Hacc'ın İçindeki Gerçek Hacc
Sûfiler haccın sâdece
bir farz ya da turistik bir seyahat olmadığım ve Allah’a karşı büyük bir sevgi
ile icrâ edilmesi gerektiğini ifâde etmek için hikmetli sözler söylemişler,
şiirler yazmışlardır. Onlara göre hacda icrâ edilen belli eylemlerin görülenden
ve sanılandan daha derin anlamlan vardır. Sûfiler hacdaki sembolik ritüellerin
anlamım idrâk etmenin önemli olduğunu, haccın insana mânevi ve ahlâkî bir
olgunluk kazandırması gerektiğini ifâde etmişlerdir.
Bazı sûfiler fakir
insanların ihtiyaçlarım gidermenin nâfile hacca gitmekten daha önemli olduğunu
imâ eden menkıbeler nakletmiş, bazıları da insanın mı, yoksa Kâbe’nin mi daha
üstün olduğu konusunu tartışmışlardır. Aynca bazı sûfiler hac esnâsmda
kalplerine doğan keşf ve ilhamları kaleme almışlardır.
A. Sûfîlere Göre Hac:
Sûfiler ibâdet ve iyi
amelden kastedilen şeyin sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve
hacca gitmek olmayıp, bunların yardımı ile insan ruhunda manevî bir ilerleme ve
alılâkî bir gelişmenin meydana gelmesi olduğunu düşünürler. Sûfinin gâyesi
Allah’ı tanımaktır (irfân), bilinçsizce ibâdet etmek değil. Anadolu’da yaşayan
süfilerden Niyâzî Mısrî (ö. 1105/1694) bir şiirinde bunu şöyle ifâde eder:
Savm u salât u hac ile,
Sanma biter zâhid işin,
însan-ı kâmil olmaya,
Lâzım olan irfân imiş.
Bir Gönüle Girmek (Bir Gönül Kazanmak):
Sûfiler, insanın hac
gibi ibâdetlerini yerine getirirken toplum içindeki diğer görevlerini ihmâl
etmemesi gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlardır. İhtiyaç içinde olan komşularım
görmezden gelerek ya da hasta ve yardıma muhtaç olan anne-babayı ihmal ederek
hacca gitmeyi uygun bulmamışlardır. Çünkü sûfîlere göre kâinâttaki en önemli
varlık insandır ve bir insanın gönlünü kazanmak, ona yardım etmek çok önemli
bir görevdir. Bu konu tasavvuf! eserlerdeki bazı şiirlerde ve menkıbelerde
açıkça ifâde edilmiştir. Bu menkıbelerden bazıları şunlardır:
Abdullah bin Mübârek (ö.
181/797) haccı îfâ ettikten sonra Mekke’de şöyle bir rüyâ gördü:
Semâdan iki melek gelmiş, biri diğerine: “Bu sene 600
bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir
ayakkabı tâmircisinin yaptığı amelin hürmetine makbûl oldu. Bu kişi hacca
gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu
hacıların haccı kabul edildi.” demişti.
Abdullah bin Mübârek uyanınca, merak ve hayret içinde
kaldı. Şam kervanı ile Şam’a gitti. O zâtı bulup sordu: “Sen hacca
gitmediğin halde ne amel işledin?” Ali bin Muvaffak şöyle anlattı:
“Otuz sene hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilikten
300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile karım:
“Komşudan et kokusu geliyor; bana bir parça et ister misin?” dedi. Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı: “Yedi
gün den beri çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça
kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamaz isem, mecbûren
onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna
geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.” dedi. Ali bin
Muvaffak devamla:
“Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Binbir
zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim; “Yâ Rabbî, hac niyetimi kabul
et! diye Rabbime duâ ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin
Mübârek: “Rabbim bana rüyâda doğruyu bildirmiş!” dedi .
İnsanlara yardım edip
onların gönlünü kazanmanın nafile hacdan daha önemli olduğunu ifâde eden
menkıbelerden biri de şudur: Ferganalı bir zât her sene nafile hac yapardı.
Yolu Nişâbur’a uğradığında Ebû Osmân Hînnin (ö. 298/910) huzûruna varıp selâm
vermişti. Ancak Hîrî ona hiç cevap vermedi. Kendi kendine: “Selâm verdiğim
ve hal hatır sorduğum halde cevap verilmiyor? Bu nasıl iştir?” diye
düşünürken, Ebû Osman Hîrî söze başlayıp: “Hiç böyle hac yapılır mı? Anne hasta
bir halde bırakılıyor. Rızâsı alınmadan yola çıkılıyor?” dedi. Gelen kimse
diyor ki: “Hatâmı anladım, büyük bir pişmanlık içinde annemin yanına döndüm.
Anneme hizmet ettim. Vefât edinceye kadar hizmetine devâm edip, yanından
ayrılmadım. Annemin vefâtından sonra, hac için yola çıktım. Ebû Osman Hîrî’ye
uğradım. Beni büyük bir alâka ve sevgi ile karşıladı. Talebeleri (mürîdleri)
araşma girdim” .
Anadolu sûfılerinden
Yunus Emre (ö. 720/1320) bu konuyu şiirlerinde şöyle dile getirir:
Ak sakallu pîr hoca _
Bilemez hâli nice
Emek yimesün hacca
Bir gönül yıkar ise.
“Yûnus Emre der hoca,
Gerekse var bin hacca.
Hepisinden eyice,
Bir gönüle girmektir!”
Yunus Emre ve onun gibi
düşünen sûfîlere göre “bir gönüle girmek” yani bir insana iyilik yapıp
onun gönlünü kazanmak ve onu mutlu etmek, bilinçsiz olarak yapılan bin hacdan
daha üstündür.
Gönül Kâbesini Tavaf:
Kâbe için sembolik
olarak Beytullah (Allah’ın evi) ifâdesi kullanılmış ise de, İslam inancına göre
Allah mekândan münezzehtir, bir mekâna sığmaz. Tasavvufi telakkiye göre, Allah
insanların kalplerine sevgiyle bakar ve insan Allah’ı ancak kalbi ile
tanıyabilir. Bu sebeple “Ben yere ve göğe sığmam ama mü’min kulumun kalbine
sığarım’ şeklindeki rivâyet
tasavvufi kitaplarda sıkça tekrarlanmaktadır. Bu söz, “yer ve gökteki mahlûkât
beni hakkıyla tanıyamaz ve algılayamaz ama kâmil bir mü’min, kalbi (üst idrâk
mertebesi) ile beni tanıyabilir”, demektir. Bu düşünceden yola çıkan sûfiler
insana ve insanın kalbine (gönlüne) özel bir önem atfetmişlerdir.
Abdurrahman Câmî (ö.
898/1492) bu konuda şöyle der:
Ka’be bünyâd-i Halîl-i
Âzer est,
Dil nazargâh-ı Celîl-i
Ekber est.
“Kâbe Âzer oğlu
İbrahim’in binasıdır,
Gönül ise pek yüce olan
Allah’ın nazargâhıdır (baktığı yerdir)”.
Bir Anadolu sûfîsi şöyle
der:
Ararsan Mevlâ’yı
kalbinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de,
hacda değildir.” -
Mevlâna Celâleddin Rûmî (ö. 672/1273) de bir gazelinde:
“Ey hacca gidenler! Neredesiniz, neredesiniz? Sevgiliniz buradadır, geliniz, geliniz!”
der . Çünkü sûfîlere göre,
Allah’ı tanıyan inşânın (ârifin) kalbi, Allah'ın evidir, Kâbedir. Bu sebeple
insân-ı kâmili ziyâret etmek de haccetmek gibi önemli bir iştir. Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’nin türbesine asılı bir levhadaki, oğlu Sultan Veled’e âit şu
beyit de bunu ifâde eder:
Yek tavâf-ı merkad-i
Sultân-ı Mevlânâ-yı Mâ
Heft hezâr u hetf sad u
heftâd hacc-ı ekber est.
“Sultân Mevlânâ’mızm
kabrim bir kez ziyâret etmek,
7770 defa hacc-ı ekber
(gibidir)’’.
Şems-i Tebrîzî’nin Makâlât isimli eseri ve Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’nin Mesnevisi gibi birçok eserde nakledilen bir menkıbeye göre,
Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) hacca gidiyordu. Basra şehrinde yaşlı bir sûfî
şeyhin yanma uğradı. Sûfi ona sordu: Ey Bâyezîd! Nereye gidiyorsun? Bâyezîd
cevap verdi: Mekke’ye, Allah evini ziyarete gidiyorum. Sûfî sordu: Yarımda ne
kadar yol harçlığı var? Bâyezîd: İki yüz dirhem, dedi. Öyle ise kalk, yedi defa
benim çevremde dolan. O paralan bana ver! Bâyezîd yerinden fırladı, para
kesesini sûfinin önüne bıraktı. Sûfi tekrar söze başladı: Gideceğin yer
Allah'ın evidir, ama şu benim gönlüm de Allah evidir. Ulu Allah hem o evin, hem
de bu evin sahibidir. O evi (Kabe’yi) yaptırdıktan sonra orada hiç
oturmamıştır. Ama bu ev (kalp) yapıldıktan sonra (sevgi ve nazarıyla) hiç bir
zaman buradan ayrılmamıştır .
Kâbe mi Üstün, İnsan mı?
Hz. Peygambere nisbet
edilen: “Mümin, Kabe’den daha üstündür” şeklindeki söz , bu konunun
İslâm tarihinde eskiden beri gündemde olduğunu göstermektedir. Ancak Kâbe’nin
sûreti değil, hakikati söz konusu olunca dürüm farklı mütalaa edilmiştir. Bu
konuda, XVII. yüzyılda Hindistan’da yaşayan ve îmâm-ı Rabbânî lakabıyla anılan
Ahmed Sirhindı nin (ö. 1034/1624) Hakîkat-ı Kâbe’nin, Hakîkat-ı Muhammedi den
daha üstün olduğu şeklin
deki sözleri sonraki dönemlerde önemli bir tartışma konusu
olmuş, Ahmed Kuşâşî (ö. 1071/1661) mümin insanların Kabe’den daha üstün
olduğunu ifâde eden bir eser kaleme almıştır . Muhammed Emin Bedahşî 1068
(1658) senesinde el-Mufâvaza (el-Mufâzala) beynel-insân ve’l-Kahe isminde
Farsça bir eser yazarak Kuşâşî1 ye karşı Ahmed Sirhindî yi müdâfaa etmiştir .
Ahmed Sirhindî nin oğullarından Muhammed Sa'îd Sirhindî (ö. 1070/1660) Mekke ve
Medîne âlimlerine hitâben Hakîkat-ı Kâbe’nin Hakîkat-ı Muhammedi’den üstünlüğü
meselesini açıklayan bir mektup yazmıştır . Ahmed Sirhindî’nin bir diğer oğlu
Muhammed Yahyâ’nın (ö. 1095/1684) da eleştirilere cevap mâhiyetinde geniş bir
eser kaleme aldığı söylenmektedir .
İlk dönem süfflerinden
Muhammed b. Fadl şöyle demiştir: “Allah’ın senede bir kez baktığı bir taşı
ziyâret etmek farz ise, hergün 360 defa nazar ettiği kalbi ziyaret etmek farz
olmaya daha lâyıktır” .
İsmâil Hakkı Bursevî (ö.
1137/1725) de şöyle der: “Dünyada hac eden iki kısımdır: Bir kısmı Beyt’i
(Kâbe’yi) hacc eder. Bu kısım Beyt’in ayağına varmalıdır. Ve bir kısmı dahi
hacc-ı Rabbü’l-beyt eylerler (Kâbe’nin sahibi olan Allah’a haccederler). Ve bu
kısmın Beyt ayağına gelir. Zîrâ Beyt her ne kadar mazhar-ı kemâl (olgunluğun
görüldüğü yer) ise de insân-ı kâmil gibi değildir. Zîrâ insân-ı kâmilin şerefi
kalptedir ki kalp Beytullâh’dır (Allah'ın evidir), Kâbe ise Beytu l-halk’dır
(insanların binâ ettiği bir evdir)” .
B. Sûfîlere Göre Haccın Mânevi Anlamı:
Bir Türk atasözü
şöyledir: “Deve hacı olmaz, gitmekle Mekke’ye; eşek derviş olmaz su çekmekle
tekkeye”. Bu sözün anlamı şudur: Eskiden hacca develerle gidilirdi. Ancak
deve bilinçsiz olarak Mekke’ye gittiği için hacı sayılmadığı gibi, yaptığı haca
bilinçsizce ve taklit ile yapan, hac ibâdetindeki mânevi sembolizmi anlamayan
insanlar da gerçek anlamda hacı sayılmazlar.
Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî
(ö. 378/988) el-Lüma isimli eserindeki “Sûfflerin Hac Âdâbı” bölümünde haccın
mânevî ve tasavvufi anlamı hakkında şöyle der: Hacca giden kişi ihrâma girme
yerinde (mîkât mahallinde) elbiselerini çıkarırken kalbindeki kin ve hased gibi
kötü huylan da çıkarıp atmalıdır. “Lebbeyk” (emrine uydum) diye duâ (telbiye)
ederken bundan sonra nefse ve şeytana uymamaya karar verir. Hacerul-esved denen
siyah taşı selamlayıp öptükten sonra Allah’a kulluk sözü verdiğini düşünür.
Safâ tepesine gelince kalbinin safisini (temizliğini) bozacak şeyleri kalbine
sokmamaya azmeder.
Safâ ile Merve tepeleri
arasında hızh yürürken (hervele) nefs ve şeytandan kaçtığım düşünür. Arafât
isimli yere varınca Kıyâmet’ten sonra dirilip Allah ile tanışacağı ânı düşünür.
Saçlarım traş ederken kibir ve övülme isteğini de kesmeleri gerekir. Kurban
keserken kendi içindeki nefsini de kurban etmelidir (nefsinin kötü huylarını da
yok etmelidir) .
İmam Muhammed Gazâlıye
(ö. 505/1111) göre, hac için yol azığı hazırlayan kişi, âhirette faydalı olacak
en hayırlı azık olan takvâyı, hac için binite bindiğinde öldüğü zaman konacağı
tabutu, iki parça beyaz kumaştan oluşan ihrama girince öldükten sonra
sarılacağı kefeni düşünmelidir. İhrâma girdikten sonra Lebbeyk (emrine uydum)
derken Allah'ın hac emrine uyarak bu mekâna geldiğini düşünmeli, Kâbe’yi
görünce sanki Allah’ı görmüş gibi saygılı olmalı, Kâbe’nin etrafında dönüp
tavaf ederken Arş’ın etrafında dönen ve Allah’a saygılarım böyle ifâde eden
melekleri düşünmelidir. Kâbe’nin köşesindeki siyah taşı (Haceru 1-esved)
selamlarken ve ona el sürerken sanki Allah ile musâfaha ettiğini ve
emirlerinden çıkmayacağı konusunda Ona söz verdiğini düşünmelidir. Kâbe
yakınındaki Safâ ve Merve isimli tepecikler arasında koşarken (sa’y ederken)
iki düşünceye sahip olmalıdır: Birincisi, kendisini bir padişahın huzuruna
çıkıp dileğim arz eden ve huzurdan çıkıp “acaba padişah dileğimi kabul edecek
mi?” diye sarayın etrafında merakla dolaşan kişi gibi hissetmelidir. İkincisi,
âhirette günah ve sevapların tartılacağı iki kefeli terâziyi düşünmeli, meselâ
Safâ tepesini sevap kefesi, Merve tepesini de günah kefesi olarak hayal etmeli
ve acaba hangisi ağır gelecek diye bir o tarafa, bir bu tarafa gidip
bakmalıdır. Arafât tepesinde vakfeye oturduğu zaman mahşer günü insanların
toplanacağı ve peygamberlerinden şefâat bekleyeceği ânı düşünmesi gerekir .
İsmail Ankaravî (ö.
1041/1631) haca, sûrî ve manevî olmak üzere ikiye ayırır. Dervişlere lazım olan
haccın, mânevî hac olduğunu ifade eder.
Baba Ni'metuUah
Nahçıvânî (ö. 920/1514) de Kabe’yi sûrî (görünen Kabe) ve hakîkî (gerçek Kâbe)
olmak üzere ikiye ayırır. İhramı da
kefene benzeten Nahçıvânî, ölüp kefene giren kişinin haram işleyemediği gibi,
ihrâma giren hacmin da kendi irâde ve isteği ile yasaklardan uzak durması
gerektiğini söyler. Ona göre gerçek hac,
hakîki Kâbe’ye yani Allah'ın zâtına ulaşmaktır.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî
şöyle der: “Hac, bir evi yâni Kâbe’yi ziyâret etmektir. Evin sâhibini
ziyâret etmek ise erliktir. Bu ziyâret her kula nasip olmaz” .
Bu konudaki şu tasavvufi
beyit konuyu güzel bir şekilde özetlemektedir: Ey sevdiğim! Haccım ve umrem sanadır Başkalarının haca
toprak ve taşlara olsa bile.
Bâyezîd Bistâmî şöyle
demiştir: “Yaptığım ilk hacda Ev’den (Kâbe’den) başka bir şey görmemiştim,
ikinci hacamda Ev’i de, Ev sâhibini de gördüm. Üçüncü haccımda ise her şeyi
Ev’in sâhibi (Kâbe’nin Rabbi) olarak gördüm” .
Rivâyete göre, Cüneyd
Bağdâdî (ö. 298/910) hacdan gelen bir dostunu görür. Aralarında şu konuşma
geçer:
-Hacca niyet edip ihrâma
girdin mi?
-Evet girdim.
-Bu vesüe ile
tazelediğin ezelî akde (Allah’a verdiğin söze) aykırı düşen bütün akidleri
bozdun mu?
-Hayır.
-Öyleyse akdetmedin.
İhrâma girerken elbiselerini çıkardın mı?
-Evet çıkardım.
-Elbiselerini çıkardığın
gibi beşerî sıfatlardan ayrıldın mı?
-Hayır.
-O hâlde ihrâma
girmedin. Sonra yıkanıp temizlendin mi?
-Evet.
-Bu temizlikle sende
bulunan (kötü ahlâk gibi mânevî) hastalıklar iyileşti mi?
-Hayır. )
-Öyleyse temizlenmedin.
Telbiye getirdin mi (Lebbeyk yani emrine uyup geldim diye duâ okudun mu?)
-Evet. -
-Telbiyenin cevâbını
aldın mı?
Hayır.
-Şu hâlde hakkıyla
telbiye etmedin. Harem-i Şerif’e girdin mi?
-Evet.
-Harem’e girerken haram şeylerden
vaz geçtin mi?
-Hayır.
-O hâlde Harem’e
girmedin. Mekke’yi gördün mü?
-Evet.
-Mekke’yi görünce
Allah’tan sana mânevî bir hâl geldi mi?
-Hayır.
-Öyleyse bu da olmadı...
Bu soru cevap faslı
böyle devam etmekte ve haccın mânevî anlamı hakkında Cüneyd gibi sûfilerin
görüşlerini güzel bir şekilde ifâde etmektedir.
Osmanlı âlim ve
mutasavvıflarından Yûnus Vehbî Efendi (ö. 1913) Esrâr-ı Menâsik-i Hacc-ı Şerif
isimli eserinde şöyle der: “Gâye, sâdece bedenin Beyt’i. (Kabe’yi) tavaf etmesi
değildir. Aynı zamanda kalbin Beyt’in Rabbi’ni ziyâret ederek tavâf etmesidir”
... “Cemreleri (şeytanları) taşlamak, kalpten vesvese-
leri, iç âlemde duyulan
kötü sesleri ve dünyaya âit yersiz düşünceleri kovmaya işâret eder”
Diğer taraftan haccı
icrâ eden kişiler, bu amelleri sebebiyle kendilerini toplumdaki diğer
insanlardan üstün görmemelidirler. Çiştiyye tarikatı şeyhlerinden Nasîruddin
Mahmûd Çerâğ-ı Dihlî (ö. 757/1356) sohbetlerinde bu konuyla ilgili olarak şu
hikâyeyi anlatmıştır: “Bir adam yirmibir defa haccetmişti. Bir gün yaptığı bu
hacları hatırladı ve kendinde bir benlik hissetti. Ancak Hak Teâlâ ona bir
basiret verip bu kusurunu fark etti. Nefsini ve ucbunu kırmak için hemen kalkıp
pazara gitti. “Ey Müslümanlar!” dedi, “Yirmibir defa haccettim, bu haclarımı satıyorum,
bir ekmek karşılığında almak isteyen yok mu?” Adamın biri onun yanma yaklaşıp
ensesine bir tokat vurdu ve: “Ey boşboğaz”, dedi, “Baban Âdem (a.s) Cenneti bir
buğday tanesine satmıştı, sen yirmi bir haccı bir ekmeğe mi satıyorsun?”
C. Bâzı Sûfîlerin Hacdaki Rûhî Tecrübeleri:
Sûfiler mânevî
duyguları, vecd ve ilhâmları hac esnâsında daha yoğun olarak yaşamış
olmalıdırlar. Çünkü bazı sûfîlerin özellikle hac esnâsmda elde ettikleri rûhî
tecrübelerini kaleme aldıkları bilinmektedir.
îbnArabfnin (ö. 638/1240)
meşhur biresezh^ismiel-Fütûhâtü’l-Mekkiyye yani Mekke İlhandandır. İbn Arabî
tavâf esnâsmda “Kâbe’nin Hakikati” olduğunu söyleyen bir gencin Haceru’l-esved
tarafından kendisinin bulunduğu yere doğru geldiğini ve bu gencin ondan
kendisini okumasını istediğini, "Bende ne görüyorsan onu eserme yaz ve
isti’dâd sâhiplerine öğret” dediğini nakleder. İbn Arabî, engin nûra benzettiği
bu gencin kendisine gizli olan bilgileri gözler önüne serdiğim, bunlan okuyup
el-Fütûhât’ın ikinci cüzünü meydana getirdiğini, başka bir yerde de eseri mânen
kendisinden okuduğunu söyler. İbn Arabî bu zâttan, sahip olduğu sırlardan
bazılarını kendisine açmasını ricâ ettiğini, onun da “Ayak izlerimi tâkip
ederek benimle beraber tavaf et!” dediğini, birlikte yedi tavaf
yaptıklarını ve bu sırada genç adam kendisine “Bu görmüş olduğun ev (Kâbe)
zâtımı, yedi tavaf da yedi aslî sıfatları temsîl eder” dediğini ve her tavafta
el-Fütûhât’m bir faslım okuduğunu nakleder?. ...
îmâm-ı Rabbânî Ahmed
Sirhindî’nin oğlu Muhammed Ma'sûm (ö. 1079-(1668) hacca gittiğinde Hicaz’da
nâil olduğu ilhâm ve keşfleri anlatmış, onun anlattıklarını oğlu Muhammed
Ubeydullah Hasenâtü’l-Haremeyn adıyla derleyip kitap hâline getirmiştir . Eser
Osmanh mutasavvıflarından Müstakîmzâde Süleyman Sa’deddin (ö. 1202/1787)
tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş olup yazma halindedir. Bu eserdeki
rivayete göre, Muhammed Ma'sûm Mekke’de Kâbe’yi tavaf ile meşgul olurken çoğu
zaman Kâbe’nin kendisini kucakladığını hissederdi. Bir tavaf esnâsında
bedeninden nurların çıkıp âlemi kapladığını kalp gözüyle gördü . Yatsı
namazından sonra Kâbe’de Rükn-i Yemânî denen yerde çok sayıda melek gördü . Bir
sabah zikir ile meşgul iken kendisine mânevî bir hil’at (cübbe) hediye
edildiğini gördü ve bunun kulluk elbisesi (hil‘at-i ubûdiyyet) olduğunu anladı
.
Ahmed Sirhindî nin diğer
oğlu Muhammed Sa'îd’in (ö. 1071 (1661) Hicâz’daki ilhâm ve keşfleri de
Abdülehad Vahdet Sirhindî tarafından Letâifü’l- Medîne adıyla derlenmiştir. Bu
esere göre Muhammed Sa'îd bir müşâhedesini şöyle anlatmıştır: “Bir gün Kâbe’de
Hicrin (ve Altınoluk’un) karşısında Mekkeli bazı tâliplere tarikat zikri telkin
ediyordum. Uzun boylu, nur yüzlü, Horasanlılara benzer bir adam çıkageldi.
Farsça: Niçin oturmuyoruz?, dedi. Yanıma oturdu. Ona baktım, ne insanoğlu idi,
ne melek, ne de ruh. Derken “Bu, Hatim’in hakikatidir” diye gönlüme ilhâm
olundu” .
Şâh Veliyyullah Dihlevî
(ö. 1176/1762) de kendi ilhâm, rüyâ ve keşf- lerini Füyûzul-Haremeyn isimli
eserinde kaleme almıştır . Meselâ hicrî 1144 (1731) senesi Safer ayının onuncu
gecesi Mekke’de şöyle bir rüyâ gördüğünü kaydeder: “Hz. Peygamber’in torunları
Haşan ve Hüseyin evime misâfir olmuşlardı. Hasan (aleyhisselâm)’m elinde ucu
kırık bir kamış kalem vardı. Kalemi bana uzattı ve: Bu, dedemin kalemidir,
dedi. Sonra ucunu düzeltmesi için Hüseyin’e (aleyhisselâm) verdi. Hüseyin
kalemin ucunu açıp bana verdi. Çok mutlu oldum. Ardından beyaz ve yeşil
çizgileri olan bir cübbe getirilip bu iki zâtın önüne konuldu. Hüseyin (aleyhisselâm)
onu aldı, “Bu dedemin cübbesidir” dedi ve bana giydirdi. Ben de hürmeten o
cübbeyi başımın üzerine koydum” .
Osmanlı süfilerinden
İsmâil Hakkı Bursevî 1111/1700 yılında gittiği hac esnâsında Haremeyn’de (Mekke
ve Medine’de) nâil olduğu keşf ve ilhâmlan (vâridâtı) Esrâru’l-hacc adını
verdiği eserinde toplamış, ancak bu eser Bursevî hacdan dönerken yol kesici
eşkiyânın yaptığı yağmada zâyi olmuştur . Bunun üzerine Bursevî aynı keşf ve
ilhâmlan daha sonra yazdığı bazı eserlerde, özellikle de Vâridât-ı Hakkıyye
isimli eserinde tekrar kaydetmiştir. Bu rûhî tecrübelerden bazılan aşağıda
nakledilecektir:
Bir gece Kâbe’nin
yanında îlyâs (aleyhisselâm.)’m kendisinin hizâsında olduğu Allah tarafından
ona bildirilmiş, ancak şahsını görmemiştir.
Bir gece Kâbe’yi tavaf
ederken “Dört halîfeye selâm ver, onlar burada hazırdırlar" denilmesi
üzerine onlara kâl ve hâl lisânı ile selam vermiş, ancak şahıslarını
görmemiştir.
Bunlardan başka Kâbe’de
yüce ruhların gece gündüz hazır bulunduklan- nı görmüştür. Hatta vefât eden
oğlu İshâk’ı Mekke ve Medine Haremlerinde saflar arasında namaz kılarken
görmüştür. Vefât eden oğlu Ubeydullah’ı da sürmelenmiş ve türlü ziynetlerle
süslenmiş olarak Hatîm’in yanında görmüştür.
Tasavvufi eserlerde bazı
sûfilerin kerâmet ile uzun mesâfeleri bir anda kat edip hacca gittikleri ve
döndükleri anlatılır. Buna tayy-ı mekân yani mekânın dürülüp kısalması denir.
Orta Asya’da yaşamış olan Muhammed Hârezmî (ö. 780/1378)—ile Bursa’da yaşamış
olan Eskici Mehmed Dedeye (ö. 1028/1619)
âit menkıbeler bu tür rivâyetlerdendir.
Sonuç:
Fıkıh kitaplarında haccın
sadece yapılış şekli ve kuralları anlatıldığı için bu kitaplardaki hac
bölümleri bir turist rehberim andırmakta ve hac ibâdetinin mânevi yönüne temâs
etmemektedir. Sûfiler bu konudaki boşluğu doldurmak için eserlerinde haccın
mânevi yönüne temas etmişler, hac esnâsındaki eylemlerin sembolik anlamlarım
açıklamaya çalışmışlardır. Hacca gitmek için hazırlık yapan kişinin âile ve
komşularına karşı görevlerim ihmâl etmemesi gerektiğini anlatan menkıbelere
eserlerinde yer vermişlerdir. Sûfîlere göre insan Allah’ı kalbi yani yüksek
idrakiyle tanıyabileceği için sûfiler âriflerin kalbini Kabe’den daha üstün
saymışlardır. Bazı sûfiler de hac esnâsmda kalplerine doğan keşf ve ilhâmları kaleme
almışlardır. Bütün bu faaliyetler neticesinde hac hakkında yeni bilgi ve
yorumlar ortaya çıkmış, haccın tasavvufi ve mânevi anlamı hakkında insanlara
yeni bir pencere ve ufuk açılmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar