Print Friendly and PDF

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SİFİR 1. Bölüm

 


Rahman ve Rahîm Allah Teâlâ’nın Adıyla

ÜÇ YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM

Vahiy Mertebelerinden Birinin Birleştirdiği Üç Sırdan Ayrı İki Sırrın Musevî Mertebeden Bilinmesi

Üç sır, sonra iki sır daha el-Mürid, el-Allam, kudret ve el-Kadir

iki sır bir söz, onun hayattaki şartı Bir şeye ‘ol’ der, yaratıcı hikmetle

Tenzih ederim mahiyeti idrak edilemeyeni O Ahir de denilen Evvel ’i (ilk)

Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihî).’1 Önce olumsuzlamış, ardından ‘Duyan ve görendir2 diyerek olumlamıştır. Ayet, -kef harfi niteleme sayılırsaolumsuzlamada olumlamanın (ispat) genelleştirilmesini gerektirir. Bu değerlendirmeyi bir rivayet de destekler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ derken söz konusu nitelikle nitelenme halinde benzeşmeyi olumsuzlamıştır. Şeriat iki halifeye biat edildiğinde -ki halifelik genel olabileceği gibi belli bir grupta sınırlı olabilir‘ötekinin’ öldürülmesini emretti. (Halifelik bir gruba mahsus ise) söz konusu grupta veya genel nezdin­de -vaktin hükmüne görebenzeşme (mümaselet) olmaz. Varlık ve takdir bakımından iradenin hükmü olmasaydı, biat edilen ötekinin öl­dürülmesini emretmezdi. Öldürmek, bir hükmün ortadan kaldırılma­sıdır. Sen de ortadan kalk ki, O kalsın! Çünkü sen (halifelik hadisinde zikredilen) ‘öteki’sin!

Bir arif şöyle demiş: ‘Burada birinci halife değildir.’ Şöyle deriz: Ö ilahi bir emirle gerçek halifedir. Senin-Allah Teâlâ’yı halife edinmenle ilgili emrettiği hususta ortaklığı yasaklayarak şöyle buyurur: ‘O doğunun ve

batının Rabbidir. O’ndan başka Rab yok! Vekil edin O’nu.'’3 Vekil hiç kuşkuşuz vekâlet konusunda kendisini vekil atayanın halifesidir. Allah Teâlâ ‘Benden başka vekil mi edinirsiniz’4 buyurur. Allah Teâlâ O’ndari başka., vekil edinmemizi yasaklamıştır. O’nun ilah olması, vekil olmasıdır. Biz vekâlet ve vekil hakkmda konuşmaktayız; vekâlet halifelik, vekil halife­dir. Allah Teâlâ’nın bize söylediği şu söze başka bir bakış açısıyla bakabiliriz: ‘Sizi halife yaptığı şeylerden infak ediniz.’5 Halife olarak ‘infak etmek’, bi­zim işimizdir. İnfak bizim adımıza bir mülkiyettir ve tasarruftur. Bu­nun yanı sıra biz, bize böyle emrettiği için, Allah Teâlâ’yı infak etmede veki­limiz, yani halife yaparız, çünkü biliriz ki Allah Teâlâ, bizim bilmediğimiz harcama yerlerini bilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ sahiptir ve halifedir.'Merte­beleri ayrıştırıp bize açıklaması, isimleriyle mertebelerde zuhuru ve isimlerde bize tecellisi, her mertebeye tenezzül etmesinden kaynakla­nır. Bu nedenle her mertebede O’nü görür, hakkında verdiği hükme göre Ö’nun hakkında hüküm veririz. Bu, kendi teorik bilgimize göre veya değerlendirmemize göre olan bir bilgi değil, Allah Teâlâ’yı bilebileceği­miz en yetkin bilme tarzıdır. Allah Teâlâ, kendi verdiği hüküm ortaya çıkmadan, yaratıklarının onun hakkında hiiküm veremeyeceği kadar münezzeh varlıktır. Böylece hakkmda hüküm veren biz değil, Allah Teâlâ’nın kendisi olur! Bu durumu alimler ‘Hakk ya kitabında veya mütercim peygamberlerinin diliyle kendisine verdiği adlarla isimlenir’ diye ifâde etmiştir.         !           1 ;

Allah Teâlâ bir insanı aradaki vasıtaları kaldırarak veya nurani ruh­ların vasıtasıyla ‘O’ndan aktarma makamı’na yerleştirip o kişi Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bir ismi getirirse, getirdiği isimle Allah Teâlâ’yı isimlendirebiliriz. Söz konusu mütercimin şeriat getiren bir peygamber olması veya olmaması birdir ve Allah Teâlâ’dan o'bilgiyi aktarması yeterlidir. Bu sa­yede biz Allah Teâlâ hakkında sadece kendisinin verdiği bilgiye göre hüküm veririz. Çiinlcü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan çekinirseniz, size furkan verir.’6 Furkan sayesinde Allah Teâlâ’ya yaraşan şeylerle size yaraşanları temyiz eder, her Hakk sahibine hakkını teslim edersiniz. Binaenaleyh ki­litler O’nun elinde olduğu gibi kiliderle veya onlarsız açmak da Allah Teâlâ’nın elindedir. Biz ise onları kullanarak açabiliriz, fakat onlar bize ait değiller, Allah Teâlâ’nın dindedirler. Allâh’ın elinde olan, oradan çıkmaz. Çünkü çıkabileceği bir yer yoktur. Öyleyse veren de O, alan da O! Ni­tekim ‘sadaka Rahmaıı’ın eİine düşer.’

Bilmelisin ki, ilahi vahiy, en yüce/korunmuş izzet makamından iner ve bu nedenle vahiy iktisap ve kazanıma bağlı değildir. Çünkü bu makama çalışarak ulaşılamaz. Çalışmayla ulaşılsaydı, vahiy makamı ‘iz­zet5 özelliğine sahip olmaz, varlık hikmetinin gerektirdiği şekilde işleri düzenlemek üzere inerdi: Allah Teâlâ’dan başkasının katından gelseydi, onda -varlık hikmetinin tertibiyle çelişentutarsızlık bulurlardı. Hâlbuki va­hiy Allah Teâlâ’dan gelmiştir ve bu nedenle son derece düzenli ve bir başka­sının olamayacağı şekilde sağlamdır. Bu âlemden daha mükemmel bir âlem olması mümkün değildir. Çünkü ona yaratılışını Allah Teâlâ vermiş, Hakk ettiği mertebesine yerleştirmiştir. Allah Teâlâ’nın vahyi indirdiği kimseye ihsan ettiği ilahi güce bakınız! Öyle bir vahiydir ki o, ‘dağa indirilseydi, korkudan parçalandığını görürdün:7 Peygamberler kendilerine vahiy in­direnin kadrini bilir ve Allah Teâlâ onları o celali taşımalarına imkân verecek bir kuvvetle rızıklandırır. Onlar, Allah Teâlâ hakkında kendile­rine dönük tecellisine aykırı bir söz duyabilirler. Bu söz nedeniyle ‘Ne­redeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir! Rahmân’a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden:8 Allah Teâlâ ehli ve pey­gamberleri, böyle sözleri duydukları halde kendilerine verilen bilgi gü­cü nedeniyle dağların başına gelen hadise onlarda görünmemiştir. Çünkü bilgiden daha güçlü bir şey yoktur. Allah Teâlâ onlara ‘Allah Teâlâ ço­cuk edinmek isteseydi'9,ayetiyle ‘Bir oyun edinmek isteseydik, katımızdan edinirdik10 ayetinde tecelli etmiştir. Allah Teâlâ ehli olan peygamber, nebi ve veliler, göklerin, yerin ve dağların Allah Teâlâ’dan öğrenemediklerini öğren­miş, O’nun hakkmdaki bilgi nefislerinde bir güç meydana getirmiş, bu güç sayesinde ‘Mesih Allah Teâlâ’nın oğludur11 veya ‘Üzeyr Allah Teâlâ’nın oğludur12 diyenlerin sözlerini duyduklarında, tahammül gösterebilmiş ve sarsıl­mamışlardır. Vahiy bu güçten yoksun birine inmiş olsaydı, kendisine inen vahyin gücüyle o kişi erirdi. Allah Teâlâ5ın bir çocuğu olduğuna inanan bir insanm ne kadar kalın perdelere sahip olduğuna bakınız! Bu kişi hakikatlere karşı ne kadar da kördür! İlahi tecellide beni hayrete düşü­rüp gücümü azaltan en önemli ifade meleklerin şu sözleriyle (daha sonra zikredilen Hz. Nuh5un ifadesidir) : ‘Rabbimiz! her şeyi rahmetin ve bilginle kuşattın. Tövbe edenleri ve yoluna uyanları bağışla, onları cehen­nemin ad'azabından koru 13 Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik yapanlar aley­hine yol (sorumluluk) yoktur.’14 Tövbe edip O’nun yoluna uyana nasip olan ihsandan daha büyük ihsan olabilir mi? Buna karşılık Nuh pey­gamber -ki Allah Teâlâ ehlinin kamillerindendirşöyle der: ‘Benim evime mümin olarak giren kimse için!’ıs Sanki Nuh geride bir şey bırakmış gi­bidir: Çünkü sadece mümin için mağfiret dilemiş, Allah Teâlâ’nın yo­luna uymayı zikretmemiştir. Mümin bazen Allah Teâlâ’nın emrine ve yasaklarına aykırı gelebilir. Allah Teâlâ kendilerine haksızlık yapanlara ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar16 demiştir. Meleklerin bu grubu ilahi edep makamındaydı ve ilahi mertebeyi yaratıklarına tercih etmişler, bu söz onlarm üzerinde hüküm'sahibi olmuştu. Bu nedenle takdim ve te­hir yapmışlardır. Allah Teâlâ bu duadan önce onlarm şöyle dediklerini bildirmiştir: ‘Her şeyi rahmetin ve bilginle kuşattın17 Bu ifadede günah­kârlara mağfiret talebinin kokuları bulunur. Onlar aynı zamanda ‘On­ları günahlardan koru18 duasını ise geride bırakmışlardır. Bu duanın anlamı, günahların onlarda bulunmasını engelle demektir ki, böyle ol­ması, inayetin en yetkin halidir. ‘O gün günahlardan korunan kimse’19, yani takva günü ‘Ona merhamet etmişsindir.’20 Ayette meleklerin ‘her şeyi rahmetinle kuşattın’ ifadeleri zikredilmiş, onların sözleri bu ikisi­nin arasında zikredilmiştir. Bu durum onların ilahi mertebeyi tercih et­tiklerini gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de kıyamet günü ‘yazık yazık’ der. Allah Teâlâ mağfireti her zaman günaha bağlamış ve meleklerin başka bir grubu hakkmda da ‘Yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilerler’21, buyurmuştur. Söz konusu melekler, mağfireti yerli yerine yerleştirir­ken Allah Teâlâ’nın kendilerinden ‘İman edenler için bağışlanma dilerler22 şek­linde aktardığı diğer grubun söylediklerini söylemezler. Böylelikle me­leklerin meşrepleri ‘Her birimizin belli bir makamı vardır23 dedikleri üzere, farklılaşmıştır. Kâmil veli, her makam ve dille Allah Teâlâ’ya dua eder­ken peygamberler kendilerine gelen vahyin sınırında dururlar. Onların sayısı pek çoktur ve bir kısmına, ötekilerine vahyedilmeyen şeyler vahyedilir. Muhammedi peygamber ise, farklılaşan Allah Teâlâ’ya dua tarzla­rının hepsini mertebesiyle kendinde toplar. Öyleyse onun duası, bütün dillerde yapılan ‘kayıtsız ve mutlak dua’ demektir. Çünkü ona bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere iman etmek emredilmiştir. Mu­hammedi veli belli bir vahiy karşısında ancak helal ve haram hükmü söz konusu olduğunda çekimser kalabilir. Muhammedi şeriatta hak­kında susulup hüküm verilmeyen veya terk edilmesi söylenmeyen bir mesele veya dua söz konusu olunca, böyle bir hüküm önceki vahiyler­de zikredilmişse, Muhammedi veli onu yerine getirir; söz konusu vahyi getiren kimsenin resul olması veya nebi olması durumu değiştirmez.

Sonra bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kullarına rahmetinin bir yönü, görüş ayrılığına düştükleri meselenin hükmünü Allah Teâlâ’ya bırakmalarında teza­hür eder. Zahiri bilgide görüş ayrılığına düşülen ve alimlerin tartıştık­ları hususu inceleriz: Allah Teâlâ’nın veya peygamberinin görüş ayrılığına dü­şenlerden birinin düşüncesini temellendiren bir ifadesi varsa, hakikatin onun görüşünde bulunduğunu kabul ederiz. Çünkü herhangi bir ko­nuda tartışmaya düştüğümüzde -mümin isekkonuyu Allah Teâlâ’ya ve pey­gamberine havale etmemiz emredilmiştir. Rabbimizden gelen delile göre ve basirede Allah Teâlâ’ya çağıranlardan isek, o bilgiye göre hüküm veri­riz. Bu bilgi, iman yolunun dışında söz konusu meseleyi Allah Teâlâ’ya havale etmek demektir. Allah Teâlâ’nın verdiği hükümden yüz çevirmemiz mümkün değildir. İşte şekil bilgisinin ve zahiri bilginin tanımı budur. Hakikat ilmine gelirsek, burada görüş ayrılığına düşen iki kişinin hükmü, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Başka bir ifadeyle onların arasında görüş ayrılığının or­taya çıkması, Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü ilahi isimler, özellikle de zıt anlamlı isimler görüş ayrılığının nedenidir. Bu durumu ‘İşte O Allah Teâlâ’dır, benim rabbim24 gibi ayetler destekler. Çünkü bu isim O’nun isimlerinden başkası değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman’a dua edin...’25 Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ ile’ veya ‘Rahman ile’ dememiş, ismi isim­lendirilenin aynı yapmıştır. Başka bir yerdeyse isimlendirilenden başka yapmıştır. ‘İşte bu benim rabbim26 dediğinde, bu ifadeyle ‘O’nun hükmü Allah Teâlâ’ya kalmıştır’2' ayetindeki Allah Teâlâ’ya işaret etmiştir. Burada isim ‘Allah Teâlâ’ sözündeki isimlendirilenin aynı olmasaydı ‘Rabbim’ demek doğru ol­mazdı. Öyleyse (hakikat ilimleri söz konusu olunca) farklılık, ilahi isimlerde ortaya çıktığı gibi Allah Teâlâ’nın âlemdeki hükmü de bu farklılıkla ortaya çıkar.

O hâlde âlemde ortaya çıkan görüş ayrılıkları hakkında verilecek hüküm, onların görüş ayrılığına düşenlerin süretinde kendini gösteren Allah Teâlâ’nın hükmü olduğudur.

'             -"  vasil .                        • / *

Amellerin Hakk Ettiği Ücretler

Ücretler, amellerin özel olarak Hakk ettiği sevap ve karşılıklardır ve amele bir ücret belirlemek, kadime ve hâdise (sonradan var olan) yayı­lan bir hükümdür. Başkası adına çalışan herkes, ondan bir karşılık al­mayı Hakk eder. Ücretler iki kısma ayrılır: Bir kısmı manevi bir kısmı maddi-duyusal ücretlerdir. Bir insan birisini belli bir iş karşılığında ça­lıştırıp o kişi işini yaptığında, çalışan yaptığı işle çalıştırandan Hakk elde eder. İşte ücret budur ve iş sahibinin tyı ücreti çalıştırdığı kimseye ödemesi ve ulaştırması zorunludur. Ücret ödeyecek kimse, görünüşte birisini çalıştırmada serbestken, işin özünde ve bâtınında zorunludur. Ücrede çalıştırılacak kimse de bazı işlerde çalışmayı kabul etmekte ser­bestken bir kısmında mecburdur. Ancak yine de seçim hakki kendisin­den kalkmaz. Çünkü (çalışmayı) dilerse kabul edebilir, dilerse etmez. Öyleyse çalıştırılan kişi tıpkı onu çalıştıran gibi görünürde serbest, işin özünde mecburdur.

Varlıktaki ilk ücretli, mümkünün varlığa ihtiyacından ortaya çıkan -ki bu varlığın mümkündeki amelidir ve mümkünü varlığı zorunlu olandan dışta izhar etmiştirVacibu’l-vücûd’dur (varlığı zorunlu). Yokluk halindeyken mümkün, varlığı zorunlu olana ‘dışta var olmam için seni çalıştırmak istiyorum’ demiştir. Öyleyse var etme bir iş, varlık iş konusu, mevcut işin suretinin ve formunun gözüktüğü yerdir. İş konusu iş yapılmazdan önce yoktur. Bu talebe karşılık Hakk mümküne şöyle demiştir: ‘Bu isteğini yaparsam ve seni dışta izhar edersem, senin üzerinde bir hakkım olacak.’ Bu Hakk, ücrettir. Ücret verecek olan kim­senin çalıştıracağı kişiden talebi ise kiralama ve ücretli çalıştırmaktır. İş sahibi ücreti belirlemede serbesttir. Dilerse yapacağı işe vereceği ücreti belirler, dilerse belirlemeyi çalışana bırakır. Çalıştırılan kimse de belir­lenen ücreti kabul edip etmemede serbesttir; dilerse yaptığı işe bir üc­ret belirler dilerse iş sahibinin vereceği ücreti reddeder. Çalıştırılan kimse işi gönüllü yapar ve ‘bu işe.karşılık ücret talep etmiyorum’ diye­bilir ve bu onun hakkıdır. Fakat yapılan işin bir değerinin olması orta­dan kalkmaz. Çünkü amelin kendisi kendi değerini belirler. Çalışan kişi dilerse değeri alır, dilerse almaz, fakat amelin bir ücretinin olması sa­bittir.

Bu, çalıştıran ve çalışanın gönüllü veya zorunlu olması hususunda gidip gelen garip bir meseledir. Her birisi özgürken mecburdur. Şu var ki Hakk zorunlulukla nitelenmezken mümkün zorunlu olmakla (öz­gür olmamak) nitelenir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın katında hükmün de­ğişmeyeceğini ve bilgisinde yapılacak diye takdir edilen bir işin yapıl­mamasının veya terk edilmesi takdir edilen bir işin yapılmasının söz konusu olmayacağını biliriz. Zorlama ve cebr bundan başka bir şey değildir. Ancak burada zorlayan (Hakk) zorlananın kendisidir (Hakk). Çünkü Hakkı kendi bilgisinden başka bir şey zorlamış değildir. O’nun bilgisi niteliği, niteliği zâtıdır. Mümkündeki zorlama ve cebr ise kendi­si değil başkasından kaynaklanır. Mecbur olduğundan başka bir şeyi yapmak istese bile mümkün onu yapamaz. Öyleyse mümkünün kendi­sine göre muhayyer olan onun zorlanmasıdır. Birincideki durum ise zatına göre mecburiyet, amelin kendisi adına yapıldığı kimse yönün­den amele göreyse muhayyerliktir.

Mümkün, varlığı zorunlu olanla şu konuda anlaşmıştır: Varlığı zorunlu, mümkünü var etmek üzere çakşır ve onu var ederse, müm­künden bir alacağı olacaktır. Bu Hakk, mümkünün O’na ibadet etmesi, herhangi bir şeyi ortak koşmaması, varlık ihsan etmesine karşılık hamd ü senalarla O’na şükretmesidir. Mümkün bu ücreti kabul etmiş, Allah Teâlâ da kendisini var etmiştir. Onu var ettiğinde ise bu işe karşılık Hakk ettiği ücreti mümkünden talep etmiş, onu gönüllü ve ücretsiz var etmemiş ve mümküne şöyle demiştir: ‘Bana ibadet et ve bana hamd et.’ Müm­kün de (kendisini var etmesine karşılık bir ücret ödemek üzere) O’nu tenzih etmiş, bütün yaratıkları kendisine ibadet etmiş ve ücretini öde­miştir. Bunun tek istisnası, insanların bir kısmıdır. Bunlar, kendilerini var etme ücretini Hakka ödememiş, buna karşılık (onları var eden) ‘İş­çi’ de hakkını talep etmiştir. El-Hakem ve el-Adl olan Hakk, kendisi adına işin yapıldığı kimseye daha önceden anlaşılmış olan borcu öde­mesini emreder. Kiralamanın hükmü ise bütün mümkünlere yayılır. Çünkü ameller ve işler, zatı gereği, ücreti talep eder. Bu nedenle işçi­nin gönüllü çalışıp ücreti almaması, işin değerini ortadan kaldırmaz. Söz gelişi şöyle denilir: ‘Bu işin değeri şu kadardır.’ İşçinin ücretini alıp almaması durumu değiştirmeyeceği gibi işin başında ücretini belir­leyip belirlememesi de durumu değiştirmez. Çünkü işin formu, ücretin değerini saklar. Allah Teâlâ kendisinin de bu hakların altına girdiğini bildirmiştir. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ, eşyayı mertebelerinde dü­zenleyen el-Hakim’dir. Bu hakların bir kısmını bize bildirinceye kadar bilemeyiz. Misal olarak ‘Müminlere yardım etmek bizim borcumuzdur,2& ayetinde belirtilen ‘müminlere yardım etme’ (yükümlülüğünü) verebi­liriz. Yardım, özü gereği imanın ücretidir, fakat onu müminin varlığı gerektirir. Mümin, imanın sıfatı olduğu kimsedir. Allah Teâlâ ise vefalıdır. Bunu bilmelisin! Öyleyse iman nedeniyle yardım olmalıdır ve yardım müminde ortaya çıkabilir. Müminde iman parçalanmaz. Bunu bilmeli­sin. iman edilen işlerin çoğalması nedeniyle imanın kendisinde kısım­lara ayrılıp inanılacak şeylerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr eden kimse, mümin değildir. Öyleyse başarısızlığa uğrayacak kimse mümin olmayandır. Çünkü imanın hükmü geneldir, özelleşmez! İman bir şa­hısta var olmayınca, Allah Teâlâ?ın yardım etmesini bir yükümlülük olarak ortaya çıkartmaz. Binaenaleyh kâfirin görünüşte mümine galip gelme­si, mümine karşı kâfire yardım edilmesi demek değildir. Onun karşı­sında olan kimse yüz çevirip yerini terk ettiğinde, kâfir onun yerini al­mıştır. Böyle bir şey hasım olduğunda yardım olabilir ve hüccet nede­niyle otelcine galip gelir.

Allah Teâlâ’nın kendi üzerine bir Hakk ve yükümlülük olarak belirlediği ücrederden birisi, rahmettir; Allah Teâlâ rahmeti kötülük yapıp tövbe eden ve durumunu düzeltenler adına üzerine zorunlu bir ücret yapmış­tır. Bazen gönüllü, kendisi adına değil, başkası adına yapılan bir işin karşılığını gönüllü olarak ödeyebilir. Misal olarak zulme uğramış biri­nin zalimi affederek hakkını ondan istememesini ve barışmasını verebi­liriz. ‘Böyle birinin ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır.''29 Onun ücreti, zulmü nede­niyle ondan hakkını almayana kalması gerekir. Allah Teâlâ o ücreti üst­lenerek, o günahkâra merhamet eder ve onu bağışlar. Artık mazlumun talep edeceği bir hakkı kalmaz. Amel özü gereği bir ücreti gerektirir ve bu ücret çalışana döner. Peygamberlik görevlerinin yerine getirilmesi onu yapanın bir işidir, çünkü gönderen, peygamberi tebliğini ulaştır­mak üzere çalıştırmıştır. Öyleyse peygamberin (elçi) ücretini onu gön­deren Ödemelidir. Gönderildiği kimseler onu görevlendirmenıiştir ki, ücreti onlar ödesin! Bu nedenle peygamberler, Allah Teâlâ’nın emriyle, insan­lara gerçeği şöyle bildirmişlerdir: ‘De ki, sizden ücret istemiyorum, üc­retimi Allah Teâlâ ödeyecektir.’ Onlar, peygamberlik ücretinin kendilerini gönderen Hakka kaldığını söylemiş, bunu ise Allah Teâlâ’nm emriyle bildirmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ her peygambere şöyle demiştir: ‘De ki,

ben buna karşı sizden ücret istemiyorum:30

Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e başka bir peygambere tahsis edil­meyen bir üstünlük vermiş, onun bu üstünlüğü ümmetine dönmüş, hükmü ise ücretinin Allah Teâlâ’ya kalması hususunda önceki peygamberlerin hükmüne dönmüştür. Allah Teâlâ ona peygamberliğine karşılık olan ücretinin (bir kısmını) ümmetinden almasını emretmiştir. Bu ücret, yakınlığın gereğini yerine getirmektir. Allah Teâlâ ona ümmetine şöyle demesini emreder: ‘Sizden bir ücret istemiyorum31 Yani size getirdiğim şeyi tebliğ ederken ücret istemiyorum. ‘Sadece yakınlar hakkında sevgi istiyorum.’32 Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine vacip kıldığı tebliğ ücretini ödemek bir borç olmuş, bu borca karşılık Peygamberin akra­basını ve Ehl-i beyt’i sevmeleri vacip olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu ‘meveddet5 kelimesiyle zikretti. Meveddet sevgide sebat demektir. Allah Teâlâ bu ayrıcalığı ona tahsis etmiş fakat Allah Teâlâ üzerinde bir ücreti­nin kaldığını veya kalmadığını söylememiş, onu mutlu edecek şeyleri bildirmekle sürekli yeni nimeder vermiştir. Ardından ümmetine, üm­metine söylemiş olduğu hususu söylemesini emretmiştir: ‘De ki, sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir33 demiştir.

Burada Allah Teâlâ, yakınlarına sevgi göstermekle ilgili ücreti ümmetinden düşürmemiş, sadece belirlendikten sonra bu ücreti onlara döndürmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk ettiği bu ücret, onlara dönerken sevginin fazileti de sevenlere döner. Hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberinin akrabalarını sevenlere verilecek ücreti bilemez, onu sadece Allah Teâlâ bilebi­lir. Fakat ‘ehl-i kurba’ onlardandır. Bu nedenle (manevi yakınlık anla­mındaki) ‘kurba’ kelimesi getirilmiş, (kan bağı anlamındaki) ‘karabe’ kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü nesep yakınlığında Akıl ile Hz. Ali arasmda fark yoktur: Her İlcisi de nesep bakımından peygamberin amcaoğludur. Hz. Ali hem nesep bağını hem manevi yakınlığı kendinde birleştirdi. Biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in akrabası içinden manevi akrabala­rını, yani kendisine iman edenleri sevdik. Bu nedenle Kuran’ın diliyle indiği bir Arap olan Hz. Ömer, nesep akrabalığıyla manevi akrabalığı ayırt etmiştir. Arapçada nesep bağı ile manevi bağ arasında ayrım bulunmasaydı, bu iki yakınlığı ayırt etmezdi. Bu ayrıma Kuran’da ganimeder hakkındaki şu ifadede rasdanabilir. ‘Onun beşte biri Allah Teâlâ’nın, pey­gamberin ve yakınlarınındır (zi’l-kurba).’34 Kastedilenler mümin yakın­lardır ve bu nedenle ayette ‘karabe’ kelimesi değil, ‘kurba’ kelimesi kul­lanılmıştır. Nesep bağıyla akraba olanlar iman yakınlığına sahip değil­lerse, onların ganimette hakları olmadığı gibi mirasta da paylan yok­tur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’ye girerken söylediği ‘Akîl bize ev bı­rakmamıştır’ sözünde bu husus belirtilir. Çünkü Akîl, Hz. Ali’den farklı olarak, babasına varis olmuştu. Bunun nedeni Ali’nin mümin, Akîl’in kâfir olmasıydı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir toplumun Allah Teâlâ’nın ve peygamberin sınırlarını aşanlara sevgi duyduğunu görmezsin. Onlar babaları veya kardeşleri çocukları veya akra­baları bile oha böyledir.’35 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bizden istediği ‘akrabalık sevgisi’ ile nesep bağı kastedilmiş olsaydı, Allah Teâlâ şu ayette bunu olumsuzlamazdı: :Onlar Allah Teâlâ’ya ve peygamberine taşkınlık yapanlara sev­gi duyarlar.’36 Onlar akrabaları bile olsa onları sevmezler. Buradan ak­rabalık sevgisinin iman eden akrabalarla ilgili olduğunu anladık ve on­lar Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir.

Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın ümmetine yüklediği akrabaları sevmek göreviyle diğer peygamberlerden ayrılırken ümmeti de bu ko­nudaki üstünlükleriyle diğer ümmederden ayrılır. Çünkü üstünlük faz­lalık demektir ve bu fazlalık sayesinde onlar, ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet37 olmuştur. Kastedilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Bununla birlikte bütün ümmeder iyiliği emreder ve kötülükten alı ko­yar, Allah Teâlâ’ya iman ederler. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine başka ümmedere tahsis edilmemiş özellikler verilmiştir. Onlar, kendilerine tahsis edilen ve diğer ümmetierin yerme getirmediği amellere karşılık verilen ücrederi alarak, kıyamet günü diğer ümmederden ayrılır, üs­tünlükleri ortaya çıkar. O halde ücretler, Hakk ile yaratıklar arasında gi­der gelir: Yaratıklar kendileri adina yaptığı işlere karşılık Hakka borç­lanırken yaratıklar hem kendisi hem de Hakkın (rızasını gözeterek) birbirleri için yaptıkları işler nedeniyle Allah Teâlâ’dan ücret alır. Bu-kısma misal olarak, insanları bağışlamayıverebiliriz. Bunun yanı şıra yaratık­lar, Hakkın belirlemesi ve bu konudaki hükmüne göre, birbirlerinden ücret alırlar.

İşin esası şudur: Ücreder Hakk ile Hakk arasında gider gelir, yara­tıkların bu işte bir payı yoktur. Fakat ücrederin ortaya çıkmasının vesi­lesi onlardır. Onlar var olmasaydı, ücrede çalıştırmanın veya ücretin varlığı olmazdı ve işte bu nedenle ücret, uygun bir karşılıktır. Çünkü ücretli çalıştıran Hakk olduğu gibi çalıştırılan da Haktır. Ameli yaratan­dan başka amel yapan yoktur, o da Haktır. Yaratılmış olan bir iş ve amel olduğu gibi amel de onda ortaya çıkar. Bunun için mücadele et­miş, kendisini bu işe dahil etmiştir . Hakk ise, bu mücadelede onu onay­lamış ve kabul etmiştir. Yaratıkların bir kısmı bunu bilirken, bir kısmı bunu bilmez.

Bu menzil hakkında konuşursak, özelikle de ücrederi ve sahipleri­nin belirlenmesinden söz edersek söz uzar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, Hakk olmaksızın, yaratıkların ücrederinin bilgisidir. Kavuşmanın kime olacağı, ayrılmanın kimden ola­cağı, kavuşma ve ayrılmanın kimde gerçekleşeceği bu menzilden öğre­nilir. Bu, bütün var olanları ve var olmayanları içeren bir bilgidir. Çünkü sınırlı varlık, yokluk halinden ayrılıp varlık haline bitişir; söz konusu ayrılma ve bitişme, tercihle gerçekleşir. Mutlak varlık ise bir tercih olmaksızın zatıyla ayrışır. Bunu bilen, nerede olduğunu, kimden ayrıldığını ve kime bitiştiğini bilir. Anlamlarda münasebedere bağlı teşbih, bu menzilden öğrenilir. Vaktin belirlenmesindeki tertip bu menzilden öğrenilir ki, kaza ve kader bilgisi, bununla ilgilidir. Sahip olmak ve sahip yapılmak, bu menzilden öğreniür. Asıl sahibin hük­müyle gerçekleştiğinde, sahip yapmanın hükmüyle onun hükmü bir midir, farklı mıdır?

Rükünler âleminin diğer felekler âleminden ayrışmasını sağlayan özellik bu menzilden öğrenilir. Rükünler âlemi başkalaşmayı niçin ka­bul eder? Rükünlerin suretleri, ısınma ve yoğunlaşmayla birbirlerine dönüşerek ortadan kalktıkları gibi kendi suretlerinin de varlıkları niçin ortadan kalkar? Felekler âlemi ise böyle değildir. Onların başkalaşması rükünler âlemi için kendilerinde zuhur ettikleri suretlerde ortaya çık­malarından ibarettir. Bu başkalaşma, doğanın aşağısında ortaya çıkan suretlerde gerçekleşir? doğanın üzerindeki âlemde meydana gelmez ve ilahi tecellide ortaya çıkar. Hükmü ise, unsuri başkalaşmayla, suretleri­nin varlıklarında ve suretlerinde ortaya çıkar, hatta suretleriııde değil (varlıklarında sadece)! Bütün bunlar, işin kendiliğinde başkalaşmasıyla mı ilgilidir, yoksa düşüncede mi gerçekleşir?

Karşıdar bu menzilden öğrenilir. Bir karşıtı bilmek onun karşıtını bilmeye mi bağlıdır, yoksa her biri -diğerine bağlı olmadankarşıtının bilgisinden bağımsız olarak müstakil bilgiye mi sahiptir? Bu, ancak ha­kikatin bir olduğunu kabul etmeyenlerin görüşünde mümkün olabilir. Doğanm Mele-i a’la ve onun mekânındaki etkisi bu menzilden öğreni­lir. Mele-i a’la’nın halleri, bu menzilden öğrenilir. Birleyenlerin ve or­tak koşanların ilahi korumada bir araya gelmesi, bu menzilden öğreni­lir. Acaba bu, kendileri bilmediği halde, yaratıklara özen göstermeyle mi ilgilidir, yoksa işin böylece inayetten meydana gelmesi hakkındaki hakikatlerin verisi midir? Bize göre bu durum, ilahi inayede ilgilidir ve o, bu konudaki açık ifadeyle değil, ima yoluyla gerçekleşen ilahi bildi­rimle öğrenilir. Çünkü bu mesele, genele açıklanamayan sırların ilmindendir. Bu sırrm bir ehli vardır ve onu bilen insanın bilgiyi ehline açıklaması gerekir. Bilgi ehline verilmezse, hiç kuşkusuz, iki tarafa da haksızlık yapılır; hem bilgiye ve hem ehline.

Hükümleri ibarelerde ortaya çıkan edatların mertebeleri, bu men­zilden öğrenilir. Bu bilgi bir anlama ait olan harflerin bilgisidir. Bu bağlamda onların bir kısmı bileşik, bir kısmı öyle değildir. Zalimlerin taksimi, bu menzilden öğrenilir: Onlardan kime yardım edilir, kime yardım dilmez? Zulüm neye racidir? Acaba onun varlığı karanlıktan mıdır (zulüm ve karanlık anlam ilişkisi), yoksa nurdan mı var olur? Hakkın eşyanın aynı olması ve buna rağmen bilinmeyişinin sebebi bu menzilden öğrenilir. Hayat ve hayat verme arasındaki fark, bu menzil­den öğrenilir. Hayat verme gerçekleştiğinde, neyle gerçekleşir? Kadim hayada mı, yoksa dirilerde hayat verme şeklinde ortaya çıkan hâdis bir hayat mı vardır? Kimden dönüldüğü, kime dönüldüğü, neye itimat edildiği ve kime dayanıldığı, bu menzilden öğrenilir.

Allah Teâlâ’nın âlemi neyle yarattığı bu menzilden öğrenilir. Acaba onu bir şeyde mi yarattı, yoksa yoklukta mı yarattı? Bu durumda yaratılmış olanlar, kendi şeyliklerinden ibarettir. Hakkın yaratıklarla varlıkta or­taklığı ve ortak oldukları bütün şeyler, bu menzilden öğrenilir. Acaba söz kokusu olan makul bir ortaklık mıdır, yoksa sözde ortaklık mıdır? Aleme yerleştirilen yasalar bu menzilden öğrenilir. Onları birleştiren bir mertebe var mıdır, yoksa her yasanın bir mertebesi mi vardır? Yok­sa iki mertebe mi onları birleştirir? Böylelikle bir yasa hikmete ve diğe­ri ise türleri çok olsa bile ilahi-nebevi hükme nispet edilir.

Bazı yaratıklara tahsis edilen ilahi ihtisas neyle ilgilidir ve neye gö­re gerçekleşir? İnayede mi, Hakk edişle mi gerçekleşir? Bu, Allah Teâlâ ehlinin genel ve özel nezdinde açıklamaktan sakındığı bir bilgidir. Bu bilgi, darb-ı meselle ve kıyasla ulaşılmayacak bir zevk bilgisidir. Vasıl ve fasıl kelimesi, bu menzilden öğrenilir. Acaba o tek kelime midir, iki kelime midir? Kitap ehlinin derecelenmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba bu derecelenme kitapların faziletiyle mi ilgilidir, başka bir şeyle mi? İndi­rilen kitaplar birbirlerine karşı üstünlüğe sahip midir değil midir? Çünkü Allah Teâlâ bizzat Kuran’ın sureleri ve ayetleri arasına bir dere­celenme yerleştirmiştir. Bir sureye on kez Kuran’a denk gelecek bir özellik vermişken, başka bir sure hüküm bakımından Kuran’ın yarısı­na, başka bir sure üçte birine, dörtte birine denk gelir; bir ayet diğer ayedere efendi yapılmış, bir ayet Kuran’da insan bedenindeki kalbin yerini almıştır. Bunun yanı sıra Kuran, icaz özelliğiyle diğer kitaplar­dan farklılaşır.

Kuran sureleri arasındaki kardeşlik, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Beni Hud suresi ve kardeşleri kocalttı’ demiş, surelerin arasına kardeşlik yerleştirmiştir. Her dinin bulunduğu hal üzere ve her mezhebin kendi mezhebi üzerinde onaylanması bu menzilden öğreni­lir. Onlardan her birine hakkını vermek için ne yapmak gerekir? Ce­maatten ayrılanın hükmü nedir, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katından indirilen ve maddi ve maneji suretlerine göıe âleme yerleşti­rilen farklı kitaplar arasındaki kardeşlik, bu menzilden öğrenilir. Mane­vi olanlara örnek olarak, varlık burhanları, cedeli ve hatabi delilleri ve­rebiliriz. Duyulur terazilerin farklılığı ise duyuda görülür. Acele edilen yerler ile ağır hareket edilen yerler, bu menzilden öğrenilir. Latifin gü­cü, kesif olanın zayıflığı, bu menzilden öğrenilir. Gücün tasarruf edene ait olduğu, zayıflığın tasarnıf edilene ait olduğu, bu menzilden öğreni­lir. Eksildik gerektiren şeyde fazlalığı gerektiren şey ve bu ikisinin ara­sındaki fazlalık, bu menzilden öğrenilir.

Hakimin -kendisini engelleyen bir kuşku nedeniylehükme konu olan kimsede hükmünü uygulamayı ertelemesi bu menzilden öğrenilir.

Hakim bu esnada kesin kanaate Ulaşıncaya veya kesin kanaatin oluş­madığı konularda zannı güçlenene kadar hükmünü bekletir. Çünkü dünyada kâfirin ölüm esnasında mümin olması mümkündür. Ölümden önce kâfirliği nedeniyle hüküm aceleyle verilirse, hüküm veren bulun­duğu yerde kuşkuya hakkını vermemiş olur. Amellerden ilaveyi kabul edenler ile etmeyenler, bu menzilden öğrenilir; ya da eksikliği kabul etmeyenler bu menzilden öğrenilir. Bunlar şeriadarda ‘iyilik yapana on katı iyilik vardır38 ayetinde belirtilir. İyiliğin karşılığı on kattır. ‘Kötülük yapan ise misliyle cezalandırılır.’39

Kelimenin nüfuzu bu menzilden öğrenilir. Acaba o özü gereği mi nüfuz eder, yoksa etmez mi? Kelime yara anlamındaki ‘kelem’ kelime­sinden türetilmiştir. Başka bir ifadeyle kelime yaralayanın yaralananda­ki etkisidir. Her kelimenin duyanda bir etkisi vardır. En azı konuşanın sözünün suretinin duyulmasıdır ve bundan o sözün taşıdığı anlamlara doğru yükselir. Âlemde taşkınlığın (bağy) aslı bu menzilden öğrenilir. Acaba bağy, yani taşkınlık, (talep anlamına gelen) ‘beğa-yebğî’ kelime­sinden mi türetilmiştir? Bu durumda taşkınlık, Allah Teâlâ’nın kınadığı bir şe­yi talep sınırlı bir taşkınlık olur. Talebin bir kısmı kınanırken bir kısmı övülür. Bu taşkınlığın ilacı nedir? Vaktin hükmü nedeniyle yayma ve dürme, bu menzilden öğrenilir. Delil ve ayeder bu menzilden öğreni­lir. Onların delil ve ayet olması kendilerinden mi kaynaklanır, öyle ka­bul edilmelerinden mi kaynaklanır? Meşiyet neyle ilgilidir? Sonradan olanlar Hakta bulunmaz. Hadiseler acaba kendiliğinden mi iner, yoksa ceza olarak mı iner? Durağanlık ile hareket ve bu ikisinin hükmünün kendisinde ortaya çıkacağı mertebeler, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dünyada kullarına verdiği bilgi, mertebeler ve onun dışındaki şeyler, bu menzilden öğrenilir. Acaba bunlar dünyadan mı, ahiretten midir?

Allah Teâlâ’nın emirlerinin şeklen yerine getirilmesi durumunda, duanın kabul edilmesi bu menzilden öğrenilir. Acaba bu amellerin şeklen ya­pılmasıyla ortaya çıkan suret fayda verir mi, verirse nerede verir? Yoksa bu suretin hayat bulmasını sağlayan bir ruh üflenmesiyle mi -ki bu bâtının ruhudurfayda verir? Genel olarak suretlerin bilgisi bu bilgiyle ilgilidir. Acaba onlarm zahiri ve bâtını var mıdır? Ya da onlardan bâtın olmayan bir zalhir var mıdır? Bütün canlıları kendilerini korumaya sevk eden sebep nedir? Eziyeti kendinden uzaklaştırma mıdır, yoksa bir ce­za mı veya intikam talebi mi, yoksa bir kısmı böyle, bir kısmı öyle mi­dir? Güzel ve çirkin bulmak, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum güzel ve çirkinin zatına dönen bir şey midir, yoksa arızi bir durumdan mı kaynaklanır? Sevilen ve sevilmeyen nitelikler, bu menzilden öğreni­lir. Kendilerinden ortaya çıkan kimsede güçlüğün ortadan kalkması, bu menzilden öğrenilir. Doğanın zuhurunu talep ettiği şeyi engelleyen se­bepler, bu menzilden öğrenilir. İnce ve gizli bir bakışla idrak edilebilen hususlar bu menzilden öğrenilir. İkamet ve hallerde yer değiştirme, bu menzilden öğrenilir. Acaba haller yer değiştirir de kul mu sabit kalır? Yoksa kul hallerde yer değiştirir de, haller mi sabit kalır? Bu, keşfe bağlı garip bilgilerdendir. Haktan inkâr edilen hususlarla inkâr edilme­yenler bu menzilden öğrenilir. Hakkın batılla ilgili onayladığı hususlar ile onaylamadıkları bu menzilden öğrenilir. Yok olucu batıl ile yok ol­mayı kabul etmeyen batıl bu menzilden öğrenilir. Netice veren bilgiy­le, öncüller bulunduğu halde netice vermeyen bilgi bu menzilden öğ­renilir. Öncüller ne zaman netice verir?

Zahiri yaratılışın perde olması bu menzilden öğrenilir? Bu yaratı­lışta beşer (temas, doğrudan) denilen nedir? Acaba bu yaratılışın zahiri için olduğu kadar bâtını için de bir doğrudaıılık var mıdır yok mudur? Allah Teâlâ ile kulları arasındaki perde, bu menzilden öğrenilir. Hâdis ile kadim kelam, bu menzilden öğrenilir. Acaba bunlar ııeyle ilgilidir? Hükümleri farklı mıdır, bir midir? Nurlar ve mertebeleri, yüzün tecel­lileri, bu menzilden öğrenilir. Niçin yüz tekil iken tecelliler çoğul kul­lanılmıştır? İlahi yollar arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Mebde ve mead, bu menzilden öğrenilir.

. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.*40

Mülk Hamdinin Mertebesinden Vahyin Tafsili Hak­kında İki Sırrın Menzilinin Bilinmesi

Allah Teâlâ tafsil etmiş ayetlerim işleri derinden anlayan akıllılara

Arınmış kalpler için hikmetle ortaya koydu ~

Hidayet yolundan başka yola uymayan kalplere

Her daim konuşan konuştu Sevinçle ve neşeyle bize duyurmak için

Akıllarımızı hayrete düşürdü konuşması Hidayet nurunu getirdi de doğru yola uyduk

Nurları zuhur ederken görülür Başlangıç ve son ona ait

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, el-Müdebbir ve elMufassıl isimleri, menzile girene taşıdıkları ve içerdikleri bütün bilgile­ri veren bu menzilin iki başkamdir. Verdikleri ilimler var olanların ta­lep ettiği ilimler olduğu kadar Allah Teâlâ ile ilgili bilgilerdir, elMüdebbir isminin varlıklarda ve işlerdeki hükmü, onları cem’ ve şuhûd mertebesine yerleştirmek ve Hakk ettiklerini kendilerine vermektir. Bu hüküm, varlıklar dışta var olmazdan öncedir ve bu mertebede onlar sadece Allah Teâlâ için vardırlar. el-Müdebbir onları zikrettiğimiz şekilde yerleştirince, mertebelere özgü olan el-Mufassıl ismi onları alır ve her varlığı ve şeyi mertebe ve menziline indirir. Bu yönüyle el-Mufassıl, hükümdarın huzurundaki meclis amirine benzer.

Allah Teâlâ iki rahmet belirlemiştir ki, bunlar O’nun yarattığı ilk şeydir: Birincisi basit, diğeri bileşiktir. Allah Teâlâ basit rahmetiyle ya­rattığı basitlere merhamet ederken bileşik rahmetiyle yarattığı bütün bileşiklere merhamet eder. Bileşik rahmeti için üç menzil belirlemiştir, çünkü bileşik, iki ııç ve bir ortaya sahiptir. Orta, iki uç arasında bir berzahtır vc bu sayede iki uç ayrışır.


Allah Teâlâ merhamet ettiği bileşiklere bu menzillerden bileşik rahmetle merhamet eder. Birinci bileşik rahmet ile cisimlerin parçala­rını birbirine ekler. Bu sayede onlar, dışta suretler olarak gözükür. İkinci mertebeden olan bileşik rahmede de manaları, nitelikleri, huyları ve natık nefs ile duyusal güçleri taşıyan hayvani nefisteki bilgileri terkip eder. Üçüncü bileşik rahmet ile natık nefisleri cisimleri yönetmek üzere onlara ekler. Bu, ruh ve cismin terkibi demektir ki, ölüm bu terkibi dağıtır. El-Müdebbir, Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtan olan ‘ilahi üfleme’nin yönelmesiyle söz konusu nefisleri bedenlerinden çıkartmıştır, elMüdebbir onları kendisinden meydana geldikleri cisimle birlikte terkip eder ve bu, bir ihtiyarî terkiptir; Hakk ediş terkibi olsaydı, ölümle ruh ayrılmazdı. Allah Teâlâ onun başka berzahî bir bedeni yönetmesini sağlamış, öteki bedeni toprağa katmıştır. Sonra başka bir yaratılışta onu ahirette terkip eder. Binekler farklılaştığına göre, buradan şunu anladık: Belli bir cisim -ki o kendisinden doğan natık nefsin annesi gi­bidirnefs tarafından ‘Hakk ediş’ yoluyla yönetilmez. Çünkü ölümden sonra da başka (berzahî bir) bedeni yönetebilir. Kendisini doğuran bedenin nefs üzerindeki hakkı, bedeni yönetirken organlarını Allah Teâlâ’ya itaatte ve Şâri’nin diliyle belirlediği yer ve hallerde kullanmasını sağla­maktır. Bedenin nefs üzerindeki bu hakkı, annelik hakkından kaynak­lanır.

Nefislerin bir kısmı iyi ‘çocuktur’ ve ebeveyninin sözünü dinler, onlara itaat eder. Allah Teâlâ’yı razı etmek ebeveyni razı etmekten geçeri Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana şükret diye...’41 Kastedilen, özel yöndür, ‘ve anne babana şükret...’42 Bu ise sebepLlik yolunu dikkate almak demek­tir. Nefislerin bir kısmı asidir; bunlar söz dinlemez ve itaat etmezler. Beden nefse sürekli iyilik yapmasını emreder ve bu nedenle kıyamet günü insanın derileri ve diğer organları nefsin aleyhine şahitlik eder. Çünkü bu ‘çocuk (nefs)’ onları zorlamış ve arzusuna göre yönlendir­miştir. Allah Teâlâ bileşik rahmeti belli parçalara taksim etmiş, ondan altı yüz paçayı Cebrail’e vermiştir. Cennetliklere bunlar vasıtasıyla merhamet eder. Ona on dokuz parça daha vermiştir. Bunlarla cehen­nemliklere -ki onlar ateşin ehlidirmerhamet ederek sayıları on dokuz olan azap meleklerini (onlardan) uzaklaştırır. Allah Teâlâ şöyle; der: ‘Onun üzerinde on dofjuz (melek) vardır.’43 Allah Teâlâ’nın yarattığı yüz rahmete gelirsek, bu rahmetlerden birisini dünyada yaratmıştır ki onun vasıta­sıyla Allah Teâlâ kâfir veya mümin günahkar veya itaatkar kullarını rızıklandırır. Dünyadaki bütün hayvanların evlatlarına merhamet et­mesinin kaynağı bu rahmet olduğu gibi insanlar da bu rahmet sayesin­de birbirlerine merhamet eder ve sevgi gösterir. Allah Teâlâ ‘Müminler birbirlerinin dostudur, zalimler de birbirlerinin dostudur44 buyurur. Mü­nafıklar da birbirlerinin dostudur. Bütün bunlar, söz konusu rahmetin (yüz rahmetten birisi) meyvesidir. Kıyamette bu rahmet, Allah Teâlâ katında saklanmış diğer doksan dokuz rahmete eklenir. Allah Teâlâ zamansal bir sıralama ve derecelenmeyle, kullarına merhamet eder. Bu geciktir­meyle şefaatçilerin mertebeleri ile Allah Teâlâ’nın onlara dönük inayeti ve baş­kalarından olan üstünlükleri orcaya çıkar. Cehennemde sadece cehen­nemin ehli olanlar kalıp -ki onlar cehennemden çıkmayacakları kesin­leşmiş kimselerdiron dokuz azap meleği cehennemliklere azap etmeyi dilediğinde, bileşik rahmetten on dokuz melek bedenlenerek azap me­lekleriyle azap ehli araşma girer ve onların önünde durarak her şeyi ku­şatmış rahmeti onlara ulaştırır. Çünkü azap meleklerini de, tıpkı diğer şeyler gibi, rahmet kuşatmıştır ve onları kuşatan rahmet, kendilerini bileşik rahmete karşı koymaktan engeller. Başlangıçta onları destekle­yen şey, yaratılmışların kendisini kızdırmasından kaynaklanan Allah Teâlâ’nın öfkesiydi. Yargılama meclisi sona erip de Hakk cehenneme gi­receklere cehenneme girme emrini verir -ki orası ateştir. Allah Teâlâ ‘Cehennemi kâfirler için sığınak (hasîr) yaptık545 buyurur. Yani orası bir hapishanedir, çünkü (aynı kelimeden türetilen) mahsur, tasarruf etmesi engellenmiş ve alıkonmuş kimsedir. Cennetlikler engellenmiş değildir, çünkü onlar, cennette diledikleri yerlere yerleşir. Cehennem ehli ise böyle değildir. Bu Allah Teâlâ’nın kullarına dönük gizli-ilahi merhametidir. Allah Teâlâ onlara cehennemin dilediği yerine yerleşme imkânı versey­di, hissettikleri azaptan kaçmak üzere yerleşebilecekleri bir yer bulamızlardı. O, kendisinde rahat bıkacakları bir yer bulma umududur.' Azap vaktindeyse cehennemde bir rahatlık yoktur ve cehennemde tat­madıkları bir azap kalmaz. Yaşadıkları azap yenilenecek azaptan eh­vendir. Aynı şey nimet için geçerlidir. Bu nedenle Allah Teâlâ azabı (güçlü bir şekilde) tatsınlar diye ateşte pişen derilerini yeniler. Böylelikle azabı tattıkları süre miktarı, derileri pişinceye kaçlar kendilerine eşlik etmeyi sürdürür. Derileri değişince yeni bir azap ortaya çıkar. Cehennemde diledikleri bir mekâna yerleşebilselcrcli, derileri pişinceye kadar bir yer­de karar kılamazlardı. Aksine vardıkları her yerde pişinceye kadar yeni bir azap görür, bu yer değiştirme onların azabını daha da şiddedendirirdi. Buna karşılık Allah Teâlâ farkında olmadıkları yönden onları al­dattığı gibi farkında olmadıkları yönden kendilerine merhamet etmiş­tir.

Bu rahmederin sayısı yedi yüz on dokuzdur. Bunlardan yüz tanesi Allah Teâlâ’nın elindedir ki bu kısımda Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birisi tasarrufta bulunamaz. Allah Teâlâ onu kendisine tahsis etmiş, onunla vasıtaların ortadan kalkmasıyla, kullarına merhamet eder. Daha doğru­su bilhassa rahmet edilene dönük bir rahmeti vardır. Bu rahmet, sayı­lan doksan dokuz ilahi ismin sayısınca, tek rahmettir. Allah Teâlâ’nın elindeki yüz isimden her birisine ait bir rahmet vardır ve herhangi bir yaratığın ona dair bilgisi yoktur. Yüzü tamamlayan ise, ‘her şeyi kuşatan rahmet’ diye Allah Teâlâ’ya izafe edilen rahmettir. Allah Teâlâ bu yüz rahmet vasıtasıyla cennet derecelerine bakar ki bunlar yüz derecedir. Bunun yanı sıra azabın Hakk edilme süresi tamamlandıktan sonra cehennem derekelerine de bu rahmede bakar. Orası da cennet derecelerinin mukabilinde yüz derekedir. Bu geniş rahmetten on dokuz rahmet yardım alır. Bunlar, cehennemde azap meleklerine karşı koyan rahmederdir. Gerçekte o melekleri de rahmet kuşatmıştır ve bu nedenle içlerinde cehennemlik­lere karşı merhamet bulurlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini düş­manlarından intikam almaya sevk eden gazap suretinden başka bir su­rette tecelli ettiğini görür. Bu yeni tecelliyi görünce cehennemlikler -ki onlar oradan çıkmayacak kimselerdirhakkında Allah Teâlâ nezdinde şefaatçi olurlar ve daha önce aleyhlerindeyken bu kez onlara destek olurlar. Allah Teâlâ da meleklerin cehennemlikler -ki onların cehenne­mi dolduracakları ilahi hüküm tarafından takdir edilmiştihakkındaki şefaaderini kabul eder. Sonuçta onlar hakkında hüküm, her şeyi kuşa­tan rahmete ait olur. Bu rahmet, bileşik rahmetten ibaret olan on do­kuz rahmetin de sahibidir.

Allah Teâlâ cehennemdekilere ateşten haz alan (öfkeli) ile soğuk­tan haz alanın nimetini verir; birincinin nimeti ateşin diğerinin nimeti zemheririn varlığına bağlıdır. Bu sayede cehennem, kendi suretinde, soğuk ve sıcak bir halde kalırken ehli sıcaklık ve soğuklukla nimedenir. Cehennem ehli bu nedenle birbirlerini ziyaret etmez, fakat her tabaka kendi tabakasını ziyaret edebilir. Yani sıcakta olanlar birbirlerini ziya­ret ederken soğukta olanlar da birbirlerini ziyaret eder; fakat soğuktaki sıcaktakini veya sıcaktaki soğuktakini ziyaret etmez. Buna mukabil cennet ehlinin hepsi birbirini ziyaret edebilir. Çünkü onlar, nimeti ka­bulde tek niteliğe sahiptir. Onlar burada, yani kötülük diyarında tevhit ehliydi; bilgi veya iman tevhidine şirk katmamışlardı. Ateşin ehli olan kimseler ise şirk ehli oldukları için birlik niteliğine sahip değildi. Bu nedenle onları -bir sınırlama olmaksızıngenel olarak nimette bir araya getirecek bir birlik nitelikleri yoktur. Öyleyse onlar cehennemde iki grup iken cennedikler tek gruptur: Her ortak, kendi grubuyla kalır. Cehennemlikler ikicilerdir (senevi) ve orada onlardan başkası yoktur! Onlar, ateş ehlidir ve orada kalıcıdırlar.

Teslis ehline gelirsek, onlar adına kurtuluş umut edilir! Bunun ne­deni, teslisteki tekliktir (ferdiyet), çünkü ferdiyet bir’in niteliklerinden biridir. Onlar, terkip tevhidiyle birleyenlerdir (muvahhit). Bu nedenle mürekkep, yani bileşik rahmetin onları kuşatması umulur vc bu neden­le onlara ‘kâfir’ denilmiştir. Çünkü onlar ikiyi üç ile örtmüş, iki, bir ile üç arasında berzah haline gelmiştir. Umulur ki teslis ehli, birlik (vah­daniyet) mertebesinde değil, ferdaniyet mertebesinde birleyen muvahhitlere katılır. Manevi keşifte kendilerini böyle gördük. Biz teslis ehliy­le tevhit ehlini ferdaniyet mertebesinde ayırt edebilmiştik. Teslis ehli­nin vahdaniyet mertebesinde bir gölgesini görmemişken ferdiyet mer­tebesinde varlıklarını gördüm. Birleyenlerin varlıklarını ise hem vah­daniyet ve hem ferdaniyet mertebesinde gördüm ve iki grup arasındaki farkı anladım. Teslis ehline ilave edenlere gelirsek, Allah Teâlâ’ya hamd olsun onların her birisi cehennemden kurtulacaklardır. Onlar cennette niınetlenecektir ve orada diledikleri yere yerleşecektir. Dünya hayatın­da da ilahi isimlerin mertebelerinden diledilderine yerleşmişlerdir. Bu durum, onlar adına şeriat tarafından belirlenmiş bir haktır. Nitekim onlar, abdest aldıklarında sekiz cennet kapısından dilediklerinden bi­rinden içeri girerler.

Bunu öğrendikten sonra bilmelisin ki: Bu bileşik rahmet, bütün varlıkları içerir. Söz konusu rahmet genel rahmetle -ki her şeyi kuşatan rahmettir oözel rahmetten bileşiktir. Özel rahmet Allah Teâlâ’nın kendisine seçtiği vc ayırdığı peygamber, nebi ve velilere (tahsis ederek) onları ay­rıcalıklı Hakk getirdiği rahmettir. Bu bileşik rahmetle Allah Teâlâ kitap­ları teşkil eder, her kitabı sure ve ayet olarak indirir. Ayetlerin bir kıs­mı, bakidir. Bu kısma misal olarak Kuran’ı veya icaz özelliğiyle ortaya çıkan ayetleri (mucize) verebiliriz. Bir kısmı ise baki değildir ve bu kısmın hükmü kendisini getirenle sınırlıdır (keramet ve mucize). Bu kısımdaki ayet ve (keramet) başka peygambere olduğu gibi onu geti­ren peygambere de delildir. Çünkü Allah Teâlâ ayederi her peygambe­rin (ve velinin) iddiasının doğruluğuna alamet yapmıştır. Söz konusu kimsenin iddiası Allah Teâlâ’ya yakınlıktır veya Rabbine itaat etmesinin izleri üzerinde gözüktüğü için hal diliyle bunu söyleyerek iddiasını dille söy­lemez; veya onu dille söyleyerek, iddiada bulunur. Bu durum (veliler için) ancak gaflet halinde olabilir. Çünkü onlar, yani veliler, kerametle­rini gizlemek zorundadır. Başka bir ifadeyle kerametler veliler hakkın­da mensuh, nebiler ve resuller hakkında ise muhkemdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her ayeti neshettiğimizde.. :46 Kastedilen (mucize ve keramet anlamında) alamettir. ‘Ya da unutturduğumuzda...’47 Yani nebiler için olduğu gibi veliler için de ‘ayet’ olarak geride bıraktığımızda... ‘Daha iyisini getiririz.’48 Bu bir karşılaştırma ifadesidir. Yani delil olmada on­dan daha güçlü bir ayeti getiririz demektir ki bunlar, aciz bırakan mu­cizelerdir. Dolayısıyla sadece sahipleri (nebiler) için veya sahiplerinin doğruluğuna delil olmak üzere vekilleri (veliler) için olabilir. Bir veli adına böyle bir alamet kendi mertebesinin doğruluğu yönünden ola­maz. ‘Ya da onun bir benzerini getiririz.’49 Burada zamir, neshedilen aye­te gider. Dolayısıyla artık o icaz özelliğine sahip değildir, aksine birin­cinin benzeridir.

Bu ayeti, hükümlerle ilgili Kuran ayetleri hakkında yorumlamak doğru değildir. Bu ayetler araşmda önceki ayetin getirdiği hükmü nesheden başka bir ayet bulunur. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetin sonun­da ‘Allah Teâlâ habirdir, hakimdir veya hâkimdir, bunu bilmez misin?’ de­memiştir. Böyle isimler Küran’ın nazmına uygundur ve hükümlerle il­gili ayederden sonra böyle isimler gelir. Hâlbuki Allah Teâlâ bu ayetin so­nunda şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetirdiğini bilmez misin?’50 Öyleyse Allah Teâlâ peygamberlerinin ellerinde ortaya çıkıp O’nun peygam­berleri oldukları iddialarını doğrulayan mucizeleri kastetmiştir. Bunla­rın bir kısmı kıyamet gününe kadar geride kalmıştır -Kuran gibi-, bir kısmını ise kaldırmış ve kıyamet gününe kadar onlar gözükmemiştir.

Allah Teâlâ bu bileşik rahmet vasıtasıyla Kuran’ı kitaplarda bir araya getir­miştir, yoksa gönüllerde değil; çünkü o, gönüllerde (sudûr) Kuran, dilde kelam, Mushafta ise kitap adını alır. Bu nedenle bu ismi elMufassıl, el-Müdebbir’in emriyle koymuştur. Çünkü el-Müdebbir mer­tebe bakımından daha önce gelir ve bu nedenle tafsil işinde emir bilkuvve ona aittir; bilfiil hüküm ise el-Mufassıl’a aittir.

Rahmet menzili hakkında genişçe konuşulabilecek bir yerdir. Her şeyi kuşatmışken nasıl geniş olmasın ki? Fakat bu kadarlık açıklama dinleyenlerin yararlanması için yeterlidir. Şimdi rahmetin iki yerdeki hükmünü ve ondan bize dönecek şeyleri söyledik. Anlatmak istediği­miz buydu.

Bu menzilden bileşik rahmet menzilleri öğrenilir. Acaba menzilleri ne kadardır? Rahmetin desteklendiği ve desteklenmediği menzil nedir? Desteklemenin gerçekleştiği dereceler ne kadardır? Bu menzilde sadece Hakkın bildirmesiyle öğrenilen hususlar bilinir. Cem’ (bir araya gelme, toplanma) makamının izahı bu menzilden öğrenilir. Misal olarak Allah Teâlâ ile kulun Fatiha suresinin okunuşunda bir araya gelmesini vere­biliriz. Buradan Fatiha suresini namazda okumanın farz olmasının de­lili çıkartılır. Fatiha suresini namazda okumayan, Allah Teâlâ’nın kuluyla ara­sında böldüğü namazı kılmamış sayılır. Allah Teâlâ ‘Fatihayı böldüm’ dememiş, ‘namazı böldüm’ demiş, bütünü kapsayan belirlilik takısı gelmiştir. Taksimle tanımlanan namaz yorumlandığında, bölünmenin yeri Fatiha suresinin ortası yapılır. Namazda Fatiha suresini okumanın farz olmasının en güçlü delili budur. Özellikle Muhammedi âlemde olmak üzere, bileşik rahmetin tesiri bu menzilden öğrenilir. Manaların şahıslar mertebesine indirilmesi, bu menzilden öğrenilir. Tercümeler ilmi, bu menzilden öğrenilir. Duydukları halde ‘duymamış’ denilenler, bu menzilden öğrenilir; hâlbuki onlar duyduklarını anlamışlardı. Aca­ba onlardan olumsuzlanan ve onlar adına geride bırakılan şey nedir? Karanlık ve zulmani kevni perdeler, bu menzilden öğrenilir. Her per­denin ehli kimdir? Perdelenen kimden perdelenmiştir? Muduluğundan mı, Rabbini müşahede etmekten mi veya Peygamberin makamını mü­şahede etmekten mi perdelenmiştir. Varlıkların Allah Teâlâ’ya karşı cüreti, bu menzilden öğrenilir, inatçı ve Allah Teâlâ’nın enirini reddeden ve O’nun yar­dımcılarıyla tartışanlara dönük ilahi lütuf, bu menzilden öğrenilir. Hz.

Peygamber’in ‘Hud suresi ve kardeşleri’ hakkında söylediği üzere, on­ların peygamberi yaşlandırmasının nedeni bu menzilden öğrenilir. İla­hi sırrın talebi, bu menzilden öğrenilir. Sonsuzu ihata, bu menzilden öğrenilir. Zamansal bakımdan, uygun olmayan ceza, bu menzilden öğ­renilir. Çünkü ecir talep amellerinin süresi sonlu iken onlara verilen ecir sonsuzdur. O halde uygun ceza ve uygun olmayan ceza nedir? İn­kâr, ikrar, onaylama kınama, onun niteliği ve yerinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Cisimsel ve cismani yaratılış ve yaratıkların mer­tebeleri, zamansal miktarı bu menzilden öğrenilir. Rabbin izafe edildi­ği mertebeler, bu menzilden öğrenilir. İlahi kasıt bu menzilden öğreni­lir.

Som soranın sorusuyla ömişen cevapların yeri bu menzilden öğ­renilir. Akıllının mertebesi ve -alim olduğundaalimden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Çünkü akıllı zorunlu bir şeyi gördüğünde ona yönelirken akıllı olmayan ise bunu yapmaz. Bir emir nedeniyle yaratı­lan ve iki veya daha çok emirle yaratılanlar, bu menzilden öğrenilir. Yaratılış gayesini yerine getiren veya onu yerine getirmeyen, bu men­zilden öğrenilir. Kendisi nedeniyle büyüklük duygusuna kapılan ile Hakk nedeniyle büyüklenen arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bunlara misal olarak, İblis ile Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını verebiliriz. Allah Teâlâ ile yaratıkları arasmda münasebetin tespiti, bu menzilden öğrenilir. Bu tespit, ‘Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur51 ayetinin yanında ne anlama gelir. Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında ilişkiyi bildiren ifadelere misal olarak ‘Allah Teâlâ kulun tövbesiyle falan yerdeki bir adamın sevinmesinden daha çok sevinir...’ hadisini verebiliriz. Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’nın onları ya­rattığım ve onlardan güçlü olduğumu görmezler mi52 buyurur. Üstünlük ve sınıflarıyla yeri bu menzilden öğrenilir. Var olanların ihtiyarıyla var olanın ihtiyarında mecburiyeti bu menzilden öğrenilir. Acaba onun ih­tiyar ve cebrinde bir dayanağı var mıdır, yok mudur? ‘Onun hakkında kitap öne geçer’ ifadesi, bu menzilden öğrenilir. ‘Benim katımda söz değişmez53 vy; ‘Allah Teâlâ’nın yaratmasında değişme olmaz4 bu menzilden öğre­nilir. Bunun anlamı değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir, yaratıklar için de­ğiştirme yoktur, demek midir? veya ‘her şeye yaratılışını vermiş olması’ itibarıyla, Allah Teâlâ’nın yaratmasında değişme yok mudur?

Allah Teâlâ’nın bir ceza olarak azabının hikmeti, bu menzilden öğrenilir. Bu durum genel midir veya ceza olmadan da Allah Teâlâ kullarına kendili­ğinden elem verir mi? Misal olarak küçük çocuğun ve masumun acı çekmesini verebiliriz. Acaba bu durum, söyleyenin söylediği gibi mi­dir, değil midir? Belaya maruz kalan görünüşte kendisine nispet edilen işten masum olabilir veya Allah Teâlâ katında başka bir nedeniyle masum olmayabilir. Söz gelişi bir hayvana karşı bir iş yapmıştır veya sadece Allah Teâlâ’nın bildiği bir fiili olabilir. Belaya uğradıktan sonra daha önce yaptığı işi hatırlayabilir. Böyle bir durumda kişinin çektiği acı bela de­ğil, :ıksine bir cezadır. Onun masum olduğunu söyleyen kimse, özel bir nispetle söylemiştir. Acıyı o nispetle ilgili olarak görmüş, fakat söz konusu kişinin o işten masum olduğunu düşünmüştür. Hâlbuki Allah Teâlâ katında bu bela ve elem, o davranışın Hakk ettiği bir cezanın gerçekleş­mesinden ibarettir. Cezanın gerçekleşmesi bir müddetin tamamlanma­sını beklemiş, o kişinin masum olduğu iddiası ortadan kalkmış ve bu nedenle cezalandırılmıştır. Böylece cezalandırma daha önce işlenen bir davranıştan kaynaklanmıştır. Bunu görenler şöyle der: Bu insan kendi­sine ilişen belada masumdur. Onun masum olduğunda doğru söyle­mişlerdir. Hâlbuki onun aleyhine karşı iddia nedeniyle cezalandırıldı­ğını söylerken doğru söylememişlerdir.

Bu durum, mükaşefe ve işin bâtınını (itibar) bilenlere göre böyle­dir. Bu bilgiyi elde etmek için mükaşefe daha yetkindir, çünkü o, özel­liği itibarıyla illeti verir. İtibar ise, bir belirleme olmaksızın, onu genel­leştirir veya muhtemel illetlerini qrtaya koyar. Fakat cezalandırmayı hangi nedenin ve illetin gerektirdiğini bilemezsin. İtibar, yani işin za­hirinden bâtınma geçenler ile keşif ehli arasında böyle bir fark vardır.

Allah Teâlâ’nın muttakilerin niteliğine katılması, bu menzilden öğrenilir. Böylece AL ah Teala onlarm velisi olur, çünkü O, Mümin’dir ve mü­minlerin velisidir. Aynı zamanda O, muttakilerin velisidir. Acaba Hakk takva sahibi olmakla nasıl nitelenir? Haberden olmaksızın -çünkü ha­ber taklit demektir-, âlemin konuşma özelliğine (nutk) sahip olduğu­nun bilgisi nereden öğrenilir? Allah Teâlâ ehlinin mensuplarında, hallerin et­kisinin b'lgisi bu menzilden öğrenilir. Edep bu konuda maksada ulaş­ma umuduyla ne zaman terk edilir. Onun övülür veya kınanır olması birdir. Çünkü her gaye övgijye değer olmadığı gibi kötülenmiş de de­ğildir. Varidin başkalaşması nedeniyle, hallerin başkalaşması bu men­zilden öğrenilir. Melekler ve salih insanlar arasındaki kardeşlik, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ehlinin kıyamette ve cennederde nereye yer­leşecekleri, bu menzilden öğrenilir, ilahi isimlerden onlara eşlik eden isim hangisidir. İlahi isimlerin birbirlerine dayanması ve onların bütü­nün her birinin ötekinin vermediği bir hükmü vermesi bu menzilden öğrenilir. Akılların kendisine göre hüküm verdiği hikemî siyasetin ne­ticesi, bu menzilden öğrenilir. Bu konuda akıllar fark etmedikleri bir yönden basiredidir ve bu basireti onlara tecrübe kazandırmıştır. Bu bilgiyi kabul edenlerin niteliği nedir? Meyil bu menzilden öğrenilir. Niçin meyil olur ve neye doğru meyil olur? Birinci ve önceliklide ‘na­zar etmek’ bu menzilden öğrenilir. Bedeller, bu menzilden öğrenilir. Bu, sana sunulan bir şeyin onun yerini alacak bir şeyle değiştirilmesi­dir. Bu şey ya ölçüde ona denktir veya daha az olmak üzere farklıdır veya daha çok olmak üzere farklıdır. Öyle ki talep edilen şeyde kendi­sini bütün olarak amacının dışına çıkartacak bir etki olmaz. Acaba kendisi yok olduğunda yerini almayacak bir şey var mıdır, yok mudur? Adamların haller nedeniyle ayrışması bu menzilden öğrenilir.

İlahi hallerin karinesine göre taksim edilen ilahi emirler, bu men­zilden öğrenilir. Hal karinesinden yoksunken emrin durumu nedir? Hükmü vaciplik midir, değil midir veya beklemek midir? Onu hal ka­rinesinden soyutlayan' şey yok olan bir hal karinesi midir? Bizde bir şe­yi vacip yapan hal karinesi var mıdır? Yokluğun varlığın nitelikleri olan bir halden bir Hakk intikalle nitelenmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu­nunla birlikte o yoktur ve bu niteliği kaybetmez. Allah Teâlâ’nın kendisini ce­zalandırmaya karşı önce rahmetle nitelemesi, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki aynı şeyi âlemin niteliğinde yapmamış, mutluluk ehlinin nite­liğine karşı önce cezalandırılanların niteliğini zikretmiştir. Ğaşiye ve benzeri surelerde böyle yapmıştır. Böyle bir durum yaratıklarla Hakkı ayırt etme amacı taşır mı, taşımaz mı? Eşyadaki iki yön bu menzilden öğrenilir. Her şeyde bir yönüyle zarar ve bir yönüyle faydanın bulun­ması, bu rrenzilden öğrenilir. Bunu inceleyip tarttığında, işin söyledi­ğimiz gibi olduğunu bilirsin. Varlıkta hiçbir şey tek yönlü değildir. Bunun en büyüğü ve üstünü, Allah Teâlâ’nın nurudur. O nur vasıtasıyla eşya perdelerin ardından ortaya çıkar. Perdeler kalksaydı, söz konusu nur, var olan her şeyi yakardı. Öyleyse bv perdeler var edici ve yok edici perdelerdir! Aynı şekilde Kuran’ın inmesi de böyledir. Onun mümine fayda veren bir yönü olduğu gibi -çünkü müminin Kuran vasıtasıyla imanı artarkâfire zarar veren bir yönü de vardır. Kuran kâfirin kirini artırır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onunla pek çok kimseyi saptırır, pek çok kimseye hidayet eder.’55 Allah Teâlâ’nın yarattıklarına rahmetinin bir neticesi olarak söyle der: ‘Onunla /asıklar sapar.’56 Böylelikle Allah Teâlâ bize bir alamet vermiştir ve her kim kendinde bu alameti bulursa, sapanlardan olduğunu anlar.

Mutlu ve bedbahdarla ilgili ilahi uzaklık ve yakınlık, bu menzilden öğrenilir. Varlıkların yakınlığı ve uzaklığı, ilahi yakınlık ve uzaklıkla aynı mıdır? Yoksa her ikisinin farklı hükümleri var mıdır? Bu menzilde öyle bir bilgi vardır ki onu bilen kimse, kulun amellerinden hiç birinin Allah Teâlâ’ya ait olmadığını bilir. Bilginin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Sıkılma ve bıkmayı gerektiren neden bu menzilden öğrenilir. Bu ikisiy­le âlemde nitelenenler ve nitelenmeyenler bu menzilden öğrenilir. Bu­nunla birlikte Hakk kendisini bıkma özelliğiyle nitelemiştir. Kul iyilikle­ri çok yaptığında veya kötülükleri yaptığında Allah Teâlâ kendini böyle nite­lendirmiştir. Allah Teâlâ katında iyi zannın fayda vermediği durum bu menzilden öğrenilir. Alemin Allah Teâlâ’ya dönme nedeni bu menzilden öğ­renilir. Hakkın özü gereği eşyanın kendisi olması bu menzilden öğre­nilir. Acaba bü durum kendisi nedeniyle mi böyledir, yoksa müşahede veya ihata nedeniyle midir? Hakkın ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Bu ismin hükümleri herhangi bir yerde bulunduğunda değişir mi, de­ğişmez mi? Bulunduğu her yerde tek hakikat midir? insanlar bu konu­da farklı görüşlere varmıştır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ diledikleri­ni doğru yola ulaştırır.

Muhammedî Mertebeden, Mağfiret Sırlarından İki Sırrın Menzilinin Bilinmesi

Adamlar gördüm, ne bir kâfir ne yalancı görmüşler Onlar için her şey doğruluk ve iman

Dedim ki onlara; uzak durun yalandan                                                 .

O bir makam, fakat eksiklik ye hastalıklı

' . ' ' ' . i *

Alemdeki her varlık ötekinden başka

Her oluş Allah Teâlâ’nın dışında insan

Fakat bir kısmı büyük, öndedir

Bir kısmı küçük, önda hakikat ve iftira bir arada.

Varlığım olmasaydı olmazdı âlem

Ya da isimler veya varlıklar olmazdı hiç biri

O biricik zattır, (biz yok isek) yaratıcı değil

Malik de değil, burhan söyler bunu!

 .  . !-

Akıl delili her durumda delil olur:                                                i

i . -

Yaratan ilah yaratmayla ihsan eder                                              j

• • ’ | . . Allah Teâlâ’nın genel ve özel rahmeti olduğunu ve bu ümmete özel rah­metini tahsis ettiğini söylemiştik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Benim ümmetim rahmete mazhar bir ümmettir. Ahirette onlara azap yoktur. Onların dünyadaki azapları zelzele, ölüm ve beladır.’ Hadisi Beyhaki, Kitabü’l-Edeb’in ‘Mümin kendisine hayır murad edildiği için nadiren beladan uzak kalır’ adlı bölümünde aktarır. Hadisi Ebu’l-Kasım Ah b. Muhammed b. Ali el-Eyyadi’den, o, Ebu Cafer Abdullah b. İsmail’in yazdırmasıyla, o ise İsmail b. İshak el-Kadı’nın yazdırmasıyla, o Mu­hammed b. Ebu Bekir’den, o Muaz b. Muaz’dan, o Mesudi’den, o Said b. Ebi Bürde’deıı, o babasından, o Ebu Musa’dan aktarmıştır. Son ravi şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der...’ Ravileıin hepsi, ‘haddesena (bize aktardı)’ kalıbını kullanmışken, Mesudi an-ane kalıbını kullanmış,


Beyhaki ahbarane (bize haber verdi) kalıbını kullanmıştır. Aynı bö­lümde Ebu Bürde’nin şöyle dediği aktarılır: ‘Ebu Ziyad’ın yanında oturuyordum. Yanında Abdullah b. Yezid vardı. Haricilerin başkanları getirilmeye başlandı ve şöyle dedi: Bir başkana rasdadığında, ‘ateşe gi­der’ dedim. Bana şöyle dedi: ‘Kardeşimin oğlu! Böyle yapma. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini duydum: Bu ümmetin azabı dünyadadır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir hadiste şöyle der: ‘Cehennem ehli­ne gelirsek -ki onlar ateş ehlidironlar orada ölmeyecek ve canlı da kalmayacaktır. Fakat insanlara ateş günahları ölçüsünde isabet eder.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, herhangi bir ümmeti ayırt etmemiş, çünkü ümmetinden insanlar dememiştir. Bu ifade cehennem ehli olmayanlar hakkındaki genel rahmettir. Sonra şöyle der: ‘Allah Teâlâ orada onları öldürür.’ Bu ifadesini ise mastarla pekiştirmiştir. Bu durum ölümün kurban edilmesinden öncedir. Allah Teâlâ’nın onları orada öldürmesi­nin nedeni ateşin kendilerinden yediğini farkına varmamalarını sağla­maktır. Çünkü tam nefisler, mümin ve muvahhit nefislerdir tevhit ve iman azabın onlarda bulunmasını engeller. Duyular, yani bütün cisim­ler, Allah Teâlâ’ya itaatkârdır. Onlar, kendilerini sıcak Hakk getiren yanma acı­sını fark etmez. Çünkü ölü, kendisine yapılanı fark etmez, fakat onu bilir: Her bilen bildiğinin farkında olmaz! Allah Teâlâ bu nedenle aza­bı muvahhit ve müminlerden kaldırmıştır. Ateşe girseler bile, bu du­rum ilahi hüküm gerçekleşsin diyedir. Bu sayede günah işleyenler ile iyi iş yapanlar birbirlerinden ayrışır. Öyleyse hadis insanların geneli hakkındaki sahih bir hadistir. .

Azap, ehli olan cehennemlikler üzerinde kalıcıdır ve Allah Teâlâ’nın katında bilinen bir vakte kadar sürer. En sonunda on dokuz azap meleği kendilerini zikreder. Çünkü melekler şefaat ettiklerinde, bu on dokuz melek şefaat çtmez ve onların şefaatleri -yaratıklarına karşı Allah Teâlâ’nın mertebesini tercihleri nedeniyleAllah Teâlâ’nın gazabının kalktığını gördüklerinde rahmetle nitelendikleri vakte kadar gecikir. Melekler kı­yamette şefaat eder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Melekler şefaat etmiştir, peygamberler, müminler de şefaat etmiştir. Geride merhamet edenle­rin merlıamedisi kalmıştır.’ Böylece O, Şedidü’l-ikab ve el-Muntakim isimlerinin nezdinde şefaat eder. Bu durum ilahi isimlerin şefaat etme­siyle ilgilidir. Bu şefaatle Allah Teâlâ’yı -imanı yönünden değilbilgisi yönün­den birleyen -ameli olmasa bileherkes ateşten çıkar. Söz konusu kişi­nin bu esnada bundan başka iyi bir ameli yoktur, onu da imanı yö­nünden elde etmemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ bunu ona tahsis et­miştir.

Muvahhitlerin bu sınıfı (bilgiyle Allah Teâlâ’nın bir olduğuna şahit olan­lar), Allah Teâlâ’nın ve meleklerin şahitliğiyle O’ndan başka ilah olmadığına şahit olmuş kimselerdir. Onların bu şahitlikte ortak olmaları nedeniyle ezeli inayet onlar adına öne geçmiştir. Onları sadece Allah Teâlâ bilir. Melekler kendilerini bilse bile, onlar, tıpkı insan ve cinler gibi Allah Teâlâ’nın emri altındadır. Onlar, Allah Teâlâ’nın mertebesine hürmet eder ve onu bunlara karşı tercih eder. Bu nedenle melekler, Allah Teâlâ’nın emrine muhalefet etmeleri ve iman etmeyişleri nedeniyle kendilerine şefaat etmek üzere öne çıkmazlar. Bu durumda merhamet edenlerin en mer­hametlisi, söz konusu insanları cehennemden çıkartma işini yalnız ba­şına üstlenirken ateş ehli olanları rıza suretinde tecelli edip terkip âle­minde bileşik rahmetin hükmü ortaya çıkana ve azap melekleri şefaat edene kadar bulundukları hal üzere cehennemde bırakır. Bu durumda, sıcaktan ve soğuktan haz alan hakkında söylediğimiz gibi, cehennemdekilerin hali başkalaşır.

Bilmelisin ki, itidal hükmüne göre tartma makul bir durumdur, hükmü mevcut değildir! Çünkü onun bir hükmü olsaydı, yaratma gerçekleşmezdi. Onun hükmü itidaldir. İtidal ise meylin zıddıdır. Hâlbuki yaratma meyille olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın âlemi iki imkândan birisini tercih etmesiyle yarattığını öğrenince, din kadısına şöyle em­retmiştir: ‘Tarttığında tercih yap!’ Çünkü mümkünde iki yön eşittir ve Allah Teâlâ onu ancak tercih etmesi nedeniyle var eder. Allah Teâlâ âlem yok iken bulunduğu durumu zikretmiş, bilinmek iradesini beyan etmiş, kendini bilme yönünü onun karşıtına tercih etmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ âlemi bilgi yönünü zıddına tercih etmek nedeniyle var et­miştir. Allah Teâlâ rahmet ve gazabı tarttığında, rahmet ağır basmış ve tercih edilmiş, ilahi gazap ortadan kalkmıştır. Bir şeyin ortadan kalkması, onun hükmünün kalkması demektir. Dolayısıyla işin sonunda ilahi azabın bir hükmü kalmaz. Çünkü işin sonunda rahmetin üstünlüğü or­taya çıkar ve hafifliği nedeniyle gazap ortadan kalkar. Gazabın hükmü gazap ve rahmet teraziye konduğunda ortaya çıkabilir. Öyleyse her iki­sinin âlemdeki hükmü, tercih olana kadardır. Tercih olunca, gazabın hükmü ortadan kalkar. Bu sözümüz, keşif sahibi olduğunu iddia ede­rek, ilahi terazi hakkında ‘Allah Teâlâ ihsanında adaletiyle veya adale­tinde ihsanıyla hüküm vermez, her iki kabzası her yönden eşittir’ di­yenlere karşıdır. Bu iddia, şeyh yoksunluğu nedeniyle, keşif ehlinin düştüğü büyük hatalardandır. Başka bir ifadeyle böyle bir görüşü an­cak şeriata uyan, dini hükümlerin kaynaklarını bilen üstadın terbiye­sinden geçmeyen bir insan söyler. Çünkü fikir gücünden hareket eden akıl kendisini bilmede yeterli olmadığı için, Allah Teâlâ kendisini ta­nıtmak üzere bir yol belirlemiştir. Bu yol, kullarına peygamber ve ne­bilerin dilleriyle kendisini tanıtmasıdır. Böyle dememizin nedeni, başka bir yolün daha bulunmasıdır: Söz konusu yolu varlık gerektirir ve bazı erdemli nefisler onu elde eder. Böyle diyerek iki yol arasındaki benzer­liği ortadan kaldırmak istedik. Çünkü nefisler riyazet, doğal arzuları terk edip maddi işlere dalmaktan vazgeçmeyle, onlar adına irade edilen yöne ve mertebeye -ki oradan gelmişlerdiryönelerek arınırlar. Bu sa­yede âlemdeki yerlerini ve nereye gideceklerini öğrenirler.

Kendi varlıklarından şunu öğrenirler: Bedenin ardında başka bir şey vardır ve beden onun tarafından hareket ettirilir ve yönetilir. Nefis­ler bu bilgiye bedenin ölümünü görmekle ulaşırlar. Nefis, beden sağ­lıklıyken onun araçlarına bakar, hayattayken kendisine ait idrak güçle­rinin ona ait olmadığını görür: Öyleyse başka bir şey bulunmalıdır. Fakat söz konusu şeyin bedenle ve cisimle ilişkisini bilemez. Acaba bu ilişki arazın mahalliyle veya mekânlının mekânıyla veya mülkün sahi­biyle ilişkisi gibi midir? Ölüm ile uyku arasında, uykuda gördüğü suretler ve elde ettiği hazlı ve acı veren haller nedeniyle bir fark olduğu­nu görür. Uykuda insan süratle halden Hakk girer. Hâlbuki aynı duru­mu bedende görmez. Sonra uyanır ve bedeni bulunduğu surette de­ğişmemiş bir halde bulur. Bedenin bazen uykuda maruz kaldığı du­rumlar nedeniyle edilgenleştiğini görür. Misal olarak, uykuda cinsel ilişki rüyası görmekle boşalmayı verebiliriz. Nefis bütün bunlarla cis­min ardında başka bir şey olduğunu ve onunla beden arasında bir iliş­kinin var olduğunu öğrenir.

Öte yandan nefs, bilgiler ve anlayış bakımından örneklerin farklı­lığını görür. Bunların bir kısmı talime muhtaçtır. Zahitlik yaparak dü­şünceye kendini veren, halvetlere çekilen ve maddi hazlardan ancak

bedeni ayakta tutacak miktarla yetinen kimselere bakar. Bu hal sahibi bir insan, başka bir nefisten bilgi ve erdem yönünden daha üstündür ve üstün olduğu kimse bilgi ve fazilederde kendisine muhtaçtır. Bunun üzerine -başkalarının değilbu nefisleri bu makama ulaştıran yolun ne olduğunu inceler. Bunun için yegâne engel, bazı nefislerin doğal ar­zuların peşinden koşmasını ve bunun için birbirleriyle yarışmasını gö­rür. Bunun üzerine bütün bu konularda zahit olur ve güzel ahlakla süs­lenir, kimsenin üzerinde bir ilgi ve talebenin kalmasına imkân vermez, insanların sahip oldukları malların peşinden koşarak onlarla didişmez, halvete yönelir, hakikati bulunduğu hal üzere öğrenmek üzere himmeti yükselir. Bütün bunları nefs, Hakk kaynaklı bir şeriatı taklit ederek elde etmez, doğru bir düşünce ve kâmil olmasa bile ilahi ilhamdan elde eder. Kâmil ilham ise insana şeriata uymayı,-Allah Teâlâ’nın' kelamını ve O’nun katından geldiği bize bildirilen kitapları incelemeyi ilham eder. Böyle bir ilham, kâmil ilhamdır. Nefs saflaşıp (hastalıklardan) şifa bu­larak bir aynaya dönüştüğünde, doğanın pası silinerek âlemin suretleri ona yansır. Bu yansımanın neticesinde nefs daha önce görmediklerini görmeye, bilinmeyenleri söylemeye başlar ve bir yabancı gibi ve kendi vatanı değilmiş gibi Mele-i a’la’ya katılır. Hâlbuki orası onun yeri ve vatanıdır. Fakat doğasının arzına ve bedenine sefer ettiğinde (asli vata­nına) yabancılaştığı için, orayı tanımaz. Bu nedenle âlem hakkında bir delile sahip değildir ve söz konusu âlemle tam olarak ünsiyet edemez. Ulaştığı âlemin görevli olduğu takdis, tespih ve unsuri türeyenler hak­kında görevlendirildikleri işleri yerine getirmesi nedeniyle kendisiyle ilgilenmediğini görür. Bu görevler arasında, feleklerin hareket ettiril­mesi, yıldızların yürütülmesi ve onlardan unsurlarda meydana gelen hadiselere özgü işleri görür. Bu konularla ilgili daha önce bilmediği hususları öğrenir. Melekî ruhlardan daha önce sahip olmadığı bilgileri elde eder.

Nefs kendisinden sülük ettiğinde her şeyin yaratıcısı olan Allah Teâlâ’dan bilgi alabileceği ve kendisiyle Allah Teâlâ arasında özel bir kapı bulunduğunu bilmez ve şöyle der: ‘Gaye bu kadardır ve sadece bunlar vardır!’ Nefs ulaştığı bilgiyle hemcinslerinden üstünlüğünü görerek mutmain olur. Böyle bir nitelik ve Hakk sahip bir nefse her ne gelirse gelsin, bunlar ilahi zevk değildir. Söz konusu nefs ruhlardan ve melekî akıllardan bil­gi almıştır, o kadar! Üstelik bu alış, bir konuşma alışı değil, halle ger-

çekleşen almadır. Ancak hayalinde kendisine hitap eden bir bedenlenme gerçekleşirse, (konuşma yoluyla almış olabilir). Şeriat yo­lunu takip eden insan ise âlem ile arasında münasebetin bulunduğu bir ilah olmadığı ve ‘O’nun benzeri bir şeyin bulunmadığı57 şeklinde kendi­sinden bildirdiği haberlerde Şâri’yi taklit eder. Allah Teâlâ ulvi ve süflisiyle âlemdeki hiçbir şeye benzemez. Bütün bunlara rağmen O’nun eli, iki eli, gözü, gözleri, yüzü, sözü, inmesi istiva etmesi, sevinmesi, bazı kul­larıyla beraber olması, yakınlığı, uzaklığı, kendisine dua edene karşılık vermesi, merhameti gibi (yaratıklara benzeyen nitelikleri) vardır. Bü­tün âlem, O’na kuldur. Allah Teâlâ onları yaratmış, bir kısmını diğerlerinden üstün yapmıştır. O’nun bir gazabı vardır, insan türünden yeryüzünde halifeleri vardır. Nefs bu sözleri duyunca, kendi türünde halifeler ol­duğunu öğrendiğinde, bu mertebeye ulaşmak için bir arzu duyar, vak­tinin Şâri’sinin (peygamber) belirlediği ve ona hitap ettiği bu yolu gö­rür. Bunun yanı sıra (şeriatı takip etmeye niyetlenen) nefs, sülukta fik­riyle hareket eden nefs sahibinin yaptığı her şeyi Şâri’nin teşvik ettiği­ni, bu davranışları övdüğünü ve benimsediğini görür ve Şâri’nin ken­disini getirmesi nedeniyle (voksa fikriyle bunları düşündüğü için değil) o işleri benimser, himmetini kendisini yaratan Rabbine bağlar. Çünkü Allah Teâlâ insana gayenin kendisi olduğunu bildirerek şöyle buyur­muştur: ‘lş+n sonu Rabbine varır.’58 Allah Teâlâ’nın ardında varılacak bir hedef yoktur!

Böylece nefs, Allah Teâlâ’yı gayenin sonu saymış, tıpkı fikriyle ve teorik gücünün verileriyle sülıık yapan gibi sülukunu tamamlamış, fakat şeria­tın belirlediği yöntemle hareket etmiştir. Böylelikle nefsi arınmış, ay­nası cilalamış, neticede o aynaya ruhani âlemin bütün suretleri yansı­mıştır. Fikir ehli ise nefsin aşağısındaki doğa derecesinde kalır ve bu mertebenin üzerinden onların nefislerine bir şey yansımaz. Sülukunu meşru yolla yapanların nefislerine ise buradan yansır. Söz konusu salik şeriat yöntemiyle sülukunu tamamladığında, Levh-i mahfiız’daki her şey onun aynasına yansır ve şeriadarın mertebesini görür, kendi payını ve nasibini ve âlemdeki gayesini öğrenir. Ardından gördüğüne göre amel eder ve kendisine özgü yönü aramak üzere (himmeti) yükselir (vech-i has). Böylelikle Haktan ilham yoluyla bilgi alır, tecelli, tenzih ve teşbih bilgisi elde eder. Varlığın mümkünlere yayılışını görür, bu esnada zuhur edende hükmün kime ait olduğunu öğrenir. Bu hüküm­ler ile ruhani ve doğal farklılıkların ortaya çıktığı zahir (zuhur eden) kimdir?

Bu iki şahıs konuştuğunda, kâmil adamlar iki şahıs arasındaki farkı bilir, her birisinin bilgisini nereden aldığını anlarlar. Sülukunda fikrini rehber edinen, şeriata göre sülük edenin derecesinin altında niçin kal­mıştır? Fikirden hareket eden her zaman başını öne eğip ruhani yardı­mın kedisine getireceği şeyi bekler. Şeriata göre hareket edenin, nefsin vakiderindeki ilahi tecelliden hayâ etmesi nedeniyle sürekli başı eğiktir. Bu kişi, kendisini her şeyde gördüğünde, susmuş, şaşırmış ve hayrete düşmüş gibidir. Böyle bir inşan (kendisini her şeyde gördüğü) Allah Teâlâ ile konuşur, sadece O’na bakar, O’ndan başka varlık görmez. Mele-i a’la, yüce ruhlar, dönen hareketli felekler, tespih eden yıldızlar, bu nefsin Hakk ettiği ve kendilerine tevdi edilmiş olan emaneti ulaştır­mak üzere onu arar. O kişi ise edebe bürünmüş ve kendine dönmüştür ve emanet alacak kimse bulamazlar. Bunun üzerine, (onun talebi ol­madan) kendiliklerinden zorunlu bir şekilde emaneti ona ulaştırırlar. O da yaratılışında geride kalmış özellikle zorunlu bir şekilde emaneti alır. O kişi Rabbiyle ilgilendiği için bütün bunlardan bihaberdir; kendini görme haline döndürüldüğünde ise zatında ulvi ve süflisiyle bütün âlemin verdiği emanederi bulur -bunlar, âlemde emanet olarak bulu­nan ve kendisinin hakkı olan şeylerdir-. Bu nimetten dolayı Allah Teâlâ’ya şükreder. Alemdeki her şeyin kendisine ve hemcinslerine amade oldu­ğunu öğrenir, fakat iıisanlar bu durumu bilmez.

Bu makama ulaşan insan, birbirlerine karşı üstünlüğe yol açacak şekilde, bilgi verilenlerin derece derece olduklarını görür. Hemcinsle­rini de kendisi gibi görür, fakat onlarm bu konuda bir bilgisi yoktur. Bu nedenle kendisi nedeniyle sevinirken, aynı makamda bulunup da bunun farkına varmadıkları için onlar adına üzülür. Söz konusu insan­lardan sadece kendisini, onları ye gerçeği bilmesi nedeniyle üstündür. Bu derecelere keşif, tahkik ve kesin müşahedeyle yükseldiğinde, bu de­recelerin ona nereden verildiğini ve hemcinslerinin çoğuna verilmeden ona nasıl tahsis edildiğini anlar. Hakk ona er-Refiü’d-derecat (dereceleri yükselten) isminde tecelli eder. Aynı zamanda Hakk bu derecelerden ‘dilediği’ kullarına ruhu ilka edendir. Bu insan Allah Teâlâ’nın ‘dilediği’ o kul­larından olduğunu anlayarak derecelere derecelerle karşılık verir; me­ğerse kulun dereceleri o derecelermiş, başka değillermiş! Derecelerin bütün âlemde bulunduğunu ve kendisinin de onlarda olduğunu anlar. Aleme bu derecelerle gözükür, âlem ise farkında değildir. Her insana o insana ait dereceden hitap eder ve ‘bu kişi benimle beraberdir, benim mezhebim ve inancım da böyledir’ der. Âlemdeki hiç kimse onu inkâr etmediği gibi bu kişi de ilahi edebe uymakla birlikte âlemdeki kimseyi yadırgamaz. Öyleyse edep ancak bir makam sahibine gereklidir. Fakat makamsızlık makamı da bir makamdır!

Hal sahibine gelirsek, bazen onda -makam sahibinin mertebesin­den eksikliği ve daha aşağıda bulunması nedeniyletanınmasına yol açacak haller gözükebilir. Kâmil insan âlemdeki her surede boyanır ve imkân ölçüsünde onlarla gizlenir. Halk değiştiği için kendisi de deği­şen bir surette kâmil insanı gören, onun kendisinin üzerinde bulundu­ğu durum gibi, (kendini bir inançla sınırlamadığı anlamında) ‘sınırlı olmadığı’ inancına kapılarak kâfir ve zındık olduğunu söyler, bu halin ona nereden geldiğini bilemez. Hâlbuki bu makamdaki insanın iki şah­sa bir surette gözükmemesi gerekir. Nitekim Hakk da bir surette iki şahsa tecelli etmez, çünkü (kâmile ait) dereceler, (Hakka ait) derece­lerdir. Onu değişen suretlerde görmeyenin kâmil insanı tekfiri ve onu zındık sayması, kendi bilgisizliği ve kıskançlığından kaynaklanır. Bu in­sanın kâmil kişiye nispet ettiği şey, Allah Teâlâ’ya nispet ettiği eş, çocuk ve or­tak gibi Hakkın zatını tenzih ettiği özelliklere benzer. Cahil insanın bu davranışı bü makam sahibine tesir etmez; aksine o, kendi kemalindedir. Ona iftira eden ise, kendisinden gördüğü Hakk göre hüküm vermiş, içinden düşündüğünden farklı bir şeyi haksızca ve büyüklenerek diliyle söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nu inkâr ettiler, halbuki doğru oldu­ğuna inanıyorlardı, bozguncuların akıbetinin nasıl olduğuna bakınız9 bu­yurur. Böyle bir iftiracının sonu da aynıdır.

Binaenaleyh Hakkın dereceleri, âlemin üzerinde bulunduğu (dere­celerdir) . Bu makam sahibi ise, kendilerini temyiz ettiğinde bu derece­lerde farklılaşır. O, Zahir, Bâtın; varlıkta Evvel, müşahedede Ahir (Son) olandır. Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir, dolayısıyla inkâr edilnıez/belirsiz kalmaz; ilah ise inkar edilir/belirsizdir ve ilah olduğu söylenir. Dikkatini çektiğim hususa aklını ver ki, Allah Teâlâ ile ilah arasın­daki farkı anlayasın! Bu nedenle âlemde ilahlar çoğalmıştır. Bunun ne­deni, ilahın büyüklük karşılaştırmasını kabul etmesidir. Allah Teâlâ tektir ve meçhul değildir, ilahların kulları da O’nu kabul ederek şöyle derler:

‘Biz putlara bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet ettik.’60 Hâlbuki taptık­larından daha büyük iiaha demediler. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ku­ran ve Sünnet’te ilahı tek ilah olarak zikrettiğinde, ilah adınm kulla­nılmasına tepki göstermişlerdir. Müşrikler Allah Teâlâ’yı inkâr etmemişlerdir. Onu inkâr etselerdi, zaten müşrik olmazlardı. Allah Teâlâ’yı inkâr etselerdi, neye şirk koşacaklardı ki? Öyleyse onlar Allah Teâlâ’ya değil, İlah’a şirk koş­muşlardır. Bunu anlamalısın!

Müşrikler şöyle demiştir: ‘İlahları, bir ilah mı yapacak?’61 Hâlbuki ‘ilahları Allah Teâlâ mı yapacak?’ dememişlerdir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ müşriklere göre de ‘yapılan/yaratılan’ bir şey değildir. Üstelik Allah Teâlâ bu adı birisine vermekten sakınmışken, ilah adını sakınmamıştır. Bir kâfirin Medine-i fazıla dediği bir kitabında görmüştüm. Daha önce kendisini görmedi­ğim o kitabı Merşane-i Zeytun’da bir şahsın elinde görmüştüm. Kitabı şahsın elinden alıp muhtevasına bakmak üzere açtım. Gözüme çarpan ilk şey yazarın şu sözüydü: ‘Bu bölümde âlemde bir ilah nasıl ortaya koyarız, onu inceleyeceğiz.’ Hâlbuki Allah Teâlâ dememişti. Bu ifadeye şaş­tım ve kitabı sahibine fırlattım, şimdiye kadar bir daha da o kitabı görmedim. Kim basiredi ve uyanık olursa, zikrettiğimiz hususu iyi dü­şünmelidir! Çünkü bu öldürücü hastalığa karşı en yararlı ilaç söylediklerimizdir. İlah adı, sözü edilen derecelerden biridir ve dolayısıyla onun bulunması gereklidir, çünkü dereceler zorunludur. Samiri’nin şu sözü de konuyla ilgilidir: ‘O sizin ilahınız ve Musa’nın ilahıdır.’62 Kaste­dilen buzağıdır. Hâlbuki ‘Musa’nın davet ettiği Allah Teâlâ’dır’ demedi. Fira­vun da şöyle demiştir: ‘Belki Musa’nın ilahı hakkında bir bilgi elde ede­rim.'63 Hâlbuki Musa’nın davet ettiği Allah Teâlâ, dememişti. Yine şöyle de­miş: ‘Benden başka sizin için ilah olduğum: bilmiyorum.’64 Bu inceleme ne güzeldir! Bu sayede Firavun’un Allah Teâlâ hakkında bir bilgisi oldu­ğunu anlarsın. Fakat dünya hayatında riyaset sevgisi ona galip gelerek şöyle demiştir: ‘Sizin için bilmiyorum.’65 Çünkü Firavun kavminin ken­disine ilah olarak inandıklarını biliyordu, fakat ‘âlem için bilmiyorum’ dememiştir. Bu nedenle vakıayı olduğu hal üzere bildirmiş, bu konuda da doğru söylemiştir. Çünkü Firavun onların kendisinden başka ilahla­rın bilgisine sahip olmadıklarını biliyordu.

Gerçekte Allah Teâlâ’ya ‘yükseklik’ anlamıyla nispet edilmiş dereceler vardır, çünkü O dereceleri yükseltendir.’ Tecelli suretlerindeki farklılık ve çoğalmanın nedeni budur. Samiri’nin ‘Musa’nın ilahı66 demesinin nedeni de budur. Çünkü ilahi tecelli, İlah ve Rab için olabilir, Allah Teâlâ için olamaz. Çünkü ‘Allah Teâlâ Gani’dir.’67 ‘De ki Allah Teâlâ birdir, sameddir, doğurmadı, doğrulmadı, O’na denk kimse yoktur.’68 Allah Teâlâ herhangi bir şahıs adına bir surette iki kere tecelli etmeyeceği gibi bir surette de iki şahsa tecelli etmez. Bu nedenle ‘Musa’nın ilahı69 demiştir. Allah Teâlâ’nın peygamberlere tecellisinin suretleri farklı ve hangi surette te­celli ederse etsin ilah olması bakımından ise aynı hükme sahiptir. Bakı­nız! Kıyamet günü Allah Teâlâ bir surette tecelli eder ve inkâr edilir­ken başka bir surette tecelli ettiğinde suretlerin değişmesi nedeniyle kabul edilir. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ inkâr edildiğinde, tanın­mak için kendi suretine dönmüştür.’ Şöyle deriz. ‘Keşke hadisin deva­mında geçen ‘sizinle Allah Teâlâ arasında bir alamet var mıdır?’ sözünü anlasaydın! Bu alamet, insanların Allah Teâlâ hakkındaki delilleridir. Bu delil O’nda görürlerse, O’nun rableri olduğunu anlar ve o alametin suretini adlandırırlar. Çünkü bilinen her şeye suret denilir. Öyleyse insanlar, Allah Teâlâ’yı alamet sayesinde tanımışlardır, yoksa suret yenilenmiş değildir. Sadece (Allah Teâlâ’yı kendisinde tanıdıkları) söz konusu suret, onların ala­metiydi.

Hakkın derecelerinin bir sonu yoktur, çünkü âlemin bekasmın bir sonu olmadığı gibi surette tecellinin nihayeti yoktur. Öyleyse derecele­rin iki tarafta, yani ‘şimdiki an’ vasıtasıyla ortaya çıkan ezel ile ebedde de bir sonları olmamalıdır; şimdiki an âlemdir. Alem olmasaydı, ger­çekte de öyle olduğu gibi, ezel ebeddeıı ayrılmazdı. O halde Hakk için bir başlangıç yoktur ve O’nun hakkında başlangıcın reddedilmesi, âlemle ilişkisini ortadan kalkmasını sağlayan derecelerden birisidir. Alemin derecelerinin de -ki Hakkın derecelerinin aynıdıryoktur ve âlem sürekli onlardan birindedir. Alemin derecelerden birisine yerleş­mesi, âlem için ‘başlangıç’ demektir; yoksa derecelerin başlangıcı yok­tur. Aksine âlemin onlarda zuhuru âlem için başlangıç demektir.

Bilmelisin ki, yaratıklarından ayrı olması yönüyle Hakk dereceler ile derekeler arasında berzahtır. Çünkü Allah Teâlâ kendisini ‘iki el sahibi’ olmalda nitelemiştir ve iki el arasında bulunan berzahtır. Sağ elde bu­lunan ehli için cennetin dereceleriyken diğer elinde bulunanlar ehli için ateşin derekeleridir. Aşağının O’nunla ilişkisi, yukarının ilişkisiyle bir­dir. Çünkü Allah Teâlâ her nerede olurlarsa olsunlar kullarıyla birlikte­dir. Öyleyse Allah Teâlâ cennet derecelerinde kullarıyla birlikte olduğu gibi cehennem derekelerinde de şanına layık tarzda onlarla birliktedir.

Bilmelisin ki, derecelerden birisi, mağfiret, yani örtme derecesidir. Mağfiret iki derecede gerçekleşir: Birincisi günahkârları günahın ceza­sının kendilerine ulaşmasından örtülmesi; diğer derece ise günahın isabet etmesinden kendilerini örtmektir. Bu örtme, ‘koruma örtmesi’ demektir. Allah Teâlâ mağfiretin, örtmenin birinci türü hakkmda ‘On­ları acı azaptan korur70 buyurur. Mağfiretin diğer türü hakkmda ise ‘Onları günahlardan korur71 buyurur. Mağfiretin başka bir örtmesi yoktur. Öyleyse günahkâr ve azap arasında perde olan örtü, kerem, af, bağışlama ve müsamaha örtüsüdür. Kul ile günah arasında perde olan örtüyse, ilahi inayet, ihtisas ve korunma örtüsüdür. Buıiu Allah Teâlâ’dan korku veya umut veya Suheyb hakkmda söylendiği üzere hayâ duygu­su gerektirir: ‘Ne güzel kuldur Süheyb! Allah Teâlâ’dan korkmasaydı bile asi olmazdı.’ Günah işlemekten korunmasının nedeni korkusuydu; korku olmasaydı bile, Allah Teâlâ’dan utanmak duygusu, kendisi adına günah olmasa bile, herhangi birisi hakkmda ‘günah’ denilen şeyin onda ger­çekleşmesini engellerdi. Çünkü o sadece mubahlarda tasarruf eder. Böyle bir durum inayetin zirvesidir ve mubahlarda tasarruf ederek ko­runmadır.

Günahların en büyüğü, kalpleri öldüren günahtır. Kalpler Allah Teâlâ hakkındaki bilgiden yoksun kalınca ölür ki, bilgisizlik denilen hal budur. Kalp Allah Teâlâ’nın insanın bedeninden kendisine seçtiği evidir. Bu ev bilgisiz kalınca, hırsız onu ele geçirmiş, sahibiyle arasına girmiş de­mektir. Böyle bir insan kendisine karşı zalim olan insandır. Çünkü o, evi sahibine bıraksaydı, ev sahibinden kendisine ulaşacak iyilikten ken­disini mahrum etmiştir. Cehalet mahrumiyeti budur.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir sır vardır: Rabbi sadece kal­bin sığdırdığını gören kalp sahibi, Hakkın -herhangi bir sınırlama ol­maksızınbünyesinin aynı olduğunu görenden aşağı derecede bulunur. Çünkü Hakk ikinci kişinin görmesi, duyması ve bütün güçleridir. Ha­diste herhangi bir şey ayırt edilmemiştir. Öyleyse kalp sahibi kalbini gözetirken diğer hal sahibi Rabbinin kendisinden gizlendiği her şeye karşı Rabbiyle hüküm verir. Hakk, bu gizlenme esnasında söz konusu nitelik sahibi tarafından müşahede edilir. Böylelikle ilham edildiği tarzda o şeye karşı davranır. Hakkın gizlendiği şeyde izhar edilmesi in­sana ilham edilirse -ki bu Hakkın gizlendiği o şeye dönük inayetinden kaynaklanırO’nu ortaya çıkartır, Hakla kendinden ifade eder, o şey­deki Hakkın ne olduğunu bildirir. Hakkın gizlendiği şeyde gizli halde bırakılması ilham edilirse, örtüyü orada bırakır ve örtülü şeyi açığa çı­kartmaz. Bu nitelik sahibi, kalp sahibi hakkında hüküm verirken hâl­buki kalp sahibi Rabbinin evi olan kalbi koruyup Rabbinden başkası ona girmesin diye kalbini gözetirken diğer kişi hakkında hüküm vere­mez. Çünkü o güvenli bir kapıcıdır. Bunu anlayınca, bu ikisinden han­gisi olduğuna bakmalısın! Bu nedenle murakabe ehli, sürekli âlemde tasarruftan perdelenmiş kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ’ta sıiıırları tutan kim­selerdir. Kalplerini murakabe etmekten (daha üst bir dereceye) yükse­lip -ki perdelerin en büyüğüdürkalplerini murakabeden âlemi mura­kabeye geçtiklerinde, imkânları genişler. Fakat onlar, daha önce zikret­tiğimiz nitelikteki insanın hükmüne sahip değillerdir. Çünkü onlar, kendilerini gözettiği için O’nu gözetir ve murakabe ederler. Allah Teâlâ her şeyi gözetir. Onlar da Allah Teâlâ’nın gözetmesine karşı kendi muraka­belerini tam bir dengeyle ve örtüşme tarzıyla yaparlar. Allah Teâlâ on­ları gözüyle gözettiği gibi (kalbini murakabe eden) insan da gözüyle Allah Teâlâ’yı gözetir. Kendiliğinde ve âlemde bütünüyle Hakk olan insan ise, murakabeyi aşar. Çünkü murakabe, bir siiluk ve delil getirme makamı­dır. İnsan Allah Teâlâ’ta, Allah Teâlâ ile, Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ’ya doğru sülük ettiğin­deyse, murakabe edilecek kimse kalmaz, çünkü artık yolda saliki engel­leyecek bir korku yoktur. Böyle bir sülük, murakabesiz sülük demektir.

Bu menzil ilimler arasından perdelerin çekilmesi, kimin üzerine çekildiklerinin bilgisini içerir. Örtüler de perdeler gibi tazim amacıyla örtülebilir. Misal olarak, ardında hükümdarın bulunduğu perde ve ör­tüleri verebiliriz. Bazen ardında bulunan şeyin açığa çıkması istenme­diği için bazen perdenin çekildiği kimseye duyulan merhamet nedeniy­le örtülebilir. Misal olarak Allah Teâlâ ile âlem arasındaki perdeleri ve­rebiliriz. Bu perdeler, Hakkın zatının tecellileri kendilerini yakmasın diye âlemi koruma amacıyla çekilmiştir. Bu menzil perdelerin kime karşı ve niçin çekildiğinin bilgisini içerir. İlahi kelamın terkip tarzı bu menzilden öğrenilir. Kendisi bir iken, nasıl terkibi kabul etmiştir? Bu sayede bilgili insan kelamın hakikatiyle kelamın niteliği olduğu kimse­nin konuştuğu sözü ayrıştırır. Böylelikle -kelamda değilkonuşulan sözde terkip öğrenilir. Böyle bir bilgi değerli bir bilgidir ve ancak ke­lamını mümkünlerin varlıklarında duyan Allah Teâlâ’yı bilenlere tahsis edil­miştir. Kabul eden ile makbul olan şey, kabul edenin niteliği olan ka­bul, bu menzilden öğrenilir. Kabul, kabul edenin farklılığı nedeniyle farklılaşır mı? Yoksa kabul edenin onda bir etkisi yok mudur? İlahi hadlerin neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir Acaba zatında kendilerine mi döner, yoksa Allah Teâlâ’ya mı, yoksa âlemden ibaret olan mümkünlere mi döner?

Hakikati bilen tartışmacıların nitelikleri bu menzilden öğrenilir. Onlar, hakikati bilse bile, onu örterler. Misal olarak, doğruluğuna inanmadıkları bir mezhebi benimseyen fakihleri verebiliriz. Bunlar yanlışlığını bildikleri bir görüşü savunmak üzere tartışırlar. Hasmı ise kendi yanlış düşüncesine karşı doğru fikri ileri sürer, fakat fakih onun doğru söylediğini bildiği halde reddeder, batılı -bile bilehakikat ola­rak gösterir. Acaba böyle birisiyle batılın Hakk olduğunu zannedip kendisine göre Hakk olması nedeniyleonu savunan kimse bir midir? Bunların kıyamette Allah Teâlâ katındaki durumu nedir? Acaba onların ilahi bir dayanağı var mıdır, yok mudur? inkâr, red ve yalan arasındaki fark nedir? Bütün bunlar, var olan şeyler midir, var olmayan şeyler midir? Var olan şeyler ise, varlığın hangi mertebesindedirler? Hepsini kuşatır mı, yoksa bir kısmında mı varlık bulunur? Var olmayan şeyler ise, yok­luk mertebelerinin hangisinde bulunurlar. Varlık kabul etmeyen yok­luk mertebesinde midirler? Yokluğun belirli bir nispede varlık kabul etmeyen bir mertebesi var mıdır, yoksa her yokluk varlık mertebesine nispeti kabul eder mi? Ya da varlığın nitelendiği şeyi kabul eden bir yokluk mertebesinde mi bulunurlar? Bu sınıf, mümkün yokluktur.

Zayıfın güçlüye kötülük etmeye yeltenmesi bu menzilden öğreni­lir. Acaba bu teşebbüs gerçek bir güçten mi kaynaklanır? Böyle ise za­yıf kimdir? Ya da o mevhum bir güçten mi kaynaklanır? Böyle bir du­rumda güçlü zayıftır ve zayıflığından onu perdeleyen şeyin ne olduğu­nu bilmiyordur. İşlerin değerini ve onların hakkını bilmeyenin kim ol­duğu bu menzilden öğrenilir. Bunu bilmeme nedeni nedir ki yakışık almayan bir davranış kendinden çıkmaktadır? Allah Teâlâ katında kendisini bileni zikrettikleri hususta, meleklerin mertebeleri bu menzilden öğre­nilir. Bu durum ilahi yakınlığa sahip olduklarında böyledir. Onlar Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında vasıta olduğu gibi tevhit şahidiğinde de ortadaki kimselerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmadığına şahittir, melekler ve bilgi sahipleri de...’72 Her bir şeyde Allah Teâlâ ile yaratıkları arasındaki derecelenme, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katında hakikati kabul etmenin meydana getirdiği neti­ce bu menzilden öğrenilir, ihtiyara göre hüküm vermek adalete zarar verir mi, vermez mi? Bu menzilden öğrenilir. Bir şeyi bilmiyorken öğ­renen ile unuttuktan sonra öğrenenin durumları bu menzilden öğreni­lir. Acaba hatırlayanın diğerleri karşısındaki durumu nedir? Bir şeyin hakkını yerine getirenin ihlası bu menzilden öğrenilir. Nahoş olan ile sevilen şeyler, bu menzilden öğrenilir. Zeyd’in nahoş bulduğu şey Ömer’in sevdiği şeyin aynı mıdır, değil midir? Hakka özgü şeyler bili­nir mi bilinmez mi? İlahi inayetle Allah Teâlâ’nın bildirmesi yoluyla o bilgiye ulaşılır mı, ulaşılmaz mı? Bu konuda bir imkânsızlık varsa, nedeni ne­dir? Adil imamın yeri ve mertebesi neresidir? Nur değil, karanlık ne­deniyle perdelenenlerin halleri, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’dan nur nedeniyle -karanlık değilperdelenenler bu menzilden öğrenilir. Hem nur hem karanlık nedeniyle perdelenenler, bu menzilden öğrenilir. Perdeler perdelenenlere rahmet midir, sadece perde midir? Organlara dönük teklifler, bu menzilden öğrenilir. İtibar, tefekkür bu menzilden öğrenilir. İlahi inayet ehlinin desteklenmesi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları nasıl destekler? Hangi mertebede destekler ve düş­manları onlara musallat etmesinin ve onlara karşı güç vermesinin ne­deni nedir? Onlara galip gelenin dayanağı nedir? İlahi-var olan bir şeye mi dayanır, yoksa nefsanî-var olan bir şeye mi dayanır?

Kendisini gördüğünde ‘Hakk’ olduğunu söylediğin şey, bu menzil­den öğrenilir. Sonra onun batıl, sonra Hakk-batıl, sonra ne batıl ne Hakk olduğunu, en sonunda da ‘ne olduğunu bilmiyorum’ dersin. Hükmün bilgisizliğe dönmesi o şeyi bilmenin kendisi midir, yoksa onu bilmeye ulaşmak mümkün müdür? Bu kişi ise o bilgiye ulaşmamış, -hakkında konuştuğu şeyin niteliğini değilkendi niteliğini söylemiştir. Taassupsuz insaf, bu menzilden öğrenilir. Mertebesi nedir? Zorlamayla değil, lütufla öfkenin dindirilmesi bu menzilden öğrenilir. Çünkü zorlamak öfkeyi dindirmez, sadece yenilmiş olmak nedeniyle hükmü gizlenir. Meleklerin saf tuttukları gün âlemi ihata etmeleri bu menzilden öğre­nilir. Onlar bugün de aynı surette bulunurlar. Meleklerin bizde olan hükümleriyle o günkü hükümleri arasındaki fark, bu menzilden öğre­nilir; hâlbuki ihatadaki nitelikleri aynıdır. Niçin orada birbirlerine nida ederler? Burada ise belli yerlerin dışında öyle değildir. Çünkü kıyamet dünyayla aynı tarzdadır. Fakat orada hüküm veren vasıtaların ortadan kalkmasıyla hüküm verirken burada hüküm veren de aynı birdir; fakat, iki diyarın ayrışması için, burada vasıtalara göre hüküm verir. Nitekim Allah Teâlâ’nın iki kabzası da cennet ve ateş vasıtasıyla birbirinden ayrışır.

Allah Teâlâ’ya hüküm dayatanın bunu nereden hareketle yaptığı, bu cü­retkârlığa onu neyin sevk ettiği, Hakkın niteliği mi yoksa bilgisizliği­nin niteliği mi olduğu bu menzilden öğrenilir. Zorba ve kibirlilere dö­nük ilahi inayet, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın ilahi isimlerden do­kunulmaz bıraktıkları, bu menzilden öğrenilir. Niçin onları masum bı­rakmıştır. İlahi isimlerden masum bırakmadıkları, bu menzilden öğre­nilir. Misal olarak el-Ahad ismini verebiliriz. Bu isimde tecelli gerçek­leşmez. Allah Teâlâ isminde veva bu isimde tecelli yoktur. Bu iki ismin dı­şında bizim bildiğimiz isimlerde tecelli gerçekleşir.

Durağanlıkta hareket bu menzilden öğrenilir. Mümin ile alim ara­sında gerçekleşen ortaklığın hangi mertebede gerçekleştiği bu menzil­den öğrenilir. Neye göre ortaklık gerçekleşir, neye göre birbirlerinden ayrışırlar? Mümin alimin derecesine ulaşabilir mi? Sadık haber yoluyla kabul ettiği bilgiyle mümin alimlerin derecesine ulaşabilir mi, ulaşamaz mı? Peygamber oldukları, hakkmdaki iddialarında peygamberleri doğ­rulamak hakkmdaki delil, getirdikleri haber ve hükümlerin doğruluğu­na da ulaşır mı? Yoksa başka bir delil mi lazımdır? Mukallit olmakla birlikte mümin alim de olur mu? Çatışma yoluyla, çağıranın çağırdığı kimse için çağrılan Hakk gelmesi ve ortaya çıkan bu döngü, bu menzil­den öğrenilir. Alemde doğanın gereği olarak kurtuluşu istemenin hükmü, bu menzilden öğrenilir. Fakat âlem bunu bilmez. Acaba onu âlemde bilen sınıf İçimdir? Kurtuluş ne demektir? Her çağıranın ve ça­ğırdığı ilahi ismin alametinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. İnsa­nin elinde bulunan şeyleri atıp artık onlara itimat etmediği ve bütün işlerini Allih’a teslim ettiği vakit bu menzilden öğrenilir. Okun atana geri dönmesi bu menzilden öğrenilir. Bunu Telimsan’da okçuluk sana­tını bilen birisinden öğrenmiştim. Okunu attığını görmüştüm. Ok he­defini ulaştığında, atana geri dönüyordu. Bu durum benim için amel­lerin yapanlarına dönmesi hususunda ibredik bir misaldi. Zaman ol­madığı halde zamanın menziline yenleşen şey, bu menzilden öğrenilir.

Hakimin hükmünden sonra tartışma, bu menzilden öğrenilir. Hükmün döndürülmesine bir etkisi yokken, bu tartışma niçin yapılır? Hakim için şahiderin yerleri bu menzilden öğrenilir. Halcimin bilgisine rağmen hükmünü terk ederek, şahitlerin sözüyle hüküm vermesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Böyle bir uygulama âlemde niçin var­dır? Bize göre böyle bir hüküm, canlar hakkında veyâ hadleri uygula­mada değil, sadece mallarla ilgili verilen hükümlerdedir. İhtiyaç nede­niyle ertelenmesi caiz olmayan şeyler, bu menzilden öğrenilir. Bilginin gerçekleşmesi için korunmuş olan açıklamanın faydası nedir? Onunla hüküm vermek niye terk edilir? Bu durum hangi hadiselerde gerçekle­şir. Bu meselede kim doğru yapmaktadır? Acaba bilgisine göre hüküm verdiğini söyleyen mi, muhalif mi haklıdır? Bana göre, bir meselede bir şeyi biliyor isem ve şahitler bildiğime aykırı şahidik yaplarsa, bu görüşte isem bilgime göre hüküm vermem caiz olmaz ve hüküm verir­ken o konuyu bilmeyen hakim gibi davranarak hüküm vermeyi bırakı­rım. Bana göre doğru yorum budur ve içimde bir şey kalsa bile benim mezhebim budur. Bu tarz bir hüküm mallarla ilgili verilen hükümler­dendir. Canlar hakkında hüküm verirken, masumluğu bildiğimde, bil­gime göre hüküm veririm. Masumluk yok ise ve iftira edenin doğru söylediğini bilirsem, şahidere göre hüküm verir, bilgimi bırakırım. Vardığım görüşün sebebi, bu menzilden öğrenilir.

Alemin insandan üstün olmasını sağlayan özellik, bu menzilden öğrenilir. Alemin bu üstünlüğü insana karşı ebeveynin üstünlüğüdür. Saat diye isimlendirilen şey, bu menzilden öğrenilir. Âlemde Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük sahih midir, değil midir? Eşyanın zati olarak talep ettiği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Bu konuda harikulade sahih midir -ki böyle olursa yapmayla gerçekleşir-, yoksa yaratmayla mı gerçekleşir? Adet aşılırsa, onun yeri nedir? Talep edende midir Ki böyleyse zatının gerektirdiği işi takip eder. Nimedenene verilen nimederin ifadesi bu menzilden öğrenilir. Bunlardan öğretme amaçlı olanlar ile nimeti inkâr etmesine karşılık zikredilenler hangisidir? Maddi ve manevi âlemin ha­yatının esası bu menzilden öğrenilir. Bunlar tek şeye mi döner, dön­mez mi? Doğada maddi hayatı verecek bir hayat var mıdır, yok mu­dur? insanın dünyadaki yaratılışı ve burada kalırkenki halleri, ölümden sonra bedeninin varacağı yer, bu menzilden öğrenilir.

Hayat ve ölüm bir nispet midir, yoksa farklı yerlerde otaya çıkan bir hakikat midir? el-Mümit tek bir ölümle mi öldürür? Böyleyse, se­bep olur; veya sadece öldürür mü? Aynı şey hayat için geçerlidir. Bu durumda ölüm, el-Mümit’in hükmüyle ölümün kendisidir. Kazanın hükmü ve kaderden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Peygamberle­rin getirdiği mucizenin bir şart olmadığı ve onu getirmenin zorunlu olmadığı meselesi bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın karşısında edepsiz­lik yapsalar bile kullarını gözetmesi, bu menzilden öğrenilir. İmanın genel olarak ahirette fayda vermesi bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM

Dinde İhlasın Sırrı Menzilinin Bilinmesi. Buradaki 'Din' Nedir? Şeriat Niçin 'Din' Diye İsimlendirildi? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Niçin İyiliği 'Adet' Diye İsimlendirdi?

Her şahşın Kuran’dan bir suresi var Benir^ı O’nun kitabından surem tenzil

Ulvi yönüm için getirdi onu İnerken Mikail ve Cebrail

İçindeki rahmet ve sevgi beni yumuşatırken Yanlarında hidayet ve saptırma da vardı

Baktığımda ayetlerinde sırlar gördüm Ateş nur ve tenzil ve temsil

Kara kirpikli gözlerin ilk bakışı Uçları sürmelenmemiş kirpiklerin

Büsure bize Halep’te tecelli etmişti. Onu görünce ‘bu insan ve cin­lerin temas etmediği suredir73 denilmiş, onda ve ondan bana doğru güç­lü bir meyil görmüştüm. Daha önce girdiğim bu menzile benzer bir şekilde bana suredenmişti. Şöyle denildi: ‘Bu suret, diğer müminlerden ayrı olarak sadece saha tahsis edildi.’ Böyle denilince, işareti anladım, surenin zatım ve benim hakikatim olduğunu gördüm, benden başkası değildi o! Çünkü bütünüyle bir şeye mahsus olup kadim veya hâdis başka bir şeye ait olmayan, ancak o şeyin zatıdır. Bunun üzerine şöyle dedim: ‘İşte ben oyum.’ Bunu söyleyince ihlas ile aynı kökten gelen ‘tahlis’in anlamını kavradım ve Kuran okunurken bana indirilenden okunan kısmın anlamını öğrendim. İhlas suresinin okunması esnasında gelen ilham, bana başka bir surenin değil de niçin onun ‘ihlas’ adıyla isimlendirilmesinin anlamını verdi. Hâlbuki sureler, Allah Teâlâ’nın nispet ve niteliklerine (dayanır) ve dolayısıyla (ilahi nispetler ile âlem arasındaki ilişkinin gereğiyle) âlemin bütünü demektir. Bu işarede şunu öğren­dim: Âlem, toplamı bakımından -yoksa tekil parçaları yönünden değil‘apaçık Haktır (hakk-ı mübin).’ Böylelikle zatı yönünden nispederi ha­lis olmuştur. Bu toplam Hakta tek hakikattir ve o âlemde hakk-ı mübindir.

Yahudi ümmetinden bir grup Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bize Rabbini ni­tele!’ deyince, kendisine indirdiği vahye göre, bütün insanlar için Allah Teâlâ’yı nitelemiştir: ‘De ki, O Allah Teâlâ birdir (ahad).’74 Allah Teâlâ’yı ahadiyet, yani mutlak birlik özeliğiyle nitelemiştir. Bununla birlikte âlemdeki her par­çanın kendine özgü bir ahadiyeti, yani birliği vardır ve onda hiçbir şey­le ortak değildir. Bu birlikle her varlık, diğerleriyle ortak nitelikleri olsa bile, başka varlıklardan ayrışır ve farklılaşır. Sonra ona şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ Samed’dir:75 O, işlerde kendisine yönelinendir. Bununla birlikte âleme yerleştirilen sebeplere başvurulur. Onlara ‘sebep’ denmesi, bütün sebeplerin dayandığı ilk Samed’e sonuçlarını (müsebbebat) ulaştırma­larından kaynaklanır: ‘Doğmadı.’76 Bu, çocuğu olmayan kısır demekti ve Allah Teâlâ rüzgârı ‘akim’ diye nitelemiştir, çünkü rüzgârların bir kısmı çiçek tozlarını taşırken bir kısmı kısırdır: ‘Doğurmadı,’77 Nitekim Âdem doğurmadı. Çünkü soru soranlar, doğumun ne olduğunu biliyordu ve bu nedenle onlarca bilinen bir şeyle kendilerine hitap edildi. ‘Ona denk yoktur.’78 Burada zevceyi kast etmiştir ve bu ifade ‘Mesih Allah Teâlâ’nın oğ­ludur’ ve ‘Üzeyr Allah Teâlâ’nın oğludur’ diyenlere yöneliktir. Denklik ben­zerliktir. Kadın ise hiç bir zaman erkeğe denk olmaz. Çünkü ‘Erkekle­rin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır79 buyurur. Dolayısıyla kadın erkeğe denk değildir. Çünkü edilgen, faile denk değildir. Alem Allah Teâlâ’nın edilgenidir, dolayısıyla Allah Teâlâ’ya denk değildir. Havva Âdem’in edilgeni­dir. Âdem ise Havva’da faildir ve ‘bu yönden’ ona denk değildir. Allah Teâlâ ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır80 buyurmuş, Havva Âdem’in edilgeni olduğu gibi erkek de kadının edilgeni olmasın diye Hz. İsa’yı Meryem’in edilgeni yapmamıştır. ‘Ona gözüktü.’81 Yani Cebrail veya melek. ‘Yakışıklı bir erkek olarak...’82 Sonra ona şöyle dedi: ‘Sana rabbinden bir elçiyim, temiz bir çocuk vermek üzere geldim.’83 Melek Meryem’e İsa’yı vermiş, Hz. İsa bir erkek suretinde görünen meleğin edilgeni olmuş, babasmın suretinde erkek bir insan ve ruh olarak orta­ya çıkmış, melek olan babasının sahip olduğu iki sureti kendinde bir­leştirmiştir. Babası kendisi bakımından bir ruh, fakat beşer suretinde gözükmesi yönüyle beşerdi.

Bu sure ‘ihlas’ suresi diye isimlendirildi, yani Hakkı âlem için akim Allah Teâlâ hakkındaki hükmü olan tenzihten soyutlamış, sonra aynı haki­katte âlemdeki niteliklerin toplamından ayrıştırmıştır (tahlîs; cem beyııe’t-tenzih ve’t-teşbih). Bu nitelikler, âlemde ayrı ayrı bulunuyordu ve bir varlık onları kendinde toplamamıştı Âdem âlemde ortaya çıkan en kâmil surettir, bununla birlikte eksiktir. ‘Doğurmadı.’ Çünkü o bir (ahad) ve samed’dir. Doğurulmadı. Havva da ona denk değildi. Bu su­re Hakkı teşbihten ayrıştırdığı gibi tenzihten de ayrıştırmıştır.

İşaret ettiğim hususu anladığında şunu da bilmelisin: İhlasın sırrı Allah Teâlâ’nın bilgisini âlemden, daha doğrusu âlemdekilerin çoğundan giz­lediği kader sırrıdır. Böylece Allah Teâlâ, eşyayı tanımlarıyla ayrıştırmış ve temyiz etmiştir. Kader sırrı da bu demektir. Çünkü kader eşyayı belir­lemek demektir ve bü sayede de eşya farklılaştığı gibi yaratılmış yara­tandan, zamanda var olan bilinen ve görünen sabit bir nitelikle kadim­den ayrışır. Kadim ise hadisten (zamanda var elan) belli bir sübutî ni­telikle değil, zamanda olanın ayırıcı özelliğinden kendisini olumsuzlamakla ayrışır (selbî yöntem). Kadim, bilinen-bilinmeyendir. Sadece O -teala şanuhubilindiği gibi meçhul olandır. O’nu bilmemenin kendi­sini bilmek demek olmaktan Allah Teâlâ münezzehtir! O’nu bilmek O’nu bilmemek demektir. Bundan daha yüce bir ayrım olamayacağı gibi bunda ,akıl sahipleri ve basiretliler için bundan daha belirgin bir ayrım da yoktur.

Dinde ihlas meselesine gelirsek, dinde ihlas, ‘uygun karşılık’ de­mektir. Binaenaleyh sadece (amele verilen) artmayan ve eksilmeyen ‘uygun karşılık’ vardır. Çünkü Allah Teâlâ, bir hakikati bildirmek üzere, onu ‘uygun karşılık’ yapmıştır. Çünkü cezalandırılan/karşılık verilen, istida­dının vermediği bir şeyi kabul edemez. Üzerinde ortaya çıkan ve bizzat kendisinde, yani istidatta bir cezayı gerektiren borcu, onun istidadı ka­bul etmiştir. Başka bir ifadeyle cezayı istidat kabul etmiştir ve (istida­da) uygun ceza ve karşılık haline gelmiştir. Ceza amele aittir ve amel sahibi onu kendi amelinden kazanmıştır. Bu nedenle sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Cennette gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiçbir yaratılmışın kalbine gelmeyen nimetler bulunur.’ Çünkü amel sahibin­den kasıtsız olarak öyle amel meydana gelir ki, onu gözü görmemiş, kulağı duymamış ve kalbi düşünmemiştir; söz konusu amel, ancak on­dan çıkınca görünür ve sahibinin aklına gelir. Cennette de dünyada görülmeyen veya duyulmayan veya kişinin kalbine gelmeyen nimeder vardır. Böyle bir amele ‘uygun karşılık’ kendisi gibi bir nimettir. Bu amel ‘Sizi bilmediğiniz işlerde yaratırız84 ayetinde belirtilen durum kap­samındadır. Allah Teâlâ insanı fikir yoluyla bilmediği veya gözüyle görmedi­ği veya orada bulunmayı kulağının duymadığı bir menzilde ortaya çı­kartır. Böyle bir amçlin cennetteki karşılığı ve cezası ise zikrettiğimiz tarzda gözün görmediği, kulağın duymadığı ve herhangi bir yaratılmı­şın aklına gelmeyen nimet olabilir. Bu ceza o amel için uygun bir nite­lik kazanmıştır ki, bu da kader sırının bir yönüdür.

Din iyi amel olduğu gibi aynı zamanda din ‘adet (avdet etmek, sa­hibine dönmek)’ demektir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iyiliği ‘adet’ di­ye isimlendirdi. Bu ifade gerçekleri bilen birisinin, yani Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in verdiği bir müjdedir. Bu müjde, nefsin özü gereği iyi olması demektir. Nefs kötülüğü ancak söz gelişi arkadaşının ısrarı tarzında bir hacet nedeniyle kabul eder, yoksa kötülük, nefsin zatından değildir. Peygamber ‘iyilik adet, kötülük ısrardır’ buyurur. Dost nefsi zorlayarak

Allah Teâlâ’nın emrine ve yasağına karşı gelmek anlamındaki kötülükte ısrar edince, nefs bu ısrara ve baskıya direnemez. Allah Teâlâ nefse ilham verir, hatta meleğin bilmediği ‘özel yönden’ o kötülüğü kabul etmesini söyler. Ardından nefsin Hakkın kendisini tuzağa düşürmesiyle ilgili endişe ve korku hissettiğini görür. Bunun üzerine Hakk nefse ‘tebdil’, yani kötülüklerin iyiliğe değiştirilme mertebesini ve yükümlülerin işle­rinin rahmete varacağını göstererek, şu ayeti okur: ‘Allah Teâlâ onların gü­nahlarını iyiliklere çevirir.’85 Ardından kendilerine karşı aşırı gidenler hakkındaki şu ayeti okur: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin, O bütün günahları bağışlar.’86 Bunun üzerine nefsin korkusu ortadan kalkarak yakınının getirdiği kötülüğü kabul eder, rahmetin, affın ve bağışlama­nın genelliğini bilmediği için de kendisinden meydana gelen bu kabule rağmen mesrur olur.

Nefs Allah Teâlâ’nın affı, yakını olan şeytanın getirdiği kötülüğü kabul edenler için belirlediğini veya dostun ısrar ve iknasıyla kötülüğü kabul eden nefsi ‘zorlanan kimse’ konumunda saydığını bilmiyordu. Hâlbuki zorlanan kimse cezalandırılmaz. Bu nedenle kötülük, ilahi bir müjde olarak, ‘ısrar’ diye isimlendirilmiş, bunun farkına herkes var­mamıştır. İyilik ise ‘adet (alışkanlık)’ sayılmıştır, çünkü nefs, babası temiz* ve kutsi ruh olduğu için, özü gereği iyidir. Başka bir ifadeyle nefsin doğası iyiliktir. Nefsin annesi ise karışımlardan düzenlenen su­rettir. Nefsin kabul ettiği ilk şey, eşidik ve adalettir. Bu durum ‘Seni düzenledi ve sana itidal verdi87 ayetinde belirtilir. Adaleti kabul, iyiliğin ta kendisidir ve nefs asil itibarıyla bu (düzenlenmiş ve itidal bulmuş) yaratılışı kabul etmiştir; söz konusu yaratılış karışımlardan ibaret olan birbirine zıt olan unsurlara komşudur ve iki zıddm birbirini itmesi zo­runludur. Nefste birbirine itme olmadığına göre, bu durum, onun as­lının iyiliğini gösterir. Düzenlenmesinin ve tesviyecinin ardıiıdan ise kendisine üflenen kutsi ruhu kabul etmiştir. Böylelikle nefsin yaratılışı­na ilave olarak kabul ettiği ilk şey, bu temiz ve temizleyici iyi ruhun üflenilişidir. Bu nedenle iyilik ve hayır, nefs için doğası gereği bir alış­kanlık ve adet olmuştur. Nefs bu doğada yaratılmıştır ve bu nedenle sonunda aslına döner. Çünkü asim bir yönü, zikrettiğimiz şekilde, iyi­liği kabuldür. Böylece rahmet sonunda nefse ulaşır. Nitekim onun var­lığı da rahmetin kendisiydi. Böylelikle iş başladığı gibi bitmiş, son baş­langıcın aynı olmuştur.

Bu görüşü destekleyen hususlardan biri, bütün insanların aslı olan ilk insanın yaratılışının son derece temiz ve nezih olmasıdır. Onun üs­tünlüğünün nihayeti, ilahi surette yaratılmış olmasıdır ve bu nedenle ondan ancak (kendisine) uygun bir şey ortaya çıkabilir. Bilindiği üzere, birbirine zıt ilahi isimlerin hakikatleri, varlıkta bir muhalefetin olması­nı gerektirse bile, bu muhaliflik onların birbirini kınamasını gerektir­mez. Aynı şekilde insan yaratılışında da muhalefet ortaya çıktığında, işin sonunda ebedi azapla karşılaşmaz, çünkü asıl -ki ilahi suret demek­tirhimaye eder. İnsan muhalefete mecburdur ve muhalefet zorunlu­dur. Çünkü ilahi suret üzerinde yaratılanda isimlerin birbirine zıt ol­ması zorunludur. En-Nafi ismi ed-Dar, el-Muti ismi el-Mani değildir. O halde bu hakikatlerin insanm yaratılışında ortaya çıkıp suretin tam olarak zuhur etmesi gerekir. Öyleyse itaatkâr günahkârın, müşrik birleyenin, muattıl ilahi şifadan kabul edenin, emre uyan ise ilahi isimle­rin yardımıyla muhalif olanın mukabilidir. Bu durum ‘Hayır! hem onla­ra hem şunlara Rabbinin ihsanından yardım edeceğiz88 ayetinde belirtilir. Kastedilen günahkâr ve itaatkârlar, iyilik yapanlar ve kötülük yapanlar­dır. ‘Rabbinin ikramı sınırlı değildir.’89 Yani engellenmiş değildir, çünkü Allah Teâlâ özü gereği verendir. İyiliği alan yer ise kabiliyederdir. On­lar, istidadarıyla kabul ederken istidadan ilahi isimlerin onlardaki etki­leridir. Bu ilahi isimler arasında bir uyum ve çatışma vardır. Birbiriyle uyumlu olanlara misal olarak er-Rahîm, el-Gafiır vb. isimleri; birbiriy­le çelişenlere misal olarak el-Muiz ve el-Muzil vb. isimleri verebiliriz. Bir mahallin söz konusu isimlerden birisinin hükmüne göre bir istidadı bulunmalıdır ve ilahi hükmü kabulü o istidada göre gerçekleşir.

Herkes ya muhalif veya uyandır. Böyle birisi nasıl olur da bizatihi ve özü gereği kınanır? Arazlar ise sabit değildir. Öyleyse insanm iyiliği zatî ve özü gereğidir. Hükmü geride kalacak olan da odur. Kötülük ise dolaylıdır; bir süre sonra olsa bile ortadan kalkar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onun haberini bir süre sonra öğreneceksiniz.’90 Bu ayet ‘Ey kulla­rım!..:91 ayetindeki ifadeye benzer. Allah Teâlâ onları kendisine izafe etmiştir. Nitekim yaratılışta da nefislerini kendisine izafe ederek şöyle buyurur: ‘Ona kendi rufumdan üfledim:92 Başka bir ayette ‘Her birine Rabbinin ikramından yardım ederiz’9* buyurur. Sonra şöyle der: ‘Ey ken­dilerine karşı haddi aşan (israf) kullarım!’9* İsraf, had ve miktarın dışına çıkmış cömertliktir. İrıfakta da aynı şey söylenmiştir: ‘Ne israf ne de cimrilik ederler.’95 Yani ihtiyacın dışına çıkacak kadar genişletmeyin ve­ya ihtiyaç duyulanı eksiltecek kadar da sıkı tutmayın. ‘Allah Teâlâ’nın rahme­tinden ümit kesmeyin.’96 Rahmet her şeyi kuşatır ve eşyadan daha kâ­mildir. Sizi neyden yarattığımızı ve nasıl yarattığımızı -ki temiz bir ruh ile uyumlu/itaatkâr, asi olmayan ve muhalefeti olmayan bir doğadan yarattıksize bildirdik. ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlayandır.’97 Onlardan hiçbir şeyi geride bırakmadığına göre, günahkârlarda azap neye göre ebedi olacaktır?

Öyleyse sadece uygun bir ceza vardır. Allah Teâlâ mağfiret etmiş­tir ve mağfiret edilenin artık bir hükmü kalmaz. Çünkü günahı bağış­layan ve mağfiret eden ‘Gafur ve Rahimdir.’98 Özü gereği Gafur ve Ra­him olan bir günahı bağışlamış ise sürekli olarak onu bağışlamış de­mektir ve kula bir daha günahın hükmü dönmez. Çünkü onu koruyan, el-Gafur ve er-Rahîm’dir. Günahı ortadan kaldırıp bağışlayan bu ve benzeri isimden başkası olsaydı, kendisini koruyanın olmayışı nedeniy­le bağışlama hükmü de sabit olmayabilirdi. Açıkladığımız hususun far­kına varmalısın! Bu konu, marifetin özüdür.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ adamlarından kâmiller ve yeryüzündeki halife­lerinin Hakkı görmesi -ki onlar Allah Teâlâ’ya görmeden değil, kendisini mü­şahede ederek ibadet ederlerbir ilave değil, bir karşılık ve cezadır. Bu kemalden aşağıdakiler adına Hakkı görmek, cezaya ilave olabilir. Bu ilave ‘İyilik yapanlar için güzellik ve ilave vardır99 ayetinde zikredilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Tarttığında tercih etmelisin!’ Bunun nede­ni, Allah Teâlâ peygamberinin kendiliğinde gerçeğe göre hüküm vermesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem teraziyi elinde tutan insana Tercih yap’ demiştir. Bu­nun amacı, Allah Teâlâ’nın Hakk edişe rağmen ilaveyi zikrettiğini görünce, Hakk ettiği şeye ilave edilmesini sağlamaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu makamda ‘En hayırlınız, en iyi hüküm verenizdir’ demiştir. Ceza demek de olan dinde İhlasın anlamı budur.

‘Senden sana sığınırım’ hadisinin anlamı da burada ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem herhangi bir isim belirlemeksizin ikinci tekil şahıs za­miriyle sığınmayı zikretmiş, onun bir mukabili olmamıştır. Çünkü peygamber isim belirlememiştir, dolayısıyla kimden sığınılacağı belli değildir. Nefsini Hakkın suretinde görerek ‘senden’ demiş, Allah Teâlâ’ya kendi nefsinden sığınmıştır. Çünkü nefs ‘misil’ anlamıyla Kuran’da ge­çer: ‘Nefislerinizi tezkiye etmeyin.’100 Benzerleriniz demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Allah Teâlâ’ya karşı hiçbir nefsi tezkiye etmem’ der. Başka bir ha­diste ise ‘Nefisleriniz hakkında korktuğunuz gibi’ der. Bu da benzerle­riniz ve birbiriniz demektir. Öyleyse ‘Senden sana sığınırım’ hadisin­deki iki zamir, tek bir zamir anlamında yorumlanabileceği gibi ‘senden’ ifadesindeki zamirin misle dönmesi de mümkündür. O da istifade ede­nin nefsidir. Çünkü o, halife ve en yetkin şekilde sureti elde eden kim­sedir. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ilahi-gizli bir tuzağı bilmesi nedeniyle, nefsinden Allah Teâlâ’ya sığınmıştır.

Allah Teâlâ bu insan yaratılışında (kendi) misli olan sureti sadece teşrif amacıyla izhar etmemiştir, aynı zamanda bu durum -bir şeref olduğu kadarsınama ve imtihan demektir. Öyleyse her kim kâmil anlamıyla surede zuhur ederse, hiç kuşkusuz, iki ele bağlı olan şerefi de elde et­miştir. Çünkü ilahi suret herhangi bir tarzda kötülenemez. Kim ke­malden eksik kalırsa, onun için -farkında olmadığı yöndenbir vardır. Alemde halife olmak da şeref değil bir sınanmadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hükümdarlık ahirette pişmanlık sebebidir’ buyurur. Bu­nun nedeni hükümdarlığın sahibinin kıyamette hesaba çekilmesini ge­rektiren hakları ortaya çıkartmasıdır. Hükümdar kıyamette dünyada herhangi bir işi üstlenmemiş olmayı temenni ederdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bizi çoban sayarak şöyle demiş: ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’ Her şahsın ilahi suretten bir payı vardır. Kimde suret tam olarak bir araya gelirse, artık o mesul değildir, çünkü ‘Allah Teâlâ yaptı­ğından mesul değildir, onlar ise sorumludur:101 Arzusundan konuşmayan kimse, söylediğinden hesaba çekilmek veya tartışmaya konu olmak şek­linde bir mesuliyete maruz kalmaz. Fakat bazen bir şey öğrenmek amacıyla ona soru sorulabilir. Bunun amacı, dinleyenlerin bilgi edin­mesini sağlamaktır. Söz gelişi Hakk, arzularından konuşmadıkları halde, bir araya getirdiği gün peygamberlerine ‘Si?e nasıl karşılık verildi’ diye . sorar, onlar da ‘Bilgimiz yok, Sen gaybleri en iyi bilensin102 diye cevap ve­rirler.

Mevkıf ehli, yani keşif sahipleri, peygamberlerin âlemde en kâmil keşfe sahip insanlar olduklarını bilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ onla­ra ümmederiniıı veya davederinin ulaştığı insanların kalplerinin nasıl karşılık verdiğini bildirmemiştir. Çünkü peygamberler orada bulun­muyorlardı veya yanlarında bulunup diliyle davete olumlu karşılık ve­ren insanın diliyle olduğu gibi kalbiyle karşılık verip vermediğini bil­miyorlardı. Şöyle diyebilirsin: ‘Diliyle kabul edenin cevabını ve neyi kabul ettiğini duymuştur.’ Şöyle deriz: Hal karinesinin bir hükmü var­dır, onu kendisini gören bilebilir. Peygamberlerin verdikleri cevaptan, onların bu soruyla Allah Teâlâ’nın kalplerin nasıl karşılık verdiğini kastettiğini anladıklarını öğrendik. Çünkü onlar ‘Bilgimiz yok, Sen gaybleri en iyi bi­lensin103 demişlerdi. Allah Teâlâ’nın sorusuyla dille verilen cevabı anlasalardı, diliyle ikrar edenin kabul ettiğini duydukları için, kabul ettiğini duy­madıkları kimseleri ayırt ederlerdi. Hâlbuki onlar, cevapta gaybleri zik­retmiştir. Buradan sorunun kalplerin cevabıyla ilgili olduğunu anladık. Bunun yanı sıra buradan şunu da anladık: Keşfin her şeye yayılacak kadar genel olması zorunlu değildir. Fakat keşfe sahip olan insanda (her şeyi keşfen bilecek) bir keşif istidadı vardır. Hakk keşfe konu olan şey mana ise kalbinin aynasına, suret ise gözünün aynasına âlemin sır­larını yansıtıp ona keşfettirirse, insan bunları görür, o kadar!

Şöyle sorabilirsin: ‘Hakk bir insanın gözü olabilir. Böyle bir insanın âlemdeki her şeyi görebileceğini ve Hakk ile baktığı için gözüne hiçbir şeyin gizli kaymayacağını söylediğini biliyorum.’ Şöyle deriz: Haklısın! Fakat makam ile hal arasında fark var. Hallerin bir sürekliliği yok ki! Bizim söylediğimiz bir haldir. O hal gerçekleştiğinde keşif müm­kündür; fakat hal kalktığında, artık Hakk ile değil, yaratılmış gözüyle ve Hakkın yardımıyla bakar. Bu durumda onun hükmü yaratılmışların seçkinleriyle birdir. Başka bir ifadeyle tümel değil, tikel keşfe sahiptir. Çünkü o sadece sıradan insanlara da ait olan bir özellikle mutat bir halde keşfeder. Âlemde görülen her şeyi keşfetse bile, içinde bulundu­ğu vakitte ve olduğu hal üzere onu keşfeder. Bu hal kendinden kalktı­ğında, görülenlerin bu keşfin ardından neye döneceğini bilemez. Aca­ba onlar bulundukları hal üzere mi kalır, yoksa başka bir Hakk mi geçer­ler? Bu nedenle Allah Teâlâ bu konuda onlardan bilgi istemiş, onlar da ‘Bilgimiz yoktur104 demiştir. Zanla cevap, (ilahi huzurda) yakışık almaz.

Sonra sözlerini tamamlayarak ‘Sen gaybleri en iyi bilensin105 demiş1er ve Hakkın bilgisini gayblerle sınırlamışlardır. Çünkü sırların kendi­sinde ortaya çıkacağı bir gündedirler. Sırlar ise âlemin birbirlerinden perdeli olduğu şeylerdir.

Allah Teâlâ bize bu ayetle keşif sahipleri karşısında nasıl davrana­cağımızı ve keşfin mertebelerini öğretmiştir. Bu bilgiyle birlikte keşif sahibini mertebesinin üzerine çıkartmayız ve halinin hakkı olmayan bir şeyi kendisinden talep etmeyiz. Halinin hakkı olmayan bir şeyi ken­dinden talep edersek onu zorlar, mazeretini kabul etmeyiz ve bu ko­nuda bilgisizlikle suçlarız. Halbuki kendimizin bilgisiz olduğunun far­kında değilizdir ve bu nedenle iki kez cahil oluruz.

Meleklerin belli bir makamları olduğu gibi insanların da belli ma­kamları vardır. Bir kısmında onlar adına artma gerçekleşir ve bu ma­kamları aşamazlar. Bilgileri artsa bile, bu makamdan gerçekleşir. Bu makam insanın son nefesinde bulunacağı makamdır ve ruh ‘ölüm’ de­nilen hadiseyle bedeninden o makamdayken ayrılır. Bu makamdan onun adına ‘ilave’ meydana geldiği gibi insanlar arasında ahirette dere­celenme de bu nedenle gerçekleşir. Allah Teâlâ bilgi verilenlerin derece ve makamlarını -ki onlar müminlerdirbilgi verilmeyen müminlerden yüksek yapar. Allah Teâlâ makamlar sayesinde bazı sınıfları diğerlerin­den üstün yapmıştır.

Bu menzilde Arş ilmi bulunur. Rahman isminin üzerine istiva et­tiği Arş, Allah Teâlâ’nın el-Hakem ve el-Adi isimleriyle kıyamet günü hüküm vermek üzere getirteceği ve sekiz meleğin taşıyacağı Arş mıdır? Başka bir Arş mıdır? Rahman’ın istiva ettiğinden başka bir Arş ise, ‘O gün’ -ki kast edilen kıyamet günüdür‘Rabbinin Arş’ını sekiz melek taşır?106 ayeti nazil olunca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediği şu sözün anlamı nedir: ‘Bu­gün onu dört melek taşımaktadır.’ Bu tanınmayan sekiz melek de kim­dir? Hepsi melek değil midir? Yoksa bir kısmı melek de bir kısmı me­lek değil midir? Arş bir şerir midir? O mülkün bütünü değil de ondan belli bir mülk müdür? Allah Teâlâ onda kullarının arasında -ki kulları mülküne dahildirhüküm vermek ve haklarını ayrıştırmak üzere gelir. O halde söz konusu Arş’ın belli bir mülk olması gerekir. Kıyamet gü­nü Hakkın üzerinde geldiği bu Arş, kıyamette Allah Teâlâ’nın içinde geldiği bulut gölgeleri midir, değil midir? Melekler de bulut gölgelerinde ge­lecektir, fakat Allah Teâlâ’nın gelişi sınırlanmadan münezzeh olmalıdır. Bu menzilden Arş’ın yüzeyinin sonu bilinir. Acaba onun üstü var mıdır, yok mudur? Arş’ın bir çevresi olması ne demektir? Onun üzerine istiva etmek ne demektir? Onun bir üstü yoktur. Üst cismin nihayetidir ve onun ardında boşluk ve doluluk yoktur. Bütün bunlar Arş şerir ise ve­ya âlemde özel mülk ise, dikkate alınacak sorulardır. Arş bütün âlem­den ibaret ise -yoksa cisimler âlemi değilonun başka ve farklı bir hükmü vardır. Bütün bunların bilgisi bu menzilden öğrenilir ve bu konularda gerçeğin olduğu hal üzere öğrenilmesi için bu menzilin öğ­renilmesi gerekir.

Dahil olan araçların farklılığı veya araçların olmayışına göre, isti­vanın farklılığı bu menzilden öğrenilir. Cemaatin farklılığı, bu menzil­den öğrenilir. Niçin hepsi bir cemaat olmamıştır? Biri ötekinden nasıl ayrışır? Her cemaatin yoksun kaldığı ve bu sayede ötekinden ayrıştığı nitelik nedir? Bununla birlikte cemaatler birbirlerinden ayrışsa bile, fertlerine de bölünmemiştir. Diriliş esnasında duyu güçlerinden ilk hükme sahip olan, bu menzilden öğrenilir. Acaba duyu güçlerinden başka bir gücün hükmü onu geçer mi, geçmez mi? İlahi ruhun bütün cisimlerin üzerine yayılması, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kıyamet günü yaratıkları hakkındaki hükmünün halleri, bu menzilden öğrenilir. O gün Allah Teâlâ hangi isimle tecelli eder? İlahi kuvvet, yayma ve dürmenin hangi zamanda gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Aca­ba âlemin dirilişini önceler mi, daha sonra mıdır? Daha sonra ise, bu esnada âlem nerededir? Melekler ve insanlar o gün bir yerde toplanır?

Hakkı yaratıkların kötülendiği niteliklerle niteleyenlerin mertebesi ve bu konudaki bilgilerinin derecesi bu menzilden öğrenilir. Bu men­zilden küçüğün büyüğe edep öğretmesi öğrenilir. ‘Kızım sana söylüyo­rum, gelinim sen işit’ ifadesinde bu durum belirtilir. Hitabın tertibin­deki edatlar, bu menzilden öğrenilir. Onlardan her edatın neyi ifade et­tiği ve suret itibarıyla ortak olsalar bile hükümdeki farklılıkları, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak La (hayır) sözünü verebiliriz: Onun sureti birdir ve edadardır, hükümleri ise göründüğü mertebeye göre farklılaşır. Hükmü olumsuzlama olabileceği gibi yasaklama veya atıf da olabilir. Aynı şey diğer edadar için geçerlidir. Bu, insana öğretilen be­yan ilminin bir yönüdür. Şeriatta kınanmış iman bu menzilden öğreni­lir. Acaba kendiliğinde imanın hükmü şeriatın hükmü gibi midir, değil midir? Acaba onunla hakikatinden yüz çevrilir mi? Bu durumda ima­nın hakikatinden ve suretinden başka bir tecellisi ortaya çıkar ki, intikal ettiği verle suret isimlendirilir. Konanmış ve övülmüş kısımlarıyla yala­nın mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Yalan nerede kullanılabilir, nerede kullanılamaz? Yalancıların mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.

Hünsanın mertebesi, bu menzilden öğrenilir; hünsa aynı anda er­keklik ve dişilik özelliğine sahip kimsedir. Hünsa erkek midir, dişi mi­dir? Ne erkek ne dişi midir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘O çiftleri erkek ve dişi olarak yarattı.’107 Bu hitap hünsayı da içerir mi? Çünkü o bu hita­bın altına girmek ve iki özelliğin nispetini de kabul etmek üzere yara­tılmıştır. Yoksa bu hitabın dışında mıdır? Bu durumda hüîısa ‘Allah Teâlâ her şeyi yaratandır108 ayetinin hükmü altındadır. Hünsa ara-berzahtır. Çünkü canlı-hayvan adı ona verilir ve bu zorunludur. Çünkü hünsalık insanın özelliklerinden biri olmadığı gibi erkeklik ve dişilik de insan türünün özelliklerinden biri değildir. Ansızın gerçekleşecek şeyleri bek­lemek üzere hazırlanmak -çünkü ne getireceği bilinmezbu menzilden öğrenilir. Bu makamda kendimden daha kâmilini görmedim ve bu ne­denle Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

En mühimi elde etmek üzere çalışmak, bu menzilden öğrenilir ki, kararlılık demektir. Geciktirme karşısında onun yeri nedir? Niçin ge­ciktirme kesin karardan daha üstündür ve -su-i zan olsa bilekesin ka­rardan övülmüş kısım nedir? Buna pek çok mesele dayandırılır. Bu de­ğerli bir bilgidir. Yükümlü insan ve cinler ile meleklerden ibaret olan cinler âleminin neye varacağı bu menzilden öğrenilir. Onlardan korku kalkar mı, yoksa sürekli korku kendilerine eşlik mi eder?

Bilgi suretinden başka bir şekildeki tecelli, bu menzilden öğrenilir. Nimet perdeleri, bu menzilden öğrenilir, insan ne zaman Allah Teâlâ karşı­sında tam huzur sahibi olabilir? Sıkıntı halinde mi, rahatlıkta mı? Hangi hal nedeniyle bu genel hamd ve özel hamd olur? Hallerin de­ğişmesi nedeniyle hamdlerin değişmesi, bu menzilden öğrenilir. Unsiyetin neyle ilgili olduğu bu menzilden öğrenilir. Uygun olanla mı, ol­mayanla mı? Yoksa her ikisiyle de mi ilgilidir? Sebeplere dayanmak, bu menzilden öğrenilir. Sebeplere dayanmak bütünüyle övülmüş müdür, kötü müdür? Bir kısmı övülmüş, bir kısmı kötü müdür? Hakkın se­bepleri koyma nedeni, bu menzilden öğrenilir. Hangisi yaratıkların be­lirlemesine bağlıdır? Ölümü bilme mertebeleri, bu menzilden öğreni­lir. Yaratılmışlardan vekâletin olumsuzlanması, bu menzilden öğrenilir. Kifayet, bu menzilden öğrenilir. Kiminle gerçekleşir? Herhangi bir konuda bir yaratılmışla yetinmek mümkün müdür, değil midir? İhsa­nın mahiyeti nedir? İhsan eden kimdir? Kötülük ve kötülük eden, bu menzilden öğrenilir.

İki benzer bütün manevi yönlerden birbirine benzerse, bir arada olabilirler mi olamazlar mı? Çünkü onların arasındaki fayda ilişkisi kalkmıştır. Bu mesele her nefes faydalanan, basireti nurlananın fark edebileceği bir husustur. Bu Hakk sahip olmayan insan, insanlığı kemale ermiş bir insan değildir. Çünkü insana düşünmek ve nazar gücü, isti­fade etmek üzere verilmiştir. Bu menzilde Allah Teâlâ karşısındaki davranış ile yaratıklar karşısındaki davranış arasındaki farklar öğrenilir. Acaba insan için her iki davranışı murakabe eşit midir, değil midir? Bu durum Allah Teâlâ’nın âlemdeki şeyler üzerinde karşılıklı haklar belirlediğini düşünenler için dikkate alınır.

Amel sahibi Allah Teâlâ’nın onlar adına kendisine yüklediği hakları yerine getirmek üzere yaratıkları gözetmelidir. Bu onun murakabesinin bir yönü müdür? Bu durumda insan gerçekte Hakkı gözetmiştir. Yoksa bu murakabe ve gözetme yaratıkları gözetmenin bir parçası mıdır? Bu du­rumda gözetmeye hakları Hakk edişe döner. Acaba âlemin söz konusu şahsa karşı bu hakları kendileri gereği, yani Hakk edenlerin zadarı gereği mi Hakk etmiştir? Yoksa Allah Teâlâ’nın belirlemesiyle mi Hakk etmiştir? Bu menzilden toplu ve ayrıntılı bir şekilde bu işin hakikati öğrenilir.

Bu menzilden azap ve nimet tabakalarının dereceleri öğrenilir. Mi­sallerin verilmesi, onlarm kime verileceği ve kime verilemeyeceği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ için misaller vermeyin109 buyu­rur. Hâlbuki Allah Teâlâ misaller vererek şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ bilir.’110 -Yani misalleri nasıl vereceğini‘Siz bilmezsiniz.’111 Burada Allah Teâlâ insan­ları mertebeleri bilmemekle niteler. Alim insan Allah Teâlâ’nın verdiği misal­leri incelemekle ömrünü harcar ve kendiliğinden -bilhassa Allah Teâlâ içinmisal vermez. Zannetmiyorum ki, insan ömrü Allah Teâlâ’nın kendisine ver­diği misalleri öğrenmede yeterli olsun! Allah Teâlâ’dan açıklayan kimsenin ‘hâdi’ diye isimlendirilip isimlendirilemeyeceği bu menzilden öğrenilir. Böyle birisi hiç kuşkusuz hidayet edilendir. Allah Teâlâ’dan okuyanlarda Kuran’ın hali bu menzilden öğrenilir. Onlar, Kuran’m kalplerine inişini bilenlerdir. Bu hal onlarda kabz veya bast tarzında nasıl bir netice oluş­turur? Acaba okuyanlardaki hali onlardan hangisi önceler? Ya da kabz veya bast halinden hangisi önceler.

Sahiplerinde aklın fazlalığı bu menzilden öğrenilir. Aklın lübbü ne demektir? Onun hükmüyle aklın hükmü bir midir, değil midir? Allah Teâlâ ayetleri ayırt ederek bir kısmını ‘lüb sahipleri için112 bir kısmını ‘akleden topluluk için’113 belirlemiştir. Onları bağ anlamındaki ikal ile sınırlamıştır. Mukarreb, bu menzilden öğrenilir? Acaba inayetinin nü­fuzunda Allah Teâlâ kalanda onun bir sınırı var mıdır, yoksa inayeti sınırsız mıdır? Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı güzel ahlakta ‘uymanın’ değeri bu men­zilden öğrenilir.

Kazanç ve hüsran neye döner? Aklın gereğiyle sakınma ve dince belirlendiği tarzda sakınma bu menzilden öğrenilir. Acaba meşru sa­kınma akim belirlemiş olduğu aklın sakınması mıdır? Yoksa bu konuda belirleme şeriata mı aittir? Yoksa Allah Teâlâ bazı şeyleri akla bırakmış da şeriatta onları zikretmemiş midir? Bir kısmını ise şeriatta mı belir­ler? Nahoş görülen ve görülmeyenler bu menzilden öğrenilir. İnsan olması itibarıyla insanı meydana getirmek üzere zürriyetin yaratılışı, bu menzilden öğrenilir.

Hal veya araz olduklarında, eşyada birbirine girmeler bu menzil­den öğrenilir. Misal olarak kokunun rengin, durağanlığın ve bir za­manda bir şahısta bilgisizlik ile bilginin iç içe girmesini verebiliriz. Or­takların bir şeydeki paylarının belirlenmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu paylar belirlendiğinde artık onlar ortak değildir. Gerçekte payın belli olması gerekir. Belirsizlik olursa, bunun nedeni o konuda ortakların bilgisizliğidir. Çünkü taksim geçekleştiğinde ya o şeyin kendisinde ve­ya değerinde payın belirlenmesi gerekir. Ortaklık hiçbir şekilde geçerli değilse -çünkü işler ortak mal diye isimlendirilen o şey hakkında Allah Teâlâ katında belirlenmiştirbu durumda ortaklık ismi örf ve şeriat yoluyla neye döner?

Bakınız! Allah Teâlâ karşısında ilahlıkta ortak edinilenlerin onlar­dan bir payı var mıdır? Onların ilahlıkta bir payı olmadığını öğrenince, onlar ortak değildir, hâlbuki ‘ortak’ diye isimlendirilmişlerdi. İlahi ge­nişlik nedeniyle, âlemde ortaklık geçerli değildir. İki veya daha fazh ki­şi herhangi bir konuda hiçbir zaman ortak olamaz. Ortak denilenlerden birisinde olan, ötekinin benzeridir, yoksa ondakinin aynı değildir.

Buna ortaklık denilirse şöyle deriz: Ortaklık ayrımın gerçekleştiği şeyle gerçekleşmiştir. Öyleyse sadece özel olarak farklılık vardır, ortaklık yoktur! Falan şahsın sahip olduğu şey ötekinde bulunanın aynı değil­dir. Örfte ortaklığın hangi anlamda kullanıldığı bu keşiften öğrenilir. Şeriat da -anlaşılsın diyebu hususta örfe uymuştur, çünkü Kuran kavmin diliyle gelmiştir. O dil insanların anlamında uzlaştığı dildir. Bu nedenle insanlar peygamber hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba peygamber dilde yeni bir dil mi kurar, yoksa böyle bir şey yap­mamış mıdır? Allah Teâlâ’dan gelen şeriadarın zamanlara, mekânlara, hallere, hadiselere ve şahıslara göre değişmesi bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar