Print Friendly and PDF

Hacc'ın İçindeki Gerçek Hacc

Bunlarada Bakarsınız

 


SÛFÎ GÖZÜYLE HAC

Necdet TOSUN

Sûfiler haccın sâdece bir farz ya da turistik bir seyahat olmadığım ve Allah’a karşı büyük bir sevgi ile icrâ edilmesi gerektiğini ifâde etmek için hikmetli sözler söylemişler, şiirler yazmışlardır. Onlara göre hacda icrâ edilen belli eylemlerin görülenden ve sanılandan daha derin anlamlan vardır. Sûfiler hacdaki sembolik ritüellerin anlamım idrâk etmenin önemli olduğunu, haccın insana mânevi ve ahlâkî bir olgunluk kazandırması gerektiğini ifâde etmişlerdir.

Bazı sûfiler fakir insanların ihtiyaçlarım gidermenin nâfile hacca gitmekten daha önemli olduğunu imâ eden menkıbeler nakletmiş, bazıları da insanın mı, yoksa Kâbe’nin mi daha üstün olduğu konusunu tartışmışlardır. Aynca bazı sûfiler hac esnâsmda kalplerine doğan keşf ve ilhamları kaleme almışlardır.

A.       Sûfîlere Göre Hac:

Sûfiler ibâdet ve iyi amelden kastedilen şeyin sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek olmayıp, bunların yardımı ile insan ruhunda manevî bir ilerleme ve alılâkî bir gelişmenin meydana gelmesi olduğunu düşünürler. Sûfinin gâyesi Allah’ı tanımaktır (irfân), bilinçsizce ibâdet etmek değil. Anadolu’da yaşayan süfilerden Niyâzî Mısrî (ö. 1105/1694) bir şiirinde bunu şöyle ifâde eder:

Savm u salât u hac ile,

Sanma biter zâhid işin,

însan-ı kâmil olmaya,     

Lâzım olan irfân imiş.

Bir Gönüle Girmek (Bir Gönül Kazanmak):

Sûfiler, insanın hac gibi ibâdetlerini yerine getirirken toplum içindeki diğer görevlerini ihmâl etmemesi gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlardır. İhtiyaç içinde olan komşularım görmezden gelerek ya da hasta ve yardıma muhtaç olan anne-babayı ihmal ederek hacca gitmeyi uygun bulmamışlardır. Çünkü sûfîlere göre kâinâttaki en önemli varlık insandır ve bir insanın gönlünü kazanmak, ona yardım etmek çok önemli bir görevdir. Bu konu tasavvuf! eserlerdeki bazı şiirlerde ve menkıbelerde açıkça ifâde edilmiştir. Bu menkıbelerden bazıları şunlardır:

Abdullah bin Mübârek (ö. 181/797) haccı îfâ ettikten sonra Mekke’de şöyle bir rüyâ gördü:

Semâdan iki melek gelmiş, biri diğerine: “Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tâmircisinin yaptığı amelin hürmetine makbûl oldu. Bu kişi hacca gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu hacıların haccı kabul edildi.” demişti.

Abdullah bin Mübârek uyanınca, merak ve hayret içinde kaldı. Şam kervanı ile Şam’a gitti. O zâtı bulup sordu: “Sen hacca gitmediğin halde ne amel işledin?” Ali bin Muvaffak şöyle anlattı:

“Otuz sene hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilikten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile karım: “Komşudan et kokusu geliyor; bana bir parça et ister misin?” dedi. Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı: “Yedi gün den beri çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamaz isem, mecbûren onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.” dedi. Ali bin Muvaffak devamla:

“Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Binbir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim; “Yâ Rabbî, hac niyetimi kabul et! diye Rabbime duâ ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek: “Rabbim bana rüyâda doğruyu bildirmiş!” dedi .

İnsanlara yardım edip onların gönlünü kazanmanın nafile hacdan daha önemli olduğunu ifâde eden menkıbelerden biri de şudur: Ferganalı bir zât her sene nafile hac yapardı. Yolu Nişâbur’a uğradığında Ebû Osmân Hînnin (ö. 298/910) huzûruna varıp selâm vermişti. Ancak Hîrî ona hiç cevap vermedi. Kendi kendine: “Selâm verdiğim ve hal hatır sorduğum halde cevap verilmiyor? Bu nasıl iştir?” diye düşünürken, Ebû Osman Hîrî söze başlayıp: “Hiç böyle hac yapılır mı? Anne hasta bir halde bırakılıyor. Rızâsı alınmadan yola çıkılıyor?” dedi. Gelen kimse diyor ki: “Hatâmı anladım, büyük bir pişmanlık içinde annemin yanına döndüm. Anneme hizmet ettim. Vefât edinceye kadar hizmetine devâm edip, yanından ayrılmadım. Annemin vefâtından sonra, hac için yola çıktım. Ebû Osman Hîrî’ye uğradım. Beni büyük bir alâka ve sevgi ile karşıladı. Talebeleri (mürîdleri) araşma girdim” .

Anadolu sûfılerinden Yunus Emre (ö. 720/1320) bu konuyu şiirlerinde şöyle dile getirir:

Ak sakallu pîr hoca          _

Bilemez hâli nice

Emek yimesün hacca

Bir gönül yıkar ise.  

“Yûnus Emre der hoca,

Gerekse var bin hacca.

Hepisinden eyice,

Bir gönüle girmektir!”

Yunus Emre ve onun gibi düşünen sûfîlere göre “bir gönüle girmek” yani bir insana iyilik yapıp onun gönlünü kazanmak ve onu mutlu etmek, bilinçsiz olarak yapılan bin hacdan daha üstündür.

Gönül Kâbesini Tavaf:

Kâbe için sembolik olarak Beytullah (Allah’ın evi) ifâdesi kullanılmış ise de, İslam inancına göre Allah mekândan münezzehtir, bir mekâna sığmaz. Tasavvufi telakkiye göre, Allah insanların kalplerine sevgiyle bakar ve insan Allah’ı ancak kalbi ile tanıyabilir. Bu sebeple “Ben yere ve göğe sığmam ama mü’min kulumun kalbine sığarım’  şeklindeki rivâyet tasavvufi kitaplarda sıkça tekrarlanmaktadır. Bu söz, “yer ve gökteki mahlûkât beni hakkıyla tanıyamaz ve algılayamaz ama kâmil bir mü’min, kalbi (üst idrâk mertebesi) ile beni tanıyabilir”, demektir. Bu düşünceden yola çıkan sûfiler insana ve insanın kalbine (gönlüne) özel bir önem atfetmişlerdir.

Abdurrahman Câmî (ö. 898/1492) bu konuda şöyle der:

Ka’be bünyâd-i Halîl-i Âzer est,

Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekber est.

“Kâbe Âzer oğlu İbrahim’in binasıdır,

Gönül ise pek yüce olan Allah’ın nazargâhıdır (baktığı yerdir)”.

Bir Anadolu sûfîsi şöyle der:

Ararsan Mevlâ’yı kalbinde ara,

Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir.”          - 

Mevlâna Celâleddin Rûmî (ö. 672/1273) de bir gazelinde: 

“Ey hacca gidenler! Neredesiniz, neredesiniz? Sevgiliniz buradadır, geliniz, geliniz!” 

der . Çünkü sûfîlere göre, Allah’ı tanıyan inşânın (ârifin) kalbi, Allah'ın evidir, Kâbedir. Bu sebeple insân-ı kâmili ziyâret etmek de haccetmek gibi önemli bir iştir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin türbesine asılı bir levhadaki, oğlu Sultan Veled’e âit şu beyit de bunu ifâde eder:

Yek tavâf-ı merkad-i Sultân-ı Mevlânâ-yı Mâ

Heft hezâr u hetf sad u heftâd hacc-ı ekber est.

“Sultân Mevlânâ’mızm kabrim bir kez ziyâret etmek,

7770 defa hacc-ı ekber (gibidir)’’.

Şems-i Tebrîzî’nin Makâlât isimli eseri ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevisi gibi birçok eserde nakledilen bir menkıbeye göre, Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) hacca gidiyordu. Basra şehrinde yaşlı bir sûfî şeyhin yanma uğradı. Sûfi ona sordu: Ey Bâyezîd! Nereye gidiyorsun? Bâyezîd cevap verdi: Mekke’ye, Allah evini ziyarete gidiyorum. Sûfî sordu: Yarımda ne kadar yol harçlığı var? Bâyezîd: İki yüz dirhem, dedi. Öyle ise kalk, yedi defa benim çevremde dolan. O paralan bana ver! Bâyezîd yerinden fırladı, para kesesini sûfinin önüne bıraktı. Sûfi tekrar söze başladı: Gideceğin yer Allah'ın evidir, ama şu benim gönlüm de Allah evidir. Ulu Allah hem o evin, hem de bu evin sahibidir. O evi (Kabe’yi) yaptırdıktan sonra orada hiç oturmamıştır. Ama bu ev (kalp) yapıldıktan sonra (sevgi ve nazarıyla) hiç bir zaman buradan ayrılmamıştır .

Kâbe mi Üstün, İnsan mı?

Hz. Peygambere nisbet edilen: “Mümin, Kabe’den daha üstündür” şeklindeki söz , bu konunun İslâm tarihinde eskiden beri gündemde olduğunu göstermektedir. Ancak Kâbe’nin sûreti değil, hakikati söz konusu olunca dürüm farklı mütalaa edilmiştir. Bu konuda, XVII. yüzyılda Hindistan’da yaşayan ve îmâm-ı Rabbânî lakabıyla anılan Ahmed Sirhindı nin (ö. 1034/1624) Hakîkat-ı Kâbe’nin, Hakîkat-ı Muhammedi den daha üstün olduğu şeklin

deki sözleri  sonraki dönemlerde önemli bir tartışma konusu olmuş, Ahmed Kuşâşî (ö. 1071/1661) mümin insanların Kabe’den daha üstün olduğunu ifâde eden bir eser kaleme almıştır . Muhammed Emin Bedahşî 1068 (1658) senesinde el-Mufâvaza (el-Mufâzala) beynel-insân ve’l-Kahe isminde Farsça bir eser yazarak Kuşâşî1 ye karşı Ahmed Sirhindî yi müdâfaa etmiştir . Ahmed Sirhindî nin oğullarından Muhammed Sa'îd Sirhindî (ö. 1070/1660) Mekke ve Medîne âlimlerine hitâben Hakîkat-ı Kâbe’nin Hakîkat-ı Muhammedi’den üstünlüğü meselesini açıklayan bir mektup yazmıştır . Ahmed Sirhindî’nin bir diğer oğlu Muhammed Yahyâ’nın (ö. 1095/1684) da eleştirilere cevap mâhiyetinde geniş bir eser kaleme aldığı söylenmektedir .

İlk dönem süfflerinden Muhammed b. Fadl şöyle demiştir: “Allah’ın senede bir kez baktığı bir taşı ziyâret etmek farz ise, hergün 360 defa nazar ettiği kalbi ziyaret etmek farz olmaya daha lâyıktır” .

İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725) de şöyle der: “Dünyada hac eden iki kısımdır: Bir kısmı Beyt’i (Kâbe’yi) hacc eder. Bu kısım Beyt’in ayağına varmalıdır. Ve bir kısmı dahi hacc-ı Rabbü’l-beyt eylerler (Kâbe’nin sahibi olan Allah’a haccederler). Ve bu kısmın Beyt ayağına gelir. Zîrâ Beyt her ne kadar mazhar-ı kemâl (olgunluğun görüldüğü yer) ise de insân-ı kâmil gibi değildir. Zîrâ insân-ı kâmilin şerefi kalptedir ki kalp Beytullâh’dır (Allah'ın evidir), Kâbe ise Beytu l-halk’dır (insanların binâ ettiği bir evdir)” .

B.       Sûfîlere Göre Haccın Mânevi Anlamı:

Bir Türk atasözü şöyledir: “Deve hacı olmaz, gitmekle Mekke’ye; eşek derviş olmaz su çekmekle tekkeye”. Bu sözün anlamı şudur: Eskiden hacca develerle gidilirdi. Ancak deve bilinçsiz olarak Mekke’ye gittiği için hacı sayılmadığı gibi, yaptığı haca bilinçsizce ve taklit ile yapan, hac ibâdetindeki mânevi sembolizmi anlamayan insanlar da gerçek anlamda hacı sayılmazlar.

Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî (ö. 378/988) el-Lüma isimli eserindeki “Sûfflerin Hac Âdâbı” bölümünde haccın mânevî ve tasavvufi anlamı hakkında şöyle der: Hacca giden kişi ihrâma girme yerinde (mîkât mahallinde) elbiselerini çıkarırken kalbindeki kin ve hased gibi kötü huylan da çıkarıp atmalıdır. “Lebbeyk” (emrine uydum) diye duâ (telbiye) ederken bundan sonra nefse ve şeytana uymamaya karar verir. Hacerul-esved denen siyah taşı selamlayıp öptükten sonra Allah’a kulluk sözü verdiğini düşünür. Safâ tepesine gelince kalbinin safisini (temizliğini) bozacak şeyleri kalbine sokmamaya azmeder.

Safâ ile Merve tepeleri arasında hızh yürürken (hervele) nefs ve şeytandan kaçtığım düşünür. Arafât isimli yere varınca Kıyâmet’ten sonra dirilip Allah ile tanışacağı ânı düşünür. Saçlarım traş ederken kibir ve övülme isteğini de kesmeleri gerekir. Kurban keserken kendi içindeki nefsini de kurban etmelidir (nefsinin kötü huylarını da yok etmelidir) .

İmam Muhammed Gazâlıye (ö. 505/1111) göre, hac için yol azığı hazırlayan kişi, âhirette faydalı olacak en hayırlı azık olan takvâyı, hac için binite bindiğinde öldüğü zaman konacağı tabutu, iki parça beyaz kumaştan oluşan ihrama girince öldükten sonra sarılacağı kefeni düşünmelidir. İhrâma girdikten sonra Lebbeyk (emrine uydum) derken Allah'ın hac emrine uyarak bu mekâna geldiğini düşünmeli, Kâbe’yi görünce sanki Allah’ı görmüş gibi saygılı olmalı, Kâbe’nin etrafında dönüp tavaf ederken Arş’ın etrafında dönen ve Allah’a saygılarım böyle ifâde eden melekleri düşünmelidir. Kâbe’nin köşesindeki siyah taşı (Haceru 1-esved) selamlarken ve ona el sürerken sanki Allah ile musâfaha ettiğini ve emirlerinden çıkmayacağı konusunda Ona söz verdiğini düşünmelidir. Kâbe yakınındaki Safâ ve Merve isimli tepecikler arasında koşarken (sa’y ederken) iki düşünceye sahip olmalıdır: Birincisi, kendisini bir padişahın huzuruna çıkıp dileğim arz eden ve huzurdan çıkıp “acaba padişah dileğimi kabul edecek mi?” diye sarayın etrafında merakla dolaşan kişi gibi hissetmelidir. İkincisi, âhirette günah ve sevapların tartılacağı iki kefeli terâziyi düşünmeli, meselâ Safâ tepesini sevap kefesi, Merve tepesini de günah kefesi olarak hayal etmeli ve acaba hangisi ağır gelecek diye bir o tarafa, bir bu tarafa gidip bakmalıdır. Arafât tepesinde vakfeye oturduğu zaman mahşer günü insanların toplanacağı ve peygamberlerinden şefâat bekleyeceği ânı düşünmesi gerekir . 

İsmail Ankaravî (ö. 1041/1631) haca, sûrî ve manevî olmak üzere ikiye ayırır. Dervişlere lazım olan haccın, mânevî hac olduğunu ifade eder.

Baba Ni'metuUah Nahçıvânî (ö. 920/1514) de Kabe’yi sûrî (görünen Kabe) ve hakîkî (gerçek Kâbe) olmak üzere ikiye ayırır.  İhramı da kefene benzeten Nahçıvânî, ölüp kefene giren kişinin haram işleyemediği gibi, ihrâma giren hacmin da kendi irâde ve isteği ile yasaklardan uzak durması gerektiğini söyler.  Ona göre gerçek hac, hakîki Kâbe’ye yani Allah'ın zâtına ulaşmaktır.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî şöyle der: “Hac, bir evi yâni Kâbe’yi ziyâret etmektir. Evin sâhibini ziyâret etmek ise erliktir. Bu ziyâret her kula nasip olmaz” .

Bu konudaki şu tasavvufi beyit konuyu güzel bir şekilde özetlemektedir: Ey sevdiğim! Haccım ve umrem sanadır Başkalarının haca toprak ve taşlara olsa bile.

Bâyezîd Bistâmî şöyle demiştir: “Yaptığım ilk hacda Ev’den (Kâbe’den) başka bir şey görmemiştim, ikinci hacamda Ev’i de, Ev sâhibini de gördüm. Üçüncü haccımda ise her şeyi Ev’in sâhibi (Kâbe’nin Rabbi) olarak gördüm” .

Rivâyete göre, Cüneyd Bağdâdî (ö. 298/910) hacdan gelen bir dostunu görür. Aralarında şu konuşma geçer:

-Hacca niyet edip ihrâma girdin mi?

-Evet girdim.

-Bu vesüe ile tazelediğin ezelî akde (Allah’a verdiğin söze) aykırı düşen bütün akidleri bozdun mu?

-Hayır.

-Öyleyse akdetmedin. İhrâma girerken elbiselerini çıkardın mı?

-Evet çıkardım.

-Elbiselerini çıkardığın gibi beşerî sıfatlardan ayrıldın mı?

-Hayır.

-O hâlde ihrâma girmedin. Sonra yıkanıp temizlendin mi?

-Evet.

-Bu temizlikle sende bulunan (kötü ahlâk gibi mânevî) hastalıklar iyileşti mi?

-Hayır.            )

-Öyleyse temizlenmedin. Telbiye getirdin mi (Lebbeyk yani emrine uyup geldim diye duâ okudun mu?)

-Evet.  -

-Telbiyenin cevâbını aldın mı?

Hayır.

-Şu hâlde hakkıyla telbiye etmedin. Harem-i Şerif’e girdin mi?

-Evet.

-Harem’e girerken haram şeylerden vaz geçtin mi?

-Hayır.

-O hâlde Harem’e girmedin. Mekke’yi gördün mü?

-Evet.

-Mekke’yi görünce Allah’tan sana mânevî bir hâl geldi mi?

-Hayır.

-Öyleyse bu da olmadı...

Bu soru cevap faslı böyle devam etmekte ve haccın mânevî anlamı hakkında Cüneyd gibi sûfilerin görüşlerini güzel bir şekilde ifâde etmektedir.

Osmanlı âlim ve mutasavvıflarından Yûnus Vehbî Efendi (ö. 1913) Esrâr-ı Menâsik-i Hacc-ı Şerif isimli eserinde şöyle der: “Gâye, sâdece bedenin Beyt’i. (Kabe’yi) tavaf etmesi değildir. Aynı zamanda kalbin Beyt’in Rabbi’ni ziyâret ederek tavâf etmesidir” ... “Cemreleri (şeytanları) taşlamak, kalpten vesvese- 

leri, iç âlemde duyulan kötü sesleri ve dünyaya âit yersiz düşünceleri kovmaya işâret eder”

Diğer taraftan haccı icrâ eden kişiler, bu amelleri sebebiyle kendilerini toplumdaki diğer insanlardan üstün görmemelidirler. Çiştiyye tarikatı şeyhlerinden Nasîruddin Mahmûd Çerâğ-ı Dihlî (ö. 757/1356) sohbetlerinde bu konuyla ilgili olarak şu hikâyeyi anlatmıştır: “Bir adam yirmibir defa haccetmişti. Bir gün yaptığı bu hacları hatırladı ve kendinde bir benlik hissetti. Ancak Hak Teâlâ ona bir basiret verip bu kusurunu fark etti. Nefsini ve ucbunu kırmak için hemen kalkıp pazara gitti. “Ey Müslümanlar!” dedi, “Yirmibir defa haccettim, bu haclarımı satıyorum, bir ekmek karşılığında almak isteyen yok mu?” Adamın biri onun yanma yaklaşıp ensesine bir tokat vurdu ve: “Ey boşboğaz”, dedi, “Baban Âdem (a.s) Cenneti bir buğday tanesine satmıştı, sen yirmi bir haccı bir ekmeğe mi satıyorsun?”

C.       Bâzı Sûfîlerin Hacdaki Rûhî Tecrübeleri:

Sûfiler mânevî duyguları, vecd ve ilhâmları hac esnâsında daha yoğun olarak yaşamış olmalıdırlar. Çünkü bazı sûfîlerin özellikle hac esnâsmda elde ettikleri rûhî tecrübelerini kaleme aldıkları bilinmektedir.

îbnArabfnin (ö. 638/1240) meşhur biresezh^ismiel-Fütûhâtü’l-Mekkiyye yani Mekke İlhandandır. İbn Arabî tavâf esnâsmda “Kâbe’nin Hakikati” olduğunu söyleyen bir gencin Haceru’l-esved tarafından kendisinin bulunduğu yere doğru geldiğini ve bu gencin ondan kendisini okumasını istediğini, "Bende ne görüyorsan onu eserme yaz ve isti’dâd sâhiplerine öğret” dediğini nakleder. İbn Arabî, engin nûra benzettiği bu gencin kendisine gizli olan bilgileri gözler önüne serdiğim, bunlan okuyup el-Fütûhât’ın ikinci cüzünü meydana getirdiğini, başka bir yerde de eseri mânen kendisinden okuduğunu söyler. İbn Arabî bu zâttan, sahip olduğu sırlardan bazılarını kendisine açmasını ricâ ettiğini, onun da “Ayak izlerimi tâkip ederek benimle beraber tavaf et!” dediğini, birlikte yedi tavaf yaptıklarını ve bu sırada genç adam kendisine “Bu görmüş olduğun ev (Kâbe) zâtımı, yedi tavaf da yedi aslî sıfatları temsîl eder” dediğini ve her tavafta el-Fütûhât’m bir faslım okuduğunu nakleder?. ...

îmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin oğlu Muhammed Ma'sûm (ö. 1079-(1668) hacca gittiğinde Hicaz’da nâil olduğu ilhâm ve keşfleri anlatmış, onun anlattıklarını oğlu Muhammed Ubeydullah Hasenâtü’l-Haremeyn adıyla derleyip kitap hâline getirmiştir . Eser Osmanh mutasavvıflarından Müstakîmzâde Süleyman Sa’deddin (ö. 1202/1787) tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş olup yazma halindedir. Bu eserdeki rivayete göre, Muhammed Ma'sûm Mekke’de Kâbe’yi tavaf ile meşgul olurken çoğu zaman Kâbe’nin kendisini kucakladığını hissederdi. Bir tavaf esnâsında bedeninden nurların çıkıp âlemi kapladığını kalp gözüyle gördü . Yatsı namazından sonra Kâbe’de Rükn-i Yemânî denen yerde çok sayıda melek gördü . Bir sabah zikir ile meşgul iken kendisine mânevî bir hil’at (cübbe) hediye edildiğini gördü ve bunun kulluk elbisesi (hil‘at-i ubûdiyyet) olduğunu anladı .

Ahmed Sirhindî nin diğer oğlu Muhammed Sa'îd’in (ö. 1071 (1661) Hicâz’daki ilhâm ve keşfleri de Abdülehad Vahdet Sirhindî tarafından Letâifü’l- Medîne adıyla derlenmiştir. Bu esere göre Muhammed Sa'îd bir müşâhedesini şöyle anlatmıştır: “Bir gün Kâbe’de Hicrin (ve Altınoluk’un) karşısında Mekkeli bazı tâliplere tarikat zikri telkin ediyordum. Uzun boylu, nur yüzlü, Horasanlılara benzer bir adam çıkageldi. Farsça: Niçin oturmuyoruz?, dedi. Yanıma oturdu. Ona baktım, ne insanoğlu idi, ne melek, ne de ruh. Derken “Bu, Hatim’in hakikatidir” diye gönlüme ilhâm olundu” .

Şâh Veliyyullah Dihlevî (ö. 1176/1762) de kendi ilhâm, rüyâ ve keşf- lerini Füyûzul-Haremeyn isimli eserinde kaleme almıştır . Meselâ hicrî 1144 (1731) senesi Safer ayının onuncu gecesi Mekke’de şöyle bir rüyâ gördüğünü kaydeder: “Hz. Peygamber’in torunları Haşan ve Hüseyin evime misâfir olmuşlardı. Hasan (aleyhisselâm)’m elinde ucu kırık bir kamış kalem vardı. Kalemi bana uzattı ve: Bu, dedemin kalemidir, dedi. Sonra ucunu düzeltmesi için Hüseyin’e (aleyhisselâm) verdi. Hüseyin kalemin ucunu açıp bana verdi. Çok mutlu oldum. Ardından beyaz ve yeşil çizgileri olan bir cübbe getirilip bu iki zâtın önüne konuldu. Hüseyin (aleyhisselâm) onu aldı, “Bu dedemin cübbesidir” dedi ve bana giydirdi. Ben de hürmeten o cübbeyi başımın üzerine koydum” .

Osmanlı süfilerinden İsmâil Hakkı Bursevî 1111/1700 yılında gittiği hac esnâsında Haremeyn’de (Mekke ve Medine’de) nâil olduğu keşf ve ilhâmlan (vâridâtı) Esrâru’l-hacc adını verdiği eserinde toplamış, ancak bu eser Bursevî hacdan dönerken yol kesici eşkiyânın yaptığı yağmada zâyi olmuştur . Bunun üzerine Bursevî aynı keşf ve ilhâmlan daha sonra yazdığı bazı eserlerde, özellikle de Vâridât-ı Hakkıyye isimli eserinde tekrar kaydetmiştir. Bu rûhî tecrübelerden bazılan aşağıda nakledilecektir:

Bir gece Kâbe’nin yanında îlyâs (aleyhisselâm.)’m kendisinin hizâsında olduğu Allah tarafından ona bildirilmiş, ancak şahsını görmemiştir.

Bir gece Kâbe’yi tavaf ederken “Dört halîfeye selâm ver, onlar burada hazırdırlar" denilmesi üzerine onlara kâl ve hâl lisânı ile selam vermiş, ancak şahıslarını görmemiştir.

Bunlardan başka Kâbe’de yüce ruhların gece gündüz hazır bulunduklan- nı görmüştür. Hatta vefât eden oğlu İshâk’ı Mekke ve Medine Haremlerinde saflar arasında namaz kılarken görmüştür. Vefât eden oğlu Ubeydullah’ı da sürmelenmiş ve türlü ziynetlerle süslenmiş olarak Hatîm’in yanında görmüştür.

Tasavvufi eserlerde bazı sûfilerin kerâmet ile uzun mesâfeleri bir anda kat edip hacca gittikleri ve döndükleri anlatılır. Buna tayy-ı mekân yani mekânın dürülüp kısalması denir. Orta Asya’da yaşamış olan Muhammed Hârezmî (ö. 780/1378)—ile Bursa’da yaşamış olan Eskici Mehmed Dedeye (ö. 1028/1619)  âit menkıbeler bu tür rivâyetlerdendir.

Sonuç:

Fıkıh kitaplarında haccın sadece yapılış şekli ve kuralları anlatıldığı için bu kitaplardaki hac bölümleri bir turist rehberim andırmakta ve hac ibâdetinin mânevi yönüne temâs etmemektedir. Sûfiler bu konudaki boşluğu doldurmak için eserlerinde haccın mânevi yönüne temas etmişler, hac esnâsındaki eylemlerin sembolik anlamlarım açıklamaya çalışmışlardır. Hacca gitmek için hazırlık yapan kişinin âile ve komşularına karşı görevlerim ihmâl etmemesi gerektiğini anlatan menkıbelere eserlerinde yer vermişlerdir. Sûfîlere göre insan Allah’ı kalbi yani yüksek idrakiyle tanıyabileceği için sûfiler âriflerin kalbini Kabe’den daha üstün saymışlardır. Bazı sûfiler de hac esnâsmda kalplerine doğan keşf ve ilhâmları kaleme almışlardır. Bütün bu faaliyetler neticesinde hac hakkında yeni bilgi ve yorumlar ortaya çıkmış, haccın tasavvufi ve mânevi anlamı hakkında insanlara yeni bir pencere ve ufuk açılmıştır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar