmıştır. Bunu görenler şöyle der: Bu insan
kendisine ilişen belada masumdur. Onun masum olduğunda doğru söylemişlerdir.
Hâlbuki onun aleyhine karşı iddia nedeniyle cezalandırıldığını söylerken doğru
söylememişlerdir.
Bu durum, mükaşefe ve işin bâtınını
(itibar) bilenlere göre böyledir. Bu bilgiyi elde etmek için mükaşefe daha
yetkindir, çünkü o, özelliği itibarıyla illeti verir. İtibar ise, bir
belirleme olmaksızın, onu genelleştirir veya muhtemel illetlerini qrtaya
koyar. Fakat cezalandırmayı hangi nedenin ve illetin gerektirdiğini bilemezsin.
İtibar, yani işin zahirinden bâtınma geçenler ile keşif ehli arasında böyle
bir fark vardır.
Allah Teâlâ’nın muttakilerin
niteliğine katılması, bu menzilden öğrenilir. Böylece AL ah Teala onlarm velisi
olur, çünkü O, Mümin’dir ve müminlerin velisidir. Aynı zamanda O, muttakilerin
velisidir. Acaba Hakk takva sahibi olmakla nasıl nitelenir? Haberden olmaksızın
-çünkü haber taklit demektir-, âlemin konuşma özelliğine (nutk) sahip olduğunun
bilgisi nereden öğrenilir? Allah Teâlâ ehlinin mensuplarında, hallerin etkisinin
b'lgisi bu menzilden öğrenilir. Edep bu konuda maksada ulaşma umuduyla ne
zaman terk edilir. Onun övülür veya kınanır olması birdir. Çünkü her gaye
övgijye değer olmadığı gibi kötülenmiş de değildir. Varidin başkalaşması
nedeniyle, hallerin başkalaşması bu menzilden öğrenilir. Melekler ve salih
insanlar arasındaki kardeşlik, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ehlinin
kıyamette ve cennederde nereye yerleşecekleri, bu menzilden öğrenilir, ilahi
isimlerden onlara eşlik eden isim hangisidir. İlahi isimlerin birbirlerine
dayanması ve onların bütünün her birinin ötekinin vermediği bir hükmü vermesi
bu menzilden öğrenilir. Akılların kendisine göre hüküm verdiği hikemî siyasetin
neticesi, bu menzilden öğrenilir. Bu konuda akıllar fark etmedikleri bir
yönden basiredidir ve bu basireti onlara tecrübe kazandırmıştır. Bu bilgiyi
kabul edenlerin niteliği nedir? Meyil bu menzilden öğrenilir. Niçin meyil olur
ve neye doğru meyil olur? Birinci ve önceliklide ‘nazar etmek’ bu menzilden
öğrenilir. Bedeller, bu menzilden öğrenilir. Bu, sana sunulan bir şeyin onun
yerini alacak bir şeyle değiştirilmesidir. Bu şey ya ölçüde ona denktir veya
daha az olmak üzere farklıdır veya daha çok olmak üzere farklıdır. Öyle ki
talep edilen şeyde kendisini bütün olarak amacının dışına çıkartacak bir etki
olmaz. Acaba kendisi yok olduğunda yerini almayacak bir şey var mıdır, yok
mudur? Adamların haller nedeniyle ayrışması bu menzilden öğrenilir.
İlahi hallerin karinesine göre taksim
edilen ilahi emirler, bu menzilden öğrenilir. Hal karinesinden yoksunken emrin
durumu nedir? Hükmü vaciplik midir, değil midir veya beklemek midir? Onu hal karinesinden
soyutlayan' şey yok olan bir hal karinesi midir? Bizde bir şeyi vacip yapan
hal karinesi var mıdır? Yokluğun varlığın nitelikleri olan bir halden bir Hakk
intikalle nitelenmesi, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o yoktur ve bu
niteliği kaybetmez. Allah Teâlâ’nın kendisini cezalandırmaya karşı önce
rahmetle nitelemesi, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki aynı şeyi âlemin
niteliğinde yapmamış, mutluluk ehlinin niteliğine karşı önce
cezalandırılanların niteliğini zikretmiştir. Ğaşiye ve benzeri surelerde böyle
yapmıştır. Böyle bir durum yaratıklarla Hakkı ayırt etme amacı taşır mı,
taşımaz mı? Eşyadaki iki yön bu menzilden öğrenilir. Her şeyde bir yönüyle
zarar ve bir yönüyle faydanın bulunması, bu rrenzilden öğrenilir. Bunu
inceleyip tarttığında, işin söylediğimiz gibi olduğunu bilirsin. Varlıkta
hiçbir şey tek yönlü değildir. Bunun en büyüğü ve üstünü, Allah Teâlâ’nın
nurudur. O nur vasıtasıyla eşya perdelerin ardından ortaya çıkar. Perdeler
kalksaydı, söz konusu nur, var olan her şeyi yakardı. Öyleyse bv perdeler var
edici ve yok edici perdelerdir! Aynı şekilde Kuran’ın inmesi de böyledir. Onun
mümine fayda veren bir yönü olduğu gibi -çünkü müminin Kuran vasıtasıyla imanı
artarkâfire zarar veren bir yönü de vardır. Kuran kâfirin kirini artırır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Onunla pek çok kimseyi saptırır, pek
çok kimseye hidayet eder.’55 Allah Teâlâ’nın yarattıklarına
rahmetinin bir neticesi olarak söyle der: ‘Onunla
/asıklar sapar.’56 Böylelikle
Allah Teâlâ bize bir alamet vermiştir ve her kim kendinde bu alameti bulursa,
sapanlardan olduğunu anlar.
Mutlu ve bedbahdarla ilgili ilahi
uzaklık ve yakınlık, bu menzilden öğrenilir. Varlıkların yakınlığı ve uzaklığı,
ilahi yakınlık ve uzaklıkla aynı mıdır? Yoksa her ikisinin farklı hükümleri var
mıdır? Bu menzilde öyle bir bilgi vardır ki onu bilen kimse, kulun amellerinden
hiç birinin Allah Teâlâ’ya ait olmadığını bilir. Bilginin ne olduğu bu
menzilden öğrenilir. Sıkılma ve bıkmayı gerektiren neden bu menzilden
öğrenilir. Bu ikisiyle âlemde nitelenenler ve nitelenmeyenler bu menzilden
öğrenilir. Bununla birlikte Hakk kendisini bıkma özelliğiyle nitelemiştir. Kul
iyilikleri çok yaptığında veya kötülükleri yaptığında Allah Teâlâ kendini
böyle nitelendirmiştir. Allah Teâlâ katında iyi zannın fayda vermediği durum
bu menzilden öğrenilir. Alemin Allah Teâlâ’ya dönme nedeni bu menzilden öğrenilir.
Hakkın özü gereği eşyanın kendisi olması bu menzilden öğrenilir. Acaba bü
durum kendisi nedeniyle mi böyledir, yoksa müşahede veya ihata nedeniyle midir?
Hakkın ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Bu ismin hükümleri herhangi bir yerde
bulunduğunda değişir mi, değişmez mi? Bulunduğu her yerde tek hakikat midir?
insanlar bu konuda farklı görüşlere varmıştır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola ulaştırır.
Muhammedî Mertebeden, Mağfiret Sırlarından İki Sırrın
Menzilinin Bilinmesi
Adamlar gördüm, ne bir kâfir ne yalancı görmüşler Onlar için
her şey doğruluk ve iman
Dedim ki onlara; uzak durun yalandan .
O bir makam, fakat eksiklik ye hastalıklı
' . ' ' ' . i *
Alemdeki her varlık ötekinden başka
Her oluş Allah Teâlâ’nın dışında insan
Fakat bir kısmı büyük, öndedir
Bir kısmı küçük, önda hakikat ve iftira bir
arada.
Varlığım olmasaydı olmazdı âlem
Ya da isimler veya varlıklar olmazdı hiç
biri
O biricik zattır, (biz yok isek) yaratıcı
değil
Malik de değil, burhan söyler bunu!
. . !-
Akıl delili her
durumda delil olur: i
i . -
Yaratan ilah
yaratmayla ihsan eder j
• • ’ | . . Allah Teâlâ’nın genel ve
özel rahmeti olduğunu ve bu ümmete özel rahmetini tahsis ettiğini söylemiştik.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Benim ümmetim rahmete mazhar
bir ümmettir. Ahirette onlara azap yoktur. Onların dünyadaki azapları zelzele,
ölüm ve beladır.’ Hadisi Beyhaki, Kitabü’l-Edeb’in ‘Mümin
kendisine hayır murad edildiği için nadiren beladan uzak kalır’ adlı bölümünde
aktarır. Hadisi Ebu’l-Kasım Ah b. Muhammed b. Ali el-Eyyadi’den, o, Ebu Cafer
Abdullah b. İsmail’in yazdırmasıyla, o ise İsmail b. İshak el-Kadı’nın
yazdırmasıyla, o Muhammed b. Ebu Bekir’den, o Muaz b. Muaz’dan, o Mesudi’den,
o Said b. Ebi Bürde’deıı, o babasından, o Ebu Musa’dan aktarmıştır. Son ravi
şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der...’ Ravileıin
hepsi, ‘haddesena (bize aktardı)’ kalıbını kullanmışken, Mesudi an-ane kalıbını
kullanmış,
Beyhaki ahbarane (bize haber verdi)
kalıbını kullanmıştır. Aynı bölümde Ebu Bürde’nin şöyle dediği aktarılır: ‘Ebu
Ziyad’ın yanında oturuyordum. Yanında Abdullah b. Yezid vardı. Haricilerin
başkanları getirilmeye başlandı ve şöyle dedi: Bir başkana rasdadığında, ‘ateşe
gider’ dedim. Bana şöyle dedi: ‘Kardeşimin oğlu! Böyle yapma. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini duydum: Bu ümmetin azabı
dünyadadır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir hadiste
şöyle der: ‘Cehennem ehline gelirsek -ki onlar ateş ehlidironlar orada
ölmeyecek ve canlı da kalmayacaktır. Fakat insanlara ateş günahları ölçüsünde
isabet eder.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, herhangi bir
ümmeti ayırt etmemiş, çünkü ümmetinden insanlar dememiştir. Bu ifade cehennem
ehli olmayanlar hakkındaki genel rahmettir. Sonra şöyle der: ‘Allah Teâlâ orada
onları öldürür.’ Bu ifadesini ise mastarla pekiştirmiştir. Bu durum ölümün
kurban edilmesinden öncedir. Allah Teâlâ’nın onları orada öldürmesinin nedeni
ateşin kendilerinden yediğini farkına varmamalarını sağlamaktır. Çünkü tam
nefisler, mümin ve muvahhit nefislerdir tevhit ve iman azabın onlarda
bulunmasını engeller. Duyular, yani bütün cisimler, Allah Teâlâ’ya
itaatkârdır. Onlar, kendilerini sıcak Hakk getiren yanma acısını fark etmez.
Çünkü ölü, kendisine yapılanı fark etmez, fakat onu bilir: Her bilen bildiğinin
farkında olmaz! Allah Teâlâ bu nedenle azabı muvahhit ve müminlerden
kaldırmıştır. Ateşe girseler bile, bu durum ilahi hüküm gerçekleşsin diyedir.
Bu sayede günah işleyenler ile iyi iş yapanlar birbirlerinden ayrışır. Öyleyse
hadis insanların geneli hakkındaki sahih bir hadistir. .
Azap, ehli olan cehennemlikler
üzerinde kalıcıdır ve Allah Teâlâ’nın katında bilinen bir vakte kadar sürer. En
sonunda on dokuz azap meleği kendilerini zikreder. Çünkü melekler şefaat
ettiklerinde, bu on dokuz melek şefaat çtmez ve onların şefaatleri
-yaratıklarına karşı Allah Teâlâ’nın mertebesini tercihleri nedeniyleAllah
Teâlâ’nın gazabının kalktığını gördüklerinde rahmetle nitelendikleri vakte
kadar gecikir. Melekler kıyamette şefaat eder. Allah Teâlâ şöyle der:
‘Melekler şefaat etmiştir, peygamberler, müminler de şefaat etmiştir. Geride
merhamet edenlerin merlıamedisi kalmıştır.’ Böylece O, Şedidü’l-ikab ve
el-Muntakim isimlerinin nezdinde şefaat eder. Bu durum ilahi isimlerin şefaat
etmesiyle ilgilidir. Bu şefaatle Allah Teâlâ’yı -imanı yönünden değilbilgisi
yönünden birleyen -ameli olmasa bileherkes ateşten çıkar. Söz konusu kişinin
bu esnada bundan başka iyi bir ameli yoktur, onu da imanı yönünden elde
etmemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ bunu ona tahsis etmiştir.
Muvahhitlerin bu sınıfı (bilgiyle Allah
Teâlâ’nın bir olduğuna şahit olanlar), Allah Teâlâ’nın ve meleklerin
şahitliğiyle O’ndan başka ilah olmadığına şahit olmuş kimselerdir. Onların bu
şahitlikte ortak olmaları nedeniyle ezeli inayet onlar adına öne geçmiştir.
Onları sadece Allah Teâlâ bilir. Melekler kendilerini bilse bile, onlar, tıpkı
insan ve cinler gibi Allah Teâlâ’nın emri altındadır. Onlar, Allah Teâlâ’nın
mertebesine hürmet eder ve onu bunlara karşı tercih eder. Bu nedenle melekler, Allah
Teâlâ’nın emrine muhalefet etmeleri ve iman etmeyişleri nedeniyle kendilerine
şefaat etmek üzere öne çıkmazlar. Bu durumda merhamet edenlerin en merhametlisi,
söz konusu insanları cehennemden çıkartma işini yalnız başına üstlenirken ateş
ehli olanları rıza suretinde tecelli edip terkip âleminde bileşik rahmetin
hükmü ortaya çıkana ve azap melekleri şefaat edene kadar bulundukları hal üzere
cehennemde bırakır. Bu durumda, sıcaktan ve soğuktan haz alan hakkında
söylediğimiz gibi, cehennemdekilerin hali başkalaşır.
Bilmelisin ki, itidal hükmüne göre
tartma makul bir durumdur, hükmü mevcut değildir! Çünkü onun bir hükmü olsaydı,
yaratma gerçekleşmezdi. Onun hükmü itidaldir. İtidal ise meylin zıddıdır.
Hâlbuki yaratma meyille olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’nın âlemi iki imkândan birisini tercih etmesiyle yarattığını öğrenince,
din kadısına şöyle emretmiştir: ‘Tarttığında tercih yap!’ Çünkü mümkünde iki
yön eşittir ve Allah Teâlâ onu ancak tercih etmesi nedeniyle var eder. Allah Teâlâ
âlem yok iken bulunduğu durumu zikretmiş, bilinmek iradesini beyan etmiş,
kendini bilme yönünü onun karşıtına tercih etmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ âlemi
bilgi yönünü zıddına tercih etmek nedeniyle var etmiştir. Allah Teâlâ rahmet
ve gazabı tarttığında, rahmet ağır basmış ve tercih edilmiş, ilahi gazap
ortadan kalkmıştır. Bir şeyin ortadan kalkması, onun hükmünün kalkması
demektir. Dolayısıyla işin sonunda ilahi azabın bir hükmü kalmaz. Çünkü işin
sonunda rahmetin üstünlüğü ortaya çıkar ve hafifliği nedeniyle gazap ortadan
kalkar. Gazabın hükmü gazap ve rahmet teraziye konduğunda ortaya çıkabilir.
Öyleyse her ikisinin âlemdeki hükmü, tercih olana kadardır. Tercih olunca,
gazabın hükmü ortadan kalkar. Bu sözümüz, keşif sahibi olduğunu iddia ederek,
ilahi terazi hakkında ‘Allah Teâlâ ihsanında adaletiyle veya adaletinde
ihsanıyla hüküm vermez, her iki kabzası her yönden eşittir’ diyenlere
karşıdır. Bu iddia, şeyh yoksunluğu nedeniyle, keşif ehlinin düştüğü büyük
hatalardandır. Başka bir ifadeyle böyle bir görüşü ancak şeriata uyan, dini
hükümlerin kaynaklarını bilen üstadın terbiyesinden geçmeyen bir insan söyler.
Çünkü fikir gücünden hareket eden akıl kendisini bilmede yeterli olmadığı için,
Allah Teâlâ kendisini tanıtmak üzere bir yol belirlemiştir. Bu yol, kullarına
peygamber ve nebilerin dilleriyle kendisini tanıtmasıdır. Böyle dememizin
nedeni, başka bir yolün daha bulunmasıdır: Söz konusu yolu varlık gerektirir ve
bazı erdemli nefisler onu elde eder. Böyle diyerek iki yol arasındaki benzerliği
ortadan kaldırmak istedik. Çünkü nefisler riyazet, doğal arzuları terk edip
maddi işlere dalmaktan vazgeçmeyle, onlar adına irade edilen yöne ve mertebeye
-ki oradan gelmişlerdiryönelerek arınırlar. Bu sayede âlemdeki yerlerini ve
nereye gideceklerini öğrenirler.
Kendi varlıklarından şunu öğrenirler:
Bedenin ardında başka bir şey vardır ve beden onun tarafından hareket ettirilir
ve yönetilir. Nefisler bu bilgiye bedenin ölümünü görmekle ulaşırlar. Nefis,
beden sağlıklıyken onun araçlarına bakar, hayattayken kendisine ait idrak
güçlerinin ona ait olmadığını görür: Öyleyse başka bir şey bulunmalıdır. Fakat
söz konusu şeyin bedenle ve cisimle ilişkisini bilemez. Acaba bu ilişki arazın
mahalliyle veya mekânlının mekânıyla veya mülkün sahibiyle ilişkisi gibi
midir? Ölüm ile uyku arasında, uykuda gördüğü suretler ve elde ettiği hazlı ve
acı veren haller nedeniyle bir fark olduğunu görür. Uykuda insan süratle
halden Hakk girer. Hâlbuki aynı durumu bedende görmez. Sonra uyanır ve bedeni
bulunduğu surette değişmemiş bir halde bulur. Bedenin bazen uykuda maruz
kaldığı durumlar nedeniyle edilgenleştiğini görür. Misal olarak, uykuda cinsel
ilişki rüyası görmekle boşalmayı verebiliriz. Nefis bütün bunlarla cismin
ardında başka bir şey olduğunu ve onunla beden arasında bir ilişkinin var
olduğunu öğrenir.
Öte yandan nefs, bilgiler ve anlayış
bakımından örneklerin farklılığını görür. Bunların bir kısmı talime muhtaçtır.
Zahitlik yaparak düşünceye kendini veren, halvetlere çekilen ve maddi hazlardan
ancak
bedeni ayakta tutacak miktarla
yetinen kimselere bakar. Bu hal sahibi bir insan, başka bir nefisten bilgi ve
erdem yönünden daha üstündür ve üstün olduğu kimse bilgi ve fazilederde
kendisine muhtaçtır. Bunun üzerine -başkalarının değilbu nefisleri bu makama
ulaştıran yolun ne olduğunu inceler. Bunun için yegâne engel, bazı nefislerin
doğal arzuların peşinden koşmasını ve bunun için birbirleriyle yarışmasını görür.
Bunun üzerine bütün bu konularda zahit olur ve güzel ahlakla süslenir,
kimsenin üzerinde bir ilgi ve talebenin kalmasına imkân vermez, insanların
sahip oldukları malların peşinden koşarak onlarla didişmez, halvete yönelir,
hakikati bulunduğu hal üzere öğrenmek üzere himmeti yükselir. Bütün bunları
nefs, Hakk kaynaklı bir şeriatı taklit ederek elde etmez, doğru bir düşünce ve
kâmil olmasa bile ilahi ilhamdan elde eder. Kâmil ilham ise insana şeriata
uymayı,-Allah Teâlâ’nın' kelamını ve O’nun katından geldiği bize bildirilen
kitapları incelemeyi ilham eder. Böyle bir ilham, kâmil ilhamdır. Nefs saflaşıp
(hastalıklardan) şifa bularak bir aynaya dönüştüğünde, doğanın pası silinerek
âlemin suretleri ona yansır. Bu yansımanın neticesinde nefs daha önce
görmediklerini görmeye, bilinmeyenleri söylemeye başlar ve bir yabancı gibi ve
kendi vatanı değilmiş gibi Mele-i a’la’ya katılır. Hâlbuki orası onun yeri ve
vatanıdır. Fakat doğasının arzına ve bedenine sefer ettiğinde (asli vatanına)
yabancılaştığı için, orayı tanımaz. Bu nedenle âlem hakkında bir delile sahip
değildir ve söz konusu âlemle tam olarak ünsiyet edemez. Ulaştığı âlemin
görevli olduğu takdis, tespih ve unsuri türeyenler hakkında
görevlendirildikleri işleri yerine getirmesi nedeniyle kendisiyle
ilgilenmediğini görür. Bu görevler arasında, feleklerin hareket ettirilmesi,
yıldızların yürütülmesi ve onlardan unsurlarda meydana gelen hadiselere özgü
işleri görür. Bu konularla ilgili daha önce bilmediği hususları öğrenir. Melekî
ruhlardan daha önce sahip olmadığı bilgileri elde eder.
Nefs kendisinden sülük ettiğinde her
şeyin yaratıcısı olan Allah Teâlâ’dan bilgi alabileceği ve kendisiyle Allah
Teâlâ arasında özel bir kapı bulunduğunu bilmez ve şöyle der: ‘Gaye bu kadardır
ve sadece bunlar vardır!’ Nefs ulaştığı bilgiyle hemcinslerinden üstünlüğünü
görerek mutmain olur. Böyle bir nitelik ve Hakk sahip bir nefse her ne gelirse
gelsin, bunlar ilahi zevk değildir. Söz konusu nefs ruhlardan ve melekî
akıllardan bilgi almıştır, o kadar! Üstelik bu alış, bir konuşma alışı değil,
halle ger-
çekleşen almadır. Ancak hayalinde
kendisine hitap eden bir bedenlenme gerçekleşirse, (konuşma yoluyla almış
olabilir). Şeriat yolunu takip eden insan ise âlem ile arasında münasebetin
bulunduğu bir ilah olmadığı ve ‘O’nun benzeri bir şeyin bulunmadığı’57
şeklinde kendisinden bildirdiği haberlerde Şâri’yi taklit eder. Allah Teâlâ
ulvi ve süflisiyle âlemdeki hiçbir şeye benzemez. Bütün bunlara rağmen O’nun
eli, iki eli, gözü, gözleri, yüzü, sözü, inmesi istiva etmesi, sevinmesi, bazı
kullarıyla beraber olması, yakınlığı, uzaklığı, kendisine dua edene karşılık
vermesi, merhameti gibi (yaratıklara benzeyen nitelikleri) vardır. Bütün âlem,
O’na kuldur. Allah Teâlâ onları yaratmış, bir kısmını diğerlerinden üstün
yapmıştır. O’nun bir gazabı vardır, insan türünden yeryüzünde halifeleri
vardır. Nefs bu sözleri duyunca, kendi türünde halifeler olduğunu
öğrendiğinde, bu mertebeye ulaşmak için bir arzu duyar, vaktinin Şâri’sinin
(peygamber) belirlediği ve ona hitap ettiği bu yolu görür. Bunun yanı sıra
(şeriatı takip etmeye niyetlenen) nefs, sülukta fikriyle hareket eden nefs
sahibinin yaptığı her şeyi Şâri’nin teşvik ettiğini, bu davranışları övdüğünü
ve benimsediğini görür ve Şâri’nin kendisini getirmesi nedeniyle (voksa
fikriyle bunları düşündüğü için değil) o işleri benimser, himmetini kendisini
yaratan Rabbine bağlar. Çünkü Allah Teâlâ insana gayenin kendisi olduğunu
bildirerek şöyle buyurmuştur: ‘lş+n sonu Rabbine varır.’58 Allah Teâlâ’nın ardında varılacak
bir hedef yoktur!
Böylece nefs, Allah Teâlâ’yı gayenin
sonu saymış, tıpkı fikriyle ve teorik gücünün verileriyle sülıık yapan gibi
sülukunu tamamlamış, fakat şeriatın belirlediği yöntemle hareket etmiştir.
Böylelikle nefsi arınmış, aynası cilalamış, neticede o aynaya ruhani âlemin
bütün suretleri yansımıştır. Fikir ehli ise nefsin aşağısındaki doğa derecesinde
kalır ve bu mertebenin üzerinden onların nefislerine bir şey yansımaz. Sülukunu
meşru yolla yapanların nefislerine ise buradan yansır. Söz konusu salik şeriat
yöntemiyle sülukunu tamamladığında, Levh-i mahfiız’daki her şey onun aynasına
yansır ve şeriadarın mertebesini görür, kendi payını ve nasibini ve âlemdeki
gayesini öğrenir. Ardından gördüğüne göre amel eder ve kendisine özgü yönü
aramak üzere (himmeti) yükselir (vech-i has). Böylelikle Haktan ilham yoluyla
bilgi alır, tecelli, tenzih ve teşbih bilgisi elde eder. Varlığın mümkünlere
yayılışını görür, bu esnada zuhur edende hükmün kime ait olduğunu öğrenir. Bu
hükümler ile ruhani ve doğal farklılıkların ortaya çıktığı zahir (zuhur eden)
kimdir?
Bu iki şahıs konuştuğunda, kâmil
adamlar iki şahıs arasındaki farkı bilir, her birisinin bilgisini nereden
aldığını anlarlar. Sülukunda fikrini rehber edinen, şeriata göre sülük edenin
derecesinin altında niçin kalmıştır? Fikirden hareket eden her zaman başını
öne eğip ruhani yardımın kedisine getireceği şeyi bekler. Şeriata göre hareket
edenin, nefsin vakiderindeki ilahi tecelliden hayâ etmesi nedeniyle sürekli
başı eğiktir. Bu kişi, kendisini her şeyde gördüğünde, susmuş, şaşırmış ve
hayrete düşmüş gibidir. Böyle bir inşan (kendisini her şeyde gördüğü) Allah Teâlâ
ile konuşur, sadece O’na bakar, O’ndan başka varlık görmez. Mele-i a’la, yüce
ruhlar, dönen hareketli felekler, tespih eden yıldızlar, bu nefsin Hakk ettiği
ve kendilerine tevdi edilmiş olan emaneti ulaştırmak üzere onu arar. O kişi
ise edebe bürünmüş ve kendine dönmüştür ve emanet alacak kimse bulamazlar.
Bunun üzerine, (onun talebi olmadan) kendiliklerinden zorunlu bir şekilde
emaneti ona ulaştırırlar. O da yaratılışında geride kalmış özellikle zorunlu
bir şekilde emaneti alır. O kişi Rabbiyle ilgilendiği için bütün bunlardan
bihaberdir; kendini görme haline döndürüldüğünde ise zatında ulvi ve süflisiyle
bütün âlemin verdiği emanederi bulur -bunlar, âlemde emanet olarak bulunan ve
kendisinin hakkı olan şeylerdir-. Bu nimetten dolayı Allah Teâlâ’ya şükreder.
Alemdeki her şeyin kendisine ve hemcinslerine amade olduğunu öğrenir, fakat
iıisanlar bu durumu bilmez.
Bu makama ulaşan insan, birbirlerine
karşı üstünlüğe yol açacak şekilde, bilgi verilenlerin derece derece
olduklarını görür. Hemcinslerini de kendisi gibi görür, fakat onlarm bu konuda
bir bilgisi yoktur. Bu nedenle kendisi nedeniyle sevinirken, aynı makamda
bulunup da bunun farkına varmadıkları için onlar adına üzülür. Söz konusu insanlardan
sadece kendisini, onları ye gerçeği bilmesi nedeniyle üstündür. Bu derecelere
keşif, tahkik ve kesin müşahedeyle yükseldiğinde, bu derecelerin ona nereden
verildiğini ve hemcinslerinin çoğuna verilmeden ona nasıl tahsis edildiğini
anlar. Hakk ona er-Refiü’d-derecat (dereceleri yükselten) isminde tecelli eder.
Aynı zamanda Hakk bu derecelerden ‘dilediği’ kullarına ruhu ilka edendir. Bu
insan Allah Teâlâ’nın ‘dilediği’ o kullarından olduğunu anlayarak derecelere
derecelerle karşılık verir; meğerse kulun dereceleri o derecelermiş, başka
değillermiş! Derecelerin bütün âlemde bulunduğunu ve kendisinin de onlarda
olduğunu anlar. Aleme bu derecelerle gözükür, âlem ise farkında değildir. Her
insana o insana ait dereceden hitap eder ve ‘bu kişi benimle beraberdir, benim
mezhebim ve inancım da böyledir’ der. Âlemdeki hiç kimse onu inkâr etmediği
gibi bu kişi de ilahi edebe uymakla birlikte âlemdeki kimseyi yadırgamaz.
Öyleyse edep ancak bir makam sahibine gereklidir. Fakat makamsızlık makamı da
bir makamdır!
Hal sahibine gelirsek, bazen onda
-makam sahibinin mertebesinden eksikliği ve daha aşağıda bulunması
nedeniyletanınmasına yol açacak haller gözükebilir. Kâmil insan âlemdeki her
surede boyanır ve imkân ölçüsünde onlarla gizlenir. Halk değiştiği için kendisi
de değişen bir surette kâmil insanı gören, onun kendisinin üzerinde bulunduğu
durum gibi, (kendini bir inançla sınırlamadığı anlamında) ‘sınırlı olmadığı’
inancına kapılarak kâfir ve zındık olduğunu söyler, bu halin ona nereden
geldiğini bilemez. Hâlbuki bu makamdaki insanın iki şahsa bir surette gözükmemesi
gerekir. Nitekim Hakk da bir surette iki şahsa tecelli etmez, çünkü (kâmile
ait) dereceler, (Hakka ait) derecelerdir. Onu değişen suretlerde görmeyenin
kâmil insanı tekfiri ve onu zındık sayması, kendi bilgisizliği ve
kıskançlığından kaynaklanır. Bu insanın kâmil kişiye nispet ettiği şey, Allah
Teâlâ’ya nispet ettiği eş, çocuk ve ortak gibi Hakkın zatını tenzih ettiği
özelliklere benzer. Cahil insanın bu davranışı bü makam sahibine tesir etmez;
aksine o, kendi kemalindedir. Ona iftira eden ise, kendisinden gördüğü Hakk
göre hüküm vermiş, içinden düşündüğünden farklı bir şeyi haksızca ve
büyüklenerek diliyle söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nu inkâr
ettiler, halbuki doğru olduğuna inanıyorlardı, bozguncuların akıbetinin nasıl
olduğuna bakınız”9 buyurur.
Böyle bir iftiracının sonu da aynıdır.
Binaenaleyh Hakkın dereceleri, âlemin
üzerinde bulunduğu (derecelerdir) . Bu makam sahibi ise, kendilerini temyiz
ettiğinde bu derecelerde farklılaşır. O, Zahir, Bâtın; varlıkta Evvel,
müşahedede Ahir (Son) olandır. Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir, dolayısıyla
inkâr edilnıez/belirsiz kalmaz; ilah ise inkar edilir/belirsizdir ve ilah
olduğu söylenir. Dikkatini çektiğim hususa aklını ver ki, Allah Teâlâ ile ilah
arasındaki farkı anlayasın! Bu nedenle âlemde ilahlar çoğalmıştır. Bunun nedeni,
ilahın büyüklük karşılaştırmasını kabul etmesidir. Allah Teâlâ tektir ve meçhul
değildir, ilahların kulları da O’nu kabul ederek şöyle derler:
‘Biz putlara bizi Allah Teâlâ’ya
yaklaştırsınlar diye ibadet ettik.’60 Hâlbuki taptıklarından
daha büyük iiaha demediler. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Kuran ve Sünnet’te ilahı tek ilah olarak zikrettiğinde, ilah adınm kullanılmasına
tepki göstermişlerdir. Müşrikler Allah Teâlâ’yı inkâr etmemişlerdir. Onu inkâr
etselerdi, zaten müşrik olmazlardı. Allah Teâlâ’yı inkâr etselerdi, neye şirk
koşacaklardı ki? Öyleyse onlar Allah Teâlâ’ya değil, İlah’a şirk koşmuşlardır.
Bunu anlamalısın!
Müşrikler şöyle demiştir: ‘İlahları,
bir ilah mı yapacak?’61 Hâlbuki ‘ilahları Allah Teâlâ mı
yapacak?’ dememişlerdir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ müşriklere göre de
‘yapılan/yaratılan’ bir şey değildir. Üstelik Allah Teâlâ bu adı birisine
vermekten sakınmışken, ilah adını sakınmamıştır. Bir kâfirin Medine-i
fazıla dediği bir kitabında görmüştüm. Daha önce kendisini görmediğim
o kitabı Merşane-i Zeytun’da bir şahsın elinde görmüştüm. Kitabı şahsın elinden
alıp muhtevasına bakmak üzere açtım. Gözüme çarpan ilk şey yazarın şu sözüydü:
‘Bu bölümde âlemde bir ilah nasıl ortaya koyarız, onu inceleyeceğiz.’ Hâlbuki Allah
Teâlâ dememişti. Bu ifadeye şaştım ve kitabı sahibine fırlattım, şimdiye kadar
bir daha da o kitabı görmedim. Kim basiredi ve uyanık olursa, zikrettiğimiz
hususu iyi düşünmelidir! Çünkü bu öldürücü hastalığa karşı en yararlı ilaç
söylediklerimizdir. İlah adı, sözü edilen derecelerden biridir ve dolayısıyla
onun bulunması gereklidir, çünkü dereceler zorunludur. Samiri’nin şu sözü de
konuyla ilgilidir: ‘O sizin ilahınız ve Musa’nın
ilahıdır.’62 Kastedilen
buzağıdır. Hâlbuki ‘Musa’nın davet ettiği Allah Teâlâ’dır’ demedi. Firavun da
şöyle demiştir: ‘Belki Musa’nın ilahı hakkında bir
bilgi elde ederim.'63 Hâlbuki Musa’nın davet ettiği Allah
Teâlâ, dememişti. Yine şöyle demiş: ‘Benden
başka sizin için ilah olduğum: bilmiyorum.’64 Bu inceleme ne güzeldir! Bu sayede
Firavun’un Allah Teâlâ hakkında bir bilgisi olduğunu anlarsın. Fakat dünya
hayatında riyaset sevgisi ona galip gelerek şöyle demiştir: ‘Sizin
için bilmiyorum.’65 Çünkü
Firavun kavminin kendisine ilah olarak inandıklarını biliyordu, fakat ‘âlem
için bilmiyorum’ dememiştir. Bu nedenle vakıayı olduğu hal üzere bildirmiş, bu
konuda da doğru söylemiştir. Çünkü Firavun onların kendisinden başka ilahların
bilgisine sahip olmadıklarını biliyordu.
Gerçekte Allah Teâlâ’ya ‘yükseklik’
anlamıyla nispet edilmiş dereceler vardır, çünkü O dereceleri yükseltendir.’
Tecelli suretlerindeki farklılık ve çoğalmanın nedeni budur. Samiri’nin ‘Musa’nın
ilahı’66 demesinin
nedeni de budur. Çünkü ilahi tecelli, İlah ve Rab için olabilir, Allah Teâlâ için
olamaz. Çünkü ‘Allah Teâlâ Gani’dir.’67 ‘De ki Allah Teâlâ birdir, sameddir,
doğurmadı, doğrulmadı, O’na denk kimse yoktur.’68 Allah Teâlâ herhangi bir şahıs adına
bir surette iki kere tecelli etmeyeceği gibi bir surette de iki şahsa tecelli
etmez. Bu nedenle ‘Musa’nın ilahı’69 demiştir. Allah Teâlâ’nın
peygamberlere tecellisinin suretleri farklı ve hangi surette tecelli ederse
etsin ilah olması bakımından ise aynı hükme sahiptir. Bakınız! Kıyamet günü Allah
Teâlâ bir surette tecelli eder ve inkâr edilirken başka bir surette tecelli
ettiğinde suretlerin değişmesi nedeniyle kabul edilir. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah
Teâlâ inkâr edildiğinde, tanınmak için kendi suretine dönmüştür.’ Şöyle deriz.
‘Keşke hadisin devamında geçen ‘sizinle Allah Teâlâ arasında bir alamet var
mıdır?’ sözünü anlasaydın! Bu alamet, insanların Allah Teâlâ hakkındaki
delilleridir. Bu delil O’nda görürlerse, O’nun rableri olduğunu anlar ve o
alametin suretini adlandırırlar. Çünkü bilinen her şeye suret denilir. Öyleyse
insanlar, Allah Teâlâ’yı alamet sayesinde tanımışlardır, yoksa suret yenilenmiş
değildir. Sadece (Allah Teâlâ’yı kendisinde tanıdıkları) söz konusu suret,
onların alametiydi.
Hakkın derecelerinin bir sonu yoktur,
çünkü âlemin bekasmın bir sonu olmadığı gibi surette tecellinin nihayeti
yoktur. Öyleyse derecelerin iki tarafta, yani ‘şimdiki an’ vasıtasıyla ortaya
çıkan ezel ile ebedde de bir sonları olmamalıdır; şimdiki an âlemdir. Alem
olmasaydı, gerçekte de öyle olduğu gibi, ezel ebeddeıı ayrılmazdı. O halde Hakk
için bir başlangıç yoktur ve O’nun hakkında başlangıcın reddedilmesi, âlemle
ilişkisini ortadan kalkmasını sağlayan derecelerden birisidir. Alemin
derecelerinin de -ki Hakkın derecelerinin aynıdıryoktur ve âlem sürekli
onlardan birindedir. Alemin derecelerden birisine yerleşmesi, âlem için
‘başlangıç’ demektir; yoksa derecelerin başlangıcı yoktur. Aksine âlemin
onlarda zuhuru âlem için başlangıç demektir.
Bilmelisin ki, yaratıklarından ayrı
olması yönüyle Hakk dereceler ile derekeler arasında berzahtır. Çünkü Allah Teâlâ
kendisini ‘iki el sahibi’ olmalda nitelemiştir ve iki el arasında bulunan
berzahtır. Sağ elde bulunan ehli için cennetin dereceleriyken diğer elinde
bulunanlar ehli için ateşin derekeleridir. Aşağının O’nunla ilişkisi, yukarının
ilişkisiyle birdir. Çünkü Allah Teâlâ her nerede olurlarsa olsunlar kullarıyla
birliktedir. Öyleyse Allah Teâlâ cennet derecelerinde kullarıyla birlikte
olduğu gibi cehennem derekelerinde de şanına layık tarzda onlarla birliktedir.
Bilmelisin ki, derecelerden birisi,
mağfiret, yani örtme derecesidir. Mağfiret iki derecede gerçekleşir: Birincisi
günahkârları günahın cezasının kendilerine ulaşmasından örtülmesi; diğer
derece ise günahın isabet etmesinden kendilerini örtmektir. Bu örtme, ‘koruma
örtmesi’ demektir. Allah Teâlâ mağfiretin, örtmenin birinci türü hakkmda ‘Onları
acı azaptan korur’70 buyurur.
Mağfiretin diğer türü hakkmda ise ‘Onları günahlardan korur’71 buyurur. Mağfiretin başka bir
örtmesi yoktur. Öyleyse günahkâr ve azap arasında perde olan örtü, kerem, af,
bağışlama ve müsamaha örtüsüdür. Kul ile günah arasında perde olan örtüyse,
ilahi inayet, ihtisas ve korunma örtüsüdür. Buıiu Allah Teâlâ’dan korku veya
umut veya Suheyb hakkmda söylendiği üzere hayâ duygusu gerektirir: ‘Ne güzel
kuldur Süheyb! Allah Teâlâ’dan korkmasaydı bile asi olmazdı.’ Günah işlemekten
korunmasının nedeni korkusuydu; korku olmasaydı bile, Allah Teâlâ’dan utanmak
duygusu, kendisi adına günah olmasa bile, herhangi birisi hakkmda ‘günah’
denilen şeyin onda gerçekleşmesini engellerdi. Çünkü o sadece mubahlarda
tasarruf eder. Böyle bir durum inayetin zirvesidir ve mubahlarda tasarruf
ederek korunmadır.
Günahların en büyüğü, kalpleri
öldüren günahtır. Kalpler Allah Teâlâ hakkındaki bilgiden yoksun kalınca ölür
ki, bilgisizlik denilen hal budur. Kalp Allah Teâlâ’nın insanın bedeninden
kendisine seçtiği evidir. Bu ev bilgisiz kalınca, hırsız onu ele geçirmiş,
sahibiyle arasına girmiş demektir. Böyle bir insan kendisine karşı zalim olan
insandır. Çünkü o, evi sahibine bıraksaydı, ev sahibinden kendisine ulaşacak
iyilikten kendisini mahrum etmiştir. Cehalet mahrumiyeti budur.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir
sır vardır: Rabbi sadece kalbin sığdırdığını gören kalp sahibi, Hakkın
-herhangi bir sınırlama olmaksızınbünyesinin aynı olduğunu görenden aşağı
derecede bulunur. Çünkü Hakk ikinci kişinin görmesi, duyması ve bütün
güçleridir. Hadiste herhangi bir şey ayırt edilmemiştir. Öyleyse kalp sahibi
kalbini gözetirken diğer hal sahibi Rabbinin kendisinden gizlendiği her şeye
karşı Rabbiyle hüküm verir. Hakk, bu gizlenme esnasında söz konusu nitelik
sahibi tarafından müşahede edilir. Böylelikle ilham edildiği tarzda o şeye
karşı davranır. Hakkın gizlendiği şeyde izhar edilmesi insana ilham edilirse
-ki bu Hakkın gizlendiği o şeye dönük inayetinden kaynaklanırO’nu ortaya
çıkartır, Hakla kendinden ifade eder, o şeydeki Hakkın ne olduğunu bildirir.
Hakkın gizlendiği şeyde gizli halde bırakılması ilham edilirse, örtüyü orada
bırakır ve örtülü şeyi açığa çıkartmaz. Bu nitelik sahibi, kalp sahibi
hakkında hüküm verirken hâlbuki kalp sahibi Rabbinin evi olan kalbi koruyup
Rabbinden başkası ona girmesin diye kalbini gözetirken diğer kişi hakkında
hüküm veremez. Çünkü o güvenli bir kapıcıdır. Bunu anlayınca, bu ikisinden hangisi
olduğuna bakmalısın! Bu nedenle murakabe ehli, sürekli âlemde tasarruftan
perdelenmiş kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ’ta sıiıırları tutan kimselerdir.
Kalplerini murakabe etmekten (daha üst bir dereceye) yükselip -ki perdelerin
en büyüğüdürkalplerini murakabeden âlemi murakabeye geçtiklerinde, imkânları
genişler. Fakat onlar, daha önce zikrettiğimiz nitelikteki insanın hükmüne
sahip değillerdir. Çünkü onlar, kendilerini gözettiği için O’nu gözetir ve
murakabe ederler. Allah Teâlâ her şeyi gözetir. Onlar da Allah Teâlâ’nın
gözetmesine karşı kendi murakabelerini tam bir dengeyle ve örtüşme tarzıyla
yaparlar. Allah Teâlâ onları gözüyle gözettiği gibi (kalbini murakabe eden)
insan da gözüyle Allah Teâlâ’yı gözetir. Kendiliğinde ve âlemde bütünüyle Hakk
olan insan ise, murakabeyi aşar. Çünkü murakabe, bir siiluk ve delil getirme
makamıdır. İnsan Allah Teâlâ’ta, Allah Teâlâ ile, Allah Teâlâ’dan ve Allah
Teâlâ’ya doğru sülük ettiğindeyse, murakabe edilecek kimse kalmaz, çünkü artık
yolda saliki engelleyecek bir korku yoktur. Böyle bir sülük, murakabesiz sülük
demektir.
Bu menzil ilimler arasından
perdelerin çekilmesi, kimin üzerine çekildiklerinin bilgisini içerir. Örtüler
de perdeler gibi tazim amacıyla örtülebilir. Misal olarak, ardında hükümdarın
bulunduğu perde ve örtüleri verebiliriz. Bazen ardında bulunan şeyin açığa
çıkması istenmediği için bazen perdenin çekildiği kimseye duyulan merhamet
nedeniyle örtülebilir. Misal olarak Allah Teâlâ ile âlem arasındaki perdeleri
verebiliriz. Bu perdeler, Hakkın zatının tecellileri kendilerini yakmasın diye
âlemi koruma amacıyla çekilmiştir. Bu menzil perdelerin kime karşı ve niçin
çekildiğinin bilgisini içerir. İlahi kelamın terkip tarzı bu menzilden
öğrenilir. Kendisi bir iken, nasıl terkibi kabul etmiştir? Bu sayede bilgili
insan kelamın hakikatiyle kelamın niteliği olduğu kimsenin konuştuğu sözü
ayrıştırır. Böylelikle -kelamda değilkonuşulan sözde terkip öğrenilir. Böyle
bir bilgi değerli bir bilgidir ve ancak kelamını mümkünlerin varlıklarında
duyan Allah Teâlâ’yı bilenlere tahsis edilmiştir. Kabul eden ile makbul olan
şey, kabul edenin niteliği olan kabul, bu menzilden öğrenilir. Kabul, kabul
edenin farklılığı nedeniyle farklılaşır mı? Yoksa kabul edenin onda bir etkisi
yok mudur? İlahi hadlerin neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir Acaba
zatında kendilerine mi döner, yoksa Allah Teâlâ’ya mı, yoksa âlemden ibaret
olan mümkünlere mi döner?
Hakikati bilen tartışmacıların
nitelikleri bu menzilden öğrenilir. Onlar, hakikati bilse bile, onu örterler.
Misal olarak, doğruluğuna inanmadıkları bir mezhebi benimseyen fakihleri
verebiliriz. Bunlar yanlışlığını bildikleri bir görüşü savunmak üzere
tartışırlar. Hasmı ise kendi yanlış düşüncesine karşı doğru fikri ileri sürer,
fakat fakih onun doğru söylediğini bildiği halde reddeder, batılı -bile
bilehakikat olarak gösterir. Acaba böyle birisiyle batılın Hakk olduğunu
zannedip kendisine göre Hakk olması nedeniyleonu savunan kimse bir midir?
Bunların kıyamette Allah Teâlâ katındaki durumu nedir? Acaba onların ilahi bir
dayanağı var mıdır, yok mudur? inkâr, red ve yalan arasındaki fark nedir? Bütün
bunlar, var olan şeyler midir, var olmayan şeyler midir? Var olan şeyler ise,
varlığın hangi mertebesindedirler? Hepsini kuşatır mı, yoksa bir kısmında mı
varlık bulunur? Var olmayan şeyler ise, yokluk mertebelerinin hangisinde
bulunurlar. Varlık kabul etmeyen yokluk mertebesinde midirler? Yokluğun
belirli bir nispede varlık kabul etmeyen bir mertebesi var mıdır, yoksa her
yokluk varlık mertebesine nispeti kabul eder mi? Ya da varlığın nitelendiği
şeyi kabul eden bir yokluk mertebesinde mi bulunurlar? Bu sınıf, mümkün
yokluktur.
Zayıfın güçlüye kötülük etmeye
yeltenmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba bu teşebbüs gerçek bir güçten mi
kaynaklanır? Böyle ise zayıf kimdir? Ya da o mevhum bir güçten mi kaynaklanır?
Böyle bir durumda güçlü zayıftır ve zayıflığından onu perdeleyen şeyin ne
olduğunu bilmiyordur. İşlerin değerini ve onların hakkını bilmeyenin kim olduğu
bu menzilden öğrenilir. Bunu bilmeme nedeni nedir ki yakışık almayan bir
davranış kendinden çıkmaktadır? Allah Teâlâ katında kendisini bileni
zikrettikleri hususta, meleklerin mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Bu durum
ilahi yakınlığa sahip olduklarında böyledir. Onlar Allah Teâlâ ile yaratıkları
arasında vasıta olduğu gibi tevhit şahidiğinde de ortadaki kimselerdir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah
olmadığına şahittir, melekler ve bilgi sahipleri de...’72
Her bir şeyde Allah Teâlâ ile yaratıkları arasındaki derecelenme, bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ katında hakikati kabul etmenin meydana getirdiği netice
bu menzilden öğrenilir, ihtiyara göre hüküm vermek adalete zarar verir mi,
vermez mi? Bu menzilden öğrenilir. Bir şeyi bilmiyorken öğrenen ile unuttuktan
sonra öğrenenin durumları bu menzilden öğrenilir. Acaba hatırlayanın diğerleri
karşısındaki durumu nedir? Bir şeyin hakkını yerine getirenin ihlası bu
menzilden öğrenilir. Nahoş olan ile sevilen şeyler, bu menzilden öğrenilir.
Zeyd’in nahoş bulduğu şey Ömer’in sevdiği şeyin aynı mıdır, değil midir? Hakka
özgü şeyler bilinir mi bilinmez mi? İlahi inayetle Allah Teâlâ’nın bildirmesi
yoluyla o bilgiye ulaşılır mı, ulaşılmaz mı? Bu konuda bir imkânsızlık varsa,
nedeni nedir? Adil imamın yeri ve mertebesi neresidir? Nur değil, karanlık nedeniyle
perdelenenlerin halleri, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’dan nur nedeniyle
-karanlık değilperdelenenler bu menzilden öğrenilir. Hem nur hem karanlık
nedeniyle perdelenenler, bu menzilden öğrenilir. Perdeler perdelenenlere rahmet
midir, sadece perde midir? Organlara dönük teklifler, bu menzilden öğrenilir.
İtibar, tefekkür bu menzilden öğrenilir. İlahi inayet ehlinin desteklenmesi, bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları nasıl destekler? Hangi mertebede
destekler ve düşmanları onlara musallat etmesinin ve onlara karşı güç
vermesinin nedeni nedir? Onlara galip gelenin dayanağı nedir? İlahi-var olan
bir şeye mi dayanır, yoksa nefsanî-var olan bir şeye mi dayanır?
Kendisini gördüğünde ‘Hakk’ olduğunu
söylediğin şey, bu menzilden öğrenilir. Sonra onun batıl, sonra Hakk-batıl,
sonra ne batıl ne Hakk olduğunu, en sonunda da ‘ne olduğunu bilmiyorum’ dersin.
Hükmün bilgisizliğe dönmesi o şeyi bilmenin kendisi midir, yoksa onu bilmeye
ulaşmak mümkün müdür? Bu kişi ise o bilgiye ulaşmamış, -hakkında konuştuğu
şeyin niteliğini değilkendi niteliğini söylemiştir. Taassupsuz insaf, bu
menzilden öğrenilir. Mertebesi nedir? Zorlamayla değil, lütufla öfkenin
dindirilmesi bu menzilden öğrenilir. Çünkü zorlamak öfkeyi dindirmez, sadece
yenilmiş olmak nedeniyle hükmü gizlenir. Meleklerin saf tuttukları gün âlemi
ihata etmeleri bu menzilden öğrenilir. Onlar bugün de aynı surette bulunurlar.
Meleklerin bizde olan hükümleriyle o günkü hükümleri arasındaki fark, bu
menzilden öğrenilir; hâlbuki ihatadaki nitelikleri aynıdır. Niçin orada
birbirlerine nida ederler? Burada ise belli yerlerin dışında öyle değildir.
Çünkü kıyamet dünyayla aynı tarzdadır. Fakat orada hüküm veren vasıtaların
ortadan kalkmasıyla hüküm verirken burada hüküm veren de aynı birdir; fakat, iki
diyarın ayrışması için, burada vasıtalara göre hüküm verir. Nitekim Allah
Teâlâ’nın iki kabzası da cennet ve ateş vasıtasıyla birbirinden ayrışır.
Allah Teâlâ’ya hüküm dayatanın bunu
nereden hareketle yaptığı, bu cüretkârlığa onu neyin sevk ettiği, Hakkın
niteliği mi yoksa bilgisizliğinin niteliği mi olduğu bu menzilden öğrenilir.
Zorba ve kibirlilere dönük ilahi inayet, bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’nın ilahi isimlerden dokunulmaz bıraktıkları, bu menzilden öğrenilir.
Niçin onları masum bırakmıştır. İlahi isimlerden masum bırakmadıkları, bu
menzilden öğrenilir. Misal olarak el-Ahad ismini verebiliriz. Bu isimde
tecelli gerçekleşmez. Allah Teâlâ isminde veva bu isimde tecelli yoktur. Bu
iki ismin dışında bizim bildiğimiz isimlerde tecelli gerçekleşir.
Durağanlıkta hareket bu menzilden
öğrenilir. Mümin ile alim arasında gerçekleşen ortaklığın hangi mertebede
gerçekleştiği bu menzilden öğrenilir. Neye göre ortaklık gerçekleşir, neye
göre birbirlerinden ayrışırlar? Mümin alimin derecesine ulaşabilir mi? Sadık
haber yoluyla kabul ettiği bilgiyle mümin alimlerin derecesine ulaşabilir mi,
ulaşamaz mı? Peygamber oldukları, hakkmdaki iddialarında peygamberleri doğrulamak
hakkmdaki delil, getirdikleri haber ve hükümlerin doğruluğuna da ulaşır mı? Yoksa
başka bir delil mi lazımdır? Mukallit olmakla birlikte mümin alim de olur mu?
Çatışma yoluyla, çağıranın çağırdığı kimse için çağrılan Hakk gelmesi ve ortaya
çıkan bu döngü, bu menzilden öğrenilir. Alemde doğanın gereği olarak kurtuluşu
istemenin hükmü, bu menzilden öğrenilir. Fakat âlem bunu bilmez. Acaba onu
âlemde bilen sınıf İçimdir? Kurtuluş ne demektir? Her çağıranın ve çağırdığı
ilahi ismin alametinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. İnsanin elinde
bulunan şeyleri atıp artık onlara itimat etmediği ve bütün işlerini Allih’a
teslim ettiği vakit bu menzilden öğrenilir. Okun atana geri dönmesi bu
menzilden öğrenilir. Bunu Telimsan’da okçuluk sanatını bilen birisinden
öğrenmiştim. Okunu attığını görmüştüm. Ok hedefini ulaştığında, atana geri dönüyordu.
Bu durum benim için amellerin yapanlarına dönmesi hususunda ibredik bir
misaldi. Zaman olmadığı halde zamanın menziline yenleşen şey, bu menzilden
öğrenilir.
Hakimin hükmünden sonra tartışma, bu
menzilden öğrenilir. Hükmün döndürülmesine bir etkisi yokken, bu tartışma niçin
yapılır? Hakim için şahiderin yerleri bu menzilden öğrenilir. Halcimin
bilgisine rağmen hükmünü terk ederek, şahitlerin sözüyle hüküm vermesinin
nedeni bu menzilden öğrenilir. Böyle bir uygulama âlemde niçin vardır? Bize
göre böyle bir hüküm, canlar hakkında veyâ hadleri uygulamada değil, sadece
mallarla ilgili verilen hükümlerdedir. İhtiyaç nedeniyle ertelenmesi caiz
olmayan şeyler, bu menzilden öğrenilir. Bilginin gerçekleşmesi için korunmuş
olan açıklamanın faydası nedir? Onunla hüküm vermek niye terk edilir? Bu durum
hangi hadiselerde gerçekleşir. Bu meselede kim doğru yapmaktadır? Acaba
bilgisine göre hüküm verdiğini söyleyen mi, muhalif mi haklıdır? Bana göre, bir
meselede bir şeyi biliyor isem ve şahitler bildiğime aykırı şahidik yaplarsa,
bu görüşte isem bilgime göre hüküm vermem caiz olmaz ve hüküm verirken o
konuyu bilmeyen hakim gibi davranarak hüküm vermeyi bırakırım. Bana göre doğru
yorum budur ve içimde bir şey kalsa bile benim mezhebim budur. Bu tarz bir
hüküm mallarla ilgili verilen hükümlerdendir. Canlar hakkında hüküm verirken,
masumluğu bildiğimde, bilgime göre hüküm veririm. Masumluk yok ise ve iftira
edenin doğru söylediğini bilirsem, şahidere göre hüküm verir, bilgimi
bırakırım. Vardığım görüşün sebebi, bu menzilden öğrenilir.
Alemin insandan üstün olmasını
sağlayan özellik, bu menzilden öğrenilir. Alemin bu üstünlüğü insana karşı
ebeveynin üstünlüğüdür. Saat diye isimlendirilen şey, bu menzilden öğrenilir.
Âlemde Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük sahih midir, değil midir? Eşyanın zati
olarak talep ettiği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Bu konuda harikulade sahih
midir -ki böyle olursa yapmayla gerçekleşir-, yoksa yaratmayla mı gerçekleşir?
Adet aşılırsa, onun yeri nedir? Talep edende midir Ki böyleyse zatının
gerektirdiği işi takip eder. Nimedenene verilen nimederin ifadesi bu menzilden
öğrenilir. Bunlardan öğretme amaçlı olanlar ile nimeti inkâr etmesine karşılık
zikredilenler hangisidir? Maddi ve manevi âlemin hayatının esası bu menzilden
öğrenilir. Bunlar tek şeye mi döner, dönmez mi? Doğada maddi hayatı verecek
bir hayat var mıdır, yok mudur? insanın dünyadaki yaratılışı ve burada
kalırkenki halleri, ölümden sonra bedeninin varacağı yer, bu menzilden
öğrenilir.
Hayat ve ölüm bir nispet midir, yoksa
farklı yerlerde otaya çıkan bir hakikat midir? el-Mümit tek bir ölümle mi
öldürür? Böyleyse, sebep olur; veya sadece öldürür mü? Aynı şey hayat için
geçerlidir. Bu durumda ölüm, el-Mümit’in hükmüyle ölümün kendisidir. Kazanın
hükmü ve kaderden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Peygamberlerin getirdiği
mucizenin bir şart olmadığı ve onu getirmenin zorunlu olmadığı meselesi bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın karşısında edepsizlik yapsalar bile
kullarını gözetmesi, bu menzilden öğrenilir. İmanın genel olarak ahirette fayda
vermesi bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM
Dinde İhlasın Sırrı Menzilinin Bilinmesi. Buradaki 'Din' Nedir? Şeriat
Niçin 'Din' Diye İsimlendirildi? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Niçin
İyiliği 'Adet' Diye İsimlendirdi?
Her şahşın Kuran’dan bir suresi var Benir^ı O’nun kitabından
surem tenzil
Ulvi yönüm için getirdi onu İnerken Mikail
ve Cebrail
İçindeki rahmet ve sevgi beni yumuşatırken
Yanlarında hidayet ve saptırma da vardı
Baktığımda ayetlerinde sırlar gördüm Ateş
nur ve tenzil ve temsil
Kara kirpikli gözlerin ilk bakışı Uçları
sürmelenmemiş kirpiklerin
Büsure bize Halep’te tecelli etmişti.
Onu görünce ‘bu insan ve cinlerin temas etmediği
suredir’73 denilmiş, onda ve ondan bana doğru güçlü bir
meyil görmüştüm. Daha önce girdiğim bu menzile benzer bir şekilde bana
suredenmişti. Şöyle denildi: ‘Bu suret, diğer müminlerden ayrı olarak sadece
saha tahsis edildi.’ Böyle denilince, işareti anladım, surenin zatım ve benim
hakikatim olduğunu gördüm, benden başkası değildi o! Çünkü bütünüyle bir şeye
mahsus olup kadim veya hâdis başka bir şeye ait olmayan, ancak o şeyin zatıdır.
Bunun üzerine şöyle dedim: ‘İşte ben oyum.’ Bunu söyleyince ihlas ile aynı
kökten gelen ‘tahlis’in anlamını kavradım ve Kuran okunurken bana indirilenden
okunan kısmın anlamını öğrendim. İhlas suresinin okunması esnasında gelen
ilham, bana başka bir surenin değil de niçin onun ‘ihlas’ adıyla
isimlendirilmesinin anlamını verdi. Hâlbuki sureler, Allah Teâlâ’nın nispet ve
niteliklerine (dayanır) ve dolayısıyla (ilahi nispetler ile âlem arasındaki
ilişkinin gereğiyle) âlemin bütünü demektir. Bu işarede şunu öğrendim: Âlem,
toplamı bakımından -yoksa tekil parçaları yönünden değil‘apaçık Haktır (hakk-ı
mübin).’ Böylelikle zatı yönünden nispederi halis olmuştur. Bu toplam Hakta
tek hakikattir ve o âlemde hakk-ı mübindir.
Yahudi ümmetinden bir grup Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bize Rabbini nitele!’ deyince, kendisine
indirdiği vahye göre, bütün insanlar için Allah Teâlâ’yı nitelemiştir: ‘De ki, O Allah
Teâlâ birdir (ahad).’74 Allah Teâlâ’yı ahadiyet, yani mutlak
birlik özeliğiyle nitelemiştir. Bununla birlikte âlemdeki her parçanın kendine
özgü bir ahadiyeti, yani birliği vardır ve onda hiçbir şeyle ortak değildir.
Bu birlikle her varlık, diğerleriyle ortak nitelikleri olsa bile, başka
varlıklardan ayrışır ve farklılaşır. Sonra ona şöyle denildi: ‘Allah
Teâlâ Samed’dir:75 O, işlerde
kendisine yönelinendir. Bununla birlikte âleme yerleştirilen sebeplere
başvurulur. Onlara ‘sebep’ denmesi, bütün sebeplerin dayandığı ilk Samed’e
sonuçlarını (müsebbebat) ulaştırmalarından kaynaklanır: ‘Doğmadı.’76
Bu, çocuğu olmayan kısır demekti ve Allah Teâlâ rüzgârı ‘akim’ diye
nitelemiştir, çünkü rüzgârların bir kısmı çiçek tozlarını taşırken bir kısmı
kısırdır: ‘Doğurmadı,’77 Nitekim Âdem
doğurmadı. Çünkü soru soranlar, doğumun ne olduğunu biliyordu ve bu nedenle
onlarca bilinen bir şeyle kendilerine hitap edildi. ‘Ona
denk yoktur.’78 Burada
zevceyi kast etmiştir ve bu ifade ‘Mesih Allah Teâlâ’nın oğludur’ ve ‘Üzeyr Allah
Teâlâ’nın oğludur’ diyenlere yöneliktir. Denklik benzerliktir. Kadın ise hiç
bir zaman erkeğe denk olmaz. Çünkü ‘Erkeklerin
kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’79 buyurur. Dolayısıyla kadın erkeğe
denk değildir. Çünkü edilgen, faile denk değildir. Alem Allah Teâlâ’nın
edilgenidir, dolayısıyla Allah Teâlâ’ya denk değildir. Havva Âdem’in edilgenidir.
Âdem ise Havva’da faildir ve ‘bu yönden’ ona denk değildir. Allah Teâlâ ‘Erkeklerin
kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’80 buyurmuş, Havva Âdem’in edilgeni
olduğu gibi erkek de kadının edilgeni olmasın diye Hz. İsa’yı Meryem’in
edilgeni yapmamıştır. ‘Ona gözüktü.’81 Yani Cebrail veya melek. ‘Yakışıklı
bir erkek olarak...’82 Sonra ona
şöyle dedi: ‘Sana rabbinden bir elçiyim, temiz bir
çocuk vermek üzere geldim.’83 Melek Meryem’e İsa’yı vermiş, Hz.
İsa bir erkek suretinde görünen meleğin edilgeni olmuş, babasmın suretinde
erkek bir insan ve ruh olarak ortaya çıkmış, melek olan babasının sahip olduğu
iki sureti kendinde birleştirmiştir. Babası kendisi bakımından bir ruh, fakat
beşer suretinde gözükmesi yönüyle beşerdi.
Bu sure ‘ihlas’ suresi diye
isimlendirildi, yani Hakkı âlem için akim Allah Teâlâ hakkındaki hükmü olan
tenzihten soyutlamış, sonra aynı hakikatte âlemdeki niteliklerin toplamından
ayrıştırmıştır (tahlîs; cem beyııe’t-tenzih ve’t-teşbih). Bu nitelikler, âlemde
ayrı ayrı bulunuyordu ve bir varlık onları kendinde toplamamıştı Âdem âlemde
ortaya çıkan en kâmil surettir, bununla birlikte eksiktir. ‘Doğurmadı.’ Çünkü o
bir (ahad) ve samed’dir. Doğurulmadı. Havva da ona denk değildi. Bu sure Hakkı
teşbihten ayrıştırdığı gibi tenzihten de ayrıştırmıştır.
İşaret ettiğim hususu anladığında
şunu da bilmelisin: İhlasın sırrı Allah Teâlâ’nın bilgisini âlemden, daha
doğrusu âlemdekilerin çoğundan gizlediği kader sırrıdır. Böylece Allah Teâlâ,
eşyayı tanımlarıyla ayrıştırmış ve temyiz etmiştir. Kader sırrı da bu demektir.
Çünkü kader eşyayı belirlemek demektir ve bü sayede de eşya farklılaştığı gibi
yaratılmış yaratandan, zamanda var olan bilinen ve görünen sabit bir nitelikle
kadimden ayrışır. Kadim ise hadisten (zamanda var elan) belli bir sübutî nitelikle
değil, zamanda olanın ayırıcı özelliğinden kendisini olumsuzlamakla ayrışır
(selbî yöntem). Kadim, bilinen-bilinmeyendir. Sadece O -teala şanuhubilindiği
gibi meçhul olandır. O’nu bilmemenin kendisini bilmek demek olmaktan Allah Teâlâ
münezzehtir! O’nu bilmek O’nu bilmemek demektir. Bundan daha yüce bir ayrım
olamayacağı gibi bunda ,akıl sahipleri ve basiretliler için bundan daha
belirgin bir ayrım da yoktur.
Dinde ihlas meselesine gelirsek,
dinde ihlas, ‘uygun karşılık’ demektir. Binaenaleyh sadece (amele verilen)
artmayan ve eksilmeyen ‘uygun karşılık’ vardır. Çünkü Allah Teâlâ, bir hakikati
bildirmek üzere, onu ‘uygun karşılık’ yapmıştır. Çünkü cezalandırılan/karşılık
verilen, istidadının vermediği bir şeyi kabul edemez. Üzerinde ortaya çıkan ve
bizzat kendisinde, yani istidatta bir cezayı gerektiren borcu, onun istidadı kabul
etmiştir. Başka bir ifadeyle cezayı istidat kabul etmiştir ve (istidada) uygun
ceza ve karşılık haline gelmiştir. Ceza amele aittir ve amel sahibi onu kendi
amelinden kazanmıştır. Bu nedenle sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Cennette
gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiçbir yaratılmışın kalbine gelmeyen
nimetler bulunur.’ Çünkü amel sahibinden kasıtsız olarak öyle amel meydana
gelir ki, onu gözü görmemiş, kulağı duymamış ve kalbi düşünmemiştir; söz konusu
amel, ancak ondan çıkınca görünür ve sahibinin aklına gelir. Cennette de
dünyada görülmeyen veya duyulmayan veya kişinin kalbine gelmeyen nimeder
vardır. Böyle bir amele ‘uygun karşılık’ kendisi gibi bir nimettir. Bu amel
‘Sizi bilmediğiniz işlerde yaratırız’84
ayetinde belirtilen durum kapsamındadır. Allah Teâlâ insanı fikir yoluyla
bilmediği veya gözüyle görmediği veya orada bulunmayı kulağının duymadığı bir
menzilde ortaya çıkartır. Böyle bir amçlin cennetteki karşılığı ve cezası ise
zikrettiğimiz tarzda gözün görmediği, kulağın duymadığı ve herhangi bir
yaratılmışın aklına gelmeyen nimet olabilir. Bu ceza o amel için uygun bir
nitelik kazanmıştır ki, bu da kader sırının bir yönüdür.
Din iyi amel olduğu gibi aynı zamanda
din ‘adet (avdet etmek, sahibine dönmek)’ demektir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem iyiliği ‘adet’ diye isimlendirdi. Bu ifade gerçekleri bilen
birisinin, yani Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in verdiği bir müjdedir.
Bu müjde, nefsin özü gereği iyi olması demektir. Nefs kötülüğü ancak söz gelişi
arkadaşının ısrarı tarzında bir hacet nedeniyle kabul eder, yoksa kötülük,
nefsin zatından değildir. Peygamber ‘iyilik adet, kötülük ısrardır’ buyurur.
Dost nefsi zorlayarak
Allah Teâlâ’nın emrine ve yasağına
karşı gelmek anlamındaki kötülükte ısrar edince, nefs bu ısrara ve baskıya
direnemez. Allah Teâlâ nefse ilham verir, hatta meleğin bilmediği ‘özel yönden’
o kötülüğü kabul etmesini söyler. Ardından nefsin Hakkın kendisini tuzağa
düşürmesiyle ilgili endişe ve korku hissettiğini görür. Bunun üzerine Hakk
nefse ‘tebdil’, yani kötülüklerin iyiliğe değiştirilme mertebesini ve
yükümlülerin işlerinin rahmete varacağını göstererek, şu ayeti okur: ‘Allah
Teâlâ onların günahlarını iyiliklere çevirir.’85 Ardından
kendilerine karşı aşırı gidenler hakkındaki şu ayeti okur: ‘Allah
Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin, O bütün günahları bağışlar.’86 Bunun üzerine nefsin korkusu ortadan
kalkarak yakınının getirdiği kötülüğü kabul eder, rahmetin, affın ve bağışlamanın
genelliğini bilmediği için de kendisinden meydana gelen bu kabule rağmen mesrur
olur.
Nefs Allah Teâlâ’nın affı, yakını
olan şeytanın getirdiği kötülüğü kabul edenler için belirlediğini veya dostun
ısrar ve iknasıyla kötülüğü kabul eden nefsi ‘zorlanan kimse’ konumunda
saydığını bilmiyordu. Hâlbuki zorlanan kimse cezalandırılmaz. Bu nedenle
kötülük, ilahi bir müjde olarak, ‘ısrar’ diye isimlendirilmiş, bunun farkına
herkes varmamıştır. İyilik ise ‘adet (alışkanlık)’ sayılmıştır, çünkü nefs,
babası temiz* ve kutsi ruh olduğu için, özü gereği iyidir. Başka bir ifadeyle
nefsin doğası iyiliktir. Nefsin annesi ise karışımlardan düzenlenen surettir.
Nefsin kabul ettiği ilk şey, eşidik ve adalettir. Bu durum ‘Seni
düzenledi ve sana itidal verdi’87 ayetinde belirtilir. Adaleti kabul,
iyiliğin ta kendisidir ve nefs asil itibarıyla bu (düzenlenmiş ve itidal
bulmuş) yaratılışı kabul etmiştir; söz konusu yaratılış karışımlardan ibaret
olan birbirine zıt olan unsurlara komşudur ve iki zıddm birbirini itmesi zorunludur.
Nefste birbirine itme olmadığına göre, bu durum, onun aslının iyiliğini
gösterir. Düzenlenmesinin ve tesviyecinin ardıiıdan ise kendisine üflenen kutsi
ruhu kabul etmiştir. Böylelikle nefsin yaratılışına ilave olarak kabul ettiği
ilk şey, bu temiz ve temizleyici iyi ruhun üflenilişidir. Bu nedenle iyilik ve
hayır, nefs için doğası gereği bir alışkanlık ve adet olmuştur. Nefs bu doğada
yaratılmıştır ve bu nedenle sonunda aslına döner. Çünkü asim bir yönü,
zikrettiğimiz şekilde, iyiliği kabuldür. Böylece rahmet sonunda nefse ulaşır.
Nitekim onun varlığı da rahmetin kendisiydi. Böylelikle iş başladığı gibi
bitmiş, son başlangıcın aynı olmuştur.
Bu görüşü destekleyen hususlardan
biri, bütün insanların aslı olan ilk insanın yaratılışının son derece temiz ve
nezih olmasıdır. Onun üstünlüğünün nihayeti, ilahi surette yaratılmış
olmasıdır ve bu nedenle ondan ancak (kendisine) uygun bir şey ortaya çıkabilir.
Bilindiği üzere, birbirine zıt ilahi isimlerin hakikatleri, varlıkta bir
muhalefetin olmasını gerektirse bile, bu muhaliflik onların birbirini
kınamasını gerektirmez. Aynı şekilde insan yaratılışında da muhalefet ortaya
çıktığında, işin sonunda ebedi azapla karşılaşmaz, çünkü asıl -ki ilahi suret
demektirhimaye eder. İnsan muhalefete mecburdur ve muhalefet zorunludur.
Çünkü ilahi suret üzerinde yaratılanda isimlerin birbirine zıt olması
zorunludur. En-Nafi ismi ed-Dar, el-Muti ismi el-Mani değildir. O halde bu
hakikatlerin insanm yaratılışında ortaya çıkıp suretin tam olarak zuhur etmesi
gerekir. Öyleyse itaatkâr günahkârın, müşrik birleyenin, muattıl ilahi şifadan
kabul edenin, emre uyan ise ilahi isimlerin yardımıyla muhalif olanın
mukabilidir. Bu durum ‘Hayır! hem onlara hem şunlara
Rabbinin ihsanından yardım edeceğiz’88 ayetinde belirtilir. Kastedilen
günahkâr ve itaatkârlar, iyilik yapanlar ve kötülük yapanlardır. ‘Rabbinin
ikramı sınırlı değildir.’89 Yani engellenmiş değildir, çünkü Allah
Teâlâ özü gereği verendir. İyiliği alan yer ise kabiliyederdir. Onlar,
istidadarıyla kabul ederken istidadan ilahi isimlerin onlardaki etkileridir.
Bu ilahi isimler arasında bir uyum ve çatışma vardır. Birbiriyle uyumlu
olanlara misal olarak er-Rahîm, el-Gafiır vb. isimleri; birbiriyle çelişenlere
misal olarak el-Muiz ve el-Muzil vb. isimleri verebiliriz. Bir mahallin söz
konusu isimlerden birisinin hükmüne göre bir istidadı bulunmalıdır ve ilahi
hükmü kabulü o istidada göre gerçekleşir.
Herkes ya muhalif veya uyandır. Böyle
birisi nasıl olur da bizatihi ve özü gereği kınanır? Arazlar ise sabit
değildir. Öyleyse insanm iyiliği zatî ve özü gereğidir. Hükmü geride kalacak olan
da odur. Kötülük ise dolaylıdır; bir süre sonra olsa bile ortadan kalkar. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Onun haberini bir süre sonra
öğreneceksiniz.’90 Bu ayet ‘Ey
kullarım!..:91 ayetindeki
ifadeye benzer. Allah Teâlâ onları kendisine izafe etmiştir. Nitekim
yaratılışta da nefislerini kendisine izafe ederek şöyle buyurur: ‘Ona
kendi rufumdan üfledim:92 Başka bir ayette ‘Her
birine Rabbinin ikramından yardım ederiz’9* buyurur.
Sonra şöyle der: ‘Ey kendilerine karşı haddi aşan
(israf) kullarım!’9* İsraf, had ve miktarın dışına çıkmış
cömertliktir. İrıfakta da aynı şey söylenmiştir: ‘Ne
israf ne de cimrilik ederler.’95 Yani ihtiyacın dışına çıkacak kadar
genişletmeyin veya ihtiyaç duyulanı eksiltecek kadar da sıkı tutmayın. ‘Allah
Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin.’96 Rahmet her şeyi kuşatır ve eşyadan
daha kâmildir. Sizi neyden yarattığımızı ve nasıl yarattığımızı -ki temiz bir
ruh ile uyumlu/itaatkâr, asi olmayan ve muhalefeti olmayan bir doğadan
yarattıksize bildirdik. ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlayandır.’97 Onlardan hiçbir şeyi geride
bırakmadığına göre, günahkârlarda azap neye göre ebedi olacaktır?
Öyleyse sadece uygun bir ceza vardır.
Allah Teâlâ mağfiret etmiştir ve mağfiret edilenin artık bir hükmü kalmaz.
Çünkü günahı bağışlayan ve mağfiret eden ‘Gafur
ve Rahimdir.’98 Özü gereği
Gafur ve Rahim olan bir günahı bağışlamış ise sürekli olarak onu bağışlamış demektir
ve kula bir daha günahın hükmü dönmez. Çünkü onu koruyan, el-Gafur ve
er-Rahîm’dir. Günahı ortadan kaldırıp bağışlayan bu ve benzeri isimden başkası
olsaydı, kendisini koruyanın olmayışı nedeniyle bağışlama hükmü de sabit
olmayabilirdi. Açıkladığımız hususun farkına varmalısın! Bu konu, marifetin
özüdür.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ
adamlarından kâmiller ve yeryüzündeki halifelerinin Hakkı görmesi -ki onlar Allah
Teâlâ’ya görmeden değil, kendisini müşahede ederek ibadet ederlerbir ilave
değil, bir karşılık ve cezadır. Bu kemalden aşağıdakiler adına Hakkı görmek,
cezaya ilave olabilir. Bu ilave ‘İyilik yapanlar için güzellik ve ilave
vardır’99 ayetinde
zikredilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Tarttığında
tercih etmelisin!’ Bunun nedeni, Allah Teâlâ peygamberinin kendiliğinde
gerçeğe göre hüküm vermesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem teraziyi
elinde tutan insana Tercih yap’ demiştir. Bunun amacı, Allah Teâlâ’nın Hakk
edişe rağmen ilaveyi zikrettiğini görünce, Hakk ettiği şeye ilave edilmesini
sağlamaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu makamda ‘En hayırlınız,
en iyi hüküm verenizdir’ demiştir. Ceza demek de olan dinde İhlasın anlamı
budur.
‘Senden sana sığınırım’ hadisinin
anlamı da burada ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem herhangi
bir isim belirlemeksizin ikinci tekil şahıs zamiriyle sığınmayı zikretmiş,
onun bir mukabili olmamıştır. Çünkü peygamber isim belirlememiştir, dolayısıyla
kimden sığınılacağı belli değildir. Nefsini Hakkın suretinde görerek ‘senden’
demiş, Allah Teâlâ’ya kendi nefsinden sığınmıştır. Çünkü nefs ‘misil’ anlamıyla
Kuran’da geçer: ‘Nefislerinizi tezkiye etmeyin.’100
Benzerleriniz demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Allah
Teâlâ’ya karşı hiçbir nefsi tezkiye etmem’ der. Başka bir hadiste ise
‘Nefisleriniz hakkında korktuğunuz gibi’ der. Bu da benzerleriniz ve
birbiriniz demektir. Öyleyse ‘Senden sana sığınırım’ hadisindeki iki zamir,
tek bir zamir anlamında yorumlanabileceği gibi ‘senden’ ifadesindeki zamirin
misle dönmesi de mümkündür. O da istifade edenin nefsidir. Çünkü o, halife ve
en yetkin şekilde sureti elde eden kimsedir. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, ilahi-gizli bir tuzağı bilmesi nedeniyle, nefsinden Allah
Teâlâ’ya sığınmıştır.
Allah Teâlâ bu insan yaratılışında
(kendi) misli olan sureti sadece teşrif amacıyla izhar etmemiştir, aynı zamanda
bu durum -bir şeref olduğu kadarsınama ve imtihan demektir. Öyleyse her kim
kâmil anlamıyla surede zuhur ederse, hiç kuşkusuz, iki ele bağlı olan şerefi de
elde etmiştir. Çünkü ilahi suret herhangi bir tarzda kötülenemez. Kim kemalden
eksik kalırsa, onun için -farkında olmadığı yöndenbir vardır. Alemde halife
olmak da şeref değil bir sınanmadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Hükümdarlık ahirette pişmanlık sebebidir’ buyurur. Bunun nedeni
hükümdarlığın sahibinin kıyamette hesaba çekilmesini gerektiren hakları ortaya
çıkartmasıdır. Hükümdar kıyamette dünyada herhangi bir işi üstlenmemiş olmayı
temenni ederdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizi çoban sayarak şöyle
demiş: ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’ Her şahsın ilahi
suretten bir payı vardır. Kimde suret tam olarak bir araya gelirse, artık o
mesul değildir, çünkü ‘Allah Teâlâ yaptığından mesul
değildir, onlar ise sorumludur:101 Arzusundan konuşmayan kimse,
söylediğinden hesaba çekilmek veya tartışmaya konu olmak şeklinde bir
mesuliyete maruz kalmaz. Fakat bazen bir şey öğrenmek amacıyla ona soru
sorulabilir. Bunun amacı, dinleyenlerin bilgi edinmesini sağlamaktır. Söz
gelişi Hakk, arzularından konuşmadıkları halde, bir araya getirdiği gün
peygamberlerine ‘Si?e nasıl karşılık verildi’ diye . sorar,
onlar da ‘Bilgimiz yok, Sen gaybleri en iyi bilensin’102 diye cevap verirler.
Mevkıf ehli, yani keşif sahipleri,
peygamberlerin âlemde en kâmil keşfe sahip insanlar olduklarını bilir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ onlara ümmederiniıı veya davederinin ulaştığı insanların
kalplerinin nasıl karşılık verdiğini bildirmemiştir. Çünkü peygamberler orada
bulunmuyorlardı veya yanlarında bulunup diliyle davete olumlu karşılık veren
insanın diliyle olduğu gibi kalbiyle karşılık verip vermediğini bilmiyorlardı.
Şöyle diyebilirsin: ‘Diliyle kabul edenin cevabını ve neyi kabul ettiğini
duymuştur.’ Şöyle deriz: Hal karinesinin bir hükmü vardır, onu kendisini gören
bilebilir. Peygamberlerin verdikleri cevaptan, onların bu soruyla Allah Teâlâ’nın
kalplerin nasıl karşılık verdiğini kastettiğini anladıklarını öğrendik. Çünkü
onlar ‘Bilgimiz yok, Sen gaybleri en iyi bilensin’103 demişlerdi. Allah Teâlâ’nın
sorusuyla dille verilen cevabı anlasalardı, diliyle ikrar edenin kabul ettiğini
duydukları için, kabul ettiğini duymadıkları kimseleri ayırt ederlerdi.
Hâlbuki onlar, cevapta gaybleri zikretmiştir. Buradan sorunun kalplerin
cevabıyla ilgili olduğunu anladık. Bunun yanı sıra buradan şunu da anladık:
Keşfin her şeye yayılacak kadar genel olması zorunlu değildir. Fakat keşfe
sahip olan insanda (her şeyi keşfen bilecek) bir keşif istidadı vardır. Hakk
keşfe konu olan şey mana ise kalbinin aynasına, suret ise gözünün aynasına
âlemin sırlarını yansıtıp ona keşfettirirse, insan bunları görür, o kadar!
Şöyle sorabilirsin: ‘Hakk bir insanın
gözü olabilir. Böyle bir insanın âlemdeki her şeyi görebileceğini ve Hakk ile
baktığı için gözüne hiçbir şeyin gizli kaymayacağını söylediğini biliyorum.’
Şöyle deriz: Haklısın! Fakat makam ile hal arasında fark var. Hallerin bir
sürekliliği yok ki! Bizim söylediğimiz bir haldir. O hal gerçekleştiğinde keşif
mümkündür; fakat hal kalktığında, artık Hakk ile değil, yaratılmış gözüyle ve
Hakkın yardımıyla bakar. Bu durumda onun hükmü yaratılmışların seçkinleriyle birdir.
Başka bir ifadeyle tümel değil, tikel keşfe sahiptir. Çünkü o sadece sıradan
insanlara da ait olan bir özellikle mutat bir halde keşfeder. Âlemde görülen
her şeyi keşfetse bile, içinde bulunduğu vakitte ve olduğu hal üzere onu
keşfeder. Bu hal kendinden kalktığında, görülenlerin bu keşfin ardından neye
döneceğini bilemez. Acaba onlar bulundukları hal üzere mi kalır, yoksa başka
bir Hakk mi geçerler? Bu nedenle Allah Teâlâ bu konuda onlardan bilgi istemiş,
onlar da ‘Bilgimiz yoktur’104 demiştir. Zanla cevap, (ilahi
huzurda) yakışık almaz.
Sonra sözlerini tamamlayarak ‘Sen
gaybleri en iyi bilensin’105 demiş1er ve
Hakkın bilgisini gayblerle sınırlamışlardır. Çünkü sırların kendisinde ortaya
çıkacağı bir gündedirler. Sırlar ise âlemin birbirlerinden perdeli olduğu
şeylerdir.
Allah Teâlâ bize bu ayetle keşif
sahipleri karşısında nasıl davranacağımızı ve keşfin mertebelerini
öğretmiştir. Bu bilgiyle birlikte keşif sahibini mertebesinin üzerine
çıkartmayız ve halinin hakkı olmayan bir şeyi kendisinden talep etmeyiz.
Halinin hakkı olmayan bir şeyi kendinden talep edersek onu zorlar, mazeretini
kabul etmeyiz ve bu konuda bilgisizlikle suçlarız. Halbuki kendimizin bilgisiz
olduğunun farkında değilizdir ve bu nedenle iki kez cahil oluruz.
Meleklerin belli bir makamları olduğu
gibi insanların da belli makamları vardır. Bir kısmında onlar adına artma
gerçekleşir ve bu makamları aşamazlar. Bilgileri artsa bile, bu makamdan
gerçekleşir. Bu makam insanın son nefesinde bulunacağı makamdır ve ruh ‘ölüm’
denilen hadiseyle bedeninden o makamdayken ayrılır. Bu makamdan onun adına
‘ilave’ meydana geldiği gibi insanlar arasında ahirette derecelenme de bu
nedenle gerçekleşir. Allah Teâlâ bilgi verilenlerin derece ve makamlarını -ki
onlar müminlerdirbilgi verilmeyen müminlerden yüksek yapar. Allah Teâlâ makamlar
sayesinde bazı sınıfları diğerlerinden üstün yapmıştır.
Bu menzilde Arş ilmi bulunur. Rahman
isminin üzerine istiva ettiği Arş, Allah Teâlâ’nın el-Hakem ve el-Adi
isimleriyle kıyamet günü hüküm vermek üzere getirteceği ve sekiz meleğin
taşıyacağı Arş mıdır? Başka bir Arş mıdır? Rahman’ın istiva ettiğinden başka
bir Arş ise, ‘O gün’ -ki kast edilen kıyamet
günüdür‘Rabbinin Arş’ını sekiz melek taşır?106 ayeti nazil olunca Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediği şu sözün anlamı nedir: ‘Bugün onu dört
melek taşımaktadır.’ Bu tanınmayan sekiz melek de kimdir? Hepsi melek değil
midir? Yoksa bir kısmı melek de bir kısmı melek değil midir? Arş bir şerir
midir? O mülkün bütünü değil de ondan belli bir mülk müdür? Allah Teâlâ onda
kullarının arasında -ki kulları mülküne dahildirhüküm vermek ve haklarını
ayrıştırmak üzere gelir. O halde söz konusu Arş’ın belli bir mülk olması
gerekir. Kıyamet günü Hakkın üzerinde geldiği bu Arş, kıyamette Allah
Teâlâ’nın içinde geldiği bulut gölgeleri midir, değil midir? Melekler de bulut
gölgelerinde gelecektir, fakat Allah Teâlâ’nın gelişi sınırlanmadan münezzeh
olmalıdır. Bu menzilden Arş’ın yüzeyinin sonu bilinir. Acaba onun üstü var
mıdır, yok mudur? Arş’ın bir çevresi olması ne demektir? Onun üzerine istiva
etmek ne demektir? Onun bir üstü yoktur. Üst cismin nihayetidir ve onun ardında
boşluk ve doluluk yoktur. Bütün bunlar Arş şerir ise veya âlemde özel mülk
ise, dikkate alınacak sorulardır. Arş bütün âlemden ibaret ise -yoksa cisimler
âlemi değilonun başka ve farklı bir hükmü vardır. Bütün bunların bilgisi bu
menzilden öğrenilir ve bu konularda gerçeğin olduğu hal üzere öğrenilmesi için
bu menzilin öğrenilmesi gerekir.
Dahil olan araçların farklılığı veya
araçların olmayışına göre, istivanın farklılığı bu menzilden öğrenilir.
Cemaatin farklılığı, bu menzilden öğrenilir. Niçin hepsi bir cemaat
olmamıştır? Biri ötekinden nasıl ayrışır? Her cemaatin yoksun kaldığı ve bu
sayede ötekinden ayrıştığı nitelik nedir? Bununla birlikte cemaatler
birbirlerinden ayrışsa bile, fertlerine de bölünmemiştir. Diriliş esnasında
duyu güçlerinden ilk hükme sahip olan, bu menzilden öğrenilir. Acaba duyu
güçlerinden başka bir gücün hükmü onu geçer mi, geçmez mi? İlahi ruhun bütün
cisimlerin üzerine yayılması, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kıyamet
günü yaratıkları hakkındaki hükmünün halleri, bu menzilden öğrenilir. O gün Allah
Teâlâ hangi isimle tecelli eder? İlahi kuvvet, yayma ve dürmenin hangi zamanda
gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Acaba âlemin dirilişini önceler mi,
daha sonra mıdır? Daha sonra ise, bu esnada âlem nerededir? Melekler ve
insanlar o gün bir yerde toplanır?
Hakkı yaratıkların kötülendiği
niteliklerle niteleyenlerin mertebesi ve bu konudaki bilgilerinin derecesi bu
menzilden öğrenilir. Bu menzilden küçüğün büyüğe edep öğretmesi öğrenilir.
‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit’ ifadesinde bu durum belirtilir.
Hitabın tertibindeki edatlar, bu menzilden öğrenilir. Onlardan her edatın neyi
ifade ettiği ve suret itibarıyla ortak olsalar bile hükümdeki farklılıkları,
bu menzilden öğrenilir. Misal olarak La (hayır)
sözünü verebiliriz: Onun sureti birdir ve edadardır, hükümleri ise göründüğü
mertebeye göre farklılaşır. Hükmü olumsuzlama olabileceği gibi yasaklama veya
atıf da olabilir. Aynı şey diğer edadar için geçerlidir. Bu, insana öğretilen
beyan ilminin bir yönüdür. Şeriatta kınanmış iman bu menzilden öğrenilir.
Acaba kendiliğinde imanın hükmü şeriatın hükmü gibi midir, değil midir? Acaba
onunla hakikatinden yüz çevrilir mi? Bu durumda imanın hakikatinden ve
suretinden başka bir tecellisi ortaya çıkar ki, intikal ettiği verle suret
isimlendirilir. Konanmış ve övülmüş kısımlarıyla yalanın mertebeleri, bu
menzilden öğrenilir. Yalan nerede kullanılabilir, nerede kullanılamaz?
Yalancıların mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.
Hünsanın mertebesi, bu menzilden
öğrenilir; hünsa aynı anda erkeklik ve dişilik özelliğine sahip kimsedir.
Hünsa erkek midir, dişi midir? Ne erkek ne dişi midir? Allah Teâlâ şöyle der:
‘O çiftleri erkek ve dişi olarak yarattı.’107 Bu hitap hünsayı da içerir mi? Çünkü
o bu hitabın altına girmek ve iki özelliğin nispetini de kabul etmek üzere
yaratılmıştır. Yoksa bu hitabın dışında mıdır? Bu durumda hüîısa ‘Allah
Teâlâ her şeyi yaratandır’108 ayetinin hükmü altındadır. Hünsa
ara-berzahtır. Çünkü canlı-hayvan adı ona verilir ve bu zorunludur. Çünkü
hünsalık insanın özelliklerinden biri olmadığı gibi erkeklik ve dişilik de
insan türünün özelliklerinden biri değildir. Ansızın gerçekleşecek şeyleri beklemek
üzere hazırlanmak -çünkü ne getireceği bilinmezbu menzilden öğrenilir. Bu
makamda kendimden daha kâmilini görmedim ve bu nedenle Allah Teâlâ’ya hamd
olsun!
En mühimi elde etmek üzere çalışmak,
bu menzilden öğrenilir ki, kararlılık demektir. Geciktirme karşısında onun yeri
nedir? Niçin geciktirme kesin karardan daha üstündür ve -su-i zan olsa
bilekesin karardan övülmüş kısım nedir? Buna pek çok mesele dayandırılır. Bu
değerli bir bilgidir. Yükümlü insan ve cinler ile meleklerden ibaret olan
cinler âleminin neye varacağı bu menzilden öğrenilir. Onlardan korku kalkar mı,
yoksa sürekli korku kendilerine eşlik mi eder?
Bilgi suretinden başka bir şekildeki
tecelli, bu menzilden öğrenilir. Nimet perdeleri, bu menzilden öğrenilir, insan
ne zaman Allah Teâlâ karşısında tam huzur sahibi olabilir? Sıkıntı halinde mi,
rahatlıkta mı? Hangi hal nedeniyle bu genel hamd ve özel hamd olur? Hallerin değişmesi
nedeniyle hamdlerin değişmesi, bu menzilden öğrenilir. Unsiyetin neyle ilgili
olduğu bu menzilden öğrenilir. Uygun olanla mı, olmayanla mı? Yoksa her
ikisiyle de mi ilgilidir? Sebeplere dayanmak, bu menzilden öğrenilir. Sebeplere
dayanmak bütünüyle övülmüş müdür, kötü müdür? Bir kısmı övülmüş, bir kısmı kötü
müdür? Hakkın sebepleri koyma nedeni, bu menzilden öğrenilir. Hangisi
yaratıkların belirlemesine bağlıdır? Ölümü bilme mertebeleri, bu menzilden
öğrenilir. Yaratılmışlardan vekâletin olumsuzlanması, bu menzilden öğrenilir.
Kifayet, bu menzilden öğrenilir. Kiminle gerçekleşir? Herhangi bir konuda bir
yaratılmışla yetinmek mümkün müdür, değil midir? İhsanın mahiyeti nedir? İhsan
eden kimdir? Kötülük ve kötülük eden, bu menzilden öğrenilir.
İki benzer bütün manevi yönlerden
birbirine benzerse, bir arada olabilirler mi olamazlar mı? Çünkü onların
arasındaki fayda ilişkisi kalkmıştır. Bu mesele her nefes faydalanan, basireti
nurlananın fark edebileceği bir husustur. Bu Hakk sahip olmayan insan,
insanlığı kemale ermiş bir insan değildir. Çünkü insana düşünmek ve nazar gücü,
istifade etmek üzere verilmiştir. Bu menzilde Allah Teâlâ karşısındaki
davranış ile yaratıklar karşısındaki davranış arasındaki farklar öğrenilir.
Acaba insan için her iki davranışı murakabe eşit midir, değil midir? Bu durum Allah
Teâlâ’nın âlemdeki şeyler üzerinde karşılıklı haklar belirlediğini düşünenler
için dikkate alınır.
Amel sahibi Allah Teâlâ’nın onlar
adına kendisine yüklediği hakları yerine getirmek üzere yaratıkları
gözetmelidir. Bu onun murakabesinin bir yönü müdür? Bu durumda insan gerçekte
Hakkı gözetmiştir. Yoksa bu murakabe ve gözetme yaratıkları gözetmenin bir
parçası mıdır? Bu durumda gözetmeye hakları Hakk edişe döner. Acaba âlemin söz
konusu şahsa karşı bu hakları kendileri gereği, yani Hakk edenlerin zadarı
gereği mi Hakk etmiştir? Yoksa Allah Teâlâ’nın belirlemesiyle mi Hakk etmiştir?
Bu menzilden toplu ve ayrıntılı bir şekilde bu işin hakikati öğrenilir.
Bu menzilden azap ve nimet
tabakalarının dereceleri öğrenilir. Misallerin verilmesi, onlarm kime
verileceği ve kime verilemeyeceği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ için misaller vermeyin’109 buyurur. Hâlbuki Allah Teâlâ
misaller vererek şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ bilir.’110 -Yani misalleri nasıl vereceğini‘Siz
bilmezsiniz.’111 Burada Allah Teâlâ insanları
mertebeleri bilmemekle niteler. Alim insan Allah Teâlâ’nın verdiği misalleri
incelemekle ömrünü harcar ve kendiliğinden -bilhassa Allah Teâlâ içinmisal
vermez. Zannetmiyorum ki, insan ömrü Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği
misalleri öğrenmede yeterli olsun! Allah Teâlâ’dan açıklayan kimsenin ‘hâdi’
diye isimlendirilip isimlendirilemeyeceği bu menzilden öğrenilir. Böyle birisi
hiç kuşkusuz hidayet edilendir. Allah Teâlâ’dan okuyanlarda Kuran’ın hali bu
menzilden öğrenilir. Onlar, Kuran’m kalplerine inişini bilenlerdir. Bu hal
onlarda kabz veya bast tarzında nasıl bir netice oluşturur? Acaba
okuyanlardaki hali onlardan hangisi önceler? Ya da kabz veya bast halinden
hangisi önceler.
Sahiplerinde aklın fazlalığı bu
menzilden öğrenilir. Aklın lübbü ne demektir? Onun hükmüyle aklın hükmü bir
midir, değil midir? Allah Teâlâ ayetleri ayırt ederek bir kısmını ‘lüb
sahipleri için’112 bir
kısmını ‘akleden topluluk için’113
belirlemiştir. Onları bağ anlamındaki ikal ile sınırlamıştır. Mukarreb, bu
menzilden öğrenilir? Acaba inayetinin nüfuzunda Allah Teâlâ kalanda onun bir
sınırı var mıdır, yoksa inayeti sınırsız mıdır? Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı
güzel ahlakta ‘uymanın’ değeri bu menzilden öğrenilir.
Kazanç ve hüsran neye döner? Aklın
gereğiyle sakınma ve dince belirlendiği tarzda sakınma bu menzilden öğrenilir.
Acaba meşru sakınma akim belirlemiş olduğu aklın sakınması mıdır? Yoksa bu
konuda belirleme şeriata mı aittir? Yoksa Allah Teâlâ bazı şeyleri akla
bırakmış da şeriatta onları zikretmemiş midir? Bir kısmını ise şeriatta mı
belirler? Nahoş görülen ve görülmeyenler bu menzilden öğrenilir. İnsan olması
itibarıyla insanı meydana getirmek üzere zürriyetin yaratılışı, bu menzilden
öğrenilir.
Hal veya araz olduklarında, eşyada
birbirine girmeler bu menzilden öğrenilir. Misal olarak kokunun rengin,
durağanlığın ve bir zamanda bir şahısta bilgisizlik ile bilginin iç içe
girmesini verebiliriz. Ortakların bir şeydeki paylarının belirlenmesi, bu
menzilden öğrenilir. Bu paylar belirlendiğinde artık onlar ortak değildir.
Gerçekte payın belli olması gerekir. Belirsizlik olursa, bunun nedeni o konuda
ortakların bilgisizliğidir. Çünkü taksim geçekleştiğinde ya o şeyin kendisinde
veya değerinde payın belirlenmesi gerekir. Ortaklık hiçbir şekilde geçerli
değilse -çünkü işler ortak mal diye isimlendirilen o şey hakkında Allah Teâlâ
katında belirlenmiştirbu durumda ortaklık ismi örf ve şeriat yoluyla neye
döner?
Bakınız! Allah Teâlâ karşısında
ilahlıkta ortak edinilenlerin onlardan bir payı var mıdır? Onların ilahlıkta
bir payı olmadığını öğrenince, onlar ortak değildir, hâlbuki ‘ortak’ diye
isimlendirilmişlerdi. İlahi genişlik nedeniyle, âlemde ortaklık geçerli
değildir. İki veya daha fazh kişi herhangi bir konuda hiçbir zaman ortak
olamaz. Ortak denilenlerden birisinde olan, ötekinin benzeridir, yoksa
ondakinin aynı değildir.
Buna ortaklık denilirse şöyle deriz:
Ortaklık ayrımın gerçekleştiği şeyle gerçekleşmiştir. Öyleyse sadece özel
olarak farklılık vardır, ortaklık yoktur! Falan şahsın sahip olduğu şey
ötekinde bulunanın aynı değildir. Örfte ortaklığın hangi anlamda kullanıldığı
bu keşiften öğrenilir. Şeriat da -anlaşılsın diyebu hususta örfe uymuştur,
çünkü Kuran kavmin diliyle gelmiştir. O dil insanların anlamında uzlaştığı
dildir. Bu nedenle insanlar peygamber hakkında görüş ayrılığına düşmüştür:
Acaba peygamber dilde yeni bir dil mi kurar, yoksa böyle bir şey yapmamış
mıdır? Allah Teâlâ’dan gelen şeriadarın zamanlara, mekânlara, hallere,
hadiselere ve şahıslara göre değişmesi bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar