CUMARTESİ, PAZAR TATİLİM YOKTUR HEP ÇALIŞIRIM
*
100. yaş gününü kutlamaya sadece
beş yıl kalacak derecede ilerlemiş yaşma rağmen hâlen görev yapmakta olduğu
Bilkent Üniversitesi Yerleşkesi içindeki evinde buluşacaktık.
Oraya doğru adımlarken gözümüzün
önünde hiç de mütevazı olmayan bir villa ve mükellef bir iç mekân canlanıyor...
Bildiğimizden mi? Hayır. Sadece Prof. Halil İnalcık isminden dolayı hayal
ediyoruz bunları. Öyle ya; "Tarihçilerin Kutbu", "Bilge
Tarihçi" veya "Tüm zamanların bilim inşam" olarak
nitelendirilen, dünya çapındaki her üniversitenin kütüphanesinde en az bir
eseri bulunan, ulusal ve uluslararası sayısız ödül sahibi ve artık bir fenomen
haline gelmiş dünyaca ünlü bir tarihçinin evini böyle tasavvur etmezdiniz de
nasıl ederdiniz?
Fakültedeki sekreteri Birsen
Hanım'ın rehberliğinde lojmanlara doğru yürüyoruz.
Ama o da neydi? Yaklaşmıştık ki
oralarda hiç de öyle bir villa falan ol-madığım görüyoruz. Sadece irili ufaklı
lojmanlar var. Yoksa evi onlardan biri miydi? Hiç de ihtimal vermiyoruz ama
yine de yürüyoruz oraya doğru.
"İşte Halil Hoca'nın
cenneti," diyor, Birsen Hanım.
Evet, ağaçlar ve çiçekler
arasındaki lojmanlardan biriydi ama doğrusu bu ya; biraz abartılı bir tanım...
Bunun üzerine merakımız daha da kamçılanıyor.
iki kat çıkıp, zile basmıştık ki
bir başka genç hanım açıyor kapıyı. Sormadık, ya öğrencilerinden biriydi ya da
başka bir sekreteri. Zira daha soma ona kitap ve yazılarım dikte ettiğim
öğrendik.
Ve işte karşımızdaydı, büyük
tarihçi Prof. Halil İnalcık.
Hem son derece alçak gönüllü, hem
de dipdiri bir şekilde duruyordu karşımızda. Ekranlarda gördüğümüzden daha
canlıydı. Bunun üzerine da-yanamayıp, patlattık espriyi, "Hocam, biz
gelecek olduğumuz için mi televiz-yonlarda göründüğünüzden daha
dirisiniz?"
Hafifçe gülümseyip teşekkür
etmekle yetiniyor sadece. Sıradan bir oda denilebilecek kadar mütevazı bir
odadayız. Masa, koltuklar sandalyeler de öyle. Sağa sola istif edilmiş
kitaplar, dokümanlar, belgeler... Duvarlarda bir-iki doğa tablosu... Hepsi bu.
Perdeler bile sıradan.
Her şey o kadar mütevazı ki hepsi
de, "Dolu başak eğik olur" ya da "Meyvesi bol olan dal
eğilir" gibi atasözlerimizin doğruluğunu kanıtlamak ister gibi...
Sohbetimize, bugünlerde neler
yaptığını, ne gibi çalışmalar içinde olduğunu sorarak başlıyoruz.
"Bugünlerde birkaç eseri
birden tamamlamak için gece gündüz çalış-maktayım. Bu eserlerin esas kısımları
senelerden beri yazılmakta, şimdi onla- n toplayıp yayınlamak için yayınevine
gönderiyorum. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır," diyerek giriyor söze ve
başlıyor sıralamaya.
"Evvela İstanbul için üç
ciltlik seri hazırlamaktayım. İş Bankası Kültür Yayınlan'ndan çıkmak üzere
Fatih ve İstanbul tarihi hazırlamaktayım. Bunun birinci cildi İngilizce olarak
yazılmıştır. Konu; 1455 yılında Fatih'in emriyle yapılan Galata ve İstanbul'un
bina ve nüfus tahriridir. Birinci cildini basmak üzere gönderdim, ikinci cildi Türkçedir.
Fatih döneminin bütün tarihini içine alacaktır. Asıl önemlisi Fatih'in harap
bir şehir olarak aldığı İstanbul'u yeniden inşa etmesidir. Bu serinin üçüncü
cildinde Fatih dönemine ait kaynaklar, kanunnâmeler, belgeler neşredilecektir.
Bunu tamamlamak için gece-gündüz çalışıyorum."
İnanmak gerçekten kolay değildi
ama bu çalışmaları yapmakta olan insan 95 yaşındaydı. Bu vesile ile bir daha
anlıyorsunuz ki Halil İnalcık olmak, böyle bir şey olsa gerekti. Nitekim ne
demişti Yunanlı düşünür Solon, "Hiç durmadan öğrene öğrene
yaşlanıyorum."
Peki, ama bu yaşta bu denli
aktif, çalışabiliyor, üretebiliyor olmak nasıl ve neyin sayesinde oluyordu?
"Az önce anlattığım şeyler
size fikir vermiştir," diyerek bizi şaşırtmayı sürdürüyor,
"Cumartesi, pazar tatilim yoktur. Hep çakşırım. Sabahleyin en geç 09.00'de
çalışmaya otururum, 13.00'e kadar çalışırım. 13.00'ten sonra iki saat uzanırım,
klasik müzik dinlerim. Eğer çok yorgunsam hiç çahşmam, iyiy- sem, öğleden sonra
bir-iki saat daha çalışırım."
Cumartesi, pazar günleri dahi
tatil yapmayan, yapmadığı gibi, oturup çalışan 95 yaşında bir insan! Gelin de
inanmayın; ancak işleyen demirin pas tutmayacağına.
İyi de; bu yaştaki bir inşam bu
denli yoğun çalışmaya sevk eden başlıca motivasyon ne olabilirdi?
"Sizi bu çalışmalara motive
eden başlıca muharrik güç nedir, hocam? Zarif, incitmekten çekinen bir ses
tonuyla, "Evvela bu sorunuzu tenkitle başlayayım," deyince, doğrusu
biraz tedirgin oluyoruz.
"Buyurun, hocam. Memnun
oluruz."
"Bunun gibi Fransızca,
İngilizce kelimelerin dilimizi istila etmesinden çok tedirginlik
duyuyorum," deyince mahcup oluyoruz.
Devam ediyor, "Bu yeni dili
sıradan halk anlamaz. Atatürk'ün dil dev- riminde amaç; aydınlarla halkın,
köylünün kullandığı millî dil yaratmaktı. Biz bu davada Atatürk'e karşı hareket
etmiş oluyoruz. Şimdi bana, 'Bu kadar çalışmaya iten güç nedir?' diye
soruyorsunuz. Her şeyden önce kendi tarihimi doğru şekilde yazma kaygısıdır.
Şimdiye kadar bu büyük tarihi yazanlar özellikle Batılı tarihçiler tarihimizi
saptırmışlardır."
Bu saptırmanın nasıl olduğunu
öğrenmek istiyoruz, ama ne yazık ki ko-numuz o değil diye düşünüp, devam
ediyoruz, "Peki efendim... Yaşamınız boyunca zihinsel yaratıcılığınız
nasıl seyretti? Yaşınız ilerledikçe arttı mı, eksildi mi?
"Bugün 95 yaşımı idrak etmiş
bulunuyorum. Tabii genç yaşımdaki gibi günde 8-10 saat çalışamıyorum,"
diyerek eksildiğini söylemiş oluyordu, ama biz pek de katılmıyoruz bu hükme.
Bunun üzerine, "Kendinize haksızlık etmeyin, hocam," diyoruz.
Gülümsemekle yetiniyor.
"Sizin gibi çalışıp üreten
gençlerin bile sayısı çok az. Ama -sözümüz ona- onlar genç oluyor, siz yaşlı.
Bunda bir gariplik yok mu? Öyleyse, söyler misiniz bize; sizce yaşlılık nedir?
Onu nasıl tanımlarsınız?"
"Yaş 95, yolun yarısı
eder" dercesine geliyor cevap, "Ben kendimi yaşlı hissetmiyorum.
Sekreterim ne diyor, 'İnsan yaşlılığını kabul ederse yaşlıdır.' Bence insan,
yaşlılıkta hayatı eskisi gibi duymaya ve yaşamaya çalışmalıdır. Yani bir elmayı
ısırdığı zaman onun tadma varmalı, güzelleri güzel olarak görmeye çalışmalıdır.
Yaşlılık insanın onu nasıl duyup yaşadığma bağlıdır. Ben şu yaşta her şeyden
zevk almaya çalışırım."
"Gençlerin kulaklanna küpe
olsun," diyor, sormaya devam ediyoruz, "Toplumda var olan şu yanlış
yaşlılık imgesini /algısını/önyargısını kırabilmek için neler yapılmalı?"
"Evvela, insan sıhhatine iyi
bakmalı. Hasta bir insan dünyayı karamsar görür," diyor ve ekliyor,
"Ama yaşlılığın gereklerini de hoş karşılamak."
"En kötü yaşlılık; bizden
uzaklaşıp giden şeylere takılmaktır" diyordu, ünlü Fransız yazan Andre
Maurois. Belli ki Halil Bey bunun çoktan farkındaydı. Son derece barışıktı
yaşıyla. Böyle olunca da yaşlılık çok uzak görünüyordu ona.
"Gençlik bilse, yaşlılık
yapabilse' denir. Siz ne dersiniz?" diye sormuştuk buna itiraz edeceğini
sandık ama öyle olmuyor ve tam tersini söyleyerek bizi bir kez daha şaşırtıyor,
"Bu çok yerinde bir atasözüdür. Yaşlı insan hayatında geçirdiği
deneyimlerden ders alır ve karamsarlıktan kendisini koruyabilir. Ona göre önlem
alır. Gençlik bu deneyimden yoksun olduğu için delice işler yapabilir."
"Ya şu, 'Yaş yetmiş, iş
bitmiş' sözü hakkında ne dersiniz?"
Bu kez sitem eder, "Neden
hâlâ anlamıyorsunuz?" der gibi geliyor cevap, "Ben yaşımı söyledim
size; 95 yaşmdayım. Ama işimin bittiğini kabul etmiyorum."
Öyle de sakin ve çocuksu bir
tavır ile söylüyor ki bunu sormak şart oluyor, "Eğer yanılmıyorsak sizin
içinizde de bir çocuk var. Yaşamınızdaki etkisi nedir bunun?"
Hiç aklımıza gelmemiş bir boyut
katıyor, içimizdeki çocuk konusuna, "Bir çocuk yok, bir genç var ve benim
yaşamıma hareket ve renk katıyor."
Goethe'nin bir sözünü
hatırlıyoruz o anda demişti ki, "İnsan gençliğinde özlediği şeylere
yaşlılığında bol bol kavuşur."
Halil İnalcık hocamız ise hiç de
öyle bir özlem içinde değildi. Çünkü içinde zaten bir genç bulunduğunu
söylüyordu. İhtiyacı yoktu öyle şeylere.
Sormayı sürdürüyoruz,
"Şüphesiz ki çok iyi yaşlanmış, hatta yaşlanmamış bir kimsesiniz. Sizce
iyi yaşlanmayı bilmek nedir, bunun için ne yapmalı?"
"İyi yaşlanmak; sıhhatine
iyi bakmak, geceleri erken yatmak, idman, yürüyüş yapmak ve..." dedikten
sonra ekliyor, "Gençlerin eleştirilerine kulak vermektir."
Yani kendi kendinize yaptığınız
eleştiriye mi?" diye takılınca, "Yok, o kadar değil," diyor,
yine hafiften tebessüm ederek.
Başka konuya geçiyoruz,
"Ailenizle ilişkileriniz hayatınızı ve çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Ömrünüzün uzun oluşunda etkisi oldu mu?"
"Evvela insanın eşi,
yaşam tarzım ve çalışmalarınızı sekteye uğratacak tavırlardan kaçınmalı. Bu da
eşinizi seçerken dikkat etmeyi gerektirir. Mütemadiyen konuşan, gezip-tozmayı
her şeyden önce isteyen egoist bir eşe düşerseniz hayatınız cehennem olur. Onun
için eşimizi seçerken uzun bir nişanlılık dönemi gereklidir. Ömrümün uzun
olmasına tabii etkisi vardır. Bir kötü eşe düşen adamın mezar kitabesinde şunlar
okunmuştur, "Karı dırdırın dan vefat eden Halil Efendi'nin ruhuna
Fatiha..." Merkez Efendi
Neşeli kahkahalar atıyor ve devam
ediyoruz, "Peki, çalışmakla zinde kalmak ve hatta uzun yaşamak arasında
bir ilişki var mı?"
"Evet, çok çalışmak, hayatı,
zamanı iyi kullanmak, planlamak demektir. Yemek, yaşam, eğlenmek hepsi bir plan
dâhilinde olursa ömrünüzü uzatır, insanın bedeni kendisine iyi veya kötü bir
arkadaştır. Onun gereklerine riayet etmeli.
Bunun üzerine aynı soruyu çok
düşünmek, düşünce üretmekle ilgili olarak sorunca tecrübe konuşuyor, "Her
şeyde olduğu gibi çalışma ve düşünce üretmekte de insan ölçülü davranmak
zorundadır."
"Hocam, bugüne kadarki
yıllarınızı yönetirken nelere dikkat ettiniz de bu kadar sağlıklı ve üretken
olabildiniz?"
"Yaşamımda daima planlı
hareket ettim," dedikten sonra önemli bir şey daha söylüyor, "Biraz
egoist olmak, kendini her şeyin üstünde tutmak zinde yaşamın bir sırrı
olmalı."
"Tarih ve yazmayı sevdiğiniz
kesin. Bu sevgi yaşamınıza neler kattı?"
"Şunu kattı: Eser vermek,
ilim yapmak için hayatımı, planlı bir şekilde, düzenli harcadım."
Zaten çok huzurlu görünüyordu ama
yine de emin olmak için sorup öğ-renmek istiyoruz, "Huzuru en çok neyde ve
nerede buldunuz?"
"Bir eserimi bitirdiğim
zaman bana mutluluk, sevinç ve huzur verir. Başkalarını mutlu ettiğimi
hissettiğim zaman da huzur buluyorum."
Nitekim o kadar yoğun çalışmaları
arasında bize vakit ayırmış olmasından da biz mutlu olduk. Sanki bunu da
kastediyor gibiydi. Konu huzur ve mutluluğa gelince hayattan aldığı zevki yaşı
ilerledikçe nasıl seyrettiğini merak ediyoruz.
"İnsan yaşlanıp, gençliğini
kaybettikçe yaşam zevki ve hırsı eksilmiyor, artıyor," diyor ve ekliyor,
"Çünkü bir şeyleri kaybediyor, o şeyler ellerinizin içinden kayıp
gidiyorken ona daha sıkı sarılıyorsunuz."
"Zaman zamanda olsa aynanın
karşısmda hayıflandığınız olur mu? Gençliği geride bıraktığınız için üzüntü
duyar mısınız?" diye sormuş, cevabının da, "Hayır" olacağını
tahmin etmiştik ki öyle olmuyor, "İnsan; gençliği, güzel ve parlak
saçları, parlak gözleri kaybettiğinde neden hayıflanmasın? Gençlik geride
kaldığı için, hele sizi hayata bağlayan bir şey varsa derin bir üzüntü duyabilirsiniz."
"Mutlaka zaman zaman sizin
de moralinizin bozulduğu oluyordur. Mo-raliniz bozulduğunda nasıl
düzeltirsiniz?"
"Kendi kendinizi avutma
yoluna gidersiniz. Geleceğe bakarsınız. Yeni insanlarla tanışmak
istersiniz."
"Ya dinlenmeniz, eğlenmeniz
nasıl olur?"
"İyi, candan bir arkadaş
bulup samimi konuşma yapmak, biraz kafayı tütsülemek, dünyaya, her şeye hoş
bakmaya çalışmak... İşte eğlenmenin yolu. Dinlenmeye gelince... Bu yaşta en
önemli tercihim uzanıp, klasik müzik dinlemektir."
"Biraz da hobilerinizden
bahseder misiniz? Ne gibi hobileriniz var?"
"Tabiatta gezmek, tabiatı
duymak," diyerek devam ediyor. (Daha sonra öğrenecektik ki şiir de
yazıyormuş.)
Nitekim işte onlardan biri... Hem
de doğa üstüne. Hem de 1999'da, yani, 83 yaşmdayken yazmış. Adı "Doğada
Dua":
Tanrım bu an düşüp dizlerimin
üstüne,
Sana dua, dua etmek istiyorum
candan;
Tanrım şimdi sen, şu meltemsi
esen
Önünde ağaçlar serfürû eden
Çiçekler secdeye gelen;
Şimdi sen, beyaz bulutların
maviliklerde
Sonsuza kayıp giden,
Yıldızlara, Kehkeşanlara;
Şimdi sen,
Güzellerinde Botticelli'nin
Altın perçemleri dağılmış,
Tebessüm eden;
Ve sen, şimdi sen, bir
cehennem,
Nabızlarımda vuran
Ateş damlalarla
Yanaklarımdan akan.
Hobileri o kadar mıydı?
"Güzel estetiği olan aşk
sahneleri seyretmek" de varmış onların arasmda. Devam ediyor, "Sigara
içmem, içkiyi severim ama çok içmem. Dedikoduyu severim ama nefret
ederim." Sohbetimizin sonuna gelmiştik. 95 yaşındaki bir insanın da
gelecekle ilgili hayalleri olabilir miydi acaba?
"Efendim son sorumuz
gelecekle ilgili... Geleceği ait plan ve projeleriniz var mı, varsa
nelerdir?"
"Çok yaşayıp, 100'ün
üzerinde yaşayıp, yeni eserler vermek," diyor.
Kitapta kimlerin yer alacağı
konusunda bilgi verdikten sonra teşekkür ederek vedalaşıyorduk ki,
"Kitabın adım ne koydunuz?" diye soruyor. Henüz kesinleşmediğini
söylüyoruz. Bunun üzerine önemli Fransız aydınlarının göüldüğü Paris'teki ünlü
anıt mezar Panteon'u anlatıyor ve, "Siz de 'Türk Panteonu'" koyun
diyor.
Tanrı'dan son derece sağlıklı
uzun ömür dilerken, XVII. yüzyılda yaşamış ünlü düşünür François de La
Rochefoucauld'un bir söz geliyor aklımıza. Diyor ki, "Bir adamın
değeri; büyük yetenekleriyle değil, onları nasıl kullandığına bakılarak
ölçülmelidir."
Başka bir şey söylemeye gerek var
mı?
Edirne'nin fethinin 650.
yıldönümü kutlu olsun. Şehzade Murad, 1357'de lalası Şahin'le Süleyman Paşa'mn
ölümü üzerine Trakya serhaddine gönderildi. 1359-1360 döneminde Şehzade Murad
İstanbul-Edime arasındaki kaleleri ele geçirdi. Böylece İstanbul'dan yardımı
kesti. 1361 Baharı'nda "Meriç Nehri'nin taşkın" zamanında tüm
kuvvetlerini toplayarak Edime üzerine yürüdü. Bu orduda uc beyleri Evrenos ve
Hacı İlbeyi vardı, ordu stratejik konumda Sazlıdere'ye geldiğinde Edime tekfuru
karşı geldi. Lala Şahin'le çarpışma tekfurun yenilgisi ve Edirne'ye kaçış ile
sonuçlandı. Murad ve Lala Şahin tüm kuvvetleriyle Edime üzerine yürüdüler.
Tekfur gece Enez'e kaçmıştı. Edirneli Rumlar şehri teslim ettiler.
Murad bir yıl sonra 1362'de
Orhan'ın ölümü üzerine Bursa'da taç giydi. Lala Şahin uc beyleri üzerinde
Edirne'de beylerbeyi olarak kaldı. Fakat Trakya fütuhatını unutmadı. 1366'da
döndü, Edirne'de bir saray yaptırdı ve Rumeli'de fetihleri bu merkezden idare
etti. Edime süratle bir Türk-İslam şehri manzarası aldı. I. Murad 1369'a kadar
Edirne'de kaldı. İkinci merkez Dimetoka idi. Bulgaristan'da ve Batı Trakya'da
fetihlere devam edildi. 1371 Çirmen-Sırpsındığı zaferiyle Makedonya'da Osmanlı
egemenliğini kurdu. Fetihler üç doğrultuda ilerliyor, Sultan Murad Edime
merkezinde fetihleri idare ediyordu. Balkan Hristiyan beyleri 1388'de Osmanlı'ya
karşı ittifak yaptılar ve sultana meydan okudular. Nihai karşılaşma Kosova'da
1389'da Osmanlı zaferiyle noktalandı. Kosova'da şehit düşen Sultan Murad
Balkanlar'da bir imparatorpluk kurmuş ve bunun merkezi de Edime olmuştur.
1366-1369'da saray inşasıyla Edime Rumeli payitahtı durumuna gelmiştir. Bu
gelişme, Os- manlı tarihinin geleceği bakmamdan kesin bir önem taşır. Osmanlılar,
I. Mu- rad'm Balkan İmparatorluğundan hareketle aldığı Edime, 1453'te İstanbul
onun yerini alıncaya kadar, imparatorluğun gerçek merkezidir. Ama Edime,
siyasi, ekonomik ve medenî bakımdan imparatorluğun dinamik merkezi olarak
kaldı. Fetret döneminde payitaht durumuna geldi. 1451'de Fatih Sultan Mehmed
Edirne'de yeni bir saray yaptırdı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa
merkezi Edime idi ve daima öyle kalacaktır. Edirnelilerin fetih gününü
kutlarım.
Atatürk Kültür Merkezi
Osman Harta
Bu salonda (vakıf binası) konuşma
imtiyazına ve şerefine nail olduğum için çok bahtiyarım; size bu tarihî salonun
tarihî bir amm hatırlatmak isterim. Çünkü bu salonda, öğrenci olarak DTCF'nin
ilk açılış dersinde hazır bulunuyordum, Atatürk şu balkonda oturuyordu ve ilk
dersi rahmetli Prof. Afet İnan vermişti. Bu salon bana o günleri hatırlattı,
yıl 1935.
Benden önce değerli bakan Prof.
Ahmet Aydm konuşmasında özellikle bir noktayı belirtti. Osmanlı toplumu, İslam
toplumu, hukuka dayalı idi. "Hukuk, Türk-İslam toplumlarının temel
rehberiydi," dediler. Fatih, İstanbul'u muhasara ettiği zaman, İslam
hukukunun başlıca prensiplerinden birine uygun olarak Bizans imparatorunu üç
kere teslime davet etti. Bu, İslam fıkıhının ihmal edilemez bir kuralı idi.
Osmanlılar bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, evvela üç kere sulha davet
ederlerdi. İstanbul kuşatmasında Fatih, karşı tarafı üç kere teslim olmaya
davet etti ve böylece şehir harap olmayacaktı. Bu gerçeği Batı'daki
meslektaşlarımız maalesef atlamaktadırlar. Fatih, imparatorun esir başvekili
Lucas Notaras'ı huzuruna çağırdı, "Neden teslim olmadımz, bu güzel şehir
harap olmaktan kurtulabilirdi," dediği zaman Lucas Notaras, "Evet biz
teslimi düşünüyorduk fakat Latinler, Venedikliler ve Cenevizliler kabul
etmediler. İstanbul müdafaasını Justiniani adında bir Cenevizli üzerine
almıştı, başkumandan oydu," dedi.
İmparator hakkında Batı
kaynaklan, tabii Helenistlerin gururunu okşamak için, şöyle bir iddiada
bulunurlar: İstanbul'un son imparatoru Konstantin, surlar üzerinde çarpışarak
ölmüş. Halbuki Justiniani yaralanıp müdafaayı terk edince tüm müdafaa düştü.
Justiniani çekilince savunma çöktü ve son Osmanlı taarruzu bundan sonra
başladı. Derler ki, Bizans'ın son imparatoru surlar üzerinde son demine kadar
çarpışa çarpışa ölmüş. Halbuki o zaman Fatih'in yanında olan Anadolu Beylerbeyi
Hamzabey oğlu Tursun Bey tarihinden öğreniyoruz ki, Justiniani müdafaadan
çekilince, imparator hemen sarayına koştu, mücevherat ve kıymetli eşyayı
sandıklara doldurup 8-10 avenesiyle Haliç'te bekleyen gemiye ulaşmak için
Azepler Yokuşu'ndan aşağıya inmeye başladı. Tam o sırada Haliç'teki gemilerden
azepler şehir yağmasına katılmak için aynı yokuştan yukarı çıkmakta idiler. İki
grup karşılaşınca bir arbede oldu. İmparatorun ab yıkıldı ve altında kaldı. O
sırada yaralı bir azep gelip başını kesti. İşte son imparatorun hikâyesi budur.
Batalı tarihçiler nedense bunu hiç anlamazlar. Onlar için imparator surlar
üzerinde çarpışa çarpışa ölmüştür. İslam hukukuna göre üç kere teslim teklifini
red eden bir kaledeki insanlar, can, mal garantisinden yoksundurlar. Şehrin
halkı gazilerce esir edilir, malları İslam askeri için kutsal ganimettir. Fatih
bu İslâmî kuralı önleyemezdi ve İstanbul 1204 Latin yağmasından sonra ikinci
kez bir harabeye uğradı. İlk yağma, Latin işgali 1261'e kadar sürecektir. Bu
işgal sırasında şehir tam manasıyla harap oldu. Latinler İstanbul'un tüm
kiliselerini yağma ederek eşyaları Batı'ya gönderdiler. 1204'te Bizans
İmparatorluğu parçalandı. Ticaret ve ekonomi Latinlerin elindeydi. Venedikli
koloni Eminönü bölgesinde yerleşmişti. Karşıda Pera/Galata Cenevizliler
elindeydi. Pera İstanbul gümrüğünün birkaç misli gümrük hasilatı olan büyük bir
ticaret merkezi haline gelmişti. XV. yüzyıl başlarında bir İspanyol seyyahı
Tafur, surlar içi İstanbul'unu, sürüler otladığı, tarla ve bahçelerle kaplı
harap bir şehir olarak tasvir eder. Halk manastırlar etrafında toplanmıştır.
Nüfus Schneider'in tespitine göre 30 bine kadar düşmüştür. (Başka kaynaklar
fetih sırasında İstanbul nüfusunu 50 bin olarak tahmin ederler).
Fatih, İstanbul'u aldıktan sonra
şehrin iman için enerjik tedbirler aldı. Büyük masraflarla İstanbul'u yeniden
inşa etti. 1477'de İstanbul kadısı Muhiddin'in nüfus sayımı üzerine elimizde
bir belge var, orada nüfus 60-70 bindir. Nüfusu yok edilmiş bir şehirden 25
yılda 60-70 binlik bir nüfusa sahip yeni bir şehir ortaya çıkmıştır. Kadı
Muhiddin'in ve şehrin subaşısı Mahmud'un tespitine göre 1477'de İstanbul'un
nüfusu şöyledir: Müslümanlar 8951, zimmi, Ortodoks Rumlan 3151, Yahudiler 1647
kişidir. Fatih'in en büyük kaygısı payitahtı olarak ilan ettiği İstanbul'u
imparatorluğa layık bir metropolis haline getirmekti. 1453-1481 döneminde Fatih
ve vezirleri şehrin çeşitli noktalarında külliyeler, çarşılar, imaretlerle
İstanbul'u yeniden kurdular. Fransız Babinger'in Fatih'e dair kitabında
İstanbul'un nasıl ihya edildiği anlatılmaz. 50 seneden beri bu konu üzerinde
çalışıyoruz. 2010 yılında İstanbul'umuzu Avrupa'nın kültür merkezi ilan ettik.
Avrupa'nın kültür merkezi ne demek, tabii günlük politika ve beklentiler bu
gibi formüllerin ortaya atılmasında rol oynuyor. Biz İstanbul'u ölü, harap bir
şehir olarak aldık, yeni bir şehir yaptık, o bizimdir. Hristiyan Avrupa,
Ayasofya'yı biteviye bir kilise olarak anmaktan, Avrupa'ya mâl etmekten
vazgeçmez. Türk İstanbul yeni baştan nasıl ortaya çıktı, onu anlatacağım.
Kıymetli meslektaşım Prof. Yediyıldız değerli konuşmasında önemli bir nokta
üzerinde durdu. Türk şehirciliğini yaratan kurum, vakfa bağlı imaret
sistemidir. Yeni İstanbul, imaret sistemiyle kurulmuştur. 1970'lerde rahmetli
Prof. Bekir Sıtkı Baykal, bana, İstanbul tarihine ait 60 sayfalık bir foto
verdi. Fotoları okuduğum zaman gördüm ki, bu defter 1455'te, yani fetihten 2,5
yıl sonra İstanbul ve Galata'daki binaları ve nüfusu, kiliseleri, manastırları
bildiren bir tahrir defteridir. Demek ki, 1455'te Galata ve İstanbul'un bir
tablosu elimizdedir. Bu tahriri Fatih, o zaman Vali Cübbe-Ali (Ci- bali) Bey'e
emretmiştir. Kâtip, Aslı Bey'in kardeşi Hamzabey'in oğlu Tursun Bey'dir. Tursun
Bey, tarihinde evden eve bin zahmetle dolaşıp bu tahriri nasıl yaptığım
anlatır. Bu tahrir defterini hazırladım, yakında çıkacaktır. Fatih son saldın
emrini verdiği zaman, "Şehrin binaları ve toprağı benimdir," diye
ilan etti. Halk ve taşınır mallar askerindir. İstanbul'un büyük bir yağma
gördüğü doğrudur; 1455 tahririnde evlerin nasıl boş olduğunu, kiliselerin ve
manastırların boş olduğunu görüyoruz. O zaman Rumlara ancak iki kilise
bırakılmıştır. İstanbul'da 42 kilise ve 26 manastır tespit edilmiştir. Bu
defteri Batılı tarihçiler okusun diye İngilizce yazdım. 400 sayfalık bu ciltte
bütün malzemeyi işledim. Defter incelendiğinde, Fatih, İstanbul'u yeniden iskan
etmek büyük çaba harcamıştır. Bir kaynağın söylediğine göre, İstanbul nüfusu ya
gemilerde ya da çadırlarda esirdi. Fatih, "Anadolu'dan ve Rumeli'den 4000
aile getirilip yerleştirilmesini," emir veriyor. 1455 defterinde Batı
Anadolu'dan birçok insanın gelip yerleştiğini görüyoruz. Fatih, "Gelenler
hangi eve yerleşirse kendisinin olacaktır," diye ilan ediyor. Bunun
üzerine Anadolu'dan birçok insan köyünü kasabasını bırakıp İstanbul'a akın
etti. Fakat şehirde hayat zor. Çoğu geri döndü. Her birinin nereden geldiği
defterde tespit edilmiş.
Fatih payitahtı için Ayasofya'yı
şehrin cami-i kebiri ilan etti. Ayasofya Kilisesi'nde cuma günü ilk namaz
kılmıyor. Fatih'in şeyhi Akşemseddin, genç sultam (21 yaşında o zaman) kolundan
tutup minbere çıkarıyor. Fatih orada İstanbul'u payitaht ve Ayasofya'yı şehrin
cami-i kebiri ilan ediyor. O zaman Ayasofya'yı dolduran gâziler sevinçten
gözyaşlarına boğuluyor; unutulmayacak tarihî bir an. İstanbul, Osmanlı
Devleti'nin payitahtıdır; akabinde Fatih, orduya zafer bayramım kutlaması
olarak Türk ananesine göre Okmeydanı'n- da büyük Toy veriyor, bu türk hakanlarının
geleneğidir. Ordular, sefere çıkmadan önce meydanda namazgah önünde namaz
kılarlar ve dönüşte Toy'da zaferi kutlarlar. Fatih'in yeni payitahtı için en
büyük kaygısı; İstanbul'u tekrar imparatorluğa layık büyük bir şehir yapmaktı.
Ayasofya için zengin vakıf gelirleri vekfetti, geliri yılda 14 bin altına
varıyordu. Bir Ayasofya mimarı, devamlı tamir işlerim gözetirdi. Hristiyan
Avrupa'nın hâlâ diline doladığı "Ayasofya Kilisesi", bu tahsisat
olmasaydı, bugün bir harabeye dönerdi.
Fatih'in unvanları onun devlet
ideolojisini özetler. O, sultan-ı Rum, yani Anadolu sultanıdır. Bayezid'den
beri Osmanlı sultanları Anadolu'da Selçuklu sultanlarının vârisi olmak
iddiasındadır. Fatih, aynı zamanda HakanüT Berreyn ve'l-Bahreyn, iki denizin ve
iki karamn hâkimi, Anadolu ve Rumeli, Akdeniz ve Karadeniz'in bakamdır. Üçüncü
bir unvam, Kayser-i Rum yani Roma İmparatoru unvanıdır. Fatih'in sarayında
İtalyan hümanistler ve Rum bilginleri onu böyle tanıtırlar. Fatih, onlara eski
Roma İmparatorluğu tarihlerini okuturdu (Kritovoulos), ünlü hümanist Papa II.
Pius, Fatih'e hitaben bir mektup yazdı, kendisini Hristiyanlığa davet eden bu
mektupta, "Seni Doğu Roma imparatoru tamnm, ancak bunu hak etmen için
Hristiyan olman gerekir," diyor. Pius bu mektubu 1463 tarihinde yazmıştır.
Bu mektup, gizli yollardan Fatih'e eriştirilmiştir. Çünkü bundan önce Fatih'in
1454'te Bizans imparatorları geleneğine göre II. Gennadios'u bir beratla patrik
atadığı biliniyor. Fatih'in başlıca amacı Rumları şehre çağırmaktı. Başka bir
amacı da İstanbul'un nüfuslandınlmasıdır. 1477'de İstanbul'da 3151 Rum aile
sayılmıştır. Patriği, özellikle bunun için o makama getirmiştir (Kritovoulos).
Fatih, 1461'de İstanbul'a Ermeni patriğini de aynı amaçla kurmuştur. Bunun
yamnda o İstanbul'u, tebaası milletin ve çeşitli dinlerin toplandığı bir
imparatorluk merkezi haline getirmek amacım güdüyordu. Yukarıda işaret ettik,
İslam hükümdarı, bir kalenin önüne gelince üç kere teslim teklifinde bulunur,
içeridekiler teslime hazır olduklarım bildirirse, şehir halkına bir ahitnâme
verilir. Ahidnâmede sultan halka can, mal güvencesi ve dinlerini serbestçe icra
taahhüdünde bulunur. Bu çeşit ahidnâmelerin eskilerinden biri Yanya teslim
ahidnâmesidir. Prof. Delibaşı bunu yayımlamıştır. Bursa'mn ve İznik'in teslimi
böyle bir ahitnâme ile gerçekleşmiştir. Ahidnâmede Kur'ân üzerine yemin edilir.
Ahidnâmeler, Osmanlı İmparatorluğu'nun yayılışında temel hukuk prensibini
imgeler. Hristiyan, Yahudi ve digger dinlere mensup tebaa zimmet hakuku
çerçevesinde güvencesi altındadır. Ahitnâme, Tanrı önünde yeminle teyit edilmiş
bir çeşit anayasadır. Osmanlı sultanları böylece son günlerine kadar tebaası
arasmda din, mezhep, menşe gözetmeden ortak bir himaye rejimi benimsemiştir. Osmanlı
egemenliği böylece koruyucu bir egemenlik şemsiyesi olarak geliyordu. Her
cemaat, devletin himayesi altında, dinlerinde ve âdetlerinde serbest idi.
Fatih'in İstanbul'u yeniden nüfuslandırma ve inşa politikası iyi bilinmiyor.
1459'da Fatih paşalarım huzuruna çağırdı. Davud Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Murad
Paşa ve Mahmud Paşa'ya hitapla, "Her biriniz şehrin seçtiğiniz bir
bölgesinde bir imaret, bir külliye inşa edeceksiniz," diye emretti.
Prof. Yediyıldız imaret sistemini güzel anlattı. Farabi'den alarak İslam
şehirciliğinin temel kurumu olan imaret sisteminin önemini belirtti. İmaret,
vakfa dayanan bir site tesis etmektir. Vakfa dayanır, tesis Tanrıların himayesi
altına konulmuştur, değiştirilmesi mümkün olmayan garantilere sahiptir. Sitede
tabii camii merkezdir. Onun etrafında eğitim müesseseleri, medreseler, çocuklar
için mektep, yolcular için bir imaret yapılır. İmaret kelimesi tüm tesise ad
olmuştur. İmaret, tesisteki görevlilere, fakirlere ve yoksullara yemek verir.
Günümüzde Eyüp Sultan'da Fatih'in imareti hâlâ işlemektedir. Varlıklı halk,
oraya bağışta bulunarak fakirlere, yoksullara yardım eder. Evet, imaret
sistemi, Fatih'ten çok önce Türklerin Anadolu'da siteler/şehirler tesisinde
kullandıkları temel müessesedir.
Türk-İslam şehrinde iki bölge
vardır; her cemaat kendi camii, sinagog yahut kilisesi etrafında Müslüman
mahallesi Hristiyan mahallesi, Yahudi mahallesi olarak yer alır. Fakat mahalle
bölgesi ötesinde sanatlar ve ticaretin icra edildiği pazar bölgesi yer alır.
Orada her dinden halk birlikte faaliyettedir. Fatih, İstanbul'u ihya
faaliyetinde iken Büyük Çarşı'yı kurdu. Çarşı, bedestan etrafında
örgütlenmiştir. Bedestan, çarşı ortasında kubbeli muhkem bir binadır. Orada
kıymetli mallar saklanır ve ticareti yapılır. İstanbul Bedestanı etrafında
Büyük Çarşı, Kapalı Çarşı gelişmiştir. Fatih devrinin sonların doğru Büyük
Çarşı'da 1000 kadar dükkân vardı. Türk-İslam sanatlarını temsil eden sokak
çarşılardan her biri bir sanat barındırır (Kapalıçarşı tabiri sonradan
çıkmıştır). Fatih, Türk İslam İstanbul'unu kurarken Bedestan ve Büyük Çarşı'dan
başka Haliç'e doğru Tahtalkal'a (bugünkü Tahtakale) ticaret merkezini ihdas
etti. Bugün de İstanbul'un iş hayatı, bu iki bölgeye dayanır. Birisi
Kapalıçarşı etrafındaki merkez, buraya Edirnekapı'dan gelen kervanlar mallarını
getirirler (onun için Edirnekapı'ya yakın Karagümrük emini vardır). İstanbul'un
ikinci önemli iş bölgesi Haliç'teki liman bölgesidir. Eminönü'nden
Zindankapı'ya kadar olan bölgedir. Eminönü'nde Eminönü gümrük emini oturur. Bu
bölgede daha Fatih zamanında belli başlı kapanlar, şehrin ihtiyacı olan eşyayı
limana getiren gemilerin demir attığı limanlar yer alır. Yağ Kapanı, Bal Kapanı,
Yemiş Kapanı ve Un Kapanı gibi. Görülüyor ki, Fatih devrinde İstanbul'un
ekonomik hayatında en önemli tesisler kurulmuştur. İstanbul'u anlatmak için
günlerce konuşabilirim. Bugün İstanbul Konstantiniyye veya Avrupa'nın şu veya
bu merkezi değildir. Milletler tarih bilinciyle yaşar.
Kaynak: Halil İnalcık, TARİHE
DÜŞÜLEN NOTLAR…Röportajlar…1958-2015..Cilt II
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar