İLGİNÇ PSİKİYATRİK SENDROMLAR
Yazanlar: M. David Enoch - Hadrian N. Ball
İngilizceden
Çeviren: Dr. Banu Büyükkal
Bu kitaba
talep ilk basımının yapıldığı 1967 yılından beri hiç eksilmeden devam ettiği
için 1979'da ikinci, 1991'de üçüncü baskısı yapıldı. Yayımlanan eserlerde bu
kitaba göndermelerin sayısındaki artışa bakılırsa, kitabın bu büyüleyici
psikiyatrik sendromlara ilişkin bir bilgi kaynağı olarak gittikçe daha çok
değer kazandığı anlaşılabilir. Kısa süre önce Japonca çevirisinin ikinci
baskısı yapıldı.
Bir gözlemci, bu kitabın
bütün psikiyatrlar, psikologlar, psikiyatri hemşireleri, sosyal çalışmacılar ve
akıl sağlığı alanındaki tüm çalışanlar için temel bir okuma haline geldiğini
belirtti. Asla sansasyonel bir açlığı doyurması amaçlanmamış olmasına karşın,
son 20 yılda giderek daha geniş bir okur kitlesine ulaştı. Hemşire Allitt gibi
olguların çıkışı ve Münchausen sendromu ve vekaleten Münchausen'a duyulan
ilgideki artış; O. J. Simpson davası ve bunun üzerine yazılan West End oyunu 'OJ-Otello', tacizcilere (özellikle ünlülerin peşindeki
tacizcilere) duyulan büyük ilgi, birçok gazeteci ve televizyon programcısını,
bu davranışlar üzerine makaleler yazar veya programlar yaparken bu kitabı
yetkili bir bilgi kaynağı olarak kullanmaya ve geniş alıntılar yapmaya
yöneltti.
Otello sendromu, adını aldığı ve Royal Shakespeare Company
tarafından bir kez daha sergilenen oyunun programında yer almaktadır. lan
McEwan da çok satan romanı Sonsuz Aşk (Enduring Love) adlı romanmm ana fikrini
de Clerambault sendromu üzerine yazdığımız bölümden aldığını söyleyerek bize
teşekkür eder.
Ayrıca radyo
programlarında, TV programlarında, filmlerde ve kaynak verilmemiş basılı
eserlerde kitaptan alıntılar yapıldığını duyuyoruz. Bütün bunlar, kitap hakkında
'klasikler arasına girecek' diyen John Pollitt'in kehanetinin gerçekleştiği
anlamına geliyor olabilir.
Dördüncü
baskı için bütün bölümler kapsamlı biçimde yeniden yazıldı. Sendromların temel
verileri korunurken, özellikle psikopatoloji ve etiyolojiye ilişkin yeni malzemelerin
bir derlemesine de yer verildi. Durumların çoğu için organik ve psikolojik
etiyolojiler arasında sürüp giden ilginç çatışmayı da ele aldık. Nöroanatomi,
nöropsikoloji ve nöroradyoloji disiplinlerinden doğan muazzam miktardaki yeni
malzemeden söz ettikten sonra, tüm bu incelikli çalışma gereçlerinin kesin bir
serebral lezyon ortaya koyamadığına da dikkat çektik. Bu bizi, sendromların
psi- kodinamiği ve psikopatolojisinin -artık pek moda olmasa da- hâlâ önemli
olduğunu kabullenmeye itti. Yalnızca ilk elden deneyimimiz olan bozuklukları
bildirme şeklindeki politikamızı devam ettirdik, ama bazılarının ilk başta sandığımızdan
daha sık olduğunu da kabul ettik.
Bölümlerin
biçiminde temel bir değişiklik yaparak, okumayı kolaylaştıracak şekilde önemli
noktaların altının çizildiği alt bölümlere ayırdık. Bununla birlikte kitap ilk
baştaki yazılma amacını koruyor: Sadece psikiyatrinin daha gizil yönleriyle
uğraşan bir eser olmakla kalmayıp, temelde bir klinik psikopatoloji başvuru
kitabı olmak.
Diğer önemli
bir değişiklik de yazarlarda oldu. Otuz yıllık dostum ve bu kitabın ikinci
yazarı Prof. Sir Willi- am Trethowan ne yazık ki 15 Aralık 1996'da vefat etti.
William Trethowan daha önceki baskılara büyük katkılarda bulunmuştu, ancak hem
son baskının üzerinden on yıl geçtiği için, hem de kitabın bu baskısının
hazırlanmasında rolü olmadığından ilk sayfaya adı konmadı. Bu, elinizdeki
baskıda onun birçok görüşüne artık yer verilmediği anlamına gelmiyor. Bununla
birlikte, onun görüşlerinden bazıları, hayatta olsaydı onun da onaylayacağını
umarak, büyük oranda düzeltildi. Bu baskıyı onun anısına armağan ediyoruz.
Bu üçüncü baskının
hazırlanmasında bize yardımcı olan Dr. Hadrian Ball'ın ilk sayfada ikinci yazar
olarak yer alması beni memnun etti. Sekreterlerimiz Angela Royle ve Tracey
Lovell'a yardımları için teşekkür ediyoruz. Ayrıca Georgina Bentliff ve
Amold'un verdikleri büyük cesaret ve yardıma da minnettarız.
M. David Enoch
Okuyucu bu
kitapta tanımlanan sendromların hangi gerekçelerle seçildiklerini merak
edebilir. İlki, bu sendromlar- dan çeşitli dergilerde söz edilmiş olsa da,
bütünde standart psikiyatrik başvuru kitaplarında özellikle ele alınmamış ve
birçoğunda adları bile geçmemiştir. Bunun nedeni bazılarının çok ender
görülüyor olmasıdır. Sözgelimi Capgras sendromu son derece nadirdir; Canser ve
Gilles de la To- urette sendromları çok seyrek görülür. Buna karşın, Cou- vade
sendromu, daha ufak belirtileri hesaba kahldığında, çok sık görülür; ayrıca
büyük olasılıkla, semptomların görece hafif ve geçici doğası yüzünden en az o
kadarı da gözden kaçmaktadır. Daha şiddetli ve yetiyitimine yol açan
semptomlarla giden daha ağır vakalar çok daha seyrektir. Otello sendromu
genellikle sanılandan daha sıkhr. De Clerambault sendromu ('saf' erotomani),
oldukça sık görülmekle birlikte, güncel çalışmalarda görece az dikkat çeker,
oysa on dokuzuncu yüzyıl psikiyatri yazarlarının çeşitli biçimleriyle
erotomaniyi kapsamlı biçimde ele almış olduklarını gözlemlemek ilginçtir.
Münchausen sendromu da dahil, yedi sendromun hepsi de, mutlaka çok ender olmasalar
da, ilginç veya bir şekilde sıra dışı oldukları için 'az rastlanır'
sayılabilir.
Elbette
burada ele alınanlara benzer daha birçok durum seçilebilirdi. Sayı, kitabın
hacmi sınırlı olması gerektiği için sınırlı tutulmuştur. İçeriğin
seçimini belirleyen en önemli neden, yazarlardan bir veya daha fazlasının bu
konuda özel bir çalışma yapmış ve tanımlanan bozuklukların her biri için
birinci elden kayda değer deneyim sahibi olmuş olmasıdır. Örnek olarak sunulan
olgu öykülerinin çoğu yepyenidir; yalnızca birkaçı daha önce yazarların
kendileri tarafından yayımlanan makalelerde sunulmuştur.
Tanımlanan
yedi sendromdan üçü (Capgras sendromu- , Otello sendromu ve de Clerambault
sendromu) hepsi de paranoid durumların varyantları olmaları açısından benzerdir.
Psikotik kıskançlıkla erotomaninin paranoid biçimi arasındaki ilişki özellikle
yakındır. Diğerleri 'nevrotik bozukluklar veya kişilik bozuklukları' başlığı
altında sınıflan- dırılabilecek daha heterojen bir grup oluştururlar. Canser
sendromu, zaman zaman psikotik bir durum olduğu yanılgısına düşülse de,
histerik bir yalancı-psikozdur. Gilles de la Tourette sendromu iyi
anlaşılamamış bir obsesif- kompulsif bozukluk tablosudur ve bazı olgularda
organik zemini olabilir. Couvade sendromu temelde diğer zamanlarda, 'normal'
sayılan kişilerde ortaya çıkan bir psikoso- matik tepki olmasıyla diğerlerinden
biraz ayrılır. Bununla birlikte, nevrotik kişilerde çıkma eğilimi daha fazladır
ve zaman zaman şizofreni veya diğer psikotik hastalığa patolojik yapılı bir
renk katar. Münchausen sendromu, histerik psikopatlarda bulunan bir tür 'eyleme
vurma'nın çarpıcı bir örneğidir.
Her sendromun
sunumunu tutarlı bir örüntü içinde yapmaya gayret ettik. Yeri geldiğinde,
tarihçede konuyla bağlantılı edebiyat veya tiyatro eserlerinden örneklere
göndermeler yaptık. Bunu yerimizin izin verdiği ölçüde bilimsel yazının
kapsamlı bir derlemesi izledi. Olanaklı olan her yerde özgün kaynaklara
gönderme yaparak olabildiğince eskilere uzandık. Bundan sonra aydınlatıcı olgu
öyküleri verildi, ardından da her sendromun ana özelliklerinin toplu klinik
tanımları yapıldı ve gerektiğinde ayırıcı tanılar tartışıldı. Bunları
psikopatoloji üzerine bir bölüm izledi. Burada amaçlanan, nedensellik ve içerik
üzerine hem fenomenolojik hem de psikodinamik kuramları ele alan bütüncül bir
yaklaşımı korumaktı. Çoğu kez tedavi ve prognoz üzerine kısa notlar yazıldı.
Olağandışı psikiyatrik
sendromlardan oluşan bu küçük koleksiyonun bir tür gizil alıştırma olarak
kalmayacağını, psikiyatrik nozolojinin şu an içinde bulunduğu kaotik durum
üzerine yeni açılımlar getireceğini umuyoruz. Sir Harold Himsworth'un (1949, Lancet, 1, 465) bir zamanlar dediği gibi:
Bugün, hastalık birimleri olarak 'antiteler' yerine send- romların
geçmesiyle tıbbi düşüncede bir özgürleşmeye tanık oluyoruz. Hastalık antitesi,
herhangi bir hastalığın özgül bir nedeni olduğunu, hastalık için bir tür değişmez
önkoşul bulunduğunu ima eder. Sendrom ise, özgül hastalık etmenlerini değil,
bir fizyolojik süreçler zincirini felsefi temel olarak alır. Herhangi bir
halkadaki kırılma, beden işlevlerinde aynı bozulmayı ortaya çıkarır. Yani aynı
sendrom birçok farklı nedenden doğmuş olabilir. Bu uygulamanın getirdikleriyle
tıbbi düşüncenin gözden geçirilmesine henüz yeni yeni başlanıyor.
Yukarıdaki
alıntıda 'fizyolojik' sözünün arkasına 've psikolojik' sözcüklerini ekler ve
daha sonra aynı cümlede 'bedensel' işlev yerine 'ruhsal' işlevi koyarsak,
Himsworth'un söyledikleri pekâlâ fiziksel bozukluklar için olduğu kadar
psikiyatrik bozukluklar için de geçerli olacaktır. Psikiyatrik hastalıkları
'hastalık antiteleri' olarak görmeye devam etmenin, yuvarlak deliklere kare
anahtarlar sokmaya çalışmak anlamına geldiği giderek daha çok anlaşılmaktadır,
ki bu düşünce tarzımızda bir kahlık yarathğı gibi, ilerlemeyi de geciktirir.
1
CAPGRAS
SENDROMU
Ona benziyorsun, çok benziyorsun, hatta belki
akrabasınız aranızdaki tek fark onun parlak bir şahin ve bir prens, seninse
bir baykuş ve bir tezgahtar olman.
F. Dostoyevski, Ecinniler; 1871
Capgras
sendromu, hastanın genellikle yakın akraba olduğu bir kişinin tıpatıp
benzeriyle yer değiştirdiğine inandığı az rastlanır, renkli bir sendromdur.
Bu durum ilk
olarak 1923'te l'illusion des sosies, (benzerler yanılsaması)
terimini kullanmış olan Capgras ve Reboul- Lachaux tarafından tanımlandı.
Sundukları olgu, kronik paranoid psikozu olan ve çevresindeki değişik
insanların yerlerine 'benzer'lerinin geçtiğinden yakınan bir kadınla ilgiliydi.
Benzerler yanılsaması
terimi bir yanlış adlandırmadır, çünkü merkezdeki patoloji bir algı bozukluğu
değil, sanrı- sal bir inanıştır; 'benzerler sanrısı (delusion of doubles)' daha doğru bir terimdir. (Sosie benzer, eş anlamında Fransızca bir sözcüktür ve Plautus'un oyunu Amphitryon'dan köken alır. Bu oyunda Tanrı Merkür Amphitryon'un hizmetkârı
Sosie'nin görüntüsüne bürünür ve böylelikle onun benzeri olur.)
1924'te
Capgras ve Carette, şizofreni tanısı almış bir kadın olan ikinci bir olgu
tanımladılar. Düşük zekâlı, alınma (referans) fikirleri ve kötülük görme
(perseküsyon) sanrıları ifade eden, yalnız yaşayan bir kadındı. Çocukluğundan
beri babasına aşırı bir bağlılık gösterirken annesine düşmanca davranıyordu.
Her seferinde hastanede düzeliyor, ancak eve dönünce hastalığı hızla
nüksediyordu. Daha sonra ensest fikirleri ve benzerlik sanrısı geliştirdi. Onu
hastanede ziyaret eden ana-babasını onların 'benzerleri' olmakla ve kendi
ana-babasının yerine geçmekle suçluyordu.
Capgras
sendromu Sanrısal Yanlış Tanıma Sendromla- rı'nın en iyi bilinen ve
en sık rastlananıdır. Bunlar aşağıdaki biçimde sınıflandırılabilir:
•
Capgras sendromu - yukarıda tanımlandı.
•
Fregoli yanılsaması - Courbon ve Fail
tarafından 1927'de tanımlandı. Hasta doktor, hemşire, hasta bakıcı, komşu ve
postacı gibi birçok kişiyi, sözde kendisinin peşine düşmüş (persekütör) kişi
olarak tanır ve tıpkı ünlü Avrupalı aktör Fregoli'nin sahnede yaptığı gibi,
peşindeki- ni yüzünü değiştirmekle suçlar.
•
İntermetamorfoz yanılsaması - Courbon ve
Tusques tarafından tanımlandı (1932). Hasta çevresindeki insanların
birbirleriyle değiştiklerine inanır, yani A, B olur; B, C olur; C, A olur vs.
•
Öznel Benzer sendromu - (Kendinin Benzeri)
Christo- doulou tarafından tanımlandı (1978). Hasta diğer insanların kendi
benliğine dönüşmüş olduklarına inanır. Bu özel durum üç alt tipe ayrılır: (1)
Capgras tipi'nde hastanın çevresinde görünmez benzerler vardır (bu
Capgras-Lachaux'nun 1923'teki ilk tanımında da yer alıyordu, ancak üzerinde hiç
durulmamıştı). (2) Otos- kopik tip'te hasta kendisinin benzerlerini, diğer
insanlara veya nesnelere 'yansıtılmış' olarak görür (Raschka, 1981). (3) Ters
tip'te hasta kendisinin başka birinin yerine geçtiğine veya yer değiştirme
sürecinde olduğuna inanır (Siomopoulos ve Goldsmith, 1975).
• Reduplikatif Paramnezi (yineleyici tarzda yanlış anımsama,
-çn.) - hastalar bir yerin fiziksel olarak aynen kopyalanmış olduğuna inanırlar
(Pick, 1903).
Jacques Vie (1930)
Capgras sendromunu 'negatif benzerler yanılsaması' ve Fregoli yanılsamasını da
'pozitif benzerler yanılsaması' olarak adlandırdı. ilkinde, var olmayan bazı
farklılıkların algılanması sonucunda kimlikler yadsınırken, ikincide
imgelemsel benzerliklerin doğrulanması söz konusudur. Benzer şekilde
Christodoulou (1976, 1977) Capgras sendromunu bir hipoidentifikasyon (eksik
tanıma) ve Fregoli de dahil diğer tipleri hiperidentifikasyon (aşırı tanıma)
olarak ele almıştı. Sanrısal Yanlış Tanıma Sendromları'nın başka varyantları da
tanımlanmıştır (Jo- seph, 1986).
İngiliz psikiyatrların aksine,
Fransız ve Alman hekimler başlangıçta Capgras sendromuna büyük ilgi
gösterdiler. Ne var ki son 30 yıl içinde denge değişti ve İngilizce
yazında bildirilen olguların sayısı giderek arttı.
Çok geçmeden
Capgras-Lachaux'nun özgün tanımını diğer olgu sunumları izledi. Örneğin,
Larrive ve Jasiensky (1931) sistematize olmamış kötülük görme psikozu olan bir
kadın tanımladı. Kadında silik ve yetersiz sevgilisinin zengin, aristokrat,
yakışıklı ve güçlü bir benzeri olduğu şeklinde bir sanrı gelişmişti. Diğer
olgular arasında Halberstadt (1923); Dupouy ve Montassut (1924); Bouvier (1926);
Brochado (1936); Levy-Valensi (1939) ve Vie (1944) tarafından tanımlananlar
sayılabilir.
1933 ve
1934'te Coleman yanlış tanıma ve tanımama fenomenleri üzerine Capgras sendromunun
kapsamlı bir tanımını da içeren geniş makaleler yazdı. Tanımladığı olgunun
tümden doyurucu bir örnek olmadığını da itiraf ediyordu, çünkü olgu bir kişinin
benzeri ile değil, birisi tarafından yazılmış mektuplarla ilgiliydi. Elli
yaşındaki kadın hasta, suçluluk ve ümitsizlik duygularıyla giden in- volusyonel
melankoli (yaşdönümü melankolisi, -çn.) tanısı almıştı ve depersonalizasyon
dile getiriyordu. Daha sonra kızının mektuplarını tanımayı reddetme biçiminde
bir benzerler yanılsaması geliştirmişti. Bunların başka biri tarafından
yazılmış kopyalar olduğunda diretiyordu.
Capgras
fenomeninin bu tür parçalı formları enderdir. Diğer bir örnek, üniversiteye
giden, 22 yaşındaki zeki bir kız öğrencide ortaya çıkmıştı. Akut bir şizofreni
atağı geçirdikten sonra içinde bulunduğu birincil sanrılı durumu çarpıcı bir
dille anlatmış ve şunları yazmıştı: 'Aşağıda küçük bir derenin aktığı, ağaçlık
ve dik bir dere yamacına gelene kadar yürüdüm. Orada oturdum ve bir sigara
içtim... Boş sigara paketini suya attım ve sonra saatimi inceledim. Bunun
benim saatim olmadığını düşündüm, polis tarafından yapılmış iyi bir taklitti,
bu yüzden onu da dereye attım'.
1936'ya dek
sunulan bütün bildirilerin yalnızca kadınlar üzerine oluşu dikkat çekicidir.
Daha sonra, Murray (1936), sendromun bir erkekteki ilk örneğini bildirdi. Bu
olgu genç, bekâr, eşcinsel görünümlü bir adamdı ve şizofreni tanısı almıştı,
Ana-babası onu hastanede ziyaret ettiklerinde onların gerçek ana-babası değil,
benzerleri olduğunda ısrar ediyordu. Stern ve McNaughton (1945) daha erken
bulgulara özel göndermeyle, iki yeni olgu tanımladılar. Todd (1957), ayrıca
Todd ve Dewhurst (1955) yedi olgu daha tanımladılar: Beşi şizofreni ve
bağlantılı hastalıklarla ve ikisi affektif psikozla birlikteydi. Yazarlar psikopatolojide
depersonalizasyonun rolünü vurguluyor- lardı (Dewhurst, 1954).
Wagner (1966) Capgras
sendromunun bir varyantı olarak gördüğü sanrısal bir sistem geliştirmiş genç
bir kız üzerine tanısal bir olgu çalışması sundu. Bekâr bir genç kadın olan hasta,
evlenmek üzere olduğu tıp öğrencisi tarafından nikâhtan az önce terk edilmişti.
Daha sonra güya, tanıdıkları gelip kendisine ona ve ayrıldığı nişanlısına her
şeyiyle çok benzer evli bir çiftle karşılaştıklarını anlattıklarında, büyük
öfkeye kapılmıştı. Wagner, yaşantının dolaylı oluşu yüzünden olgunun Capgras
sendromundan ayrıldığını kabul ediyordu, ancak benzerlerden biri hastanın
kendisiydi ve iki benzer söz konusuydu. Disertori ve Piazza (1967) bir kadın
olgu sundular ve bunu 'Alkmene Karmaşası' ya da 'Masum Zina Karmaşası' ile
bağlantılandırdılar.
1970'den bu yana Capgras
sanrısı ve Fregoli yanılsaması üzerine bildirilen olguların sayısı giderek
arttı. Bunlarda sıklıkla eşzamanlı açık organik beyin hastalığı üzerinde
duruluyordu. Günümüzde, organik bozukluklar listesi çok uzamış durumdadır ve
madde intoksikasyonu ve yoksunluğu, enfeksiyon ve ensefalit, endokrin
bozukluklar, epilepsi, ciddi ve hafif kafa travması, beyin tümörleri, deliryum,
Alzheimer hastalığı, vasküler demans, multipl miyelom, Lewy cisimciği
hastalığı, lityum zehirlenmesi ve migreni de içerir. Yakınlarda bildirilen
olguların birçoğunda elektrofizyolojik, nörolojik görüntüleme ve nöropsiko-
lojik çalışmaların sonuçları da verilmekte ve bütün yanlış tanıma sendromları
için olası bir nörobiyolojik temel büyük ilgi toplamaktadır.
Capgras
fenomeni ayrıca edebiyatta da tanımlanmıştır. Sözgelimi Dostoyevski Ecinniler romanında fenomenin çarpıcı bir tanımını yapar. Psikopat
Marya Timofyevna gizlice Stavrogin'le evlenmiştir. Ancak kasabalarındaki bir
sosyal etkinlik sırasında adam onunla hiç ilişkisi yokmuş gibi davranır, kızı
bir kenara çekerek şöyle der: 'Sen kendini sadece genç bir kız olarak gör; ben
de senin sadık dostun olmakla birlikte bir yabancıyım, ne kocan, ne baban ne de
nişanlınım.' Birkaç gün sonra Stavrogin onu ziyarete geldiğinde, Marya onu
tanımayı reddederek yüzüne karşı güler. Bu bölümün başında alıntılanan sözleri
söyler ve sonra onu prensini öldürmekle suçlayarak der ki, 'Ben düştükten sonra
senin kötü yüzünü gördüğümde... kıvrılıp bükülerek yüreğime doğru ilerleyen
bir solucan gibi geldi bana. O değil diye düşündüm, o değil! Benim şahinim
benim gibi kibar bir hanımdan asla utanmazdı... söyle bana, sahtekâr adam
dişlerini ona ne kadar geçirdin? Bu işe razı olmak için çok para alman gerekti
mi?'
Lord David
Cedi tarafından yazılan Cowper'in biyografisi, Yaralı Geyik (The Stricken Deer) (1943) adlı kitapta da
Gapgras fenomeninin bir örneği yer alır. Cowper'in, para- noid özellikleri olan
affektif bir psikoza tutulmuş olduğu açıktır. Rahip Newton uzun yıllar yakın
dostu ve sırdaşı olmuştur. Son dönemlerdeki depresif evrelerden birinde Cedi
şöyle yazar: 'Hâlâ lanetlenmiş olduğuna inanıyordu. Gerçeklikle olan bağı öyle
zayıftı ki, bundan yıllar sonrasında bile gördüğü Newton'un gerçek Newton mu
yoksa onun şekline bürünmüş bir hayalet mi olduğuna asla emin olamıyordu.'
Olgu 1
Elli yaşında
bir boyacı tuhaf davranmaya başlamıştı, evinin duvarlarını 'dinliyor', polisin
onun peşinde olduğuna inanıyordu. Hastaneye yatırıldığında gergin ve şaşkındı,
varsanılıydı ve kötülük görme sanrıları vardı. Doktorların kendisine karşı
polisle işbirliği yaptıklarına ve diğer hastaların casus olduklarına
inanıyordu; karısının gece kendisine ulaşmaya çalıştığını, ancak başına kötü
bir şey geldiğini sanıyordu. En olası tanı bir derece depresyonla birlikte
paranoid psikozdu. Psikomet- rik incelemeler hafif zihinsel bozulma ortaya
koymakla birlikte, EEG ve kan brom düzeyleri de dahil bütün fiziksel
incelemeler normaldi. Var olan organik konfüzyon hali, yatışından sonraki bir
ay içinde iyice düzeldi ve bir yıl sonra yapılan psikometrik testler bunu
doğruladı.
Bu kez de,
Capgras sendromu sergilemeye başladı. Onu ziyaret eden karısının 'karısı değil,
onun bir benzeri' olduğunu öne sürüyordu. 'Ona bir şey oldu; yerine başkası
geçmiş olabilir' diyordu. Şöyle ekliyordu, 'Karımı çok severim, ama benzer
kadını sevmiyorum'. Daha sonra sanrısı daha da yayıldı. Modifiye EKT, depresyon
ve ajitasyonun kalkmasını sağladı ve sanrıları biraz geriledi. Benzerlik
sanrısı hâlâ sürüyordu ancak bu da daha sonra haloperidol tedavisiyle geriledi.
Hastanın sessiz, içedönük bir kişiliği vardı, karısı ise daha zorlayıcı ve
baskın biriydi. Yüzeyde evlilikleri başarılı gözükmekle birlikte aralarında hep
bir miktar sürtüşme olduğu ortadaydı. Ancak, hastalığı başlamadan birkaç ay
öncesinde adam karısına giderek daha sevecen davranır olmuştu, duygularını
daha çok belli ediyor ve cinsel olarak daha talepkâr davranıyordu. Onun
sevgisinden emin olmak için de sürekli güvence arar gibiydi. Bu, durumu daha da
kötüleştirmiş ve karısı ona karşı daha soğuk davranmaya başlamıştı, onun
davranışlarını itici buluyordu. Adamın tutumu daha sonra iyice belirginleşti
ve kadın kısa süreliğine bile olsa kocasının hastaneden eve dönüşüne karşı
düşmanca tavırlar sergilemeye başladı. Adam bu düşmancıllığı kabul etmekte çok
zorlanıyordu ve karşılık olarak karısına olan sevgisini öne sürüyordu. Ancak
sevgisi geri çevrilince adamda saldırganlık ve nefret duyguları uyanmıştı. Bu şekilde
sevgi ve nefret bir arada var olabiliyordu ve ikideğerlilik (ambivalans)
sorununu da, Capgras sendromu geliştirerek çözmüştü.
İkinci olguda
da çarpıcı benzerlikler görülebilir: 30 yaşında bir Alman kadın. Capgras
sendromu psikotik hastalığının en önde gelen özelliğiydi.
Olgu 2
Bu hasta
yatırıldığında ağlamaklı, çökkün, olasılıkla uygunsuz duygulanıma işaret eden
manyeristik, sinirli biçimdeki sırıtmasıyla gergin görünümlü bir kadındı, ancak
en belirgin özelliği duygularının sığlığıydı: Kocasına dair Capgras sanrısına
ek olarak başka paranoid sanrıları ve etkilenme fikirleri vardı. Bilinç
bulanıklığına ilişkin hiçbir kanıt yoktu. Paranoid şizofrenik reaksiyon tanısı
kondu. Psikometrik inceleme paranoid bir durumun varlığını doğruladı, ayrıca
sanrıya ve hastaneye yatırılmaya ikincil hafif derecede bir de depresif
bileşen olduğu saptandı. Klorpromazin tedavisiyle iyileşme gösterdi ve Capgras
sanrısı da dahil olmak üzere, yansıtmalı projektif) düşünce tarzında kararlı
bir azalma gerçekleşti. Bir ay sonra taburcu edildi, hâlâ duygulanımı sığdı
ancak Capgras fenomenine ilişkin hiçbir belirti yoktu. İki yıl sonra Capgras
sanrısını da içeren psikozu yeniden ortaya çıktığı için bir kez daha hastaneye
yatırılması gerekti.
Bu olguda
Capgras sanrısı semptomatolojiye egemendir, çünkü hastanın esas yakınması
kocasının kimliğinin değişmesiydi. Daima sessiz, duygularını belli etmeyen,
somurtkan, suratsız, bir hayli katı ve hep savunmada kalan bir adamdı,
utangaç, fazla duyarlı ve aşırı kıskançtı. Kadın, hastalığının hemen öncesinde
duygularını giderek daha fazla gösterir olmuştu ve cinsel talepleri artmıştı;
bir yandan kocasından korkarken bir yandan da onun kendisini sevdiğinden emin
olmak gereksinimi duyuyordu. Burada yine hasta, bu durum için temel oluşturan
ikideğerlilik sorunuyla karşı karşıyaydı.
Üçüncü olgu,
ikincil paranoid özellikleri olmakla birlikte depresif bir hastalıkta ortaya
çıkışıyla diğerlerinden ayrılıyor.
Olgu 3
Daha önce
defalarca hastaneye yatırılmış olan 40 yaşında bir kadına yineleyici endojen
depresyon tanısı konmuştu. Zekâ düzeyi düşüktü ve 1963 yılında şiddetli
depresyon nedeniyle 6. kez hastaneye yatırıldığı sırada kocasının gerçek kocası
değil, onun yerini almış birisi olduğundan yakınmaya başlamıştı. Bir kür EKT
ve imipramin tedavisinin ardından Capgras sanrısıyla birlikte depresyonu da
ortadan kalktı. Yaklaşık bir yıl sonra depresyonu nüksettiğinde Capgras
sanrısına dair herhangi bir belirti yoktu.
Bu olgular,
Enoch (1963) tarafından ayrıntısıyla tanımlanan on olguda görülenleri andıran,
Capgras sendromunun başlıca özelliklerini ortaya koymaktadır.
Tarihsel
olarak, Capgras sendromu ender görülen bir fenomen sayılmıştır. Ne var ki son
yıllarda giderek daha çok ve daha sık tanınmakta ve bildirilmektedir. Gerçekten
de bazı çalışmalar, bunun psikotik hastaların % 4'e varan bir oranında var
olabileceğini ortaya koydu (Cutting 1987,1994; Frazer ve Roberts, 1994; Kirov
ve ark., 1994). Dahası, Alz- heimer hastalığına tutulmuş olan tüm hastaların
üçte bire varabilen bir kısmı, hastalıklarının gidişi sırasında herhangi bir
noktada bu fenomeni sergileyebilirler (Ballard, 1995; Ballard ve ark., 1995). Sendrom
bütün yaş gruplarında ortaya çıkar. Bütün çalışmalarda bildirilmemiş olsa da
kadınlardaki görülme sıklığı daha fazladır (Oyebode ve Sargeant, 1996).
•
Capgras sendromu nadiren saf bir durumda
ortaya çıkar. Genellikle tanı konmuş diğer bir psikotik hastalık bağlamında
ortaya çıkar veya bu duruma eşlik eder.
•
Olası bir organik etiyoloji üzerinde yoğun
biçimde durulmuş olmakla birlikte, bildirilen olguların % 70'i fonksiyonel
bir psikozla ilişkili olarak görülür.
•
Olguların çoğunluğunda fonksiyonel psikoz
paranoid şizofrenik tiptedir (Wallis, 1986; Signer, 1987). Ancak hem manik hem
de depresif evrelerde bir affektif psikozun paranoid özelliği olarak da ortaya
çıkabilir.
Capgras
sendromunun başlangıcı eşlik ettiği hastalığın
süresine bağımlı değildir. Bu tür bir psikozun gidişi sırasında herhangi bir
zamanda ortaya çıkabilir. Yirmi yıldır şizofren olan bir erkekte Capgras
sendromu ancak hastaneden taburcu edildikten sonra ortaya çıkmıştı. Hastaneden
çıktıktan kısa süre sonra babası ölmüştü ve az sonra hasta cesedin mezardan
çıkartılması talebinde bulunmuştu. Annesi bunu reddetmişti ve hasta onun
gerçek annesi değil, bir sahtekâr olduğu için buna karşı çıktığına inanmaya
başlamıştı. Diğer bir örnekte, karısının ölümünden sonra yıllarca hastanede
yatan bir erkek hasta, kendisini ziyarete gelen erkek kardeşinin kardeşi değil,
bir benzeri olduğuna inanmaya başlamıştı. Capgras sendromu ortaya çıktığında,
diğer psikotik semptomların varlığında bile, klinik tabloya egemen olma
eğilimindedir. Hastaların yanlış tanınmış kişiyi tanımlamak için 'benzer' ve
'sahtekâr' sözcüklerini çok sık kullanmaları dikkat çekicidir. Bir hasta
kategorik olarak bunu doğrulamıştı: 'O kendisinin benzeri'.
Klinik durumun diğer
önemli bir özelliği de benzerin kayda değer kişiye özgüllüğüdür. Genellikle bir
kişi söz konusudur ve dirençli biçimde yanlış tanınır. Evli hastaların çoğunda
esas benzer eştir. Dullarda, eşin dışındaki akrabalar esas benzer halini alır.
Bekârlarda genellikle ana- baba veya kardeştir.
Benzerlik fenomeninde
herhangi bir yayılma söz konusuysa (ki bu önceleri düşünülenden daha sıktır),
bu durum yakın akrabalarla veya hemşireler veya doktorlar gibi hastayla
yakından ilgilenen kişilerle sınırlıdır. Benzer, o sırada hastanın yaşamında
belirgin biçimde anahtar kişilerden biridir ve genellikle duygusal bir unsur da
vardır.
Bu bölümde daha önce de
belirtildiği gibi cansız nesneler için de paralel semptomlar bildirilmiştir.
Coleman mektuplar biçiminde bir sanrı tanımlamıştı, ayrıca saatinin 'iyi bir
taklit' olduğuna inanan 22 yaşındaki öğrenci olgusu da buna bir örnekti.
Anderson (1988) büyük bir hipofiz tümörü olan yaşlı bir hasta tanımlamıştı.
Adam karısı ve yeğeninin kendisine ait üç yüzü aşkın eşyayı görünüşleri aynı,
ancak daha kalitesiz benzerleri ile değiştirmiş olduklarına inanıyordu.
Fonksiyonel psikoz
sergileyen olgularda organik tipte konfüzyon bulunmamakla birlikte, genellikle
yaygın ve sürekli bir şaşkınlık ve sersemlik hali vardır.
Geleneksel
olarak Capgras sendromunun kökeninin psi- kodinamik bir çatışmada olduğu
varsayılırdı. Ancak, Gluckman (1968) radyolojik olarak kanıtlanmış serebral
atrofisi olan ve psikolojik etmenler bulunmakla birlikte, belirgin biçimde
organik bir hastalık bağlamında ortaya çıkan bir olgu tanımlayalı beri, organik
etiyolojinin yandaşları çoğaldı. Bugün olguların % 25-40'ının organik bozukluklarla
ilişkili olduğu tahmin edilmektedir; bunlar de- mans, kafa travması, epilepsi
ve serebrovasküler hastalığı da içerir. Nörolojik görüntüleme bulguları Capgras
send- romuyla, özellikle frontal ve temporal bölgelerde olmak üzere sağ hemisfer
anormallikleri arasında bir bağlantı olduğunu düşündürmektedir. Nöropsikolojik
araştırmalar bu bulgulara ampirik destek sağlamıştır: Yüz tanıma (sağ hemisfer
işlevi olduğu genel kabul görür) işleminde bozulmalar tutarlı biçimde
bildirilmektedir, ancak bu bozukluğun kesin doğasına ilişkin tam fikir birliği
yoktur.
Capgras ve
diğer sendromların etiyolojisi üzerine çalışmaların özellikle paranoid psikoz
olmak üzere, psikozların daha iyi anlaşılmasını sağlayacağına olan inancımızı
koruyoruz. Bu çalışmalar hem nöropsikolojik hem de psikodi- namik öğeler
içermelidir. Bu tür bir çalışma duygulanımla düşünce, duyguyla kognisyon
arasındaki bağlantıyı açığa çıkarabilir ve hatta patolojik topluluklar olduğu
kadar normaller için de inancın doğasına açıklama getirebilir.
Organik
etiyolojiye ilişkin çeşitli önerilerin eşlik ettiği yayımlanmış olguların
sayısındaki keskin artışa karşın, özgül evrensel bir lezyon tanımlanamamıştır.
Sanrıyı tam olarak açıklamak için hâlâ organik olduğu kadar psikodi- namik
öğelerin de ele alınması gereklidir. Sonunda özgül nöropsikolojik bir lezyon
bulunacak olsa bile, bireylerin psikodinamik yapıları yine de önemli olacaktır.
Gerçekten de, özellikle bilişsel işlevle ilişkisi açısından, duygulanım kilit
önemini koruyacak ve inancın doğasını açıklayan yapıları tamamlayacaktır.
Şu anki
bilgilerimizin durumu izleyen başlıklar altında özetlenebilir:
•
Organik zemin: (a) Serebral disfonksiyon;
(b) Nöropsikoloji
Capgras
sendromu baskın olarak şizofreni zemininde ortaya çıkar, özellikle paranoid
tipte ve daha az sıklıkla da şizoaffektif ve duygulanım bozuklukları ile
birliktedir. Olguların çoğunun fonksiyonel psikozla başvurdukları gerçeği değişmemiştir.
Organik bir durumun da fenomenin gelişmesini tetikleyebileceği gözlenmekle
birlikte, bu tür olgularda psikoorganik sendrom için tipik olan bilişsel bozulmaya
dair bazı işaretler de bulunur. Ancak, bu işaretler ortadan kalktığında,
Capgras sanrısının genellikle direnmesi de, organik unsurun tetikleyici rolünü
vurgular.
Lansky (1974)
bir inancın merkezî semptom halini aldığı Capgras sendromu gibi herhangi bir
durumda, fenomeni anlamak için ilk olarak inancın kendisi ve normal ve
patolojik durumlardaki rolüne ilişkin daha çok şey bilmemiz gerektiğini
vurgulayarak organik açıklamanın yetersizliğini gösterdi. Yani organik
bileşenin baskın bir etmen olduğu olgularda bile psikopatolojinin kapsamlı bir
tanımı hâlâ önemini korumaktadır. Berson'un (1983) da altını çizdiği gibi,
'sanrının belli ve kendine özgü içeriğini açıklamak için organik etmenler
kendi başlarına ne gerekli ne de yeterli gözükmektedir'.
Gluckman (1968)
organik bir hastalık zemininde ortaya çıkan bir Capgras sendromu olgusu
tanımlayalı beri, yayımlanmış, organik etiyolojisi bulunan olguların sayısında
keskin bir artış oldu. Bugün bunların tüm olgu bildirimlerinin % 25-40'ını
oluşturduğu düşünülmektedir (MacCal- lum, 1973; Todd ve ark., 1981; Berson, 1983;
Bienenfield ve Brott, 1989; Cutting, 1994; Förstl ve ark., 1994; Signer, 1994).
Alzheimer hastalığı, Lewy cisimcikli demans, mul- tiinfarkt demans, kafa
travması, epilepsi, serebrovasküler hastalık, hipofiz tümörü, multipl miyelom,
multipl skleroz, viral ensefalit, frontal lob patolojisi ve AİDS de dahil olmak
üzere, çok sayıda nöropsikiyatrik durum bu sendromla birlikte tanımlanmıştır.
Birlikte anıldığı diğer tıbbi durumlar arasında psödohipoparatiroidizm,
diabetes mellitus, hepa- tik ensefalopati, bakır zehirlenmesi, klorokin
kullanımına bağlı psikoz, terapötik dozlarda lityum, terapötik dozlarda
karbidopa-L-dopa, disulfiram, pnömoni, Klinefelter sendromu, reaktif
hipoglisemi, vitamin B12 eksikliği, EKT'ye bağlı psikoz, postpartum depresyon,
preeklampsi ve pul- moner embolizm sayılabilir.
Capgras
sendromunun gelişmesinde, uzun süredir merkezdeki etmen olarak serebral işlev
bozukluğu önerilmektedir (Christadoulou, 1977). Capgras semptomatolojisi ve
diğer yanlış tanıma sendromları için nöropatolojik bir temeli destekleyen
kanıtlar Edelstyn ve Oyebode (1999) tarafından kapsamlı olarak gözden
geçirildi.
Öyle
görünüyor ki tek taraflı sağ hemisfer lezyonları sol taraftakilerden daha sık
ortaya çıkmaktadır (Förstl ve ark., 1994, Lebert ve ark., 1994, Fienberg ve
Roane, 1997); bununla birlikte, olguların çoğunluğunda çift taraflı serebral
hastalık vardır (Silva ve ark. 1995). Patolojide beynin birçok bölgesi sorumlu
tutulmuştur, bunların en önemlileri frontal lob (Förstl ve ark. 1994; Signer 1994)
ve temporal lobdur (Jackson ve ark. 1992). Capgras sendromuyla, nörolojik
temeli iyi anlaşılmış bir durum olan reduplikatif paramnezi arasındaki
benzerlikler serebral disfonksiyona yüklenen nedensel rolü güçlendirir. Ayrıca
bu iki durum aynı hastada sıklıkla bir arada bulunur.
Serebral bozukluğun
yaygın olması gerekmez, hatta bazı olgularda altyapısal düzeyde var olabilir.
Bu açıdan bakıldığında nörokimyasal bozukluklara kuramsal rol yüklenebilir.
Birkaç çalışma dopamin veya serotonin dengesizliği olduğunu ileri sürmüştür
(Daniel ve ark., 1987; Potts, 1992).
Bununla birlikte,
nöropatolojiye ilişkin kanıtlar ne kadar artarsa artsın, bu tür serebral
patoloji psikopatolojinin nasıl ortaya çıktığını açıklayamayabilir. Hâlâ
duygulanımın rolü ile birlikte, bilişsel düzeneklere dair yeterli bir kurama gereksinim
vardır. Ayrıca tek tek hastaların psikodinamikleri ve evrensel inancın doğası
sorusunu da henüz çözemedik.
Bozukluğun
ilk tanımlandığı zamanlardan beri, Capgras sendromu ile depersonalizasyon
arasında bir ilişki olduğu düşünülmüştür (Capgras ve Reboul-Lachaux, 1923). Christodoulou
(1977) depersonalizasyonun belli nöropsi- kolojik etmenlerin varlığına bağımlı
olarak bazı bireylerde gelişebilecek olan durumun temeli olduğu varsayımını
ileri sürdü. Yanlış tanıma sendromları da, bellek işlevlerinde bozulma gibi
özgül bilişsel kusurlarla açıklanmıştır; örneğin, depolanan anılarla yeni
algılar arasında bağlantısızlık (Staton ve ark., 1982; Sno, 1994) ve
hemisferler arası bağlantısızlık (Joseph, 1986). Bu açıklamalar (deneysel sınama
için iyi temel oluştursalar da) henüz yanlış tanıma fenomenlerinin tam
yelpazesine ve derinliğine herhangi kapsamlı bir anlayış sunamıyorlar.
İlk başlarda,
nöropsikolojik bir semptom olan prozopagno- zinin tek başına veya
psikotik bir durumla birlikte Capgras sanrısının temelini oluşturduğu öne
sürülmüştü (Shraberg ve Weitzel, 1979). Ne var ki, Bidault ve ark. (1986) ayrıntılı
çalışmaları yanlış tanıma sendromlarının bu semptomla ilişkili olmadıklarını
açığa çıkardı. Prozopagnozik hastalar bozuklukları ile ilişkili sanrı
geliştirmezler ve iki durumun klinik özellikleri çok farklıdır. Sözgelimi,
prozopagnozisi olan hastalar benzerlikler ararken, Capgras bulunan kişiler
farklılıklar ararlar. Dahası, hastaya fazladan ayrıntılar verilmesi ilk
durumda tanımaya yardımcı olurken ikincisinde köstekler. Son olarak kör bir
kişide Capgras sanrısının ortaya çıkmış olması, bu durumu prozopagnoziyle
bağlan- tılandırma yolundaki girişimlere son verse gerektir.
Ellis ve
diğerleri (Ellis ve Young, 1990; Ellis ve Shepherd, 1992; Ellis ve ark., 1992) bazı
psikiyatrik ve nörolojik hastaların diğer insanları algılama biçimlerini
anlamak üzere çok çaba harcadılar. Ne var ki, ne bu modeller ne de normal yüz
tanıma ile ilgili olanlar, yanlış tanıma sendromlarından herhangi birini tam
olarak açıklayabilmektedir. Capgras sendromunun temel etiyolojisine yeterli bir
açıklama getirmek için, benzer oluşun çok dar özgüllüğünü göz önüne almak
esastır.
Yanlış tanıma
sendromlarmı anlamaya yönelik nörop- sikolojik yaklaşım henüz emekleme
dönemindedir. Bu yaklaşımın, yanlış tanıma sendromlarını açıklayıcı değerinin
sınırlı olduğu bulunursa, Capgras sendromu ve diğer sanrısal yanlış tanımaların
da pekâlâ farklı nedenleri olabileceği kabul edilmelidir. Klinik deneyimler
hastalarda başlangıç örüntülerinin bir hayli farklı olduğunu ve ilaç tedavilerine
farklı yanıt verdiklerini gösterir. Demek ki, aynı semptom için birden fazla
açıklama gerekli olabilir.
Capgras
sendromu, ego işlevinde kişiliğin bütününe yayılan bir bozukluk olarak
yorumlanabilir. Bu yorumda dere- alizasyon ve depersonalizasyon duygularıyla
bir benzerlik vardır. Christodoulou (1977) serebral disfonksiyonun de- realizasyon
ve depersonalizasyon duygularına yol açtığını ve bunların da, paranoid
düşüncelerin varlığında Capgras sendromunu geliştirebileceğini öne sürdü.
Bununla birlikte, klinik deneyimler Capgras sendromunun gelişmesi öncesinde
her seferinde bu tür fenomenlerin bulunmadığını gösterir.
Özüne
indirgendiğinde, Capgras fenomeninin psikodi- namik açıklaması temelde,
ikideğerlikli duyguları imgesel bir benzere yansıtmak yoluyla çözülen bir
sevgi-nefret çatışmasıdır.
Hastada aynı
kişiye/nesneye yönelik temelden zıt iki görüş aynı anda bulunmaktadır, sevgi ve
nefret. Bir yanda uzun süredir var olan bir sevgi, diğer yanda ise görünürde
'yeni' bir nefret vardır. Nesneden karşılık görmeye büyük gereksinim duyar.
Görüldüğü olgularda, benzer sanrısının başlangıcından önce hastanın nesneye
karşı artmış sevgi ve cinsel açlık gösteriyor olması çok anlamlıdır. Bu aşırı
tepki, nesnenin sevgisine dair güvence açlığından ve eşzamanlı olarak bunu
kaybetme korkusundan kaynaklanır. Nesne, şaşırtıcı olmayan biçimde, bu taleplere
karşılık vermek yerine bunları daha da itici bulur ve bu duygularını
gizleyemez, ki bu da durumu daha da ağırlaştırır ve kısır bir döngü ortaya
çıkar.
Benzer
sanrısı bu ikideğerlilik sorunun çözümüdür. 'Benzer' yani kötü nesne ile
karşılaşılabilir ve yüzleşilebilir ve hasta, bu tür duygular sevilen ve sayılan
bir nesneye yönelik olmuş olsaydı ortaya çıkabilecek olan suçluluk duygusunu
yaşamaksızın, nesneye yönelik nefretini ve gerçek saldırganlık duygularını
ortaya koyar. İyi ve gerçek nesne ortada yoktur. Bu aktarılan ilk olguda iyi
örneklenmiştir. Ancak güvence alma çabaları boşa çıkhktan sonra hasta psikotik
düzenekler sergilemeye başlamıştır.
İkideğerlilik, zaten
kuşkuculuk ve kıskançlığa gebe olan durumu iyice kötüleştirmeye neden olan
kuşku, belirsizlik ve içsel bir gerilim yaratır. Bu, duygulanım bozukluğu olan
hastalarda bile genellikle var olan paranoid bileşenin önemini açıklamaya
yardım eder (Enoch, 1986). Duygulanım bozulmuştur ve bu da yarğılamanın
bozulmasına ve daha sonra da benzer sanrısının ayrınhlandırılmasına yol açar.
Courbon ve Fail (1927) bunu 'senestezi bozukluğu' olarak tanımladılar, yani
organizmanın yaşam işlevi duygusu, diğer bir deyişle, tüm algılara eşlik eden
ve bireyin normalde farkında olmadığı ego duygusu. Coleman (1933; 1934) senestezi
duygusunun yalnızca algısal yaşantılarla tutarlı olmayı kestiği zaman fark
edildiğini belirtir. Sağlıklı kişilerde yalnızca yorgunluk ve bitkinlik
dönemlerinde ortaya çıkar. Bu tür anlarda duyular kişinin kendi parçası gibi
gelmez, arhk kişilikle bütünleşmiş gibi değildir ve bir depersonalizasyon hissi
ortaya çıkar. Bir sonraki aşamada durum duygulanım bozukluğuyla karmaşıklaşır
ve öznel yaşantı dış dünyaya yansıtılır. Hasta değişenin ve artık üzerine etki
edemediği kişinin nesne olduğuna inanır.
Arkasından
yansıtmanın geldiği bu ikideğerlilik süreci Capgras sendromunun
patolojisindeki temel psikodina- mik düzenektir. Ancak bir evre daha ileri
gider, çünkü bölme (splitting) de olur ve 'kötü
duygular' var olan nesneye yansıtılır, sevgi ve şefkat duyguları orada var
olmayan ideal nesneye yansıtılır. Yani hasta yıkılmış bir idol sorunuyla
uğraşmaktadır. Nesneyle ilişkide bir yıkım gerçekleşmiştir ve önceden var olan
sevgiyle çatışma halinde olan 'yeni' bir nefret ortaya çıkar. Elbette bu 'yeni'
nefret pekâlâ da uzunca bir süredir bilinçaltında zaten var olabilir, ancak
değişen ilişki bu nefretin bilinçli hale gelmesine yol açacaktır, böylece
sevgiyle eşzamanlı var olacaktır. Bölme süreci hastanın bir yandan gerçek
kişiye olan sevgisini korurken bir yandan da nefret ve saldırganlığını ifade
etmesine izin verir. Bu da hastanın bir yanda nesnenin varlığını yadsırken,
diğer yanda dış görünümünde hiçbir değişiklik olmadığı inancını açıklar.
Gerçek değişiklik kendi duygularında ve nesneyle olan ilişkisindedir. Gerçek
insan hastanın nefretinden korunmuştur ve bir erdem modeli, 'ideal' olarak
kalır. Sahtekâr olan benzer artık açık hale gelmiş olan nefretin hedefi
olmuştur.
Capgras
sanrısının oluşmasında özgül olarak duygulanımın rolünü kavramayı hedefleyen
çok az araştırma vardır. Derombies (1935) Capgras'lı hastaların duygulanımına
büyük önem vermiş ve sendromun, eşzamanlı bilişsel tanıma ve duyguların
güdümünde yüzlerin tanınmamasından kaynaklandığını öne sürmüştür. Anderson (1988)
'Capgras sanrısının görsel imgelerin duygusal aşinalıkla renklendiği bir
aşamada görsel tanıma yolaklarındaki lez- yonlardan kaynaklandığını' söyleyerek
bu görüşü desteklemiştir. Capgras sendromunun aşırı özgüllüğü, yani bütün
yüzlerin değil yalnızca hastaya yakın, özellikle de duygusal olarak yakın
insanların yüzlerinin kopyalandığı gerçeği, bu savı destekler. Bu noktada
bazıları Capgras sanrısının bazen cansız nesnelere de uzanabildiğini öne sürerek
karşı çıkabilirler. Ancak, nesneler de yerler de duygusal olarak yansız
değildir ve aynı düzenek pekâlâ bunlar için de geçerli olabilir.
Özetle, bazı
olgularda belli öncüllerin diğerlerinden daha fazla etkisi olmuş olsa da,
Capgras sendromu için doyurucu bir model, bilişsel ve algısal bozulma, organik
bozukluk, paranoid düşünce yapısı ve psikodinamik faktörlerin bileşimini temel
almalıdır. Hem organik hem de psikolojik etiyolojilere kulak vermek gereklidir.
Nozolojik
açıdan Capgras sendromunun sınırları belli bir sendrom olarak mı, yoksa
yalnızca bilinen bir psikozun bir parçası şeklinde ortaya çıkan bir semptom
olarak mı ele alınması gerektiği son derece tartışmalıdır. Fransızlar
geleneksel olarak ilk görüşü destekler ve buna psikiyatrik nozolojide özel bir
yer ayırırken, İngilizce konuşan dünya, ikinci görüşü benimsemiştir. Biz bir
semptom olarak ele alınmasının daha doğru olduğuna inanıyoruz. Ancak, ortaya
çıktığında klinik tabloya damgasını vurma eğilimi vardır ve genellikle
semptomatolojiye egemen olur.
Munro (1994) yanlış
tanıma sendromlarının resmî olarak kabul edilmiş tanı sistemlerinde kendi
başına bir yeri olmasa da bunların çok önemli olduklarını vurgular. Ayrıca
yanlış tanıma sendromlarının ve sanrısal bozuklukların ayrı ayrı olmalarına
kıyasla, birlikte daha iyi durduklarına işaret eder. Yanlış tanıma
sendromlarını -şimdiki bilgilerimiz ve anlayışımıza dayanarak- paranoid
zincirin temel bir halkası olarak ele almak en iyisidir.
Literatürde,
Capgras sendromunun tedavisine dair pek az bildiri vardır. Hiçbir kontrollü
çalışma yapılmamıştır ve kaçınılmaz olarak bilgiler geriye dönük ve anektodal
sunumlarla sınırlıdır. Capgras sendromunun ele alınmasının ve tedavisinin
altında yatan ilkeler şunlardır:
• Organik
lezyonu veya daha yaygın patolojiyi saptamayı hedefleyen eksiksiz incelemeler.
• Depresif
psikoz gibi, ister organik isterse işlevsel, altta yatan herhangi bir
psikiyatrik durumun tedavisi.
• Antipsikotik
ilaçlarla semptomatik tedavi.
• Eşe
veya birlikte yaşayan kişiye (bu kişi aynı zamanda 'sahtekâr' olabilir) destek
verilmesi.
• Risklerin
değerlendirilmesi.
Üç olgudan
birinde organik bir bileşen veya bağlantı olduğu göz önünde bulundurulduğunda,
ayrıntılı bir öykü alırken ensefalit veya kafa travması gibi bağlantılı olabilecek
her enfeksiyonun veya travmanın kaydedilmesi şarttır. Dahası, Capgras sanrısı
bulunan bir olguda ayrıntılı psiko- metrik testler, EEG ve BT ve MR gibi modern
beyin görüntüleme tekniklerinin gerçekleştirilmesi mutlaka gereklidir.
Günümüzde, Capgras sendromunun birincil nedeni olarak herhangi bir özgül
yerleşim veya lezyon bulunmamış olmakla birlikte, bu tür ayrıntılı incelemeler
zorunludur.
Capgras
sendromu için özgül bir tedavi yoktur. Semp- tomatik temelde antipsikotik
ilaçlar kullanılabilir; geniş yelpazedeki nöroleptiklerle remisyon bildirilmiştir
(Enoch, 1963; Halsam, 1973; Sims ve White, 1973; Todd ve ark., 1981). Bazı
yazarlar trifluperazinin etkisi olduğunu bildirmiştirler (Enoch, 1963; Lansky,
1974).
EKT'nin
başarılı olduğu yönünde de, etkisiz olduğu yönünde de yayınlar vardır (Enoch, 1963;
Nilsson ve Per- ris, 1971). Hatta Hay ve ark. (1974) psödohipoparatirodisi
bulunan bir kadın hastada EKT'nin Capgras sendromunu tetiklediğini
bildirmiştirler, ancak psödohipoparatirodi- nin kendisinin de Capgras
sendromuyla ilişkili olduğu bilinmektedir (Prescom ve Reveley, 1978). Endokrin
bir bozukluğu olan (miksödem) diğer bir hastada tiroid hormonu yerine koyma
tedavisi dramatik bir düzelme yarattı (Madakasira ve Hall, 1981). Depresif bir
zeminde ortaya çıkmış Capgras sendromu olgularının çoğu antidepresan ilaçlara
yanıt verirler (Christodoulou, 1977, 1986).
Nasıl
hastayla nesne arasındaki kişilerarası ilişkide sanrının başlangıcından önce
bir kötüleşme oluyorsa, bu ilişkideki düzelmenin de semptomların iyileşmesinde
önemli bir etmen olduğu bilinmelidir. Demek ki, tedavi eşin veya hedef kişinin
içgörü kazanmasına ve belki de hastaya karşı tutumlarını değiştirmesine
yardımcı olmayı da içermelidir (Christodoulou, 1978).
Şiddet,
Capgras sendromu da dahil olmak üzere, sanrısal yanlış tanıma sendromlarında
iyi bilinen bir tehlikedir. Kadınlarda ve erkeklerde eşit oranda ortaya çıkar
ve özellikle, hastalıklı (morbid, patolojik) kuşkuculuk ve düşmancıl- lığın (hostilite) varlığıyla ilişkilidir. Yanlış tanıma sanrısal bozukluk ve
paranoid şizofreni gibi tedaviye yanıtsız bir hastalıkta uzun süreli var
olduğunda şiddet olasılığı daha da artar. Bildirilmiş örnekler, sanrısal bir
yanlış tanıma sendromuna bağlı ortaya çıkan şiddetin genellikle bu tür
durumlarla sınırlı olduğunu göstermektedir.
Capgras
sendromunun doğal tarihçesi üzerine sistematik bir çalışma (ki bu kitapta
tanımlanan sendromların çoğu için olduğu gibi) yoktur denebilir. Yazarların
deneyimlerine göre, benzer sanrısının ilerleyişi, eşlik eden psikozun gidişini
izlemeyebilir. Bazı durumlarda tedavi sonucunda psikoz iyileşir, ancak benzer
sanrısı diretir veya aksi olabilir.
Capgras sendromunun uzun
süreli prognozu, eğer varsa genellikle eşlik eden psikozun veya bozukluğun
doğasına bağımlıdır. Hastaların çoğunluğunda işlevsel bir psikoz, en sık olarak
da paranoid şizofreni vardır ve bu yüzden yaşam süreleri uzun olma
eğilimindedir. Şaşırbcı biçimde, bu hastaların birçoğunda kişilik yozlaşması
yönünde pek az belirti çıkar. Christodoulou (1986) bu fenomenin, kısmen EEG ile
ortaya konan 'disritmik' bir bileşenin varlığıyla açıklanabileceğini
önermiştir; Pond'un (1957) epilepsiye eşlik eden psikozu olan hastalarda
duygulanımın sıcak ve -herhangi bir tipik 'şizofrenik' yozlaşma olmaksızın-
uygun olma eğilimi gösterdiği şeklindeki gözlemi de bu duruma benzemektedir.
Sendromun altta yatan bir
bozuklukla birlikte olduğu olgularda uzun süreli prognoz organik bileşenin
doğasına ve uygun tedaviye verdiği yanıta bağımlı olacaktır.
Anderson,
D.N. (1988) Br J Psychiat, 153,699.
Ballard, C.G. (1995) Psychotic
symptoms in dementia sufferers. MD thesis, University of Leicester.
Ballard,
C.G., Saad, K,, Patel, A.,etal. (1995) Int J Geriat Pschiat, 10,447.
Berson, R.J. (1983) Am J Psychiat, 140, 969.
Bidault,E.,Luaute,J.
RandTzavaras,A.(1986) Bibliotheca Psychiat,164,80.
Bienenfield,
D. and Brott, T. (1989) J Clin Psychiat, 50,68.
Bouvier,
A. (1926) Le Syndrome 'Illusion des Sosies'. Thesis, Paris. Brochado, A.
(1936) Ann MedPsychol, 15,706.
Capgras,
J. and Carette, J. 0924) Ann Med Psychol. 82,48.
Capgras,
J. and Reboul-Lachaux, J. (1923) Bull Soc Cli Med Ment, 16,170. Cecil,
Lord David (1943) The Stricken Deer. Constable, London.
Christodoulou,
G.N. (1976) Acta Psychiat Scand, 54,305.
Christodoulou,
G.N. (1977) Br J Psychiat, 130,556.
Christodoulou,
G.N. (1978) Am J Psychiat, 135,249.
Christodoulou,
G.N. (1986) Bibliotheca Psychiat, 164,99.
Coleman,
S.M. (1933) J Mental Sci, 79,42.
Coleman,
S.M. (1934) Br J Medi Psycho.14,3.
Courbon,
R and Fail, G. (1927) Bull Soc Cli Med Ment 5,121.
Courbon,
R and Tusques, J. (1932) Ann Med Psychol, 90, 401.
Cutting,
J. (1987) Br J Psychiat, 151,324.
Cutting,
J. (1994) Br J Psychiat, 159,70.
Daniel,
D.G., Swallows, A. and Wolff, F. (1987) Southern Med J, 80,1577.
Derombics,
M. (1935) Ann Med Psychol, 94, 706.
Dewhurst,
K. (1954) Irish J of Med Sci, 1, 263.
Disertori,
B. and Piazza, M. (1967) G Psychiat Neuropat, 95,175.
Dostocvsky,
F. (1871) The Possessed. Heinemann, London.
Dupony,
R. and Montassut, M. (1924) Ann Med Psychol, 82,341.
EdClstyn,N.M.J.and
Oyebode,F(l999) Internat J Geriat Psychiat,14,48. Ellis, H.D. and
Sheperd, J.W. (1992) In: Aspects of Memory (Eds M. Gruneberg et al.).
Routledge, London.
Ellis, H.D. and Young,
A.W. (1990) Br J Psychiat, 56, 2] 5.
Ellis, H.D., de Pauw, K.W., Christodoulou, G.N., Papapcorgiou, L.,
Milne, A.B. and Joseph, A.B. (1992) J Neurology Neurosurg and Psychiat,
56, 215.
Enoch, M.D. (1963) Acta
Psychiatrica Scandi, 39,437.
Enoch, M.D. (]986) Bibliotheca
Psychiat, 164,22.
Fcinberg, T.E. and Roane,
D.M. (1997) Neurocase, 3,73.
Forstl, H,, Besthorn, C,, Burns, A., Geiger-Kabisch, C., Levy, R.
and Sattel, A. (1994) Psychopathology, 27,194.
Frazer, EJ. and Roberts,
J.M. (1994) Br J Psychiat, 164, 557.
Gluckman, L.K. (1968) Australian
NZ Psychiat, 2,39.
Halberstadt, G. (1923) J Psychol
Norm Pathol 20,728.
Halsam, M.T. (1973) Am
J Psychiat, 130,493.
Hay, G.G., Jolley, D.J.
and Jones, R.G. (1974) Acta Psychiat Scand, 50, 73.
Jackson, R.S., Naylor, M.W., Shain, B. and King, C.A. (1992) J Acad
Child Adolesc Psych, 31,5.
Joseph, A.B. (1986) Bibliotheca
Psychiat, 164,68.
Kirov, G., Jones, P. and
Lewis, S.W. (1994) Psychopathology, 27,148.
Lansky, M.R. (1974) Bull
Menninger Clin, 38,360.
Larrive, E. and
Jasiensky, J. (1931) Ann Med Psychol, 89,501.
Lehert, E, Pasquier, E, Steinling, M., Cabaret, M.,
Caparros-LefeUve, D. and Petit, H. (1994) Psychopathology, 27,211.
Levy-Valensi, J. (1939; Gaz
Hop Civ Milt, Paris.
MacCallum, W.A.G. (1973; Br
J Psychiat, 123,639.
Madakasira, S. and Hall,
T.B. (1981) Am J Psychiat, 138, 1506.
Munro, A. (1994) Psychopathology,
27,247.
Murray, J.R. (1936) J Mental
Sci, 82,63.
Nilsson, R. and Perris,
C. (1971) Acta Psychiat Scand (Suppl.) 221,53.
Oyebode, E and Sargeant,
R. (1996) Psychopathology, 29,209
Pick, A. (1903) Brain,
26,260.
Pond, D.A. (1957) J Indian
Med Prof, 3,1441.
Potts, S.G. (1992; Behav
Neurol, 5(1),19.
Prescorn, S.H. and
Reveley, A. (1978) Br J Psychiat, 133,34.
Raschla, L.B. (1981) Can
J Psychiat, 26,207.
Shraherg, D, and Weitzel,
W.D. (1979) J Clin Psychiat, 40,313.
Signer, S. (1987) J Clin
Psychiat, 48,147.
Signer, S.E (1994) Psychopathology,
27(3-5),168.
Silva, J.A., Leong, G.B.,
Lesser, l.M. and Boone, K.B. (1995) Can J Psychiat, 40(8),498.
Sims, A. and White, A.
(1973) Br J Psychiat, 123,635.
Sno, H.N. (1994) Psychopathology,
27,144.
Stern, K. and MacNaughton, O. (1945) Psychiatric Quart, 19,139.
Todd, J. (1957) Psychiatric Quart, 31,250.
Todd, J. and Dewhurst, K. (1955) J Mental Dis, 122,47.
Todd, J., Dewhurst, K. and Wall is, G. (1981) Br J
Psychiat, 139,319.
Vie, J. (1930) Ann Med Psychol, 88,214.
Vie, J. (1944) Ann Med Psychol, 100,273.
Wagner, E.E. (1966) J Prof Tech Pers Assess, 30,394.
Wall is, G. (1986) Bibllotheca Psychiat, 164,40.
Il
DE
CLERAMBAULT SENDROMU
Pisboğazlık ve şehvet gibi
dünyevi günahlara beden bizzat doğası ve yapısıyla belli sınırlar koyar. Ama
beden ne kadar zayıfolursa olsun, ruhun istekleri sonsuzdur. İrade ve hayal
gücünün günahlarına, şefkatli doğa hiç sınır koymaz. Tamahkarlık ve iktidar
hırsı neredeyse bu dünyadaki her şey kadar bitimsizdir. Ve D.H. Law- rence'in
'kafadaki seks' dediği şey de öyle. Düşlenen şehvet, insan zihninin ilk
zayıflıklarından biridir.
Aldous Huxley, Loudon Şeytanları (The Devils of Loudon), 1952
Bu bozukluk, genellikle kadın olan
hastanın durup dururken, çok kısa bir süre bir arada bulunduğu veya hiç karşılaşmadığı
bir erkeğin kendisine âşık olduğu yolunda san- rısal inanış geliştirdiği bir
durumdur.
1942'de de Clerambault, tutku psikozu (psychose passionelle) olarak bilinen durumu tanımladı.
Sendromdan erotomani şeklinde söz ederek, bunu daha genel
kabul görmüş erotik paranoid durumdan ayırt etmeye uğraştı.
De Clerambault, bu durumun en
ince ayrıntısına kadar tanımladığı belli bazı özellikleri olduğunu düşünüyordu:
Kurban genellikle çok daha yüksek toplumsal konuma sahiptir - politikada,
beyazperdede veya televizyonda halka mal olmuş bir kişiliktir veya sıklıkla bir
doktor veya bir rahiptir ve sırf bu yüzden veya belki de zaten evli olmak gibi
diğer bazı nedenlerle neredeyse ulaşılamaz biridir.
Sendromun diğer bir özelliği
de hastalıklı tutkunun yoğunluğudur. De Clerambault, bütün sendromun özünde
yattığını düşündüğü bir 'temel önerme' formüle etmişti: Çok daha yüksek
konumdaki bir kişiyle aşk ilişkisi içinde olma inancı, W ilk âşık olan
ve ilk adımı atan da o kişidir. De Clerambault, bu sanrısal aşk bağlılığındaki
iki tarafı özne ve nesne olarak adlandırdı. Ayrıntısıyla beş olgu tanımladı ve
diğer bir hastadan söz etti:
On yıldır paranoid psikozu olan 53 yaşındaki bir stilist, hükümdar
Kral V. George'un kendisine âşık olduğuna inanıyordu. Gördüğü denizcilerin ve
turistlerin ona olan aşkını ilan etmek üzere Kral tarafından gönderilmiş
elçiler olduklarına emindi. Daha önceleri de Kral Vll. Edvvard'ın kendisine
âşık olduğuna inanıyordu, ayrıca Amerikalı bir General de ona kur yapmıştı.
1918'den itibaren inatla Kral V. George'u takip etmeye başladı, birçok kez
Ingiltere'ye gitti. Sık sık Bucking- ham Sarayı'nın dışında onu bekliyordu. Bir
keresinde saray pencerelerinden birindeki perdenin oynadığını gördü ve bunu
Kral'dan bir işaret olarak yorumladı. Bütün Londralıların onun kendisine olan
aşkını bildiğini öne sürüyordu, diğer bir iddiası da Kral'ın onun Londra'da
kalacak yer bulmasını engellediği, onun otel rezervasyonlarının iptal olmasına
yol açtığı, para ve kendi portrelerini taşıyan valizinin kaybolmasından sorumlu
olduğuydu. Bu tür kuşkuları asla uzun sürmüyordu. Ona olan tutkusunu canlı bir
dille özetlemişti. 'Kral benden nefret ediyor olabilir, ama asla unutamaz. Ben
ona karşı asla kayıtsız kalamam, o da bana ... Beni boşu boşuna incitiyor. O
erkeklerin en üstünü... Yüreğimin derinliklerinde onun cazibesine kapıldım.
Onunla aynı göğün altında ve tebaasının arasında yaşamak istiyorum. Onu
gücendirdiysem, benim kalbim kan ağladı.'
Tanımlanan diğer bir olgu şöyleydi:
Rastgele
cinsel ilişkilere giren 50 yaşında bir kadın, kendisinden çok daha yaşlı bir
rahibin ona âşık olduğuna inanıyordu. Dairesinin kirasını onun ödediğini ve
kendisiyle evlenmek istediğini öne sürüyordu, buna karşın kötülük görme
tarzında işitsel sanrıları ve alınma veetkilenme fikirleri de vardı. Sürekli
olarak kilisede ona küfür ediyor ve bağırıyordu; bir keresinde onun kendisini
izlettiğine inandığı için rahibin verdiği bir konferansa dalmıştı. Bu
davranışı olaya polisin karışmasına yol açmıştı. Polisin ona zalimce davranmak
üzere para aldığına inanıyordu, ama âşığının bu çelişkili davranışlarını
affetmeye daima hazırdı: 'Rahip bana kötülükten başka bir şey yapmadı, ama onu
affediyorum. Sürekli bana tekliflerde bulunuyor.’
De Clerambault, 35 ve 55 yaşlarında iki kadın hasta daha tanımladı. İkisinde de kronik erotik
sanrı vardı ve bu sanrı ilkinde 7, ikincisinde 37 yıldır değişmeden sürmüştü. İlk hasta sevgilisinin karısını onun
kendisine olan aşkı yolunda bir engel olarak görmüyordu. Sık sık adamın yolunu
kesiyor ve ona vuruyordu, sonuçta da genellikle tutuklanıyordu. Diğer hasta
ise bir rahip olan ilk aşk-nesnesiyle 17 yaşındayken karşılaşmıştı. Sürekli onu takip ediyor ve sık sık onu
kucaklamaya çalışarak herkesin ortasında olay çıkarıyordu. Durmaksızın telefon
ediyor, nadiren de mektup yazıyordu. Kocası sonunda onu boşadı.
De Clerambault olgularından
yalnızca bir tanesi erkekti. Bu olgu, aslında diğer açılardan da sendroma
tipik bir örnek gibi durmamaktadır.
Otuz dört
yaşındaki hastada eski karısına karşı hastalıklı bir tutku vardı. Kadın
kendisini sevmediğini ısrarla söylemesine karşın, adam onun tutumunun daima
sözlerini yalanladığını öne sürüyordu. Kadın yeniden evlendikten sonra, adam
onun bir kez daha kendi metresi olacağını ve gururunu kurtardıktan sonra
kadını bir kez daha reddedeceğini söylüyordu. Onu nerede olursa olsun daima
bulabileceğini belirtiyordu. Sürekli yazıyor, kenarda köşede kıstırıyor ve
herkesin içinde kadına vuruyordu. Yanında bir jilet taşıyor ve kadını tehdit
ediyordu 'Yeniden evlenirsen ikinizin de işini göreceğim'. Boşanmanın sahte
olduğunu, hükümsüz ve anlamsız olduğunu ileri sürüyordu.
De Clerambault'nun temelde yaptığı şey,
kendi döneminde bile tarihçesi çok eski zamanlara uzanan bir psikiyatrik
kavram olan erotomaniye olan ilgiyi diriltmekti:
• Hippokrat -
Perdiccas rahatsızlığının tanısını koymuştur (Rather, 1965).
• Plütarkos -
Erisistratos tarafından tedavi edilmiş bir olgu kaydetmiştir (Rather, 1965).
• Soranus - Durumun
sanrısal yönleri üzerine yorum yapmış Romalı bir hekimdir: 'Bazıları
Proserpin'in aşkı için Hades'e indiklerini düşlüyorlardı; bazıları başka
birinin karısı olsa da bir Tanrıça'nın kendileriyle evlenme sözü bahşetmiş
olduğuna inanıyorlardı' (Zilboog, 1941).
• 1640 - Jacques
Ferrand, Erotomani ya da Sevgili veya Erotik
Melankolinin Özü, Nedenleri, Belirtileri, Prognozu ve Tedavisinin Tartışıldığı
Bilimsel Bir İnceleme
başlıklı kitabı yazmıştır.
Adı konduğu andan itibaren erotomani
terimi kesin bir tanımdan yoksun olmuştur. Sözgelimi, on sekizinci yüzyıl tıp
yazınında erotomanikler 'gözü dönmüş biçimde, gelişigüzel ve gayri meşru
şehvet peşinde koşanlar' şeklinde tanımlanmıştı (Rather, 1965). Oysa
'nemfomani' veya erkeklerde, 'satiriyazis' terimleri bu durumları daha doğru
tanımlar. Esquirol (1772-1840) erotomaniyle nemfomani arasında şu ayrımı yapar: "Nemfomanide
kötülük üreme organlarından kaynaklanır, bunların tahrişi beyinde tepki
oluşturur. Erotomanide bunu karakterize eden duygu kafadadır... Erotomaninin
özneleri asla edep sınırlarını aşmazlar, bakir kalırlar!"
Sir Alexander Morison (1848) erotomaniyi 'aşk mono- manisi' olarak
tanımladı. Ayrıca bu münasebetsiz yakınmanın adli sonuçları üzerine de yorum
yaph: "Sabit ve kalıcı erotomani sanrıları bazen bunlardan mustarip olanların
kendilerini veya başka insanları mahvetmelerine yol açar, çünkü genelde sakin
ve saygılı olmakla beraber hasta bazen kolay sinirlenen, tutkulu ve kıskanç bir
hal alır."
On dokuzuncu yüzyılda başka
olgular da tanımlandı:
1863, Winslow - "Yıllardır zaman zaman uçarılıkla dönüşümlü,
moral çökkünlüğüyle birlikte giden, günün birinde deliliğe varacak gibi duran
şiddetli bir histeriye tutulmuş genç bir hanım, kısa bir süreliğine kürsüde
gördüğü, tek bir sefer dışında asla görmediği evli bir vaize karşı yoğun bir
tutku duymaya başlamıştı. Ailesi, vaiz kendilerini ziyaret edip, bu hanım tarafından
yüksekten uçan ve amatör bir dille yazılmış risaleleri gösterene dek durumdan
habersizdi. Akli melankolisinin belirgin ve çarpıcı özelliği mektupları böyle
pervasızca yazdığı beyefendiye karşı olan muğlak, anlaşılmaz, hastalıklı erotik
duyguydu. Akıl sağlığına kavuşana dek on iki ay geçti. Görünürde mükemmel
iyileşmişti. İyileştikten sonra sık sık vaize olan delice tutkusundan
bahsediyor ve artık ona karşı eğiliminin yalnızca bir delilik belirtisi
olduğunu söylüyordu.”
1887, Clouston - "Size 40 yaşında tek bacaklı bir terzi
göstereceğim, kesinlikle hiçbir cazibesi olmayan bu kadın rahibe gitmiş ve
ondan kendisini ve Bay ...’i kilisede 'karı koca ilan etmesini' istemişti.
Rahip araştırdığında koca ilan edilecek olan beyefendinin kadınla asla
konuşmamış olduğunu öğrenmişti. Kilisede adam onun tam karşısına oturmuştu ve
kadına göre kendisine o kadar anlamlı bir tarzda bakmıştı ki, nikâhlarının
kıyılmasını arzuladığını anlamıştı. Kadın ... Bey ile evli olmamasının tek
sebebinin entrikacı bir komşu olduğunu söylüyordu.
1899'da MacPherson sapkın delilik hakkında yazdı: 'Erotomani' başlığı altına çok sayıda patolojik
doğada anormal cinsel hususiyet yerleştirilmiştir. Bunlar anormal bir cinsel
birleşme arzusu veya mastürbasyon alışkanlıklarından tutun, penisin ahlaksızca
teşhiri, çocukların ırzına geçme, cesetlerle ilişki, kulamparalık, livata ve
hayvanlarla ilişkiye dek varabilir. Burada karşımızdaki cinsel saplantı ya da
abartılmış veya büyük ölçüde sapkınlaşmış itkidir. Bütün gruplarda altta yatan
ve bunları düpedüz soysuzlar sınıfına girmekten alıkoyan ortak etmen, zihnin
cinsel düşünceye takılıp kalmış olmasıdır...
Erotomaninin bu son tanımı
hem tepkisel hem de aşırı kapsayıcıdır, belki de geç'Viktorya döneminin güçlü
ahlaki baskılarından fazla etkilenmiştir. Aynı zamanda oldukça yanlıştır!
On dokuzuncu yüzyıl
başlarında monomani terimi giderek silinmekteydi ve daha önce bu başlık altına
sokulmuş olan bozukluklar paranoya kılığında yeniden ortaya çıkmıştı. 1906'da
Bianchi paranoia erotica terimini kullandı. Ona göre bu,
'genellikle cinsel yaşamı yolunda gitmeyen, cinsel birleşmeye pek eğilimli
olmayan kişilerde, bazen asla evlenme fırsatı bulamamış kız kumlarında ortaya
çı- kıyor'du.
Sanrıların, varsanılar ve
diğer açık psikoz belirtileri olmaksızın tek başlarına ortaya çıktıkları bir
durum olan paranoyanın bir antite olarak görülmesinin uygun olup olmadığı
sorusu hâlâ çelişkilidir. Bianchi birçok erotomani olgusunun daha geniş
paranoid hastalıklar sınıfına sokulabileceğini, buna karşın diğer örneklerde
başka herhangi bir psikoz belirtisi olmaksızın izole bir fenomen olarak ortaya
çıktığını düşünüyordu.
Emil Kraepelin (1921)
erotomaniyi bir paranoyak megalomani biçimi olarak sınıflandırdı.
Hasta karşı cinsten, gerçekten tanınmış veya yüksek konumdaki bir
kişinin kendisine eğilim duyduğunu ve anlaşılmayacak tarzda ona ilgi
gösterdiğini algılar. Bazen kesişen bakışlar, sözde pencerenin önünde
yürüyüşler, rastlantısal karşılaşmalar hastanın bu gizli sevgiden emin olmasına
yol açar. Bir kadın hasta o sırada tahtta olan hükümdarın tiyatroda ona özel
saygı göstererek eğildiğini ve çocuklarını da onu selamlamaya zorladığını fark
etmişti... Çok kısa sürede, gizli anlayışın işaretleri sayıca artar. Şans eseri
her karşılaşma, giysiler, bir araya gelmeler, okunanlar, sohbetler hasta için
düşündeki serüvenle ilişkili hale gelir. Sevgisi açık bir sırdır ve evrensel
ilgi nesnesidir, her yerde bunun hakkında konuşulur, elbette yüksek sesle
değil, daima belli belirsiz işaretlerle, ki o bunların kastettikleri anlamı çok
iyi anlar... Belli bir sanrı uzun süre boyunca daha da ayrıntılandırılabilir...
Özellikle gazetelerdeki mecazi reklamlarla beslenir, bu arada gerçekten de bu
macerayı gizli tutmaya çalışan hastanın geri kalan etkinliklerinde her şey
yolunda görünür.
1921 'de
Bemard Hart bir çeşit paranoid erotomaniyi yeniden tanımlayarak buna kız
kurusu deliliği adını verdi.
Bir hayli yaşlı ve son derece namuslu, hiç evlenmemiş bir hanımefendi
... bir erkek tanıdığı tarafından, istemediği ilgi gösterilerine maruz
bırakıldığından yakınmaya başlar. Adamın açıkça kendisiyle evlenmeye can
attığını ve kendisini inatçı biçimde takip etmekte olduğunu açıklar. Son olarak
önemsiz bazı olaylar, adamın kendisini zorla kaçırma planları yaptığına
inanmasına yol açar ve buna dayanarak adama öfkeli bir mektup yazar, polise de
şikâyette bulunur. Tahkikat başlar ve adamın kendisine yöneltilen suçlamalar
konusunda tamamen masum olmakla kalmayıp hanıma asla en ufak bir ilgi göstermemiş
olduğu ve hatta onun varlığının farkında bile olmadığı ortaya çıkar.
Sonraki yirmi otuz yıl erotomani nispeten
kayıplara karışmış gibidir, ezkaza sözü geçse bile, paranoyanın birçok
çeşidinden biri olarak görülmektedir, o kadar. Yine sessiz geçen bir dönemin
ardından, de Clerambault'nun olgu tanımlarını izleyen psikiyatride bu duruma
ilgi yeniden canlanmıştır. 1956'da Balduzzi İtalya'da yeni bir olgu tanımladı.
Mutsuz bir
evliliği olan 26 yaşındaki bir kadında aniden, kendisine kürtaj yapmış olan
evli bir doktora karşı ateşli bir tutku gelişmişti. Sürekli telefon ederek,
hemen her gün mesajlar göndererek adamı taciz ediyor ve sık sık evine
gidiyordu. Kendi kızına hiç ilgi göstermiyor ve ağzından ‘O’nun haricinde
hiçbir laf çıkmıyordu. Adamın birçok kez ona ‘kendisininkinden de daha ateşli
karşılıklar vermiş' olduğunu öne sürüyordu. Dr. 'P' ile ilk karşılaştığında
‘Başka bir insana dönüşmüş olduğumu hissettim ... O zamana dek ben yaşamamışım'
diyordu. Bundan sonra kendisini yalnız hissetmez olmuştu ve ... ‘İnsanlar
benimle konuşmaya başladıklarında, önünde sonunda kaçınılmaz olarak onun
hakkında konuşuyorlar’ diyordu. Son olarak, doktorun karısı hastayı sözcük
anlamında kapıdan kovmuştu, ne ki tehditler ve sevimsiz sahneler ancak onun
sevgisini artırmaya yarıyordu. ‘Bu şekilde davranmasının tek nedeni, benim
henüz anlayamadığım bazı gerekçelerle duygularının tamamen aksi olan tutumlar
takınmak zorunda olması, çünkü başkalarının gerçek tutkulu aşkını anlamalarını
istemiyor; aslında karısıyım diye geçinen o kadın yakındaysa, kendisini bana
karşı sözel olarak daha saldırgan gibi göstermeye çalıştığına dikkat ettim.
Aslında Dr. P evli olamaz, o kadının kim olabileceğini bilmiyorum, ama tümüyle
kayıtsız kaldığım bir komedi oynamak üzere çağrılmış olduğunu biliyorum.'
Bu hasta ayrıca nesnesinden söz ederken
hastalıklı tutkusunun yoğunluğunu ortaya koyar:
'Hiç kimse veya hiçbir koşul bizi ayıramayacak, ölüm bile, çünkü
bu yalnızca bedeniyle sevenler için geçerlidir; ben onu onun beni sevdiği gibi
zihnimle sevdiğim için sonsuza dek ona bağlı kalacağım. O benim öylesine bir
parçam ki, kişiliğimle bütünleşiyor; her şeye rağmen o benden çok daha güçlü,
kuvvetli ve mantıklı; daima onunla yaşayabileceğim zamana dek asla bütün
olmayacağım.'
Kısa zamanda literatürde bunu başka olgu
tanımları izledi (Arieti ve Meth, 1959; Baruk, 1959).
Son yıllarda, folie a deux ve Capgras ve Fregoli sendrom- ları gibi, başka ender sendromlarla
birlikte, artan sayıda olgu (genellikle tekli olgu bildirimleri halinde)
tanımlandı (Pearce, 1972; Sims ve White, 1973; Drevets, 1987; Signer ve
Cummings, 1987; Wright ve ark., 1993; Carter, 1995; Strip ve ark., 1996; Mann
ve Foreman, 1996).
Şaşırtıcı olmayan biçimde,
Batı kültürlerinde değişen cinsel ahlakla birlikte, erotomanik sürecin
homoseksüel veya biseksüel doğada olduğu, hatta nesnenin bir çocuk olduğu
olgular bildirilir oldu (Mannion ve Carney, 1996; Michael ve ark.,1996;
Remilagton, 1997).
İzleyen örnekler erotomani teması üzerine
bazı çeşitlemeleri göstermek üzere seçilmiştir. Bazıları de Clerambault'nun
önermelerine uyarken diğerleri ya açıkça ya da daha hafif biçiminde paranoid
psikozun parçası olarak erotomani kavramına daha yakın özellikler ortaya koyar.
Olgu 1
Yirmi
yaşında, güzel konuşan bekâr bir kadın olan hastanın annesi o dört yaşındayken
ölmüş ve hasta daima küçük gördüğü, aşırı koruyucu babası ve katı babaannesi
tarafından büyütülmüştü. İlk cinsel ilişkisini 17 yaşındayken yaşlıca ve evli
bir erkekle yaşamış, daha sonra başka yaşlı erkeklerle, babasının katı biçimde
karşı çıktığı kısa süreli ilişkilere girmişti. Belirgin psikotik özellikleri
yoktu. Aşırı yorgunluktan yakınıyordu ve çok fazla yalan söylüyordu.
İki yıl boyunca 35 yaşında, toplumsal ve entelektüel olarak
kendisinden üstün bekâr bir erkeğe tutulmuştu. Kendisinin memur olarak
çalıştığı ofiste çalışıyordu. 'Benimle konuştuğu anda onu bütün hayatım
boyunca tanıyormuşum gibi hissettim ve bu beni korkuttu ... işte bu kaderimde
sevmek olan adamdı - o andan itibaren asla eskisi gibi olamadım.' İşi bu yüzden
bozulunca kovulmuştu. Ayrılmadan önce sözde sevgilisiyle yüzleşmiş ve ona olan
duygularını açığa vurmuştu. Adam onun duygularını fark edememiş olduğu için
şaşkına dönmüş ve hasta kollarını boynuna dolayıp ofiste onu tutkuyla öptüğünde
utancından yerine dibine geçmişti.
Görüşmede adam kadının ilgisinden gururlandığını ve ilk başta
böyle bir ilişkiye ters bakmadığını itiraf etti. Ancak hep yaşları arasındaki
farkı vurgulamış ve kadına onlar için hiçbir gelecek olmadığını ve evliliğin
olanaksız olduğunu tekrar tekrar ifade etmişti. Ara sıra kadını peşinden
koşmamaya ikna edebiliyordu, ama çok geçmeden kadın bir randevu daha ayarlamak
üzere yeniden telefon ediyordu.
Kadına kendi yaşında bir erkekle ilişki kurmasını önermişti.
Bundan sonra kadın ona çekici gelmeyen genç bir erkekle cinsel ilişkiye girmiş
ve sonra sevgilisine geri dönerek deneyin başarısız olduğunu, onun kendisi için
tek erkek olduğunu zafer kazanmış bir ifadeyle bildirmişti.
Başka bir
seferinde adama kontraseptif armağan etmiş, adamsa bu armağanı geri çevirmişti.
Her ikisi de cinsel ilişkiye girmediklerini söyledi, ancak adam başlangıçta
'yoğun ön oyunlarla' kadını kuşkuya yer vermeyecek tarzda kışkırtmıştı. Kadın
ofisten adamı günde birkaç kez arıyor veya evine telgraflar gönderiyordu, ta
ki adam çaresizlik içinde onu 'son bir kez daha' görme sözü verene kadar.
Kadın
hastaneye yattıktan sonra, hastanede sevgilisiyle bir buluşma ayarlandı. Onlar
için hiçbir gelecek olmadığını adam bir kez daha dile getirdi. Kadın o bu işi
'sıyrıksız atlatırken' kendisinin bu kadar acı çekmesinin hiç de adilce olmadığını
açıkladı. Sonra da adamın yüzüne sıkı bir yumruk attı, ama bir yandan da diğer
eliyle adamın elini tutuyordu. Bundan sonra olduğu yere yığıldı ve kendisi
için artık tek seçeneğin intihar etmek olduğunu söyledi. Hastanede olduğu
sürece adama telefon etmeye ve yazmaya devam etti, mektupları sevgi, hakaret ve
intihar tehditleriyle karmakarışıktı. İlaçlar, EKT ve içgörü yönelimli
psikoterapinin hiçbiri etkili olamadı. Tutkusunu yenmekte olduğunu öne sürmekle
birlikte, sıkış- tırıldığında hâlâ adamın kendisini çekici bulduğuna inandığı
ortaya çıkıyordu.
Olgu 2
On dokuz
yaşında bekâr bir kız ilk kez aspirin tabletleriyle intihar girişiminde
bulunduktan sonra psikiyatrik tedaviye alınmıştı. 'Bir rahibe âşığım, onun
için daha iyi olacağından kendimi öldürmeye çalıştım' diyordu.
Beş çocuğun
dördüncüsüydü. Babasını huysuz, ne yapacağı belli olmayan ve çocuklarına karşı
ilgisiz biri olarak tanımlıyordu. Baba haftanın yedi günü çalışıyor ve her gece
eve sarhoş dönüyordu. içerken ilk önce neşeleniyor, sonra sersemliyor ve son
olarak da saldırganlaşıyordu. Bunlara rağmen kızın çocukluğu nispeten olaysız
geçmiş gibiydi. Okulda başarılıydı. Ergenlik sırasında içine kapanmış ve aşırı
dindar olmuştu. Rahibe olmak, zaman içinde de misyoner olmak fikrini kafasında
evirip çeviriyordu. Tam bu sırada kendisinden 14 yaş büyük bir rahibe âşık
olmuştu. Bu ilk başta tek taraflı bir tutulmaydı, ama genç kıza göre 'aşkını
itiraf ettikten' sonra onun da duyguları güçlenmiş ve kök salmıştı.
Şaşırtıcı olan, intihar girişiminde bulunduğu sıralarda dört yıldır
rahibi görmemiş veya onunla konuşmamış, yalnızca ona uzaktan tapmış olmasıydı.
Ama, olaydan kısa süre önce yakın bir arkadaşının başka bir rahipten gebe
kalması anlamlı duruyordu, arkadaşı sonradan bu rahiple evlenmişti. Genç kızı
intihar girişimini bir tür kendine zarar verme eyleminden çok, kendini feda
etme, 'rahibin sorununu çözecek bir eylem' olarak tanımlamaya iten de bu
rahatsız edici olay olabilir. Dahası, inancını tümden yitirdiğini, yaşamda
hiçbir anlam göremediğini, başkalarının da yaşamı neden anlamlı bulduklarını
bir türlü anlayamadığını öne sürüyordu.
Birkaç ay sonra, olanları öğrenince rahibin ona 'oldukça soğuk,
resmî bir mektup' yazdığını söyledi. Bunun ardından, ısrarla 'rahibin ondan
hâlâ hoşlandığını' kendisine söylediğini iddia ettiği ortak bir dostlarının
önerisine uyarak rahiple temasa geçmişti. Aralarında ne geçtiyse, bu ona önemli
bir duygusal rahatlama sağlamış gibiydi. Artık kendini 'çok daha aklı başında'
hissettiğini ve 'ilişkiyi' çok daha gerçekçi biçimde görebildiğini söylüyordu.
Bir zamanlar 'o yaşamıma girebilecek tek erkek' derken, artık kendini 'erkek
arkadaş' bulmakta özgür hissediyordu ve gerçekten de izleyen aylarda birçok
arkadaşı oldu, bir keresinde bir hafta içinde beş farklı erkekle çıktığı için
'adım çıkmaya başlıyor' demişti.
Bir yıl sonra, hâlâ duygusal olarak olgunlaşmamış, olayları
dramatize etme eğilimindeki bir genç kız olsa da, rahibe olan erotomanik
bağlılığına geri dönüş olmamıştı.
Olgu 3 daha öncekilerden erkek oluşu ve kayda
değer affektif unsurların varlığıyla ayrılır. Diğer bazı psikotik belirtilerin
varlığına ve özgün sanrısal inancının kısmen diretmesine karşın sonlanımı en
sonunda iyi olmuş gibi duruyor.
Olgu 3
41 yaşında
bekâr bir çiftçi olan erkek hasta, ilk olarak çeşitli fiziksel semptomlardan
yakınması üzerine evinde görüldü. Semptomlar için herhangi bir fiziksel neden
saptanamadı, ancak mastürbasyonla ilgili suçluluk duygularıyla giderek artan
biçimde aşırı uğraşısı vardı. Aynı zamanda yöredeki veteriner hanıma karşı bir
tutku geliştirmişti ve onun da duygularına karşılık verdiğine inanıyordu.
Veteriner birkaç kez sürüsüne bakmak üzere çiftliği ziyaret etmişti, ancak
hayvanlar hakkında birkaç söz dışında aralarında hiçbir şey geçmemişti. Ne var
ki adam ona saplantı geliştirmişti, kadını gece evinde ziyaret etmeye
çalışıyor, telefon ediyor ve bazen müstehcen içerikli tutkulu mektuplar
yazıyordu; örneğin, 'Bilmek istediğim şey şu, şu anki aklın boğayı becerdiğin
günküyle aynı mı?’ Bu tür mektuplarda ayrıca onunla evlenmek istediğini de
belirtiyordu ve bir keresinde Belediye Binası'nda kendisiyle evlenip
evlenmeyeceğini sormak üzere şehre bile inmişti. Onun kendisini sevdiğine
inandığını da açıklamıştı. Kendisinden çok daha eğitimli (o okuma yazmayı sekiz
yaşında sökmüştü) olması ve bir mesleği bulunması sayesinde hayatta ondan çok
daha yüksek konumda olduğunu itiraf ediyordu. Kadının onun hevesini kırmaya ve
uzak tutmaya çalıştığı gerçeğini diğer bir mektupta dile getirmişti: '
...Yaşamımda bu kadar önemli bir kişiyle konuşamamak çok can sıkıcı.’
Zaman zaman
ileri derece çökkünleşiyor ve çiftliğinin bakımsızlığına seyirci kalıyordu,
ancak hayvanlarını hiç ihmal etmiyordu. Düşünceleri bulanıktı ve şaşkın hale
gelmişti, ki bu bazı mektuplarının içeriğine yansıyordu. Ayrıca bölgedeki insanların
onun hakkında konuştuklarına, özellikle de evlenmesi gerektiğini
söylediklerine inanıyordu. Ayrıca önceki aylarda onu bir hayli düzenli ziyaret
etmiş olan Yehova Şahitlerinin bıraktıkları broşürlerde gördüğü çeşitli
'işaretler' onu endişelendiriyordu.
Psikotrop
ilaçlarla tedavisine ilk önce evinde başlandı, ancak işbirliğine girmediği ve
veteriner hanımı taciz etmeyi sürdürdüğü için zorla hastaneye yatırılması
gerekti. Bundan sonra durumu düzeldi ve hanıma karşı olan saplantısı tümden yok
olmasa bile azalmaya başladı.
Dört yıl sonra tuhaf düşünceler geliştirdiği ve kendisi hakkında
kaygılandığı için psikiyatra gönderildi. Ancak yeniden görüldüğünde bu
semptomlar ortadan kalkmıştı. Bundan sonra bir kez daha çok sayıda somatik
semptomdan yakınmaya başladı. Bu kez ne depresif ne de paranoiddi ve durumu
tiyo- ridazin verildikten sonra düzeldi. Veteriner hanımla ilgili sorular
sorulduğunda onu yıllardır görmediğini ve kadın bölgeden ayrılmış olduğu için
artık onunla temas kurmaya çalışmadığını söyledi. Bununla birlikte, 'Hiçbir
şey söylemeden de duygularınızı gösterebilirsiniz' diyerek kadının ona âşık
olduğuna hâlâ inandığını açığa vurdu.
Son görüldüğünde ilaç kullanmıyordu, buna karşın iyilik hali
sürüyordu.
Olgu 4
Boşanmış, 33
yaşında bir kadın, başvurduğunda şarkı yazarı Paul McCartney'in kendisine âşık
olduğuna inanıyordu. Ailede akıl hastalığı öyküsü vardı, anne tarafından dayısı
yaşamının büyük bölümünü bir akıl hastanesinde geçirmişti. Ana-babası
sağlıklıydı ve hasta dört çocuğun en büyüğüydü. Bir erkek kardeşi açık biçimde
şizofrendi.
Kendi kişisel öyküsü bir hayli kaotikti. Birçok ilişkisi olmuş ve
asla herhangi bir işi uzun sure yürütememişti. 16 yaşındayken ilk erkek
arkadaşının onu zorla baştan çıkartmış olduğunu öne sürüyordu, sonraları
Iranlı bir aşçı ile evlenmiş ve dokuz ay sonra fiziksel taciz iddiasıyla ondan
boşanmıştı. O sırada bir lezbiyenle birlikte yaşıyordu. Ayrıca istenmeyen
gebelikler için üç kez terapötik kürtaj geçirmişti.
McCartney ile ilk kez 18 yaşındayken, ondan imza istediğinde
karşılaştığını söylüyordu. O karşılaşmadan beri onun kendisine delice âşık
olduğunu öne sürüyordu. İlk buluşmadan birkaç gün sonra bir sanatçı onu aramış
ve portresini yapıp yapamayacağını sormuştu, kendisini Paul McCartney'in
gönderdiğini söylemişti. Bundan sonra McCartney ile kendisi 19 yaşına basana
kadar kısa süreli bir ilişkisi olduğunu söyledi. Sonradan başına bela
kesildiği ve yaşamına egemen olduğu için McCartney'e olan duyguları
değişmişti. Bunu onun kendisine karşı saplantısı olduğu için ve kendisiyle
evlenmek istediği için yaptığını belirtiyordu. Nereye giderse gitsin adamın
kendisini izlediğine ve bunu yapamayacak durumda olduğunda da
çevresindekilerden birini ya da ‘kuklalarını' kendi yerine gönderdiğine
inanıyordu. Birçok kez onun tarafından kaçırıldığını iddia ediyordu, onun
kendisini bir otele götürdüğünü, kendi fotoğraflarını gösterdiğini ve cinsel
ilişkiye zorladığını söylüyordu. McCartney'in özel hekimi daha sonra ona
yaşadıklarını unutturan bir madde enjekte ediyordu.
Ruhsal durum muayenesi, merkezde birincil sanrısı olan, bakımlı ve
çekici genç bir kadın olduğunu ortaya koydu. Bilişsel işlevleri sağlamdı,
hiçbir biçimsel (forma/) düşünce bozukluğu ve varsanı yoktu. Bununla birlikte
bazı alınma fikirleri vardı.
Birkaç aylık tedavinin ardından sanrıları perfenazine yanıt verdi.
Ancak bir yıl boyunca semptomsuz kaldıktan sonra aynı semptomlar geri döndü.
Sanrıların yoğunluğunu azaltmak ve nispeten normal bir yaşam sürebilmesini
sağlamak için birkaç ay antipsikotik ilaç verilmesi gerekti.
Bu dört olgunın dördü de de
Clerambault'nun özgün tanımına oldukça iyi uyuyor gibi. Hiçbirinde gözlemcinin
hastaların psikotik olduklarına inanmasına yol açacak diğer semptomlara dair
bir kanıt yoktu. Ancak, izleyen olgu biraz farklı bir kategoridedir ve Hart'ın
(1921) kız kurusu deliliği tanımına daha çok uyar.
Olgu 5
Üniversitede
okutman olan 41 yaşında, evde kalmış bir kadın olan hasta, diğer bir fakültede
ders veren, kendisinden on yaş kadar büyük, hiç evlenmemiş bir profesöre âşık olmuştu.
Başkalarıyla daha önce bir veya iki prodromal epizot yaşamıştı, ancak bu
seferki tutkusu epey ani başlamıştı. Erotomanisi çevresinde odaklanan alınma
fikirleriyle birlikte ayrıntılı sanrı- sal bir sistem geliştirdi.
Öğrencilerin onun adama, adamın da ona olan tutkusundan haberli
olduklarına ve üniversiteye gelişini adama bildirdiklerine inanıyordu, nitekim
kendisi orada olmadığında adamın 'en şahane halinde' olduğunu söylüyordu.
Adamı düzenli aralıklarla rahatsız ediyordu, fazla yazmıyordu ve adamın onun
hevesini kırma çabalarını ve görünür düşmancıllığının kendisine karşı altta
yatan derin tutkulu duygularını gizlediğinde ısrar ediyordu.
Üniversite dışından insanların bu ilişkiyi bildiklerine inanıyordu.
Esnafın ve başka insanların hareketlerini kendi tutkusu ışığında anlamlı
biçimde yorumluyordu. 'İşler yolunda gittiğinde kasap gülüyor, kendi doktorum
da. Rahip bana "kötü kötü" bakıyor ve gözleriyle beni öldürüyor.’ Bu
mono-ideistik sanrı ve alınma fikirleri dışında psikoza dair pek az kanıt vardı
ve işini sürdürebiliyordu. Üç yıllık bir dönem boyunca gözlendi ve bu sürede
hastalıklı tutkusu hafif dalgalanmalar dışında değişmeden kaldı. Çocukluğunda
birçok erotik deneyim yaşadığını ve birkaç yıl yaşlı, dul bir adamla cinsel
ilişkisi olduğunu itiraf etti, bu üniversite profesörüne tutulmasından epey
önceydi.
Bir sonraki olgu, sanrıların nesnesi
herhangi bir nedenle sahneden çekildiğinde neler olduğunu göstermesi açısından
anlamlıdır.
Olgu 6
Yirmi yılı aşkın süredir devamlı akıl hastalığı olan 50 yaşında
bir kadın. iki kardeşin küçüğü idi. O bebekken başka bir adamla kaçmış olan
annesini hiç görmemişti. Beş yaşındayken bir erkek tarafından uğradığı cinsel
taciz ve on bir yaşındayken de babasının cinsel tacizi yüzünden travmatik bir
çocukluğu olmuştu. Kendisinin üç çocuğu olmuş ve ikiz oğullarından biri
yıllarca şizofreni tanısıyla hastanede yatmıştı. 24 yıl evli kaldıktan sonra
1976 yılında boşanmıştı. O zamandan beri dinî nikahlı kocasıyla yaşıyor ve bu
bildiri yazıldığı sıralarda yardımcı hemşire olarak ve yarım gün bir alışveriş
merkezinde tezgâhtar olarak çalışıyordu. 1962'den beri antipsikotik ilaçlar ve
EKT dahil çeşitli psikiyatrik tedaviler görmüştü. İşlevselliğinin daha iyi
olduğu dönemler olmakla birlikte, tüm tedavi süresince psikotik olmayı
sürdürdü. Bir dizi mal müfettişi ile ilgili erotik aşırı uğraş geliştirdi.
Hastalığının başlangıcında bürolardan birindeki bir mal müfettişini hedef
seçmiş ve onu ikizlerinin babası olmakla suçlamıştı. Birkaç yıl sonra adam
öldü ve hasta bundan sonra saplantılı duygularını aynı bürodan başka bir
müfettişe aktardı. Adamla nasıl karşılaştığına dair ayrıntılı tanımlar yapıyor
ve onu üçüncü çocuğunun babası olmakla suçluyordu. Bu adam da günün birinde
emekli oldu ve bölgeden ayrıldı, ne var ki hasta bu kez yine aynı bürodan diğer
bir müfettişle ilgili benzer duygular yaşamaya başladı.
Ruhsal durum muayenesinde hoş, orta yaşlı bir kadın olduğu
gözlendi. Konuşması kendiliğindendi ve duygulanımı normaldi. Bununla birlikte,
sınırları iyi çizilmiş bir sanrısal sistemi olması açısından psikotikti.
Varsanısı yoktu ve bilişsel işlevleri sağlamdı.
Önceki olguların en azından ilk dördü, de
Clerambault'nun kavramına yakından uyuyor gibiydi, bunların aksine bir sonraki
olgu, odak noktası bir erotomanik sanrı olan gerçek paranoid şizofreniye bir
örnek olarak seçildi. Görünürde birincil olan bu özelliğe karşın, tartışmasız
şizofrenik semptomların yanında, ego işlevinde belirgin bir bozulma göze
çarpıyordu.
Olgu 7
ilk kez
görülmesinden altı yıl önce, 44 yaşındaki boşanmış bu hanımda aynı firmada
çalışan, çok saygın, evli bir adama karşı ani bir ilgi gelişmişti. O andan
itibaren adamın varlığını ‘güçlü biçimde hisseder' olmuştu, bir ay boyunca
güçlü bir bağ hissediyor ve zaman zaman ‘kazara-bilerek dokunmalar
oluyordu. Daha sonra giderek kafasının içinde ‘tuhaf bir basınç'
fark eder oldu, omuzlarında da daha önce hiç başına gelmemiş 'ağır, yüklü bir
basınç' hissi vardı, bunları güçlü biçimde etkilendiği adama bağlıyordu.
Nihayet kafasının içinde bir basınç hissi yaşamakla kalmayıp, ilk
kez olarak bir sesin 'onu biz yaptık, biz ettik!' dediğini işittiği bir noktaya
geldi. Bunu bir tür engelin yıkıldığı şeklinde yorumladı, bunun sonucunda
artık zihinsel telepati yoluyla sevgilisiyle iletişim kurabiliyordu, o
'verici', kendisi 'alıcı' idi. Sanki birisinin onunla 'zihinsel dalga boyu
aracılığıyla’ konuştuğunu söylüyordu. Ertesi gün, o ve adam iş yerinde
birlikte otururlarken, zihninde adamın sanki 'seni seviyorum' dediğini işitti.
Aynı tarzda yanıt verdi, yani zihninden, tek bir kelime etmeksizin. İlk kez
muayene edildiği zamana dek, 'bazen isteyerek, bazen de hiç istemeyerek'
sürekli bu türde bir temas içinde olduğunu hissetmişti. Ayrıca, 'göbek
deliğinde bir uyarılma ve yadsınamaz bir cinsel sıcaklıkla birlikte
vajinasında tıpkı bir erkek onu orgazma götürebilecek bir tarzda içine girermiş
gibi hisler' yaşadığını söylüyordu. Ona göre bu gerçek bir ilişki olmaksızın
cinsel birleşme yaşamanın bir yoluydu.
Bütün bu zaman boyunca kafasının içinde açıkça ama sessiz biçimde
adamın sesini ve bazen başka birinin sesini işitiyordu. Bazen seslerin
söyledikleri anlamlı gibiydi; bazen de tümü 'hiç anlaşılmaz laga luga' idi.
İşittiği seslerden biri onunla ilgili aşağılayıcı sözler söylüyordu. Bazen
bunlar ona bir tür sevişme gibi gözüken belli sözcüklerin sürekli tekrarlanmasından
oluşuyordu; 'mısır’, 'darı', 'buğday', 'mühendis', ‘organizasyon’,
'pornografi', 's.k’, 'şehvet', '.m', 'bok', 'vasiyetname', ‘john', 'ana
kontrol', 'boynuzlama', 'kararmış' vs. On günlük bir dönem boyunca neredeyse
sürekli olarak 'bok' dendiğini işitmişti. Bundan o kadar rahatsız olmuştu ki,
el yazısını hiç değiştirmeye kalkışmadan adama postayla iki paket tuvalet
kâğıdı göndermişti! Ayrıca giderek, sıradan şeylerde 'cinsel simgeler' görmeye zorlandığını
fark ediyordu. Daha sonra, söz konusu adamın 'düzüşme' adını verdiğini sandığı
bir hareket yapmaya başladı, pelvisi istemsiz biçimde kasılıyordu ve bunun
üzerinde hiçbir denetimi yoktu. Seslerin söylediklerinden sanki adam kadın ve
geçmişi hakkındaki her şeyi biliyor gibiydi. Bazen ses daha sevecendi. Bir
keresinde 'evleneceğiz' demişti. Bu yaşantıdan sonra hasta bebek giysileri
örmeye başlamıştı.
ilaç tedavisiyle durumu kayda değer düzelme gösterdi ve kısa
sürede kendini ilaç almasına gerek kalmayacak kadar iyi hissetmeye başladı.
ilacı kesmesinin ardından, bekleneceği üzere, alevli psikotik semptomları geri
döndü ve daha sonrasında tedaviye işbirliği göstermeyi reddetti.
De Clerambault sendromu sanrının tek
psikopatoloji olduğu, birincil veya saf erotomaniden söz edilebildiği durumlarda
birincil şeklindedir. Ancak, durum daha yaygınlaşmış paranoid bir psikozun
veya diğer bir psikotik bozukluğun yalnızca bir parçası olduğunda en iyi terim ikincil
erotomanidir.
Birincil sendromun klinik
özellikleri, ki hepsinin aynı anda bir arada bulunması gerekmez:
•
Diğer bir kişiyle bir aşk iletişimi
içinde olduğuna dair sanrısal bir inanış vardır.
•
Bu kişi çok daha yüksek bir konumdadır.
•
İlk âşık olan ve ilk adımı atan o
kişidir.
•
Aşk sanrısının nesnesi değişmeden kalır.
•
Hasta sevilen kişinin paradoks
davranışlarına bir açıklama getirir.
•
Varsanılar ve başka psikotik özellikler
yoktur.
•
Başlangıç genellikle anidir.
Daha önce gösterildiği gibi de
Clerambault'nun kendi olgularının da hepsi saf tipte değildi, bazılarında,
büyük olasılıkla bağlantılı diğer paranoid psikozlar olduğu açıktı. Bununla
birlikte, bu diğer olguların bazıları ve Balduzzi'nin (1956) olgusu ile Baruk (1959) tarafından tanımlanan diğer olgu, en azından
ilk bakışta birinci kategoriye girecek gibi dururlar.
Bizim bildirdiğimiz
olgulardan ilki saf erotomani örneği gibi durmaktadır. Bununla birlikte, hiç
alınma fikirleri bulunmadığı ve hastalıklı tutkunun kesin bir başlangıcı
olduğu halde, zorlanmadıkça 'sevgilisinin' kendisine olan duygularını hastanın
açıkça dile getirmemesi ve bu durumda bile kovalayanın çoğunlukla kendisi
olduğunu itiraf etmesi açısından atipiktir, çünkü normalde tam tersi öne
sürülür, yani adamın onun peşine düşmüş olduğu. Bu olguda kadının
davranışlarının çoğunda 'psikopatik' bir tını bulunmakla birlikte, tartışmasız
psikotik hiçbir özellik yoktu.
İkinci olgumuz bazılarının
abartılmış bir ergenlik tutkusu olarak görmeyi yeğleyeceği bir olgudur. Yine
de onun durumunu da de Clerambault sendromu başlığa altında ele almayı haklı
gösterecek gibi duran diğer özellikler vardı. Özellikle ilginç olan, görünürde yüzleştirme yoluyla iyileşmesiydi ki bunun istisnai bir durum olduğuna dikkat edilmelidir.
Üçüncü olgumuz da de
Clerambault önermelerini karşılar gibi durmaktadır, ancak bir süreliğine bazı
alınma fikirleri olmuştu. Daha sonra bunlar ortadan kalkmakla birlikte, çok
güçlü biçimde bağlanmış olduğu hanımın da onu sevdiği yolundaki sanrısı
direniyordu, ancak bu fikrinin gücü, onu artık bu yönde herhangi bir eylemde
bulunmaya zorlamayacak derecede azalmıştı.
Dördüncü ve beşinci
olgularımız daha yaygın alınma fikirleri sergiliyor ve bu açıdan açık paranoid
psikoza daha yakın gibi duruyorlar. Yine de hiçbir varsam veya tartışmasız şizofreni
semptomu yoktu. Bu yüzden bu hastaların durumlarına 'kendi içinde sınırlı
(enkapsüle)' gözüyle bakılabilir; her ikisinin de gözlem altında tutulduğu
yıllar boyunca bu durumları direnmiştir.
Son olgumuz, ilk altısının
aksine, yalnızca dirençli işitsel varsanılar değil, ayrıca daha önce de
belirtildiği gibi, açıkça şizofrenik başka semptomlar da sergiliyordu ve bu
açıdan onun durumu net olarak de Clerambault kategorisinin dışında
kalmaktadır.
Özne - büyük çoğunlukla bir kadındır. Arieti ve Meth'in (1959) tutulan kadınların genellikle evli
oldukları yolundaki iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. De
Clerambault olgularının incelenmesi böyle bir kanıt ortaya koyamadığı gibi,
bizim yedi olgumuzun beşinin evlenmemiş ve ikisinin boşanmış olduklarına da
dikkat edilmelidir.
Yazında erkek özne örnekleri
bulunmakla birlikte enderdir, bu da yazarların klinik deneyimleriyle
tutarlıdır (Taylor ve ark., 1983). Bildirilen erkek olguların birçoğu aslında ikincil erotomani
örnekleridir (Magner, 1992; Dursun ve ark., 1994).
Nesne - genellikle erkektir ve tipik olarak öznenin yalnızca
kısacık bir süre karşılaşmış olduğu birisidir. Genellikle hastadan entelektüel
ve toplumsal olarak üstündür ve genellikle çok daha yaşlıdır. Kitle iletişimi
ve ağır medya çağı olan günümüzde nesnenin tanınmış, halka mal olmuş bir
kişilik olması olağandışı değildir.
Sık olmamakla birlikte,
nesneye duyulan patolojik ilginin eşcinsel veya homoerotik doğada olduğu
olgular bildirilmiştir (Peterson ve Davis, 1985; Urbach ve ark., 1992; Boast ve Coid, 1994) bunlar arasında kadın eşcinsel eroto-
manisine ait örnekler de yer alır (Dunlop, 1988). Michael ve ark. (1996) daha sonraki bir evrede heteroseksüel
eroto- maniye dönüşen bir eşcinsel erotomani olgusu tanımladı.
Bazı hastalar kurbanlarının
yaşamında kaos yaratabilirler. Aralık vermeksizin onları gerek evde gerek
işyerinde uzun süreler boyunca mektup ve telefon bombardımanına tutabilirler.
Kurbanların hissettiği psikolojik stres ve kişisel gerginlik muazzam ve bezdirici
olabilir.
Bazı hastalar taciz, hatta
sanrılarının nesnelerine saldırıda bulunmak suçuyla tutuklanabilirler. Bu
ikinci fenomen özellikle hastanın tekrarlı girişimleri yanıtsız kaldıktan
sonra, sıklıkla aşkın yerine kin veya nefretin geçtiği aşamaya ulaştığında
ortaya çıkma eğilimindedir. Bu durumun adli yönleri bu bölümün daha sonraki bir
bölümünde ele alınacaktır.
De Clerambault sendromunun nozolojik
konumuna ilişkin büyük tartışma sürmektedir: daima diğer bir psikotik bozukluğun/sürecin
parçası olarak mı ortaya çıkar, yoksa saf, birincil biçiminde de gelişip var
olabilir mi? Her iki bakış açısının altında yatan savlar de Clerambault send-
romuyla sınırlı değildir, başka birçok eponim duruma da uyarlanabilir.
Bir dereceye kadar, tarih
çarkı tam devir yapmıştır ve eski zamanlarda paranoya veya monomani olarak
sınıflandırılacak durumlar bir kez daha modern sınıflandırma sistemlerindeki
şizofrenilerden ayrı bozukluklar olarak sınıflandırılmaktadır. Sanrısal
Bozukluk terimi hem ICD- 10 hem de DSM-IV'te yer alır ve tek bir sanrı (DSM-IV'e göre 'tuhaf
olmayan') veya son derece değişken içerikli ve bağlantılı bir dizi sanrı ile
karakterize bir grup duruma gönderme yapar, bunlarda bazen varsanılar olsa bile
baskın değildirler. DSM-IV'te ayrı, farklı bir alt tip -erotomanik tip- tanınır.
Durumun etiyolojisi açıkça
anlaşılmış değildir. Açık organik patoloji olgularıyla ilişkili olarak
tanımlanmış olmakla birlikte, nedenleri ve psikopatolojisi hemen hemen kesin
olarak işlevsel psikoza aittir. Özellikle birincil send- rom örneklerinde
bozukluğun genellikle önceden var olan belirgin kişilik özellikleri üzerine
binmiş psikopatolojik süreçlerden doğuyor olduğu düşünülür.
Ellis ve Mellsop (1985),
kendilerinin beş olgusuyla
birlikte, 1966 ve 1985 arasında İngilizce yazında tanımlanmış 53 olguyu gözden geçirdiler ve sonuçta
birincil sendromun varlığını sorguladılar. Yakından incelendiğinde olguların
çoğunluğunun de Clerambault önermelerinin tümünü karşılamadığını ve bu yüzden
şizofreni gibi diğer bozuklukların örnekleri şeklinde sınıflandırılmalarının
doğru olabileceğini öne sürdüler.
Ne var ki, buna alternatif
olarak Mullen ve Pathe (1984) 16 olgu tanımladılar ve örneklemi birincil (beş olgu) ve
ikincil (11 olgu) şeklinde böldüklerinde iki grup arasında ayrıma götüren bazı
etmenler gözlemlediler. Sözgelimi birinci grubun hepsi de Kişilik Bozukluğu
için DSM-III-R ölçütlerini dolduruyordu ve ikinci grupta erotik odak bir
nesneden öbürüne kayma eğilimindeydi. Bu yazarlar ayrı bir tanısal antite
olarak birincil erotomani kavramının tutulması gerektiğini öne sürdüler.
Benzeri bir görüş de yakınlarda Garland ve McGennis (1998) tarafından en azından pragmatik zeminde
yorumlandı.
Yazarların görüşüne göre,
eponim sendromlardan hoş- lanmayanlar üzülecek olsalar da, de Clerambault
sendromunun nozolojik bir antite olarak korunmasının haklı bazı gerekçeleri
vardır.
Yazında erotomanik semptomatoloji ve
sendromla- rın Alzheimer hastalığı, HIV enfeksiyonu ve beyin hasarı gibi
yaygın beyin hastalıklarıyla birlikte ortaya çıktığı olgular bildirilmiştir
(Drevets, 1987; Boast ve Coid, 1994; John ve Ovsiew, 1996). Anderson ve ark. (1998) tarafından nörolojik ve tıbbi durumlara eşlik eden birkaç
erotomani olgusu üzerine yararlı bir derleme yapılmıştır. Bununla birlikte bu
tür örnekler bildirilen bütün olguların küçük bir azınlığını oluşturur ve
etiyolojik açıdan de Clerambault sendromu işlevsel bir psikoz gibi davranır.
Michael ve ark. (1996) polikistik over hastalığı ile birlikte,
ilginç bir biseksüel erotomani olgusu tanımladılar. Bu yazarlar, durumun oral
kontraseptifler ve steroidlerin alımından sonra ve kürtajın ardından da
gözlemlendiğine bakarak, santral monoaminlerin psikoz için organik bir substrat
oluşturabilecekleri varsayımını ortaya attılar. Dahası, Wijeratne ve ark. (1997) yapısal ve işlevsel nörolojik
görüntülemede bir tümör nedeniyle çocuklukta uygulanmış radyoterapiye bağlı
sol medyal temporal lob hasarının ortaya konduğu bir birincil erotomani olgusu
bildirdiler. Yazarlar psikotik semptomlarla beyin işlevi arasındaki, özellikle
de psikotik hastalarda medyal temporal lobla frontal korteks arasındaki
bağlantıların nasıl bozulmuş olabileceğine ilişkin güncel fikirler zemininde bu
olguyu tartıştılar. Buna göre, daha sonra sanrıların gelişme nedeni, iç
bilişsel gözlemde bozukluktur.
Erotomanide psikopatolojinin merkezinde
genellikle ikide- ğerlikli cinsel tutum yatar. Erotomaninin temeli kesinlikle
platonik aşk değildir. Tersine, de Clerambault hastaların çoğunun cinsel ilişki
açlığı çektiklerini gösterdi. Bazılarının yazdıkları şeyler kaba
cinsellikleriyle hayal gücünü zorluyordu. İlk olgumuzun sevgilisiyle
ilişkisinde kesinlikle platonik bir yan yoktu, kontraseptif vererek adamı
baştan çıkarma girişiminde bulunmuştu. Ama buna karşın, hastaların
kendilerinin sıklıkla evlenmemiş olmaları ve aşk nesnesinin yalnızca farklı
toplumsal konumlar yüzünden değil, aynı zamanda evli olduğu ve diğer nedenlerle
evle- nilemez olduğu için genellikle ulaşılamaz olması gerçeğini de göz önüne
alınca, gözlemciler hastanın davranışı ne kadar açık biçimde cinsel olsa da
cinsel doyumdan kaçınma gereksiniminin var olduğu sonucuna ulaşmak zorunda
kalabilirler. Bazı olgularda hastanın kötülük gördüğü yolunda bir fikir
geliştirmesine yol açan da bu olabilir, hasta kendisine, istemediği cinsel
yaklaşımlarda bulunulacağından korkar.
Ne yazık ki, de Clerambault
diğer açılardan titiz bir ayrıntıyla tanımladığı hastaların geçmiş öykülerine
veya kişiliklerine pek az ilgi göstermiş. Bunun sonucunda da durumun
psikopatolojisine çok az göndermede bulunmuş. Bizim kendi olgularımıza
göndermeyle psikopatolojiyi anlama girişiminde bulunulabilir.
İlk olgumuz tek çocuktu. Dört
yaşındayken, yani büyük olasılıkla ödipal duruma girmişken, annesi ölmüştü. Bundan
sonra baskıcı babasının bakımına bırakılmış ve dokuz yaşından itibaren ona kin
beslemeye başlamıştı, bununla birlikte babasındansa 'sessiz, pasif bir tip'
olan amcasına sığınmayı tercih ediyordu. Bundan sonra kendisinden yaşlı
erkekleri arar oldu, bu da babasının hiç onayladığı bir durum değildi. Annesine
bağlı bir adam olan sevgilisinin ona amcasını çok andırdığını itiraf etti, ama
hem onun hem de amcasının babasının huylarının tam tersi huyları olduğunda
ısrarlıydı.
İkinci hastamızın da
babasıyla ilişkisi bozuktu, içkili olduğundaki davranışları yüzünden onu hor
görüyordu. Bu pekâlâ da sevgisini aşk nesnesine, onun için açıkça ideal babayı
temsil eden bir rahibe aktarmasına yol açmış olabilir. İdeal baba olması rahibin
yalnızca sevilmesine yol açmakla kalmıyor, güvenle yani herhangi bir cinsel
karşılık tehlikesi olmaksızın sevilmesini de sağlıyordu. Bunun büyük
olasılıkla doğru olduğu, bir arkadaşının diğer bir rahiple gerçekten cinsel
ilişkiye girmiş olduğunu öğrendiğinde kendi fantezi ilişkisinin
'güvenliliğinin' kuşkuya düştüğü gerçeğinde ortaya konuyor gibi. Bu da intihar
girişiminin yanında bunun 'rahibin sorununu çözeceği' şeklindeki psikolojik
yansıtmayı açıklıyor.
Üçüncü hastamızda belirgin
olan affektif unsur ve hipo- kondriyak özelliklerden daha önce söz edilmişti.
Bununla birlikte, altta yatan psikopatolojisi açısından daha çarpıcı bir
özellik, görünürde mastürbasyonla ilgili, ama daha büyük olasılıkla latent
homoseksüel eğilimleriyle ilişkili güçlü cinsel suçluluk duyguları olabilir. Bu
bir aşamada hafif alınma fikirlerinin, örneğin yöredeki insanların evlenmesi
gerektiğini söyledikleri yolundaki inancın, geçici olarak ortaya çıkmasına yol
açmış olabilir.
Durumu Hart'ın (1921) kız kurusu deliliğine benzetilen beşinci hastamız şimdiye dek ele alınanlardan
farklıdır, çünkü daha önce birçok cinsel deneyim yaşamıştı, ayrıca çok daha
gençken, kendisinden bir hayli yaşlı bir adamla uzun süren bir ilişkisi
olmuştu. Ancak bu ilişki yüzünden, özellikle baskıcı annesinin paylamalarının
da katkısıyla, sürekli kendini suçlu hissediyordu. Üstelik, orta yaşlı,
evlenmemiş bir üniversite profesörü olan aşk nesnesi, ka- nıtlanamasa da,
pekâlâ eşcinsel olabilirdi. Gerçekten de birçok erotomanik sendrom olgusunda
seçilen aşk nesneleri ayrıntılı incelenmeyi hak eder. Beş numaralı olguya ek
olarak, bir numaralı olguda da sözde 'sevgili' evlenmemiş, orta yaşlı bir
bekârdı, ki onun da yine, açık değilse bile örtük eşcinsel eğilimleri bulunmuş
olabilir, iki numaralı olgudaki rahip gibi diğer özelliklerinin yanı sıra bu
eğilimi yüzünden de ulaşılamaz ve böylelikle aşk nesnesi olarak 'güvenli'
sayılmış olabilir.
Bu temanın ardından gitmek
yerinde olabilir. Bu bağlamda Arieti ve Meth'e (1959) göre erotomanide söz konusu aşk, yadsınan
veya başka bir kişiye yansıtılan kendine- âşık olma olabilir, ya da alternatif
olarak sanrısal kıskançlık sendromundaki psikojenik düzeneklere benzer,
yadsınmış bilinçdışı homoerotik eğilimler yerine sanrısal heterosek- süel bir
bağlılığı koyan savunma manevrası olabilir. Freud bu savunma manevrasını şu
formülasyonla sunar, 'Onu (erkek) sevmiyorum; öbürünü (kadın)
seviyorum çünkü o beni seviyor'. Ancak Reik (1963) Freud'un formülasyonu- nun erotomanide
narsisizmin rolüne yeterli ilgiyi göstermediğini düşünüyor ve bu hastalığın
hasta tarafından, önemsizlikten türeyen 'aşağılanma ve horgörünün derinliklerinden'
kendini kurtarma girişimi olarak görüyordu.
Gerçekten de bu olgularda
narsisizm vardır, hem de bol bol. Sözgelimi, Hamilton Dükü'ne karşı muazzam bir
tutku (asla adamla karşılaşmamış olmasına karşın yedi yıl süren ve 84 ciltlik günlüğünün birçok sayfasını
dolduran bir tutku) geliştirmiş genç bir Rus kızı olan Marie Bashkirtseff,
biyografisini yazan Doris Langley Moore'a göre, bir ergen için olağan
sayılandan daha narsisistikti. Operada bir gösteriyi beğenmediğinden
yakınırken, o sırada kendisine hayran olacak kimse bulunmadığı için
yazdıklarına şunu ekliyordu, 'Ben saatlerce giyinme odamda aynanın önünde
çırılçıplak oturabilirim. Hiç kimse böyle bir beyazlık, incelik ve endam
zarafeti görmemiştir' (Moore, 1966).
Balduzzi (1956) hastalarında belirgin narsisistik eğilimler
bulunduğundan özellikle söz etmemekle birlikte, kadının sevgi arzusunun
akrabalarının ilgisini kaybetmesi sonucunda saplantı boyutuna ulaşmış olduğu
sonucuna varmış olabilir. Kadının kendisinden çok daha yaşlı, pa- ranoid bir
kıskançlık eğilimi olan sert yapılı kocası baba imgesini yeniden oluşturmuş
gibi durmaktadır. Bununla birlikte, ikisi arasındaki ilişki, Balduzzi'nin hastanın
psikozunun kocasının kendi hastalıklı düşünce yapısından kaynaklanıp
kaynaklanmadığını sorgulamasına yol açmıştı. Dahası, kocası ve babası
psikolojik olarak benzer olabilirler, öyle ki, kadın 'olumsuz çocuksu
bastırılmış evre'nin etkisindeyken, nörotik güdülenimle saçma bir evliliğe yönelmişti.
Evlilik yaşamı boyunca bu nevroz sürekli kendini belli etmiş, sevgilisiyle ilk
karşılaştığı anda birdenbire, patlarcasına 'yayılıcı ve pozitif evreye'
geçmişti. Aynı zamanda, inancını geçmişte çektiği acıları vurgulayarak
ussallaştırıyor ve o ana dek hiç yaşamamış olduğunu söylüyordu. Ancak
psikozunda ödipal çatışmasından kaçamamıştı, tersine, sanrılarına sığındıkça,
bunu güçlendirme eğilimi gösteriyordu. Bu tür gözlemler bu psikozda ve
diğerlerinde çocuksu düşünme biçimlerinin erişkin yaşamda da direndiğini
düşündürmektedir. Bu temelde, kolayca tablonun üstüne binebilecek olan sanrısal
usavurma daha anlamlı hale gelir.
Tutku psikozunun (psychose passionelle) gelişmesi açısından vazgeçilmez olan 'ideo-affektif düğüm'
bir yanda doyurulmamış sevgi temeline, diğer yanda ise isyan gereksinimine
dayanır. Dahası de Clerambault'nun kendisi ero- tomaninin birincil kaynağının
gerçekte sevgiden çok cinsel gurur olduğunu vurgular, 'gurur tutkuya egemen
olur, çünkü engellenmiş tutku asla böyle kalıcı sonuçlar yaratamamıştır'.
Erotomani gururdan evrilir, önce tutkuya sonra da umuda götürür. Umut tekrar
tekrar kırılırsa, kolayca yerini bir kin ve elem evresi alabilir, hangisinin
olacağı hastanın kişiliğine ve affaire de
coeur (aşk macerasının,
-çn.) koşullarına bağımlıdır. Bu genellikle hastaların yazdıklarında ve diğer
yönlerden hiçbir kışkırtma olmadığı halde, sevgililerine ve onlarla ilişkiye
girenlere yaptıkları bilinen saldırılarda kendini gösterir. Bu evreye ulaşıldığında,
özgün erotomaniyi tümüyle gölgede bırakabilir, bu da bu duruma kolayca yanlış
tanı konmasına ve hekimlerde bu olguların hepsini paranoid veya paranoid
şizofreni örnekleri olarak hatalı şekilde sınıflandırma eğiliminin doğmasına
yol açabilir.
Erotomani temelde sevme değil sevilmeyle
ilişkilidir ve bu açıdan kesinlikle halkın romantik veya erotik aşk olarak
adlandırdığı insani durumun bir çeşitlemesi değildir. Bununla birlikte iki
kavramın bazı ortak özellikleri vardır.
Erotik aşk kuşkusuz etkili
bir güçtür, genellikle tutkulu bir yoğunluk taşır, varlığı bireyin
davranışlarını etkileyebilir, öyle ki diğer insanlar bu tür bir durumda
mantığın işlemediği sonucuna varabilirler. Bu fenomen sık kullanılan birçok
terimde ifade bulur, sözgelimi 'körü körüne âşık' 'sırılsıklam âşık' 'aşktan
gözleri parlıyor'. Delilik ve ussallığın yakın ilişki içinde olduğu yaygın zihniyette, yoğun
erotik aşk bir tür çılgınlık olarak görülebilir. Bu görüş antik çağlarda bile
dile getirilmişti, Çiçero 'Bütün duygular içinde aşktan daha şiddetli olanı
yoktur' ve 'Aşk deliliktir' der (Rather, 1965).
Dahası,
aşkın, özellikle de karşılıksız kalırsa kişinin fiziksel, ruhsal ve zihinsel
sağlığı açısından istenmeyen sonuçlar doğurabileceği bilinmektedir. Bu doğrultuda
Je- rome Gaub 1763'te "DeRegimene Mentis" başlıklı makalesinde
şunları yazmıştır:
Güzel genç kızlar ve yakışıklı genç erkeklerin aşkın pençesinde,
sararıp solduklarını ve eriyip gittiklerini ne de sık görürüz, melankolik
kıskançlık hastalığı veya erotomani bu gençleri yer bitirir ... (Mayer, 1921).
Benzer
şekilde, Dekameron'da Boccacio (1349-1351) eczacının kızı Lisa'dan
söz eder. Kız ata binerken gördüğü Ara- gon Kralı Pietro'ya çılgınca âşık
olmuştur:
Aşkı arttıkça arttı ve bir melankolik ruh halini diğeri izledi,
ta ki kız artık buna daha fazla katlanamayıp hasta düşene kadar, göz göre göre,
güneşin altındaki kar gibi günden güne eriyordu.
On sekizinci
yüzyıl başında Sir Alexander Crichton (1798) âşık olmanın dinamikleri üzerine
fikir yürüttü:
Bu ani ve romantik hayranlığın hangi ilkeyle açıklanabileceği
sorusu ilginç bir sorudur. Aşık olanlar, sevdikleri insanın ahlaki
niteliklerine dair bizzat fikir sahibi değildirler, ama yine de sevgileri
kişisel cazibe olduğu kadar, varsayılan bir ahlaki güzellik üzerine de inşa
edilmiştir. Doğru açıklaması şu gibi duruyor. Her insan, yaşam boyunca
ilişkimiz olmuş olan kişilerin özelliklerinin kalıbını temel alan fizyonomik
bilimden belli bir miktar nasip almıştır. Tecrübenin bizi hep aynı kalıba soktuğunu,
belli ahlaki özellikler kümesinin belli ahlaki karaktere ait olduğunu sanırız
ve bu türden bir muhakeme öyle bir alışkanlık haline gelir ki ilk bakışta diğer
insanlarla ilgili olumlu veya olumsuz önyargılar oluştururuz.
Crichton,
Shakespeare'in Romeo ve Juliet, Rosalind ve Or- lando gibi, en esrik
sevgililerini birdenbire âşık ederken bu ilkeyi
benimsediğini söyler. Fikirleri zamanının çok ilerisindedir ve psikanalitik
aktarım kavramı ve etolojik imp- rinting paradigmasından çok daha erkendir.
Belki de empatik
psikolojinin buna uyarlanması, bazı erotomanik hastaların davranışlarını
yönlendiren güçlerin ve sevgi nesnesiyle temas kurma girişimlerinde sergilenen
inatçılığın biraz daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.
Erotomaninin,
özellikle birincil sendromun tedavisinde temel ilkeler şunlardır:
•
Hastaneye yatırmak,
gerekirse yasal yollardan, zorla
•
Uzun süreli destekleyici
psikoterapi
Birincil
erotomaninin (de Clerambault sendromu) ilk ve en gerekli tedavi şekli,
düşük-orta dozlarda antipsikotiklerle ilaç tedavisi ile birlikte danışmanlık ve
psikoterapidir. Pi- mozidin'in özellikle birincil
erotomanide özgül antieroto- manik etkisi olduğu bildirilmiştir (Mullen ve
Pathe, 1984; Munro ve ark., 1985; Dursun ve ark., 1994).
Psikoterapötik
yaklaşım erotomanik takıntıların korunmasına yardım eden bilişsel
çarpıtmaların yüzleştirilme- sini de içermeli ve hastanın diğer insanlarla daha
başarılı ilişkiler kurmak üzere harekete geçmesine yardım edilmelidir. Tedavi
süreci genellikle uzun ve sık geri dönüşler ve yavaş ilerlemeyle bezdiricidir,
yalnızca hasta düzenli uzun süreli tedavide kalmaya ikna edilebilirse gerçek
terapötik kazanımlar elde edilir.
Hastalara
genellikle uzun bir dönem boyunca önemli psikoterapötik destek gerektiği için
erotik odağın terapiste kayması yolunda ciddi bir tehlike vardır. Bu yüzden,
özellikle hasta ve hekim ayrı cinsiyette ise terapötik ilişkinin uygun klinik
süpervizyon ortamında gelişmesi şarttır.
İkincil
(semptomatik) erotomanide tedavi altta yatan bozukluğu hedeflemelidir, bu da
genellikle mani veya şizofrenidir, uygun olduğunda tedavi antipsikotik ajanlar
ve erotomanik unsura yöneltilmiş psikoterapötik girişimlerle
güçlendirilmelidir. Yazında elektrokonvülsif tedavinin (EKT) ardından,
yalnızca ikincil erotomanide değil, ayrıca birincil sendromun semptomlarında da
iyileşmenin gözlendiği birkaç olgu bildirilmiştir (Munro ve ark., 1985; Remington
ve Jeffries, 1994).
Bazı
durumlarda hastayı hastaneye isim kullanmadan veya ruh sağlığı yasalarının verdiği
yetkiyle zorla yatırmak gerekli olabilir, çünkü erotomanik hastanın nesneye
zarar verme tehlikesi gerçektir. Erotomanik tacizciyi adi suç kavramında ele
almak uygun olmayabilir. Bu durumdan bu yöntemle ve belki tutuklamayla
kurtulma çabası, bazen durumu daha da alevlendirir ve daha büyük bir kin
yaratarak sanrıyı pekiştirir. Ruh sağlığı hekimlerinin mahkemelerde ve diğer
yerlerde erotomanik hastaların ve özelikle erotomanik sanrıların güdümündeki
takipçilerin uygun şekilde uzaklaştırılmasıyla ilgili fikir vermelerinin
giderek daha sık istendiği zamanımızda bu noktayı özellikle vurgulamak
önemlidir. Yukarıda tanımlanan tedavinin etkililiğine ilişkin süregiden
tartışmalara karşın, bunun halihazırda hastayı her şeyi kapsayan sanrısal aşırı
uğraşısından ve kurbanı da tacizden ve tehlikeli takipten kurtarabilecek tek
olası tedavi olduğu vurgulanmalıdır. Mahkemelerin ve toplumsal politika
belirleyicilerin 'ero- tomanik sanrıyı ortadan kaldırma konusunda psikiyatri ve
diğer ruh sağlığı disiplinlerine fazla önem verilmemesi gerektiğini ve
erotomani olgularının ele alınmasında daha doğru yaklaşımın ceza hukuku ve
sivil yasaklar olduğunu öne süren Leong'a (1994) katılmıyoruz.
Hem birincil hem de
ikincil erotomaninin tedavisinde psikososyal etmenler de göz önüne
alınmalıdır. Toplumsal destek grupları ve özgül hasta ağları soyutlanmış-
lığın azaltılması ve yeni ilişkiler kurulması için etkili bir destek
sağlayabilir, bu da hastaların yaşamlarına egemen olan patolojik ilişkinin
gevşemesine yardımcı olur.
Geleneksel
olarak birincil erotomaninin prognozunun kötü olduğu ve herhangi bir tedavi
şekline iyi yanıt vermediği, genellikle kronik bir gidiş izlediği düşünülürdü.
İkincil erotomaninin prognozu ise altta yatan psikozun tedavisine verilen
yanıta bağımlı kabul edilirdi.
Önceleri, yayımlanan
bildiriler bu görüşü destekliyordu; sözgelimi Segal (1989) yazını ve kendi
deneyimlerini gözden geçirerek erotomanik sanrıların ender örnekler dışında
tedaviye dirençli olduklarını saptamıştı. Gillet ve ark. (1990) altta yatan
şizofrenisi olan dört olguda yanıta kötü buldular, altta yatan manisi bulunan
bir olguda da şaşırtıcı derecede kötü bir yanıt aldılar -hem mani hem de
erotomanik sanrılar tedaviye yanıtsızdı. Leong (1994) da tedaviye yanıtın
kötülüğü üzerinde durdu ve bu da onu bu özel durumun tedavisinde psikiyatrinin
değerinden kuşkulanmaya yöneltti.
Bununla
birlikte, yakın tarihli bildiriler daha iyimser bir görüşü benimser gibi
durmaktadır. Retterstol ve Opjordsmoen (1991) iki olguda iyi, bir olguda idare
eder ve üç diğer olguda kötü veya belirsiz yanıt bildirdiler. Munro ve ark. (1985)
ısrarla antipsikotik bir ilaç olan pımozıdin de Clerambault sendromu da dahil
olmak üzere, genelde sanrısal bozuklukların tedavisinde etkili olduğu üzerinde
durdular. Stein (1986) da bu durumda antipsiko- tik ilaçların kullanımını
destekledi.
Mullen ve
Pathe (1994) açıkça geçmişte erotomaniyle ilişkili terapötik kötümserliğin
yanlış yönlendirilmiş olduğu üzerinde durdular. Onların deneyimlerine göre,
düşük doz nöroleptikler ve destekleyici psikoterapi kombinasyonuyla beş saf
erotomani hastasından dördü tam iyileşir veya semptomlarında anlamlı düzelme
gözlenir. Tedavinin uzun bir süre bırakılmaması gereği üzerinde de durdular.
Yazarlar ayrıca ikincil veya semptomatik erotoma- nideki yanıtın altta yatan
psikozun doğasını veya şiddetini yansıttığını da belirtiyorlardı. Sözgelimi,
manik hastalığa ikincil üç olgu tam iyileşirken, şizofren hastalarda eroto-
manik sanrılar daha sönük ve daha az uğraştırıcı olmakla birlikte, direnme eğilimindeydi.
Demek ki,
erotomanik sendromların tedavisiyle ilişkili genel terapötik kötümserliğin
yersiz olduğu sonucuna varılabilir. Ne yazık ki, klinik uygulamada, anlamlı
herhangi bir tedavi denemesine başlamadan önce kötümserlik varsa, bu kendini
gerçekleyen bir kehanet halini alır. Ancak hava yavaş yavaş değişmekte, yeni
araştırmalar ışığında terapötik kötümserlik yerini bir miktar terapötik
iyimserliğe bırakmaktadır. Biz de, bir yandan erotomaninin tipolo- jisini daha
sağlam ortaya koymak üzere tasarlanmış, açık terapötik sonuçları olacak uzun
süreli izleme çalışmaları gerektiğine katılırken, bir yandan da bakış
açısındaki bu olumlu kaymayı desteklemek istiyoruz.
Son yıllarda,
özellikle kurban ünlü biri olduğunda, basında geniş yer alan şiddet
eylemleriyle ilişkisi ve tehlikelilikle olası özgül bağlantısı yüzünden
erotomani kamuoyunda yaygın ilgi uyandırdı ve bu konuya olan psikiyatrik ilgi
de yenilendi. 1848' de Morison şunları yazmıştı: 'Erotomani bazen buna
tutulanların kendilerini veya başka insanları mahvetmelerine yol açabilir,
çünkü genellikle sakin ve saygılı olan hasta bazen sinirli, tutkulu ve kıskanç
bir hal alır'. De Clerambault (1942) erotomaninin gurur, aşk ve umutla
başlamakla birlikte kolayca kin ve öfkeye yozlaştığına inanıyordu.
Takipçinin
ilgisinin üzerinde yoğunlaştığı nesneyle rahatsız edici ve istenmeyen
bağlantılar oluşturmak veya diğer bir tarzda iletişim kurmak üzere
tekrarlayıcı girişimler olarak tanımlanabilecek bir durum olan takip tacizi
erotomanik sendromların potansiyel davranışsa! sonuçlarından biridir. Ancak
çalışmalarda takipçilerin yalnızca % lO'un- da erotomani bulunduğu da
kaydedilmelidir (Melroy, 1994; Davis ve Chipman, 1997).
Erotomanik
suç işlemiş hastalardan oluşan küçük bir örneklem üzerine bazı çalışmalar
yayımlandı (Taylor ve ark. 1983; Noone ve Cockhill, 1987; Leong, 1994). Medeni
hukuku ilgilendiren durumların aksine, adli bir ortamda bildirilen hastaların
çoğu erkektir ve nesne büyük olasılıkla kadındır. Bu genelde vahşi suçlar
işleyenlerin baskın olarak erkek olmaları örüntüsüyle tutarlıdır. Tanısal
açıdan bu tür örneklemlerdeki hastaların çoğunda şizofreni (ikincil sendrom)
veya sanrısal bozukluk (birincil erotomani) olduğu bildirilir.
Tek başına
erotomanik sanrıların varlığının hastanın diğer insanlar açısından oluşturduğu
riskte mutlaka bir arh- şa yol açıp açmadığı konusu açık değildir. Menzies (1995)
bir öngörü çalışması yürüttü ve tehlikeli hastaları tehlikeli olmayanlardan
ayıran iki değişkene işaret etti: erotomanik bağlılık dışında bir antisosyal
davranış öyküsü ve çoğul nesnelere bağlılık geliştirilmesi. Leong (1994) kendi
örnek- leminde geçmişte hiç vahşi saldırı öyküsü olmayan olgular bildirdi,
büyük olasılıkla erotomanik sanrıların bir dereceye kadar içsel tehlikelilikle
ilişkili olduklarını düşündürüyordu. Taylor ve ark. (1983) de Clerambault
sendromunun ayrı bir klinik bozukluk olarak ele alınması gerektiğini
destekledi. Bu yaklaşımın getirdiği önemli üstünlüklerin, en başta geleni,
davranışı öngörebilmektir. Ne var ki bu görüş, 'tehlikelilik yelpazesi'nden söz
eden Bowden (1990) tarafından paylaşılmaz, ona göre bu durumun gerçekte
tehlikeli olma derecesi 'görüntü'den pek fazla değildir.
Şiddete maruz
kalan olgularda kurbanın ille de aşk nesnesi olması gerekmez. Melroy (1994) şiddetin
hedefinin özne tarafından nesneye ulaşılmasını engelleyen taraf şeklinde
algılanan üçüncü kişi olduğu fenomeni tanımlamak için üçgenleşme (triangulation) terimini ortaya attı (ancak bu terim baskın
olarak daha geniş kategorideki takipçiler içindir). Bu yazar ayrıca bu özel
sürecin psikodinamikleri- ni de ayrıntılı biçimde tartışır.
Leong'un (1994) çalışmasında
beş olgudan ikisinde kurbanlar (ve nesneler) sağlık çalışanlarıydı. Leong
sağlık çalışanlarının erotomanik bağlantıların nesnesi olmak açısından özel
risk altında olabileceklerini ortaya atmıştır. Psikoterapistlerin de aktarım
süreçleri yüzünden daha da büyük risk altında olduklarım söylemiştir. Bu
noktada Pathe ve Mullen (1993) 'Hippokrat laneti'nden söz etmiştirler.
Anderson, C.A., Camp, J. and Filley, CM. (1998) J Neuropsychiat
10/3, 330.
Arieti, S. and Meth, M. (eds) (1959) American I landbook of
Psychiatry, Vol.l.Basic Books, New York.
Balduzzi, E. (1956) Riv
Sper Freniat, 80, 407.
Baruk, H. (1959) In: Tratie de Psychiatre, Vol.l. Masson,
Paris. See also Hirsch, S.R. and Shepherd, M. (eds) (1974) Themes and
Variations in European Psychiatry, Wright, Bristol.
Bianchi, L. (1906) A Textbook of Psychiatry. Trans. J.H.
MacDonald. Bailliere. Tindall and Cox, London.
Boast
N. and Coid, J. (1994) Br J Psychiatry, 164, 842.
Boccacio, G. (1349-1351) The Decameron, The Tenth Day, Seventh
Tale. Trans. R. Aldington (1958), Vol.2., Elek, London.
Bowden, R (1990) Principles and Practice of Forensic Psychiatry
(eds R. Bluglass and R Bowden). Churchill Livingstone, London.
Carter,
S.M. (1995) Clinical Gerontol, 15/3,45.
Clerambaule, C.G. de (1942) Les Psychoses Passionelles.
Oeuvre Psychiatrique, Paris, Presses Universitares.
Clouston, T.S. (1887) Clinical Lectures on Mental Diseases,
2nd edn. Churchill, London.
Crichton, A. (1798) An Enquiry into the Nature and Origen of
Mental Derangement, Vol.2, Cadell and Davies, p.3]2.
Davis, J.A. and Chipman,
M.A. (1997) J Clin Foren Med,4 66.
Drevets, W.C. (1987)
Br J Psychiat, 151,40().
Dunlop, J.L. (1988) Br
J Psychiat, 153,83().
Durson, S.M., Mathew, V.M. and Reveley, M.A. (1994) J
Psychopharmacol, /3,185.
Ellis, P and Mellsop, G. (1985)
Br J Psychiat, 146,90.
Garland, M. and McGennis,
A. (1998) Irish J Psychol Med, 15/1,22.
Gillet, T., Eminson, S.R. and Hassanyeh, F. (1990) Acta
Psychiatr Scand. 82/1,65.
Hart, B. (1921) The Psychology of Insanity. Cambridge
University Press, Cambridge.
Hunter, R. and Macalpine,
1. (1963) Three Hundred Years of Psychiatry.
Oxford
University
Press, London.
John, S. and Ovsiew, E (1996)
J Intellect Disabil Res, 40/3,279.
Kraepelin, E. (1921) Manic
Depressive Insanity and Paranoia. Trans. M.
Barclay, (ed.
E. Robertson). Livingstone, Edinburgh.
Leong,
G.B. (1994) J Foren Sci 39/2,378.
Macpherson, J. (1889) An Introduction to the Study of Insanity.
Macmillan, London.
Magner,
M.B. (1992) South Afr Med J, 81,167.
Mann,
J. and Foreman, D.M. (1996) J Intellect Disabil Res, 40/3,275.
Mannion,
L. and Camey, P.A. (1996) Euro Psychiat,1/7,378.
Mayer.W.
Q921) Zeitschr Ges Neurolund Psychiat,71,187.
Melroy,
J.R. (1994) J Foren Sci, 44/2,421.
Menzies (1995) Br J Psychiat, 165,529. '
Michael, A., Zolese, G. and Dinan, T.G. ( 1996) Psychopathology,
29/3, 181.
Moore, D.L. (1966)
Marie and the Duke of H. Cassell, London.
Morison, A. (1848) Outlines of Lectures on the Nature, Causes
and Treatment of
Insanity. Longman, London.
Mullen,
P.E. and Pathe, M. (1984) Br J Psychiat, 146,90.
Munro,
A., O'Brien, J.V and Ross, D. (1985) Can J Psychiat, 30,619.
Noone,
J.A. and Cockhill, L (1987) Am J Psychiat, 8,23.
Opjordsmaen, S. and Retterstol, N. (1991) Acta Psychiatr Scand,
84/3, 250.
Pathe, M. and Mullen, PE.
(1993) Med J Austral, 159 /9,632.
Pearce, A. (1972) Br J
Psychiat.121, 116.
Peterson G.A. and Davis,
D.L. (1985) J Clin Psychiat, 46,448.
Rather L.J. (1965) Mind and Body in Eighteenth Century
Medicine. The Wellcome
Historical
Medical Library, London.
Reik
T. (1963 The Need to be Loved. Farrer, Straus, New York.
Remilagton,
G 1. (1997) J Clin Psychiat, 58/9,406.
Remington G.J. and
Jeffries, J.J. (1994) J Clin Psychiat, 55,3()6.
Segal.
J.H. (1989) Am J Psychiat, 146,1261.
Signer
S.E and Cummings, J.L. (1987) Br J Psychiat, 151,404.
Sims
A. and White, A. (1973) Br J Psychiat, 123,635.
Stein,
M. (1986) Can J Psychiat, 31/3,289.
Strip, Lecomte, T. and Debruille, J.B. (1996) Austral NZ J
Psychiat, 3()/2,- 799.
Taylor, R, Mahendra, B.
and Gunn, J. (1983) Psychol Med, 13,645.
Urbach, J.R., Khalily, C.
and Mitchell, RR
(1992) J
Adolesc, 15,231.
Wijeratne, C, Hickie,l. and Schwartz, R. (1997) Austral NZ J
Psychiat, 31,765.
Winslow, E (1863) Obscure Diseases of the Brain and mind,
3rd edn. Davies, London.
Wright, S., Young, A.W. and Hellawell, D.J. (1993) J Neurol
Neurosur Psychiat, 56/3,322.
Zilboog, G. (1941) A History of Medical Psychology. Norton,
London and New York.
ili
OTELLO SENDROMU
Kıskanç ruhlar
Bir nedenden ötürü kıskanç değil,
Kıskanç olduklarından kıskançtırlar sadece;
bir canavardır bu
Kendi kendine var olan, kendini doğuran
William
Shakespeare, Otello (III. perde, III. sahne)
Otello
sendromuna adını verdiren semptom, eş tarafından aldatılıyor olma sanrısıdır.
Aldatılma sanrısı saf biçiminde görülebileceği gibi, zaten yerleşmiş olan bir
psikoz zemininde de ortaya çıkabilir. Bu ikinci durumda Otello send- romu
teriminin uygun olup olmadığına ilişkin kuşkular olmakla birlikte, sanrı
merkezi, sürekli ve semptomatolojiye egemense terimin kullanımı haklı olabilir.
Ancak sanrı diğer bir psikotik sürecin tutarsız, önemsiz bir özelliğinden
ibaretse, bu terim uygun değildir.
•
Bu durum için önerilen
diğer isimler arasında cinsel kıskançlık (Kraepelin, 1910), erotik kıskançlık
sendromu (Langfeldt, 1961; 1962) hastalıklı kıskançlık (Ey, 1950; Shepherd, 1961;
Mowat, 1966) ve (belki de en uygunu) psikotik kıskançlık, paranoid kıskançlık
veya sanrısal kıskançlık sayılabilir.
•
Saf biçiminde ortaya
çıktığında paranoyanın özel bir çeşidi olarak ele alınabilip özellikle İkinci
Bölüm'de tanımlanan de Clerambault sendromuna benzer Kraepelin'in 'gerçek
paranoya'sı veya monosemptomatik sanrısal durumları (Kraepelin, 1910;
1921; Riding
ve Munro, 1975; Kenyon, 1976).
Edebiyat,
hastalıklı kıskançlık betimlemeleriyle doludur. Roma mitolojisinde Fırtına
Tanrıçası Juno yoğun kıskançlığıyla tanınıyordu ve sürekli kocası Jüpiter' in
başının etini yiyordu. 2000 yıl önce Euripides, Medea'nın öyküsünü anlatmıştır. Medea,
Creusa uğruna İason tarafından reddedilince kıskançlık dolu bir hiddetle
rakibini öldürmüş, daha sonra İason'ın çocuklarını da öldürerek ondan
intikamını almıştı.
Bir Yunan
söylencesi, Jean Giraudoux'nun (1938) yazdığı modern oyun Amphitryon 38'in temelini
oluşturur. Jüpiter fani Amphitryon'un sadık karısı Alkemene'ye âşık olur ve
karşılığında bir fani olarak sevilme özlemi duyar. Tanrı Merkür'e bunun
olanaklı olup olmadığı yolundaki kuşkularını ifade eder. Şöyle der: 'Kendine mi
sadık yoksa kocasına mı sadık. .. Biliyorsun, Merkür sadık kadınların çoğu ...
haricinde kocalarına her yönden sadakatsizdirler. Bu erdemli kadınlarla farklı
olan, onları baştan çıkarmak değildir, kimsenin ruhu duymadan baştan
çıkarılabileceklerine ikna etmektir.'
Jüpiter, bu
amaçla Amphitryon kılığına girer ve Merkür'le birlikte dünyaya iner. Merkür
bir savaş ayarlar, böylece Amphitryon silah başına çağrılır, bu da Jüpiter'in
Alkmene'nin yaşadığı yere girmesine fırsat verir. Alkmene bu kılık değiştirmeyi
fark edebildiğini öne sürse de, Jüpiter görünürdeki başarısı konusunda
çelişkiye düşer, bir yandan zafer kazanmış hissederken diğer yandan hoşnutsuzdur,
şöyle der 'Ben ne istiyorum? Her erkeğin istediğini! Bin tane çelişkili arzu!
Alkmene'nin kocasına sadık kalmasını ama aynı zamanda kendini bana vermesini.
Okşamalarıma kendini bırakmamasını ama aynı zamanda gözümün önünde tutku ateşiyle
yanmasını. Bu entrikadan hiç haberi olmamasını ama yine de olanca kudretiyle
buna kahlmasını.'
Seidenberg (1952)
de, diğer bir modern oyunda, Franz Molnar'ın (1924) yazdığı Bekçı'de (The Guardsman) eşi sınama gereksinimine yol açan bu ikideğerlilik ve kuşku
unsuruna işaret eder. Geçmişte rasgele cinsel ilişkilere girmiş, yeni evli
yaşlıca bir aktör, gerçek aşkını bulduğuna inanarak, kendini karısının
sadakatini sınamak zorunda hisseder, ancak sadakatsizliği kanıtlanırsa buna
katlana- mayacağının da farkındadır. 'Şimdiye kadar asla gerçekten âşık
olmamıştım' der, 'bu seferki, içimin en derinindeki hissetme gücünü tüketen
son, en büyük aşk'. Bekçi kılığına girer ve kadına yaklaşmakta kısmen başarılı
olur. Ama kim olduğunu açığa vurduğunda karısı onun gerçek kimliğinden asla
kuşkuya düşmediğinde ısrar eder. Bununla birlikte, ne kocası ne de seyirciler
buna ikna olurlar.
Kıskançlık
sanrısının ortaya çıktığı karakteristik durum, en ünlü yazarların en büyük
eserlerinin bazılarının temelini oluşturan 'ebedi üçgen'dir. On dördüncü yüzyılda
Boccaccio Dekameron' da bir tacir olan Bernarbo'nun öyküsünü anlatır.
Bernarbo ilk başta karısının onu aldatmış olması olasılığına bile şiddetle
karşı çıkarken, sonraları kandırılarak aldatılmış olduğuna inanır. Bu konuda
onu sürekli alaya alan Ambroginolo kendi başlarına sonuca vardırıcı olmasalar
da, Bernarbo tarafından eşinin sadakatsizliğinin kanıtı olarak kabul edilen
gerçeklerden bahseder. Shakespeare, Otello'da sendroma klasik bir örnek
tanımlar. Otello genellikle hatalı biçimde, İago tarafından kandırılmış
haşmetli bir karakter olarak resmedilir. Ne var ki gerçekte İago yalnızca
Otello'nun kişiliğine kazınmış olan kıskançlık ateşini körüklemiştir, o kadar.
Kıskanabildiğim fark ettikten sonra Otello'nun delirdiği de ileri sürülmüştür
(Tynan, 1965). Gerçek şu ki, kıskançlık ondaki psikozun merkezî semptomuydu ve
karısını öldürmesi de dahil, davranışlarının kaynağı doğrudan bu semptomdu. Bu
kıskançlık tepkisinin belirgin ve aşikâr bir hal almasından çok daha önce bu
kıskançlığın ilk işaretleri vardır. Sözgelimi Otello III. perdede nispeten önemsiz bazı konularda İago tarafından
sorgulandığında hiddetle patlar, öyle ki İago bile bu tepkinin boyutu
karşısında şaşırır ve şöyle bir gözlem yapar: 'Aman Tanrım, kıskançlıktan
sakınmalı; bu kendini besleyen eli ısıran yeşil gözlü bir canavar.'
Shakespeare, Bir Kış Masalı'nda (A Winter's Tale) bir kez daha psikotik
kıskançlığı tanımlar. Burada da karşımıza ilk başta Boccaccio'nun Bernarbo'sunu
andıran bir adam çıkar. O da karısının sadakatine inanır ve gerçekten de karısıyla
yıllarca mutlu mesut yaşar. Kıskançlığı, tetikleyici koşullar olmaksızın
oldukça ani ve açıklanamaz biçimde patlar. Aslında, dostunun karısıyla da dost
olmasını yüreklendiren kendisidir.
Tolstoy'un Kroyçer Sonat'ındaki psikotik kıskançlık düzeneği tanımlaması
Shakespeare'inkinden daha kabadır ve dişi cinse karşı takındığı, eskisinin tam
zıddı olan yeni tutumdan açıkça etkilenmiştir. Yine de bu, kıskançlığın
Bozneyçev'in karısını öldürmesine yol açan doyurulamaz, tüketici bir hiddete
nasıl ilerlediğini anlatan yararlı bir tanımlamadır. Bozneyçev gençliğinde
rasgele cinsellikler yaşamışhr, ama karısının bakire çıkmasını beklemektedir.
Evliliğinin başlarında, zihninde kadının sadakatiyle ilgili uyanan kuşkular sık
sık kavga etmelerine yol açmaktadır. Bu konuda kendini daha iyi hissetmeye
başladıktan sonra karısıyla ilişkisinin yüzeyde düzelmesi anlamlıdır. Cinsel
olarak uyarıcı bulduğu için her türlü keyiften ve tüm dünyevi zevklerden
vazgeçer. Karısını muayene eden doktorlardan bile kuşkulanmaktadır.
Kıskançlığı özellikle karısının müzik öğretmeni üzerine odaklanmıştır, oysa
adam hiç çekici değildir. Beethoven'ın Kroyçer Sonat'ının ilk presto
ölçüsünün karısı için cinsel olarak özellikle uyarıcı olduğuna inanmaktadır ve
bu müzik aklından bir türlü çıkmaz. Beklenmedik bir anda eve döndüğünde
karısını müzisyenle birlikte bulur ve tüm fantezileri ve kuşkularının bu şekilde
doğrulandığına inanır. Öfkesi sınırsızdır ve birlikte olmaları için herhangi
mantıklı bir açıklamayı reddederek karısını öldürür.
•
Psikiyatri yazınında ve
standart psikiyatri başvuru kitaplarında hastalıklı kıskançlığa dair örnekler
boldur.
•
On dokuzuncu yüzyıl
başına kadar bu durum hemen her zaman alkolle ilişkili kabul ediliyordu. Daha
sonra Von KraftEbing (1903) ve Kretschmer (1942) hem işlevsel hem de organik
diğer akıl hastalıklarında da para- noid tipte cinsel kıskançlık ortaya
çıkabileceğini öne sürdüler.
•
Daha yakın zamanlarda
psikotik kıskançlık üzerine birçok ayrıntılı örnek verildi (Jasper, 1910; Langfeldt,
1951; Mooney, 1965; Mullen, 1990).
Aşağıda
Otello sendromunun başlıca özelliklerini ortaya koymak üzere üç olgu
tanımlanacaktır.
Olgu 1
1963 yılında
50 yaşında bir adam aile hekimi tarafından, karısını sadakatsizlikle suçladığı
için gönderilmişti. 1956-57'de benzer bir epizot geçirmişti. O sırada birkaç ay
boyunca kuşkucu davranmış ama sonra birdenbire karısının onu aldattığına dair
gerçek sistematize bir sanrı geliştirmişti. Sekiz yıl sonra bu epizodu
ayrıntısıyla anlatabiliyordu. Karısının Halk Eğitim Merkezi'nin düzenlediği
günlük bir geziye tek başına katıldığını söyledi. Döndüğünde barmen ona
karısının davranışlarıyla ilgili imalı laflar etmişti; o an yöre kasabı içeri
girmiş ve hasta içgüdüsel olarak karısıyla ilişkisi olan adamın o olduğunu
'anlamıştı'. Bu inanç zihninde iyice odaklanmış ve adam 'paramparça' olmuştu,
ajiteydi ve işini sürdüremiyordu. Karısının belli zamanlarda sözde aşkıyla
buluştuğunu 'bildiğine' inanıyordu. Ufacık ipuçları, örneğin karısının giyinme
tarzında, davranışlarında ve tutumundaki değişiklikler, ilişkinin kesin kanıtı
olarak yorumlanıyordu. Kemoterapi ve ayaktan psikoterapi ile tedaviye iyi
yanıt vermişti; ajitasyonu geçti ve 18 ay içinde ilişkinin bittiğine inanmaya
başladı.
Sanrı 1963'te birdenbire yeniden ortaya çıktı, ilk başta karısının
çok daha genç bir adam olan kendi yeğeniyle ilişkisi olduğuna dair belli
belirsiz kuşkuları vardı, bu daha sonra gerçek bir sanrıya dönüştü. Karısının
gizlediği,bir etek bulduğunu iddia ediyordu, üzerinde 'yeğeniyle yaptığı kötü
davranışı kanıtlayan meni lekeleri olduğunu öne sürüyordu. Bu inancını
doğrulayan hiçbir kanıt bulunmamakla birlikte, sanrısı sürüyordu. Birçok küçük
ipucunu karısının 'âşığıyla' buluştuğunun 'kanıtları' olarak yanlış
yorumluyordu. Ev için yeni bir şeyler aldığında, bunu sevgilisinin verdiği
parayla yapabildiğini söylüyordu. Daha sonra kadın evin idaresi için ondan daha
fazla para istediğinde, o sırada yeğeninin işsiz olduğunu da bildiğinden, şimdi
de kadının ona para verdiğine inanıyordu.
Bir komşunun
Noel hediyesi olarak verdiği iç çamaşırlarının dolaylı olarak âşığından
geldiğine inanıyordu. Yine, kadının çarşafları onun haberi olmadan
çamaşırhaneye gönderdiğine, çünkü 'işlediği haltları örtmek istediğine'
inanıyordu.
Bütün bu
zaman içinde fiziksel olarak hastaydı ve evden hiç çıkamamıştı. Kor pulmonalesi
olduğu halde, asla organik konfüzyon işaret göstermemişti, diğer herhangi bir
sanrı veya varsanıya ilişkin hiçbir kanıt ya da başka bir psikozun varlığını
düşündürecek hiçbir belirti yoktu. Aslında son derece hoş, dost canlısı bir
adamdı ve aldığı yardımı çok takdir ediyordu.
Karısı ona
çok iyi bakıyordu, ama artık duruma katlanamaz olduğunda adam hastaneye
yatırılmıştı. 1963'ten beri üç kez daha yatışı oldu ve her seferinde hastanede
ilaçla düzeliyordu. Genellikle kısa bir süre sonra kendisi ve karısı taburcu
edilmesini istiyorlardı.
Bu saf
biçiminde ortaya çıkan bir sanrısal kıskançlık olgusu 'gerçek paranoya'dır.
Kadının kendi kız kardeşinin, yine karısının sadakatsiz olduğu sanrısına
tutulmuş olan kocası tarafından öldürülmüş olması da ironiktir.
Olgu 2
Bir Ingiliz
subayıyla evli genç bir Fransız kadını kocasını kıskandığı ve özellikle de onu
seksi kadınların pornografik resimlerine bakarak cinsel doyum sağlamakla
suçladığı için gönderilmişti. Adamı saatlerce sorguya çekiyor, onu gerçek
duygularını itiraf etmeye zorluyordu. Kocasının kesin olmayan yanıtları durumu
daha da bozuyordu. Bazen yanıtları kadını tatmin ediyor, ama sonra yine aynı
konuya dönüyordu.
Hatta adama
fiziksel olarak saldırmıştı. Bu epizotlar genellikle koca görevi gereği birkaç
günlüğüne uzaklaşmak zorunda olduğunda ortaya çıkıyordu. Akut ataklar
sırasında kocasının sadakatsizliğiyle ilgili tam bir sanrısal durumda oluyordu.
Ancak iki atak arasında suçlamalarının geçerliliğine ilişkin kuşkuları
oluyordu. Herhangi bir psikotik hastalığa ait başka hiçbir işaret yoktu.
Periyodik
olarak depresyon epizotları geçiriyordu, bunlar ilaçlara yanıt veriyordu. İki
buçuk yıllık psikoterapi sırasında
kız kardeşi
ve annesine yönelik bir hayli fazla saldırganlık dile getirdi, onlara karşı
belirgin bir ikideğerlilik sergiliyordu. Tavırlarını ve duygularını
değiştirebildi ve kıskançlığını çok daha iyi denetim altına alabildi,
kıskançlık atakları çok daha seyrek ve daha az yoğun hale geldi. Tedavinin
gidişi sırasında kendisinin bu pornografik resimlerden cinsel olarak
uyarıldığını kavradı, böylece kendi homoerotik eğilimlerini açığa vurmuş
oluyordu.
Olgu 3
Yirmi sekiz
yaşında bir tesisatçı, genç karısının onu ayrılmakla tehdit etmesine yol açan
bir geçimsizlik yüzünden gönderildi. Hastalığı bebekleri on üç aylık olduğunda
ansızın başlamıştı. Parasal durumları gerekli kıldığı halde, karısının
çalışmasını onaylamıyordu. Bebek planlanandan epey önce gelmiş ve yaşadıkları
zorluklar artırmıştı. Karısını açıkça sadakatsizlikle ve işyerindeki erkeklerle
işi pişirmekle suçluyordu. Akşam eve beş dakika geç dönse, bunu kadının vaktini
diğer erkeklerle geçirdiğinin 'kanıtı' olarak yorumluyordu. Saatlerce, bazen
gecenin geç saatlerine kadar karısını sorguya çekiyordu. İddiasını
kanıtlayacak ipucu bulmak üzere kadının giysilerini yokluyordu. Bu da sık sık
şiddetli kavgalara yol açıyordu.
Gerçek cinsel sorunları durumu daha da kötüleştirmiş- ti. Genç kadın
hep frijit idi ve evliliğin çok başlarında doğum yapınca yeniden gebe kalmaktan
korkar olmuştu. Bu sırada, onun yaşadığı güçlükler ve libido yokluğu için büyük
olasılıkla kendini suçlamaya başlamış olan kocasına bu duygularını açık
etmişti. Daha sonra adam bunun nedeninin cinsel doyumu başka yerde bulması
olduğuna inanmıştı. Aşırı sinirli, huysuz olmuş ve artık kendisine yük gibi
gelmeye başlayan işine yoğunlaşamaz hale gelmişti. Sabah erken uyanma ile
diürnal değişkenlik gösteren ve suçluluk duygularının eşlik ettiği bir
depresyona girmişti.
Daima utangaç, duyarlı, katı ve saplantılı bir kişiliği olmuştu.
Kendisinin aksine, karısının lise eğitimi almış olması ve belirgin olarak
kendisinden daha zeki olduğu gerçeği hiç aklından çıkmıyordu. Ayaktan
psikoterapi ve antidepresan ilaçlara iyi yanıt verdi. Daha sonraları, küçük
kızıyla yaşadığı zorluklar depresif semptomlarını alevlendirdi, ancak Otello
sanrılarında nüks olmadı.
Bu, biyolojik
özelliklerle giden, altta yatan depresif hastalıkla ortaya çıkan Otello
sendromuna bir örnektir.
Psikiyatri
başvuru kitaplarında bu sendromdan pek az bahsedilmesi, nadir olduğu izlenimini
yaratır, oysa ki gerçekte klinik uygulamada hiç de seyrek değildir ve genellikle
yalnızca hastaların kendilerinde değil, akrabalarında da karşılaşılır.
Soyka ve ark. (1990) 1981
ile 1985 arasında Münih Üniversite Hastanesi'ne yatırılan 8134 hastadan oluşan
büyük bir seriyi incelediklerinde aldatılma sanrıları olan 93 hasta saptadılar,
bu bütün yatışların % l,l'iydi.
Tek başına ya
da diğer bir psikotik bozukluğun bir semptomu olarak ortaya çıkabilen bu durum
izleyen klinik özellikleri sergiler:
• Çekirdek
özellik cinsel eşin sadakatsiz olduğu sanrısıdır. Cinsel bileşenin önemi,
sanrının doğasında ve daima cinsel eşe odaklanmış olmasında belirginleşir.
• Eşlik
eden özellikler arasında saldırganlığın yanı sıra, aşırı sinirlilik ve moral
bozukluğu bulunur.
• Her
iki cinsiyet de tutulabilir, bununla birlikte klinik uygulamada kadınlara
kıyasla erkeklerle daha sık karşılaşılır.
• Öncesinde
hafif kıskançlık nöbetleri olsa da, genellikle 40'lı yaşlarda, herhangi bir
akıl hastalığı öyküsü olmaksızın ortaya çıkar.
• Başlangıç
görünürde anidir, ancak daha yakından incelendiğinde sıklıkla birkaç aydır
giderek artan kuşkuculuk öyküsü alınır.
• Sanrıyı
doğrulamak için en ufak ipuçları kullanılır. Hasta eşini sınamak ve 'iş
üstünde' yakalamak için büyük çaba harcar; gerçekten de kontrol kıskançlığın
ayırt ettirici işaretidir, kontrol, yeniden kontrol, sağlama kontrolü ve
daima kontrol.
• Psikotik
kıskançlık, çoğu psikiyatrik hastalığın ille şiddete yol açması gerekmediği yolundaki
kuralın istisnasıdır. Eşe yönelik yüksek bir şiddet riski vardır.
Kontrol
davranışı klinik tabloya tümden egemen olacak kadar yoğun olabilir. Bir koca,
portmantodaki paltoların dizilişini ezberliyor, günün sonunda evine döndüğünde
de yerleri değişmiş mi diye kontrol ediyordu. Düzendeki herhangi bir değişiklik
o yokken karısıyla onu aldatmak amacıyla evine 'biri'nin girdiğinin kanıtı
sayılıyordu. Başka bir adam karısının satın aldığı malzemenin barkodları- nı
kontrol ediyordu, böylece karısının gittiğini iddia ettiği süpermarkete gidip
gitmediğini denetliyordu. Hastaların birçoğu meni lekeleri için eşlerinin
giysilerini, gayri meşru aşkın işaretlerini bulmak üzere çarşafları kontrol
eder, ipucu olacak saçlar için elbiseleri inceden inceye denetler, cepleri
arar, sürekli gözler ve izler. Hastalar genellikle belli olayların nasıl olup
da inançlarını doğruladığına dair açıklamalarda bulunurlar, yine de sıkı
sorgulamada bu savlarını destekleyemezler. Hayali âşığın genellikle tanımlanamaması
ve ona ait en basit ayrıntıların (örneğin isim, adres, görünüm) bile
verilememesi çarpıcıdır. O genellikle hayatın uzağında, gölge gibi bir figür
olarak kalır. Ancak nadiren rakip olarak biri tanınır, işte o zaman o kişi risk
altında sayılabilir.
Hastanın
kendi sözde kanıtları genellikle çelişkilidir ve birbirini tutmaz, ama ne bu ne
de elle tutulur kanıtların yokluğu daha yoğun araştırmalara girişmesine engel
olmaz. Eşten bir itiraf kopartma çabasıyla saatlerce onu sorgular. Hasta geçici
olarak aldığı yanıtlardan ve açıklamalardan tatmin olsa bile, daha sonra aynı
sorgulama temasına döner ve kuşkulanılan eş o anki ve geçmişteki
davranışlarının her ayrıntısı üzerine sürekli bir engizisyona tâbi tutulur.
Bunun sonucunda, çatışma ve kavgalar giderek artar, bazen şiddete başvurulur.
Kıskançlığı dindirecek bir itiraf için durmaksızın baskı yapılır; ama itiraf
yapılsa bile, en iyisinden yalnızca geçici bir rahatlama sağlar ve genellikle
de patlarcasına ve şiddet potansiyeli taşıyan bir tepki doğurur, ardından da
daha fazla suçlama gelir. Geçmişte itirafta bulunmuş bir hasta evlilik
yaşamının geri kalanında bir an bile huzur bulamamış ve kendisi de akıl
hastalığına sürüklenmişti.
Paradoks
biçimde, hasta genellikle tartışmasız kanıtlar aramak yerine bunlardan
kaçınır. Sözgelimi karısının belli bir zamanda, belli bir yerde hayali bir
âşıkla ilişkisi olduğunu söyleyebilir, ancak kesin kanıtlar bulmaya kalkışmaz.
Sorulduğunda genellikle kaçamaktır ve karısının onu aldattığını düşündüren
başka bir durumu anlatmaya girişir. Hastalıklı kıskançlık genelde çelişkili
davranışlar ve duygular doğurur. Kıskanç arzu, sözde sadakatsizliği açığa
vurmak ve cezalandırmaktır, ama aynı zamanda ilişkiyi korumak veya onarmak da
istenir. Kıskanç kişi, kuşkucu suçlamalarında haklı çıkmak ister ama aynı
zamanda sevgilisinin sadık olduğu yolunda güvence arar. Arzusu incitmektir, ama
aynı zamanda sevmek ve sevilmek de ister. Kayıptan korkar, ama kaçınılmaz
olarak bu durumu ayrılık ve boşanmaya götüren bir eylemler zinciri izler. Genellikle
sanrıya aşırı cinsel heves ve artmış cinsel etkinlik eşlik eder.
Bu genellikle
eşte iğrenme yaratır, bu da başka yerde doyum bulduğunun kanıtı olarak
yorumlanır.
Sanrısıyla bu
denli meşgul olduğu, sinirli, gergin ve çökkün olduğu için işi gibi rutin
görevleriyle genellikle başa çıkamaz. Yaşam ailesi ve kendisi için gerçek bir
cehennem haline gelir. Arzuları, duyguları ve davranışları sadakatsizlik
sanrılarının denetimine geçer.
Hastanın ve
eşinin entelektüel, eğitimsel veya toplumsal geçmişleri genellikle birbirinden
çok farklıdır. Eşin ev dışındaki ilgileri ve dostları daha fazla olabilir.
Hasta, bu yaşama ayak uyduramayınca kendini dışlanmış ve önemsiz hisseder.
Bazı durumlarda eş evlilik öncesinde de kişinin kıskanç doğasının farkındadır,
ancak bu, evliliğin gerçekleşmesine engel olmaz.
Ender
olmayarak hastanın ana-babasından birinde de kıskançlık krizleri vardır, hatta
bazen gerçek sanrı bile olabilir. Baba genellikle oldukça duygusuzdur,
çocuklarına çok az ilgi gösterir, anne ise boyun eğici ve aşırı koruyucudur.
Hastanın kendi kişiliği belirgin saplantılı (obsesyonel) özellikler, frijidite
ve kuşkucu olma eğilimi sergileyebilir.
Semptomatik Hastalıklı Kıskançlık
Bu durum
yerleşik diğer bir psikotik hastalığın bir semptomu olarak görülebilir. Birlikte
en sık ortaya çıktığı psikoz paranoid bir durumdur, ancak affektif psikoz,
psikopati ve epilepsi, demans ve alkolizm gibi belli organik durumların bir
özelliği de olabilir.
Alkol kötüye kullanımıyla
arasında kabul edilmiş bir ilişki vardır. Bununla birlikte, Shepherd (1961) 81
hasta arasında yalnızca 6 olgu saptayabildi (% 7,4). Glatt (1961, 1982) kendi
alkolikleri arasında % 20'den fazlasının kıskançlığı önemli bir sorun olarak
sıraladıklarını bildirdi. Alkol kötüye kullanımında cinsel kıskançlık üzerine
yapılan tek sistemli çalışmada Shrestha ve ark. (1985) erkeklerin % 27'sinde ve
kadınların % 15'inde hastalıklı kıskançlık saptadı. Hastalıklı kıskançlıkla
ilgili daha geniş hasta serilerinde hastaların % 10-20'sinde alkol kötüye
kullanımı bildirilmektedir. Soyka ve ark. (1989) dirençli alkolik sanrısal
kıskançlığı olan 15 yatan hastayı incelediklerinde iki tipi birbirinden ayırt
ettiler; daha sık görülen, yavaş başlangıçlı mono-semptomatik biçim ve
varsanılarla akut başlangıçlı ikinci bir tip. Özellikle ikinci tipin
prognozunun çok kötü olduğunu buldular.
Aldatılma sanrıları
şizofreni, depresif hastalık veya organik psikosendrom gibi diğer bir akıl
hastalığıyla birlikte ortaya çıkıyorsa, eşzamanlı hastalığın semptomları da bulunacaktır.
Şizofrenik bozukluklarda hastalıklı kıskançlık, tablonun belirtilerinden biri
olabilir ve bazı durumlarda en belirgin özelliğidir. Kıskançlık karmaşası ilk
belirti olabilir, daha sonra diğer semptomların da var olduğu gerçek şizofreniye
geç bir ilerleme gözlenebilir.
Shepherd'ın (1961) 3 yıllık
bir dönem içinde yatırılan hastalardan oluşan serisinde şizofreni veya paranoid
hastalık tanısı alanların % 14'ünde kıskançlık baskın bir özellikti.
Langfeldt'in (1961) serisinde, hastalıklı kıskançlığı olan 66 hastanın beşine
şizofreni tanısı kondu. Shepherd (1961) 81 hastada 5 şizofreni bildirdi. Mullen
ve Maack (19- 85) kıskançlık sanrısı olan 138 hastanın 15'inde şizofreni
bildirirken, Soyka ve ark. (1990) çalışmasında bu oran % 50 idi.
Hastalıklı
kıskançlıkla birlikte ortaya çıktığı söylenen bir dizi organik durum vardır.
Bunlar arasında diabetes mellitus, tabes dorsalis, serebral tümörler, kurşun
zehirlenmesi, panhipopitüitarizm, multipl skleroz, Parkinson hastalığı ve
presenil demanslar sayılabilir.
Amfetamin ve
kokain gibi, alkol dışındaki maddelerin kötüye kullanımı da hastalıklı
kıskançlığa yol açabilir, san- rısal fikirler hızla yoğunlaşabilir ve hiç de
ender olmayarak şiddete dönüşebilir. Sanrısal fikirler maddeler kesildikten
sonra bir süre daha direnebilir.
Bazı
yazarlarnörotik kıskançlık dedikleri bir durumu sanrısal kıskançlıktan
ayırdılar (Mairet, 1908; Freud, 1911; 1922; Mooney, 1965). Nörotik ve sanrısal
kıskançlık örtüşebilir ve kıskançlığın doğası ve yoğunluğu farklı zamanlarda
dalgalanabilir, yine de ayrım geçerlidir. Bununla birlikte, sendrom hangi
biçiminde ortaya çıkarsa çıksın, eşit derecede habistir. Gerçekten de, normal
ve patolojik kıskançlık sınırı bile bulanıktır ve normal kıskançlık sergilediği
söylenenlerde bile, patolojik kıskançlığın ruh durumu ve davranışları için
tipik sayılan belirtiler ortaya çıkabilir. Ancak biçimsel (forma!) ve patolojik kıskançlık arasındaki bu ayrım, getirdiği tüm
zorluklara karşın hem klinik hem de yasal açıdan hatırı sayılır pratik yarar
sağlar.
Aşırı
değerlendirilmiş fikir kategorisine sokulan düşüncelerin hastalıklı
kıskançlıkla özel bir bağı olduğu düşünülür (McKenna, 1984). Aşırı
değerlendirilmiş fikirler, görünürdeki içeriklerinin önemini kat kat aşan
kişisel anlama bürünmüş inanışlardır. Halk arasında yaygın güçlü inanışlardan
duygusal yatırımın derecesiyle ve bireyin ruhsal yaşamında işgal ettikleri
merkezî yerle ayrılırlar (Fish, 1967). Normal bireylerin körü körüne
tutundukları inanışlarla sanrısal inançlar arasındaki yelpazede bir yerlerdedirler.
Güçlü dinsel ve politik inanışlarla benzerler, ancak ileri derecede
kişiselleştirilmiş (benmerkezci anlamında değil) nitelikleriyle farklılık
gösterirler.
• Geleneksel
olarak patolojik kıskançlığın, çekirdekte yetersizlik duygusuna eşlik eden
güvensizlik hissine özel önem verilen psikodinamik bir çerçevede ortaya çıktığı
kabul edilir.
• Daha
yakınlarda, dikkatler sanrı için olası bir organik temele odaklandı ve
psikopatolojiye dair bir anlayış geliştirilmesi niyetiyle bilişsel-davranışsal
yaklaşımlar benimsendi.
Hastalıklı
kıskançlığın etiyolojisini ve psikopatolojisini ele almadan önce normal
kıskançlık denebilecek durumun doğasını ve amacını anlamak yerinde olacaktır.
Eşe veya cinsel ortağa (hatta bazen arzulanan ama henüz karşılık vermemiş bir
aşk nesnesine) yönelik kıskançlık birçok kültürde ve tarihte insanlığın büyük
çoğunluğunun yaşadığı ve tanıdığı bir duygudur. Gerçekten de, belli koşullarda
kıskançlığın hiç olmayışı, ki Fransızlar buna unaesthetique
jalousie
derler, patolojik sayılabilir. Bir eşin diğer bir kişiye kaptırılması değerli
bir eşyanın kaybından çok daha önemlidir. Çoğu kişide bu tür bir olaya verilen
duygusal tepki, en çok değer verdiği malını kaybettiğinde vereceği tepkiden çok
daha güçlüdür. Potansiyel olarak yıkıcı bu duyguların insanlık tarihi boyunca
varlığını sürdürmüş olması, bir şekilde yararlı bir amaçları olması gerektiğini
gösterir.
Çok yoğun ve
yıkıcı olmamaları kaydıyla, kıskançlık duyguları büyük olasılıkla kurulmuş
kişiler arası ilişkilerin uzun süreli korunmasına katkıda bulunurlar. Sosyokültürel
bakış açısı, kararlı ilişkilerin daha geniş topluluğa sağladığı yararların
altını çizecektir. Evrim açısından, güçlü kıskançlık duyguları kişinin
genlerinin bir sonraki kuşağa ve daha ötesine aktarılmasını güvenceye alıyor
olabilir. David M. Bass, Tehlikeli Tutku (Dangerous
Passion)
başlıklı kitabında kıskançlığın aşkı korumak üzere evrildiğini, ama yine de
bir ilişkiyi kopartabileceğini vurgular. Buna göre kıskançlık kişinin yoğun
yatırım yaptığı, değer verilen bir ilişkiye karşı bir tehdide tepki olarak
ortaya çıkar. Genellikle geçici ve epizodik bir deneyimdir, kalıcı bir dert
değil.
Gerçekten de
kıskançlık, paradoks biçimde derin ve dayanıklı bir sevgiden doğar, ancak en
uyumlu ilişkileri bile paramparça edebilir. Paradoks, O. J. Simpson'un mahkemede
verdiği ifadeye de yansımıştır: 'Diyelim ki bu suçu (ayrı yaşadığı eşi, Nicole
Brown-Simpson'un katli) işledim. Gerçekten bunu yapmış olsaydım bile, bu onu
çok sevdiğim için olurdu, değil mi?' Bir ilişkiyi yabancılardan korumak
niyetiyle ortaya çıkan bu kıskançlık duygusu, aşk mabedi olabilecek yuvaları
geçimsizlik ve nefret cehennemine çevirir.
İnsanlar
tipik olarak eşin kıskançlığını onun sevgisinin derinliğinin bir işareti
olarak ve kıskanmamasını da sevgisizlik olarak yorumlarlar. Augustine,
'kıskanmayan âşık değildir' dediğinde bu bağlantıyı ortaya koyuyordu.
Shakespeare'in ruhu işkenceler içinde kıvranan kahramanı Otello 'tapar, ancak
kuşkulanır, ama yine de çok sever'.
Belirtildiği
gibi, birçok organik durumun patolojik kıskançlıkla ilişkili olduğu
bildirilmiştir. Bununla birlikte, en nesnel veriler tekli olgu bildirimlerine
dayanır ve organik durumların doğası, ya önceden var olan kıskanç özelliklerin
disinhibisyonuna ya da cinsel işlev üzerinde olumsuz bazı etkilere yol açarak
bu tür örneklerdeki anahtar etiyolo- jik etmenleri oluşturuyor olabilir. Beyin
hasarlı 3552 asker üzerinde yürütülen geniş bir çalışmada bunların yalnızca
42'sinde kıskançlık paranoyası geliştiği ortaya çıktı (Achte ve ark., 1967).
Son yıllarda, sağ (baskın
olmayan) taraftaki serebral infark- tlara ikincil olarak ortaya çıkan sanrısal
kıskançlık ve Otello sendromu üzerine birçok olgu tananımlandı (Richardson ve
ark., 1991; Wong ve Meier, 1997; Westlake ve Weeks, 1999). Bu olgu bildirimleri
'doygun özgül sanrılar' ile ilgili güncel tartışmalara ve bunların oluşumunda
sağ serebral hemisfer ve frontal lobun rolüne kolayca uydurulabilir.
Çoğu olguda yapısal bir
etmenden kuşkulanılır ve bu da etiyolojide genetik bir bileşen olasılığını
doğurur. Ne var ki, konuyla ilgili çalışmaların hiçbirinde kalıtsal ve çevresel
etkiler arasında ayrım yapmak mümkün olamamıştır; sözgelimi Vauhkonen'in (1968)
hastalarının 20'si ana-ba- balarının kıskançlık davranışları gösterdiklerini
söylemişti. Bu genetik bir temelde açıklanabilir, ama aynı bağlamda bu
davranış', oluşturulmuş modelden öğrenilmiş de olabilir, çünkü hem hastaların
hem de eşlerin aile öykülerinde anlamlı fark çok azdı.
Patolojik
kıskançlığın bilişsel davranışsa! bir formülas- yonu, tutulan bireyin sürekli
olarak cinsel eşini yitirme tehdidini beklediği bir şema kavramına
dayandırılır. In- tili ve Tarrier (1998) kıskanç olmayan kontrollere kıyasla kıskanç
deneklerin dikotik dinleme testinde sunulan kıskançlıkla bağlantılı uyaranları
saptamaya özellikle yatkın olduklarını gösterdiler. Yazarlar, patolojik
kıskançlık olgularında, dikkatte kıskançlıkla bağlantılı bilgilere yönelik bir
yanlılık olabileceği sonucuna vardılar.
Sorunun
çekirdeği, hastanın olmak istediğiyle, aslında olduğunu kabul ettiği kişi
arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanan bir yetersizliktir (Boccaccio, 1958). Bu
hastanın kendisini küçük gördüğü anlamına gelmez, tersine, genellikle
narsisistik ve benmerkezcidir, ama bilinçdışı olsa da, önemli zayıflıkları
olduğunun 'farkındadır'. Kretschmer'in (1942) hastalıklı kıskançlık şeması
'onun yayılmacı' tepkileri arasında sınıflandırılır. Hastalar '...varlıklarının
nüvesinde bir leke, aşırı duyarlı, sinirli bir incinebilirlik, gömülmüş bir
odak ve eski bir aşağılık duygusu...' sergilerler.
Belli bir
olay veya olaylar bu aşağılık duygularını harekete geçirebilir, ki bunlara da
daima anksiyete, güvensizlik ve aşırı duyarlılık eşlik eder. Ego karşısındaki
tehdit gerçek olur, ego ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır ve kıskançlık
kendini gösterme eğilimindedir. Bununla da yansıtma düzeneği aracılığıyla başa
çıkılır ve 'yetersizlik' eşe yansıtılarak eş sadakatsizlikle suçlanır (Parant, 1902;
Sjobring, 1947; Revitch, 1954; Ovesey, 1955; Stauffacher, 1958). Yetersizlik
duyguları özellikle şunlarla bağlantılı olabilir:
• Hastanın
konumu ve prestijinin tehdit altında olduğu duygusu
İlk başta,
hastanın sahip olduğu şeylerden herhangi biri dışarıdan bir tehdit altındaysa,
sözgelimi konum, güç veya prestij kaybı, yetersizlik ve aşağılık duyguları
açığa çıkabilir. Bu sırada karı-koca ilişkisindeki herhangi bir gerçek veya
düşlemsel tehdit bu duyguları ciddi biçimde güçlendirir. Bunun nedeni,
toplumumuz ideolojisinde eşin diğerinin malı olarak görülmesidir. Descartes
kıskançlık duygularının sahip olma içgüdüsünden doğduğunu ve mala, özellikle
de eş gibi çok değer verilen bir mala, gelen herhangi bir tehdidin
kıskançlığın artmasına yol açtığını söyler. Gerçekten de, bu tür bir tehdit
hastanın daha da fazla veya daha eksiksiz bir sahipliği arzulamasına yol açar.
Zaten, Ley ve Wauthier'in (1946) gösterdikleri gibi kıskançlık, nesnenin her
şeyiyle tek sahibi olmak arzusudur. Bu yüzden, başka insanların gösterdiği en
ufak ilgi bile bir tehdit oluşturur.
Kişide
kıskançlığın var olması için, sahip olduğunun ve dünyanın bilincinde olması
gerekli gibi durmaktadır, denetimin kendi elinde olmasını beklemek de hakkıdır
(Boeuff, 1938). Buna göre, iç dünyasını dışarıdaki dünyadan (yani 'Bana' ait
olanla yabancı olanı) ayırt etme gücüyle birlikte, bu derecede bir kendinin
farkında oluş gelişene dek, bir çocuk kıskançlık edemez (Seidenberg, 1952). 'Ben'
ve 'Sen' sözcüklerinin var olduğunu kavradıktan sonra, ilişki kendini diğerinin
ellerine bırakma ve kendi dediğini kabul ettirmenin derecesine bağımlı olur.
Lagache (1947, 1950, 1955) Pichon'dan ödünç aldığı amour captatif(esir edici aşk, -çn.) ve amour oblatatif (yok edici aşk, -çn.)
terimlerini kullanarak bu kutuplaşmayı tanımlar. İlkinde kişi karşılık görmese
bile, eşe tam olarak sahip olmayı talep eder; ikincide ise kendini tümden
nesneye vermek ister. Ne var ki çoğu ilişki bu iki uç arasındaki bir yelpazede
yürür, ancak sevgi amour captatif yönüne ne kadar çok
kayarsa, kıskançlığa eğilim de o denli artar.
Neden bazı
insanların kıskançlığa daha yatkın oldukları sorusu henüz yanıtlanamamıştır,
çünkü herkesin yaşamında 'Ben' olan sürekli tehdit altındadır. Bu pekâlâ
yapısal etmenlerle de açıklanabilir. Shakespeare bu tür yapısal bir etmenin çok
iyi farkındaydı. Desdemona bunu, 'Yazık bugüne, oysa onu asla aldatmadım'
şeklinde dile getirir; Emi- lia da bu bölümün başında alıntılanan önemli
yanıtında bu farkındalığı ortaya koyar.
İkinci olarak
merkezdeki yetersizlik hastanın kendisinin aldatmak için duyduğu gayri meşru
arzularla bağlantılı olabilir, W bunlar eşe yansıtılır.
Diğer bir deyişle, hastalarda sadakatsizliğe yönelik bu bilinçdışı itkiler veya
eğilimler zaten vardır. Hastalarımızdan biri, uzun psiko- terapisi sırasında
bize, kocasıyla cinsel ilişkiye girdiği sırada çeşitli erkeklerle ilişkide
olduğu yolunda fanteziler kurduğunu açıkça ve kendiliğinden dile getirmişti. Jones
(1929a,b) sadakatsizliğe yönelik itkilerin kendilerinin başlı başına nörotik
özellikler olduklarını ve bir özgüven eksikliğini gösterdiklerini düşünür.
Nesneden nesneye dolaşıp durma eğilimi, der yazar, kıskanç kişinin nesnesine
narsi- sistik bağımlılığından kaynaklanan bunaltının sonucudur. Şunları ekler,
'evlilikte sadakatsizliğin nörotik bir kökeni olduğuna inanıyorum. Bu özgürlük
ve iktidar işareti değildir, hatta tam tersidir'.
Hastaların kendilerinin
giriştiği bu tür Don Juan davranışları, eşe dair sadakatsizlik sanrıları
geliştirme olasılıklarını daha da artırmaktan başka işe yaramaz. Gerçekten de
geçmişte kendi yaşadığı gayri meşru ilişkiler ne kadar başarılı olmuşsa,
karısının sadakatine ilişkin kuşkuları da o denli artar. Tolstoy'un Kroyçer Sonat'ı buna iyi bir örnektir.
Bozneyçev evlilik öncesinde çok çapkındır; daha sonra, karısının müzik
öğretmeniyle kendisini aldattığına inanarak Trökkaçoski'ye şöyle der, 'O bütün erkekler gibi, benim bekârken olduğum gibi. O bundan haz duyuyor, hatta bana bakarken gülümsüyor, sanki
"Sen bu konuda ne yapabilirsin ki? Şimdi sıra bende" dermiş gibi.'
Yukarıda anlatılan Bekçi' deki yaşlı aktörün
durumunda, genç karısının sadakatini sınama arzusu kendisinin önceki
çapkınlıklarıyla katmerleniyordu. Burton Melankolinin
Anatomisinde bu noktayı vurgular:
Hayatım üzerine bahse
girerim ki,
Başka birinin karısını
kirletmiş,
Bu yüzden kendisi de yoldan çıkmış olup, Hemen karısının da aynı
şekilde
Davranacağını düşünmeyen kıskanç yoktur.
Üçüncü olarak, yansıtılmış
olan yetersizliğin kendisi de eşcinselliğe doğru bir eğilimi açığa vuruyor
olabilir. Buna çarpıcı iki genç kadın örneği vermiştik, bir yandan kocalarını
pornografik resimler ve seksi kadınlardan erotik olarak uyarılmakla suçlarken,
diğer yandan kendilerinin tam da bu resimler ve bu kadınlardan cinsel olarak
uyarıldıklarını itiraf etmişlerdi. Freud (1911, 1922, 1938) psikotik
kıskançlığın eşcinsel bir temeli olduğu görüşünü kuvvetle destekliyordu.
Fenichel (1945) şöyle der: 'Freud kıskançlık paranoyasına getirdiği açıklamayla
yolu açh. Kıskançlığın yalnızca sadakatsizliğe yönelik bir itkiyi değil, aynı
zamanda eşcinselliğe yönelik bir itkiyi de kendinden uzaklaştırmak üzere
kullanıldığının altını çiziyordu. Psikotik kıskançlıktan doğan aldatılma
sanrısı, hastanın kendi "yadsınmış" bastırılmış eşcinselliğini
gizleme amacına hizmet eder.' Bu Freud'un kötülük görme paranoyası olan bir
hastaya getirdiği formülasyonun bir çeşitlemesidir. Hasta yadsımayla ('Ben onu
sevmiyorum') ve kadına yansıtmayla ('O ötekini seviyor; beni değil') kendini
savunuyordu. Analizin gidişi sırasında, hastanın karısından kuşkulandığında,
aslında kendisinin başka erkeklere ilgi duyduğu, ancak yansıtma yoluyla kendini
eşcinselliğinden arıtmaya çabaladığı açıklık kazandı.
Fenichel (1953)
kıskanç hastanın yansıtma aracılığıyla kendini aldatma ve eşcinsellik
itkilerinden arıtmaya çabaladığı şeklindeki bu görüşü desteklerken, bir yandan
da Oidipus kompleksinin doğasında var olan engellenmişlik hissinin 'bütün
kıskançlıkların temeli' olduğunu öne sürer. Melanie Klein (1957) bunlara çok
benzer, ancak kendi kuramsal bakış açısıyla renklenmiş görüşler dile
getirmiştir: '...kıskançlık, annenin memesini ve anneyi almakla suçlanan
babayla rekabet kuşkularına dayanır. Rekabet doğru yöndeki ve tersine dönmüş
Oidipus karmaşasının erken evrelerine damgasını vurur, ki bu normalde ilk yaşın
ikinci çeyreğinde depresif bir pozisyonla eşzamanlı ortaya çıkar.'
Dördüncü
olarak, Oidipus karmaşasının önemi Schim- deberg (1953) tarafından da vurgulanmıştır.
Yazar, sevme yetisinin bulunmayışını önemli bir etmen olarak görüyordu.
Sevememenin 'derin bir ikideğerliliğe dayandığına' inanan Fenichel de bunu
vurgulamıştır. Sürekli sanrı- sal kıskançlık çekenler, gerçek sevgiyi
hissedemeyenlerdir, çünkü bütün ilişkileri narsisistik bir gereksinimle
birbirine karışmıştır. Çarpıcı biçimde, en yoğun kıskançlığı yaşayanlar, o
zamana dek sevgi ve doyumu en yoğun yaşamış olanlar değildir; tersine,
kıskançlığa en yatkın hastalar sevgi nesnelerini sürekli ve düzenli olarak
değiştirenlerdir.
Cinsel işlev
bozukluğu, özellikle impotans bazı olgularda hastalıklı cinsel kıskançlığın
psikopatolojisinde önemli bir etmen haline gelir. Gerçekten de bazı yazarlar
impotansın kendisini birincil, had safhada önemli sayarlar (Bleuler, 1911,
1923, 1926; Campbell, 1953; Noyes ve Kolb, 1963). Alkol kötüye kullanımında sık
ortaya çıkan impotans bu tür olgularda aldatılma sanrılarının üretiminde rol
oynar. Bu impotans alkolün bağlantılı sinir sistemi ve endokrin düzenekler
üzerindeki toksik etkilerinin doğrudan sonucu olarak açıklanmıştır.
Hastalıklı kıskançlık,
kaçınılmaz olarak cinsel teması olan iki kişiyi ilgilendirdiğinden, eşin cinsel
işlevi de son derece önemlidir. Vauhkonen (1968) kendi denekler grubunda 16
kocadan yedisinin cinsel işlev bozukluğu (ikisinde libido kaybı, birinde
sertleşme güçlüğü ve dördünde erken boşalma) bildirdiğini; 37 kadından 32'sinin
bazı güçlükler (15'inde tam frijidite ve 17'sinde orgazm güçlükleri)
bildirdiğini saptadı. Demek ki, birincil mi yoksa ikincil mi olduğunu söylemek
zor olsa da, cinsel alanda başarısızlık hastalıklı kıskançlıkla sıkı bağlantılı
gibi durmaktadır. Şurası kesin ki, genellikle hastalıklı kıskançlığı kadında
cinsel işlev bozukluğu izler. Alkol kötüye kullanımıyla ilişkili olgu
örneklerinde, durumu alevlendiren başka etmenler de vardır. Nispeten erken bir
evrede bile, yani impotans ortaya çıkmadan önce, sarhoş kocanın davranışları
eşi iter ve adam bunu karısının onunla cinsel ilişkiye girmek istememesi
şeklinde yorumlar, bundan da doyumu başka yerde buluyor olduğu anlamını
çıkartır.
Eşit
derecede, evli çiftlerin cinselliklerindeki belirgin dengesizlik de
psikogenezde önemli bir etmen olabilir. Bu tür bir dengesizlik her iki eşi de
Otello fenomenine aynı derecede yatkınlaştırır. Bu dengesizlik daha önce sözü
edilen alanlarda da görülebilir, örneğin entelektüel yetiler, eğitim ve
toplumsal konum. Yaşlar arasındaki farklılık önemli bir etmendir ve genç bir
kadınla evli yaşlıca bir koca bu durumu geliştirmeye özellikle yatkındır.
Burton yaşlı erkeklerin genç kadınlarla evlenmesinden şöyle söz eder, 'Cha-
ucer'daki Janivere'i el üstünde tutan yaşlı adama bakınca, her şeyin yolunda
gitmediği kuşkusu uyandı':
Kadın genç,
adam yaşlıydı
Ve bu yüzden
korkuyordu
Boynuzlanmaktan
Alımlı
olmayan eşler de aynı şekilde kıskançlığa yatkındırlar. Olgularımızın
birçoğunun eşlerinin özellikle çekici ve kışkırtıcı olmaları dikkate değer.
Oscar Wilde, Önemsiz Bir Kadın'da (A Woman of Na Importance) bu noktayı şöyle dile getirir: 'İlginç şey,
güzellikten nasip almamış kadınlar daima kocalarını kıskanıyorlar, güzel
kadınlarsa asla!'
Bu durumun
tedavisindeki ilkeler:
• Kesin
bir tanı koyun, yani birincil sendrom mu yoksa diğer bir duruma ikincil özellikler
mi olduğunu belirleyin ve uygun tedavi başlayın.
• Eş
ve ana-babaya bağımlı çocuklar gibi diğer kişilerin içinde oldukları riskin
derecesini değerlendirin ve uygun tarzda harekete geçin, örneğin zorla
hastaneye yatırma, coğrafi ayrılık veya çocukların devlet tarafından bakım
altına alınması.
• Her
iki tarafa da psikolojik destek sunun; özgül psikolojik tedaviler gerekli
olabilir.
• Kötüleştirici
etmenleri, örneğin alkol kötüye kullanımı, cinsel işlev bozukluğu veya herhangi
diğer bir organik etmeni tedavi edin.
Kıskançlık
sanrıları ikincil bir fenomen olarak ortaya çıktıklarında tedavi genellikle
altta yatan duruma yöneliktir. Örneğin kişide şizofreni varsa, antipsikotik
ilaç verilir ve depresif bir psikozun varlığında ilk seçilecek tedavi anti- depresanlardır.
Zeminde organik bir psikosendrom varsa, altta yatan enfeksiyon, tümör vs.
tedavinin hedefi olmalıdır. Huntington koresinde olduğu gibi hastalık tedavi
edi- lemiyorsa bile, nöroleptikler temel patofizyolojiyi değiştirmeden
sanrıların çözülmesini sağlayabilirler.
Aldatılma sanrıları
monosemptomatik sanrısal bozukluk gibi saf bir biçimde ortaya çıkıyorsa veya
sanrı- sal kıskançlık daha yaygın psikotik bir durumun en başta gelen baskın
özelliğiyse, antipsikotik ilaç verilmesi temeldir. Pratikte, ortalama dozlarda
nöroleptikler genellikle sanrıların ortadan kaldırılmasında başarılı olabilir,
bazen de çok daha yüksek dozlar gerekebilir. Paranoid kıskançlık dahil,
monosemptomatik sanrısal bozukluklarda ilk seçilecek ilaç olarak pimozidi savunanlar çoktur. Byme ve Yatham (1989) 39 yaşında, patolojik
kıskançlığı olan bir adamın bu ilaçla başarılı biçimde tedavi edildiğini
bildirdiler. Bazı olgularda, sanrılar yeterince denetim altına alındığında ve
bunlara eşlik eden ilişki çatışması etkili biçimde çözüldüğünde dozun
azaltılması ve sonunda tümden ilacın kesilmesi olanaklı olabilir. Bununla
birlikte, antipsikotik ilaç almayınca süratle nüks gösteren bir grup hasta da
vardır ve bu grupta tek çözüm uzun süreli idame tedavisidir.
İlk seçilecek
tedavi olarak davranışçı psikoterapiden yana olanlar da vardır. Cobb ve Marks
(1979) sanrısal yoğunluğa ulaşmamış, aşırı kıskançlığı olan dört olguda geniş
yelpazede davranışçı teknikler kullandıklarını bildirdiler. Kullanılan
terapötik stratejide şunlar yer alıyordu: Düşlemde kendi kendini düzenleyen
alıştırma (exposure) ve gerçek yaşamda kıskançlık törenleri (ritüel)
için yanıtın engellenmesi, kıskanç ruminasyonlar için düşünce durdurulması ve
toplumsal beceri eğitimi. Önlem paketi olguların üçünde yararlıydı, ancak
kıskanç düşüncelerin doğrudan uyarılmasının yararlı olmaktan çok anksiyete
doğurucu olduğu bildirildi.
Bilişsel
davranışçı terapi ilk olarak 1989'da Bishay ve ark. tarafından bildirildi. Bu
yöntemle tedavi edilen 13 hastanın lO'unda anlamlı düzelme tanımladılar. O
zamandan bu yana, yaklaşımın özellikle psikotik olmayan olgularda gerçekten de
büyük potansiyeli olduğunu öne süren bildiriler yayımlandı (Dolan ve Bishay,
1996a,b).
Obsesif-kompulsif
bozukluk zemininde yoğun aldatılma kuşkuları bildirildi (Cobb ve Marks, 1979;
Mullen, 1990; Stennet, 1994). Bunların birincil olarak obsesif-kompulsif
bozukluğun tedavisi için geliştirilmiş terapötik stratejilere yanıt verdikleri
bulundu (Cobb ve Marks, 1979; Bishay ve ark., 1989).
Kıskançlığın
zehirlediği ilişkilerde, kıskançlık öncesinde var olan veya bozukluğun gidişi
sırasında ortaya çıkan cinsel sorunlar sık olduğundan ve bunların hastalıklı
kıskançlığın sürdürülmesinde güçlü etmenler oldukları göz önünde
bulundurulursa terapinin bunlara odaklanması gerektiği anlaşılır. Bu cinsel
sorunların kesin tedavisi, özgül doğalarına, şiddetlerine ve patolojik
kıskançlığın sürdürülmesindeki rollerine bağımlıdır. Cinsel bozuklukların
tedavişinde uzmanlaşmış bir meslektaştan yardım istenebilir.
Hastayla eşi
arasındaki ilişki tedavinin odağı olmalıdır. Kıskançlığın açıkça temelsiz
olduğu çiftlerde, bir netleştirme ve güvence sürecinin yardımı olabilir.
İlişkinin çerçevesinin yeniden belirlenmesi ve sınırlarının netleştirilmesinin
de yeri olabilir. Sadakatsizliğin gerçek olduğu olgularda hastanın bu itirafa
tepkisi can alıcıdır ve kıskançlığın ilerlemesi açısından önemli etkileri
vardır. İtiraflar, çatışmayı çözüme götürmek yerine, genellikle daha yoğun
sorgulamalara ve daha fazla suçlama ve tehditkâr patlamalara yol açar.
Bir kez
yerleştikten sonra, hastalıklı kıskançlık ilişki sisteminin bir parçası haline
gelir ve eşlerin tepkileri ve çözüm girişimleriyle daha da kemikleşir.
Patolojik ilişki örüntülerinin kırılması ve yerlerine kıskançlığın çözülmesini
sağlayabilecek başa çıkma yöntemlerinin konmasına yönelik bir tedavi şekli
vardır. Rol-oynama, kıskançlığın ele alınmasında etkili stratejileri
yüreklendirmek üzere kullanılmıştır. Karşılıklı anlayış ve içgörüyü artırmak
için kıskançlık çalışma grupları düzenlenmiştir (Blood ve Blood, 1977;
Marolin, 1979;
Im ve Breit,
1983;
Constantine,
1986).
Muhakeme
alanlarının netleştirilmesi ve düzeltilmesi, İlişkideki sınırların ve
beklentilerin yeniden tanımlanması ile eşler arasındaki iletişimin
iyileştirilmesini hedefleyen birleşik terapi giderek yaygınlaşmaktadır. Bu
yaklaşım, sanrısal olmayan kıskançlık olgularının artık polikliniklere evlilik
sorunları olarak gönderilme sıklığının arttığı gerçeğinden yola çıkmıştır. Bu
strateji genellikle kıskançlık davranışının yoğunluğunu ve sıklığını azaltır,
ama ille 'tam iyileşme' sağlamayabilir (Purdy ve Nickle, 1981).
Bireysel
temelde tedavi, minimum hedefi tedaviye uyumu yüreklendirmek ve yanıtı izlemek
olan destekleyici psi- koterapiden, davranışı değiştirmeyi ve hastanın
yetersizlik gibi derin kişilik sorunlarını ele almayı amaçlayan derin içgörü
kazandırıcı psikoterapiye uzanan bir yelpazeden seçilebilir. Hastaların
psikanalitik tedaviye alınmaları enderdir. Freeman (1990)
psikanalitik
tedaviye girmiş psiko- tik olmayan iki kadının da içlerinde olduğu dört
hastalıklı kıskançlık olgusu tanımlar.
Bütün
olgularda risk değerlendirmesi esastır ve evlilik içi şiddetin gerçek olduğu
durumlar ayrı bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Hastalıklı kıskançlığın,
hapishane veya hastaneden çıkışın ardından çok sayıda yeni cinayetlerle
ilişkili olduğu bilinmektedir (Scott, 1977). Fiziksel taciz söz konusuysa, kurban yasal
haklarıyla ilişkili bilgilendirilmeli ve çocuklar risk altındaysa, devletin
uygun destek kurumlarına gönderilmelidirler. Şiddetin boyutu ve kronikliği
genellikle geçici veya kalıcı bir ayrılığın tek çözüm olmasına yol açar.
Geleneksel
olarak prognozun çok kuşkulu olduğu düşünülür. Daha saf biçimlerinde hastalık
daha kalıcıdır. Diğer bir psikozla birlikte ortaya çıkıyorsa, genellikle bu hastalığın
örüntüsünü izler. Ancak bazen diğer semptomlar kalktığında, Otello sanrısı daha
da belirginleşir. Bu gelişme, de Clerambault sendromuyla tezattır, ancak
Capgras sendromundaki durumu andırır.
Langfeldt (1951) kendi
serisindeki hastaların % 56'sının tedaviden sonra düzelme gösterdiklerini
bildirdi. On yedi yıllık bir aradan sonra 50 hastayla yaptığı izleme çalışmasında,
altısının ölmüş ve 17'sinin izinin kaybolmuş olduğunu buldu. Kalanlardan
yalnızca 12'si tam düzelmişti, 6'sı dönemsel düzelme gösteriyordu, dokuzu ise
hiç düzelmemişti. Ağır kişilik bozukluğu veya psikotik hastalığı olanların
prognozu özellikle kötüydü.
Mooney (1965) tedavi
sonuçlarını bildirirken 'hastaların yaklaşık üçte biri çok düzelme göstermiş,
üçte biri hafif düzelmiş ve üçte biri de değişmeden kalmıştı' demiştir.
Psikotik olgular ise yine daha kötü durumdaydılar.
Klinik deneyimler
hastalıklı kıskançlığın iyileştikten sonra nüksetme eğiliminde olduğunu
gösterir. İlk baştaki ilişki sona erip yeni bir eş olduğunda bile bu olabilir.
Artık bu yeni eş hastalıklı kıskançlığın odağı haline gelir.
Aldatılma
sanrıları üzerine yazmaya ilk başladığımızda Otello sendromunu nadir veya
ilginç psikiyatrik sendromlar arasına koymak uygundu. O zamandan beri,
hastalıklı kıskançlığın klinik uygulamada sık görülen yaygın bir fenomen
olduğu anlaşıldı. Bununla birlikte, bu durumun çağdaş psikiyatrideki konumu
hâlâ belirsiz ve buna tutulan hastaların ve çevresindekilerin çektikleri
dertler o kadar büyük ki, bu durumun göz ardı
edilmemesi gerekiyor. Hastalıklı kıskançlık psikiyatrisi için karmaşık bir
meydan okuma olmayı sürdürse de, bilgilerimizin şu anki durumuna göre,
kemoterapi, davranışçı teknikler, psikoterapi ve birleşik evlilik terapisi gibi
bütüncül bir yaklaşımla sonuç geleneksel olarak inanıldığı kadar kötümser
olmayabilir.
Achte, K.A., Hillbom, E. and Aalberg, V. (1967) Reports of the
Rehabilitation
Institutefor
Brain Injured Veterans in Finland, Vol. 1.
Bishay, N.R., Peterson,
N. and Tarrier, N. (1989) Br ] Psychiat, 154,386.
Bleuler, E. (1911) Dementia Praecox or the Group of
Schizophrenias (1950) Trans. J. Zinken. Intemational University Press, New
York.
Bleuler, E. (1923) Textbook ofPsychiatry, 4th edn. Trans.
A.A. Brill, Dover Publications.
Bleuler, E. (1926) Affektivitat, Suggestbilitat, Paranoia,
2nd edn. Halle Marholz.
Blood, R. and Blood, M. (1977) In: ]ealousy (eds C. Clanton
and L.G. Smith). Prentice Hall, New York.
Boccaccio,
G. (1958) The Decameron. Elek, London.
Boeuff,
C.W. du (1938) Over ]olverschheidswan. Zutphen, Ruys.
Byme,
A. and Yatham, L.N. (1989) Br J Psychiat, 155,249.
Campbel I,J.D.(1953) Manic-Depressive
Disease. Lippincott, Philadelphia.
Cobb, H. and Marks, I.M.
(1979) Br J Psychiat, 14,395.
Constatine, L.L. (1986)
In: Clinical Handbook of Marital Therapy (eds N.S.
Jacobson, and
A.S. Gurman). Guildford Press, New York.
Dolan,
M. and Bishay, N.R. (1996a) J Cognit Psychother, 10/1,35.
Dolan,
M. and Bishay, N.R. (1996b) Br J Psychiat, 168,588.
Ey, M. (195U) Jalousie morbide. In: Etudes Psychiatriques
Vol. 11. de Bronwen,
Paris.
Fenichel; O. (1945) The Psychoanalytic Theory of Neuroses.
Norton, New York.
Fenichel, O. (1953) A Contribution to the Psychology of
]ealousy, in: The Collected Papers of Otto Fenichel, Norton, New York.
Fish,
E (1967) Clin Psychopathol. Wright, Bristol.
Freeman,
T. (1990) Br J Psychiat, 156,68.
Freud, S. (1911) Psychoanalytic Notes upon an Autobiographical
Account of a Case of Paranoia (Dementia Puranoides). In: Collected
Papers,1959, Vol.3, Basic Books, New York.
Freud, S. ( 1922) Certain Neurotic Mechanisms in Jealousy,
Paranoia, and Homosexuality. Collected Papers, 1922, Vol.2, Hogarth,
London.
Freud, S. (1938) The Basic Writings of Sigmund Freud.
Trans. A.A. Brill, Modem Library, New York.
Giraudoux, J. (1938) Amphitryon 38. Adapted by S.N.
Behrman, Random House, New York.
Glatt, M.M. (1961) Acta
Psychiat Scand, 3,788.
Glatt, M.M. (1982) Alcoholism. Hodder and Stoughtan, Sevenoaks,
UK. Im, W. and Breit. M. (1983) Family Process, 22,211.
Intili, R. and Tarrier,
N. (1998) Behav Cognitive Psychother, 26/4,323.
Jasper, K. (1910) Zeitsch Ges Neurol Psychiat, 1, 567.
Jones, E. (1929a) Rev Française Psychoanalyt, 3,228.
Jones, E. (1929b) Jealousy In: Papers on Psychoanalysis
(1948), 5th edn. Bailliere, Tindall and Cox, London.
Kenyon, F.E. (1976) Br J Psychiat, 1,291.
Klein, M. (1957) Envy
and Gratitude. Tavistock Publications, London.
Kraepelin, E. (1910) Psychiatrie,
8th edn. Barth, Leipzig.
Kraepelin, E. (1921) Manic-Depressive Insanity and Paranoia
(ed. E. Robertson).
Trans. M. Barclay
Churchill Livingstone, Edinburgh.
Krafft-Ebing (1903) Lehrbuch
der Psychiatrie. Enke, Stuttgart.
Kretschmer, E. (1942) A Textbook of Medical Psychology.
Hogarth, London.
Lagache, D. (1947) La Jalousie Amoureuse. Presses Universitaires
de France, Paris.
Lagache, D. (1950) Internat
J Psychoanal, 31,24.
Lagache, D. (1955)
Discussion. In: L'Evolution Psychiatrique.
Langfeldt, G. (1951) Acta
Psychiat Scand, 26, (Suppl. 73) 3.
Langfeldt, G. (1961) Acta
Psychiat Scand (Suppl. 151),36,7.
Langfeldt, G. (1962) J
Neuropsychia, 3,317.
Ley, L. and Wauthier, M.L. (1946) Etudes de Psychologie
Instinctive et Affective. Presses Universitires de France, Paris.
Mairet, A. (1908) La Jalousie: Etude Psycho-Physiocoque. Clinique et Medico-
Legale, Montpellier.
Marolin, G. (1979) Am
J Fam Ther, 7,13.
Molnar, E (]924) The
Guardsman. Boni and Liveright, New York.
Mooney, H.B. (1965) Br
J Psychiat, 111,1023.
Mowat, R.R. (1966) Morbid Jealousy
and Murder. Tavistock Publications, London.
Mullen, PE. (1990) In: Principles and
Practice of Forensic Psychiatry (eds R. Bluglass' and P. Bowden). Churchill
Livingstone, London.
Mullen, R.E. and Maack, L.H. (1985) In: Jealousy, Pathological Jealousy and Violence (eds D.R Farringdon and
J. Gunn). Wiley, London.
Noyes,
A.R and Kolb, L.C. (1963) Modern Clinical Psychiatry, 6th edn.
Saunders,
Philadelphia.
Ovesey,
L. (1955) Psychiatry, 18,163.
Parant,
V. (1902) J Mental Sci, 48,133.
Purdy,
E and Nickle.N. (1981) Social Workand Groups, 4, 111.
Revitch,
E. (1954) Dis Nervous Syst, 15, 271.
Richardson, E.D., Malloy, RE and Grace, J. (1991) J Geriat Psychiat Neurol. 4/3,160.
Riding,
J. and Munro, A. (1975) Acta Psychiat Scand, 52,23.
Schmidberg,
M. (1953) Psychoanalyt Quart, 40,1.
Scott,
P.D.(1977) Br J Psychiat, 131,127.
Seidenberg,
R. (1952) Psychoanalyt Rev, 39,345.
Shepherd,
M. (1961) J Mental Sci, 107,687.
Shrestha, K., Rees, D.W., Rix, K.J.B., Hobe, B.D. and Faragher,
E.B. (1985) Acta Psychiat Scand, 72,283,
Sjobring,
H. (1947) Acta Psychiat Scand (Suppl.),47,74.
Soyka,
M., Naber, G. and Volcker, A. (1990) Br J Psychiat, 158,549.
Soyka,
M., Sass, H. and Volcker, A. (1989) Psychiat
Praxis,
16, 189.
Stauffacher,
J.C. (1958) J Clin Psychol, 14,99.
Stein, 0.J., Hollander, E. and Josephson, S.C. (1994)J Clin Psychiat, 55,30.
Tynan,
K. (1965) Olivierby Tynan, The Observer Magazine, 12 December.
Vaughkonen,
K. (1968) Acta Psychiat Scand, Suppl. 202.
Westlake,
R.J. and Weeks, S.M. (1999) Austral NZ J Psychiat, 33/1,105.
Wong,
A.H.C. and Meier, H.M.R. (1997) Neurocase, 3/5,3
IV
GANSER
SENDROMU
Polonius: Tamam, bu delilik, ama yine de bir
yöntemi var
(II. perde, II. sahne, 207)
Kral: Biraz şekilsiz olsa da konuştukları,
Delilik gibi değildi.
Ruhunda bir şey var onun.
(III. perde, I. sahne, 171) Shakespeare, Hamlet
Bilinçte
bozulma veya bulanıklık zemininde, basit ve yeni işitilen sorulara yaklaşık
yanıtlar verilmesiyle karakterize, temeli iyi anlaşılamamış bir durum olan
Canser sendromu ilk kez 1897 yılında, klasik bir seminerde Sigbert Canser
tarafından tanımlandı.
Canser, dört
mahkûmda gözlemlenen bir sendrom anlattı. Bunu bir çeşit histerik alacakaranlık
durumu olarak görüyordu, diğer başlıca özellikleri şunlardı: Kavrama, dikkat
ve yoğunlaşma bozukluğu, anksiyete, şaşkınlık, varsanılar ve açık biçimde histerik
duyusal ve motor semptomlar. Tümü de bütün epizoda karşı amneziyle aniden sona
eriyordu (Canser, 1898). O günden bu yana bu duruma eşanlamlı birçok isim
bulundu (ancak semptomatolojinin tamamını açıklayamadıkları için hiçbiri
doyurucu olamadı):
Çelişkiler
bulunmakla birlikte, hatta varlığı bile sorgulanmakla birlikte, sendrom ayrı
bir nozolojik antite olarak konumunu korudu. Her şeye karşın, Dünya Sağlık
Örgü- tü'nün Ruhsal ve Davranışsa! Bozukluklar Sınıflandırma- sı'nın Onuncu
Baskı'sında tanındı.
Bozukluğun
gerçek önemi belli psikopatolojik süreçlere getirdiği içgörüde yatar.
Şizofrenik hastalık, duygulanım bozuklukları, organik durumlar, histeri ve
temaruzun arka bahçesinde dolanır. Özellikle temaruzla ilişkisi, kolayca
kaçılamayan fiziksel veya başka türlü katlanılamaz, kısıtlayıcı bir durum
karşısında insan zihninin nasıl çalıştığına dair birçok noktaya açıklık
getirir.
Olgu 1
1961 yılı
Aralık ayının ortalarında, elli beş yaşında bir adam ilk olarak evinde,
pratisyen hekiminin isteği üzerine görüldü. Birkaç aydır bel ağrısı için tedavi
görmekteydi. Bu yakınması düzelmiş olmakla birlikte, adam giderek rahatsız ve
şaşkın bir hal alıyordu. Ayrıca evden çıkıp gitmeleri başlamıştı. Bu yüzden ve
muayenesinde bacaklarında belirsiz bazı nörolojik işaretler bulunduğundan,
gözlem ve araştırma amacıyla hemen hastaneye yatırıldı.
Hastanın 56 yaşında ölmüş olan babası geçinilmesi kolay, dost
canlısı bir adam olarak tanımlanıyordu; 86 yaşındaki annesi hayatta ve
sağlıklıydı. Sekiz çocuğun en büyüğüydü ve ailede akıl hastalığı öyküsü yoktu.
lrlanda'da doğmuş, çocukluğu orada geçmişti; çocukluğunda ciddi hiçbir
hastalık geçirmemiş, nörotik özellikler göstermemişti. On dört yaşına kadar
devlet okulunda okuduktan sonra bahçıvan olarak çalışmaya başlamış, daha sonra
da demiryollarında travers döşeyici olmuştu.
Otuz yıl
boyunca bir kadınla ve onun gayri meşru oğluyla yaşadıktan sonra nihayet Ekim
1961'de kadınla evlenmişti.
Bazı
saplantısal özellikleri olan, vicdanlı bir adamdı. Zaman zaman huysuz biri
oluyordu, bazen sevgi dolu, bazen de çabuk öfkelenen bir yapısı vardı.
Özellikle işte yanlış giden bir şeyler olduğunda hemen endişeye kapılıyordu.
Bu kişilik özelliklerine rağmen asla herhangi bir akıl hastalığına
tutulmamıştı. Ayrıca, çalışırken iki ray arasına düştüğü Haziran 1958 tarihine
dek fiziksel olarak sağlamdı. Kemiklerle ilgili veya nörolojik herhangi bir
anormallik saptanmamıştı ve izleyen Şubat ayında işine geri dönmüştü. Haziran
1961 'de bir ortopedi kliniğinde görülmüş ve düz bacak kaldırması biraz
kısıtlı bulunduğundan, intervertebral disk kayması üzerinde durulmuştu. Pelvik
traksiyon için hastaneye yatırılmış ve Eylül 1961'de taburcu edilmişti.
Ortopedisti
yeniden görmeden birkaç gün önce, kendi kendine alçısını kesmiş, ama sonra
bunu yaptığı için çok huzursuz olmuştu. Muayenede sırtının durumu iyiydi, ancak
ruhsal olarak rahatsız olduğu dikkati çekiyordu. O akşam eve döndüğünde sigara
almak üzere evden çıkmış ve üç gün dönmemişti, bu arada ne yaptığını çok az
hatırlıyordu. Tuhaf davranmaya devam etti, saatlerce çıkıp gidiyor ve şaşkın görünüyordu.
Yatırıldığında,
yapılı ve iyi beslenmiş olmasına karşın, 55 yaşından daha yaşlı gösteren
biriydi. Her iki bacakta canlı refleksler ve sağda daha fazla olmak üzere, düz
bacak kaldırmada kısıtlılık dışında anormal hiçbir fiziksel işaret saptanmadı.
Belirgin biçimde şaşkın, anksiyeteli, konfüzyonluydu ve ağrısı var gibi
duruyordu. O sırada varsanılı değildi ancak bir ay önce sesler duymuş olduğunu
söyledi. Konuşmasın-
da fakirlik
vardı, kendiliğinden konuşması kısıtlıydı ve kayda değer bir duyusal bozulma
saptandı. Zaman ve yer yönelimi bozuktu. Aylardan hangisi olduğu (Aralık)
sorulduğunda 'Kasım' diye yanıtladı. Nerede olduğu sorulduğunda 'Bazen nerede
olduğumu unutuyorum' dedi. Dikkati ve yoğunlaşması kötüydü. Yüzden yedişer
yedişer geri sayması istendiğinde şu yanıtları verdi: 100-7=83; 83-7=76;
76-7=63; 63-7=46. Bir şeyleri unuttuğu yolundaki savını doğrular gibi duran
yamalı bir bellek kaybı belirgindi. Yalnızca iki ay önce gerçekleşmiş olan
evliliğiyle ilgili konularda özellikle belirsiz konuşuyordu. Soruları
yanıtlarken üzerlerinde çok düşünüyor ve çok ciddiye alıyordu.
Klinik tablo ilk başta organik bir durum düşündürdüğü için
kapsamlı olarak araştırıldı, ama bu arada, durumundaki dalgalanma öyküsü,
davranışlarındaki tuhaflıklar ve duyusal kusur örüntüsü güçlü biçimde
psödodemans düşündürüyordu. Bazı osteoartritik değişiklikler ve lumbosakral
eklemdeki daralma dışında tüm fiziksel muayeneler normal sınırlar içindeydi.
İleri akıl muayenesi Ganser durumu tanısını doğruladı. Aritmetik
testlere yanıtları ve daha az olmak üzere sözel ve agnozi testlerine yanıtları,
'yaklaşık yanıtlar' kategorisine giriyordu. Sözgelimi, altı basit aritmetik
hesap yapması istendiğinde, dördünü yanlış yaptı, ama doğruyu kıl payı
kaçırıyordu, örneğin 4+2=7; 3+4=8; 5+5=10; 6-3=3; 5-2=2; 7-4=2. Parmak sayması
istendiğinde, hekimin gösterdiği parmak sayısının bir altında veya bir üstünde
olmak üzere, her seferinde yanlış yanıt verdi. Bir köpeğin kaç bacağı olduğu
sorulduğunda, çok ciddiyetle düşündü ve doğru bir yanıt verdi, ama yavaş yavaş
parmaklarıyla hesap yapması gerekmişti. Bir tarafında 3, diğer tarafında 2
bacağı olan bir yengeç resmi gösterildiğinde, üç bacaklı olan taraftan bir
bacak eksik olduğunda ısrar etti. Bu tarafı işaret ederek dört bacak saydı ve
üç bacak olduğunu söylediği diğer tarafla kıyasladı. Daha birçok tutarsızlık
belirgindi. Ayrıca kısa bir süre içinde, benzer testlerdeki performansında
değişkenlik vardı, kolay sorularla başa çıkamazken daha zor olanları
başarıyordu. Bütünde, doğru, yaklaşık ve açıkça yanlış yanıtların bir karışımı
söz konusuydu. 'Bir köpeğin kaç bacağı vardır?' gibi basit sorular sorulması
karşısında hiçbir şaşırma veya alınma belirtisi göstermemesi de dikkate
değerdi.
Bir ay sonraki performansında müthiş farklılık vardı, ilk başta IQ
(WAIS) puanı 72 olarak saptanmış olmasına karşın, şimdi 94 idi ve alt-test
puanları arasında bir miktar değişkenlik hâlâ var olmakla birlikte çok daha az
belirgindi. Bu sefer, ilk testlerde gözlemlenen türden yaklaşık yanıtlar veya
olağandışı özelliklerin hiçbiri yoktu. Basit aritmetik hesaplamalar yapması
istendiğinde yanıtları tümüyle doğruydu. Benzer şekilde, hekimin gösterdiği
parmakları sayarken hiçbir hata yapmadı. Gerçekten de şimdi böyle basit sorular
sorulmasına şaşırıyor ve daha önce bunları başarıyla yanıtlayamamış olmasını
inanılması güç buluyordu.
Bu düzelme yatırıldıktan sonraki beş gün içinde başlamıştı. Hâlâ
sırtında ve sağ uyluğundaki ağrıdan yakınmakla birlikte, bu eskisi gibi
şiddetli veya kısıtlayıcı değildi. Gerçekten de hissettiği ağrıya karşı tutumu
da belirgin biçimde değişmişti. Evdeyken yataktan çıkmayıp, ağrılar için
kıvranıyordu, oysa hastanede kısa sürede her gün kalkıp hastane bahçesinde
yürüyebilir hale gelmişti. Bundan sonra da doğrudan sorulmadıkça ağrısından
bahsetmez oldu. Artık konfüzyonda gibi durmuyordu, bununla birlikte bir süre
daha periyodik yamalı bellek kaybından yakındı. Psikoterapinin gidişi
sırasında anksiyetesi ve özellikle de karısının kendisine karşı tutumu hakkında
daha rahat konuşmaya başladı. Kadın gayri meşru oğluna hastaya olduğundan daha
bağlı gibiydi, bu yüzden adam kendini ikinci plana atılmış hissediyordu. Evden
ayrılmak zorunda bırakılmamak için, baskı altında evlenmiş olduğunu
düşünüyordu. Ayrıca işi ve parasal durumuyla ilgili bazı kaygılarını dile
getirdi.
Anksiyete yaratan düşüncelerini açığa vurabilmesinin sonucunda
klinik durumunda çabucak ve hatırı sayılır düzelme oldu. Bu durumu devam etti
ve iki ay hastanede kaldıktan sonra taburcu edildiğinde semptomları hemen
tamamen ortadan kalkmıştı. Bu sırada bilincinde herhangi bir bulanıklık veya
bellek bozukluğuna dair hiçbir işaret yoktu. Yanıtları açık, doğrudan ve hemen
her zaman doğruydu. Periyodik bel ağrıları olsa da bunların onu fazlaca
kaygılandırmadığını söyledi. Bunun ne olduğunu bildiğini, buna tahammül
edebileceğini ve kesinlikle onu sakat bırakmayacağını belirtti. Hastaneden gelecekle
ilgili iyimser bir havada çıktı ve izlemesinin sürdüğü iki yıl boyunca iyilik
halini korudu.
Olgu 2
35 yaşında,
dul bir kadın yine pratisyen hekiminin isteği üzerine evinde görüldü. Bir
yandan mesleğini yürütüp, diğer yandan ev işi, çiftliğin işleri ve iki oğlu
ile başa çıkamadığı için son birkaç günü yatakta geçirmişti.
İlk görüldüğünde aptalca bir kayıtsızlık içindeydi, sırtüstü
yatıyordu, gözleri kapalıydı ve genellikle, sanki oturamıyor veya ayakta
duramıyormuşçasına (ama istek üzerine her ikisini de yapabiliyordu) gevşek,
pelte gibi bir hali vardı. Bazen anlamsızca homurdanıyor ve inliyordu; bazen de
mantıklı konuşuyordu. Bir süre sonra konsantrasyonu ve dikkati daha düzeldi ve
olup bitenlerle ilgilenmeye başladı, ancak hâlâ konfüzyonda gibi duruyordu.
Sorulara verdiği doğru yanıtlar yaklaşık, açıkça saçma yanıtların ve bazen
'Bilmiyorum'ların aralarına serpiştirilmişti. ‘Bir ineğin kaç bacağı vardır?'
diye sorulduğunda, 'İnek beslemiyorum, yalnızca domuz besliyorum' yanıtını
verdi. Haftanın ilk gününü söylemesi istendiğinde 'Cuma' dedi. Duvar
kâğıdındaki kıpkırmızı bir çiçeğin pembe olduğunu söyledi. Ek olarak, 3+2 gibi
basit hesaplamalar yapması istendiğinde ‘Bilmiyorum' diyordu. Teğet gitme
eğilimindeydi ve konuşması saçma ile mantıklı olanın bir karışımıydı. Duygusal
olarak yüklü soruları, sözgelimi kocasının ölümü ve kendi geleceğiyle ilgili
olanları hiç duymamış gibi yapıyordu. Tek bir görüşme sırasında bile durumu
dalgalanıyordu, bir an daha az şaşkın duruyor, bir an sonra iyice konfüzyondaymış
gibi bir hal alıyordu. Geçmiş yaşamına dair net bir öykü veremiyordu.
Hastaneye yatırılma olasılığından söz edildiğinde, kesin bir dille
akıl hastanesine gitmeyeceğini, ama genel bir hastaneye yatmayı
düşünebileceğini söyledi. Bundan sonra, yakınlarda bir ameliyat için yatmış
olduğu hastaneden söz etti, ancak adını veya yerini ammsayamadı. İhtiyaç
duyduğu tek şeyin dinlenmek olduğunu, bunu da evde yapabileceğini ve bir
dostunun ona bakacağını ısrarla söylüyordu. Bunun nasıl başarılı biçimde gerçekleşeceğine
dair hiçbir ayrıntı veremiyordu ve son iki gündür evi annesinin idare
ettiğini, ona ve oğullarına baktığını kavrayamamış gibi bir hali vardı. Sanki
belli bir derecede disosiasyon (çözülme) vardı.
Ayrıca varsanılı bir izlenim uyandırıyordu. Aile hekimini yatağının
ayak ucunda 'görüyor' ve 'işitiyor' olduğunu söylüyordu, oysa adam sessizce
görüşmecinin yanında, geride duruyordu. Ayrıca onu bir hafta önce,
histerektomi için hastaneye yattığında da gördüğünü ve işittiğini söyledi.
Hiçbir nörolojik işaret veya fiziksel anormallik yoktu, ancak
durumu göz önüne alındığında, o sırada yaşamını idame ettirememesi, ruhsal
durumu ve ailesi ile hekiminin kaygıları yüzünden hemen hastaneye yatırıldı.
İlk 24 saat boyunca durumu hemen hemen aynı kaldı. Kayıtsızca
yatakta yatıyor, çevresine hiç ilgi göstermiyordu. Seyrek olarak konuştuğunda
da konfüzyonda gibiydi. Ertesi gün çevresine daha çok ilgi göstermeye başladı
ve eve gitmek istediğini, tek ihtiyaç duyduğu şeyin dinlenmek olduğunu
tekrarlayarak itiraza başladı. Daha açık tarzda konuşuyordu, hem konuşması hem
de hareketleri daha kendiliğindendi. Sol tarafında ağrıdan ve bütün vücudunda
zayıflıktan yakındı, 'Bacaklarım tutmuyor' diyordu. Sonra çok kaygılandığını,
yalnız ve çökkün olduğunu ve uyuma zorluğu çektiğini itiraf etti. Üçüncü gün
durumu daha da düzeldi ve konfüzyonu çok azaldı. Gerçekten de artık çoğu
soruya doğru yanıt veriyordu ve daha önce vermiş olduğu yaklaşık ve gülünç
yanıtların hiçbiri kalmamıştı. Bunlar kendisine anlatıldığında güldü, sanki bu
yanıtları vermiş olduğunu unutmuştu. Giyinmeye ve yataktan kalkmaya başladı,
ama yine de kendini zayıf hissettiğinde ısrarlıydı.
ilk yatırıldığında Ganser sendromunun bütün belirtilerini açıkça
sergiliyordu; ayrıca bunun depresif bir durumun üzerine binmiş olduğu da
açıktı. Buna uygun olarak, antidepresan tedavi (amitriptilin) başlandı. Günden
güne belirgin düzelme göstermeyi sürdürdü ve on gün içinde canlı ve neşeli bir
hale geldi. İki haftanın sonunda bütün depresyon belirtileri ortadan kalkmıştı.
Psikoterapinin gidişi sırasında anksiyetelerini söze dökebilir
oldu. Her şeyle aynı anda başa çıkamayacağı gerçeğini kabullenerek,
sorunlarıyla birer birer, gerçekçi biçimde başa çıkmayı aklına koydu. Gelecek
konusunda daha iyimser oldukça, düzelmesini pekiştirmek üzere hastanede bir
süre daha kalması yolundaki önerileri daha fazla dinler ve daha sabırlı bir
hale geldi.
Yukarıdaki
olgular sendromun çekirdek klinik özelliklerini ortaya koyar - konfüzyon,
varsanılar, somatik semptomlar ve yaklaşık yanıtlar verilmesi. İlk olguda
tetikleyici etiyolojik etmen duygusal olarak yüklü ve psikolojik olarak
kısıtlayıcı bir sosyal durumdu, ikinci olguda ise durum depresif hastalığın
üzerine binmişti.
İzleyen olgu,
bir cezaevi ortamında ortaya çıkışıyla önceki örneklerden ayrılır, ancak yine
kısıtlanmayla ilişkili aşırı strese tepki olarak gelişmesi ilginçtir.
Olgu 3
Yirmi üç yaşındaki bir mahkûm, bir İngiliz cezaevindeki ciddi bir
karışıklığın ardından, isyan çıkarmakla suçlanıyordu. Ailesinde hiçbir ruhsal
bozukluk öyküsü yoktu, kentsel kesimde yetişmiş, devlet okullarına gitmişti ve
suç işlemeye (çoğunlukla gasp) ergenliğinin ilk yıllarında başlamıştı. Daha
önceleri psikiyatrik hizmetlerden hiç yararlanmamıştı ve sağlıklıydı, yalnızca
yasadışı madde kötüye kullanımı öyküsü vardı.
Cezaevindeki bir karışıklık sırasında başına darbe aldığını,
birkaç dakikalık bir bilinç kaybı olduğunu bildirdi. Ancak bu olayın gerçekten
olduğunu doğrulayan hiçbir nesnel kanıt yoktu.
Karışıklıkların
ardından araştırmaları yürüten polisle ilk başta işbirliği yapıyordu, ancak
daha sonra kendisi isyan çıkarmakla suçlandı. Bundan sonra kendisini başarıyla
savunabilmek ve ağır bir hapis cezasından kaçabilmek için, diğer mahkûmlar
hakkında daha fazla bilgi vermek zorunda kaldığı bir ikilem içine düştü. Bu
arada, ondan sessiz kalmasını isteyen diğer suçlulardan şiddet tehditleri
alıyordu. Benzer şekilde, ailesi de diğer isyancıların ailelerinin tacizine
maruz kalmıştı.
Cezaevindeki
karışıklıktan birkaç ay sonra sağlığıyla ilgili sorunları oldu ve epileptik
konvülsiyon olduğu düşünülen bazı solunum sorunlarıyla cezaevi revirinde kısa
bir süre yatırıldı. Bir dizi EEG ve izotop beyin taraması da dahil birçok
inceleme yapıldı. Yalnızca EEG traselerinin bir bölümü hariç, incelemelerin
hepsi de normaldi. Bu arada cezaevi ekibi davranışlarında bir değişiklik
gözlemledi. Bazen şaşkın görünüyor ve işittiği seslerden yakınıyordu. Bununla
birlikte, normalde kaldığı bölümden revire aktarıldığında semptomları çabucak
düzelme gösterdi. Cezaevi ekibi, bir konvülsiyon sırasında kollarını bacaklarını
savuruşuna bakarak semptomlarının gerçekliğinden kuşkuya düştü ve temaruz
yaptığını düşündü. Mahkeme tarihi yaklaştıkça durumu da kötüleşti. Cezaevindeki
karışıklıktan 20 ay sonra yapılan psikiyatrik muayenesinde görüşülmesi güç,
bilgi vermeye isteksiz biri olduğu düşünüldü, ama diğer yönlerden işbirliğine
giriyordu. Muğlak, kaçamak davranıyordu ve görünürde yoğunlaşması ve kavraması
zayıftı. Kendisiyle konuşan, fısıldayan sesler işittiğini anlattı, bunlar
diğer mahkûmlardan geliyordu ve birkaç görüşme boyunca yaklaşık yanıtlar
verdi. Formel psikometrik testleri reddetti ya da bunlara işbirliği
gösteremedi, ancak klinik bir tahmin normal zekâ aralığının alt ucunda işlev
gördüğünü ortaya koydu.
Bir psikiyatri
koğuşuna aktarıldıktan sonra tavır ve davranışları hızla düzeldi, ama yine de
mahkeme ve yaşadığı zorluk konusunda anksiyeteli ve gergindi. Tuhaf biçimde,
durumuna karşı içgörülüydü, doktorların ancak 'mucize gerçekleştirebi-
lirlerse’ ona yardımcı olacaklarını söylüyor ve kendi yaşadıklarını 'kafesteki
bir hayvan’ gibi olmaya benzetiyordu.
Hastada Ganser sendromu bulunduğu düşünüldü, çekirdek
özelliklerin hepsini sergiliyordu. Destekleme ve ara sıra anksiyolitik ilaç
verilerek tutucu bir tedavi yöntemi izlendi. Bozulmuş ruhsal durumu mahkemeye
çıkmasına izin verecek kadar düzeldi. Bir yıl sonra toplum içinde yaşıyordu ve
ruhsal sağlığı yerindeydi.
Sendromun
seyrekliği bu konuda yazmış olan tüm yazarlar tarafından üzerinde durulan bir
noktadır. Gerçekten de Goldin ve MacDonald yaptıkları kapsamlı derlemede 1955
yılına dek İngilizce yazında yalnızca 14 olgu bildirilmiş olduğunu buldular. Bu
belki de epidemiyolojik çalışmaların azlığını ve buna bağlı olarak bozukluğun
sıklığı ve yaygınlığına ilişkin hiçbir veri bulunmayışını kısmen açıklar.
Kuzey Amerika
yazınına kıyasla Avrupa yazınında daha sık, ama genelde çok az sayıda olgu
bildirilmiştir (bozukluğun olası histerik temeli düşünüldüğünde bu şaşırtıcı
gelebilir). 1987'de Carney ve ark. yararlı bir yazın derlemesinden sonra,
bildirilmiş tam sendrom olgularının 50'den az olduğu sonucuna vardılar. O
zamandan bu yana 30 kadar olgu daha bildirildi, ancak bunların tamamında, hatta
çoğunluğunda, Ganser'in ilk tanımladığı özelliklerin tümü bulunmuyordu. Demek
ki, İngilizce yazın açısından Ganser'in ilk tanımından bu yana bildirilen olgu
sayısı yüzün çok altındadır. Bildirimlerin seyrekliğine sendromun ender olarak
tanınması katkıda bulunmuş olabilirse de, gerçekten az rastlanır olması da
olasıdır. Son yıllarda tanımlanan olgu sayısındaki artış Scott'ın (1965)
sendromun giderek daha seyrek olduğu görüşünü çürütür.
Tam ölçekli
epidemiyolojik bir taramaya en yakın çalışma, Tsoi'nin 1973 yılında
Singapur'da iki milyonluk bir nüfusa hizmet veren bir akıl hastanesine yapılan
1200 yatış üzerindeki çalışmasıdır. Bu çalışmada, 10 olguda sendromun varlığı
bildirildi. Aslında, örneklemin tümü tam sendromu sergilememiş olsa da, bütün
hastane yatışlarının yüzde birinden biraz az olan bu rakam, şaşırtıcı derecede
yüksektir. Sendromun sıklığına dair ikinci bir sayısal ipucu Tyndel'den (1956)
geldi. Tyndel, 1950 ile 1954 yılları arasında sosyal sigortalar için 'birkaç
bin' kişiyi inceledi ve Ganseryen özellikler taşıyan 25 olgu bulduğunu
bildirdi.
Cinsiyet açısından
bakıldığında, sendrom hemen her zaman erkeklerde görülüyor gibi durmaktadır.
Whitlock (1967) bu farklılığın gerçek olmaktan çok görünürdeki bir farklılık
olduğunu, belki mahkûmlarda (hem askerî hem sivil) daha sık bildirilmesiyle
ilişkili olduğunu öne sürdü. Bununla birlikte, bildirilen çalışmaların birçoğu
yalnızca erkek örneklemlerden oluşur ve kadın olgu bildirimleri çok az
sayıdadır.
Ganser'in özgün hastaları
cezaevinde yatan mahkûmlardı, ancak daha sonra yazılan makalelerde sendromun adli
olmayan ortamlarda da eşit derecede görülebileceği öne sürüldü. Jolly (Weiner
ve Braiman'dan alıntı) kendi olgularının üçte birinin suçlu olmayan sivillerden
oluştuklarını bildirdi ve Weiner ve Braiman'ın (1955) örneklemin- deki altı
olgudan yalnızca biri mahkûmdu. Daha sonraki birkaç olgu bildiriminin ışığında,
sendromun yalnızca sivil veya askerî mahkûmlarda ve kaza için tazminat isteyen
bireylerde ortaya çıktığı görüşünün hatalı olduğu açıklık kazanır (ayrıca bkz.
Olgu 1 ve 2).
İlginç bir gözlem de,
sendromun etnik azınlık konumuyla ilişkisinin olmasıdır. Sözgelimi Tsoi'nin
(1973) ör- nekleminde % 60 Singapur'daki Hintli azınlıktandı. Yakınlarda Sigal
ve ark. (1992) İsrail'den 15 olgu üzerinde bir çalışma bildirdiler, burada da
örneklemin % 50' den fazlası Arap kökenliydi, oysa Araplar İsrail nüfusunun
yalnızca % 19'unu oluştururlar.
Geleneksel
olarak daima1' sendromun yalnızca erişkin psikiyatrisi alanıyla
sınırlı olduğuna inanılmıştır. Gerçekten de Scott (1965) kişisel olarak
incelediği 8000 çocuk suçlu arasında tek bir örnek bile bulamadı. Ne var ki,
son yıllarda yayımlanan bir avuç olgu bildirimi, bazıları adli ortamlarda olmak
üzere, ergenlerde ve ergenlik öncesi çocuklarda da ortaya çıktığını gösterdi.
Her şeye rağmen bunlar olağandışı olgular olarak ele alınmalıdır (Dabhol- kar,
1987; Adler ve Touyz, 1989; Apter ve ark., 1993).
Ganser
sendromunun dört temel klinik özelliği şunlardır:
• Somatik
konversiyon özellikleri
Bütün çekirdek
semptomları sergileyen tam sendrom enderdir. Bununla birlikte, tıbbi yazında
bu özelliklerin iki veya üçünü gösteren birçok olgu bildirimi vardır, demek ki
daha sık karşılaşılan bu örnekler büyük olasılıkla tam sendromun silik
biçimlerini temsil etmektedir.
Merkezdeki,
sürekli var olan semptom yaklaşık yanıttır, bu yüzden Vorbeireden 'amacı geçen veya amaca ulaşamayan konuşma' olarak da
adlandırılmıştır. Özgün olguların incelenmesi, bu sözcüğün Ganser tarafından
kullanılmamış olduğunu ortaya koyar. Bunun yerine Vorbeigehen, 'geçip gitmek' sözcüğünü kullanmıştır, ki bu sözcük sendromu
daha iyi tanımlıyor gibi durmaktadır, yani hasta soruya doğru yanıtı 'geçip
gider' ve ona yakın bir yanıt verir (Ganser 1898, 1904).
Sözgelimi, iki artı
ikinin beş olduğunu, on bir parmağı olduğunu ve bir haftada sekiz gün olduğunu
söyleyebilir. Bu tür yanıtların aralarına doğru yanıtlar, açıkça gülünç
yanıtlar ve gündelik deneyimlere ilişkin en basit bilgilerin yeteceği sorulara
'bilmiyorum'lar serpiştirilmiş olabilir. Bu yanıtlardan bazıları saçma olmakla
birlikte, her biri iyice düşünülerek ve görünürde ciddi bir niyetle verilir.
Sözgelimi, günün hangi saati olduğu sorulduğunda, güneşin parladığı görüldüğü
halde hasta gece yarısı olduğunu söyleyebilir.
Çok çeşitli gülünç ve
yaklaşık yanıtlar verilebilir. Renkler yanlış isimlendirilebilir.
Hastalarımızdan birisi, blok tasarlama testi verildiğinde, blokların üzerindeki
kırmızı bölgelerin beyaz, beyazların kırmızı olduklarında ısrar etmişti. Bir
köpeğin kaç bacağı olduğu sorulduğunda, doğru yanıtı ancak uzun uzun düşünerek
ve parmaklarıyla sayarak verebilmişti. Yalnızca yanıtların saçmalığına değil,
hangi tarzda verildiklerine de dikkat edilmelidir. Performansın belirleyici
özelliği tutarsızlıktır, yaklaşık yanıtlar verme eğilimi bir muayene sırasında
bile dramatik olarak değişebilir ve görüşmecinin yanıtları ve tutumundan ileri
derecede etkilenebilir. Hekimde kuşkular uyanıp sorular üzerinde daha titiz
durmaya başlarsa, 'bilmiyorum' yanıtları da sıklaşabilir, disosiasyonun
derecesi artma eğilimi gösterir ve denek olup bitenlere ilgisini giderek
kaybeder veya somurtkan bir suskunluğa gömülebilir.
Bilinçte bulutlanma
durumu, hastanın genel görünümüne ve tavırlarına yansır. Apatik bir kayıtsızlık
ifadesi olabileceği gibi, endişeli bir şaşkınlık içinde de olabilir. Letarjik
görünür ve yarı-stupor halinde olabilir, öyle ki dikkatini çekmek ve
korumak zordur. Kavraması bozulmuştur, yönelim bozukluğu belirgindir ve
özellikle bellek bozukluğu vardır. Bu bellek kusuru sorunun çekirdeğiyle ilgili
konularla ilişkisi açısından son derece tutarlı ve çarpıcı oluşuyla organik
amneziden çok psikojenik amneziyi andırır. Bunlardan uzaklaştıkça, daha az
bozulma gözlemlenir ve çok daha az dalgalanma vardır. Diğer psikojenik amnezi
biçimlerinde olduğu gibi, sorun çözüldüğünde tümüyle ortadan kalkar ve hasta
böyle bir şaşkınlık içinde oluşuna hayret edebilir. Bu konfüzyona eşlik eden,
karakteristik bir akıl karışıklığı durumu vardır. Ganser'in kendisi bunu bazen
bulutlanma (Benommenheit), bazen de karışıklık (Verwirr- theit) olarak tanımlamıştır (Citterio ve Della Rovere, 1962).
Hem motor hem
de duyusal sistemleri ilgilendiren çok çeşitli bedensel semptomlar bulunabilir.
Bunlar, histerik durumlardan tanıdığımız psödonörolojik semptomların tüm
yelpazesini kapsar. Ataksi ve denge bozukluğu özellikle sık gibi durmaktadır.
Kol ve bacakları kendiliğinden veya istek üzerine hareket ettirme güçlüğü
olabilir. Duruş yatakta yatarken gevşeklikle veya diğer durumlarda doğal
olmayan bir rijidite ile karakterizedir. Klinik tabloya yabancı olanlar ilk
başta bunu katatonik bir durum sanabilir ve sinir sisteminin organik bir
bozukluğunun sonucu olarak görebilirler. Bunlarla birlikte çeşitli duyusal
semptomlar ortaya çıkabilir. Baş ağrısı, sırt ağrısı veya diğer ağrılar veya
bedensel rahatsızlıklar sıktır. Bir olguda, hastanın histerik bir özellik
olarak prozopagnozi semptomu sergilediği bildirilmişti (Mahadevappa, 1990).
Fizik muayene
büyük olasılıkla, hafifçe yükselmiş kan basıncı ve canlı tendon refleksleri
gibi yüksek otonom uyarılma işaretleri ortaya koyar. Duyusal testlerde
analjezi veya anestezi bölgeleri saptanabilir.
Varsanılar varsa, bunlar
işitsel veya görsel olabilir; yazarların bildiği kadarıyla, diğer duyulara ait
anormal algılar bildirilmemiştir. Varsanıların doğası oldukça fantastik
olabilir ve içerikleri hastanın yaşamının o anki durumuyla genel bir bağlantı
taşıma eğilimindedir, bunların duygusal olarak yüklü epizotların yeniden
canlandırılması oldukları da düşünülebilir. Olgu bildirimlerindeki ikinci
hasta, aile hekiminin yatağının ayak ucunda durduğu hayalini görmüştü.
Söylediklerine bakılırsa, o anki koşullarda hekiminin ona yardım edebilecek
tek kişi olduğunu hissettiğinden, ona büyük gereksinim duyuyordu. Bu algısal
bozuklukların doğası ve hastanın şimdiki durumuna bütünleştirilme şekilleri
gerçek değil, histerik alacakaranlık durumunun diğer bazı çeşitleri için
karakteristik olan yalancı varsanılar olduklarını düşündürmektedir.
Hastanın genel davranışı
kaotik ve düzensiz olabilir, stuporla şiddete başvurma arasında dalgalanabilir.
Bu tür bir görüntü ortaya çıktığında, daha örtük çekirdek özellikleri
maskeleyerek tanısal güçlüğe katkıda bulunur.
Ayırıcı tanı şunları
içerir:
• Organik
demans - 'sert' bilişsel kusurlarla karakterize; genellikle az sayıda sorunla
başvurulur.
• Organik
alacakaranlık durumu - yanıtlar yavaştır ve yanlış olabilir, ancak Vorbeireden yoktur.
• Depresif
psödodemans - ayırıcı tanıda büyük zorluk yaratabilir; yatarak gözlem gereklidir.
• Histerik
psödodemans - bilinçte bulutlanma yoktur.
• Şizofreni
- düşünce bozukluğu ve duygulanımda uygunsuzluk olup olmadığına bakın.
• Temaruz
- enderdir, bu tür bir rolü uzun süre sürdürmek zordur.
Teknik açıdan
bakıldığında Canser sendromunun etiyo- lojisi ve psikopatolojik yorumu
kanıtlanmamıştır ve hâlâ karanlıktır. Birçok yazar durumun gerçekte ister
organik, isterse işlevsel psikotik süreçlerin non-spesifik bir görüntüsü
olduğunu ileri sürmüştür. Bu varsayım Whitlock (1967) tarafından çok kapsamlı
olarak araştırıldı. Ancak, bu kitabın yazarları da şimdiye kadar toplanmış olan
kanıtların Ganser'in özgün fikrini desteklemeyi sürdürdüğü, yani bozukluğun
kökenlerinin psikonörotik düzeneklerde yattığı görüşünü paylaşmaktadır. Her
şeye rağmen, ille de birbirlerini dışlaması gerekmeyen diğer bazı temalar üzerinde
de titizlikle durulmalıdır; bunlar: Organisite, psikoz, duygulanım bozukluğu ve
temaruzdur.
Klinik
tabloda gözlemlenen bilinç bulanıklığı ve psödode- mans ilk başta bir organik
beyin sendromu düşündürür. Dahası, Ganser'in özgün olgularından bazılarında
tablo serebral travmanın ardından ortaya çıkmıştı, daha sonra da buna benzer
olgular bildirildi. Benzer şekilde, bilinçteki kısıtlılık ve şaşkın duygusal tepkiler
karmaşık kısmi nöbetten veya post-epileptik alacakaranlık durumundan klinik
olarak ayırt edilemeyebilir.
Özellikle
potansiyel organik bir substrat üzerine odaklanan çok az sayıda çalışma
yapılmıştır. Bu çalışmaların da eksikleri vardır ve bu görüş lehine güçlü
kanıtlar ortaya koyamamışlardır. Cocores ve ark. (1986), kendi izledikleri bir
olguyla birlikte, yazındaki çeşitli kaynaklardan 50 olguyu gözden geçirdiler.
Olguların yalnızca 18'inde EEG sonuçları bildirilmişti ve bunların on biri (%
61) normal, ikisi (% 11) 'tartışılır biçimde anormal' ve beşi (% 28) kesinlikle
anormaldi. Ek olarak bildirilen olgularda BT sonuçlarının hemen hepsi normaldi;
psikometrik incelemeler ya psiko- nörotik düzeneklere ilişkin kanıtlar ortaya
koydu ya da organik-benzeri sonuçlar verdi, ki bunlar da bozukluğun
iyileşmesinden sonra hastalık öncesi düzeylere döndüler.
Bütün bunlara
bakınca, eldeki bilgilere dayanarak Canser sendromunun herhangi özgül bir
lezyonla ilişkili olmadığı ve klinikte tek tek olgular üzerinde yürütülen
araştırmaların büyük olasılıkla normal çıkacağı sonucuna varılır.
Canser
hastalarının verdikleri davranışsa! ve sözel yanıtların bazıları belli
psikotik bozuklukları fazlasıyla andırır, özellikle de katatonik şizofrenide
gözlenen soytarılık durumu ve negativistik sendromlara benzer. Canseryen yanıtlar
gerçekten de şizofrenik düşünce bozukluğunun bir temelini oluşturan, Cameron'un
(1944) 'metonimik çarpıtmalar' olarak adlandırdığı özelliklerin bazılarını
paylaşır.
Canser
sendromuyla şizofreni arasındaki olası ilişki büyük tartışmalara yol açar.
'Soytarılık durumu' terimi, sorulara verdikleri yanıtlar ve genel tutumları bir
tanım getirilmesini hak eden bazı katatonik hastaların tuhaf davranışlarını
anlatmak üzere kullanılmıştır. Burada ayrıca histerik püerilizm denen durumla
da benzerlik vardır, her ikisi de bilincin açık olduğu zeminde ortaya çıkar;
ilk durumda kaba düşünce bozuklukları ve affektif uygunsuzlukla birliktedir.
Ek olarak Sim (1963) ayırıcı tanı için çok yararlı bir nokta ortaya atmıştır.
Şizofrenik 'soytarılık sendromu' üzerine şunları söylemiştir: 'Bu durumda,
hastada bir tür meydan okuma havası vardır, davranışları gülünç olmaktan çok
uygunsuzdur ve zaman zaman verdiği yaklaşık yanıtlar asla kaba değildir.'
Bilinçte bulutlanmayla giden atipik şizofrenik psikozlar, yani 'oneirofrenik
durumlar' da ayırıcı tanıda düşünülebilir, ancak bunların şizofrenik doğası
genellikle ilk bakışta anlaşılabilir tarzdadır.
Altta Yatan Duygulanım Bozukluğu
Bir
duygulanım bozukluğu zemininde psödodemans ortaya çıkması hem klinik hem de
kuramsal güçlükler doğurur. Gerçekten de, histeri görüntüsünde ortaya çıkan
diğer bazı bozukluklar gibi, Ganser sendromunun da bilinçte bir miktar
bulutlanmanın olduğu depresif bir hastalığın bir belirtisi olması ender
değildir (Anderson ve ark., 1959). Örneğin, 29 yaşındaki bir kadın psödodemans
ve stupor- la giden bir dizi epizot geçirmişti, bunlar EKT'ye çarpıcı biçimde
iyi yanıt veriyordu ve bu durumun nedeni, tek- rarlayıcı depresif hastalık
ataklarıydı. Biraz farklı diğer bir önek de, bitirme sınavını geçemeyen 33 yaşındaki üniversite
öğrencisiydi. Genç adamda aniden stupor ve psödode- mans epizotlarının eşlik
ettiği paranoid depresif bir tepki gelişmişti.
Ganser
sendromunun temaruzun bir belirtisinden ibaret olduğu görüşüyle ilgili Szasz'ın
(1961) yorumu:
Ganser sendromunun tipik özelliklerini sergileyen insanların ...
hem kendilerini hem de çevrelerindeki insanları gerçekten hasta (bununla
yetiyitimine uğramış, sorumluluklarını üstlenemeyecek, hatta belki de bedensel
olarak hasta olmak kastediliyor) olduklarına ikna etmeyi çok güzel başarmaları
hayret vericidir... Ama bu şekilde davranarak ne olursa olsun hem kendilerini
hem de bizi yanlış yöne ve akıl karışıklığına sürüklüyorlar.
Bu görüş, Canser
sendromu ve temaruzu birbirine çok yaklaştırır, zaten Szasz, ruh hastalığının
doğasına ilişkin daha az radikal görüşleri kabul etmez. Belki de, hastanın
içine işlemiş ve diğer şeylerle birlikte, bulutlanmış bilinç temelinde yalancı
varsanıların ortaya çıkmasına yol açan durumun yüksek duygusal gerilimine
yeterince önem verilmediği söylenebilir. Çağdaş standartlara göre Szazs'ın
fikri biraz hantaldır ve psikopatolojik sürecin biçimini altta yatan
güdülenimle karıştırır, bu yüzden de disosiyatif/ konversiyon bozukluğu, yapay
bozukluk ve gerçek temaruz arasında ayrım yapamaz.
Anımsanmayacak
miktarda kanıt, saf biçimindeki Canser sendromunun kişi tarafından kısıtlayıcı,
katlanılmaz bir durumdan sınırlı olsa da kaçmak üzere harcanan bilinçdışı
çabanın sonucu olan histerik, disosiyatif bir tepki olduğu görüşünü hâlâ
desteklemektedir. Bilinçdışı güdülenmiş olsa da, sendromun bir kazanca -hasta
rolünün benimsenmesine- hizmet ettiğine kuşku yok gibidir. Bu sorunun esas
çekirdeğine yaklaşma girişiminde bulunulduğunda bastırmanın güçlenmesiyle ve
gerçeklikten kaçışın daha belirginleşmesiyle kendini gösterir. Sorumluluktan ya
da görünürde katlanılmaz bir yaşam olayıyla yüzleşme zorunluluğundan kaçma
girişimine ek ve eşzamanlı olarak, gerçeklikle bağlantıyı koparmama isteği de
vardır, bu da içe kapanmanın derecesini sınırlar. Bu ödün semptomato- lojiye
yansır. Leiberman (1954) ile Weiner ve Braiman'ın (1955) işaret ettikleri gibi,
bu da merkezdeki semptom olan Vorbeireden'i (veya Ganser'in
deyimiyle Vorbeigehen) açıklar, yani bir soruya verilen yanıtın neden
tümden karavana olmak yerine yalnızca kılpayı ıskalandığını.
İyileşmeyi izleyen amnezi yüzünden, bu sendroma tutulan hastalar
daha sonra neden ilk başta yaklaşık veya gülünç yanıtlar vermiş olduklarını,
hatta bunları yapmış olduklarını açıklayamazlar. Gerçekten de ilk muayenede
sorulan sorulardan bazıları anımsatıldığında, kendi yanıtları bir yana,
soruların saçmalığına bile gülebilirler. Bununla birlikte, deneysel amaçlarla
ruhsal bozuklukları taklit etmeleri istenen kişiler üzerindeki çalışmalardan
altta yatan süreç üzerine bazı fikirler edinilebilir (Anderson ve ark., 1959).
Canser sendromlu hastalar gibi, bunların büyük kısmı da yaklaşık yanıtlar
verme eğilimindedir, ancak amnezik olmadıkları için, deney sırasındaki zihinsel
etkinliklerine bir miktar ışık tutabilirler. Ancak, deneysel temaruzun
gerçekleştiği koşulların Canser durumunda söz konusu olanlarla tam olarak
özdeş olmadığı, iki durumdaki güdülenimin farklı oldukları unutulmamalıdır.
İnceleme sırasında akıldan aritmetik sorularına bir dizi yaklaşık ve
yarı-yaklaşık yanıtlar vermiş olan bir denek daha sonra o sıradaki uslamlama
sürecini şöyle açıkladı: 'Diyelim ki 2 ile 2'yi toplamam istendi. Yanıt 4! Ne
yapacağım? Yaklaşık bir yanıt ver, 5? Olmaz! Bu yeterince iyi değil, 6 de!'
Diğer bir denek tekrarlaması istenen ondalık dizisindeki sayıları
yeniden düzenlemiş veya yerlerini değiştirmişti. İlk başta bunun için bilinçli
bir çaba harcamış olduğunu, ama sonra yanlış veya doğruya yakın yanıtlar
vermesine yardımcı olsun diye dikkatini özellikle dağıtmış olduğunu açıkladı.
Bu türden yanıtlar verebilen deneysel tema- ruzcuların çoğu, özellikle de
muayene uzun sürüyorsa, gerçeğin çağrısının bu egzersizi güçleştirdiğini itiraf
ettiler. Bu da bizi, rolün sürdürülmesini sağlayanın Canser sendromunun ikinci
ana özelliği olan bilinç bulutlanması olduğu gerçeğine götürür. Anderson ve
ark. (1959)
işaret
ettiği gibi, 'Bir yaşantıyı seçici algılayabilen Canser hastası, yalnızca belli
yönlerine ilgi gösterebilir ya da gösterir, bu yüzden yanıtları da sapar. Bütün
kavranamadığı için, söz konusu yaşantının toplam alanı resmedilemez, bir
şekilde buna giden yol tıkanmıştır'.
Histerik
semptomlar genellikle benzedikleri durumun eksik temsilleridir ve hastanın
zihninde benzetilen hastalığa veya duygusal duruma ilişkin bulunmasını
beklediği imgeye karşılık gelirler. Bu, bozukluğun hemen daima çok da zeki
olmayan bireylerde bildirildiği gerçeğiyle birlikte ele alındığında,
semptomatolojinin kaba doğası kolayca \ anlaşılabilir.
Durumun doğal gidişi iyileşmeye doğru olmakla birlikte, bozukluğun
akut evresi hastada yoğun sıkıntı ve hekimler için de tanısal güçlükler gibi
birçok sorun oluşturduğundan genellikle hastane yatışı kaçınılmazdır.
Gerçekten de, çoğu durumda depresif hastalık ve elbette temaruz gibi eşzamanlı
durumları dışlamak için zorla veya hastanın rızasıyla hastaneye yatırmak
şarttır.
Belli
ortamlarda (örn. mahkûmlar) adli-tıbbi sorunlar ortaya çıkar ve kişinin
mahkemede kendini savunabilecek kadar iyi olduğuna emin olmak için hastaneye
nakletmek gerekli olabilir. Çağdaş uygulamada, hastaneler bu tür hastaları
yatırmaya isteksiz olabilirler, ki bazı yazarlar bu hastaların uyandırdıkları
hoşnutsuzluk üzerine yazmışlardır (Carney, 1987).
Genel tedavi
yaklaşımları arasında anlayışlı ve sevecen bakım, güvenli ve yapılandırılmış
bir çevre sağlanması ve ilgilenen hekimin destekleyici ve ümitli tutumu
sayılabilir. Hedef hastanın normalliğe dönmesine yardımcı olmaktır ve gülünç
yanıtların üzerinde hiç durulmaması, yumuşak biçimde hastanın yüreklendirilmesi
ve herhangi bir inanmazlık veya temaruz kuşkusu sezdirilmemesi yararlı olur.
Özgül
tedavilere dönersek, Canser sendromunun kısa bir EKT kürüne mükemmel yanıt
verdiği bildirilmiştir (Gol- din ve MacDonald, 1955; Tyndel, 1956).
Ancak bu
ağır veya potansiyel olarak yaşamı tehdit eden özellikleri olan istisnai
olgulara saklanmalıdır. Elbette eşzamanlı depresyonun olabilecek en iyi
yöntemlerle tedavisi şarttır. Nöro- leptik ilaç verilmesinin ardından düzelme
olduğu bildirilmiştir, ama yine hastaların büyük çoğunluğunun ilaçlara veya
EKT'ye gerek kalmadan, bu bölümde daha önce ana hatları verilen genel önlemlere
yanıt vereceğinin altı çizil- \ melidir.
İlaçlar,
bilişsel veya diğer bir psikoterapi şekli de dahil herhangi bir tedavi şeklinin
gelecekte sendromun ortaya çıkması riskini azaltma konusunda profilaktik etkisi
olup olmadığı bilinmemektedir.
Kendiliğinden
tam düzelme eğilimi üzerinde daha önce de durulmuştu. Yakında mahkemede
yargılanacak olmak gibi, stres yaratan etmenlerin varlığının sürmesi durumunda
bile, bozukluğun kısa süreli prognozu mükemmeldir. Nissl'in (1902) bozukluğun
genellikle biçimsel iformal) bir psikotik hastalığa
ilerlediği yolundaki görüşünü destekleyecek hiçbir kanıt yoktur.
Daha sonraki bir tarihte
hastanın stres alhnda kalmasıyla bozukluğun yeniden ortaya çıkabileceği
genellikle kabul edilir ve gerçekten de bu tür nükslerin sık olduğu söylenir.
Ancak bu anekdota! klinik izlenimi destekleyen veya nüks oranlarına ilişkin
sayısal değerler sunan hiçbir çalışma yoktur. Bozukluğun ne kadar seyrek olduğu
düşünülünce, bu şaşırtıcı gelmez. Yine, klinik izlenimler yeni streslerin
ardından gelen nükslerin genellikle geçici olduğu ve iyileşmenin tam olduğu
yolundadır.
Yargılanmayı
bekleyen mahkûmlarda sık sık temaruzdan kuşkulanılır. Bu tür kuşkular yalnızca
geçmişte psikiyatrik öyküsü olmayan kişilerle sınırlı kalmaz, giderek daha sık
olarak, önceden gerçek bir ruhsal bozukluk tanısı almış kişilerde de akla
gelmektedir. Sözgelimi, yazarların deneyimine göre işitsel varsanılar gibi
psikotik semptomlarla başvuran mahkûmlarda, bu semptomlar sivil psikiyatr tarafından,
mahkemede cezalandırılmaktan kaçma girişimi olarak, 'ikna edici değil' veya
'sahte' kabul edilmiş olabilir. Chiswick ve Dooley (1995) 'deneyimsiz
hekimler, aksi kanıtlanmadıkça bütün mahkûmların temaruzcu olduklarını
sanırlar' derler. Bu yazarlar ayrıca 'pratikte mahkûmlarda temaruz sıra
dışıdır ve genellikle kolayca saptanır' diye üzerinde durarak eklerler.
Semptomlara bir açıklama getirmek için başka kavramlar da gündeme geldikçe
durum genellikle giderek içinden çıkılmaz hal alır. Bunlar arasında eşzamanlı
kişilik bozukluğu ve madde kullanımına bağlı psikoz denen durum da vardır. Bu
tür tutumlar yalnızca hatalı olmakla kalmaz, aynı zamanda tehlikeli de olabilir
ve hastaların uygun tedavileri görmelerini engelleyebilir. Klinik özelliklerine
göre tanımlanan bir sendromu altta yatan güdülenimden ayırt edemeyen temel
karışıklık bu tanısal eğilime katkıda bulunur. Kısacası, durum, tanımsal
açıklıktan yoksundur:
Temaruz, genellikle nahoş bir durumdan kaçınmak için, (etik veya
olmayan) bir hedefe ulaşmak üzere kandırmak niyetiyle sahte semptomlar
bildirilmesidir. Mekanizma temelde bilinçli yalan söylemedir ve sorumlu birey
semptomların doğru olmadıklarının farkındadır. Buna göre, temaruz kavramı
hastanın semptomun hangi düzenekle oluştuğunun farkında olmadığı durumlara
uyarlanamaz, çünkü psikopatolojik temeli ne olursa olsun, tanım gereği
semptomlar gerçektir.
Zor veya nahoş bir durumdan kaçınmak için akıl hastalıklarının
başarıyla taklit edildiği olgu örnekleri kayıtlara geçmiştir. Bunlar arasında
en iyi belgelenmiş olanlardan biri Jones'unkidir (1955). En-Dor'a Giden Yol (The Road to En-Dor) adlı kitabında yazar 1. Dünya Savaşı'nda Türkiye'
deki bir esir kampından kaçabilmek için nasıl akıl hastası taklidi yaptığını
anlatır. Son yıllarda başka örnekler de günyüzüne çıkmıştır, bunlardan biri
şizofreniyi taklit ederek hapis cezasından kaçtıktan sonra foyası anlaşılan ve
adaletin gidişini saptırmaktan suçlu bulunan Wins- ton Thomas'tır (Daily Express, 18 Kasım 1992). Ancak bu tür örnekler son derece sıra
dışıdır ve genellikle deneyimli bir psikiyatrı sürekli, başarılı biçimde
kandırmanın zor ve istisnai bir edim olduğu kabul edilir.
Güney
Manchester'daki bir psikiyatri birimine, 10 yıllık bir dönem içinde yapılmış
olan 12.000 yeni yatışı gözden geçiren Hay'in (1983) çalışmasında yalnızca beş
olgu bildirilmiş olması temaruzun seyrekliğine dair bir fikir verebilir.
Dahası, bir fenomen olarak temaruzun kendine has bazı özellikleri vardır ki,
bunlar bile kendi başlarına patolojik bir doğanın varlığını düşündürürler.
Taklit edilen akıl hastalığının daha sonraları sıklıkla gerçek psikoza dönüşmesine
iyi bir örnek Andreyev'in İkilem (Dilemma) adlı romanıdır. Bu tür
bir eğilim ve psikiyatrlara getirdiği uyarı klasik psikiyatri yazınında sürekli
ele alınmıştır:
• Bleuler
(1924) - Delilik taklidi, sıradan insanların sandığı kadar sık değildir.
Deliliği bir dereceye kadar başarıyla taklit edenlerin hemen hepsi psikopattır
ve bazıları gerçekten delidir. Demek ki, temaruzun gösterilmesi, hastanın
ruhsal olarak sağlam ve eylemlerinden sorumlu olduğunu hiçbir şekilde
kanıtlamaz.
• Kraepelin
(1919) - Bu alanda son derece
tedbirli olmak gerekir. Kuşkuya yer bırakmayacak şekilde dissimülas- yon
olduğuna inandığım bu tür birçok olguda sonraları erken bunama geliştiğine
tanık oldum.
• Maudsley
(1867) - Bir adam deliliği deneyimli bir gözlemciyi kandıracak kadar mükemmel
taklit ediyorsa, sanırım temsil ettiği karakterden çok da uzak olmadığına
inanabiliriz; çünkü taklit edilen fenomenin altında gerçek bir delilik temeli
olmadıkça, bütün olarak bir tutarsızlık ve bilinen akıl hastalıklarıyla
uyumsuzluk olacaktır.
Jung (1903) da, psikiyatri ortamında temaruzla ilgili ortaya
çıkan temalar (ender oluşu, altta yatan gerçek bir akıl hastalığının belirtisi
olarak konumu ve geriye dönük temaruz itiraflarına kuşkuyla yaklaşılması
gereği) üzerinde ayrıca durmuştur. Bu ışıkta, Bucknill ve Tuke (1862) tarafından
İlginç Psikiyatrik Sendromlar'ın daha önceki baskılarında anlahlan olgu,
bugün artık yanlış bir temaruz tanısına örnek olarak görülebilir.
Başlangıçta akıl hastalığı taklidi tanısı konmuş olan olgular
üzerinde yürütülen izleme çalışmaları ya eşzamanlı akıl hastalığının varlığını
veya daha sonraları genellikle şizofreni görünümünde, toplumsal yetiyitimi veya
gerçek akıl hastalığı geliştiğini gösteren daha önceki yazarların görüşlerini
doğrulamıştır (Hay, 1983; Humphreys ve Ogilvie, 1996). Bu mekanizma yalancı temaruz terimini kullanan Schneck (1970) tarafından iyi
tanımlanmıştır. Bu kavram, bir psikiyatri ortamında ortaya çıkan temaruzun
genellikle bir bozukluğun semptomu -dinamik açıdan, egoyu destekleyici bir
düzenek olarak yorumlanabilecek, gerçek bir psikozun prodromal bir özelliği-
olduğunu veya Berney'in (1973) tanımladığı gibi, kişilikteki çözünmeye karşı
'son bir çaba' dır. Buna göre, bir psikiyatri ortamında saf temaruzun ender
olduğu açıktır; yalnızca diğer olasılıklar iyice araştırılıp dışlandıktan
sonra bu tanı konmalıdır, asla ilk sıra tanısı olarak değil. Bazı öğelerinden
kuşkulanı- lıyorsa, daha sonra psikoz gelişebileceği de beklenmelidir.
Adler, R. and
Tonyz, S. (1989) Aust NZ J Psychiat, 23/1,124.
Anderson, E.W., Trethowan, W.H. and Kenna, J. (1959) Acta Psychiat Scand, 34
(Suppl.),132.
Apter, A., Ratzoni, C., Iancu, I., Weizman, R. and Tyano, S. (1993) J Am AcadChild Adotesc Psychiat, 32/3,582.
Berney, T.R
(1973) South Afr Med J, 47,1429.
Bleuler, E.
(1924) Textbook of Psychiatry. MacMillan, New York.
Bucknill, J.C. and Tuke, D.H. (1862) A Manual of Psychological Medicine. Churchill, London.
Cameron, N. (1944) Experimental
analysis of schizophrenic thinking. In: Language and
Thought in Schizophrenia. University of California Press, Berkley.
Carney, M.W.P., Chary, T.K.N., Robotis, R and Childs, A. (1987) Br 7 Psychiat, 151,697.
Chiswick, D. and Dooley, E. (1995) In: Seminars in Practical Forensic Psychiatry (eds D. Chiswick and R.
Cope). Caskell, London.
Citterio, C. and Deha Rovere, M. (1962) Arch Psicol Neurol Psychiatr, 23,19.
Cocores, J.A., Schlesinger, L.B. and Cold, M.S. (1986) Internat J Psychiat in Med, 16, 59.
Dabholkar,
P.D. (1987) Br J Psychiat, 151,256.
Canser, S.J.
(1898) Arch Psychiat Nervenkr, 30, 633.
Canser, S.J.
(1904) Arch Psychiat Nervenkr, 38, 34.
Coldin, S.
and MacDonald, J.E. (1955) J Mental Sci, 101,268.
Hay, C.C.
(1983) Br J Psychiat, 143, 8.
Humphreys, M.
and Ogilvie, A. (1996) Psychiat Bull, 20, 666.
Jones, E.H.
(1955; The Road to En-Dor. Pan Books, London.
Jung, C.C. (1903) On simulated
insanity.
In: Collected Works of C.G. fung, Vol.1 (1957). Routledge and Kegan Paul,
London.
Kraepelin, E. (1919) Dementia Praecox and Paraphrenia. Churchill Livingstone,
Edinburgh.
Leiberman, A.A. (1954) J Nerv Mental
Dis,
120,10.
Mahadevappa, H. (1990) J Clin
Psychiat, 51/4,167.
Mauisley, M. (1867) The Philosophy and Pathology of theMind. Macmillan, London.
Nissl, E. (1902) Zentralbl
Nervenheilk, 13,12.
Schneck, J.N. (1970) Psychiat Quart, 44, 49.
Scott, RD. (1965) Br J Criminol,
5,127.
Sigal, M., Altmark, D.
Alfici, S. and Gelkopf, M. (1992) Comp Psychiat
33, 134.
Sim, M. (1963) Guide to Psychiatry. Churchill Livingstone, London Szasz, T. (1961) The Myth of Mental Illness. Hoeber, New York.," Tsoi, W.E (1973) Br J Psychiat, 123,567.
Tyndel, M. (1956) J Mental Sci, 102, 324.
Whitlock, EA. (1967) Br J Psychiat. 113, 19.
Weiner, H. and Braiman, A. (1955) Am J Psychiat, 111,767.
v
COUVADE SENDROMU
Nasıl oluyor da oluyor iyi hanımın karnı
şişiyor, ama kocası onun için doğuruyor ve önce hastalanıyor William
Wycherley, Köy Kadını (The Country Wife), (IV.
perde, IV. sahne)
Couvade
sendromu, baba adaylarının eşlerinin gebelikleri boyunca veya doğum sırasında
ya da her ikisinde birden, çeşitli fiziksel semptomlara yakalandığı bir
bozukluktur, bunların en çarpıcı olanları, gebe kadınların sık sık gösterdikleri
semptomları andırır. Çok nadiren diğer akrabalar ve zaman zaman çocuklar da
bunlara tutulabilir.
Couvade
terimini antropolojik bağlamda ilk kullanan Tylor'dır (1865). Sözcük Fransız
Bask dilinde bir yüklem olan couver, kuluçkaya yatmak,
yumurtadan çıkmak sözcüğünden türetilmiştir. Terim, değişkenlik gösterse de,
dünyanın her köşesinden endüstrileşmemiş kültürlerin birçoğunun bireyleri
tarafından gerçekleştirilen ilginç bir ritüeli tanımlar. Özde bu gelenek
karısının doğumu sırasında babanın yatağa yatması, oruç tutması veya belli yiyeceklerden
uzak durması, doğum sancılarını taklit etmesi ve genellikle doğurmakta olan
kadınlara gösterilen ilginin ona da gösterilmesinden oluşur (Westmarck, 1921).
Yakınlara dek
bir isim verilmemiş olsa da, Couvade sendromuna göndermelere yazın tarihinde
birkaç yüzyıldır rastlanmaktadır. Couvade ritüelinin çok eskilere dayandığı
bilinmektedir. İÖ 60 yılında Diodorus Siculus şu gözlemi yapmış: 'Crynos (Korsika)
Adası'nda bir kadın çocuk doğuracaksa ... adam hastaymış gibi yatağa yatar ve
belli sayıda gün doğum yatağından çıkmaz'.
Couvade'e en
iyi tarihsel örneklerden biri, Provens lehçesinde yazılmış bir şiir olan Aucassin ve Nicolette'de yer alır:
Kahraman, Aucassin Torelore Kralı'nın sarayına gelir ve kralı
yatağında yatar bulur. Derdinin ne olduğunu sorduğunda, ayın sonunda bir oğul
beklediği yanıtını alır. Burada kral, Strabo zamanından beri ilim adamlarının
bildirmekte oldukları bir uygulamayı izlemektedir. Ne ki Aucassin antropolog
değildir ve babalığın sancılarına anlayış göstermek yerine, krala bir temiz
dayak çeker (Eden, 1958).
1627'de Francis Bacon şöyle
demiş: 'Yurtdışında, seven ve şefkatli Kocaların Karılarının Çocuk
doğurmalarını bir Kaza eseri Kendi Bedenlerinde Hissettikleri yolunda bir
İnanış var (boş olup olmadığını bilemem)' (Hunter ve Ma- calpine, 1963).
1677'
de Robert
Plot, Royal Society (Kraliyet Topluluğu) Üyesi ve Sekreteri şunları yazmış:
'İnsan doğum yaparken, çocuğun çıkınımda kadınların hissettiği sancıların
kocanın Karnını da bazen etkilemesi eşit derecede tuhafhr...' (Hunter ve
Macalpine, 1963).
Öyle
görünüyor ki, Couvade sendromu büyüsel inanışlarda bir yer bulmuştur ve
kayıtlarda, en azından bir cadının, Eufame Macalyane, kadınların doğum
sancılarını kocalara aktardığına inanıldığından yakılarak öldürüldüğü yazar
(Frazer, 1910). Murray'e (1921) göre, 'Bir cadının ağrıyı veya hastalığı bir
hastadan diğer bir insana veya hayvana aktarmakla suçlanması yaygındı. Sık sık
olduğu gibi, ağrılar doğum sancısı olup kocaya aktarıldığında, adam çok
hiddetleniyordu ve bu hiddeti, acılarını anlattığı erkek yargıçlar tarafından
da paylaşılıyordu'. Ebeler de bu güce sahip olmakla ün yapmışlardı (Pennant, 1772).
Ayrıca, İskoçya Kraliçesi Mary Haziran 1566'da doğum sancıları çekmeye
başladığında, Atholl Kontesi'nin onun sancılarını Lady Reres'e aktarmaya
çabaladığı kayıtlara geçmiştir. Bu işlemler başarılı olmuş gibi durmuyor, çünkü
her ne kadar Lady Reres yatağa düşüp 'hanımı gibi acı çekti' ise de, Kra-
liçe'nin sancıları bundan hiç etkilenmemişti (Fraser, 1969).
Büyücülükte olduğu gibi
folklorda da, özellikle bir semptom vardır ki, kocalar buna tutulduklarında,
bazen bunu karılarının gebe olduğunun işareti olarak yorumlarlardı; diş
ağrısı. Bu inanış Britanya Adalarının birçok kısmında kayda geçmiştir
(Rolleston, 1945). Bu ayrıca Eliza- beth dönemi tiyatro yazarları Dekker ve
Webster'in 1607 yılında yazdıkları Westwood Ho adlı oyunlarında da konu
edilir (Flugel, 1921). Üç kadının kocalarını tartıştıkları bir sahnede biri
diğerine şöyle der: 'O ne mutlu, keşke ben de kocamı böyle boyunduruğa
sokabilsem. İşittim ki her sene adam onun çocuklarını dişleriyle doğuruyor.'
Ayrıca, diş ağrısının
karşılıksız aşkın bir işareti olarak görüldüğü de kaydedilir. Norfolk'ta 'aşk
sancısı' olarak bilinirdi. Shakespeare Kuru Gürültü'de (Much Ado About Nothing, II. perde, III. sahne) Beatrice'e âşık olan Bene-
dick'in diş ağrısından yakındığını ve bu yüzden dostları tarafından dalgaya
alındığını anlatır. Diş ağrısının dışında, on yedinci yüzyıl tiyatro ve
edebiyatında başka Couvade semptomlarından da söz edilir: Sözgelimi Beaumont ve
Fletcher, Thomas Middleton ve Wilkins (Lean, 1904) oyunları ve elbette
Wycherley (1672, bu bölümün başına bakın) ve ayrıca, koca ile karı arasındaki
'karşılıklılık' üzerine yorum yapan Robert Heath'in 1650'
de yazdığı
şiir (Lindsay, 1933).
Olgu 1
38 yaşında
bir Ingiliz karısının altı gebeliği sırasında çeşitli semptomlardan
yakınıyordu. Diğer zamanlarda gayet sağlıklıydı. Çocuk gibi utangaç olmasına
karşın, açık nörotik özellikler göstermiyordu. Ergenliği sırasında kızlarla
çok az temas kurmuş olmasına karşın, cinsel gelişimi normal görünüyordu.
Kendisinden 16 yaş küçük bir erkek kardeşi vardı.
Ordudan ayrıldıktan üç yıl sonra karısıyla tanışarak evlenmişti,
bir fırıncının yanında çalıştığı süre boyunca nişanlı kalmışlardı. Ana-babası
bu nişana tepeden bakmışlar ve düğününe gelmeyi reddetmişlerdi. Bu onu çok
incitmişti. Evliliğinin ilk yılları, kalacak yer sıkıntıları yüzünden pek
rahat geçmemişti. Sonra, ana-babasının karısını tümden olmasa da, daha fazla
kabullenmeleri üzerine her ikisi de onların evinde yatmaya başlamışlardı. Kadın
gündüzleri kendi ana-babası- nın evinde geçiriyordu. Bu zorluklar kadın ilk kez
gebe kalana dek sürmüştü. Bundan sonra hasta önce bir karavan, sonra da bir ev
almıştı. Evlilik ilişkisinin iyi olduğu söyleniyordu, cinsel ilişkileri
karşılıklı olarak doyurucuydu.
Görüşmede güvenilir, uyumlu ve yargılarında mantıklı biri olarak
değerlendirildi. Tavırları nazikti, konuşması biraz çevreseldi.
Karısının ilk gebeliği sırasında (11 yıl önce) adamda sabah
kusmaları olmuştu. İlginç biçimde, karısında bu yakınma hiç olmamıştı. Ayrıca
iki hafta süren ve onu bir diş hekiminden birkaç dişini birden çekmesini talep
etmeye iten şiddetli diş ağrıları olmuştu. Bunun sonucunda, sekiz azıdişi
haricinde dişi kalmamıştı. Çocuğun doğduğu gün, işyerinde bütün gün şiddetli
karın ağrısı çekmiş, bir saat kadar tuvalette oturmak zorunda kalmıştı. Bu saat
11'de aniden geçmişti. Daha sonra bunun oğlunun doğduğu saat olduğunu
keşfetmişti. (Bu tür rastlantılar Couvade sendromu çekenler tarafından sıkça tanımlanır.
Bir tür parapsikolojik açıklamaya girmeden bunun anlamını değerlendirmek
zordur. Bununla birlikte, bu olgularda bellekte bir miktar geriye dönük
gerçeği çarpıtma söz konusu olabilir.)
Karısının
ikinci gebeliğinin (9 yıl önce) başlarında yine sabah bulantıları olmuştu.
Daha sonra, çocuğun doğumuna 3 hafta kalana dek sağlık sorunu olmamıştı, bu
zamanda bir hafta boyunca üst epigastriumunda, iki büklüm olmasına yok açan
şiddetli krampları olmuştu.
Üçüncü
çocuğunun (şimdi 8 yaşında) doğumundan önceki aylarda yine bir hafta boyunca
göğüs ağrısı ve epigastrik sancılar çekmişti. Bu daha sonra kendiliğinden
geçmiş ve sonrasında sağlıklı olmayı sürdürmüştü.
Bir yıl
sonra, karısı bir kez daha gebe kaldığında, artık tanıdık gelen sabah
bulantılarını yeniden yaşamıştı. Bundan sonra, karısı doğum yapana kadar iyilik
halini korumuş, doğum sırasında şiddetli, kolik tarzı karın ağrıları çekmişti.
İçinde bulunduğu gerilimden kendini kurtarmak için garaja gidip büyük bir
kangal teli küçük parçalara kesmişti. Bunu zihnini meşgul etmek için yaptığını
söylüyordu, karısına bir şey olacağından çok endişelendiğini de itiraf
etmişti.
Karısının
beşinci gebeliği (3 yıl önce) o zamana kadarkile- rin en rahatıydı. Yalnızca
birkaç gün sabah bulantıları olmuş ve bir veya iki hafta bir uyluğunda daha
önce veya daha sonra hiç olmamış bir dermatit gelişmişti, o kadar. Bu gebelik
sırasında başka herhangi bir semptom hatırlamıyordu.
Altıncı
çocuğunun doğumu, yapılan ilk görüşmeden iki hafta önce olmuştu. Bu gebelik
sırasında gebeliğin yaklaşık ikinci ayında başlayan ağır sabah kusmaları ve
yine, yaklaşık iki hafta içinde kendiliğinden geçen diş ağrısı olmuştu. Gebeliğin
3-6 ayları arasında yaklaşık iki hafta boyunca alt karın
bölgesinde burulma tarzı ağrıları olmuştu. Bu çocuğun doğumundan
3 hafta önce tekrarlamış ve 10 gün sürmüştü. Sonra yeni bir oyalanma yolu ...
Neden yaptığı konusunda herhangi iyi bir neden gösteremediği halde, bir kuluçka
makinesi almış ve birkaç ispenç tavuğu yumurtası koymuştu. Bunlara aşırı ilgi
gösteriyordu, hatta cımbızla sert yumurta zarının yırtılmasını kolaylaştırarak
bazı civcivlerin yumurtadan çıkmasına yardım bile etmişti. Bunu yapar yapmaz
karın ağrısı tümden geçmişti, doğumun olduğu gün aşırı kaygılı olmasına ve
ağzına lokma koymamasına karşın, sancı çekmemişti.
Karısının gebeliklerinin çoğunda ilk başlarda 3 hafta kadar
süren, sabah kusmalarına eşlik eden iştahsızlık dönemi oluyordu. Son üç ayda,
dönemsel karın ağrısı ataklarının dışında, hazımsızlık olarak tanımladığı bir
yakınması daha oluyordu. Ayrıca anksiyeteyle ilişkilendirdiği baş ağrılarından
yakınıyordu. Karısının bütün gebeliklerinde, özellikle kendisinin bulunmadığı
bir sırada bir şeylerin ters gideceği yolunda çok endişe duyduğunu itiraf etti.
Bu anksiyete ayrıca uykusuzluk, sık idrara çıkma, yerinde duramama ve
konsantrasyon eksikliğine de yol açma eğilimindeydi. Bunca semptomu olmasına
ve bunların karısının gebelikleriyle kronolojik ilişkisinin farkında olmasına
karşın bunların olası nedenlerine ilişkin pek içgörüsü var gibi durmuyordu. Bu
yüzden, tanımlayıcı bakış açısından semptomları bir konversiyon tepkisi olarak
ele alınmalıdır. Yalnızca iki sefer görülmüş olduğu ve bunların da kendi
isteğiyle değil, araştırmacının isteğiyle olduğu gerçeği, bu olgunun kesin bir
psikodinamik formülasyonunun yapılmasını engeller. (Yazarlar bu olgunun
ayrıntılarını vermiş olan Dr W. Pryse-Phillips'in yardımlarına teşekkür
ederler.) Bu hastanın derinlemesine sorgulanmasını güçleştirdi. Yine de, bu
hastanın annesine yönelik hissettiği ikideğerliliğin bir kısmını karısına
aktarmış olduğunu düşündürmeye yetecek veri açığa çıkmıştı. Adamın, karısının
hepsi de gayet normal giden gebelikleri sırasında ne denli anksiyeteli olduğu
dikkate değer. Bu anksiyete, karısını tehlikeye attığı (kendisi böyle hissediyordu)
için duyduğu hafif suçluluk duygusuyla ve kendini suçlamayla ilintiliydi. Daha
da açık olan, önemli miktarda em- patinin varlığı ve karısını koruma ve
tehlikeden, rahatsızlıktan kurtarma gereksinimiydi. Bir miktar engellenmiş
yaratıcılık da belirgindi.
Bu ilk olgu
sendromun en temel yönlerinin birçoğunu ortaya koyar. Ne var ki, bir sonraki
olgu hastanın görünürde kişiliği iyi korunmuş olmakla birlikte, açıkça psikotik
oluşu yüzünden atipiktir.
Olgu 2
Bu, 29
yaşında, yaşamını gezici badanacı olarak kazanan bir erkekti. Karısı ilk doğumu
için hastaneye yattıktan hemen sonra aynı hastanenin acil servisine
başvurmuştu. 'Doğum sancılarından’ yakınıyordu, bunları pelvisinde bir basınç
hissi ve karnında gerilme olarak tanımlıyordu.
Geriye dönük olarak, karısının gebeliği sırasında bulantı,
abdominal gerginlik ve bebek tekmelemesine benzer hisler gibi çeşitli
semptomları olduğu anlaşıldı. Karısının doğumu ilerledikçe, adamın semptomları
da ağırlaştı. Kadına epizyo- tomi yapılmış olduğunu öğrendiğinde, perineal ağrı
geliştirdi. Karısı emzirmeye başladığında memesinde rahatsızlıktan yakındı.
Karısı doğum sıkıntılarını atlattıktan sonra adamın bütün semptomları da
ortadan kayboldu.
Bu semptomlar tuhaf doğada ve uzun süreli olmalarına karşın ve
herhangi bir fiziksel anormallik olmadığı halde, adamın yakınmaları yeterince
gerçek gözüküyordu. Bunun dışında, oldukça yaygın düşünce bozukluğu, çoklu
sanrılar veya işitsel ve somatik varsanılar ve duruma ilişkin tartışmaya yer
bırakmayan diğer semptomlar gösterdiğinden, iyi korunmuş bir şizofrenik
hastalık tanısı kondu. Kendisinin gebe olduğuna inanıyor gibi bir hali
olmamasına karşın, düşünce aktarımı, telepati ve altıncı his gibi fikirlerle
aşırı uğraşıyordu. Karısı, baş ağrısı olduğunda adamın ellerini onun başına
koyarak baş ağrısını kendisine aktaracağına inandığını anlattı.
Geçmişe ilişkin ortaya çıkarılan tek anlamlı etmen, 8 aylık
bebekken babasının paranoid şizofrenik hastalığa tutulması ve bir akıl
hastanesine yatırılmasıydı. Daha sonra annesi onu eve almayı reddetmişti.
Karısı hastaneden taburcu edildikten sonra kendisi de taburcu
olmakta ısrar etti. Ülkenin başka bir yerindeki bir doktordan tavsiye isteyen
bir mektup gelene kadar adamla ilgili herhangi bir bilgi gelmedi. Karısı
yeniden gebeydi ve adamın semptomları nüksetmeye başlamıştı.
İzleyen olgu,
daha nadir bir olaya, sendromun fiziksel bir işaretle (karında şişkinlik)
birlikte görülmesine bir örnektir.
Olgu 3
Yirmi altı
yaşında Avusturalyalı bir asker, aktif görevde olduğu sırada epey ilerlemiş
gebeliği andıran bir karın şişkinliğiyle askerî hastaneye yatırılmıştı. Zaman
zaman 'kuru' kusmaları olsa da, herhangi bir sancı veya hassasiyet yoktu.
Araştırmalar batın içi herhangi bir hastalığın varlığını düşündürmedi.
Anestezi altına alındığında karnı düzleşti ve derin palpasyon- la herhangi bir
kütle veya anormallik ele gelmedi. Yeniden bilinci yerine gelir gelmez
şişkinlik geri döndü.
İzindeyken evlenmişti ve göreve döndükten sonra karısının gebe
olduğunu öğrenmişti. Kadın sabah kusmalarından büyük sıkıntı çekiyordu ve adama
mektup yazarak eve dönmesi için yalvarmıştı. Adam bu konuda çok kaygılıydı,
ayrıca postanın düzensizliği de bu kaygısını artırıyordu. İşte tam bu noktada
karın şişliği ortaya çıktı ve 22 ay boyunca, çocuğu doğduktan sonra da devam
etti. Evine dönebildikten sonra da anında düzeldi. Askerî hekimler 'histerik
yalancı gebelik' tanısı koyd ular.
Bunun bir konversiyon tepkisi olduğu yolunda pek kuşku bulunmasa
da, buna 'yalancı gebelik' demek açıkça hatalıydı.
Hastanın kendisi gebe olduğuna inanmıyordu; öyle olsaydı, buna
sanrı tanısı koymak ve adamı psikotik olarak ele almak gerekli olurdu, oysa
durum farklıydı.
İlginç biçimde, 12 yıl sonra adamın karın şişkinliği yeniden
ortaya çıktı. Bu kez karısının gebeliğiyle ilişkili değildi (başka çocukları
olmamıştı), karısından ayrılması üzerine gelişmişti. Bir kez daha bütün
fiziksel araştırmalar negatif çıktı.
•
Büyük örnekler seyrek olmakla birlikte,
ufak örnekler (sözgelimi bebek bekleyen babanın anksiyetenin somatik
eşlikçilerini yaşaması) dahil edilirse, bildirilen % 11 ile % 65 ve üstü sıklıkla, durumun
hiç de ender olmadığı anlaşılır.
•
En yüksek sıklık gebeliğin son üç
ayındadır (özellikle son ay), ilk üç ayda da sıklıkta bir tepe gözlenir.
•
Çalışmaların sonuçları çelişkili olmakla
birlikte belli toplumsal ve duygusal etmenlerle bir takım ilişkiler bildirilmiştir.
1965 yılında Trethowan ve
Conlon tarafından yürütülen ilk kontrollü çalışmanın sonuçları, dokuz erkekten
biri (% 11) gibi yüksek bir yüzdenin,
karılarının gebeliğiyle ilişkili psikojenik kökenli bazı semptomlar
yaşadıklarını düşündürdü, ancak bu verilerin ileri analizi, bunun düşük bir
hesaplama olduğunu ve doğru rakamın % 19-20 civarında olması gerektiğini ortaya koydu.
Diğer çalışmalar da bunu doğrular gibi durmaktadır: Lipkin ve Lamb (1982)
267 gebe
kadının eşlerinin % 22' sinin karılarının gebelikleri sırasında gastrointesti- nal
yakınmalarla tıbbi yardım aradıklarını bildirdi, kadın gebe kalmadan 6 ay öncesinde ve doğumdan 6 ay sonrasında bu
yakınmaların hiçbiri bulunmuyordu.
Couvade
sendromu üzerine ilk ileriye dönük çalışmayı yürüten Bogren (1983)
kocaları
kendi kontrolleri olarak kullandı ve ilk kez gebe kalmış 112 kadını (daha sonra
çeşitli nedenlerle 81'e düştü) rasgele yöntemle seçtikten sonra, bunların
kocalarının % 20'sinin kadınların gebeliğine tepki olarak görülebilecek
semptomlar gösterdiğini kaydetti. ABD'deki diğer çalışmalar Lipkin ve Lamb tarafından bildirilenden
daha yüksek, bazıları % 79'a varan sıklıklar ortaya koydu (Munroe ve Munroe,
1971; Clinton, 1987). Khanobdee ve ark. (1993) Taylandlı erkeklerde % 61
sıklık bildirdi.
Conner ve
Denson (1990) anksiyeteli baba adaylarında, siyah ırktan olanlarda ve
sosyoekonomik konumu düşük olanlarda sıklığın daha yüksek olduğunu bildirdi.
Diğer toplumsal ve duygusal bağlantılar şunlardır: Küçük yaşlarda kendi
babasının evden gitmiş olması (Munroe ve Munroe, 1971), planlanmamış gebelik
(Davis, 1978), düşük eğitim düzeyi (Wylie, 1976), ekonomik güvence eksikliği,
etnik-dinsel kimlik (Wapner, 1975; Davis, 1978) ve evlilikte geçimsizlik (Reid,
1975). Bogren (1984) kendi doğumları sırasında babaları 30, anneleri 25 yaşın
üzerindeki erkeklerde sıklığı daha yüksek buldu, ayrıca annelerine çok bağlı
ve ilk cinsel ilişkilerini 18 yaşından sonra yaşamış erkeklerde de sıklık daha
yüksekti; sendroma tutulanların parasal durumu veya eğitim düzeyiyle sıklık
arasında bir ilişki bulamadı.
Couvade
semptomları gebeliğin yaklaşık üçüncü ayından itibaren herhangi bir zamanda
ortaya çıkabilir. Çok istisnai olarak kişi eşinin gebe olduğunu fark etmeden
önce ortaya çıkar, ama kısa sürede gebelik belirgin hale gelir (lnman, 1941). Bu
tür önsezi semptomları için olası bir açıklama, duyarlı bireylerin gebeliğin
çok erken dönemindeki değişiklikleri, Couvade semptomlarını uyandırmaya
yetecek düzeyde eşik-altı algılamaları olabilir. Semptomların sıklığı,
başlangıçtan sonra giderek düşme eğilimindedir, ancak son üç ayda, genellikle
doğumdan hemen önce veya doğum sırasında ikinci bir tepe yapar.
Olguların yaklaşık üçte
birinde semptomlar doğum sancıları başlamadan ortadan kalkar, ama bazen tam bu
sırada nüksedebilirler. Diğer bir üçte bir çocuk doğar doğmaz semptomsuz hale
gelir, geri kalanlardaysa semptomlar birkaç gün daha sürebilir.
Fiziksel semptomların
ortaya çıkışıyla anksiyete arasında bir ilişki olmakla birlikte, bunun varlığı
illa şart değildir. Belirgin fiziksel semptomları olan bazı kişiler çok az
anksiyete gösterir veya hiç göstermezler. Aynı şekilde, semptomların ortaya
çıkışıyla eşin gebeliği arasındaki ilişkiye dair hiçbir içgörü bulunmayabilir.
Diğer olgularda iç- görü korunmuştur veya sonradan gelişebilir, ancak kişide
herhangi bir rahatlama sağlamayabilir.
Anksiyete belirgindir; bu
ve fiziksel semptomların varlığı ya da yokluğu, anksiyetenin nörotik bir
temele mi dayandığı, yoksa 'gerçek' obstetrik bir nedene mi bağlı olduğuna
bakmaz.
Couvade sendromunun
semptomları değişken ve öyle yaygındır W, yalnızca gebelikle
kronolojik ilişkisi olan ve diğer zamanlarda görülmeyen, organik temeli iyi
tanımlanmamış herhangi bir bozukluğun bu sendromla ilişkili olabileceği
düşünülmelidir.
Daha sık bir araya gelen
semptomlar:
• Gastrointestinal bozukluklar - iştahsızlık, diş ağrısı, bu- lanh
ve kusma (sabah kusmaları oldukça sık), hazımsızlık, tanımlanamayan karın
ağrısı veya rahatsızlık, kabızlık veya ishal.
•
Depresyon, gerginlik, uykusuzluk,
sinirlilik, iritabilite, zayıf düşme ve baş ağrıları gibi psikiyatrik semptomlar.
•
Gebelikteki gibi aşerme zaman zaman
görülebilir.
•
Karında şişme - daha önce anlatıldığı
gibi, bu seyrek görülen bir fenomendir.
Bu son
semptom aynı zamanda yalancı gebeliğin de bir özelliği olabilir ve ilk olarak 1860 tarihinde Sir James
Simpson tarafından araştırılmıştır. Simpson, yalancı gebeliği ve şişmiş karnı
olan bir kadın kloroformla anestezi altına alınırsa, karnının normal boyut ve
şeklini alana dek düzleştiğini, ancak bilinç yerine geldikten sonra eski haline
döndüğünü söylüyordu: 'Kaslar kasılmaya başlar ve önceki kadar gergin hale
gelirler, öyle ki hasta tümden uyanıncaya kadar karnı da eskisi gibi büyük ve
yuvarlak hal almış olur...' (Simpson, 1872). Bu tür şişme büyük olasılıkla diyafram
çökmesi ve omurga lordozunun bileşiminden kaynaklanır.
Couvade
sendromunun etiyolojisi karanlıktır. Geleneksel olarak psikodinamik ilkeler
bağlamında ele alınmış ve doğuma imrenme, anne adayıyla özdeşim, babalığa
ilişkin ikideğerlilik, gizli eşcinsellik ve fetusu rakip olarak algılama gibi
etmenler üzerinde durulmuştur. Bu tür psikodinamik güçlerin ayrıca Couvade
ritüelini Couvade sendromuyla bağlantılandıran ortak bir yol oluşturdukları
düşünülüyordu.
Daha
yakınlarda, ırksal özellikler biliminin sağladığı kanıtlar ışığında, ilgi odağı
biyolojik mediyatörlere kaydı. Ne var ki, gerçekte söylenebilecek tek şey, şu
anki bilgiler ışığında Couvade sendromunun etiyolojisi kanıtlanmamış ve hâlâ
bilinmezliğini korumakta olduğudur.
Bu geleneğin
kökenini açıklamak üzere birçok girişimde bulunulmuştur. Dişi hükümranlığına
veya kılıbıklığa atfedilmiş veya ilk günah öğretisinin silik bir anısı olduğu
söylenmiştir. Androjini ile, yani erkekte tam
gelişmemiş, ama bazen işlevsel olabilen kadın üreme organlarının varlığı ile,
bağlantılı olduğu öne sürülmüştür. Hatta, 'erkeklerin kendini beğenmişliği ve
kadınların uysallığı' bile söz konusu edilmiştir. Birçok Doğu ülkesinde bu
geleneği gözlemleyen Marko Polo, buna gerekçe olarak kocanın doğum sancılarını
paylaşmasının çok adil bir durum olduğunu öne sürmüştür (Dawson, 1929).
Tylor (1865)
Couvade'i
babanın çocuğun kendi ailesi tarafından benimsenmesini güvenceye almak için
yaptığı bir doğurma taklidi olarak görüyordu. Yani, anaerkil düzenden
babaerkil düzene geçişin bir işaretiydi. Alternatif olarak, birden çok erkekle
(poliandrik) evliliklere izin verilen toplumlarda Couvade babalığı
kesinleştirmek üzere yapılıyor olabilir.
Couvade
üzerine bu görüşler, eylemin gerçekten de bir babalık iddiasından oluştuğu
varsayımına dayanır. Ne var ki, Sir James Frazer'a (1910) göre, bu fikir
yersizdir, ritüeli uygulayanların bazılarının söyledikleri bunu hiç de desteklemez.
Dahası, geleneğin amacı ille de soyu anaerkil geçişten babaerkil geçişe aktarma
girişimi olarak yorumlanamaz, çünkü akrabalığın anne tarafıyla belirlendiği
bir sisteme bağlı belli kabilelerde de Couvade gözlemlenmiştir.
Alternatif
bir açıklama, ritüelin beyaz büyünün birçok örneğinden biri olduğudur
(Malinowski, 1937). Burada, Couvade gibi, eşit derecede ilginç başka gelenekler de vardır
ve bunların ortak noktası, kadınların doğum sancılarını azaltmak üzere, fatura
kocaya çıkacak şekilde, acının vekaleten çekilmesi fikrini ifade etmeleridir.
Birçok ülkede doğum yapmakta olan kadınların kocalarının, kadına ait bazı
giysileri giymesinin geleneksel olduğu kaydedilmiştir. İrlanda'nın batısında,
doğuma giden bir kadın gizlice kocasının yeleğini giyer; Fransa ve Almanya'da
ise, kocasının pantolonunu giyerse doğumun çok kolaylaşacağı söylenir. Bunların
Frazer'ın kötü ruhun aktarımına ilişkin örnekler olarak sınıflandırdığı, ayrıca
Freud'un (1950) 'düşüncede tümgüçlülük' dediği olguya dayanan büyüsel eylemler oldukları
açıktır.
Couvade'e
gerçekten kapsamlı ilk psikanalitik yorumu yapan Reik (1931)
oldu. Reik
bu uygulamanın özdeşim ve ikideğerliliğe dayandığını düşünüyordu ve erkeğin
karısına karşı düşmancıllığı doğum sırasında arttığı için, bunun onu kadının
çektiği acılardan haz almaya özendirdiğini öne sürdü. Ancak bu özenç, güçlü
biçimde bastırılır ve cinlerden ya da kötü ruhlardan korku duyma şeklinde
yansıtılır (Flugel, 1921). Reik ayrıca cinsel arzunun ketlenmesi- nin önemli rol
oynadığını düşünüyordu, 'Cinsel arzuların katılımı, bu dönemin yüksek psişik
gerilimine kesinlikle eşlik eder ... Kadının gebeliği ilerlemiş olduğunda adam
onunla hiç cinsel ilişkiye giremez ve durumu yüzünden kadının artmış
çaresizliği ona sürekli bir tahrik kaynağıdır. Diğer yandan, batıl korkuları
onu cinsel ilişkiye girmekten alıkoyar'.
Fenomenolojik
bakış açısından, birçok olgu, çok da olağandışı olmayan bedensel semptomların
eşlik ettiği ve ortaya çıkışları gebelik veya doğumla doğrudan zamansal bağlantı
taşıyan görece basit anksiyete durumlarının görüntüleri olarak ele alınabilir
(Trethowan, 1972). Bazı olgularda baba adayının karısının durumuna ilişkin
anksiyetesi tümüyle bedenselleştirilir. Bu tür olgularda ve sürekli kusma ve
batında gerginlik gibi daha önemli fiziksel semptomların varlığında konversiyon
düzeneği akla gelmelidir.
Olguların
çoğunluğunda Couvade sendromu nörotik düzeneklerden kaynaklanır. Olgu 2'de
olduğu gibi, psikotik tepkilerden doğan durumlar az sayıda olgu bildirimiyle,
enderdir. Bunun haricinde, erkeklerdeki gebelik sanrıları şizofreni, depresif
psikoz ve organik durumlar gibi çok çeşitli psikotik durumlarda semptom olarak
zaman zaman bildirilmiştir.
Couvade
sendromunun birkaç psikodinamik yorumu ortaya atılmıştır:
Bu durumun
engellenmiş yaratıcılığın ve bir erkeğin karısının çocuk doğurabilme yetisine
duyduğu, kökü derinlerde bulunan çocuksu imrenmenin bir ifadesi olduğu öne
sürülmüştür Jacobson, 1950; Jones, 1942). Bu kesinlikle doğrudur; küçük
oğlanlar, tıpkı kız kardeşleri gibi, sık sık oyuncak bebeklerle anne-çocuk
oyunu oynarlar, ancak psikolojik gelişme olağan gidişini izlediğinde bu kısa zamanda
bir kenara bırakılır. Oedipal dönem sırasında, belli etmenler edimsel hale
gelirlerse, bunların oğlanlarda anaç eğilimlerin kalmasına yol açtıkları öne
sürülmüştür. Aynı bağlamda, gizil eşcinsel sorunları ve güçlü yaratıcı eğilimleri
olan erişkin hastalardan bazılarının analizde yoğun duygusal yatırım yapılmış
bilinçdışı dişil üreme fantezileri sergiledikleri söylenmiştir (Macalpine ve
Hunter, 1955). Özellikle, kadınların üreme yetilerine duyulan ve sıklıkla
normal erkeksilik görüntüsüyle gizlenmiş olan inatçı imrenmenin, gelişimin
belli bir aşamasında küçük bir kardeşin doğumuyla karşı karşıya kalan
erkeklerde ortaya çıktığı öne sürülmüştür (Boehm, 1930).
Bununla
birlikte, saklı veya gizil eşcinselliğin bu tür bütün olgularda bir etmen
olduğunu varsaymak gereksizdir. Freeman'a (1951) göre, belirleyici etmen
içgüdüsel gerilimin denetlenemez bir düzeye yükselmesi olsa gerektir.
Hastalarında gebeliğe ilişkin, daha sonra bilinçdışı hale gelmiş çocukluk
fikirleri ve izlenimlerinin egemen olduğunu gözlemlemiş, ona göre karılarının
gebe kalması, bu saldırgan ve cinsel dürtüleri uyarmıştı. Ne var ki, bu
yeterli bir çıkış bulamayıp erişkin ego tarafından da reddedilince, akıl
hastalığı ortaya çıkmış ve bazı olgularda çatışma be- denselleştirilmişti.
Bundan çok da
farklı olmayan diğer bir açıklama da Evans'tan (1951) geldi. Evans, analizi
sürmekte olan bir erkek hastada gelişen gebelik simülasyonunu ayrıntılı bir
olgu olarak bildirdi. Bu hasta daha önce, karısının doğumunun ilk aşamasında
bir Couvade tepkisi vermişti. Evans hastanın gebelik fantezisinde annesiyle
özdeşimin dramatik bir ifadesini gördü. Ona göre bir kadının en üstün kadınlık
iddiası bebek sahibi olmasında yatıyordu ve kendisi de fantezide bir bebek
edinmeye çalışıyordu.
Erkeklerdeki bu tür
'doğurmaya imrenme' veya gebelik fantezilerindeki istek doyurma kavramlarının
Couvade sendromunun gelişmesine ne dereceye kadar katkıda bulunduklarını
yargılamak zordur; olguların çoğunluğunda buna ilişkin kanıtlar zayıftır.
Üç olgumuzun ikisinde
erkekle annesi arasındaki ikide- ğerlikli ilişki belirgindi. Öyle görünüyor ki,
bazı durumlarda kişi karısıyla anne olarak bilinçdışı özdeşim kurabilir. Her
ikisini de sever, ancak onların kendisine olan sevgilerinden kuşku duyarak her
ikisini de reddeder ve onlardan nefret eder. Karısının gebeliği bunu
pekiştirebilir, çünkü kadının doğmamış çocuğunu sevgiyle düşündüğünü kavradığında,
kaçınılmaz olarak bir zamanlar annesinin kendi doğmamış kız veya erkek
kardeşini nasıl düşünüyor olduğunu anımsayabilir. Doğmamış çocuğu rakip olarak
görülemeyeceği ve kendi güvenliğini tehdit eden nesneyi taşıyan da karısı
olduğu için, düşmanlık duyguları ona yansıtılabilir.
Bu varsayım bağlamında,
Bogren (1985) çocuğu tutarken taraf seçme, Couvade sendromu ve buna tutulan erkeklerin
anneleriyle bağları arasında bir ilişki gözlemledi. Hem kadınların hem de
erkeklerin yaklaşık % SO'i bebeklerini bedenlerinin orta hattının solunda
tutarken, sağda tutan erkeklerde Couvade sendromu daha sıktı ve anneleriyle
özdeşimleri daha fazlaydı. Bu bulgu ışığında Bogren, Couvade sendromunun önemli
olabileceğini, babalıkla baş etmede gelecekte yaşanacak zorluklara işaret
ettiğini ve her iki cinsiyette de bebeği sağ yanda tutmanın bebekle ilişkide
bir güvensizlik işareti olduğunu ileri sürdü.
Özdeşim
düzeneği önemli bir etiyolojik etmen olarak ortaya atılmıştır (Trethowan, 1972).
Bu, adamla
karısı arasındaki derin empati duygularından kaynaklanabilir. Burada
karısının durumundan endişe duyan koca, bilinçli veya bilinçdışı olarak,
koruyucu bir önlemle onun derdini kendi üzerine almaktadır.
Tenyi ve ark.
(1996)
iki tane
psikotik Couvade olgusu bildirdiler ve olguların psikodinamik bir yorumunu sundular.
Bir ego kusurunun ve çifte özdeşim denen fenomenin oynadığı
önemli rolü vurguladılar. Fetusla özdeşimin, kişiyle annesi arasındaki
patolojik bir ilişki çevresinde gelişmiş erken bir ego kusurunu tetiklediğini
çıkarsadılar. Ego kusuru, zayıf ego sınırlarıyla karakterizedir, bu yüzden
klinik psikoz biçiminde bir tabloya yol açar.
Mason ve
Elwood (1995),
primatlar
dahil memelilerde in- fantisit davranışıyla babalık davranışı arasında bir
ilişki olduğu savını ortaya attılar. Biyolojik açıdan daha olağan olan ikinci
davranıştan ilkine kayma belli zamanlarda ortaya çıkar ve birtakım dış
etmenlere bağlı olabilir. Bunlar arasında gebe dişiyle aynı yaşam alanını
paylaşma, dişiyle erkek arasındaki toplumsal etkileşim (çiftleşme dahil) ve
gebe dişinin salgıladığı kokulardır. Bu tür olaylar erkekte özellikle hormonal
içsel fizyolojik değişikliklerle bağlantılıdır.
Yazarlar
bundan sonra Couvade semptomlarının, insan erkeğin, eşin gebeliğiyle tetiklenen
ve ebeveyn sorumluluğunun üstlenilmesini amaçlayan temelde normal içsel fizyolojik
süreçleri yorumlaması sonucunda ortaya çıktığını öne sürerler. Ayrıca, Couvade
ritüelinin, endüstrileşmemiş topluluklarda bulunan Couvade sendromunun tören-
selleştirilmesinden iba.ret olduğunu söylerler.
Bu tür bir paradigmanın
başlıca zayıflığı, daha aşağı hayvanlar üzerinde yürütülen çalışmaların
bulgularını insan topluluklarına genelleştirme zorluğudur. Bununla birlikte,
insanlar gerçekten de memeli kuzenleriyle birçok fizyolojik ve davranışsa!
özelliği paylaşırlar ve Mason ve Elwood'un önermeleri en azından potansiyel
olarak sınanabilir bir varsayım için temel oluşturur.
Couvade
sendromuna tutulanların çoğuna tedavi gerekmez ve gerçekten de olguların
çoğunluğunda durum fark edilmeden geçebilir, çok az sayıda hasta psikiyatra gönderilir.
Bir olgu keşfedildiğinde, anksiyeteyi azaltmayı hedefleyen yorumlama ve görece
yüzeysel psikoterapi genellikle önemli rahatlama sağlar. Doğum başarıyla tamamlanır
tamamlanmaz semptomların kendiliğinden geçecekleri bilgisi ışığında, baba
adaylarının ana-babalığa daha iyi hazırlanmasının Couvade semptomatolojisinin
sıklığını azaltıp azaltmayacağı bilinmemektedir.
Prognoz
iyidir. Gelecek gebeliklerde durum nüksedebilir- se de, bu kesin değildir.
Boehm, E ( 1930) Internat J Psychoanal, 11, 456.
Bogren, L.Y. (1983) Acta Pschiat Scand, 68, 55.
Bogren, L.Y. (1984) Acta Psychiat Scand, 70, 316.
Bogren, L.Y. (1985) Linkoping Uniuersity
Medical Dissertations No. 194, Linkoping, 5weden.
Clinton, I.F. (1987) Internat J Nurs Stud, 24, 59.
Conner, G.K. and
Denson,V. (1990) J Perinat Neonat Nurs, 4 (2),33.
Davis; 0.5. (1978) Mood and
Symptoms of expectant fathers during the cur- se of pregnancy: a study of the
crisis perspective of expectant fatherhood. Dostoral dissertation, University of North
Carolina. Dissertation Abstracts International 38.5841A.
Dawson, W.R. (1929) The Custom of
Conuade.
Manchcester University Press, Manchcester.
Eden, M. (1958) The Philosophy
ofthe Bed, Fhe Saturday Book. Hutchinson, London.
Evans, W.N. (1951) Psychoanalyt Quart, 20,165.
Flugel, J.C. (1921) The
Psychoanalytic Study of the Family. Hogarth Press, London.
Eraser, A. (1969) Mary Queen of
Scots.
Weidenfidd and Nicholson, London.
Frazer, J.G. (1910) Totemism and Exogamy, Vol. 4. Macmillan, London.
Freeman, T. (1951) Br J Med Psychol, 24,49.
Freud, 5. (1950) Totem and Taboo. Routledge and Kegan Paul, London.
Hunter, R. and Macalpine,
I. (1963) Three Hundred Years of Psychiatry.
Oxford
University Press, London.
Inman, W.5. (1941) Br J Med Psychol, 19, 37.
Jacobson, E. (1950) Psychoanalytic Study Child, 5,139.
Jones, E. (1942) Lancet, 1, 695.
Khanobdee, C, 5ukratanachaiyakul, U and Templeton Gay, J. (1993) Internat J Nurs 5tud, 30, 125.
Lean,
V.S. (1904) Collectanea, Simpkin. Marshall, Bristol.
Lindsay,
L. (1933) A Short History of Dentistry. Bole and Danielson,
London.
Lipkin,
M. and Lamh, G. (1982) Ann of Intern Med, 96, 509.
Macalpine, I. And Hunter, R. (1955) Schreber; Memoirs of my Nertous Illness.
Dawson,
London.
Malinowski. (1937) Sex and
Repression in Satage Society. Kegan Paul, London.
Mason,
C. and Elwood, R. (1995) Internat J Nur Stud, 32/2,137.
Munroe,
R.L and Munroe, R.H. (1971) J Soc Psychol, 84,11.
Murray,
M. (1921) The God of the Witches. Sampson Low, London.
Pennant, T. (1772) A Tour of
Scotland and Voyage to the Hebrides, quoted by
Frazer,
J.G. (1910).
Reid,
K.E. (1975) J Soc Welf, 2(1), 13.
Reik,
T. (1931) Ritual. Hogarth Press, London.
Rolleston,
J.D. (1945) Br Dent J, 78,225.
Simpson, J (1872) Clinical
Lectures on Diseases of Women. Black, Edinhurgh.
Tenyi,
T, Trixler, M. and Jadi, F. (1996) Psychopathology, 29, 252.
Trethowan,
W.H. (1972) Sexual Behauiour, 2, 23.
Trethowan,
W.H. and Conlon, M.E (1965) Br J Psychiat. 111,57.
Tylor, E.B. (1865) Researches into
the Early history of Mankind and the
Development of Civilisation, 2nd edn. Murray, London.
Wapner,
J.H. (1975) Quoted by Mason, C. and Elwood, R.
(1995).
Westmarck, E. (1921) The History of Human Marriage, 3rd edn, Vol. 1.
Macmillan,
London.
Wycherley, W. (1672) The Country Wife. In: Famous Plays of the Restoration and
Eighteenth Century. The Modern Library, New York.
Wylie, M.L. (1976) Quoted
by Mason C. and Elwood, R. (1995).
VI
MÜNCHAUSEN
SENDROMU
VE
BAĞLANTILI
YAPAY
BOZUKLUKLAR
Münchausen Sendromu ve
Bağlantılı Yapay Bozukluklar
Her şeye rağmen şu gerçek,
sonunda insan kendi kendini öldürüyor, kendi seçtiği yolla, ister hızlı ister yavaş,
ister erken ister geç... Bir alay yöntem var ... bazıları cerrahları
ilgilendiriyor, bazıları avukatları ve rahipleri, bazıları kalp uzmanlarını
ilgilendiriyor, bazıları sosyologları. Hepsi de kişiliği bir bütün ve tıbbı
ulusların sağaltımı olarak gören insanı ilgilendirmek zorunda.
İnanıyorum ki, kendimize
yönelttiğimiz yıkıcılık karşısında elimizdeki en iyi savunma, zekanın
insanfeno- menolojisine cesurca uyarlanmasında yatıyor.
Kari Menninger, Kendine
Karşı İnsan (Man Against Himselj) (1938)
Münchausen
sendromu tipik olarak, akut bir hastalığın taklit edildiği bir tabloyla
hastaneye yatırılan hastalarla karakterizedir. Bunlar daha sonra sahte olduğu
anlaşılan akla yakın ve genellikle dramatik bir öyküyle desteklenir.
Tarihçe
Münchausen
sendromu terimi ilk olarak 1951'de Asher tarafından kullanıldı. Bu terimin
seçilmesinin nedeni, bu hastaların oradan oraya dolaşmalarının ve uydurmalarının,
Alman yazar ve jeolog Rudolph Erich Raspe (1786) tarafından kaleme alınan ve Baron
Münchausen'e (17201797) atfedilen seyahatleri ve fantastik anekdotları andır- masıydı.
Önerilen
diğer terimler arasında dolaşan sorunlu hastalar; hastane aylakları;
sahtekârlar; dolaşan Yahudi sendromu; hastane bağımlılığı sendromu; ve
polişirürji bağımlılığı sayılabilir. Eşanlamların çokluğu çoklu patolojiyi ve
tanısal karmaşıklığı yansıtır.
Tıbbi yazında
Asher'in özgün tanımından önce de olgular bildirilmiştir (Netherton, 1927;
Grunert, 1932;
Ban- zel, 1934;
Chamoff ve
Sotina, 1935;
Barrett ve
Hoyle, 1942;
Ceillier, 1947;
Gliebe ve
Goldman, 1949; Reinhard, 1950). Büyük olasılıkla en eskileri, peş peşe iki orşektomi geçiren
bir erkek hasta bildiren Chowne'a (1843) aittir.
Burada
özetlenen altı olgu, ilk olarak Dr. John Barker tarafından araştırılan ve hem
bu konu üzerine kendi yazılarında, hem de bu kitabın ilk baskısında
bildirilenlerdir. Bozukluk için yeterince karakteristik durduklarından, yeni
örneklerin eklenmesi gerekli görülmemiştir.
Olgu 1
Yirmi dokuz yaşında bir kamyon sürücüsü. Patolojik bir yalancı
olan bu adamın yara izleriyle dolu karın duvarı 'gerçek bir cerrahi savaş
alanı’nın kendine özgü işaretlerini taşımakta! Hasta ilk kez 13 yaşındayken
hastaneye yatmıştı. O zamandan bu yana, 15 yıllık bir dönem içinde birkaç yüz
hastaneye yatırılmış ve 15 kadar gereksiz batın ameliyatı geçirmiş. Yakın
zamanlara dek hiç akıl hastanesine yatmamış, ilk yatışı hastane dolaşmalarının
başlangıcından en az beş yıl sonra.
Olguların
çoğunun aksine, çocukluğunda mutlu bir aile ortamları var gibi. Çocukluktaki gelişiminin
normal olduğu, erken nevrotik özellikleri bulunmadığı bildiriliyor. Ancak insan
içine pek karışmadığı ve ev dışındaki ilgilerinin çok az olduğu söyleniyor.
Taklit ettiği
durumlar çok değişkenlik göstermekle beraber, esas olarak abdominal ve nörolojik
semptomlar gösterme eğiliminde. İzleyen durumlar dosyalarında sıralananlardan
bazıları: Posttravmatik anüri, pelvik abse, peritonit, barsak tıkanması, akut
batın, hematemez, şiddetli baş ağrıları (bazen sözde kafa travmasının
ardından), meninjit, kafatası kırığı, omurga kırığı, tetanoz, yaygın skleroz,
subaraknoid ve talamik hemoraji. Yakınlarda yapılan laparatomiler sırasında
bulunan bazı yapışıklıklar haricinde, bütün incelemeler ve ameliyat bulguları
negatif. Zaman zaman hastanede histri- yonik intihar girişimleri olmuş, petidin
ve morfini seviyor ve bazı hastanelerde hemşire veya hastabakıcı olarak çalışma
talebinde bulunmuş. Çeşitli psikiyatrik tanılar öne sürülmüş, ama genellikle
saldırgan histerik bir psikopat olarak görülüyor. Belki EEG'deki non-spesifik
ritim bozuklukları bunu desteklemektedir. Trafik suçları ve hırsızlıktan uzun
bir suç kaydı var. 1959'da yapılan standart bir lökotomi bile daha sonra hastanelere
yatmasına engel olamamış ve o zamandan sonra en az bir laporotomi geçirmiş. İstenirse
diğer ayrıntılar da sağlanabilir. (Barker, 1958, 1960, 1962; Sanderson, 1957).
Olgu 2
Kırk beş
yaşında, iri yarı bir kadında doğuştan oküler anormallikler (opak sinir
lifleri ve kolobom) ve 1952 yılında depresyonunu iyileştirmek için yapılmış standart
lökotomiden kalma bifrontal iki burgu deliği var. Durumu baş ağrıları, ‘bilinç
kararmaları (b/acfcout)', poliüri ve giderek artan şişmanlığına yönelik kiazma
incelemelerinin yapıldığı 1935 yılında başlamış. Bütün bulgular negatif. Bazen
tüberküloz peritonitten söz ediyor ve 28 yıl içinde en az 13 laparotomi
geçirmiş, bilinen 126 hastane yatışı var. Hipogastriumu tümüyle nedbe dokusuyla
kaplı. Yatışlarının bir çoğu hipofiz tümörü veya serebral neoplazma ön
tanısıyla yapılmış. Uzun bir suç ve psikopat- lık kaydı var. Olgunun daha geniş
sunumu bulunabilir (Barker ve Grygier, 1957; Barker, 1958, 1962, 1964; Achte ve
Kaukp, 1964).
Olgu 3
Görüntüsüyle zihinsel özürlüymüş izlenimi uyandıran, 37 yaşında,
saçları 'Beatle' modeli, İrlandalı erkek. 'Baron' olarak tanınıyor. 1946'dan bu
yana, yapay olduğu yalnızca ara sıra gözlemlenebilen hemorajik semptomlar
nedeniyle yüzlerce yatışı var. Kan hastalıklarına ilişkin bir hayli derin bilgi
sahibi. Genellikle hemofili, Schönlein-Henoch purpurası, polisite- mi vs. gibi
ağır diskrazi tanıları konuyor, bunun sonucunda sayısız kan nakli yapılıyor ve
sıklıkla da yüksek miktarlarda steroid veriliyor. Petidine bağımlı, ancak
morfinden hoşlanmıyor. Karnında iki yara izi var, bunlardan birinin
splenektomi sonucunda olduğunu iddia ediyor. Yatış dosyaları olağandışı
biçimde birbirine benzer. Elimizde başka ayrıntılar da var (Grant, 1952;
Barker, 1960; Bagan, 1962).
Olgu 4
46 yaşında, Cambridge mezunu, eğitimli, güven uyandıran bir erkek.
Okulda kafatasını kırdığını iddia ediyor. 1953'te Kana- da'da Kayalık Dağlar
üzerinde uçtuktan sonra BOS rinoresi öyküsü vermesinin ardından bilateral
kraniyotomi geçirmiş, bulgular negatif çıkmış. Sık sık, kısa süre önce
görünürde önemli bir iş üzerindeyken olmuş kafa travmasından söz ediyor ve
genellikle hastaneye baş ağrıları, epileptik nöbetler, status epileptikus veya
epistaksisle yatırılıyor. Alternatif olarak, bazen de göğüs ağrısı veya kendi
oluşturduğu faringeal travmalara bağlı hemoptiziler yüzünden incelemeye
alınıyor (Wright, 1955; Barker, 1958, 1960, 1961,1964a,b).
Olgu 5
Üç yıl içinde 45'i aşkın yatışı olmuş 25 yaşında kadın. Bu süre
içinde batında ağrı, salpenjit kuşkusu, dış gebelik, over kistleri ve
çengelli iğne yutma gibi nedenlerden en az altı laparoto- mi geçirmiş. Asılsız
gebelikler için farklı hastanelerde 9 kez anestezi altında pelvik muayene
yapılmış. Hastaneye yatışları evlendikten sonra başlamış (Barker, 1960, 1962).
Olgu 6
Kırk dört
yaşında şişman bir kadın. 1946'dan bu yana karın ağrısı, kendi kendini
bıçaklayarak aldığı yaralar ve çengelli iğne yutma gibi nedenlerle 60 kez
hastaneye yatmış. Birkaç laparotominin ardından karın duvarının yerini ince bir
nedbe dokusu almış ve karnının ortasında, kendi kendine açtığı geniş fekal
fistül var, bunu altı yıldır açık tutuyor (Barker, 1960, 1962).
Gereksiz
birtakım incelemelere girişmeden önce, bu hastaların durumlarının gerçek
doğasının anlaşılabilmesi için acil servislerle kurulması gerekli görülen
iletişime örnek olması amacıyla, bu olgular şimdiki zaman kipiyle bildirildi.
Klinik
özellikler hastalık taklidi, patoloji yalan söyleme ve hastane hastane
dolaşmalarla karakterizedir:
1. Başvuru
- genellikle 'mesai dışı saatlerde' veya haf- tasonları, daha az deneyimli
hekimlerin nöbette olduğu zamanlarda Acil Servislere başvururlar (Barker ve
Grygier, 1957); nadiren ellerinde gönderen hekimden bir not bulunur ve nadiren
normal polikliniklere gelirler; oldukça tutarlı bir öykü verirler ve kayda
değer tıbbi ayrıntı bilirler.
2. Semptomlar ve işaretler - bütün tıbbi sendromlar
söz konusu olabilir, bazen bunlara tuhaf isimler verilir:
•
akut batın (laparatomophilia migrans [dolaşan laparato- misever]) - en sık biçim
olduğu söylenir;
•
hemorajik tip (haemorhagica histrionica [histriyonik he- moraji]) - hayvan veya insan
kanı kullanarak, göreni alarma geçirecek kanama epizotlarıyla karakterizedir;
•
nörolojik tip (neurologica diabolica [şeytansı nörolojik bozukluk]) - nöbetler,
bayılmalar, ataksiler, hatta bazen kraniyotomi veya prefrontal lökotomiye
vardıran belirtiler;
•
kütanöz tip (dermatitis autogenica [fotojenik dermatit]) -kendi cildinde
oluşturduğu lezyonlar;
•
kardiyak tip - anjina, aritmiler ve hatta
EKG anormallikleriyle başvurur;
•
solunum tipi -enfekte balgam ve travmatik
pnömoto- raks;
•
karışık ve polisemptomatik tipler -
plasenta previa ve hatta AİDS de dahil çeşitli sahte tablolar;
•
psikiyatrik Münchausen tipi - görünürde
depre- sif psikoz veya şizofreni gibi önemli bir akıl hastalığıyla başvurur.
3. Muayene - ilişki kurulması zordur; yerinde duramaz,
kaçamaktır ve ilgi arayışındadır; zekâsı öğrenme bozukluğundan üstün dereceye
kadar değişebilir; nedbeler ve ateş gibi fiziksel işaretler; erkekler
genellikle antisosyal, kadınlar histriyonik.
4. Eşlik eden özellikler - suç kayıtları; pseudologia fantastica [patolojik yalancılık -mitomani].
5. Demografi - çeşitli takma isimler kullanma eğilimindedir;
sürekli yolculuk eder ve birçok hastaneye gider; başlangıç yaşı erkendir: 15-30
yaş; sendrom
erkeklerde kadınlardakinden daha sıktır; kronikleşme eğilimi gösterir.
•
Konversiyon
veya disosiyasyon histerisi - semptom oluşumu kişinin denetiminde değildir.
•
Hipokondriyazis
- hasta
bir hastalığı olduğuna inanır ve bu konuda kaygılanır, oysa yapay bozuklukta
kaygı sınırlıdır ve bu kadar belirgin değildir.
•
Somatizasyon - bazen somatizasyonla
yapay bozukluk arasında ayrım yapmak güçtür, çünkü her ikisi de altta yatan
psikolojik bir sıkıntıyla birlikte fiziksel semptomlarla başvururlar. Bununla
birlikte, somatoform bozukluklarda hasta, semptomları, istemleri olarak
oluşturmaz ve genellikle tıbbi terminolojiyi veya hastane işlemlerini bilmez.
•
Temaruz - özellikle hemen göze
çarpan bir kazanç yoksa, genellikle bireyin kişiliği bağlamında bu tür bir kazanç
kolayca anlaşılabilir.
•
Akut
psikososyal kriz - bir hastalık davranışı olarak kendini gösterir.
•
Madde kötüye
kullanımı - genellikle çoklu hastane yatışları bulunmaz.
•
Psikopatik
durumlar -
kendine zarar verme davranışı yaygın ve öne çıkan bir özelliktir, genellikle
çok kez hastaneye yatış söz konusudur.
•
Psikotik
durumlar -
hipokondriyak bir sanrı vardır.
•
Pseudologia
fantastica - tek başına ortaya çıkar.
Olabildiğince
sağlam bir tanı koyabilmek için izleyen etmenler hesaba katılmalıdır (erken
tanıyla, gereksiz incelemelerden, tedavilerden ve tedavi eden hekim/cerrah
tarafından hissedilen öfkeli engellenmişlik duygusundan kaçınılabilir).
•
Olası bir tanı olarak akılda tutulması.
•
Semptomların sahte olduğuna ilişkin
kanıtlar - fiziksel ve/veya psikolojik.
•
Geçmiş, kişisel ve tıbbi öyküyle ilgili
yalan söylendiğine
ilişkin
kanıtlar, takma isimler kullanılması.
•
Açıklanamayan yara izleri (post-operatif
ve/veya kendi
oluşturduğu).
Daha geç etmenlerle kuşkular pekişebilir:
• Acil
Servislere çoklu başvurular, hastane yatışları ve ge- ' nellikle erken
taburculukla sonlanan cerrahi girişimler.
•
Aile veya dostların az sayıda oluşu veya
temas kurulacak telefon numaraları veya adreslerin yokluğu.
•
Kişilik bozuklukları, saldırgan ve uzak
davranışlar.
•
Alkol/madde kötüye kullanımı öyküsü.
•
Genellikle tıbbi semptomlar üzerine çok
bilgili olma ve hastanelerde çalışma.
Hyler ve
Sussman (1981)
pseudologia fantastica, hastane hastane dolaşma ve geçmiş tedavilere
ilişkin kanıtlar, tıbbi konularda bilgililik ve zarar verici hastane yatışları
ile birlikte ilaç talepleri ve ziyaretçi yokluğunu anahtar özellikler olarak
ileri sürerler.
Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması, Gözden Geçirilmiş
Onuncu Baskı (ICD-10, Dünya Sağlık Örgütü, 1992) yapay bozukluk Erişkinde Kişilik ve
Davranış Bozuklukları kategorisi altında yer alır. Tanıma göre kişi
doğrulanmış fiziksel veya ruhsal bir bozukluk, hastalık veya yetiyiti- mi
bulunmadığı halde, tekrarlayıcı ve tutarlı olarak bazı semptomları taklit eder.
Bu davranış örüntüsünün bulunduğu kişiler ayrıca kişilik yapısı ve
ilişkilerinde göze çarpan diğer anormallikler de sergilerler.
DSM-IV'e (Amerikan
Psikiyatri Birliği, 1994) göre, yapay bozukluğun temel özelliği fiziksel veya
psikolojik semptomların veya işaretlerin kasıtlı olarak oluşturulmasıdır.
Başvuru uydurma veya öznel yakınmalar (örneğin herhangi bir ağrı olmadığı halde
akut karın ağrıları yakınması), hastanın kendi kendine oluşturduğu durumlar
(örneğin cilde tükürük enjekte ederek abse oluşturma), önceden var olan genel
tıbbi durumların abartılması veya alevlendirilimesi (örneğin geçmişte epilepsi
öyküsüyle birlikte grand mal nöbet taklidi) veya bunların çeşitli kombinasyonları
ile olabilir.
Güdülenim, hasta rolü
üstlenmektir ve bundan başka dış kazanç yoktur. DSM-IV ölçütlerine göre,
bozukluk üç alt tipe daha ayrılır; ön planda psikolojik işaret veya belirtiler
(300.16);
ön planda
fiziksel işaretler veya belirtiler (300.19) ve ikisinin bileşimi (330.19).
Münchausen
sendromu temaruz veya bununla yakın ilişkili bir varyant şeklinde
görülegelmiştir. Ne var ki, yazarların fikrine göre, benzerlikleri olsa da bu
iki durum birbirinden ayrıdır ve Münchausen sendromu patolojik bir durumu
temsil eder. Bu ayrımın önemli tıbbi ve yasal sonuçları vardır.
İki kavramı (Münchausen
ve temaruz) ayıran temel özellik, altta yatan güdü/enimdir. Temaruzda, açık bir
hedefe (onurlu ya da değil) ulaşmaya yönelik bilinçli bir güdülenim söz
konusudur; oysa Münchausen sendromunda güdülenim patolojiktir, hedef genellikle
belirsizdir ve sonunda kişinin kendine zarar vermesine yol açar. İki durumun
nihai ortak yolu ise, ikisinde de kişilerin başkalarını (genellikle doktorlar)
kandırmak için yalanlar ve kendi- kendine oluşturulmuş lezyonların bir
kombinasyonunu kullanmalarıdır.
Gerçek temaruz nadir görülür ve büyük olasılıkla, mutlak kanıtlar ortaya
konamadığı için kişiye kuşku payı bırakma geleneği yüzünden, tanı konması daha
da seyrektir. Tazminat davalarında sıklıkla bir temaruz unsurunun bulunduğu
düşünülürse de, bu abartılmış olabilir. Ancak burada çarpıcı bir örnek
veriliyor.
Olgu 7
Kırk bir
yaşındaki bir işçi ilk kez beş yıl önce, işyerinde yaralandıktan sonra
görülmüştü. Matkap kullanmaktayken elektrik çarpmış, adamı yere fırlatmış ve
ellerinde deri grefti gerektirecek yanıklara yol açmıştı. Ayrıca sağ işaret
parmağında bir miktar katılık kalmıştı. Bu yaralar gerçek olmakla birlikte,
nihai olarak yetiyitimi yalnızca hafif düzeydeydi. Ne var ki, yaralandıktan
sonra hiç çalışmamıştı ve sürekli her tarafının titrediğinden yakınıyordu.
Yakınmasını sunuş şekli gerçekten kayda değerdi. Hem fiziksel hem
de ruhsal durumunun değerlendirildiği bir buçuk saatlik muayene boyunca, I. Dünya Savaşı'nda görülen
'şarapnelzedeler'e benzer tarzda, her tarafı, titreyip durdu. İskemlede
oturduğu sırada kollarında ve başında düzensiz kaba tremorlar olurken,
bacakları ve gövdesi sabit kalıyordu. Muayene için divana uzandığında, gövdesi
ve bacakları da titriyordu. Bütün kasları gergin gözüküyordu ve gevşemesi
sağlanamadı. Bununla birlikte, fizik muayeneyi gerçekleştirmek son derece zor
olmasına karşın, başka anormal fiziksel bulgu yok gibiydi.
Muayeneden önce hekime (Profesör W. H. Trethowan), sigorta şirketi
avukatları tarafından hastanın haberi olmadan teleobjektifle çekilmiş bir filmi
gösterilmişti. Filmde hasta sokakta yürüyor, bir eve girip çıkıyor ve otobüs
durağında bekliyordu ve hiçbir sallanma veya tremor belirtisi göstermiyordu.
Adamı bir bara kadar takip ederek orada hiç dökmeden dolu bir bardak birayı
içtiğini, sigara sardığını ve bilardo oynadığını gözlemlemiş olan bir özel
dedektif, davranışlarıyla ilgili ek bilgiler verdi. Muayenede sergilediği
sallanma var olsaydı, bu hareketlerin hiçbirini yapması mümkün olamazdı. Ama
özel olarak sorulduğunda, bunun hiç durmadığını söylüyordu!
Hastanın durumunu kendi anlatışıyla diğerlerinin anlatışı
arasındaki belirgin uyumsuzluk yüzünden muayene tamamlandıktan sonra
izlenmesine ve haberi olmadan gözleme tâbi tutulmasına karar verildi. Bir kez
daha, adam araba camının ardından, bazen on yirmi metre öteden, 300 metre
yürüdüğü sırada izlendiği halde herhangi bir anormallik gözlenmedi. Bundan
sonra daha da yakından iki kez daha gözlemlendi, birinde otobüs durağında
normal bir şekilde duruyordu.
Olay mahkemeye intikal ettiğinde, davacı özel bir hastanede bir
hafta boyunca aralıksız gözlem altında tutulmuş olduğunu ve bu süre içinde
sallanmasının bir an olsun durmadığını belirten bir rapor sundu. Ne var ki,
çapraz sorgulamada bu gözlem döneminin hiç de ilk sefer söylendiği gibi
aralıksız olmadığı ortaya çıktı.
Bu denek
açıkça tremorunu kendi isteğiyle başlatıp durdu- rabiliyordu, kimsenin
kendisini gözlemlemediği zamanlarda ve kendisi için uygun olmayacak koşullarda
bunu tümden denetleyebiliyordu, bu yüzden yetiyitiminin tümüyle yalancıktan
olduğuna kuşku yoktu. Bu, semptomunu yaratma ve bazen sürdürme güdüleniminin
tümden bilinçli olması ve parasal kazanç amacı güttüğünden ahlaka aykırı olması
gerçeğiyle pekişiyordu.
Temaruz için
diğer dışsal güdülenimler arasında askerlik yapmaktan kaçma, işlenen suç için
cezalandırılmaktan kaçma ve toplumsal ve parasal yararlar sağlama sayılabilir.
Peki o zaman,
Münchausen hastalarındaki patolojik güdülenim nedir? Ne yazık ki bu hâlâ bilinmiyor; gerçekten de, bu tür hastaların tümünde ortak
tek bir örnek güdülenim büyük olasılıkla yoktur. Güdülenim, aynı hastada bile
farklı zamanlarda değişebilir.
Kanıtlar
hastanede incelemeler yapılmasının ardından gelen edilgin bir dönemin, bir tür
giderek artan gerilim durumu yaratabileceğini ve bunun ancak diğer bir hastanede
yeni bir doktor ekibi üzerinde yeni bir dizi kandırmaca gerçekleştirildiğinde
ortadan kalkacağını düşündürmektedir. Alternatif olarak, sempati eksikliği
veya ilgisizlik hastanın kendi kendini taburcu etmesine ve başka yerde deva
aramasına yol açabilir. Dahası, bu hastaların hepsi de ileri derecede
teşhircidirler, karınlarındaki yara izlerini olabildiğince çok kişiye
göstermekten ve klinik toplantılarında sunulmaktan belirgin keyif alırlar.
Cerrahın oynadığı dramatik role büyük gereksinim duyan Walter Mitty'nin aksine,
bunlar da ameliyata alınma dramına açlık duyarlar.
Gerçekten de
altta yatan organik bir hastalığı olanlarda anlık güdülenim daha fazla
anlaşılabilirdir. Önceleri yanlış tanı konmuş veya yanlış ele alınmış bu tür
bazı durumlar, yetiyitimi yaratan veya hekimleri alarma geçiren doğadaki
semptomların tekrarlayıcı biçimde yeniden oluşturulması eğilimini doğurabilir.
Bu da psikopatik katkı (Small, 1955) denen durumla sonuçlanabilir,
ki ayrıca bir hastaneden diğerine dolaşma eğilimi de bundan doğar. Ne var ki,
ağ- rıh yapışıklıklardan mustarip kişilerin durumunda bu bir anlam ifade
ederken, elbette ilk ameliyattan önceki psiko- patik davranışları açıklamaz,
ayrıca organik kökenli herhangi bir hastalığı bulunmayanların durumuna da
uyar- lanamaz.
Hemen bütün
olgularda hastaların çocukluk ortamları olumsuzdur, bu ortam, şu veya bu
şekilde koşullanmalarına, bir anlamda ilgi çekme yolu olarak semptomları kullanmalarına
yol açar. Bu örüntü hem tekrarlamayla hem de büyük olasılıkla tıp mesleğine
karşı artan bir kinle pekişebilir, çünkü kişiler kendilerini yanlış tanı ve
tedavi kurbanları olarak görmeye başlarlar (MacKieth, 1957; Barker, 1962). Sözgelimi
hastanın yanında talihsiz bir laf etmiş veya dekstrokardi (Davis, 1951) ya da
temelde iyicil diğer bir anomali gibi görece önemsiz bir fiziksel işaret üzerinde
fazla hevesle durarak hastanın merakını uyandırmış bir doktor da sendromun
pekişmesine katkıda bulunabilir.
Yatışlardan
bazılarının nedeni ilaç veya madde bulma arzusu olabilirse de, bu hastalar
kural olarak madde bağımlısı değildirler. Hatta bazı hastalar tedavi olarak
bol miktarda petidin alabilecek oldukları halde, kendi kendilerini taburcu
ederler. Bazen tıp ve hemşireliğe eğilim duyanlar, kişisel sorunlarını tekrar
tekrar hastaneye yatmak yoluyla çözme girişiminde bulunabilirler (Hawkins ve
ark., 1956). Bir hasta hastaneye yatmayı kocasından kaçma yolu olarak
kullanıyordu; diğer bazılarıysa gündelik yaşamın acımasız gerçeklerinden kaçmak
için.
Daha derin
bir düzeyde, Menninger (1934, 1938) kendine zarar vermenin psikopatolojisiyle
bağıntılı olarak birkaç güdülenim saymıştır. Bunlar ameliyattan daha ürkütücü
bir şeyden kaçınma; erotik gereksinimlerin ve kastrasyon fantezilerinin
doyurulması; büyük olasılıkla cinsiyet değiştirmek için altta yatan bir arzu;
çocuk doğurma fantezilerinin gerçekleştirilmesi; ve kökleri derinlerde bulunan
saldırganlık ve suçluluk duygularının, kendi tetiklemeleriyle cerrahın elinden
ıstırap çekme yoluyla rahatlatılmasıdır.
Demek W, psikanalitik açıdan bakıldığında cerrahi girişimlerin kastrasyonu
simgeleştirdiği söylenebilir, öyle ki ardışık beden parçaları genitalleştirilir
ve bu da bazı bireylerin sözcük anlamıyla kesilerek parçalara ayrılmalarını
sağlar. Menninger ameliyatlara sarılma eğilimini (lokalize veya odaklı kendine
zarar verme) intiharla bağlantılandır- dı, bunları aynı hastalıklı sürecin
farklı görünümleri olarak ele alıyordu. Bazı hastalarının eylemlerinin
sorumluluğunu cerraha nasıl aktarabildiklerini, bu sayede 'bütün organizmanın
ölümünün bütünün bir parçası kurban edilerek savuşturulması'nı olanaklı
kıldıklarını ve ayrıca 'hastanın cerrahi operasyon geçirmeyi seçmesinin de
ötesinde, bilinçdışı güdülenimlerin nasıl olup da cerraha ameliyat kararı
verdirmek üzere bilinçli amaçlarla birleştiği'ni gözlemledi.
Gerçekten de,
ameliyat olmaya hevesli mazoşistik bir hastayla ameliyat yapmaya hevesli bir
cerrahın birbirlerini bulmasıyla, neredeyse batın tümüyle boşaltılabilir (Weiss
ve English, 1957). Bu sendromun bulunduğu olgular ayrıca kendi kendine ameliyat
yapmayı seçen nadir hasta örnekleriyle ortak bir geçmişi paylaşabilirler
(Menninger, 1938).
Birkaç olguyu
araştırmış bir psikolog olan Grygier (1954) izleyen formülasyonu yapmışhr:
Her yerde ikideğerlilik öne çıkar. Narsisistiktirler, ama yine de
bedenlerinin yara almasına hazırlıklıdırlar ve intihar girişiminde
bulunmuşlardır. İlgiye açtırlar, yine de kendileri güvenilmez olduklarından
doktorlarına da güvenmezler. Yansıttıkları materyal, bir sonraki ameliyatın
kendilerini iyileştireceğine dair iyimserlik ortaya koyar, ancak altta yatan
kötümserlik yüzeyin hemen altındadır, ilgi aramakla birlikte, testlerde
kendilerini gizlemeye uğraşırlar, bu da güçlü bilinçdışı teşhirci gereksinimlerin
varlığını düşündürür. Dramatize edilmiş semptomları, küntlük, duygulanım
fakirliği ve belle in- difference (güzel aldırmazlık)
gösteren sözevurumlarıyla tezattır. Yansıtmalı testlerde gözüken ahlakçı yüz,
suç eylemlerine yatkınlıklarıyla zıttır. Saplantısal ve para- noid özellikleri
belirgindir. Erkeklerde, eşcinselliğe dair kanıtlar vardır ve kadınlarda
mazoşizmin belirgin cinsel tınısı vardır, bu da ameliyatların hem saldırganlık
hem de cinsel dürtülerini doyuran, ırza geçme eylemlerini simgeleştirdiklerini
düşündürmektedir.
Münchausen
sendromuna tutulmuş hastalar davranışlarının sakinleştiği dönemlerden geçseler
bile, kronikleşme eğilimi vardır ve uzun süreli sonlanım büyük olasılıkla
tedaviye yanıtsızdır. Gerçekten de yazında başarıyla tedavi edilmiş yalnızca
bir olgu kayıtlıdır ve bu hasta da 3 yıl boyunca hastanede yatmış, sonra da ayrıntılı
izleme yapılamamıştı (Yassa, 1978). Bu hasta grubunda psikiyatrik tedaviyi yürütmek zordur
ve nadiren
başarılı olur, çünkü (a) durum kemoterapi veya diğer biyolojik tedavi
şekillerine yanıt vermez; (b) genel anlamda bu hastalar psikiyatrlarla işleri
olsun istemezler ve başarılı bir terapötik işbirliği için temel olan güdülenimden
yoksundurlar; (c) bir bölgeden diğerine dolaşma eğilimleri vardır, bu da sağlık
ekibiyle temaslarını sürdürmelerini engeller.
Tedavi
yaklaşımı açısından izleyen eğilimler şekillenmektedir:
• Erken
tanıma ve doğru değerlendirme. Birçok yazar 19- 67'den beri bunu savunmaktadır ve Folks ve
Freeman (1985)
tarafından
da üzerinde durulmuştur, bununla gereksiz ve tehlikeli girişimlerden
kaçınılabilir.
• Bir
miktar sorun yaratacak olsa da, merkezî kayıtlar tutulması ve 'kara liste'
denen periyodik yayınlar çıkarılması (Wright ve ark., 1995).
• Yatarak
tedavi, hastaneden kaçma eğilimi yüzünden genellikle zorla. Yürürlükte olan
İngiliz akıl sağlığı yasalarına (Akıl Sağlığı Bildirgesi, 1983)
göre bu
hastaların zorla tutulup tutulamayacakları sorusu ikirciklidir ve her hekimin
klinik yargısına bırakılmalıdır. Kişilik bozukluğu olan bireylerin zorla
tutulmalarını da içeren yeni akıl sağlığı yasaları çıkartıldığında bu durum kökten
değişebilir.
• Dinamik
psikoterapi genellikle yararsızdır ve aslında hasta ego gücünden yoksun olduğu
ve patolojik yalan söylemeye eğilimli olduğundan zararlı olabilir.
• Bununla
beraber, destekleyici psikoterapi temeldir; güvenlik ve sıcaklık sunabilen,
saldırganlığı karşılık vermeden tolere edebilen ve sergilenen ilgi çekme davranışlarına
soğukkanlılıkla tepki verebilen bir hekim tarafından uygulanabilir (Ireland ve
ark., 1967).
Bunu
başarmak için hekimin kendi karşı-aktarımına dikkat etmesi şarttır (Scoggin, 1981;
Scully ve
ark., 1984;
Snow- don ve
ark., 1978).
• Anksiyete nevrozu, depresif bozukluklar, konversiyon semptomları
ve majör psikoz gibi ilişkili olabilecek for- mel psikiyatrik bozukluklar
tanınmalı ye tedavi edilmelidir. Gerçekten de, bazı hastalar bir yandan
merkezdeki kişilik ve davranış bozukluğunu koruyarak, bu tür bir tedaviyi kabul
ederler (Folks ve Freeman, 1985).
Münchausen
sendromuna tutulmuş bu olgular karmaşık ve yorucudur, sıklıkla yıkıcı da
olurlar, ancak erken tanıma, dengeli biçimde ele alma ve uygun yaklaşımlar,
gereksiz tehlikeli girişimleri anlamlı ölçüde azaltabilir. Psikiyatrların
hastayı gönderen hekimle veya cerrahla buluşması ve birlikte hastayı
gerçeklerle yüzleştirilmelerin- den oluşan ekip yaklaşımı en etkili yöntem
olabilir. Ancak bunun ardından hemen psikiyatrik yardım sunulması ve bunun
psikiyatrın, hasta tarafından düşman değil, yardıma istekli ve hazır biri
olarak görüleceği tarzda yapılması esastır (Savard ve ark., 1988;
Enoch, 1990).
Bakımverenin Yol Açtığı Münchausen Sendromu
(Munchausen
syndrome by proxy)
Bu,
Münchausen sendromunun bir varyantıdır ve bir erişkinin (ki bu genellikle de
ana-babadan biri veya çocuğa bakan kişidir) kendine bakacak durumda olmayan bir
çocukta bilerek bazı semptomları taklit etmesi veya uydurmasıdır. Bu şekilde gereksiz,
ancak tehlikeli olabilecek incelemeler ve tedaviler başlatılır.
Bakımverenin
yol açtığı Münchausen sendromu (BYMS), Münchausen sendromunun bir varyantı
olarak görülür, çünkü merkezdeki esas lezyon, semptomları uyduran kişide (anne
veya bakıcı), yani faildedir, çocuk ise kurbandır. Cordess (1995),
'Bakımverenin yol açtığı Münchausen sendromu' terimini kabul eder, ancak
sendromun 'başkası tarafından oluşturulması' yönünün iki bileşeni olduğunu
özellikle vurgular; (a) başka birinde bir hastalık yaratılması ve (b) bunun
sonucunda akıl karıştırıcı semptomları araştıran doktorun yarattığı gerginlik
ve sıkıntı. Ayrıca, Münchausen sendromuyla benzerliklerden söz ederek,
olguların yaklaşık üçte birinde başlatan kişide yapay hastalık öyküsü
bulunduğuna dikkat çeker.
Bununla
birlikte Schreier ve Libow (1993) Münchausen sendromunun bir varyantı
olduğundan emin değillerdir, ne var ki onların durumu alt sınıflandırma
çabaları yalnızca daha fazla karışıklık yaratır.
Bir pediatr
olan Meadow 1977'de ilk olguyu bildiren kişi sayılır, 'Bakımverenin yol açtığı
Münchausen' adını veren de odur. Başlangıçta, durumu araştıranlar pediatrlar
olduğundan, esas psikopatolojinin kaynağı olan annelere pek az dikkat
harcanıyordu. Başlangıçta herhangi önemli bir akıl rahatsızlığı veya bozukluğu
sergilemedikleri düşünülüyordu, ancak erişkin psikiyatrları yani konunun uzmanları
bu anneleri incelemeye başlayınca, aslında önemli bir psikopatolojinin varlığı
giderek daha sık gösterilir oldu. Sözgelimi, kişilik bozukluğu sergiliyorlardı
ve sıklıkla buna depresif hastalık gibi bir akıl hastalığı eklenmiş oluyordu.
Pediatrların
anneyi inceleyecek bir erişkin psikiyatrisine danışmadan BYM tanısı koyma
eğilimleri, sonraları bu tanıya itiraz edip haklı çıkanların sayısındaki artışı
açıklayabilir, elbette bu arada bu kişiler masum olduklarını kanıtlamak için
yoğun stresler yaşamışlardır.
Erişkin psikiyatrisinde
uzmanlaşmış bir psikiyatr tarafından anne incelemeye alınmadan tanı
konamayacağının altı çizilmelidir, ancak bu uzmanın çocuğu tedavi eden
pediatrla yakın işbirliği içinde olması önerilir. Bu işbirliği, böylesine
potansiyel tehlikeler içeren bir durumla yeterince iyi başa çıkabilmek için
temeldir.
Münchausen
sendromunun sıklık ve yaygınlığı tam olarak saptanamamıştır, ancak 1987'de
lOO'ün üzerinde olgu bildirilmiştir (Rosenberg, 1987). 1997'ye gelindiğinde bildirilen
olguların sayısındaki artışın devam ettiği görülmüş ve Hemşire Beverley Allit
gibi olgular aracılığıyla ulusal önem kazanmıştır. İngiliz Pediatri Birliği'nin
bir raporu iki yıllık dönem içinde 97 olgu görüldüğünü bildirir. Bununla
birlikte, bir olgu yayımlandıysa, birçokları da kamuoyunun haberi olmadan
halledilmiş veya atlanmış olabilir.
Bütün
çocukluk hastalıkları taklit edilebilir ve sendrom gerçek semptomların hafif
abartılmasından tutun, bilerek gerçek fiziksel zarar vermeye kadar uzanan bir
yelpazede bulunabilir. Rosenberg'in (1987) konu üzerine otorite kabul edilen
derlemesinde, 117 olguluk bir örneklemde izleyen örnekler sıralanır: Epilepsi,
otit, bakteriyemi, ateş, zehirlenme, boğulma, apne, ani bebek ölümü, gelişimsel
gerilik, işitme zorluğu, kistik fibroz, havayolu obstrüksi- yonu, hemofili,
psikiyatrik bozukluk, kardiyak hastalık, menoraji, hematüri ve ösofagus perforasyonu.
Kurbanlar
genellikle küçük çocuklardır. Tanı sırasında ortalama yaş 39,8 aydır (1-252
ay
aralığında) (Rosenberg,
1987) . Erkeklerle kızlar eşit
sayıdadır. Kardeş arasında, uydurma hastalık, kazara olmayan yaralanma,
gelişme geriliği, ihmal ve açıklanamayan ölüm komorbiditesinin yüksek olduğu
bildirilir (Bools ve ark., 1992).
Failler
genellikle anneler veya bebeğe bakan diğer kadınlardır, örneğin büyükanneler
veya bakıcılar. Babanın fail olması olağandışıdır, ama bu tür olgular da
olmuştur. Kadın fail, genellikle ayrıntılı tıbbi bilgiye sahiptir, bazen de
geçmişte hemşirelik yapmıştır. Bu kişilerde akıl hastalığı nadir, kişilik
bozukluğuysa (özellikle histriyonik ve bor- derline tipler) sıktır. Yapay ve
somatoform bozukluklar, Münchausen sendromu ve yeme bozuklukları da sıktır
(Rosenberg, 1987; Bools ve ark., 1992; Samuels ve ark., 1992).
Fail olmayan
babalar genellikle edilgin veya duygusal olarak aileden kopuk ve hatta edilgin
tarzda anneye suçor- taklığı yapan kişiler olarak tanımlanırlar. Ailelerde
kuşaklardan kuşağa aktarılan, fazla içli dışlılık, evlilikte geçimsizlik,
hastalık davranışı, duygusal, fiziksel ve cinsel taciz gibi yüksek düzeylerde
bozukluklara rastlanır (Griffith,
1. Hekim
bu tanı olasılığını akılda tutmalıdır. Meadow (1982) da dahil birçok yazar
çeşitli uyarı işaretleri önermiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir: Açıklanamayan
inatçı veya tekrarlayıcı hastalık; çocuğun sağlıklı görünümüyle birbirini
tutmayan inceleme sonuçları; uzmanların daha önce bu tür bir olgu görmemiş
olduklarını söylemelerine yol açan semptom ve işaretler; ana-baba yokken
ortaya çıkmayan semptom ve işaretler; aşırı ilgili bir anne (hastaneden
ayrılmayı reddeder); tolere edilemeyen tedaviler; çok nadir bir bozukluk;
fazlaca kaygılanmayan bir anne; uygun ilaçların dikkatle uygulanmasına
beklenen yanıtı vermeyen klinik özellikler.
2. Özellikle
annenin verdiği bilgilerin doğrulanmasına dikkat edilerek tıbbi geçmiş ve
özgeçmiş öykülerinin tekrar denetlenmesi gerekir.
3. Bütün
tıbbi kayıtları ve dosyaları güvenli bir yerde tutun, örnekleri analiz için
saklayın.
4. Gizli
kamera da dahil özel gözetim yapılabilir, ancak bu sorun yaratabilir.
5. Psikiyatrlar,
pediatrlar ve diğer klinik ekibin yanı sıra sosyal hizmetler ve polisi de
içeren disiplinlerarası bir yaklaşım gereklidir.
6. Bir
aldatmadan kuşkulanmıyorsa ve çocuk potansiyel olarak tehlikeli bir durumdaysa,
çocuğun ortamdan uzaklaştırılması temeldir, bu da yasal işlemler gerektirebilir.
Acil koruma emri, annenin çocukla temasını denetim altında tutar. Annenin bu
işteki rolünü göstermeye yetecek kanıtları toplamak zor olduğundan, mahkeme
potansiyel zarar riskine ikna edilebilirse, çocuğun o zamana dek zarar görmüş
olduğunu kanıtlamak ge- rekmeksizin anneden alınmasına izin veren velayet kararı
verilebilir.
Annenin
psikiyatrik tedavisinin etkililiğine ilişkin kuşkular olsa da, tam psikiyatrik
muayeneden geçirilmelidir, daha sonraki tedaviler tanıya bağımlı olacaktır.
Annelerin işbirliğine isteksiz olmaları ve kendi oynadıkları rolü sürekli
yadsımaları yüzünden bu olguların tedavisi genellikle karmaşık olsa da,
depresyon gibi herhangi bir psikiyatrik bozukluk varsa, yoğun biçimde tedavi
edilmelidir.
Faillerde
kişilik bozukluğu olduğu veya büyük toplumsal ve ailesel stres altında
oldukları saptanırsa, bunların üzerine gidilmelidir. Sıklıkla evde bulunmayan,
bulunsa da uzak duran baba da katılırsa, aile terapisi özellikle yararlı
olabilir.
Eldeki
çalışmalar, bu çocukların önemli bir kısmının yeniden denetimsiz biçimde
annelerinin bakımına bırakıldıklarını ve bu yüzden de duygusal bozukluklar,
süregiden taciz ve hatta ölüm riski altında olduklarını göstermektedir.
Sonraları, bu çocukların yaklaşık üçte birinde, erişkinlikte Münchausen
sendromu gelişmektedir. Başarı şansı en yüksek yaklaşım, pediatr, çocuk ve
erişkin psikiyatrları arasında yakın çalışma ilişkisidir. Özellikle 'evde durmayan'
baba dahil, mümkünse bütün aile terapötik sürece aktif olarak katılmalıdır.
Çocukların
ciddi zarar görme ve hatta ölme riski altında oldukları bu önemli alanda
kuşkusuz daha fazla araştırmalar yapılmalıdır, ancak temel patolojinin failde
(genellikle anne) olduğu ve çocuğun masum bir kurbandan ibaret olduğu
vurgulanmalıdır.
Yalan
söylemek gündelik insan yaşamının bir parçasıdır ve Tekvin'de de söylendiği
gibi, ezelden beri var olmakla kalmaz, aynı zamanda insanlık durumunun
çekirdek bileşenlerinden birini de temsil eder. Yalan, söyleyen kişi tarafından
yanlış olduğu bilinen ve önceden saptanmış bir hedefe ulaşmak üzere kandırmayı
amaçlayan bir ifadedir. Patolojik yalancılık veya pseudologia fantastica, sağlayacağı herhangi olası üstünlükle orantısız,
genellikle fantastik uydurmalar ağından oluşan ve bazen karmaşık sistemli bir
aldatmacaya varabilen büyük yalanlarla karakterize hastalıklı bir durumdur.
Demek ki, patolojik güdülenimlerden ve psikopatolojik 'düzeneklerden köken
almasıyla sıradan yalancılıktan ayrılır.
• Durumu
ilk kez 1891 yılında Delbrück
tanımladı ve 'pseudologia fantastica' terimini kullandı. Kavram İngiliz tıp
yazınına Healy ve Healy tarafından 1915 yılında sokuldu.
• Psikopatolojinin
araştırılması üzerine başka önemli katkılar da yapıldı (Jaspers, 1913;
Kraepelin, 1921;
Bleuler, 1924;
Schneider, 1959;
Fish, 1967).
Kriminoloji
yazınında 'yalancı düzenbaz' tanımlanır ve tartışılır (Sparrow, 1962;
Larsen, 1966).
Temel düzenek
görece basittir: başlangıçta kendini ve diğerlerini kandırma bilinçli ve
bilerek yapılır; ne var ki, bir süre sonra (pseudologia ve kronikleşme
derecesine bağımlı olarak), kişilerin kendileri de söylediklerinin gerçekliğine
ikna olurlar ve bu noktada süreç bilinçdışı hale gelir ve bundan sonra da
yalanlar giderek daha fantastik olur.
Geleneksel
olarak, düzeneğin birinci aşamasından ikinciye ilerlemesinde, psikopatik
doğadaki kişilik bozuklukları ile gözlemlenen ilişkiye (Kraeplin, 1921)
dayanarak,
suçluluk duygusu bulunmayışının yardımı olduğuna inanılırdı. Bozuklukla,
borderline (sınır), narsisistik ve histriyonik gibi diğer kişilik
özelliklerinin de ilişkili olduğu ortaya atıldı.
Bu,
disosiasyon fenomeniyle bir ilişki veya benzerliğin varlığını düşündürür.
İlginç biçimde, Powell ve ark. (1983) patolojik yalancılığın, suçluluk duygusunun psikolojik ve
fizyolojik öğeleriyle ilişkili olduğu bir olgu bildirdi ve kişinin kendisinin
yalanlarına inanmasının suçluluğu veya anksiyeteyi azaltıcı bir düzenek işlevi
gördüğünü ileri sürdü.
Psikodinamik
olarak süreç, normalde çok banal ve katlanılması acı verici olan gerçeklikten
kaçışın, bireyin düşük benlik değerini yükseltmenin bir yolu olarak görülmüştür
(Enoch, 1990).
Başlangıçtaki
ilgi ve öykülerin en azından kısa vadede aldığı toplumsal ödüller güçlü
pekiştirici işlev görür.
Patolojik
yalancı genellikle zeki ve iyi eğitimli (Enoch, 1990) biri olmasına karşın,
kişilerin özgül öğrenme güçlükleri sergilediği olgular da kayda geçmiştir
(Sharrock ve Cresswell, 1989). Bu, en azından bazı olgularda altta yatan organik temelli bir
kusur olabileceğini ve klinikte büyük organik durumlarda gözlenen
sabuklamalarla (konfabü- lasyon) bir miktar örtüşmeyi açıklayabileceğini
düşündürmektedir (Kerns, 1986).
İzleyen liste
kesinlikle tam değildir, yalnızca daha sık karşılaşılan klinik tablolardan
bazılarına örnekler verilmiştir:
• Doktor kılığına giren hasta - konuda eğitimsiz
kişiler beyaz önlük giyer ve doktor rolünü benimsemek üzere hastanelere
girerler, buralarda genellikle onların gerçek konumlarından habersiz
hastalarla ilgileniyormuş gibi yaparlar. Halkın gözünde yüksek yere sahip
rahip, avukat ve polis memuru gibi roller de benimsenebilir. Elbette bu tür
eylemler sıklıkla suç kapsamına girer.
• Dolandırıcı - kişi diğer insanlarda çok zengin ve büyük bir
iş adamı olduğu imgesini yaratmak için her yola başvurur, genellikle düş
kırıklığı ve zaman kaybının ötesinde zarar vermezler. Tıpkı Doğu Anglia'da
pahalı arabalar ve takım elbiseler kiralayarak debdebeli malikaneleri alıcı
gibi dolaşan, hatta fiyat teklifi yapan ve kim oldukları (henüz) anlaşılamayan
adamlar gibi - birkaç gün sonra ortadan yok olmuşlardı! Ancak zaman zaman bu
kişilerin eylemleri gerçek suç oluşturan aldatmacalar ve sahtecilikle örtüşür.
• Namusu lekelenmiş kadınlar - kendilerine cinsel
saldırıda bulunulduğunu veya uygunsuz teklifler yapıldığını uydururlar.
Yazında tanımlanan özgün olguların birçoğu bu tür örneklerden oluşur (Healey ve
Healey, 1915).
• Sahte itirafçılar - aksine açık kanıtlar bulunmasına karşın,
ciddi bir suç işlediklerini gönüllü olarak ve kendiliklerinden itiraf ederler.
Münchausen sendromuyla ilişkili olarak bu tür bir olgu bildirilmişti (Abed, 1995).
Bu bozukluk
için özgül bir tedavi yoktur, büyük olasılıkla, Münchausen sendromu üzerine
yazılan kısımda dile getirilen genel ilkeler burada da geçerlidir. İleride,
Powell ve ark. (1983) bulgularının bu alanda çok önemli oldukları anlaşılabilir,
yazar kişilerin yalan söyleme sürecine psikofiz- yolojik bir tepki gösterip
göstermediklerine bağımlı olarak, ayırt edici bir davranış terapisi yaklaşımı
önermektedir.
1939'da,
Patrick Hamilton'un oyunu Melek Sokağı (Angel Street) ilk kez sergilendi ve
daha sonra Gaz Lambası adıyla filme alındı ve
büyük ilgi topladı. Burada koca gaz lambasının ışığıyla, karısının sürekli
bundan yakınmasını bir delilik işareti olarak gösterecek şekilde sürekli
oynuyordu. Amacı kadını akıl hastanesine kapattırmak ve malların tek sahibi
olmaktı.
Bu senaryodan
yola çıkarak, Barton ve Whitehead (1969) görünürdeki akıl hastalığı tablosunun,
ileri sorgulamalarda hasta üzerinde bilerek oluşturulduğu veya kendi çıkarı
için başka bir kişi tarafından uydurulduğunun anlaşıldığı sıra dışı durumu
tanımlamak üzere Gaz lambası fenomeni terimini ortaya
attılar. Başlangıçta amacın tümden kötücül olduğu düşünülüyordu (Barton ve
Whitehead, 1969; Smith ve Sinanan, 1972; Tyndal, 1973; Lund ve Gardiner, 1977)
ancak daha sonra bildirilen bazı olgularda delilik tablosu oluşturma
güdüleniminin herhangi kişisel maddi kazanım yerine, psikonörotik düzenekleri
temel aldığı görüldü (Cawthra ve O'Brien, 1987; Calef ve Weinshel, 1981).
Bu ikinci
varyant, Cawthra ve O'Brien tarafından 'Hileyle Yüklenmiş Psikoz' şeklinde
adlandırıldı, verdikleri örnekte gaz lambası kurbanı daha da semptomatik hale
gelmişti. Bu tür bir süreç açıkça bazı folie a deux (ikili delilik)
olgularında ortaya çıkan süreçleri andırır - hatta çok benzer. Her iki durum da
daha baskın bir eş veya akraba tarafından daha zayıf bir kişilik üzerinde bazı
semptomlar oluşturulmasını içerir; semptomlar gerçek olmakla birlikte, bu iki
kişi ayrıldıktan sonra kısa sürede ortadan kalkar.
Yazında bildirilen
olguların çok az sayıda olması ya bunun ender bir fenomen olduğunu, ya da
gözden kaçan morbiditenin yüksek olduğunu düşündürür.
Karmaşık, çağdaş bir
toplumda çalışan bütün modern psikiyatrların bu fenomenden haberli olmaları
şarttır. Anlatılanlar doğruysa, eski Sovyetler Birliği'nde devlet adamlarından
bazıları, muhalefetteki birçok politikacıyı akıl hastası şeklinde lanse ederek,
büyük ölçekli bir gaz lambası fenomenine karışmışlar, hatta gerçekten hasta
bazı muhaliflerin Batı'ya iltica etmelerini sağlamış ve akılları iyice
karıştırarak dönen dolapları gizlemeye çalışmışlar (Fireside, 1979).
Koşullar çok
farklı olsa da, liberal Batı demokrasilerinde, özellikle adli ortamlarda
çalışan psikiyatrlar üzerinde de belki daha gizli kapaklı ama benzer baskılar
olabilir. Bütün psikiyatrların hekim olarak çekirdek rollerini hiç akıldan
çıkartmamaları gerekir; birincil sorumlulukları üçüncü kişilerin değil,
hastalarının iyiliği ve çıkarlarına uygun hareket etmektir.
Abed, R.T. (1997) Irish J Psychol Med, 14 / 4,144.
Achte, K.A. and Kaukp,
S.K. (1964) Acta Psychiat Scand, 40,121.
Asher, R. (1951) Lancet, 1, 339.
Bagan, M. (1962) Boston Med Quarter, 13,113.
Banzel, R. (1934) Presse Med, 42,1731.
Barker, J.C. (1958) Br Med J, 2,1274.
Barker, J.C. (1960) The Nature and
Features of the Munchausen Syndrome. MD Thesis. University of Cambridge.
Barker, J.C. (1961) Br Med J, 1,60.
Parker, J.C. (1962) J Mental Sci, 108,167.
Barker, J.C. (1964a) J Mental Sci, 1, 1704.
Barker, J.C. (1964b) J Mental Sci, 2,1136.
Barker, J.C. and Grygier,
T.G. (1957) Lancet, 2,1069.
Barrett, N.R. and Hoyle, C. (1942) Br J Tuberc Dis Chest, 36,172.
Barton, R. and Whitehead,
J.A. (1969) Lancet, 1,1258.
Bleuler, E. (1924) Textbook of
Psychiatry. Trans. Brill, A.A., Macmillan, New York.
Bools, C.N., Neale, B.A.
and Meadow, R. (1992) Arch Dis Child, 67,77.
Calef, V. and Weinshcl,
E.M. (1981) Psychoanalyt Quart, 50,44.
Cawthra, R. and O'Brien,
G. (1987) Br J Psychiat, 150,553.
Ceiller
(1947) Ann MedLeg Crimin Police Scient, 27,134.
Chamoff, V.N. and Sotina,
N.N. (1935) Vrach Delo,18,975.
Chowne, M.D. (1843) Lancet, 1,131.
Cordess C. and Cox, M. (1995) Textbook of
Forensic Psychotherapy. TPK, London.
Davis, E. (1951) Lancet, 1, 910
Delbrück, A. (1891) Die
pathologische Luge und die psychischabnormen Schwindler. Ein Untersuchung uber
den allmahlichen Oherang eines normales psychologische Vorgans in ein
pathologisches Symptom. Enke, Stuttgart.
Enoch, M.D. (1990) In: Principles and Practices of Forensic Psychiatry (eds R. Bluglass and P.
Bowden). Churchill Livingstone, London.
Fireside,
H. (1979) Soviet Psychprisons. Norton. New York.
London.
Fish,
E (1967) Clinical Psychopathology. Wright, Bristol.
Folks,
D. and Freeman, A. (1985) Psychiat Clin North Am, 2,263.
Gliebe,
R. A. and Goldman, L. (1949) Calif Med, 70,170.
Grant,
A.R (1952) J Irish Med Ass, 31,299. '
Griffith,
J.L. (1988) Fam Process, 27,423.
Grunert,
E. (1932) Psychoat Neurol Wochenschr, 34,611.
Grygier,
T.G. and Collie, LE. (1954) Lancet, 2,1284.
Hamilton,
P. (1939) Gaslight. London, Constable.
Hawkings, R.R., Jones,
K.S, Sim, M. and Tibbetts, R.W. (1956) Br Med J, 1,361.
Healcy.W. and Healey, M.
(1915) Pathological lying, accusation and swind- ling. A
study inforensic psychology. Heinemann, London.
Hyler,
S. and Sussman, N. (1981) Psychiatr Clin North Am, 4,365.
Ireland,
P, Sapira, J. and Templeton, B. (1967) Am J Med, 43,579.
Jaspers, K. (1913) General Psychopathology. Trans. Hoenig,J. and Hamilton, M.W. Manchester
University Press, London.
Kerns,
LL. (1986) Psychiatry, 49, 13.
Kraepelin, E. (1921) ManicDepressive Insanity andParanoia. Trans. Barclay, R.M.and
Robertson, G.M. Churchil Livingstone, Edinhurgh.
Larsen,
E. (1966) The Deceivers. Baker, London.
Lund,
C.A. and Gardiner, A.Q. (1977) Br J Psychiat, 131,533.
MacKieth,
R. (1957) Lancet, 2,1069.
Meadow,
R. (1977) Lancet, 2,343.
Meadow,
R. (1982) Arch Dis Child, 57,92.
Menninger,
K.A. (1934) Psychoanalyt Quarter, 3, 173.
Menninger,
K.A. (1938) Man Against Himself. Hart-Davis, London.
Netherton,
E.W. (1927) Ohio State Med J, 23,215.
Powell, G. E.,
Gudjonsson, G.H. and Miller, P (1983) Pers Individ
Diff, 4,141.
Raspe, R.E. (1786) Baron
Munchausen's Narrative of his Marvellous Trauels and Campaigns in Russia. Oxford. In the British
Library. Reinhard, W.E. (1950) Tuberkulosearzt, 4,475.
Rosenberg,
D.A. (1987) Child Abuse Negl, 11,547.
Samuels,
M.P, McClaughlin, W., Jacobson, R.R., Poets, C.E and Southall, D.P (1992) Arch Dis Child, 67, 162.
Sanderson,
PH. (1957) Lancet, 1, 483.
Savard, G., Andermann,
F., Tettlebaum, R and Lehman, H. (1988) Neurology, 38, 1628.
Schneider, K. (1959) Clinical
Psychopathology. Trans. B.A. Hamilton, Grune and Stratton, New York, London.
Schreier, H. and Libow, J. (1993) Hurtingfor Loue: Munchausen by Proxy. Guildford, New York.
Scoggin, C. (1981)
Postgrad Med, 74,259.
Scully R., Mark, E. and
McNeely, B. (1984) New Eng J Med, 311,108.
Sharrock,
R. and Cresswell, M. (1989) Med Sci Law, 29/4,323.
Small, A. (1955) Br Med J, 2,1207.
Smith, C.G.
and Sinanan, K. (1972) Br J Psychiat, 120,685.
Snowden, J., Solomans, R.
and Druce, H. (1978) Br J Psychiat, 133, 15.
Sparrow, G. (1962) Tlıe Great Imposters, Longman, London.
Tyndal, M. (1973) Br J
Psychiat, 122,3.67.
Weiss,
E. and English, O.S. (1957) Psychosomatic Medicine, 3r edn.
Saunders, Philadelphia.
Wright, A.D. (1955)
Trans Hunterian Soc, 14,13.
Wright,
B. Bhugra, D. and Booty, J. (1995) J Accident
Emerg Med,
13, 18.
Yassa, R. (1978) Psychosomatics,
19, 242.
VII
GILLES
DE LA TOURETTE
SENDROMU
Gilles de la Tourette
Sendromu
1885'te Fransız başkenti esrik bir haldeydi,
Toulou- se-Lautrec'in aşağı tabakadan, şen Paris'i. Fransız düşünce aleminde
taze ve yeni fikirler ortalığı kasıp kavuruyordu, tıp da bundan nasibini
almıştı. Salpetri- ere hastanesinde Charcot Fransız nörolojisini yeniden
canlandırmıştı. İşte, Charcot'nun öğrencisi Georges Gilles de la Tourette'e
ünlü makalesini yazdıran da bu ortamdı: 'Etüde sur une affection nerveuse
caracterisee par l'incoordination motrice accompagne d'echolalie et de
coprolalie' (Motor inkoordinasyona eşlik eden ekolali ve koprolaliyle
karakterize bir sinir bozukluğu üzerine çalışma, -çn.).
L. B. Savin. Trans
Ophtbalmol Soc.
UK (1961), 81, 39
Gilles de la
Tourette sendromu psikiyatrik bozukluklar alanında sınıflandırılan bir motor
bozukluktur. Tanı koymak için üç bileşenin varlığı gereklidir:
• Açık
saçık olabilen veya bunu ima eden istemsiz sözler,
• Çocukluk
veya ergenlikte başlangıç.
Sendromun
fark edilmesi ve tanımlarının evrilmesi izleyen şekilde özetlenebilir:
• Gilles
de la Tourette tarafından 1885 yılında tanımlandı. Eponim sendromun adı zaman
zaman Tourette sendro- mu olarak kısaltıldı.
• Ancak
bozukluk daha önce, 19. yüzyıl başlarında tanımlanmıştı.
• 20.
yüzyılda bozukluğu anlatan birçok olgu bildirildi.
• Bozukluk
ICD-10 ve DSM-IV gibi majör uluslararası sınıflandırma sistemleri tarafından
kabul edilir.
• Son
yıllarda durumun nörobiyolojik ve nörofizyolojik yanları üzerine odaklanan
birçok çalışma başlatılmıştır.
Gilles de la
Tourette sendromunun tarihsel evrimi, Stevens (1964) tarafından az ve öz
biçimde anlatılmıştır. Stevens, Gilles de la Tourette'in, Beard'ın (1880)
'Maine'in Zıplayan Fransızı' anlatısını çevirdikten sonra bu tür durumlara ilgisinin
ilk kez uyandığını söyler. 1884'te ekibine katıldığı Charcot, 'kore kaosu'nu
sınıflandırma çabasıyla onu bu çalışmayı sürdürmeye yüreklendirmiş. Gilles de
la Touret- te maladie des tics cotnpulsifs (kompulsif tikler hastalığı)
adını verdiği durumu izole ettiğinde, Charcot bunun kendi başına bir ismi hak
etmeye yetecek özelliklere sahip bir durum olduğunu düşünmüş ve onun adıyla
anılmasını (epo- nim) önermiş (Charcot, 1884; Tourette, 1884, 1885, 1889).
Gilles de la Tourette çocuklukta başlayan inatçı tikleri olan sekiz hasta
tanımladı, bunların beşinde açık saçık laflar ve küfürlerin tekrarlayıcı
biçimde söylenmesinden (koprolali) oluşan sözel tikler
vardı:
Yaklaşık 7 veya 8 yaşında, genellikle
berbat bir aile öyküsü olan çocuk bir dizi tik sergilemeye başlar. Durum kısa
zamanda ana-babanın dikkatini çeker, ancak nadiren ilk başta bunu önemserler,
çünkü çoğunlukla seğirmeler yüz kaslarıyla sınırlıdır. Zaman zaman, yine bu
aşamada, ekspirasyon sırasında laringeal hırıltılar eklenir. Hareketler uzun
bir süre yüzle sınırlı kalabilir, ancak daha sonra yavaş yavaş omuzları ve
kolları da tutar... Larinks kasları da bazen tutulur, öyle ki tikli birçok
kişi, hızlı ekspiratuar 'hmmm', 'aah' sesleri çıkartır. Hastalık bu aşamayla
sınırlı kalabilir, ancak yüz hareketlerinin başlamasından birkaç ay veya yıl
sonra anlamsız laringeal sesin organize olması ve belli bir yönde gelişmesi
ender değildir; bu bozukluk için patognomoniktir. Olguların çoğunda eylemlerini
takdir etmeye gücümüzün yetmediği bazı nedenlerin etkisiyle hastalar bir gün
ağızlarından çok özel karakterde bir sözcük veya kısa bir cümle çıkarmaya
başlarlar ve bunun anlamı hemen her zaman açık saçıktır. Bu sözcükler ve
tümceler yüksek sesle, herhangi bir durdurma girişimi olmaksızın söylenir...
Diğer bir fiziksel yafta da, daha az sıklıkta olsa da zaman zaman gözlemlenen
ekolalidir.
Patlarcasına
söylenen sözlerin eşlik ettiği çoğul tiklerden oluşan bir hastalık daha önce, 19. yüzyıl başlarında Fransız
bir hekim olan Itard (1825) tarafından tanımlanmıştı. Itard, 7 yaşında tikleri başlayan,
sonraları tuhaf çığlıklar atan ve anlamsız sözler haykıran Dampierre Markizi
olgusunu bildirmişti. 'Mais tout cela sans deliere,
sans aucun trouble des facultees mentales' (ama tüm bunlar ne bir sanrı, ne de zihnî
melekelerde herhangi bir sorun olmaksızın ortaya çıkıyor). Evlendikten sonra
Markiz'in semptomlarında alevlenme olmuştu, öyle ki, diğer bütün hareketleri
gayet kibar olmasına karşın, koprolalisi yüzünden yaşamının geri kalan 70 yılını bir münzevi olarak
geçirmek zorunda kalmıştı. 90'ını aştıktan sonra ölmeden önce hâlâ küfrediyordu
1864'te
Hughlings Jackson sendroma örnek kabul edilebilecek bir durum tanımladı:
Bir hastam var, kore'ye tutulmuş ve birkaç yıldır, istemsiz biçimde
'lanet' sözcüğünü söyleme huyu peydah olmuş. Bir iki yıl önce, arkasından bu
sözcüğü haykıran bir adamdan korkmuş. Korku kore'ye yol açmış ve bu terimi
kullanmam uygun olacaksa, zihinsel kore de ortaya çıkmış; üç gün boyunca
ağzından 'lanet' sözcüğünden başka laf çıkmamış; şimdi de zaman zaman bu laf
ağzından fırlıyor. Bu sözcüğü söyleten zihinsel süreç üzerinde denetimi çok az,
tıpkı yüzündeki kasların birkaçı gibi, şimdi bunlardaki seğirme yüzünden
Londra Hastanesi'ne gidip geliyor.
Gilles de la
Tourette'nin ardından Trousseau (1897) sendromun daha önce görüldüğü başka
olgular tanımladı. Koester (1899) Leipzig Üniversite Polikliniği'ne yatırılmış
2500 hasta arasında 2 yeni olgu keşfetti ve o sırada yazında toplam 50 olgu
bildirilmiş olduğunu buldu. Bunlar arasında Guionon (1886), Wille (1898) ve
Osler (1894) tarafından tanımlananlar da bulunuyordu. Prince (1906) de bu
durumdan mustarip 35 yaşında bir erkek olgu bildirdi.
Otuz yıl
boyunca,Creak ve Guttman (1935) altı tane olgu bildirene dek başka olgu
kaydedilmedi; bu altı olgunun üçü 10-15 yaş arasında, biri 22 yaşında
erkeklerdi ve kalanlar da 18 ve 32 yaşlarındaki iki kadındı. Bu olguları
Maudsley Hastanesi'nde 1932-1935 yılları arasında görülenler arasından
bulmuşlardı. Daha sonra Kinnier Wilson (1941) 25 yıl önce karşılaşmış olduğu
bir olgu bildirdi, Kanner (1942) de 1929 yılında görmüş olduğu diğer bir olguyu
tanımladı. Bundan sonra düzenli biçimde yeni olgular akmaya başladı, bunların
çoğu tekli olgu bildirimleriydi (Aberle, 1952; Balhesar, 1957; Rapoport, 1959;
Schneck, 1960; Aimard ve Köhler, 1961; Deshan, 1961; McDonald, 1963).
ICD-10'da sendrom bir Çocukluk ve Ergenlik Çağı Bozukluğu olarak, Tik Bozuklukları alt grubu içinde yer alır ve Vokal ve Çoklu Motor Tik Bozukluğu Bir Arada (de la Tourette
Sendromu) şeklinde sözü edilir. Tanısal ölçütler çoklu motor tiklerin varlığı
ve bir veya daha fazla vokal tiktir (eşzamanlı olmaları gerekmez), başlangıç
hemen her zaman çocukluk veya ergenliktedir.
Olgu 1
İlk kez 1959
yılında, 27 yaşındayken yatırıldı. Son 21 yıldır sürekli olarak kendini, tek
heceli sesler çıkarmak, kısa müstehcen sözcükleri ağzından fışkırtırcasına
söylemek ve kolları, dili ve boynuyla kompulsif jest ve hareketler yapmak
zorunda hissediyordu. Bu 6 yaşında geçirdiği tonsillektominin ardından ortaya
çıkmıştı. Kısa süre sonra başını geriye atmaya, durduk yere elleri ve dilini
oynatmaya ve ayıp bir dil kullanmaya başlamıştı. İki yaşındayken bir
konvülsiyon geçirmişti ve 12 yaşına kadar enüretikti. Hareketleri aşırıya
kaçtığında onu odasına kapatan babasından çok az anlayış görmüştü. Okuldan çok
kaybı vardı ve bu yakınması yüzünden sık sık sopa yiyordu, inşaatlarda harç ve
tuğla taşıyıcı olarak çalışıyordu ve genellikle zor koşullarda yaşıyordu. Fazla
miktarda içiyor ve sık sık durumundan ötürü depresyona giriyordu.
Fizik muayene hareketleri ve sözleri dışında normaldi. Hızlı
biçimde art arda dilini çıkartıp sokuyordu. Buna sık sık sırıtma ve yüzüne bir
ifade veren platisma kası kasılması eşlik ediyordu. Sırıtma zaman zaman tek
başına da ortaya çıkabiliyordu. Kol hareketleri sağ tarafında daha belirgindi
ve sağ kolun yaptığı bir hareketin cinsel bir anlamı var gibiydi. Hareketleri
ve çıkardığı sesler ('ff, fftt') saldırgan bir
doğadaymış izlenimi uyandırıyordu. Ekofenomenlerin hiçbiri yoktu. lyileşe-
meyecekse ölme arzusu duyuyordu.
Hiçbir psikotik özellik yoktu. Zekâsı ortalamaydı. EEG'si
jeneralize disritmi gösterdi. Semptomlarının kısa sürede ortadan kalkacağı
yolunda post-hipnotik telkinlerle birlikte hipno- terapi başarısızdı, telkinler
intravenöz tiyopentonla tekrarlandığında yine başarısız kaldı. Karbondioksit
tedavisi (Meduna, 1943) semptomlarını alevlendirdi. Daha sonraki bir yatışında
verilen klorpromazin ve miyanesinle sınırlı bir düzelme sağlandı. 1965'te
durumunun remisyonda olduğu bildirildi.
Olgu 2
Bu genç kızın
hastalığı 1954 yılında, 11 yaşındayken, ilkokul sonrası sınavdan hemen önce,
çok bağlı olduğu ablasının evden ayrılmasıyla başlamıştı. Öncesinde de bir
krup atağı geçirmişti. Otoriter bir adam olan babasına karşı, sık sık geçirdiği
haykırma ataklarıyla isyan ediyordu. Tırnaklarını yiyordu, yaşından küçük
davranan, sinirli ve hantal bir çocuktu, geç konuşmuştu ve 11-12 yaşları
arasında bir yıl enüre- zisi olmuştu. 1956'da uyum bozukluğu gösterdi ve
küfretme, çığlık atma, sırıtma ve edepsiz davranışları yüzünden okulu bırakmak
zorunda kaldı. 1956'da hastaneye yatırıldığında fizik muayenede erken mitral
stenoz ve kuşku götürür bazı nörolojik işaretler (eksantrik bir sol pupilla,
ekstremitelerde tonus artışı ve pozitif Romberg işareti) saptandı. Yüzünü,
boynunu, gövdesini ve ekstremitelerini tutan tekrarlayıcı, yarı amaçlı çoğul
tikler sergiliyordu, bunlar giderek artmıştı ama konsantre olduğunda ortadan
kalkıyordu. Kompulsif gibi duran koprolalisi arada sırada ortaya çıkıyor,
‘Lanet moruklar', 'kulamparalar' vs. diye bağırıyordu. Uyarıldığında, bağırıyor
ve ayaklarını yere vuruyordu, araya bir şey girdiğinde, kendini cümleye
yeniden başlamak zorunda hissediyordu. Zekâsı ortalamaydı ve EEG'si normaldi.
Yazar olmak istiyordu, ama elyazısı yazmak istemiyordu.
Daha sonra yatırıldığı ergen servisinde çoklu tikleri, bağırması,
haykırması, küfretmesi, duvarlara yazı yazması, açık saçık konuşmaları ve oraya
buraya tırmanması ne anlayışlı bir ortama ne de sakinleştiricilere yanıt verdi.
Üç yıl sonra hâlâ çok sayıda ufak tiki vardı ve edepsiz bir dil
kullandığını itiraf ediyordu, ama bunu denetleyebileceğine inanıyordu.
İyileşmesi kısa süre önce evden ayrılmış olmasına bağlandı. 1965'te durumunun
remisyon halinde olduğu bildirildi, düzenli olarak işine gidip geliyordu.
Olgu 3
İlk kez 1953
yılında, 60 yaşındayken yatırıldı. Birkaç aydır neredeyse durmaksızın
bağırmakta olduğunu söyleyen bir münzeviydi. Çıkardığı gürültü, karga sesi
gibi, havlar gibi veya haykırır gibi bir sesti ve özellikle heyecanlandığında
bunu engelleyemiyordu. Yedi yaşında iken kore başlamış, bundan sonra da daima
sinirli biri olmuştu, ailesi de bir sürü zorluklar geçirmişti. Yirmi bir
yaşında yüzündeki tiki geçirmesi için bir aynanın önüne oturması tavsiye
edilmişti.
Muayenede sinir sistemi normaldi. Saplantılı bir kişiliği vardı
ve psikoza dair hiçbir bulgu yoktu. Başını yukarı kaldırıp kesik kesik
havlaması, ‘iç burkan' kompulsif bir tikti ve patlarcasına 'kes sesini' diye bağırarak
sonlanıyordu, sanki sergilediği tabloyu affettirmek istercesine. Burma ve
seğirme hareketleri sergiliyordu ve sürekli sırıtıyordu. Sık sık ‘Hey, hey',
ardından da ‘Kes sesini' diye bağırıyordu. Haykırışları servisin dışındaki
koridordan duyulabiliyordu. Normal derecede sedasyon etkili olmadı. iki yıldır
sağ gözü kördü ve aşırı baş sallamaları ve bağırmalarının yol açtığı sanılan
büyük bir retina dekolma- nı saptandı.
Son yatışı 1963 yılında, uzun süre ayaktan klorpromazin tedavisi
gördükten sonra oldu. İlaca bağlı Parkinsonizm gelişmişti ve bu orfenadrine
yanıt verdi. Koprolalik çığlıkları büyük oranda ortadan kalkmıştı, ancak arada
sırada kendi kendine konuştuğu fark ediliyordu. Şimdi nerede olduğu bilinmiyor.
Olgu 4
Kadın hasta, 1964 yılında, 46 yaşındayken yatırıldı. Mutsuz bir
çocukluk geçirmişti ve küçük erkek kardeşinin doğumundan sonra annesinin ona
karşı ilgisizliğine çok içerlemişti. Babasını sevmiyordu ve yaşamının erken
yılları kavgalarla örselenmişti. Şimdi mutlu bir evlilik sürdürüyor ve iki oğlu
var. Sosyal hayatı sınırlı, yalnızca eviyle ve ailesiyle ilgileniyor.
On yaşındayken, özellikle bağlı olduğu büyükannesinin ölümünün
ardından tuhaf 'bipleyen' sesler, yüzünde seğirmeler, diş gıcırdatma,
kollarında ve bacaklarında istemsiz hareketler ve daha sonra açık saçık laflar
başlamıştı. Bunlar üzerinde bir miktar istemli denetimi vardı, ancak tam değildi.
Kocası, evlendikten sonra ‘çıkardığı seslerin' arttığını öne sürüyordu, hatta
çocuk doğururken bile bunları bağırmıştı. Stresle ve hastanın annesinin bahsi
geçtiğinde tablo alevleniyordu.
Tek başına olduğunda ve mektup yazarken 'bipleme' ket-
lenebiliyordu. İnsanların arasındayken bunları ketlemeye çalıştığında taze bir
güçle yeniden ortaya çıkıyorlardı. Fizik muayene normaldi ve zekâsı ortalama
bulundu.
Metedrinle birlikte abreaksiyonla, çocukluğunda reddedilmiş
olduğunu ve bütün kişiler arası ilişkileri erken ana-baba reddi çerçevesinden
yorumlama eğiliminde olduğunu düşündüren materyal ortaya çıktı. Liserjik asit
denendi, ancak bunun somatik etkilerini tolere edemedi. Çıkardığı sesler ve seğirmeler
çeşitli trankilizanlara yanıtsızdı. Kadın zaman zaman depresif ve histerik bir
hal alıyordu.
Davranış tedavisi görmekteyken tedaviyi kesti. Bu tedavi de o
sırada bütünde herhangi bir iyileşme sağlamamıştı, ancak istemli olarak
istemsiz olanlara benzer sesler çıkarabileceğini göstermiş ve sesleri içinde
tutma gereksiniminden hep yakınmasına karşın, yoğun istemli çaba harcasa bile,
hiçbir ses çıkartamadığı bir aşamaya gelebileceğini görmüştü. Hastaneden
çıktığında iyileşmiş değildi. Dokuz ay sonra nadiren bu tür sesler
çıkartıyordu, ama kesinlikle çok daha gergindi.
Bir zamanlar
ender olduğu düşünülen Gilles de la Tourette sendromu, bütün kültürlerde,
etnik ve dinsel gruplarda benzer özelliklerle kendini gösterir. Durumun kesin
yaygınlığı bilinmemektedir ve en azından kısmen, değerlendirme yöntemi ve
tanı koymak üzere kullanılan edimsel ölçütlere bağımlıdır.
Mahler ve ark. (1945),
New York'taki bir hastanenin çocuk servisine yatırılan 541 çocuktan 18'inde
çeşitli tikler olduğunu buldular. Ancak bunların yalnızca on biri 'Tik
sendromu'na tutulmuştu, bu terimi Gilles de la Tourette bozukluğu ile eşanlamlı
kullanmıştı. Ascher (1948) Balti- mor'daki Henry Phipps Psikiyatri Kliniği'nde
1918 ve 1947 yılları arasında, 9000 yatan hasta, 50 000 poliklinik hastası
arasında yalnızca 4 olgu saptadı. Salmi (1961) Finlandiya, Turku'daki bir
eğitim rehberlik merkezine devam eden 5300 çocuk içinde yalnızca bir olgu
buldu. Kelman (1965) çocuklarda Gilles de la Tourette sendromu bildirimlerini
tarayarak 1906 ile 1964 yılları arasında bildirilmiş 44 olgu buldu.
1967'de, Fernando bir
yandan durumun seyrekliğine dikkat çekerken, bir yandan da yayımlanmış bütün
olguları gözden geçirme gereksinimini vurguluyordu, ona göre bu daha geniş
özellikleriyle durumu taramanın tek akla yakın yoluydu. O zamana kadar
İngilizce dergilerde bildirilmiş olgular içinde yalnızca 69'u tanının doğru
olduğuna onu ikna etmeye yetecek kadar ayrınhlıydı. 1976'da, 1964 ve 1974
yılları arasında yine İngilizce dergilerde yayımlanmış 69 tane daha olgu
üzerinde yorum yaptı.
Abuzzahab ve Ehnlen
(tarihsiz), Gilles de la Tourette sendromuna özel ilgi gösterdiler. Bu onları
Minnesota Üni- versitesi'nde konuyu araştırmak üzere uluslararası bir kayıt
sistemi yerleştirmeye yöneltti ve bu sayede bozukluğun bulunduğu 500
belgelenmiş olgu toplayabildiler.
Olguların
çoğu ABD ve Avrupa'dan bildirilmekle beraber, bozukluğun dünyanın her
tarafında bulunduğu ve Almanya, İsviçre, Polonya, Fransa, Kanada, İrlanda,
İsveç, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan, Güney Afrika, İsrail ve Suudi
Arabistan' dan olgular bildirildiği akılda tutulmalıdır.
• Zaman
zaman yankılama fenomenleri (ekofenomenler)
• Çocukluk
veya ergenlik çağında başlangıç
• Eşlik
eden psikolojik semptomlar - konsantrasyon bozukluğu, yerinde duramama,
depresyon ve saplantılı özellikler
• Bazı
olgularda davranışsa! sorunlar ve kişilik bozukluğu
Bozukluk
genellikle çocuklukta başlar, olguların % 85'inde başlangıç 11 yaşın altındadır.
Semptomları daha geç başlamış olan hastalarda genellikle sıra dışı koşullar
söz konusudur ve sendrom atipik bir örüntü izler. Erkekler kızların üç katı
daha fazla tutulurlar.
Anormal
hareketler genellikle yüz kaslarında başlar, özellikle de göz veya ağız
çevresinde. Nüfusun % 20'sinde görülen tiklerin aksine buradaki tikler
inatçıdır ve yavaş yavaş boyun, ense, kollar, bacaklar ve gövdedeki kasları da
tutacak şekilde yaygınlaşır. Hastada, kas kasılmaları sinerjistik kasları
belirgin olarak sistemli bir tarzda tutar, ancak hangi kasların tutulduğu ve
kasılmaların tipi hastadan hastaya değişir. Tiklerin şiddeti de hastadan hastaya
çok değişkenlik gösterebilir, ayrıca aynı hastada farklı zamanlarda farklı
olabilir. Çok şiddetli olabilir ve hastayı oturduğu iskemleden fırlatacak kadar
güçlü spazmodik atmalar şeklinde kendilerini gösterebilirler (Stevens, 1964).
Olgu 3'te
gözlenen tekrarlayıcı bağırma ve baş sallama büyük olasılıkla retina
dekolmanının ardından tek taraflı körlüğe yol açmıştı. Diğer bir hasta kendi
gözlerine öyle kuvvetli yumruklar atıyordu ki vitröz hemorajilere neden olarak
görme yetisini yitirmişti (Seignot, 1961). Hareketler uyku sırasında genellikle durur
ve yalnızca başka insanların yanında ortaya çıkabilen koprolalinin aksine,
başka insanlar olsun olmasın genellikle değişmeden kalır. Bununla birlikte,
korku ve utanç gibi duygusal etmenlerle ve yorgunlukla sıklıkla yoğunlaşırlar.
Ateşli hastalıklar sırasında çok azaldıkları (Ascher, 1948;
Walsh ve
ark., 1986),
alkolle
geçtikleri (Bockner, 1959) de bildirilmiştir ve genellikle istemli denetimle
azaltılabilecekleri veya tümden bastırılabi- lecekleri kabul edilir.
Birkaç günden, birkaç yıl
gibi çok uzun bir süreye dek, görülen tek semptom anormal hareketler olabilir.
Send- romun bir sonraki belirtisi hemen her zaman anlaşılmaz sesler
çıkartılması, yani vokal tiklerdir. Bu sesler genellikle motor tikin tepe
noktasında çıkartılır ve homurdanma ya da havlamayı andırabilir. Daha sonra
anlaşılır seslere ve tam olarak şekillenmiş haykırışlara (nidalara), tam olarak
şekillenmiş tümcelere dönüşebilir ve tipik olarak kompul- sif tarzda, bağırarak
açık saçık laflar söylenmesi (kopro- lali) durumuna ilerler. Gilles de la
Tourette, diğer semptomlardan daha az sıklıkta, olguların yalnızca yarısında
bulunmasına karşın, bunun hastalığın ayırt edici özelliği olduğunu düşünüyordu.
Demek ki, birçok hasta ağzından fışkırtırcasına açık saçık sözler söyleme
noktasına ilerlemez, bu duruma gelen bazıları ise konuşmalarını hafifçe
değiştirerek veya öksürerek bunları , gizlemeyi başarırlar. Diğer yandan,
koprolalik nidaların birçoğu hastayı sosyal yaşamdan elini eteğini çekmeye, bir
münzevi gibi yaşamaya zorlamaya yetecek şiddettedir. Zihinsel koprolali -yani
açık saçık şeyler düşünme kompulsiyonu- büyük
olasılıkla sözel koprolaliden daha yaygındır, ancak birincisi kendini ikinciye
dönüştürebilir. Çok nadiren sözel tikler motor tiklerden önce ortaya çıkar,
bazen de eşzamanlı başlarlar.
Fışkırma
tarzındaki ve basmakalıp tikler ve yukarıda tanımlanan ani, tekrarlayıcı
laflar, ekofenomenlerle birlikte sendromun karakteristik semptom üçlemesini
oluştururlar. Ekofenomenler başka insanların söylediği sözcüklerin kompulsif
biçimde tekrarlanması (ekoiali) veya hastanın kendi
sözlerini tekrarlamasından (palilali), başkalarının
deneyimleri, hareketleri ve eylemlerinin kompulsif taklidi (ekomimezi, ekokinezi ve ekopraksi) gibi durumlardan oluşur.
Gilles de la Tourette sendromun özgün tanımına ekolaliyi de dahil etmiş olmakla
birlikte, kendisi bile bunun olgularının yalnızca yarısında ortaya çıktığını
belirtmiştir. O zamandan bu yana, yaygınlaşmış tikleri ve koprolalisi olan
birçok hastanın ekofenomenleri sergilemedikleri giderek açıklık kazandı; bunlar
var olduğunda bile önemsiz gözükebilirler.
Bazen
hastaların çıkardığı sesler aşırı yüksek ve başkalarını rahatsız edici
olabilir; örneğin Olgu 3'ün çığlıkları servisin dışından duyulabiliyordu. Mazur
(1953) hastasının konuşma anormalliğini inceledi ve hastanın sesinin
yüksekliğini ancak deneme yanılma yoluyla ayarlayabildiği sonucuna vardı, bu
işlev bozukluğunu, ses (fonasyon) kaslarını tutan bir tür dismetri veya
dissinerji olarak tanımladı. Hastalığa yakalananların elyazıları iyice kötüleşip
sırf karalama haline dönüşse bile, yazı, konuşmalarındakinin aksine, otomatik
sözcüklerin yazılmasıyla kesintiye uğramaz.
Sıklıkla psikolojik
semptomlar tabloya eşlik eder, ancak bunlar büyük değişkenlik gösterir ve
özgül değildir. Bunlar arasında dalgınlık ve konsantre olamama, yerinde
duramama ve değişen derecelerde depresyon sayılabilir. Sendromun öyküsü daha
eskilere dayanan hastalarda depresyon daha ağırdır, bu da kronik, yetiyitimi
yapan ve yaftalanmaya yol açan bir bozukluğa karşı tepkisel bir fenomen
olduğunu düşündürür.
Tourette sendromuna
yakalananlar arasında obsesif- kompulsif bozukluk ve bu tarz davranışların
sıklığı art- mışhr. Çalışmalar ayrıca birinci derece akrabalarda da bu tür
bozuklukların artmış olduğunu ortaya koydu. To- urette sendromu hastalarında
gözlemlenen fenomenoloji, bu bozukluğun olmadığı kişilerde bulunan obsesyon ve
kompulsiyonlardan hafifçe farklıdır. Sözgelimi, Touret- te sendromundaki
obsesyonlar genellikle cinsel, vahşi ve simetriktir, buna karşın diğerlerinde
dokunma, sayma ve kendine zarar verme kompulsiyonları daha sıktır (Eapen ve
Robertson, 1994).
Tutulan bir çocuk, çoğu
kez tikler veya vokal belirtilerin başlamasından önce, genellikle anormal
davranış örün- tüleri sergiler. Sıklıkla, tikler ve vokalizasyonların yanında
başka anormal hareketler veya davranış örüntüleri de ortaya çıkar. Bunlar
arasında kekeleme, tekrarlayıcı dil çıkarma, göğsünü veya kamını yumruklama,
tıslama ve öfke nöbetleri de yer alır. Yüksek oranda disiplin sorunları ve
diğer antisosyal davranışlar gözlenir.
Yazında
bildirilen birçok olguda fiziksel öncüllerin varlığı belirgindir. Örnekler
arasında kafa travması, ensefali- tis letarjika ve kore sayılabilir. Bunun
önemli ve anlamlı bir gözlem mi olduğu, yoksa çalışma yanlılığını mı temsil
ettiği bilinmemektedir.
Sinir
sisteminin klinik muayenesi genellikle normaldir ve bildirilen nörolojik
anormalliklerin sayısında bir artış bulunmakla birlikte bunlar hep önemsiz
doğadadır ve nesnel tarzda açıkça değerlendirilmeleri güçtür. Örneğin hafif
motor asimetriler azalmış kas tonusu, kol sallamada azalma ve Babinski işareti.
New York'taki Cornell Tıp Ens- titüsü'nden Sweet ve ark. (1973)
Gilles de la
Tourette sendromu olan 22 hasta üzerinde dikkatli bir klinik inceleme yürüttükten sonra 11 hastada bu tür nörolojik
anormallikler bulunduğunu saptadılar.
Zekâ dağılımı
normal gibi durmaktadır, ancak öğrenme zorluğu düzeyinden üstün zekâ düzeyine
kadar değişebilir ve bazen sözel performans tutarsızlığı saptanır (performans
daha düşüktür). Psikolojik test sonuçları bu sendroma yakalanmış kişilerde
saplantılı kişilik yapısının belirgin olarak ön plana çıktığını göstermiştir
(Morphew ve Sim, 1969).
Ayırıcı tanıda şunlar yer alır:
• Sydenham
ve Huntington koresi gibi organik hareket bozuklukları
• Şizofrenik
manyerizmler ve katatonik durumlar
• Otizm
ve diğer yaygın gelişimsel bozukluklar
• Latah,
miriyaşit ve 'Maine'in
Zıplayan Fransızı' gibi diğer hareket bozuklukları.
Koprolali
yalnızca psikiyatrik bozuklukların bir semptomu değildir, aynı zamanda normal
nüfusun bir kısmında bulunan toplumsal bir 'görgü'dür. Prince (1906) normal
bireylerin küfretmesini bu sendromda bulunan otomatik açık saçık nidalardan
ayırt etme yolu olarak, ilkinin buna dikkat çekildiğinde ve durdurmak üzere
bilinçli çaba harcandığında kesileceğini, oysa sendromun varlığında hasta
bunları bastırmak üzere kasıtlı çaba harcadığında bile direndikleri ve istemsiz
olduklarını belirtir. Müthiş bir gözlem gücü olan Hughlings Jackson (1884), temelde
küfretmenin dilin bir parçası olmadığı görüşündeydi. Buna, bir fikir ifade
edilirken, o sıradaki duyguların gücünü de ekleme itkisinden kaynaklanan bir
alışkanlık gözüyle bakıyordu. Ona göre küfretme, ses yüksekliği ve aşırı el
kol hareketleriyle aynı genel kategoriye aitti. Bu tür sözlerin düşünsel bir
eylem olarak dilden ayrımına en iyi örnek Dr. Johnson'ın bir keresinde
gürültücü bir karşıtına söylediği sözdür, 'Efendim, savınızı güçlendireceğiniz
yerde sesinizi yükseltiyorsunuz.'
Bazı yazarlar Gilles dela
Tourette sendromu ile kekeleme arasında büyük benzerlik görürler, her ikisi de
kompulsif hareketlerle giden durumlardır. Fenichel (1945) ve diğerlerinin
kekelemenin kendisinin açık saçık, özellikle anal laflar söyleme anlamına
geldiği ve dinleyiciye yönelik saldırgan bir eylem olduğu yolundaki görüşlerini
kabul edersek aradaki bağ daha da sıkılaşır.
Latah ilk kez O'Brien tarafından 1882 yılında Malayalı- larda
gözlemlenen bir durumdur ve Yap (1952) tarafından 'tuhaf bir davranışsa!
garabet veya sapma, normal ama pek de normal değil' şeklinde tanımlanır.
Şiddetli irkilme yanıtı, taklit davranışları, otomatik itaat ve koprolaliden
oluşan Latah tepkisinin kendi çevreleri üzerinde sınırlı bir denetimi olan
kültürlerde ortaya çıktığı öne sürülmektedir. Kurban, kendi istenci dışında,
bu kendisine zarar verebilecek olsa bile, başkalarının emirlerini ve
eylemlerini taklit etmeye zorlanır. Bununla birlikte, Latah ile Gilles de la
Tourette arasında temel farklılıklar vardır. Latahda asla tikler ortaya,
çıkmaz, Gilles de la Tourette sendromun- da ise taklit fenomenleri genellikle
gözlenmez. Gilles de la Tourette sendromundaki koprolali kendiliğindendir, oysa
Latahda hemen her zaman tetiklenmiştir. Gilles de la Tou- rette sendromunun diğer
bir temel özelliği de çocuklukta başlamasıdır, oysa Latah asla ergenliğin ileri
yaşlarından önce görülmez ve en sık olarak orta yaş ve yaşlılıkta ortaya çıkar.
Miriyaşit, Hammond (1884) tarafından Sibirya'da ortaya çıktığı bildirilen, 'Arktik
histeri' olarak da bilinen ve Lata- ha çok benzer bir sendromu tanımlamak üzere
kullanılan Rusça sözcüktür. 'Sıçrayanlar' veya 'Maine'in Zıpalayan Fransızı',
ya da 'Sallananlar' veya 'Havlayanlar' olarak da bilinen kişiler, Kuzey
Amerika'ya göç eden kendine özgü bir mezhepti. İrkildiklerinde şiddetli sıçrama
ve burulma hareketlerine eşlik eden ekolali ve ekokineziler sergiliyorlardı.
Tuhaf biçimde, bu sendrom tümden yok oldu, bu yüzden 1964 yılında Stevens iki yeni
olgu daha tanımlayana dek hiçbir yerde bahsi geçmedi.
Gilles de la
Tourette sendromu yıllarca nörolojiyle psikiyatrinin sınırında sallanıp durdu.
Ama son on yıldır, diğer hareket bozukluklarının birçoğu gibi (bazılarına henüz
ye- tişemese de), bu iki disiplini ayıran gözenekli sınırı aşma eğilimi giderek
artıyor. Son yirmi yıldır, yoğun araştırmalar yapılmasına ve incelikli beyin
tekniklerinin geliştirilmesine karşın nörotransmitter sistemlerinde önerilen
varsayımsal anormallikler dışında tutarlı, özgül hiçbir lezyon tanımlanamadı.
Bu, ilginç psikiyatrik sendromlarımız arasında en 'organik' gözüken Gilles de
la Tourette olduğundan, şaşırtıcı bir durumdur. Ne var ki, büyük olasılıkla bu
ender -ve birçok açıdan benzer- sendromlar için herhangi özgül bir lezyon
olmayabileceğine bizi inandıran diğer bir örnektir. Herhalde, işlev
bozukluğunun temel kaynağı son derece karmaşık bir organ olan beynin içindeki
patolojik bağlantılar olsa gerektir. Bu arada, bu tür özgül bir lezyon bulunsa
bile, durumun psikodinamikleri anlamlı olmayı sürdürecektir.
Gilles de la
Tourette sendromunun genetik bir bileşeni olduğuna kuşku yoktur. Ne var ki,
genetik temel, bu durumun gelişmesine, diğer bağlantılı tik bozuklukları için
de söz konusu olan bir yatkınlıktan ibarettir. Gerçekten de, büyük olasılıkla
kalıtsal olan bir tik bozukluğuna yatkınlıktır, herhangi bir kişide kendini
Tourette sendromu olarak gösterebilir.
Price ve ark. (1985),
ikizlerden en az birinde Tourette sendromu olan aynı cinsten 43 ikiz üzerinde
bir ikiz çalışması yürüttüler. Tek yumurta ikizleri için eşhastalanma oranı %
53, çift yumurta ikizleri içinse % 8 olarak bildirildi. Bu genetik temel için
iyi bir kanıttır. Dahası, tanı ölçütleri ufak tiklerin varlığını da içerecek
şekilde genişletilseydi, tek yumurta ikizlerindeki eşhastalanma oranı % 77'ye
çıkacaktı. Leckman ve ark. (1987) çalışmaların özgün verilerini yeniden
incelediler ve eşhastalanma olmayan çift yumurta ikizlerinde tutulmamış ikizin
doğum ağırlığının tutulandan genellikle daha yüksek olduğunu buldular. Buna dayanarak,
doğum öncesi etmenlerin Tourette sendromuna genetik yatkınlığı olan bir bireyde
hastalığın gelişmesini ve dışavurumunu etkileyebileceği öne sürüldü.
Kalıtımla
geçen yatkınlığın erkeklerde kızlardakin- den daha yüksek olan değişken bir
penetransla otozomal baskın tarzda iletildiği düşünülmektedir (Curtiss ve ark.,
1992). Daha önceleri, erkeklerdeki yaygınlığın daha yüksek oluşunu açıklamak
üzere X kromozomuna bağlı bir düzeneğin varlığı öne
sürülmüştü (Comings ve Comings, 1986).
Bozukluğun
kromozomal anomalilerle ilişkili olduğu (Merskey, 1974) bildirilmekle birlikte,
olguların büyük çoğunluğunda kromozomlar normaldir.
Henüz
sendroma dair elimizde çok az nöroanatomik bilgi bulunuyor, bu hastalığın
ölümcül olmadığı gerçeğiyle bağlantılı olabilir. Çok az sayıda post-mortem
çalışma yürütüldü ve bunlar herhangi bir özgül serebral patoloji ortaya
koyamadılar (Wulf ve Boggert, 1914; Clauss ve Balthasar, 1954). Son yıllarda
post-mortem çalışmalar daha çok biyokimyasal anormallikler ve nörotransmitter
sistemlerindeki işlev bozuklukları üzerine yoğunlaştı.
Yaşayan
deneklerde yapılan BT incelemelerinde, herhangi özgül bir lezyon
gösterilemedi. Bu kitabın üçüncü baskısında, o sırada sayısı 172 olan, BT
bulguları bildirilmiş olgular içinde yalnızca 18'inde anormal sonuçlar olduğu
aktarılmıştı. Dahası, bildirilen anomaliler ya non-spesifik (kortikal atrofi)
ya da idiyosinkratikti (kist), bu yüzden de doğrudan etiyolojik önemleri var
gibi durmuyorlardı.
Son yıllarda, daha
incelikli tarama yöntemleri daha ümit verici sonuçlar vermektedir. Sözgelimi,
MRG incelemeleri sık sık küçük anormallikler ortaya koymaktadır, örneğin
bazal gangliyonlarda asimetri (Hyde ve ark., 1995). Ayrıca, PET (pozitron
emisyon tomografisi) ve SPECT (tek foton emisyonlu bilgisayarlı tomografi) gibi
işlevsel beyin görüntüleme teknikleriyle yapılan çalışmalar bazal gangliyonlarda
ve frontotemporal kortikal bölgelerde anormallikler göstermiştir. Şimdiye dek
bildirilen olguların sayısı az olmakla birlikte, bu bulgular bazal
gangliyonlardaki metabolik etkinlikte görece azalma olduğunu düşündürmektedir.
Her durumda, Tourette
sendromunda EEG normaldir. Bazı çalışmalarda elektroensefalografik bozukluklar
bildirilmiş (Sweet ve ark., 1973), bunlar non-spesifiktir. Herhangi bir
epileptik aktiviteyle bağlantısı yoktur ve tikler herhangi senkron paroksismal
EEG aktivİtesiyle ilişkili değildir.
Son yıllarda
dikkat, bozukluğun semptomatolojisini serebral düzeyde açıklayabilecek
nörokimyasal süreçlere odaklandı. Esas olarak, klinik özelliklerin sereb- ral
nörotransmitterlerde, özellikle dopamindeki bir dengesizlik sonucunda
oluştukları varsayılmaktadır (Chase ve ark. 1986). Bu kuramın temeli, bir
dopamin antagonisti olan haloperidolle çeşitli semptomlar baskılanırken, metil-
fenidat gibi bir dopamin agonistiyle semptomların alevlendiği gerçeğine
dayanmaktadır. Bazı hastaların BOS'un- da homovanillik asit (dopamin
metaboliti) düzeylerinin anormal bulunması da bunu desteklemektedir.
Daha yakın
tarihli post-mortem çalışmalar, dopamin (Robertson, 1994)
gibi
monoaminlere ek olarak endojen opioidler (Chappell, 1994),
glutamat ve
serotonini de içeren diğer transmitter sistemlerine de işaret etmektedir.
Çeşitli transmitter ajanların anormal etkinliği, bazal gangliyonlar- da ve
bağlantılı yapılarda yerleşme eğilimindedir.
Baron-Cohen
ve ark. (1994)
Tourette
sendromunda istem denetmeni (intention
editor)
adını verdikleri bir nöropsiko- lojik işlevde bozukluk olduğunu öne sürdüler.
Channon ve ark. (1992) dikkatte özgül kusurlar bildirdi. İstem denetmeni, istenç kavramının altında yatan anahtar bir düzenektir ve çocukluğun
ilk yıllarında işlev görmeye başladığı Söylenir. Dahası, ne zaman birbirine
paralel yarışan birkaç istem veya niyet söz konusu olsa, bunun etkinleştiği
ileri sürülmektedir. Bu işlev, denetsel dikkat sisteminin (Shal- lice, 1988)
bir alt
bileşenini oluşturur ve frontal loblar tarafından düzenlenir (Robertson, 1994).
Mahler ve
Rangell (1943)
tiklerin
bastırılmış içgüdüsel arzuların doyurulması ve bunların kontrolü için
gösterilen çabalardan doğan duygusal çelişkilerin dışavurumu olduklarını öne
sürdüler. Hastalarının istemsiz nidalarını ve çıkardıkları hayvansı sesleri hem
saldırgan hem de nörotik karakterde olarak değerlendirdiler ve bunları, açık
saçık fikirlere karşı güçlü karşıt tepki oluşturma düzeneği yüzünden ifade
edilemeyen koprolali eşdeğerleri olarak gördüler.
Gerçekten de
koprolali, özellikle aile içindeki (ki bu genellikle ana-babadan biri veya her
ikisi birdendir), otorite figürlerine karşı düşmancıl bir tepki olarak
görülmüştür (Hammond, 1892; Tobin ve Reinhart, 1961). Koprolalisi olan çocuklar genellikle çok
katı davranışlar sergilerler ve cezalandırılmaktan korktukları için düşmanlık
duygularını dışa vuracak yeterli fırsat bulamazlar. Ana-babalarına karşı
dışavurulmamış düşmanlık duyguları, giderek artan tempoda patlayıcı tikler ve
sözlerle salıverildikleri noktaya kadar birikir. Bu görüş, ana-babadan biri
veya ikisinin, olağandışı yüksek oranda, çok katı veya kısıtlayıcı, çocuktan
son derece uslu davranmasını, düzenli olmasını, söz dinlemesini ve okulda en
iyi olmasını talep eden kişiler oldukları gerçeğiyle desteklenmektedir. Bu
ortamda daha küçük bir kardeşin doğumu özellikle stres yaratıcıdır, çocuk
üzerindeki talepleri öyle bir noktaya vardırır ki, artık denetimi zayıflar ve
hastalık ortaya çıkar. Bu tür çocuklar, kendilerini sevgiye aç bırakan
ana-babalarına yönelik öldürme fantezileri kuracak denli saldırgan
olabilirler. Çıkarılan sesler veya söylenen sözlerin cinsel ve fekal
içeriğinin kültürel olarak belirleniyor olması, yani iğrenç ve kirli bir şeyle
denk tutulması, olasıdır.
Tiklerin ve
koprolalinin saldırgan içeriği tekrarlamayla azalma eğilimindedir, bu sayede
hasta ve çevresindekiler için daha kabul edilebilir hale gelir (Ascher, 1948).
Ayrıca, çok
sayıda hasta vokal tikleri skatolojik (bokla ilgili/ müstehcen, -çn.) bir
nitelik kazandığında daha rahatlıyor gibi durmaktadır. Benzer şekilde, zihinsel tikten koprolaliye geçiş, düşmancıl duyguların, kaba bir dil
biçiminde, belli bir kişiden genelde topluma aktarılmış olduklarını düşündürür.
Yazında başka
psikodihamik modeller de tanımlanmıştır. Sözgelimi Menninger (1938)
şiddetli,
istemsiz hareketlerin hastanın kendi bedenine yöneltildiği bir olgunun psikopatolojisini
araştırdı ve bunun bir tür nörotik kendine zarar verme (self mutilasyon) olduğu
varsayımını ortaya attı. Ferenozi (1921) her tipten tikin narsisistik doğada olduğuna
inanıyordu ve bunların 'basmakalıplaşmış mastürbasyon eşdeğerleri' olduklarını
söylüyordu.
Gilles de la
Tourette sendromunun tedavisi, ilaç tedavisi ile psikolojik girişimlerin bir
arada bulunduğu bütüncül bir yaklaşımı gerektirir. İzleyen yol önerilir:
• Başlangıçta
destekleyici psikoterapiyle birlikte butirofenonları deneyin (veya SSRI
antidepresanlar da olabilir).
• Eşlik
eden depresyon veya obsesif-kompulsif özellikler gibi bozukluları tedavi edin.
• Bunlarla
semptomlarda yeterli rahatlama sağlanamazsa, davranış tedavisi eklemeyi
düşünün.
Bu bozukluğun
tedavisinde 1961 yılında ilk kullanımlarından bu yana ilk seçilecek yaklaşım butirofenon tedavisi olagelmiştir. Hem yeni hem de eskiden beri var olan
olgularda, çok sayıda hastada semptomların ortadan kalkmasına yol açtıkları,
etkili oldukları gösterilmiştir (Connell ve ark., 1967;
Boris, 1968;
Femando, 1976).
Çocuklar
ilacı iyi tolere ediyor gibi durmaktadır (Connell ve ark., 1967).
Haloperidölün
etki göstermesi için gereken süre 24 saat ile 30 veya daha fazla gün
arasında değişir, gerekli doz da hastadan hastaya değişkenlik gösterir. Dozda
herhangi bir azaltma yapmak için ilacın düzenli alınması ve hastanın en az iki
yılı semptomsuz geçirmiş olması önerilir. Semptomlarda yineleme olursa ilaca
yeniden başlanmalı ve doz semptomların şiddetine göre ayarlanmalıdır. Bazen
ilaca tolerans gelişir, bu fenomeni aşmak için haloperidol yerine trifluperidole
geçilir ve 6 ay bu ilaç kullanılırsa, halope- ridole duyarlılık yeniden
oluşturulabilir. Diğer bir tehlike de semptomların gerilemesiyle, kişilikte
küçük değişikliklerin üst üste binmesidir. Sözgelimi, bir hasta yarahcılık
yetisini kaybetti, diğeri öznel duygularından öyle korktu ki, ilacın bütündeki
etkisi yerine semptomlarını yeğledi.
Bozukluğun semptomlarını
ortadan kaldırmada başka antipsikotiklerin de etkili oldukları gösterilmiştir.
Örnekler arasında fenotiyazinler (Hunter, 1969) ve pimozid (Ross ve Moldofsky,
1977) sayılabilir.
1980'lerin sonlarında
yayımlanan olumlu bildirilerin ardından, son on yılda SSRl sınıfından
antidepresanlar giderek daha çok kullanılır oldu (Wetering ve ark., 1988). Yakınlarda,
Cipriano ve ark. (1999) büyük olasılıkla organik nedene bağlı Tourette sendromu
olgusunu klomipramin, fluvoksamin ve pimozid kombinasyonuyla başarıyla tedavi
ettiklerini bildirdiler. Depresif semptomlar varsa, kesinlikle antidepresan
kullanımı düşünülmelidir. Kalsiyum antagonistleri (Berg, 1985; Vierregge,
1987), lityum karbonat (Messiha, 1979), nalokson ve tetrabenazin (Sandyk,
1985) gibi başka ilaç gruplarıyla da başarılı tedaviler bildirilmiştir.
Bu durumda
davranış terapisinin etkiliği üzerine çelişkili bildiriler vardır. 1960'ların
başlarından itibaren çeşitli tiplerde davranış terapileri kullanıldı (Polites
ve ark., 1965; Cohen ve Marks, 1977). Yates (1958), Walton (1961) ve Clark (1966) Hullyen öğrenme kuramı üzerine dayalı bir tedavi şekli
kullandılar, bu yöntem tiklerin 'üst üste çok kez tekrarlanmasını içerir.
Yazarlar, hızlı biçimde re- aktif inhibisyon gelişmesiyle, tekrarlama
alıştırmasının ardından tiklerde azalma olduğunu öne sürmekteler. Daha sonra
dinlenme halindeyken inhibisyonun dağılmasının, dinlenme döneminde ortaya çıkan
yanıtlar için pekiştiri- ci işlev gördüğünü öne sürerler. Yates değişen
sürelerde tekrarlamanın tik hızı üzerindeki etkilerini deneysel olarak
inceledi. Walton, tekrarlama alıştırmasının ardından tik hareketinde azalma
olduğunu ve düzelmenin 2 aylık ve yıllık izlemede
korunduğunu bildirdi. Clark bu yöntemle iki olguyu başarıyla tedavi etti ve bu
durumda tekrarlama alıştırmasının ilk seçilecek tedavi olduğunu ileri sürdü.
Günde iki kez yapılan otuzar dakikalık görüşmeler sırasında Clark hastalarından
olabildiğince sık ve yüksek sesle o sırada en çok kullandıkları açık saçık
lafları tekrarlamalarını istemişti. Hasta başka sözcükler kullandığında, ağrı
eşiğinin hemen altında bir elektrik şoku veriliyordu. Daha sonraki tedavi
seanslarında hastalar giderek daha az yanıt verir oldular ve artık
söyleneceklerine birlikte karar verilmiş açık saçık lafları ağızlarından
çıkartamaz oldular. Ancak tiklerin tekrarlama alıştırması bir olguda etkisizdi,
diğer bir olgudaysa kısmen başarılıydı.
Edimsel
koşullamaya (operant conditioning) dayalı pekiştirme
teknikleri de denendi. Ne var ki, Jeste ve ark. (1973) negatif pratik şeklindeki
davranış tedavisinin bu bozukluğa tutulmuş 13 yaşındaki bir çocukta etkisiz olduğunu
bildirdi. Haykırışların ardından otomatik olarak bir elektrik şoku veren bir
gereçle denenen koşullama diğer bir hastada etkisiz kaldı (Challas ve Braver, 1963).
Bizim olgularımızdan birinde karşılıklı inhibisyon semptomlarda iyileşme
sağladı, ancak ne yazık ki kadın hasta tedaviyi tamamlayamadı. Hutzel ve ark. (1974)
kendi kendini gözlemleyerek semptomlarını denetleyen ve remisyona giren bir
olgu tanımladı.
EKT
genellikle etkisizdir, ancak tuhaf psikojenik hareketleri olan izole olgularda
başarılı olduğu olmuştur (Edwards, 1972). Bozukluk ayrıca psikoşirürji ile de
tedavi edilmiştir. Bu bozukluk için ilk prefrontal lökotomi 1955 yılında yapıldı
ve neredeyse 10 yıl devam eden yararlı etkileri olduğu bildirildi (Stevens, 1964).
Diğer bir olgu, bimedial frontal lökotominin ardından neredeyse bir yıl
remisyonda kaldı (Baker, 1962). Ancak psikoşirürji çoğunlukla tikleriyle birlikte
yaşamaya alışmış hastaların çoğu için olağandışı ağır gözükmektedir.
Tourette
sendromuna tutulmuş hastaların yaşam kalitesi büyük oranda diğer insanlarla,
özellikle de kendi ailelerindeki bireylerle ilişkileri tarafından belirlenir.
Bozukluğun semptomlarının başlı başına son derece sinir bozucu ve gerginlik
yaratıcı oldukları kabul edilmelidir, bu yüzden, ailenin huzur içinde
yaşayabilmesi için çok zor olsa da, mutlaka hoşgörü ve anlayış gösterilmelidir.
Bazen gerilim o kadar artar ve hastayla ailesi arasındaki çatışmalar öyle
tırmanır ki, aile danışmanlığı gerekli olur.
Ana-babalar çocuklarını
kendilerini olabildiğince fazla ifade etmeye yüreklendirmeli, ev dışında
ilgiler edinmekte ve aile dışındaki insanlarla ilişki kurmakta özgür bırakmalıdır.
Katı kısıtlamalar en alt düzeyde tutulmalıdır. Kesinlikle, çocuğa kendini
tikleri veya vokalizasyonları durdurmak zorunda hissettirilmemelidir.
Sendromun
uzun vadedeki prognozunu saptamak hâlâ zordur. Bozukluğun kendiliğinden
iyileşme ve alevlenmelerden oluşan doğal gidişi tedavilerin
değerlendirilmesini güçleştirir, özellikle de az sayıda olguyu temel aldıklarında.
Bununla birlikte, kesinlikle Gilles de la Tourette kendisinin öngördüğü kadar
kötü değildir. Genellikle tam zihinsel yıkım olmaz ve psikoz çok nadiren
gelişir (Jankovic ve ark., 1984). Yine de Gilles de la Tourette'in şu sözlerinde doğruluk payı
olabilir: Une fois tiqueur, toujours tiqueur (bir kez tikli olan hep tikli
kalır, -çn.).
Tourette
hastalarında yaşamsal tehlike bulunmadığından, genellikle geç yaşlara kadar
yaşarlar; birkaç ünlü olguda bozukluk yaşamboyu sürmüştür (Itard, 1825;
Bockner, 1959).
Aberle,
D.F. (1952) Trans NYAcad Sci, 14,291.
Aimard,
P. And Kohler, C. (1961) Rev Neuro Psychiatr Infant, 9, 110.
Ascher,
E. (1948) Am ] Psychiat.105, 267.
Abuzzahab, F.S. and Ehlen, J.K. (undated) Tourette's Syndrome. A Guide for Parents. University of Minnesota.
Baker,
E.F.W. (1962) Can Med Ass J, 86, 746.
Balthasar,
K., (1957) Arch Psychiart Nervenkr, 195, 36.
Baron-Cohen,
S., Cross, P. and Crowson, M. (1994) Psychol Med, 24, 29.
Beard,
J.M. (1880) J Nerv Ment Dis, 1,487. '
Berg,
R. (1985) Acta Psychiat Scand, 72, 400.
Bockner,
S. (1959) J Ment Sci, 105, 1078.
Boris,
M. (1968) J Am Med Ass, 205, 648.
Challas,
G. And Braver, W. (1963) Am J Psychiat, 120, 283.
Channon, S., Flynn, D. And Robertson, M.M. (1992) Neuropsyhiat, Neuropsychol
Behav Neurol, 5, 170.
Chappell,
P.B. (1994) Lancet, 343,556.
Charcot,
J.M.(1884) Ritorma Med, 1,184.
Chase,
T.N., Geoffrey, V. and Gillespie, M. (1986) Rev Neurol, 142, 851.
Cipriano, P., Silvastrini, C. and Peronti, M. (1999) Riv Psichiat, 34/3, 145.
Clark,
D.F. (1966) Br J Psychiat, 112, 771.
Clauss,
J.L. and Balthasar, K. (1954) Arch Psychiat
Nervenkr,
191, 398.
Cohen,
D. and Marks, F.M. (1977) Br J Psychiat, 130, 315.
Comings, D.E. and Comings, B.G. (1986) Proc Nat Acad Sci USA, 83, 2551.
Connell, P.M., Corbett, J.A., Home, D.J. and Matthews, A.M. (1967)
Br Psychiat, 113, 375.
Creak,
M. and Guttman, E. (1935) J Ment Sci, 81, 834.
Curtiss, D., Robertson, N.M. and Gurling, H.M.D. (1992) Br J Psychiat, 160, 845.
Deshan, P.W. (1961)
J Oklahoma State Med Ass, 54, 636.
Eapen, V., Pauls, D.L. and Robertson, M.m. (1993) Br J Psychiat, 162, 593.
Edwards, J.G.
(1972) Br J Clin Pract, 26, 387.
Fenichel, O. (1945) The
Psychoanalytical Theory of Neurosis. Norton, New York.
Ferenozi, S. (1921)
Internat Psychoanaly, 2,1.
Femando,
S.J.M. (1967) Br J Psychiat, 113, 607.
Femando,
S.J.M. (1967) Br J Psychiat, 128,436.
Guinon, H. (1886) Rev Med, 6, 50.
Hammond,
W.A. (1884) NY Med J, 39, 191.
Hammond, W.A. (1892) Med Rec, 41,
236.
Hughlings Jackson, I. (1884) Clin Lect Rep Landon Hosp, 1,452.
Hunter, H. (1969) Br J Psychiat, 115, 443.
Hutzel, R.R., Platzek. D. and Logue, P.B. (1974) J Behav Ther Exp Psychiat, 5, 1.
Hyde, T.M., Stacey, M.E.
and Coppola, R. (1995) Neurology, 45,1176.
Itard, J.M.G.
(1825) Arch of Gen Med, 8, 404.
Jankovic,
J., Glaze, D.G. and Frost, J.D. (1984) Neurology,
34,68Ö.
Jeste, D. V., Sule, S.M., Ate, J.S. and Vamain, S. (1973) Indi J Paediat, 41, 435.
Kanner,
L. (1942) Child Psychiatry. Thomas, Springfield, Illinois.
Kelman, D.H. (1965) J Child Psychol
Psychiat, 6,219.
Koester, G. (1899) Deutsche
Zeitschr Nervheitk, 15, 147.
Leckman, J.F., Price, R.A. and Walkup, J.T. (1987) Arch Gen Psychiat, 44, 100.
Mahler, M.S. and Rangell,
L. (1943) Psychiat J, 17,579.
Mahler, M.S., Luke, J.A. and Daltroff, W. (1945) Am J Orthopsychiat, 15, 631.
Mazur, W.P. (1953) Edinb Med J,
60,427.
McDonald, J. (1963) Br J Psychiat, 109, 206.
Meduna, L.J. (1943) J Nerv Ment
Dis, 117,39.
Menninger, K. (1938) Man Against Himself. HartDavis, London.
Merskey, H. (1974) Br J Psychiat, 125,
593.
Messiha, F. A. (1979) Proc West
Pharmacol Sac (Seattle), 22,22.
Morphew, J.A.
and Sim, M. (1969) Br J Med Psychol, 42,
293.
O'Brien, H.A. (1883) J Straip Branch
R Asiat Soc, 11, 143.
Osier, W. (1894) On Chorea and
Choreiform Affections, Lewis, London.
Polites, D. J., Kruger, D. and Stevenson, I. (1965) Br J Med Psychol, 38, 43.
Price, R.A., Kidd, K.K. and Cohen, D. J. (1985) Arch Gen Psychiat, 42, 815.
Prince, M. (1906) J Nerv Ment
Dis, 33,
29.
Rapoport, J. (1959) Am J Psychiat, 116, 177.
Robertson, M.M. (1994) J Child Psychol
and Psychiat, 35, 597.
Ross,
S.R. and Moldofsky, H. (1977) Lancet, 1,103.
Salmi, K. (1961) Acta Psychiat
Scand,
36, 157.
Sandyk, R. (1985) Ann Neurol, 18, 367.
Schneck, J.M. (1960) Am J Psychiat, 117, 78.
Seignot, J.M. (1961) Ann Med Psychol, 119, 578.
Shallice, T. (1988) From
Neuropsychology ta Neural Structure. Cambridge University Press, Camb.
Stevens, H. (1964) Med An DC, 33, 277.
Sweet, R.D., Solomon,
S.E., Wayne, H,, Shapiro, E. And Shapiro, A.K.
(1973) J Neurol, Neurosurg Psychiat, 36, 1.
Tobin,
W.G. and Reinhart, J.B. (1961) Am J Dis Child, 101, 778.
Tourette,
G. Gilles de la (1884) Arch Neurol, 8, 68.
Tourette,
G. Gilles de la (1885) Arch Neurol, 9, 17,158.
Tourette,
G. Gilles de la (1889) Arch Neurol, 19, 153.
Trousseau, A. (1867) Lectures on
Clinical Medicine, delivered at the Hotel Dieu, Paris. Trans and ed.
P.V. Bazire, Hardwicke, London.
Vieregge, P. (1987) J Neurol,
Neurosurg and Psychiat, 50, 1554.
Walsh, T.L., Lavenstein, B. and Licamele, W.L. (1986) Am J Psychiat, 143, 1467.
Walton, D. (1961) J Child
Psychol and Psychiat, 2, 148.
Wetering, BJ.M. van de, Cohen, A.P. and Minderaa, R.B. (1988) Ned Tijdschr Geneesk, 132,21.
Wille, H. (1898) Monatsschr Psychiat
Neurol, 4,
210.
Wilson,
S.A.K. (1941) Neurology. Williams and Wilkins, Baltimore.
Wulf,
A. and Boggart, L. van (1914) Monatsschr
Psychiat Neurol, 104, 53.
Yap, P.M. (1952) J Ment Sci, 98,
33.
Yates, A.J. (1958) J Abnor Psychol,
56,175.
VIII
COTARD
SENDROMU
Cotard
Sendromu
(La Delire de N egation -
Olmak ya da olmamak...
William
Shakespeare, Hamlet (III. perde, I. sahne)
Bu,
merkezdeki belirtisi nihilistik bir sanrı olan ve tam gelişkin formunda
hastayı kendisinin ve dış dünyanın varlığını yadsımaya yönelten az rastlanır
bir durumdur.
Cotard bu
durumu 1880 yılında, Societe Medico-Psycho- logique'nin (Mediko-Psikoloji
Birliği) bir toplantısında tanımladı. Burada, 'beyni, sinirleri, göğsü veya iç
organları bulunmadığına, yalnızca deri ve kemikten ibaret olduğuna', 'ne Tanrı
ne de Şeytan'ın var olduğuna' ve 'kendisinin ölümsüz olduğuna, sonsuza dek
yaşayacağına' inanan 43 yaşında bir kadın olgu bildirdi. Yeni bir depresyon tipi
saptadığına inanıyordu. Daha sonra, 1882'de durumu tanımlamak için delire de negation (yoksama sanrısı) terimini kullandı ve 1891
yılında basılan Maladies Cerebrales et Men-
tales (Beyin ve Akıl Hastalıkları) başlıklı kitabında bunu daha ayrıntılı anlattı.
Fransız bir hekim olan
Charles Bonnet, 1788 yılında ölü olduğuna inanan bir kadın hasta bildirdi; bu,
kendisini kefenine sarıp bir tabuta yerleştirmeleri için ısrar eden yaşlı bir
hanımdı. Bu duygusu (kendisi değil) yok olana dek haftalarca tabutta kalmıştı
(Förstl ve Beats, 1992).
19. yüzyılın
son yıllarında başka birçok yazar da bu bozukluk üzerine yorum yaptı: 1893'te
Regis delire du Cotard (Cotard sanrısı) eponimini kullandı,
Seglas 1897 yılında Cotard sendromu deyişinin kullanımını dile büyük ölçüde
yerleştirdi. 20. yüzyılın ilk yarısında durum belli aralıklarla tartışıldı ve
Fransızca yazında yeni olgular bildirildi (Capgras ve Daumezon, 1936).
İkinci Dünya
Savaşı'nın ardından bozukluğa duyulan ilgi tazelendi. 1956'da Martis,
ameliyattan (büyük olasılıkla över tümörü için) sonra düşmancıl, sinirli ve
içe kapanık ve ayrıca depresif epizotlara eğilimli hal alan 38 yaşındaki bir
kadında durumu tanımladı.
İlginç Psikiyatrik Sendromlar'ın daha önceki baskılarında, bu ve izleyen
birkaç olgu ayrıntısıyla verilmişti, çünkü İngilizcede ilk kez
anlatılıyorlardı. Burada da bu kalıba uyuldu:
Kadın üç yıldır açık biçimde hastaydı. Hastalığının başlangıcı,
babasının kalp hastalığından ölmesinden dört ay sonraya rastlıyordu. Babasının
ölümü, aralarında önemli çatışmaların olduğu, ters bir zamanda olmuştu, oysa
daima birbirlerine çok yakındılar. Yıllarca yoğun suçluluk duygusu içinde
yaşamış ve ona ‘Babanı hastalandıran sendin' diyen suçlayıcı varsa- nılar işitmişti.
Özel bir klinikte dokuz kez EKT yapıldı, ancak durumu daha da kötüledi ve
işitsel varsanılara ek olarak dere- alizasyon ve depersonalizasyon duyguları
ortaya çıktı. Ayrıca hem içten hem de dıştan değiştirilmiş olduğuna inanıyordu.
Taburcu edildikten sonra kısa bir düzelme döneminin ardından
hastalığı nüksetti. Aşırı derecede içine kapandı ve başka bir kliniğe
yatırıldı. Burada, ‘İçimdeki ve dışımdaki her şey ölü' diyordu. Sürekli olarak,
Martis'in canlı bir ifadeyle ‘sırf ona ait bir keder cehennemi' şeklinde
tanımladığı düşünceler âlemindeydi. Nadiren sorulara yanıt veriyor ve
kendiliğinden konuşuyordu. Bir kez çevredeki kırları işaret ederek, kendisini
çevreleyen her şeyin ‘güneş, dünya ve yıldızlar bile aslında yok' demişti.
Dünyayı yaratmış olan ilk patlamadan yalnızca kendisinin sağ kaldığına
inanıyordu ve boş bir dünyada ‘kömürleşmiş bir yıldız' olarak geziniyordu.
Zamanın bile tükenmiş olduğuna ve bu yüzden sonsuza dek bu biçimde gezinmeye
mahkûm edildiğine inanıyordu.
Olgu Cotard
sendromunun başlıca özelliklerini sergilemektedir. Yani, başlangıçta hastanın
dış dünyanın varlığını yadsıdığı nesnel yoksama fikirlerinin yanında, kendi
bedeninin parçalarının varlığını yadsıdığı öznel yoksama fikirlerinin de
gelişmesine yol açan bir anksiyete dönemi ve sonunda, çaresizlik durumu,
depersonalizasyon ve zihinsel acılarla ilişkili ölümsüzlük fikirleri. Ayrıca,
sendro- mun daha ender bir belirtisi olan bedeninin muazzam iri olduğu
fikirlerini de sergiliyordu.
1968'de Ahlheid organik
bileşenleri üzerinde özellikle durarak üç olgu tanımladı:
İlk hasta
çocuklukta poliomiyelit geçirmişti. Yaşamının çoğunda yoğun alkol kullanmıştı;
61 yaşında depresif bir hastalıkla hastaneye yatırıldı, 'ölü gibi hissetmek'ten
yakınıyordu. EKT ile düzelme gösterdi, ancak 65 yaşında yeniden yatırılması
gerekti. Bu kez de depresif olarak tanımlanıyordu ve anti- depresanlarla tedavi
edildiğinde 'alkolik ajitasyon' sergilediği söyleniyordu. Bir sonraki yatışı 67
yaşında, organik yıkım belirtileriyle şiddetli bir depresif durum yüzündendi.
'Ben zaten ölüyüm', ‘Ben bittim', 'Zehirlendim' diyordu. Barsaklarıyla aşırı
uğraşısı vardı. Hastanede 25 gün kaldıktan sonra gömülme talebinde bulundu,
çünkü 'kokmaya başlamış bir ceset' olduğunu sanıyordu. Bir ay sonra etinin,
bacaklarının ve gövdesinin bulunmadığını söyledi. Bu fikirler sarsılmazdı,
klinik tablo aylarca değişmeden kaldı.
İkinci hastada 37 yaşındayken sifiliz gelişmişti, 39 yaşında
paranoid fikirlere kapılmış, ancak daha sonra bunlar tümden geçmişti. 62
yaşında paranoid fikirleri yineledi ve giderek kötüleşti. Fiziksel sağlığı
kötüydü ve son derece kederliydi, 'çünkü insanlar ölüydü ve cesetler duvarlara
asılı’ idi. Kendisinin de ölü olduğuna, barsaklarının çalışmadığına, kireçlenmiş
olduklarına emindi. Ayak parmaklarının ölü olduğunda ısrar ediyordu. İleri
derecede depresifti ve antidepresanlarla tedavi edildiğinde başlangıçta düzelme
göstermekle birlikte, birkaç gün sonra çökkünlüğü nüksetti ve yeniden 'midesi
ve barsakları olmayan, yaşayan bir ceset; var olmayan biri' olduğunu söyler
oldu. Fiziksel durumunun kötülüğü yüzünden EKT kontrendikeydi. Üç ay boyunca
tedaviye hiç yanıt vermedi ve gelişen başka sanrıların yanında, nihilistik
sanrıları hep devam etti.
Üçüncü hasta on yaşındayken tifo, 20 yaşındayken de kuşkulu bir
sifiliz enfeksiyonu geçirmişti. Çocukluktan itibaren çeşitli psikosomatik
bozukluklardan yakınmasına karşın, büyük olasılıkla sanrılarının başladığı 38
yaşına gelene dek bir psikiyatri hastanesine yatırılmamıştı. 60 yaşında
belirsiz bazı fiziksel rahatsızlıklardan yakınarak, vaktinin çoğunu yatakta
'ölümü bekleyerek’ geçirmeye başladı. EKT bu durumunu hiç değiştirmedi ve 'kanı
ve damarları olmadığı'nı ileri sürüyor ve bir yandan yemek yemeyi reddederken,
bir yandan da 'ölüyorum' lafını tekrarlıyordu. Altmış beş yaşında erken
ateroskle- roz işaretleri göstermeye başladı. Depresif semptomları için verilen
imipraminle bir miktar düzelme sağlandı, ancak iki ay sonra yeniden kötüleşti,
ajite hal aldı, bedeninin zaten ölmüş olduğunu söylemeye başladı. Hâlâ konuşabiliyor
olmasını 'ruhunun ölmeyi bekliyor' oluşuyla açıklıyordu. Çok depresif olduğu
için gömülmeyi talep etti. Altmış yedi yaşında kısa bir dönem boyunca iyiydi,
ama sonra büyüklük sanrıları geliştirdi, azizlik mertebesine erdiğini
söylüyordu. Bir beden edinmekle uğraşmadığını anlatıyordu, 'çünkü bir aziz
ölümsüzdür ve bedene ihtiyacı yoktur’. Altmış sekiz yaşında belirgin biçimde
öforikti ve nihilistik sanrısının sınırları iyice belirlenmişti (en- kapsüle
olmuştu).
1971'de Dietrich nihilistik
sanrısı olan bir nörologla ilgili büyüleyici bir olgu sundu. O zamandan bu yana
çeşitli dergilerde ve ders kitaplarında, özellikle de Fransız ve İtalyan
psikiyatri yazınında Cotard sendromuyla ilgili başka olgu bildirimleri,
tartışmalar ve göndermeler yapıldı (Le- roy, 1920; Nardi, 1935;
Zilboorg ve
Henry, 1941;
Poli, 1942;
Cremieux ve
Cain, 1948;
Kretschmer, 1952;
Perris, 1955).
Son yıllarda
İngilizce yazında da bozukluğun klinik, nöro- biyolojik ve nozolojik yanlarına
ilgi yeniden canlandı.
Durumun nozolojik konumu
büyük tartışmalara yol açtı ve hâlâ belirsizliğini koruyor. Yazarların görüşüne
göre, bunu ayrı bir klinik antite olarak görmek yerinde olur, çünkü saf ve tam
formunda ortaya çıkabilir, bunun yanı sıra, depresif psikoz veya şizofreni gibi
başka ruhsal hastalıkların semptomu olarak ortaya çıktığında bile, nihi- listik
sanrılar tabloya egemen olma eğilimindedir. Dahası, kendine özgü karmaşık bir
psikopatolojisi vardır ve bu, bozukluğun araştırılmasında odak alınmalıdır,
çünkü bizi tam da varoluşun anlamıyla yüz yüze getirir.
Olgu 1
Altmış beş
yaşında dul bir kadın. Altı hafta arayla kocasının ve yakın bir dostunun
ölümüyle tetiklenmiş ağır bir depresif hastalıkla başvurdu. Kendi babası 1930
yılında ölmüştü ve bunun arkasından, üç yılı aşkın bir süre kalacağı bir
hastaneye yatırılmasına yol açan depresif hastalığa tutulmuştu. Utangaç,
çekingen bir çocuktu, sonraları daha dışa dönük olmuştu. On beş yaşına kadar
okuduktan sonra steno ve daktilo öğrenmiş ve ilk işinde 6 ay kaldıktan sonra,
39 yıl sürdüreceği ikinci işine geçmişti. Bu işte özel sekreterliğe yükselmiş
ve bu konumdan emekli olmuştu. Fiziksel sağlığı iyiydi. Ayrıca aklına koyduğunu
yapan biriydi, tekerlekli sandalyedeki kocasını getirip götürebilmek için 64
yaşında araba kullanmayı öğrenmişti. Dul olan kocasıyla kendisi 59 yaşındayken
karşılaşmıştı, adamı gençlik günlerinden tanıyordu. Adam emekli bir matbaacıydı
ve ikisi bir kız çocuğu evlat edinmişlerdi. Adam öldükten altı hafta sonra,
hasta depresyona girmeye başladı ve kocasının ölümünden sonra kısa süre yanında
kaldığı yakın arkadaşının da ölümüyle, depresyonunda kayda değer alevlenme
oldu.
Yatırıldığında son derece depresifti, fiziksel olarak hasta
görünüyordu, dehidrate ve ajiteydi. Kendi durumuyla aşırı uğraşmasına karşın konuşması
tutarlı ve anlamlıydı. Servisteki diğer bütün hastaları da etkilediğini ve
onların hastalıklarından kendisinin sorumlu olduğunu söylüyordu. Tuhaf, gerçekdışı
duyguları olduğunu ve ayrıca sonsuza dek yaşayacağını hissettiğini ifade
ediyordu. Başka zamanlardaysa, 'Ben artık yaşamıyorum; Ben ölüyüm' diyordu.
Büyük bir günah işlemiş olduğunu hissediyordu, hiçbir ayrıntı verememesine
karşın kendi günahları yüzünden ailesine zarar geleceğine inanıyordu. Özetle,
geç involusyonel dönemde (yaşdönümü) ni- hilistik sanrılar ve paradoks
ölümsüzlük duygularıyla giden ağır depresif bir tabloyla yatırılmıştı. EKT
(toplam 8 kez) ile birlikte imipraminle tedavi edildi ve iyileşti; nihilistik
sanrıları ve Cotard sendromunun diğer özellikleri de dahil, bütün dep- resif
semptomları ortadan kalktı.
Olgu 2
Altmış dokuz
yaşında, evli bir kadın 1971 yılında evinde yapılan muayenenin ardından ağır
endojen depresyon tanısıyla ilk kez yatırıldı. Depresyonu sabahları daha
kötüydü ve anlamlı düzeyde suçluluk, değersizlik ve ümitsizlik duyguları vardı.
Ek olarak, devamlı sabah erken uyanma, libido kaybı ve her şeye karşı ilgi
kaybından yakınıyordu ve çok ajiteydi. Kendi bedeniyle ilişkili tuhaf duyguları
olduğu gerçeği onu rahatsız ediyordu ve köpek gibi bir hayvana dönüşmekte
olduğuna inanıyordu. Bazen, 'Vücudum yok, ben ölüyüm' diyordu.
Hastanın mutlu bir çocukluğu olmuştu. Evlendikten sonra
Shropshire'a kayınlarının yanında yaşamaya gitmiş ve onların evinde 39 yıl
yaşamıştı. Yakınlarda yaşayan bir kız kardeşi olmasına karşın, kendini giderek
daha yalnız ve yalıtılmış hissetmeye başlamıştı. Asla yaşadığı yeri sevmemiş-
ti, hastalandıktan sonraki yıl ise artık buralardan nefret eder olmuştu.
Yıllarca kocasını taşınmaya ikna etmeye çalışmıştı, ancak adam buna kulak
asmıyordu. Kadın giderek daha fazla çökkünleştikçe eve karşı nefreti de büyümüş
ve eve, kendine ve kocasına bakmayı ihmal eder olmuştu. Adamın sağlığı da onu
kaygılandırıyordu.
Hastanın kendisinin geçmişte psikiyatrik bozukluk öyküsü yoktu,
ancak hastaneye yatmadan üç ay önce grip geçirmiş, bir ay boyunca yatakta
yatması önerilmişti. Kalkar kalkmaz kendini tuhaf, şaşkın ve çökkün
hissetmişti. Tam bu noktada, yatırıldığı sırada saptanan semptomları
başlamıştı.
Hastanede klomipramin ve amitriptilin tedavisi uygulandı ve bir ay
sonra kadın düzelmeye başladı. Varoluşu ve bedeniyle ilgili sanrılarının
şiddeti azaldı, ama yine de garip hisleri olduğunda, diğer insanlar gibi
hissetmediğinde ısrarlıydı. Bir ay daha geçtikten sonra durumunda belirgin
düzelme oldu, aylardır ilk kez düzgün yiyor ve uyuyordu. Önceki sanrıları
tümden yol olmuştu, konuşması mantıklı ve düzgündü, ama hâlâ konsantrasyon
eksikliğinden ve herhangi bir şeyi ezber- leyememekten yakınıyordu. Ayrıca ilgi
kaybı vardı ve hâlâ aşırı letarjikti. Evde geçirdiği haftasonları durumunu
kötüleştirmekten başka işe yaramaz gibiydi, hastaneye döndüğünde ise, eve
geri gittiğinde yapması gereken işlerin yığıldığını düşünerek daha da depresif
hissediyordu. Bununla birlikte, sonunda hastaneden istemeyerek de olsa çıktı,
çok düzelmişti ve antidepresan tedavi sürdürülerek poliklinikten düzenli
takibe alındı.
Taburcu olduktan bir yıl sonra yeniden evinde görüldü. Durumunda
hafif bir kötüleşme vardı, bunun başlıca nedeni, fiziksel durumu belirgin
derecede kötüleşmiş olan kocasıyla ilgili kaygılarının artmasıydı.
Antidepresan dozu artırıldı ve yine düzelme gösterdi. Bir yıl daha ayaktan
düzenli olarak izlendiği sırada nihilistik sanrıları veya bedeniyle ilişkili
tuhaf fikirleri ve duygularının hiçbiri yinelemedi, ancak eski canlılığına,
enerjisine, ilgilerine bir daha hiç dönemedi. Elbette, çevresi, evi, kocasının
fiziksel hastalığı hepsi de onun için daha fazla düzelmesine engel oluşturan
sürekli endişe kaynaklarıydı.
Olgu 3
Altmış bir
yaşında bir ev hanımı aile hekimi tarafından ilk başta ösofageal daralmaya
veya karsinomatoza bağlı olduğu düşünülen, ancak hiçbir fiziksel neden
bulunamayan kilo kaybı yüzünden gönderildi. Yatırıldığında 39,3 kg idi.
Kendisinin yakınmaları yutma güçlüğü ve boğazının sıkılması
hissiydi. 'Biliyorum, gülünç ama benden daha güçlü, bana karşı bir güç var.
Açık düşünemiyorum, beynim boşalı- veriyor. Çok zonkluyorum; kulağa komik
geliyor, ama yutamıyorum. Tuvalete gitmiyorum, barsaklarım ve mesanem hiç
çalışmıyor; yemek borum tümden büzüştü; kaslarım ve sinirlerim işbirliği
yapmıyor.'
Görünüşe göre bu semptomlar yaklaşık bir yıl önce, bir boğaz enfeksiyonunun
ardından başlamıştı. Kendini 'epey sinirli' hissetmeye başlamıştı ve ağzında
kötü bir tat vardı. Bundan sonra disfaji geliştirdi ve bu yüzden genel bir
hastaneye yatırıldı, burada hiatus hernisi ve reflü ösofajit tanıları kondu.
Ösofagoskopi yapıldı ve ösofagusunda daralma olduğu bildirildi. Bunun dilate
edildiği söylenmekle birlikte, sonraki olayların ışığında büyük olasılıkla
tanının yanlış olduğu söylenebilir, yine de, inceleme sırasında bir osöfageal
spazmı olmuş olabilir. Diğer incelemelerde, hafif derecede divertiküloz
gösteren bir baryum grafisi dışında hiçbir anormallik saptanmadı.
Özgeçmişinde pek özellik yok gibiydi. Baskın bir tip olan annesi
82 yaşında, gastrik karsinomdan ve babası da 69 yaşında kalp yetmezliğinden
ölmüştü. Bir erkek kardeşi vardı. Otuz yaşındayken evlenmiş, çocukları olmamış
ve öğrencilere evlerinde fen dersi vererek çalışmaya devam etmişti. Kocasıyla
cinsel ilişkisi, büyük olasılıkla hiçbir zaman çok sıcak olmamış, ilerleyen
yıllarda da iyice azalmıştı. Akıl hastalığı başlayıncaya kadar fiziksel sağlığı
iyiymiş gibi durmasına karşın, geçmişte de daima biraz hipokondriyak olduğu
anlaşıldı. Yatışından beş yıl önce bir tür depresyona yakalandığını düşünen
bir psikiyatrisi tarafından tedavi edilmişti. O sırada ank- siyeteli, katı ve
biraz saplantılı bir kişilik yapısı vardı. İlk başta psikoterapi uygulanmış,
ama sonra amitriptilin tabletlerle tedaviye geçilmişti, bunları hiç
yutamadığını öne sürüyordu.
Yatırıldığında açıkça barsakları konusunda sanrılıydı, özellikle
rektumundan iğrenç bir şey çıktığı, mesanesinin çalışmadığı ve aslında
vücudunun çoğu parçasının işlemediği yolunda sanrıları vardı. Yalnızca kalbinin
işlev görüyor olması gerektiğini düşünüyordu, çünkü attığını fark ediyordu.
Yine yutamadığında ısrarlıydı, ama içmesi için bir bardak su verildiğinde,
bunu başarıyla yutabildi. Sıvının nereye gittiği sorulduğunda, ‘boynumdaki
dokulara' diye yanıtladı. Çok sayıdaki bu bedensel sanrılarına karşın özellikle
çökkün gözükmüyordu, daha çok duygusal küntlüğü varmış izlenimi uyandırıyordu,
yine de bu görüntüsü azımsanmayacak derecede bir anksi- yeteyi saklar gibiydi.
Uyuma güçlükleri de vardı.
Hipokondriyak fikirlerinin yanında, kocasının onu zehirlemeye
çalıştığına, buzdolabındaki bazı yumurtaların bir tür gaz (ki ona göre 'İçini
tuhaf yapan' bu gaz büyük olasılıkla hidrojen sülfitti) salgıladığına ilişkin
muğlak fikirler dile getiriyordu. Yumurtaları kırmamaya büyük özen göstererek
çöpe atmış olduğunu anlattı.
Ruhsal durum muayenesinde herhangi bir organik duruma ilişkin bir
kanıt veya şizofreni düşündürecek bir bulgu yoktu. Geçmiş psikiyatrik öyküsünün
ve o anki yakınmalarının ışığında, belirgin hipokondriyazis ve nihilistik
sanrıların eşlik ettiği depresyon tanısı kondu. Herhangi bir gıdayı yutmaya çalışması
durumunda, bunu emecek sindirim sistemi olmadığına inandığından anksiyete
yaşamasına karşın, yemeye ikna edilmesi çok zor olmadı. Ancak ağızdan herhangi
bir ilaç almayı kesinlikle reddediyordu, bu yüzden EKT ile tedavi edildi.
Sekiz seanstan sonra durumu hatırı sayılır düzelme gösterdi, taburcu
edildiğinde sanrısal fikirleri tümden yok olmuştu, hipokondriyası belli
belirsiz devam ediyordu. Bu sırada 45 kg'a çıkmıştı ve zaten ufak tefek
olduğundan bu kilo yeterli görüldü.
Yukarıdaki olgular sendromun oldukça
tipik örnekleridir. Hepsi de orta yaşların sonlarında kadınlardı. Nihilistik
sanrıların yanı sıra gerçekdışılık duygularının da baskın oluşuna (Olgu 1 ve
2) dikkat edin. İzleyen hasta daha gençtir ve farklı zamanlarda olsa da, hem
Capgras, hem de Cotard sendromlarını sergilemesi açısından özellikle ilginçtir.
Olgu 4
1949 yılında,
21 yaşındayken Kraliyet Donanması Kadınlar Birliği'nde hizmet ederken bir
aydır süren belirsiz gastrik semptomlar öyküsüyle hastaneye yatırılmıştı. O
sırada öforik olduğu ve uygunsuz duygulanımı olduğu görülmüştü. Alınma
fikirleri ve düşünce bozukluğu vardı. Durumuna şizofreni tanısı kondu. Bir
hafta hastanede yattıktan sonra huzursuz, yerinde duramaz, idaresi güç ve
aktif olarak varsanılı bir hal aldı. Akut semptomlarının ortadan kalkması
açısından EKT'ye yanıtı iyiydi, ancak kopuk, uzak ve kuruntulu hali devam
etti. Sakin değildi, ancak uysaldı ve hiç içgörüsü yoktu. Bir kür derin insülin
koma tedavisi yavaş ancak kesin bir düzelme yarattı; yeniden steno ve daktilo
öğrenmek üzere bir rehabilitasyon kursuna gitti ve işe geri döndü, 1959 yılına
kadar da çalıştı. Otuz bir yaşını doldurduğu o yıl, yeniden akıl hastanesine
yatırıldı. Apatikti, hareketleri ve konuşması çok azdı ve aklı karışmış
görünüyordu; çok az yiyordu ve içgörüsü yoktu. Ayrıca önemli miktarda kilo
vermişti. Bir kez daha durumuna şizofreni tanısı kondu. Bu ikinci hastalık
loğusalığı sırasında başlamıştı; yatırılmasından iki buçuk ay önce bir oğlan
doğurmuş, ardından da sesler işitmeye başlamıştı. Ayrıca kendisiyle ilgili
tuhaf fikirler edinmeye başlamıştı. Yaşadığı kasabanın çocukluğundan ve
Londra'daki eski yaşamından tanıdığı insanlarla dolu olduğuna inanıyordu,
onların kendisini tanımadıklarını işitmek ona çok tuhaf geliyordu. Yabancıları
eski tanıdıkları sanıyordu (Capgras sendromunun tersi gibi duran bir fenomen).
Çok çökkün hissediyor, 'evde bir şeyler döndüğüne' inanıyordu; örneğin,
yengesine ait olan ve üzerinde 'Margaret'e' yazan İncil'in yerine, siyah,
'Margaret'e' yazısı italik harflerle yazılmış başka bir İncil konmuş olduğuna
inanıyordu. Yatırıldığında servisteki hastalardan çoğunu, on yıl önce
yatırıldığı hastanede kendisiyle birlikte kalmış olan kişiler olarak tanıdığını
sanmıştı. Ayrıca genellikle kuşkucuydu ve sık sık uygunsuz biçimde
sırıtıyordu. Genellikle tutarlı gözükmekle birlikte, basınçlı konuşması ve
fikir uçuşmaları vardı. Kıkırdıyor ve budalaca sırıtıyordu ve duygulanımı zaman
zaman uygunsuzdu.
Klorpromazinle tedavi edildi, ancak servisteki insanları yanlış
tanımaya devam etti ve kocasının gerçekten kocası olup olmadığından
kuşkulanmaya başladı, bir başkasının onun yerine geçirilmiş olabileceğini
düşünüyordu. Bununla birlikte, on gün içinde onu yanlış tanıması geçti, önceki
yanılgısını da adamın 'dişlerini temizletmiş, bu yüzden farklı görünüyor'
olduğuyla açıkladı.
Temmuz 1959'da çok depresif bir hal aldı. Kendiliğinden konuşması
çok azdı. 'Benim gibi insanların olduğu bir hastaneye gidebilir miyim? Zekâm
sıfır, hiçbir şey öğrenemiyorum; bir evi çekip çeviremem. Hiçbir şey yapmak
istemiyorum' diyordu. Hem kocasını hem de kız kardeşini düş kırıklığına
uğrattığına, hiçbir işe yaramaz olduğuna inanıyordu. Geleceğine ilişkin
umutsuzluk duyguları vardı, asla eve dönebilecek kadar iyi olamayacağını
sanıyordu. Kocasının kendisini unutması için sonsuza dek kilit altına alınmak
istiyordu. Bu noktada, hiçbir şizofreni bulgusu olmadığından, ağır bir
depresyon tanısı kondu. Tam bir sefillik tablosu çiziyor, ümitsizlik ve çaresizlik
duyguları dile getiriyordu. Ne ki, çökkün hissedip hissetmediği sorulduğunda,
nihilistik sanrılar ifade eden, 'Hiçbir duygum yok’ yanıtını veriyordu. EKT ile
durumunda belirgin bir düzelme oldu ve taburcu edildi; ancak kısa süre sonra
çok apatik ve içine kapanmış bir halde yeniden yatırıldı ve bu kez durumuna
katatonik şizofreni tanısı kondu, yine de atipik manik-depresif psikoz
olasılığı bir kenarda tutuluyordu. Ekim 1959'da iki kez EKT yapıldı ve ‘yeniden
canlandığını' söyler oldu. Artık neşeli gözüküyor ve bir miktar içgörü
sergiliyordu, ne var ki, taburcu edildikten sonra depresif epizotlar geçirmeye
devam etti. 1960'da, on gündür ilaçları kesilmiş olan 30 yaşındaki bir kadın
için EEG'sinin kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anormal olduğu düşünüldü. Bu
EEG, nonspesifik olarak organik izlenimi uyandırsa da, toksik konfüzyonel
durum veya geriye dönüşlü metabolik bir durumla tutarlı olduğu kararına
varıldı. Ayrıntılı psikolojik testler şizofreni tanısını pekiştirmekle
birlikte, belli bir dereceye kadar zekâ kusuru da bulunduğunu gösterdi. Ancak
farklı zamanlarda çeşitli testlerde performansının gösterdiği değişkenlik bu
kusurun organik olmaktan çok işlevsel bir temeli olduğunu düşündürdü.
Alınh yapılan Avrupalı yazarların
bildirdiği çoğu olgunun aksine, şimdiye dek tanımladığımız dört olgunun hepsi
de kadındı ve bu da durumun kadınlar arasındaki sıklığının daha yüksek olduğunu
düşündürüyor.
Folie a deux üzerine yazılan bölümde bir olgu daha tanımlanıyor. Bu
olguda merkezdeki kişi ailenin babası olmakla birlikte, ölmüş olduğu sanrısı
her iki cinsiyetten diğer aile bireylerinin çoğunluğu tarafından da
paylaşılmış gözüküyor.
Aşağıda, bekâr bir adamla
ilgili diğer bir Cotard sendromu olgusu bulunmaktadır.
Olgu 5
Elli dokuz yaşındaki hasta, 1973 yılında ilk kez görüldüğünde, 31
yıldır aralıksız olarak bir akıl hastanesinde yatmaktaydı. Bu dönem boyunca
şizofrenik kökenli olduğu düşünülen çeşitli semptomlar sergilemişti, ancak
bunlar zaman geçtikçe, giderek daha fazla endojen tipte depresyon özellikleri
gösterir olmuşlardı. Sınırlı bir zekâsı vardı, zekâ katsayısı donuk- normal
aralığındaydı ve okuyamıyordu, belli ki bunun nedeni
okuldayken yaşadığı anksiyetenin ders çalışmasını engellemiş olmasıydı. Nihilistik sanrılarının öyküsü 32 yıl önceye
diyor ve bazen bedeninin belli parçalarının varlığını yadsıyordu, sözgelimi 'bende hiç kan yok' diyordu. İntihar düşünceleri olduğunu açığa vurdu, 2l yıl içinde cam kırma atakları olmuştu, bunları denetlenemez yıkıcı itkilerinin sonucu olarak açık
rına
inanıyordu. EKT ve çeşitli antidepresanlarla birlikte değişik birçok
sakinleştirici ilaç (klorpromazin hariç, çünkü bu ilaca karşı duyarlılığı
vardı) tedavisi uygulanmasına karşın, bunlar ona geçici ve sınırlı bir
rahatlama getirmenin ötesinde, durumunda hiçbir düzelme yaratamamıştı.
Aşağıdaki olgu, akut şizofrenik epizot
sırasında ortaya çıkan Cotard semptomatolojisine iyi bir
örnektir.
Olgu 6
Arap kökenli,
12 yaşından beri İngiltere’de yaşamakta olan 26 yaşında erkek hasta. 1995 yılı
başlarında ciddi bir suçla tutuklu bulunduğu cezaevinden hastaneye
gönderilmişti. Geçmişte akut psikozla akut psikiyatri servisine iki kez yatışı
vardı.
Yatırıldığında durumu son derece bozuktu ve bedeninde burulma
duyusu ve anatomisinin belli parçalarının yok olduğu hislerinden oluşan tuhaf
somatik varsanıları onu çok rahatsız ediyordu. Ek olarak, hemen ölüvereceğine
ve organ sistemlerinin birçoğunun iflas etmiş olduğuna dair sanrısal
inanışları vardı.
Alevli psikotik özellikler antipsikotik ilaç başlandıktan sonraki
haftalar içinde ortadan kalktı ve negatif defisitleri hafif ye- tiyitimi
yaratmakla birlikte, başarıyla toplum içine dönebildi.
Epidemiyoloji
Cotard sendromunun sıklığına ve
yaygınlığına ilişkin hiçbir formel çalışma yürütülmemiştir. Bu bozukluğun edimsel
tanımı üzerine herhangi bir fikir birliği olmamasına bakılırsa bu şaşırtıcı
gelmez. Cotard sendromu teriminin klinikte kullanıldığı çeşitli bağlamlar
yakınlarda Berrios ve Luque (1995a) tarafından araştırıldı. Bu yazarlar, 1880
yılından bu yana bozukluk üzerine olgu sunumlarını içeren 200'ü aşkın makaleyi
analiz ettiler. Sonuçta, sendro- mun tam gelişkin halde bulunduğu 100 olgunun
kayıtlara geçtiğini bildirdiler.
Bozukluk 16-81 arası bütün
yaş gruplarında tanımlanmış olmakla birlikte, örneklerin çoğu ileri orta
yaşlarda gözükür. Bu durum ergenlerde nadir gibi durmaktadır ve yazında
yalnızca birkaç olgu bildirilmiştir (Halfon ve ark., 1985; Dugas, 1985;
Degiovanni ve ark., 1987). Klinik izlenimler sendromun kadınlarda
erkeklerdekinden daha sık görüldüğünü düşündürmektedir.
Böylesine karmaşık bir sanrı
içermesine karşın, bozukluğun orta derecede zekâ geriliği olan bir adamda da
tanımlanmış olması şaşırtıcıdır, ancak bu tür bir durum istisnai kabul
edilmelidir (ayrıca bkz. Olgu 5) (Kearns, 1987).
Klinik
Özellikler
Durumun klinik özellikleri nihilistik
sanrıların derecesi ve sayısı açısından büyük değişkenlik gösterir. Bu bozukluk
üzerinde çalışan yazarlar uzun süredir, bir tam/eksik sendrom yelpazesi
kavramını kabul etmektedir.
Cotard sendromunun temel
semptomu bir yoksama sanrısıdır. Bunun şiddeti, hastanın düşünme ve hissetme
yetilerini kaybetmekte olduğu inancından tutun, kendisinin artık var
olmadığına inandığı, hem kendi varlığını hem de evreni yadsıdığı en ağır
biçimine dek uzanan bir yelpazede değişebilir. Nihilistik sanrı genellikle
depresif bir hastalıkla, bazen de şizofreni veya psikoorganik bir send- romla
birliktedir.
Başlangıç genellikle anidir
ve herhangi bir psikiyatrik bozukluk öyküsü yoktur. Ancak tipik olarak
başlangıçta, uzunluğu bir iki haftadan birkaç yıla dek değişebilen bir
anksiyete evresi vardır. Anksiyete belirsiz ve yaygındır ve genellikle
iritabiliteyle birliktedir.
Daha hafif
durumlarda hasta çökkünlükten ve uslamlama ve hissetme yetilerini yitirdiğine
inanmaya başladığından yakınabilir. İçinde ve dışındaki bir şeylerin farklı
olduğunu hisseder, bu da onu öncekinden daha anksiyete- li olmaya iter.
Anksiyete yerini, gerçekten nihilistik doğadaki ümitsizliğe bıraktığında durum
daha da ağır biçimine ilerler. Bundan sonra hasta bütün zihin
sel yetilerinin yanı sıra olanca maddi
yitirdiğini söylemeye başlayabilir, bu da sıklıkla kendinden nefret etmesine
yol açar.
Tümden nihilistik sanrısal
bir durumun varlığında yok- sama fikirleri ortaya çıkar ve hastanın gerçeklikle
veya çevresindeki dünyayla herhangi bir bağlantıyı yadsımasına yol açar,
dünyanın varlığını bile yadsıyabilir.
Eşzamanlı öznel yoksama
fikirlerinin varlığı haştayı kendi bedeninin parçalarının varlığını yadsımaya
yöneltir. Bu genellikle bedenin belli bir parçasının yadsınmasıyla başlar. Bir
hastanın dediği gibi, 'Eskiden bir kalbim vardı. Şimdi orada onun yerine atan
bir şey var'. Bundan sonra şunları söylemişti: 'Midem yok, asla açlık
hissetmiyorum. Yediğim zaman yiyeceğin tadını alıyorum, ama boğazımdan
geçtikleri anda hiçbir şey hissetmiyorum. Sanki yiyecekler bir deliğe
düşüyor.' Daha sonra kişi kendi varlığını yadsımaya başlayabilir, hatta kişi
adılı 'ben'i toptan silebilir. Bir hasta, var-olmayışını vurgulamak için
kendine 'Madam Sıfır' adını takmıştı. Anderson'un (1964) hastalarından biri,
kendinden söz ederken, 'İşe yaramaz. "Onu" sarıp çöpe atın' demişti.
Böylesine tam bir ümitsizlik
durumuna gelen hasta, 'var olmamak' için büyük bir arzu duyduğunu itiraf edebilir,
ama paradoks biçimde ölüm de olanaksız gözükür, bu da ölümsüzlük fikirlerine
yol açar. İşte bu da ümitsizliğin en koyusunu yaratır, ölmek istemek ama bir
hiçlik durumunda sonsuza dek yaşamaya mahkûm olmak. Kierkerga- ard'ın (1941)
yaşayan cehennemini andıran bir durum.
Bu tür ölümsüzlük fikirleri,
muazzam irilik fikirleri (de- lire d'enomite) ve benzeri başka bedensel sanrılar gibi,
diğer megalomanik fikirlerle birlikte olabilir. Böyle hastalar bedenlerinde
muazzam bir büyüme olduğuna inanabilirler, uzanıp evrenle kaynaşacak kadar
büyüyebileceklerini bile sanabilirler. Başlarının yıldızlara değdiğini öne
sürebilirler. Bir zamanlar var olmadıklarını söyleyen hastalar daha sonra
dünyayı sarabilecek olduklarını öne sürmeye başlayınca paradoks iyice
belirginleşir. Bu gelişme, manzk Cotard sendromunu oluşturur. Ayrıca burada bu
tür hastalarla, yıllarca kötülük görme sanrılarına kapıldıktan sonra gran-
diyöz bir hal alan, sözde kötülük yapacak kişilerin nihayet yenildiklerine ve
artık kendilerinin tümgüçlü olduklarına inanan hastalar arasında açık bir
paralellik çizilebilir.
Analjezi, mutizm, kendine
zarar verme itkileri, intihar fikirleri, yanılsamalar ve bazı olgularda
varsanılar gibi ek semptomlar bulunabilir. Varsanılar görsel olabilirlerse de,
çok daha sık olarak işitseldir. İçerikleri daima suçluluk, ümitsizlik ve ölümle
aşırı uğraşı yansıtır. Bir hasta 'duvarların titrediğini görür' ve evinin
bombalandığına inanır. Kendi idamı için hazırlık yapıldığından korkar 'giyotin
kuruluyordu'. Bu tür yaşantılar, varsam olmaktan çok, güçlü bir duyguyu temel
alan yanılsamalardır. Bazı hastalarda tat ve koku varsanıları olabilir,
kendilerinin çürüdüklerine, yiyeceklerinin tümden değişmiş olduğuna veya kendilerine
kötü, fekal maddeler veya insan eti sunulduğuna inanabilirler. Bu tür
hastaların kendilerine zarar verme ve intihar etme eğilimleri vardır.
Burada karşımıza başka bir
paradoks çıkar: Ölü olduklarına veya asla ölemeyeceklerine inandıkları halde,
yine de kendilerini yok etmeye çalışırlar. Ne var W, özellikle
kendilerinin lanetlenmiş olduğuna inananlarda ve tam bir ümitsizlik içinde
olanlarda bu çok da şaşırtıcı değildir; yaşamları zaten gerçek bir cehennem haline
gelmiş olduğundan, tek kaçış yolu intihardır. Ölümsüz olduklarına inananlar
cehennemin en dibindekilerdir, çünkü ümitsizlik durumlarının sonsuza dek
sürmesi gerektiğine inanırlar.
Negativistik tutumlar ve
davranışlar seyrek değildir. Midesi olmadığına inanan Olgu 3'te olduğu gibi,
mutlak gıda reddi olabilir. Bozukluğu daha hafif olsa da suçluluk duyguları
olan ve kendini horlayanlar, aç kalmayı ödenen bir kefaret olarak görüp,
tabaktakilerle oynamakla yetinirler.
Cotard sendromu genellikle
diğer psikotik durumlarla birlikte ortaya çıktığından, bu bozuklukların
semptomlarının da bulunması beklenir. Sözgelimi, hiçlik sanrıları depresif
hastalığın üzerine bindiğinde, genellikle depresyon için karakteristik olan
başka semptomlar da bulunacaktır. Benzer şekilde, psikoorganik sendrom içinde,
yönelim bozukluğu, kavrama, dikkat ve yoğunlaşma kusurları ile birlikte
bellek kaybı gibi duyusal bozukluklara ilişkin semptomlar ve işaretler de
bulunacaktır. Daha ender olarak, sendrom akut şizofrenik durumlarda da ortaya
çıkabilir, ki bu halde elbette başka şizofrenik semptomlar bulunacaktır.
Saavedra (1968) bu özel durumdan 'senestezik (organizmanın yaşam işlevi
duygusu, -çn.) şizofreni' olarak söz eder.
Etiyoloji
ve Psikopatoloji
Cotard sendromuyla ilgili en büyük
tartışma, durumun yalnızca bir sendrom, yani başka bir akıl hastalığının semptomu
olarak mı var olduğu, yoksa bazı olgularda kendi başına özgül bir hastalık
olarak mı görüleceğidir. Bu sorun henüz tam olarak çözülmemiştir, ama uzunca
bir süredir sendroma! varsayım daha sağlam bir konumdadır. Cotard sendromu
teriminin uluslararası kabul görmüş başlıca sınıflandırma sistemleri olan
DSM-IV veya ICD-10'da bir kategori olarak tanımlanmadığı gerçeği de bunu
yansıtır.
Tablo, herhangi bir edimsel
tanımın yokluğuyla iyice bulanır, benzer şekilde kavramın hem klinisyenler hem
de araştırmacılar tarafından nasıl kullanıldığına dair bir birlik de yoktur.
Cotard hastaları üzerine yayımlanmış çalışmalar yorumlanırken bu akılda
tutulmalıdır. Cotard sendro- mu teriminin tarihsel gelişimi Berrios ve Luque
(1995b) tarafından yararlı bir inceleme olarak sunuldu.
Nozoloji
Nozolojik önemi ne olursa olsun, birçok
yazar geniş bir yelpazede (affektif, şizofrenik ve organik) akıl hastalığı
tanısı almış ve aynı zamanda yoksama sanrıları ve diğer bağlantılı nihilistik
özellikler sergileyen hastalar bildirmiştir. Cotard'ın kendisi de 1882'de on
bir hastadan oluşan bir seri bildirdi ve bunları üç sınıfa ayırdı: Basit hiçlik
sanrıları (sekiz olgu); yaygın psikiyatrik hastalıkla birlikte (bir olgu); ve
aynı zamanda kötülük görme sanrıları bulunan daha karmaşık klinik tabloya sahip
üçüncü bir grup (iki olgu). Bu çalışmanın güncel bir yorumu ilk grubun depresif
psikozu temsil ettiğini, üçüncü sınıfın da büyük olasılıkla şizofrenik
bileşenler sergilediklerini düşündürür.
Benzer bir tablo Saavedra
(1968) tarafından ortaya atıldı. Saavedra, üç tipe sınıflandırdığı on olgu
tanımladı: dep- resif (dört olgu); karışık (üç olgu); ve şizofrenik (üç olgu).
Dahası, Joseph ve O'Leary'nin (1986) organik temelli çalışmasındaki sekiz
hastadan ikisinde altta yatan şizofrenik hastalık bulunduğu söyleniyordu.
Berrios ve Luque (1995b)
yakınlarda, yazında yer alan yüz Cotard sendromlu olgunun analiz edildiği
ilginç bir çalışma yürüttüler. Amaç, kavramın tarihsel ve fenomeno- lojik
kullanımını araştırmaktı. Bu örnekleme uyarlanan ek bir araştırıcı etmen
analizi, üç etmen ortaya koydu: depre- sif bir grup (psikotik depresyon);
karışık bir grup (Cotard il); ve hiç depresyon yükü olmayan bir grup
(Cotard I), ki yazarlar bunun, nozolojisi affektif bozukluklardan daha
çok sanrısal bozukluğa yakın olabilecek 'saf' bir sendrom oluşturabileceği
çıkarımını yaptılar. Bu önerinin ışığında, en azından yakın zamanlara dek,
ABD'de durumun invo- lusyonel psikozun (yaşdönümü psikozu) paranoid bir tipi
olarak görüldüğünü anımsamak yerinde olacaktır.
Son yıllarda, dikkatler
sendromun etiyolojik temelini oluşturduğu öne sürülen organik ve nörobiyolojik
etmenlere odaklandı. Bu bölümde buna ilişkin kanıtlar, diğer etmenlerle
(psikolojik, psikodinamik, varoluşçu) birlikte inceleniyor. Yazarlara göre
hiçlik sanrılarının psikopatolojisinin daha iyi anlaşılması için bu esastır.
Biyoloji
Cotard sendromunun patogenezinde kalıtsal
bir bileşenin varlığı uzun süredir önerilmektedir. Aslında bu çok daha
önceleri, 1892 yılında Amaud tarafından tartışılmıştı, o zamandan beri de başka
yazarlar tarafından desteklendi (Coen-Bonifante, 1926; Mignot ve Lacassagne,
1937; Fat- tovich ve Niccolani, 1938; Saavedra, 1968). Ne var ki, bu görüşler klinik
ve anekdota! izlenimlerden pek öteye geçemezler ve Cotard sendromunun özgül
genetik bir etiyolo- jisi olduğunu düşündüren sağlam, sistematik hiçbir kanıt
yoktur.
Çoktandır, Cotard sendromunun
altta yatan organik bir substratı olduğundan kuşkulanılmaktadır. Yazında, para-
lizi jeneral ve senil demans gibi hakiki organik durumlarla bir ilişki ortaya
koyan olgu bildirimleri boldur; gerçekten de Cotard'ın (1891) özgün
çalışmasında da bu tür bir ilişki göz önündedir. Bu tema, son yıllarda
sendromun (ya da kısmi sendromun) tifoda, kafa travmasından sonra ve tem- poral
lob nöbetleriyle ilişkili olarak görülmesiyle yeniden gündeme geldi (Campbell
ve ark., 1981; Greenberg ve ark., 1984). Dahası, Cotard hastalarının çoğunlukla
ileri orta yaşlarda olmalar da organisitenin etiyolojik bir rolü olduğunun
ipucunu vermektedir.
Bozuklukla organik etmenler
arasında bu tür bir ilişkinin varlığı kabul edilirse, bu hemen akla şu soruyu
getirir, bu ilişkinin doğası nedir? Bu yaygın organik
bozulmanın Cotard fenomenolojisini 'erbestleyen',
arka plandaki bir etmen olarak işlediği dolaylı bir ilişki midir, yoksa
klinik özellikler özgül, fokal bir beyin lezyonunun doğrudan bir belirtisi midir?
Birçok yazar, fokal serebral
bir patolojinin varlığını öne sürmüştür. Saavedra'nın (1%8) durumun bazal
gangli- yonlarda atrofiyle ilgili olduğu görüşü daha yeni nörobi- yolojik
çalışmalarda doğrulanamamıştır.
Cotard sendromunun merkezî
sanrısı, yani kişinin kendi varlığını yadsıması ve bunun beden imgesi
bozukluğu ve yadsıma sendromu gibi nörolojik özelliklerle yakın (ama büyük
olasılıkla yüzeysel) benzerliği göz önünde bulundurulduğunda, varsayılan
lezyonun parietal loblarda bulunması gerektiği kuşkusu hiç de mantıksız
değildir. Ancak bu tahmin Cotard hastaları üzerindeki organik çalışmalarda
doğrulanamamıştır. Joseph ve O'Leary (1986) Cotard sendromu olan sekiz hastanın ve yaş, cinsiyet ve
psikiyatrik bozukluğa göre eşleştirilmiş 8 kontrolün BT beyin taramasından
oluşan deneysel bir çalışma bildirdiler. Cotard grubunda, kontrollere kıyasla
daha fazla yaygın serebral atrofi ve interhemisferik fissürde büyüme vardı,
ancak özgül parietal lob patolojisi saptanamadı. İnterhemisferik fis- sürdeki
büyümenin medial frontal lob atrofisinin belirtisi olduğu düşünüldü, ki bu
önemli bir bulgu olabilir (az ileriye bakınız). Organik değişkenlerin
araştırılmasını içeren diğer olgu bildirimleri benzer şekilde özgül veya hatta
öne çıkan parietal lob patolojisi gösteremediler ve sıklıkla beynin başka
bölgelerinde (frontal ve temporal bölgeler gibi) yapısal ve işlevsel
bozukluklar ortaya koydular (Joseph, 1986; Young ve ark., 1994). Bütün bu bildirilerin bozukluğun nelerden oluştuğuna dair
evrensel olarak kabul edilen klinik bir tanım bulunmayışının sıkıntısını
paylaştığının altı çizilmelidir. Bu yüzden de basit bir geçerlilik bile tartışmalıdır.
Greenberg ve ark. (1984) hepsi de ciddi fiziksel hastalığın
serebral belirtilerini gösteren ddört olgu tanımladılar.
Bu olgular, uzamış k^rnâşık kısmi
nöbet geçirdikleri sırada, kendilerini aynı
zamanda hem ölü hem de canlı hissetmek, ve ölüvereceğine dair
hastalıklı bir korkuya kapılmak gibi ölümle ilişkili fenomenler yaşamışlardı.
Ek olarak, Cotard sendromu temporal lob hastalığı olan olgularda da tanımlanmıştır.
Ancak Greenberg'in olguları Cotard fenomeno- lojisinin tipik özelliklerini
paylaşmıyordu, bu yüzden de bu sendrom açısından önemleri tartışmalıdır.
Matsukura ve ark. (1981)
şizofreni, yoksama ve ölümsüzlük sanrıları ve bunlara eşlik eden ağrıya karşı
duyarsızlık bulunan bir hastada beta-endorfin aktivitesini araştırdılar, ancak
sonuçlar normaldi. Buna göre, eldeki kanıtlar Cotard sendromunun patogenezinde
organik etmenlerin önemli bir rol oynadıkları inancını beslemekle birlikte,
özgül parietal lob patolojisi kuramını doğrulamazlar. Aksine, son çalışmalar
klinik özellikler kümesini serbestleyen yaygın bir patoloji kavramını
desteklemekte ve çok karmaşık olduğu açık olan bu süreçte frontal ve temporal
bölgelerin rol oynuyor olabileceklerini düşündürmektedir.
Nöropsikoloji
Son yıllarda odak, kaba biyolojik
lezyonların araştırılmasından, daha ince işlevsel nöropsikiyatrik özelliklerin
araştırılmasına kaydı. Gerçekten de, otuz yıl önceki yazında bu tür bir
temanın habercileri bulunabilir: Anderson (1964) ve Ahlheid (1968) gibi
yazarlar, organik etmenlerin önemini vurgularken, sendromun işlevsel psikozda
da ortaya çıktığını kabul ediyorlardı. Anderson ayrıca bu olguların genellikle
yaşam boyu var olan anankastik bir kişilik bozukluğunun birikimi olduğuna
işaret ediyordu. Yaşlanma sürecinin etkisi altında, serebral arteriyopati olsun
olmasın, bu kişilik bozukluğu en belirgini hipokondriyazis olan pre-psikotik
kişilik özelliklerinin kaba biçimde abartılmasıyla, katı, monoton bir klinik
tabloya 'billurlaşıyordu' (ayrıca bkz. bu bölümde Olgu 3). Bu durumlar, hem delire de negation hem de delire d'enormite'nin oluşması için zemin hazırlar.
Cotard ve Capgras
semptomatolojisinin, genellikle birbiri ardına aynı hastada görüldüğü olgular
bildirilmiştir (ayrıca bkz. bu bölümde Olgu 4). Young ve ark. (1994) hem
Capgras (üç örnek) hem de Cotard (iki örnek) olguları üzerine nöropsikolojik
bir araştırma bildirdiler. Böyle ayrıntılı incelemeler yüz tanımada büyük
oranda özgül bir bozukluk olduğunu açığa çıkardı. Bu yazarlar, her iki sendromda
da hastanın ortak temel hastalıklı yaşantıdan bir anlam çıkarma girişimlerini
temsil etmeleri açısından altta yatan psikopatolojik süreçlerin benzer
olabileceklerini öne sürdüler. Diğer bir deyişle, Cotard sendromu organik
olarak belirlenmiş bilişsel/algısal bir bozukluğun sanrısal yorumudur
(psikolojik bir düzenek). Nihai sonlanımı, yani yoksama sanrılarının ortaya
çıkışını, affektif bir öğe ve/ve- ya depersonalizasyon gibi üste binen önemli
etmenler belirler (Young ve Leafhead, 1996). İlginç biçimde, bu tür bir
kavramsal çerçevenin kökleri erken tıp yazınında bulunabilir, kötülük görme
sanrılarıyla hiçlik sanrıları arasındaki ilişki Cotard'ın kendisi tarafından da
tartışılmıştı. Ek olarak, Seglas (1897) zihinsel sentez düzeneğinde, özellikle
de zihin gözünde (yani görsel bellek) depersonalizayona götüren, bunun
sonucunda yoksama fikirlerinin oluşmasına yol açan bir bozukluk olduğuna
inanıyordu.
Cotard sendromuna tutulan
hastalar hem kendi içlerinde hem de dışarıda değişiklik olduğunu derinden duyumsarlar
ve bu duyumsamanın temel etiyolojik önemi birçok yazar tarafından ele
alınmıştır. Bazen bu 'temel senestezi bozukluğu' olarak da tanımlanır (Bianchi,
1924; Poli, 1942). Anderson (1964) uç düzeydeki depersonalizasyonun bedenin
varolmayışı, barsakların çürümesi ve bazen de hastanın ölü olduğuna inanması
gibi tuhaf sanrısal fikirlere nasıl yol açabileceğini göstermiştir. Ahlheid
(1968), leib (benim için beden) ve korper (kendi başına beden) kavramlarını tartışırken,
korper ön plana geçtiğinde depresonalizasyon fikirleri veya duygularının
ortaya çıktığını ileri sürmüştür.
Psikodinamikler
Psikodinamik kavramlar, yoksama
sanrısının kolektif bilinçaltında var olan ölüm arzusundan kaynaklandığı
açıklamasından yanadır. Bu bazen kendini cezalandırma, bazen de kendiliğin
toptan yadsınmasıyla kendini gösterir. Buna göre, depresif duygudurumdan
kaynaklanan suçluluk duyguları ben ile onlar arasındaki ilişkiyi çarpıtır ve
süperegoyu safdışı bırakır. Varolma olasılığının sonucu olarak bir yabancılaşma
duygusu ortaya çıkar, bu öyle derin ve anlatımsızdır ki beni hiçlikle
özdeşleştirir. Artık ben var olmaz. Bolzani (1958) bir organın yadsınmasının,
onun ölümüne inanmanın morfobiyolojik bir yolu olduğuna işaret eder. Durumun
psikopatolojisinde Fuster'in (1955) gözlemlediği tanımanın yadsınması ve
'varoluşçu aktarma' üzerinde durulur. Saavedra (1968) temel bozukluğun 'öznel
zamanın anormal sezilmesi' olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca, bu tür hastaların
genellikle narsisistik, Oedipal veya eşcinsel çatışmaları olduğu ve yaşadıkları
deneyimleri tanımlamak için, kolayca ölüm sembolizmine başvurabilecekleri öne
sürülür. Dirençli ve derin bir suçluluk duygusu, uzamın ve zamanın varlığının
tümden yadsındığı bir dünyadaki bütün insan ilişkileriyle olan
bağı koparma arzusuyla birlikte, kendini cezalandırmaya yol açabilir.
Hasta yalnızca ölü değil, aynı zamanda ölümsüz de olduğuna inanmaya başladığında, bu sonsuza
dek 'Ben ölüyüm' durumunda kalacağı anlamına gelir, ölüm yoluyla kurtuluş
olasılığı hiç yoktur: aslında bu bir 'ebedi ölüm' durumudur, yani ebedi
ümitsizlik. Daha önce de belirtildiği gibi, bu ümitsizliklerin en derinidir.
Kierkergaard'ın (1941) dediği gibi:
Ölüm en
büyük tehlike olduğunda, insan yaşamayı umar, ama insan daha da korkunç bir
tehlikeyle tanıştığında, ölmeyi umar. Yani, tehlike ölümü umut ettirecek
kadar büyükse, umutsuzluk ölememenin tesellisiz kederidir.
Sosyoloji
Bazı Avrupalı gözlemciler (Lafand, 1973;
Bourgeois, 1980; Tremine, 1982) Cotard sendromunun açık özelliklerinden
birçoğunun, kronik hastane yatışının ürünleri, yani arte- fakt olduklarını
ileri sürmüşlerdir. Görünürde bu olası değil gibi durmakla birlikte, doğruysa
da gelecek yıllarda bildirilen olguların sıklığında azalmayla ilişkili
olmalıdır.
Varoluşçu
Özellikler
Cotard semptomatolojisi temelde
kendiliğin yadsınmasının en uç noktasıdır. Bu, insanlığın durumu hakkında
ortaya koydukları açısından üzerinde durulması gereken canalıcı bir noktadır.
Kişinin kendini yadsıyabilmesi için önce kendinin farkında olması gerekir. Bununla
kendiliğin bütünü -bedensel duyumlar, duygular, kognisyonlar, zihinsel
imgelem, geçmişiyle devamlılık, beklenen gelecek, yani kişinin zamanla olan
ilişkisi- kastedilmektedir. Belki de bu fenomen, en azından filogenetik
açıdan, en yüksek ruhsal deneyimdir ve büyük
olasılıkla insanı bilinen diğer yaşam biçimlerinden en çok ayıran da budur. En
önemlisi, bir içebakış
(introspektif) deneyimidir, Eccles'in (1989) sözleriyle:
'Kişinin
bildiğini bildiğini ima eder'.
Bu tema
Dobzhansky (1967) tarafından daha da geliştirilmiştir:
Demek ki, kendinin farkındalık insan türünün temel özelliklerinden
biri, büyük olasılıkla en temel olanıdır... Ne var ki, kendinin farkındalık
ardına asık suratlı eşlikçiler takmışhr - korku, anksiyete ve ölümün
farkındalık.
Buradan yola
çıkarak, insanın sahip olduğu bu eşsiz özellik, belki de Cotard sendromunun
bazı yönlerini açıklamaya yardımcı olabilir. Örneğin ergenlikte ve zekâ
katsayısı düşük olanlarda semptomatolojinm çok ender görülmesi gibi. Bu iki
grubun da böylesine incelikli bir durumu geliştirmeye yetecek olgunlukta
olmadıkları öne sürülebilir. Üstelik, kendinin farkındalıktan beynin (en
azından bazı) bölgeleri sorumlu kabul edilecekse, o zaman Joseph ve O'Leary'nin
(1986) interhemisferik atrofi bulgusu ön plana çıkar ve 1920' de bilinçliliğin anatomik substrah olarak frontal loblan göstermiş
olan Flechsig'in önerdiği bir fikri diriltebilir.
Temelde
Cotard sendromunun özgül tedavisi, altta yatan durumun
tedavisinden oluşur. Affektif psikozu olan. hastalarda daha sık gözlendiği için
antidepresanlar etkili olabilir. Ancak, sanrıların varlığı yüzünden EKT için
daha güçlü bir endikasyon olabilir ve gerçekten de bazı yazarlar tarafından ilk
seçilecek tedavi olarak benimsenmektedir. Olgu 1-3 ve daha
hafif derecede Olgu 4'ün bu tedaviye verdikleri
yanıt dikkate değerdi (Majeron ve Finavera, 1975).
Sendrom, otuz yılı aşkın
süredir hiçlik sanrıları bulunan Olgu S'teki gibi kronik şizofreniyle bağlantılı
olduğunda, prognoz açıkça çok daha kötüdür. Bununla birlikte, Olgu 6 gibi,
başlangıcın daha akut olduğu şizofren hastalarda semptomlar tuhaf ve şiddetli
olsalar da nöroleptik ilaçlarla pekâlâ hızlı bir düzelme sağlanabilir.
Berrios ve Luque'un (1995b)
bulgularının saf Cotard sendromunun varlığına ilişkin düşündürdüklerinden biri
de, bu grupta antidepresanlar yerine ilk seçilecek tedavinin nöroleptikler
olduğudur. Ancak bu sınanması gereken bir varsayımdır.
Sendrom bir organik durumla
bağlantılı ortaya çıktıysa, tedavi altta yatan durumun tedavisidir
(olanaklıysa). Pre- senil veya senil demansın bir parçasıysa, düzelme şansı çok
azdır. Ancak toksik konfüzyonel bir durumun parçasıysa, yeterli tedaviyle
tümden ortadan kalkabilir, yazında akut Cotard senaromuyla kendini gösteren
bir tifo olgusu da dahil olmak üzere bunun örnekleri bildirilmiştir (Campbell
ve ark., 1981). Ahlheid'ın (1968) karışık patolo- jili üç hastası bu tür
olgulardaki prognoz üzerine bize bir fikir verir.
Az çok özgül sayılabilecek
tedavilerin dışında, düşünülebilecek daha birçok genel önlem
vardır. Cotard sendromlu hastalar genellikle öyle büyük sıkıntı hissederler ki
intihar kesin bir risk oluşturabilir. Zaten ölmüş olduklarını öne sürseler de,
aynı zamanda intiharı düşünüyor olabilirler. Bu nedenle yakın gözlem esastır,
özellikle hastada depresif bir hastalık varsa. İyileşme başladığında bu tür
yakın gözlem daha da önem kazanır, çünkü bu noktada hasta daha aktif hale
gelebilir ve kendini öldürecek adımları daha rahat atabilir. Bütünde,
psikoterapötik destek daima gereklidir; bu hastalar korkmuş ve ümitsiz
insanlardır ve ruh sağlığı alanından profesyonellerle temasta olmaktan büyük
yarar görürler.
Prognoz
Cotard sendromunun prognozu üzerinde
dikkatli konuşulmalıdır. En ağır olgularda bile, başlangıcı kadar ani ve
kendiliğinden tam düzelme olabilir. Bununla birlikte, henüz tam klasik
tablonun gelişmediği daha hafif olgularda iyileşme hızlı da olabilir, yavaş da.
Hiçlik sanrıları akut psikoorganik bir sendromla bağlantılıysa prognoz iyidir
ve durum ortadan kalkma eğilimi gösterecektir.
Depresif bir hastalıkla
ilişkiliyse, depresif hastalığın diğer semptomları ortadan kalktıktan sonra
bile direnebilir. Bu durumda ve kronikleşmesi halinde, sanrısal yoksama durumu
genellikle depresif bozukluktaki dönemsel dalgalanmalara bağlı olmak kaydıyla,
yoğunluğu artıp azalarak devam eder.
Fenomen şizofreninin bir
parçası olduğunda, genellikle diğer semptomlar tedaviye yanıt verdiğinde bu da
düzelme gösterir. Diğer yandan, kronik şizofrenik durumun bir parçası olarak
yıllarca devam edebilir.
Birçok olguda semptomlara
rağmen, giderek yaşam daha katlanılabilir hale gelebilir ve hasta bir tür çifte
yönelim durumu sergiler. Bir yandan kendini kopartama- dığı muhteşem bir
sahte-gerçeklikle sarılıdır, ama diğer yandan kendine bakabilir ve diğer
insanlarla ilişkilerini sürdürebilir. Sanrı, sınırları tümüyle belirgin
(enkapsüle) hal alırsa, kişi neşelenebilir ve hatta kendi varoluşu veya
var-olmayışıyla ilgili felsefi tartışmalara bile girebilir (De Martis, 1956).
Ahlheid,
A. (1968) Lavoro Neuropsichiat, 43, 927.
Anderson, E,W.(1964) Psychiatry, İst edn. Balliere,
Tindall and Cox, London.
Arieti, S. (1974) American
Handbook of Psychiatry, 2nd edn. Basic Books, New York.
Amaud,
EL.(1892) Ann Med Psychol, 50,387.
Berrios,
G.E. and Luque, R.(1995a) Acta Psychiat Scand, 91,185.
Berrios,
G.E. and Luque, R. (1995b) Comp Psychiat, 36,218.
Bianchi,
L. (1924) in: Trattu di Psichiatra (ed. UT. Idetson),
Naples.
Bolzani,
L. (1958) Arch Psicol Neurol Psichiatr, 19, 453.
Bourgeois,
M. (1980) Ann Med Psychol, 138,1165.
Campbell, S.,Volow, M.and Cavenar, J.O. (1981) Am J Psychiat, 138 (10), 1377.
Capgras, J. and Daumezon,
G. (1936) Ann Med Psychol, 94,806.
Coen-Bonifante, A.(1926) Note Riv Psychiatr, 14,467.
Cotard, J. (1882) Arch Neurol, 4,152-70,282-96.
Cotard, J.(1891) Maladies Cerebrales et Mentales. Balliere, Paris.
Cremieux, A. and Cain, J.
(1948) Ann Med Psychol, 106,76.
Degiovanni, A., Faure,
M., Leveque.J.P. and Gaiilard, R (19R7) Ann Med
Psychol,
145,874.
De
Marlis, D. (1956) Riv Sper Freniat, 80,491.
Dietrich,
M.(1971) Nervenartz, 42,140.
Dobzhansky, T. (1967) The Biology o f
Ultimate Concern. The New American Library, New York.
Dugas, M. (1985) Neuropsychiat
Enfance Adolsc, 33,493.
Eccles, J.C. (1989) Evolution of
the Brain.
Routledge, London and New York.
Fattovich, G. and Niccolani, E. (1938) Arch Gen Neurol Psichiat Piscol, 19,200.
Flechsig, P. (1920) Anatomie des
Menschlichen Gehirns und Ruckenmarks auf
Myelogenetischen Crundlage. Thieme, Leipzig.
Förstl,
H. and Beats, B.(1992) Br J Psychiat, 160,416
Fuster, J. (1955) Rev Psiquiat Psic Med, 2,29
Greenberg, D. HochLerg, E.H. and Murray, G.B. (1984) Am J Psychiat, 141 (12), 1587.
Halfon, O., Mouren-Simeoni, M.C. and Dugas, M. (1985) Ann Med Psychol, 143,876.
Joseph,
A.B. (1986) Am J Psychiat, 47,605.
Joseph,
A.B. and O'Leary, D.H. (1986) J Clin
Psychiat,
47,518.
Keams,
A. (1987) Br J Psychiat, 150,112.
Kierkergaard, S.(1941) The Sickness
unto Death. Anchoc Edition, Doubleday.
Kretschmer, E.(1952) Textbook of
Medical Psychology. Trans. E.B. Strauss, Hogarth Press, London.
Lafand, A.M. (1973) Du delire
chronique des negations comme survivance asilaire
(thesis).
Paris, France.
Leroy,
E.(1920) Ann Med Psychol, 160.
Majeron,
E and Finavera, L.(1975) Min Med, 66,4269.
Matsukura, 5., Yoshimi, H., Sueoka, S., Chihara, K., Fujita, T.
and Tanimoto, K. (1981) Lancet 1, 162.
Mignot,
H. and Lacassagne, A.M. (1937) Ann Med
Psychol,
95, 246.
Nardi,
M.G. (1935) Riv M Parol Nerv Ment, 45, 664.
Perris,
C. (1955) Noropsychiatrica, 11,175.
Poli,
C. (1942) Rass Stud Psichiat, 31,394.
Regis,
E.0893) Gazette Med Paris, 2 (6),61.
Saavedra,
V. (1968) Rev. Neuropsichiat, 31,145.
Seglas,
J. (1897) La
Delire de Negation, Vol. 1. Masson, Paris.
Tremine, T. (1982) Evol Psychiat, 47,1021.
Vitetta,
M.(1962) Rass. Stud. Psichiatr, 51, 39.
Young, A. W,, Leaf head, K.M. and Szulecka,T.K. (1994) Psychopathology, 27, 226.
Young, A.W. and Leafhead, K.M. (1996) In: Method in Madness: Case Studies in Cognitive Neuropsychiatry.
Psychology Press, Hove.
Zilboorg, G. and Henry, G.W.(1941) A History of Medical Psychology. Allen and Unwin, London.
IX
FOLIE A DEUX
Folie
a Deux
(ve Folie a Plusiers)
İkili delilik (ve çoklu delilik)
Yalvarırım anımsayın... Aynı akortta iki lavta
veya iki harp yan yana konduğunda, birinin teline dokunursanız, eşsesli diğer
harp da hiç kimse dokunmadığı halde, aynı anda ses çıkartacaktır...
Sir Kenelm Digby, Resmî bir Toplantıda verilen geç bir Söylev (1658)
Folie a deux terimi ruhsal semptomların, özellikle paranoid sanrıların bir kişiden
diğer bir veya daha çok sayıda kişiye aktarıldığı birkaç sendromu içerir.
Aktarılan, aktarıcıyla çok yakın bir ilişki içindedir, öyle ki o veya onlar da
aynı sanrısal fikirleri paylaşmaya başlar(lar).
Tarihçe
Terim ilk olarak Lasegue ve Falret
tarafından Societe Me- dico Psychologique'e 1873 yılında sunulan ön bildiride
ve ardından 1877'de sunulan daha kapsamlı bildiride kullanılmış olsa gerek.
Ancak daha önceleri de benzer durumlar anlahlmış, örneğin:
1635 Primrose
1651
Harvey (iki kız kardeşte görülen yalancı gebelik olgusu tanımladı)
1764-1838
Whytt, Haygarth, Pritchard, Millingen, Berlyn ve Idelar ('deliliğin
bulaşıcılığı')
1846 Hofbauer ('psişik enfeksiyon')
1860
Baillarger ifolie communiquee [bulaştırılan delilik, -çn.])
Eşanlamlı birçok isim kullanılmıştır,
çoğu da durumun ak- tarılabilirliği fikrini yansıtır, sözgelimi 'aktarılmış
delilik.', 'bulaşıcı delilik', 'enfeksiyöz delilik', 'ilişki psikozu' ve 'çifte
delilik'. Durum genellikle iki kişiyi ilgilendirir, ancak esas özneden üç,
dört, beş kişiye (folie a trois, folie a quatre,
folie a cinq) veya hatta
bütün aileye genişeleyebilir ifolie a famille [aileboyu delilik -çn.]).
İngilizce
yazında birçok olgu tanımlanmıştır, bazıları durumu alt-sınıflara ayırmaya
çalışmış (Marandon de Montyel, 1881; Tuke, 1887); bazıları psikopatoloji yorumlar
getirmiş (Brill, 1920; Gralnick, 1942); ve bazıları da, folie a deux'nün ilginç diğer
psikiyatrik sendromlarla eşzamanlı varlığını göstermişlerdir: Münchausen
sendromu ile (Ja- nofsky, 1986); Capgras ve de Clerambault sendromlarıyla
(Signer ve Isbiser, 1987); Capgras sendromu ile (Hart ve McCLure, 1989;
Christodoulou ve ark., 1995); Fregoli send- romuyla (Wolff ve McKenzie, 1994),
ki bu son ikisi sanrısal yanlış tanıma biçimleridir; nihilistik ve
hipokondriyak bir sanrı olan Cotard sendromuyla (Wolff ve McKenzie, 1994) ve Koro gibi diğer sanrısal sendromlarla
(Westermeyer,
Gralnick (1942) 1879 yılından
1942 yılına kadar İngiltere'de bildirilen ve sayıları 103 olan bütün olguları
gözden geçirdiğini öne sürdü. Rioux (1963) İngilizce yazında kaydedilmiş
olguları derledi; McNeil ve ark. (1972) hastanın 65 yaş üzerinde olduğu
olguları gözden geçirdi; Soni ve Rockley (1974) yine bir derleme yaptılar,
Mentjox ve ark. (1993) da 1974 ile 1991 arasında bildirilen bütün olguları ele
aldılar, toplam 76 olgu ve 107 alıcı.
Kashiwase ve Kato (1997)
Japon yazınında 90 yıl içinde çıkmış 97 olguyu derlediler. Olguların toplam %
75'inde iki kişi söz konusuydu. En sık paylaşılan semptom sanrılardı.
Kızkardeş kombinasyonları daha seyrekti, genç kişiler, kendilerinden daha
yaşlı olanları Batı toplumundakile- re kıyasla daha sık etkileyebiliyordu ve
akut dinsel sanrılar daha sıktı.
Silveira ve Seeman (1995)
İngilizce yazında 1942'den 1993'e dek bildirilen dirençli olguları, çağdaş
nozolojiyi ve DSM-IV dahil güncel biyopsikolojik formülasyonları kullanarak
analiz ettiler. Bulguları, erkeklerle kadınların eşit oranda tutulduklarını,
gençlerde ve yaşlılarda yaygınlığın eşit olduğunu ortaya koydu. Çoğunlukla
evli çiftler, kardeşler ve ana-baba çocuk ikililerinin eşit dağılımı söz
konusuydu, ikililerin çoğu diğer insanlardan yalıtılmış haldeydi (% 67,3) ve
eşzamanlı demans, depresyon ve mental retardasyon sıktı.
Bu durum (ve varyantları)
ICD-10'da Oluşturulmuş Sanatsal Bozukluk (kod F24) ve DSM-IV'te Paylaşılmış Psikotik Bozukluk (297.3) olarak tanınır.
Folie a deux kuşkusuz insan psikopatolojisinin anlaşılması açısından
büyük önem taşıyan, akıl karıştırıcı bir durumdur. Patolojik ilişkiye belki de
en etkileyici örnektir, bu yüzden de altında yatan düzeneklerin anlaşılması,
başka türden bozulmuş kişiler arası ilişkiler için kuramsal anlamlar taşır.
Olgu 1
Her ikisi de
34 yaşında olan Margaret ve kocası Michael'ın benzer kötülük görme sanrılarını
paylaştıkları fark edilince, Folie a deux içinde oldukları anlaşıldı. Belli kişilerin
evlerine girdiklerine, ortalığa toz ve kırpıntılar serptiklerine ve ‘onların
ayakkabılarını eskittiklerine' inanıyorlardı. Her ikisinde de ek olarak
paranoid psikoz tanısını destekleyen başka semptomlar vardı, her ikisine de
bağımsız olarak tanı konabilirdi.
Michael ilk kez iki yıl önce atipik depresyon tablosuyla hastaneye
yatırılmıştı. Hem günahkârlık hem de grandiyözi- te sanrılarının eşlik ettiği
tablo EKT'ye yanıt verdi ve poliklinikten izlenmek üzere klorpromazin
verilerek taburcu edildi. O hastanede kalmaktayken, Margaret'in de kendisini
gören sosyal çalışmacıya benzer sanrısal fikirler ifade ettiği kaydedilmişti.
Ertesi yıl Michael bir kez daha bir aylığına yatırıldı. Bu kez
birçok kişiyi öldürmüş olduğu sanrısı yüzünden belirgin suçluluk duyguları
İçindeydi. Yine EKT uygulandı, ancak durumuna faydası olmadı. Klorpromazinle
yavaş bir yanıt alındı ve intihar itkileri giderek yok oldu, sanrıları
silikleşti. Altı ay sonra Margaret sözde kocasının durumunu tartışmak üzere,
kendi isteği üzerine poliklinikte görüldü. Bir kez daha, onun da belirgin
biçimde sanrılı olduğu gözlendi, sanrıları, özellikle onu rahatsız etmeye
çalışmakla ve kendisi uyurken veya dışarıdayken eşyalarına zarar vermek için
evine girmekle suçladığı komşuları üzerine odaklanmıştı.
Margaret'ın kocasıyla paylaştığı sanrıları başlatan baskın
ortaktı. Kendi durumuna karşı hiç içgörüsü yoktu ve herhangi bir şekilde hasta
sayılmayı reddediyordu. Kişiliği iyi korunmuştu; zekâsı iyi-ortalama
düzeydeydi ve memur olarak çalışıyordu. Sanrısal inanışları konusunda ödünsüz
olmasına karşın, duruma tahammül etmek zorunda olduğunu kabul ediyordu, ona ve
kocasına kötülük edenlerin yetkili kişiler olduklarını, perdeler çekili olduğu
için iki taraftaki daireye de girebildiklerini ve kendi evlerine de gizli bir
kapıdan girdiklerini belirtiyordu.
Michael'ın zekâ düzeyi karısınınkinden daha düşüktü. Kişiliği
yetersizdi, sosyopatik bazı özellikleri vardı ve yoğun alkol alma dönemleri
oluyordu. Çalışma sicili kötüydü ve karısı tarafından çocuksu ve sorumsuz
olarak tanımlanıyordu. O kendi adına 'peşlerindekilerin' evlerine maymuncuk
kullanarak girdiklerine ve amaçlarının, o sözde yedi yaşındayken öldürmüş
olduğu bazı Alman savaş esirlerinin intikamını almak olduğuna inanıyordu.
Hastaneye ikinci yatışından üç yıl sonra depresyon ve şizofrenik
semptomların bir karışımıyla üçüncü kez yatırıldı. Yine EKT ve klorpromazinle
tedavi edildi, taburcu edildiğinde durumu bir miktar düzelmişti.
Olgu 2
Yetmiş iki
yaşındaki Edward ve 79 yaşındaki kız kardeşi Su- sannah komşularının
kendilerini zehirlemeye ve mazgalların arasından onları etkilemeye çalıştıkları
sanrılarıyla birlikte yatırıldılar. Ayrıca komşularını köpeklerle cinsel
ilişkiye girmekle ve yöredeki fundalıklarda iğrenç cinayetler işlemekle suçluyorlardı.
Belediye, polis, rahip ve kendi hekimleri de dahil akla gelebilecek her türlü
yetkiliye bu yakınmalarla başvurmuşlardı. Altı yıl önce evden taşınarak
gördükleri bu ‘kötülük’ten kendilerini kurtarmaya çalışmışlar, ancak birkaç yıl
içinde yeni komşuları için de benzer sanrılar geliştirmişlerdi. Evleri çok
temiz ve düzenliydi, her şey yerli yerindeydi ve zamanı gelen faturaları
ödemek üzere bir kenarda hep nakit para bulunduruyorlardı. Kendileri de temiz,
bakımlı, iyi beslenmiş durumdayd ılar. Bütün yaşamları boyunca birlikte
yaşamışlardı, mahalledeki insanlardan çok kopuktular ve çoğu zaman
komşularıyla çatışma halindeydiler.
Her ikisi de düşük-ortalama zekâ düzeyinde olmakla birlikte,
erkek kardeşinden biraz daha zeki ve konuşkan olan Su- sannah baskın kişilikti.
Ancak her ikisinde de doğuştan gelen bir hüner ve yeterlilik vardı, bu işlerini
yürütebilmeleri ve evi idare edebilmelerinde kendini gösteriyordu.
Yıllardır paranoid şizofren olduğu bilinen Susannah, ilk hastane
yatışlarından önceki 12 yıl boyunca sanrıyı paylaşan ve kabul eden kardeşini
yönetimi altına almıştı.
Bu paylaşılmış sanrılar ilk kez yedi yıl önce Edward küçük bir
kıza teşhircilik yapmakla suçlandıktan sonra yatırıldığı hastanede dikkat
çekmişti. O sırada depresif- ti, paranoid psikoz içindeydi ve kız kardeşi
sanrılarından bazılarını paylaşıyordu. Hastaneye birlikte yattıkları sefer,
her ikisine de verilen tiyoridazin semptomlarını hafifletti, ancak taburcu
olduktan sonra ilacı kestikleri için bunlar nüksetti. Bu yüzden her ikisinin de
birkaç aylığına bir kez daha yatırılmaları gerekti. Bir yıl sonra, artık
80'ini geçmiş olan Susannah fiziksel durumu çok zayıf bir halde yeniden
yatırıldı. Yıl sonuna doğru öldü, yıllardır kardeşiyle paylaştığı paranoid
sanrılarına hâlâ sımsıkı sarılıyordu.
Olgu 3
Altmış altı
yaşında bir anne, 41 yaşındaki oğlu Cyril ve 43 yaşındaki kızı Dorothy'den
oluşan bir ailede Folie a trois (üçlü delilik -çn.) saptandı. ‘Yolun üst yanındaki' ve
‘karşı köşedeki' komşularının onları evlerinden çıkartmak için kendilerine kötülük
yaptıkları sanrısını paylaşıyorlardı. Bu sanrıları başlatan baskın kişilik anne
gibi duruyordu, ama hem kızı hem de oğlu bunları tamamen paylaşıyor, destek
olarak kendi buldukları kanıtları da ekliyorlardı. Anneye paranoid psikoz
(parafreni), hem oğluna hem de kızına paranoid şizofreni tanıları kondu.
Paylaşılmış sanrıları ilk görülmelerinden beş yıl önce başlamıştı
ve 12 yıldır devam ediyordu. Anne asla bir psikiyatra gönderilmemişti, ancak
hem Cyril hem de Dorothy'de 14 yıllık bir psikiyatrik bozukluk öyküsü bulunduğu
anlaşıldı... her ikisine de başta nörotik hastalık tanısı konmuştu. Baş
dönmesi, kitle taşıma araçlarına binememe, insanların arasına karışa- mama ve
çeşitli hayali fiziksel yakınmalarla ilk kez psikiyatrik yardım arayışına giren
Cyril olmuştu. Sekiz ay öncesine dek kurşun perdahçılığı yapıyordu. O sırada
anksiyete tanısı konmuştu, ama dosyasına ‘Kendisine iyi davranamadığını düşündüğünden
işyerinde çalışmak istemiyor' notu düşülmüştü. İki yıl sonra tekrar görülmüş,
bu kez cinsel çocuksuluk (seksüel infantilizm) ile birlikte ağır obsesyonel
nevroz bulunduğu düşünülerek testosteron implantlarıyla tedavi başlanmıştı, tedaviyi
kendisi kesmişti. Bundan bir yıl sonra duygusal küntleş- mesi, duygulanımında
uygunsuzluk bulunduğu ve gevelerce- sine konuştuğu gözlendi. Bunlara dayanarak
şizofreni tanısı kondu.
Cyril'in ilk dosyasında Dorothy'nin ondan üç yıl önce hastalanmış
olduğu kaydedilmişti, ancak o psikiyatrik yardım istememişti. Ancak erkek
kardeşinin ilk muayenesinden üç yıl sonra Dorothy de bir psikiyatr tarafından
görüldü. Evlerde temizlik, sinemada yer göstericilik yapmış, sonra annesinin
dükkânında çalışmıştı. Onun da 'çocuksu' bir görünümü olmasına karşın âdetleri
hep düzenli ve normaldi. Görüldüğünde boğazında batan bir şeyden, özellikle
bir şey yerken veya içerken gelen sırt ağrılarından, baş ağrıları yüzünden
hiçbir şey kaldıramamaktan ve yumuşak ayakkabılar giymek zorunda olduğundan
yakınıyordu. İlk başta durumuna konversiyon histerisi tanısı kondu, ancak
yakınmalarının tuhaf doğası, bir türlü esas noktaya gelememesi ve soylu bir
aileden geldiği iddiası dosyasına kaydedilmişti. İki yıl sonra yeniden görüldüğünde
çok sayıdaki tuhaf hipokondriyak yakınmalarını tekrarladı.
Dorothy ilk görüldüğü sıralarda annesinin aşırı koruyucu olduğu
belirtilmişti, ancak o zaman açık paranoid psikotik hastalığa ilişkin hiçbir
belirtisi yoktu. Bir Fo/ie a trois durumunun varlığı ancak on yıl sonra saptanabildi, anne bu
noktada beş yıldır kötülük görme fikirleri olduğunu itiraf etti. Bir süre üçü
de evde kaldılar, ancak çok geçmeden Dorothy'nin genel durumu endişe yaratır
oldu. Çok sıkıntılıydı ve tuhaf hipokondriyak semptomlarıyla aşırı uğraşıyordu,
bir yandan da düşünce bozukluğu ve hakiki sanrılar sergiliyordu. Bir dizi
hastane yatışının ilki onunki oldu, her seferinde de belirgin hipokondriyazis
vardı. Göğsünde bir delik olduğundan 'midemde boğazıma çıkan etyumruları'ndan
yakınıyordu. Bu ilk iki hastane yatışında fazlasıyla depresif olan durumuna
eşlik eden bir özellikti. Hastanede hep iyi oluyor, ama eve, annesinin ve erkek
kardeşinin yanına döndüğünde kısa sürede yeniden kötüleşiyordu. Hastanede
verilen fenotiyazinleri eve dönünce kesiyordu. Aynı yıl Cyril de çok ajite,
eksite ve düşmancıl olduğu için zorla hastaneye yatırıldı. Hastanede paranoid
şizofreni tanısı doğrulandı ve ona da fenotiyazinler verildi, davranışsal olarak
düzelmesine karşın sanrıları devam etti. Daha sonra o ve annesi Dorothy'yi
muayene etmek üzere uzun aralıklarla iki kez evlerine gelen psikiyatrisi
tarafından görüldü. Üçünün de komşularıyla ilişkili belirgin sanrıları olduğu,
hiç içgörüle- ri olmadığı ve herhangi bir yardım veya tedaviyi reddettikleri
saptandı.
Olgu 4
(Bu olguyu kitaba almamıza izin veren Prof. Andrew Sims'e ve
ayrıca ilk kez yayımlayan British Journal of
Psychiatry'ye teşekkür ederiz.) Poliklinikte ilk görüldüğünde 40 yaşında olan
John, elektroniğe de ilgi duyan bir elektrikçiydi. Altı .ay önce çok büyük bir
endüstri firmasının kardeşi George'un evinin duvarlarına 'dinleme' aletleri
yerleştirdiğinden, şirketin ajanlarının işe karışmasına engel'olmak için
kendisinin peşinde olduklarından, ayrıca kendi 'telefonunu da dinlediklerinden'
yakınıyordu. Telefonuna alıcı yerleştirildiğini biliyordu, çünkü bazen bir
çıtırtı sesi çıkıyordu, ayrıca George’un evinin duvarları da 'dinleniyordu’,
çünkü hem George ona öyle olduğunu söylemişti, hem de duvarlardaki lekeleri
göstermişti. Hastane duvarının sıvasındaki lekelerin benzer göründüğüne
katılıyordu, ama hastaneye değil, evine 'alıcı bir cihaz' yerleştirildiğinde
ısrarcıydı. Ayrıca George'un televizyonunun ekranında bazen ortaya çıkan dikey
çizgileri ileri bir kanıt sayıyordu. Bunun cihazların televizyonla 'tıpkı bir
radar seti gibi' etkileşime girdiğini kanıtladığına inanıyordu. Sonra kendi
televizyonunda da dikey çizgiler çıkmaya başlayınca, kendi evine de alıcı
yerleştirildiğini anlamıştı, bazı adamlar evde iş yaparken garajının çatısına
bir cihaz yerleştirmiş olmalılardı.
George'un kapı komşusu, bir zamanlar onunla aynı büyük endüstriyel
elektronik şirketinde çalışmış olan yaşlı bir kadındı. Kadın yalnız yaşadığı
halde hem John, hem de karısı Rose onun evinden erkek sesleri geldiğine ve
adamların 'operasyonu oradan yürüttüklerine’ inanıyorlardı. George'un seslerin
dördünü tanıdığını ekliyorlardı. John, şirketin George'a ilgi duymasının
nedenini, onlar için çalışmaktayken sağlık sorunları yüzünden istifa etmek
zorunda kalmış olması şeklinde değerlendiriyordu. John, şirketin George'un
hasta olup olmadığını ve malulen emekliliği hak edip etmediğini anlamaya
çalıştığını söylüyordu. 'Bunu neden yaptıklarını anlamıyorum. Hangi tabletleri
aldığını biliyorlar'.
John çocukluğunda astımlıydı. On sekiz yaşındayken bir 'sinir
krizi' geçirdiğini söylüyordu, hastaneye yatması gerekmemiş ve üç ay sonra
askere gidebilecek kadar iyileşmişti. Ordudan terhis olduktan sonra iki
şirkette çalışmıştı, sicili mükemmeldi, bu süre içinde hiçbir psikiyatrik
tedavi öyküsü yoktu. Kardeşine yardım etmeye çabaladığı için geleceğini hayal
ettiği misillemeden dolayı üzülüp korkmuş ve işten dört hafta izin almıştı.
Hastaneye yatmayı reddetti, poliklinikten fenoti- yazin yazıldı. Bu noktada
durumuna paranoid şizofreni tanısı kondu.
Daha sonra kendini iyi hissettiğini söyleyerek işe dönmüştü.
'Dinleme cihazlarının’ hâlâ orada olduklarını söylüyordu, 'ama ben artık onları
umursamıyorum. Bir avukata gidecek paramız olsaydı bu konuda bir şeyler
yapabilirdik'. Bir yılı aşkın bir süre inanışları değişmeden kaldı. Kendisini
takip eden adamların bu görevden alınmamış olmalarına sinirleniyordu ve yazılan
ilacı almayı reddediyordu, 'çünkü ben tabletleri inanmam'.
John'un karısı Rose, 42 yaşındaydı, birkaç yıldır anksiye- tesi
için tedavi görüyordu ve kocasının sağlığından endişeliydi, kaygıların onu da
hastalandırdığını düşünüyordu. Sekiz yıldır evliydiler, ancak Rose'a, aile
öyküsü pozitif olduğundan, Huntington koresi geliştirebileceği söylendiği için
çocuk yapmamışlardı. Başlangıçta John'un öyküsünü destekledi ve 'dinleme'
cihazlarının, sakatlığı açısından George'un nasıl bir tazminatı hak ettiğini
anlamak üzere yerleştirildiklerini söyledi, 'Girişteki duvarda cihazları
yerleştirmek için vurulmuş çekiç izlerini görebilirsiniz'. Ayrıca, belediyeden
adamların eve gelmiş ve bulguları doğrulamış olduklarını, ama bu konuda hiçbir
şey yapmadıklarını söylüyordu. Rose açıkça John'un inanışlarını paylaşıyordu.
Daha sonra, evlerine dinleme cihazı yerleştirilmesine karşı
kocasının onu almaya zorladığı bütün önlemler yüzünden yaşamın katlanılmaz hale
geldiğini söyledi. Sözgelimi fazladan kilitler almasında ısrar ediyordu.
‘Ruby'nin komşusunun ne kadar elektronik aygıtı olduğunu' bilmediğini ve 'bir
şeyler döndüğüne ikna olmak için' kanıtlara gerek duyduğunu söylemişti.
Kocasının artık kendi evlerinin de dinlendiğine inandığını belirtti. Ama artık
o görünürdeki bu entrikaya inanmıyordu ve kocasında ve onun akrabalarında akıl
hastalığı olduğunu düşünmeye başlamıştı, kendisinin de bir zamanlar buna inanmış
olduğunu ise yadsıyordu.
John'un kardeşi 43 yaşındaki George, kız kardeşi Ruby ile birlikte
oturduğu evde görüldü. Aptalca bir hali vardı, çok az konuşuyordu ve kız
kardeşinin sözünden çıkmıyordu. Hiç evlenmemişti. Geçen 20 yıl içinde kronik
anksiyete nevrozu tanısıyla çeşitli hastanelerde sık sık ilaç tedavisi
görmüştü. Bir şirkette 15 yıl çalıştıktan sonra işten çıkarılmıştı. Bundan
sonra iki yılı aşkın bir süre kardeşi John'la aynı endüstriyel elektronik
şirketinde çalışmış, ancak işe düzenli gelmediği için kovulmuştu. Sık sık
migren ağrıları çektiği için malulen emekli edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Kovulduktan sonra yan taraftaki yaşlı hanımın penceresinden onu gözetlemeye
başladığını ve telefonuna, gramafonuna ve ayrıca elektrik ampullerine dinleme
cihazları yerleştirmiş olduğunu hissetmişti. Duvarların ve tavanın bazı
parçalarının daha başka cihazlar ve kablolar yerleştirilmek üzere sökülmüş
olduğuna ve insanların baca deliğiyle duvar arasındaki ve yemek odasının asma
tavanıyla üst kat arasındaki boşluklarda geceleri çalıştığına inanıyordu.
'Dinleme'nin sürekli olduğunu ve kumandanın televizyondaki cihazda olduğunu
düşünüyordu. Bunu telefondaki çıtırtı sesinden, televizyondaki görüntünün
atlamasından ve pikap iğnesinin zıplamasından anlamıştı. Ayrıca şirketin diğer
yandaki boş evi de almış olduğuna inanıyordu. Yetiyitimi- nin derecesini
değerlendirmek üzere gözlendiğini sanıyordu, ama bunun neden kendisine
yapıldığını bilemiyordu.
John'un kız kardeşi, 57 yaşındaki Ruby de evde görüldü. Şişman,
dost canlısı ve espriliydi, açıkça evin en zeki ve baskın bireyiydi. 1962'de
kekeleme, sallanma ve sersemlik hissetme yakınmalarıyla psikiyatri
konsültasyonu istenmişti. O zaman durumuna ‘histerik özelliklerle giden, kronik
anksiyete üzerine binmiş akut anksiyete' tanısı konmuştu. O sırada psikotik
semptom saptanmamıştı.
Görüşmede hararetle ‘dinleme cihazlarından' söz etti. Aji- te
görünüyordu ve arkalarının boş olduğunu göstermek için duvarın çeşitli
yerlerine vuruyordu. Cihazların gizlenmiş olduğunu söylediği yerlerdeki sıva
kabarıklıklarını göstermek üzere ellerini duvarda gezdiriyordu. Ama bunların
varlığına ikna olmuş görünmekle birlikte, dikkatli konuşmak için herhangi bir
çabası yoktu. Belli ki maluliyet maaşını değerlendirmek üzere tıbbi
incelemeleri yürüten doktor gizli bir dosya hazırlamıştı. Ruby, George'un
tazminat mahkemesine John'u göndermişti, çünkü George'un üzüleceğini
düşünüyordu. Artık John'un izlenmesinin nedeninin bu olduğunu sanıyordu.
Meseleyi daha ileri götürürse 'onların' John'u öldürmeye çalışabileceklerine
bile inanıyordu. Sosyal çalışmacının kendisini ziyaretinin ardından Ruby ona
bir arabadaki iki adam tarafından takip edilmekte olduğunu söyleyen bir mektup
yazdı.
Bundan sonra John'un iki teyzesi ziyaret edildi, çünkü Ruby
onların da kendisi ve George'a karşı planlanan komploya karışmış
olabileceklerine inanıyordu. Ama belli ki onlar ailenin sanrılarından
habersizdiler. Daha sonra, Rose'un 70 yaşındaki annesi evinde ziyaret edildi.
Ailede Huntington ko- resi öyküsü olduğunu doğruladı ve kendisinin de 15 yıl
önce nörolojik semptomlar geçirmiş olduğunu söyledi. Buna karşın şimdi herhangi
bir entelektüel yıkım, koreiform hareketler, tremor veya başka nöropsikiyatrik
anormallik sergilemiyordu. Onun televizyonunda da atlama olduğundan John bu
evde de dinleme cihazları olduğunu öne sürüyordu, merdivenli üç adamı kadının
çatısına bunları yerleştirirken görmüştü. Ancak Rose'un annesi bütün bu
meselenin saçma olduğunu söylüyordu, ona göre ‘Hiçbir şirket bu kadar parayı
bir kişi için ziyan etmez'di. Öyküyü Ruby'nin başlatmış olduğunu sanıyordu,
George ona çok bağımlıydı ve Ruby ev işlerini daha çok üstlensin diye onu
çalışmaktan alıkoymuştu. Kadın George'un komşusuyla tanışmıştı ve onun ‘hoş bir
kadın’ olduğunu düşünüyordu. Bazen onun evinin önünde duran büyük arabalar ve
içeri giren adamlar gördüğünü itiraf ediyordu, ama bunu açıklayamıyordu. Ne ki
George'un komşunun George'a karşı herhangi bir komploya karışmadığına emindi.
Rose, 38 yaşındaki kardeşi Roger’ın hasta olduğunu düşünüyordu,
John onda Huntington koresi bulunduğunu sanıyordu. Aslında, yineleyici
depresyon için tedavi görmüştü. Demans veya koreiform hareketlere dair hiçbir
bulgu yoktu ve herhangi bir ‘komplo’dan hiç haberi olmadığı açıktı.
Olgu 5
İzleyen örnek, altı kişilik bir ailenin beş bireyini ilgilendirmektedir,
altıncı da pekâlâ bunlara dahil olabilir.
Ailenin sanrılarını başlatan baskın kişilik 48 yaşındaki Stanley
idi. Kızı, 23 yaşındaki Joan, babasının sanrılarını paylaşıyor, bunlara diğer
aile bireylerinden daha sıkı sarılıyordu. Annesi sanrıları pasif biçimde
paylaşıyordu. Erkek kardeşi, 24 yaşındaki Terence de sanrıları paylaşıyordu,
ama o da babası ve kız kardeşi kadar aktif değildi, bunlar gündelik yaşamını
sekteye uğratacak kadar baskın değildi. On beş yaşındaki küçük kız kardeş
Andrea, babasının sanrılarını paylaştığını açığa vuran görüşler ileri
sürüyordu. En küçükleri, 11 yaşındaki kız kardeş, babasının sanrılarına
inanıyormuş gibi davranıyor, ama asla bunları dile getirmiyordu.
Söz konusu ailenin bireyleri birbirlerine çok yakındılar, Ingiltere’nin
kırsal kesiminde ücra bir köşede, yöre halkından çok kopuk halde yaşıyorlardı.
Yıllardır çeşitli insanlar ve ku- rumlarla çatışmaları olmuştu, bunlara
komşular, belediye, elektrik idaresi ve bir kez onları temsil etmiş olan
avukatlar da dahildi.
Elektrik idaresi faturalarını ödememekte direttikleri için
elektriklerini kesmeye kalkışınca gerginlik tepe noktasına ulaştı. Aslında
kurumdakiler bu sorunla ilgili yazışmalarda tuhaf, hatta anormal bir şeyler
olduğunu fark etmişlerdi. Aile, özellikle Stanley ve kızı Joan elektrik
idaresinin görevlileri ve bir polis elektriği kesmek üzere geldiklerinde
saldırgan biçimde karşı çıktılar, polis destek güç gönderdiğinde daha da saldırganlaştılar.
Onların bu davranışlarının akıl hastalığına bağlı olduğuna inandıklarından,
elektrik görevlileri ve polis suç duyurusunda bulunmamayı yeğlediler. Ama bu
olay yüzünden Stanley ve Joan ilk kez psikiyatri konsültasyonuna gönderildiler.
İlk görüldüklerinde Stanley çok tuhaf sanrılar dile getirdi,
kendisinin ‘S.H. -rahmetli' olduğunda ısrar ediyordu. Üzerinde ‘S.H.
-rahmetli' ibaresinin birçok kez yazılmış olduğu bir kâğıt parçasını sallayarak
var gücüyle bağırıyordu, ‘Bunların hangisi ölü?' Ancak, kendisinin ölü olduğuna
mı inandığını, yoksa başkalarının onun ölü olduğuna mı inandıklarını kesin
olarak netleştirmek zordu. Bununla birlikte, üzerinde 'S.H. -rahmetli' yazılı
kağıt parçasını bunun kanıtı olarak görüyor gibiydi. Ayrıca mektuplarını da
'S.H. -rahmetli' diye imzalıyordu. Belli ki tuhaf davranışlarının bazıları
doğrudan merkezdeki bu sanrıdan kaynaklanıyordu. Sözgelimi elektrik
faturalarını ödemeyi reddediyordu, ölü olduğu için bunu yapamayacağını
söylüyordu. Ne var ki, önceleri onun vekilliğini üstlenmiş avukatlara
faturaların ödenmesi için resmî mektuplar ve çekler göndermeye hazırdı, ancak
adamlar artık onun adına çalışmak istemiyorlardı. Ondan gelen çok sayıda
mektubu açmadan bir kutuya koymuşlar ve çeşitli kereler gelip bunları almasını
söylemişlerdi.
On yıl önce Stanley belediyeden kiralamış olduğu yeri ikinci
birine kendisi kiralamak istemişti. Bu konuda belediyeyle uzun süre yazışmış ve
bu arada mektuplarının tınısı giderek daha suçlayıcı hal almıştı, bunlardan
'birinin' onu mülkünden mahrum etmeye çalıştığına inandığı anlaşılıyordu. O
sıradaki avukatlarına o bölgede belli binaların dikilmesi için kimin izin
vermiş olduğunu bilmek istediğini söyleyen mektuplar gönderiyordu. Ancak kimse
tarafından böyle bir izin verilmemişti. Bu mektuplar ‘akıl karıştırıcı', 'zor'
ve büyük ölçüde saçma olarak
tanımlanıyordu. Yedi yıl sonra başlarına gelen diğer bir olay
ailede büyük sıkıntı yarattı. Bir komşunun evinden gelen kanalizasyon,
gerçekten de onların arazisine akıyordu. Stanley buna karşı dava açıp kazandı,
ancak ‘tutumu yüzünden' harcamalar için 90 sterlin ödemesi gerekti. Ödemeyi
reddetti harcamalarla ilişkili kararı geri aldırmak için uzun yasal bir süreç
başlattı. Başarısız oldu, sonra kendi avukatlarına ödeme yapmayı reddetti,
böylece yasal borçları iyice katlandı. Sonunda icraya verildi ve her şeye haciz
kondu. Ailenin geçimini sürdürebilmesi için icra dairesi Stanley borçlarını
ödeyinceye kadar kirayı dondurdu, böylece bir noktada 1500 sterline varan bir
kredi alma şansı doğdu, ama bu parayı reddetti. Faturalarını ödemeyi de hâlâ
reddediyordu, bu da elektrik idaresiyle yaşadığı zorlukları yukarıda anlatılan
aşamaya tırmandırmıştı.
Babasıyla aynı zamanda görülen Joan, onun kötülük görmekle ilgili
sanrılarını tümüyle paylaşıyordu. Saldırganca bir tutumla, işbirliğine
yanaşmıyordu. Ne babanın ne de kızının içgörüleri vardı ve bu yüzden mahkeme
emriyle hastaneye zorla yatırıldılar. Stanley'nin aktif olarak sanrılı ve
saldırgan olduğu kaydedildi, bir silahı vardı ve bu yüzden diğer insanlar için
tehlikeli olabileceği düşünüldü.
Hastanedeki gözlem dönemi Stanley'nin kendine ve işlerine dair
bir dizi tuhaf sanrısı olduğunu doğruladı. Bunlara dayanarak paranoid psikoz
tanısı kondu. Joan'ın içe kapanık, inisiyatifsiz biri olduğu saptandı, düşünce
fakirliği de vardı. Ayrıca duygulanımında küntleşme sergiliyordu ve şizo-affek-
tif psikoz tanısı kondu. Öyküsü, yıllardır paranoid özellikleri bulunduğunu
açığa çıkardı, bir keresinde iş yerinde kendisine karşı bir komplo kurulduğu
için işini kaybettiğine inanmıştı.
Her iki hastaya da tiyoridazin verildi ve davranışsal olarak
düzelme gösterdiler. Ne var ki, taburcu edildikten sonra izlemeye veya ilaç
yazdırmaya gelmediler. Stanley faturalarını ödemeye başlamıştı, ancak kısa
süre önce yeniden tuhaf mektuplar yazmaya başladı ve yerel polis bir
komşusuyla kavga ettiği için şikâyet aldı.
Karısı Stanley'nin merkezdeki sanrısını paylaşıyordu, bunun
gerçek kökenine ilişkin hiçbir gerçek içgörüsü yoktu, ama kocası ve kızının
hastaneye yatırılmış oldukları gerçeğine içerlemesine karşın, onların
sanrılarına pek de sıkı tutunmuyordu ve onlar kadar saldırgan değildi. Hoş,
sevimli ve yumuşak tavırlı bir genç olan Terence de bir zamanlar babasının
sanrılarının kesinlikle doğru olduklarına inanıyordu. On beş yaşındaki kız,
Andrea babasını tamamen destekliyor, sanrılarını paylaşıyordu. Kindar ve
saldırgandı ve bu fikirlerini sözel olarak dışavuruyordu. On bir yaşındaki kız
fikirlerini söze dökmüyordu, ama o da içerlemiş haldeydi ve ailenin
yetkililere karşı direnmesini destekliyordu.
Epidemiyoloji
Daha önce belirtildiği gibi, İngilizce
yazında birçok olgu derlemesi vardır. Ancak Folie
a deux sıklık ve
yaygınlığına ilişkin kesin rakamlar yoktur. Spradley (Grover'da, 1937) bir Amerikan devlet hastanesine 1700 ardışık yatışta 29 kişi (% 1,7) gibi bir sıklık bildirdi, ancak bu rakamın
altında yatan metodolojiye dair hiçbir ayrıntı verilmemiş. Batı top- lumları
dışında da olgular bildirilmiştir, örneğin Nijerya ve Hindistan'dan (Ilechukwu
ve Okyere, 1987; Pande ve Gulabani, 1990). Durumun 65 yaş üzerindeki kişilerde de ortaya çıktığının
altı çizilmiş olmakla beraber, sıklık genel nüfustakiyle aynı durmaktadır
(McNeil ve ark., 1972).
Folie a deux, yazarların ilk söylediklerinden kesinlikle çok daha sıktır.
Yazında giderek daha çok sayıda olgu bildirimi yer almaktadır, ki bu arada
birçokları da tanınmadan geçilmektedir. Bunun nedeni, bu tür hastaların
nadiren tedavi arayışına girmeleri ve psikotik olduğu fark edilen hastaların
ailelerinin değerlendirilmesinin ihmal edilmesidir (Sacks, 1988).
Bekleneceği gibi, karışan
kişilerin sayısı arttıkça durumun görülme sıklığı da azalır. Glassman ve ark. (1987) yazında bütün ailenin karıştığı yalnızca 20 olgu bulabildi.
Folie a deux 35 yıldır araştırmakta olduğumuz ve görünürde hâlâ az rastlanan
durumlardan biridir. Başka yazarların kendi araştırmaları sonucunda
gösterdikleri ilgiyle bu değişebilir. Kuşkusuz, statükoyu savunma arzusunun
yoğun olduğu, soyutlanmış topluluklarda ve ailelerde daha sıktır.
Cinsiyete
Göre Dağılım
Bildirilen olgularda kadınların daha
baskın olduklarıbulun- muştur (Lasegue ve Falret, 1877; Gralnick, 1942). Cinsiyetin bildirildiği olgular arasında,
sanrıyı başlatanların % 72'si, eşlikçilerin % 54'ü kadındır (Mentjox ve ark., 1993). Gralnick bunun nedeni olarak kadınların
toplumsal rollerinin kısıtlı oluşunu ileri sürmüştür, Mentjox ve ark. ise bunun
ilişkilerde kadınların bakıcı, kollayıcı rolü daha sık üstlenmelerine
bağlamışlardır. Bununla birlikte, çağdaş toplumlarda kadınların rolündeki
değişmeye karşın durumdaki belirgin artışa bakılırsa, bu kuramın durumu yeterince
açıklayamadığı görülür.
Kişiler
Arasındaki İlişki
Bunlar genellikle aile içi ilişkilerdir,
örneğin koca-karı, anne ve çocuk ve iki kardeş. Sözgelimi Gralnick (1942)
238 kişinin işe karıştığı 103 olgu bildirdi. İzleyen ilişkiler bulundu:
• İki (veya daha çok
sayıda) kız kardeş -% 34.
• İki (veya daha çok
sayıda) erkek kardeş -% 9
• Kız ve erkek
kardeşler - % 5
• Kanbağı olmayan
hastalar veya dostlar - % 8
İkizlerin söz konusu olduğu bazı olgular
da bildirilmiştir (Gralnick, 1942; Kendler ve ark. 1986; Lazarus, 1986). Ment- jox ve ark. (1993) 107 eşlikçinin olduğu 76 olgu bildirdi. En sık görülen ilişki % 21 sıklıkla anne-çocuktu, bunu karı- koca: %
19; kadın-kardeş:
% 17; koca-karı:
% 13 izliyordu.
Klinik
Özellikler
Sendromun
klinik özellikleri:
• Birincil özellik
birbirine çok yakın yaşayan, genellikle dış dünyadan ve onun etkilerinden
görece yalıtılmış iki veya daha çok sayıda kişinin paylaştığı ortak sanrılardır.
• Sanrılar genellikle
kötülük görme veya hipokondriyak içeriklidir.
• Söz konusu
kişilerden yalnızca birinde gerçek psikotik bozukluk vardır, bu genellikle
şizofrenidir, ama bazen affektif doğada olabilir. Bu kişi 'birincil hasta',
'başlatı- cı' veya 'asıl'dır. Sanrılarını aktardığı ikincil kişiye 'ortak',
'alıcı' veya 'eşlikçi' denir ve her ikisi de birbirlerinin inançlarını
destekleyerek durumun korunmasına katkıda bulunurlar.
• Yeterince uzun süre,
görüşmemecesine ayrıldıklarında ikinci ortaktaki paylaşılmış sanrılar ortadan
kalkabilir.
• Hastaların
çoğunluğunda kan bağı vardır, aile-içi belli kombinasyonlar diğerlerinden daha
yaygındır. En sık olarak iki kız kardeş tutulur. Anne-çocuk birlikteliği
baba-çocuk birlikteliğinden daha sıktır. Kan bağı olmayan gruplarda koca-karı
kombinasyonları en yaygındır.
• Tutulmuş çiftin veya aile bireylerinin ilişkisi hemen her zaman
hükmetme ve boyun eğme tarzındadır. Çiftte veya ailede baskın olan genellikle
ilk hastalanandır. Baskın oluşu dışında, genellikle daha zorlayıcı bir kişiliği
vardır, daha zekidir, daha eğitimlidir ve boyun eğen ortağın üstün gördüğü
birisidir. Boyun eğen ortak, sıklıkla hastalık öncesinde bozuk bir kişilik
yapısına ilişkin belirtiler gösterir, genellikle aşırı bağımlı ve telkine
yatkındır, önceki yıllarda nörotik özellikler öyküsü bulunur, sıklıkla içe
kapanık, kuşkucu, utangaç ve bazen kolay sinirlenir ve çökkündür. Bu yüzden
ikincil hastadır (Munro, 1986).
Alt Gruplar
Yazına tanıtıldıktan sonraki on yıl
içinde Marondon de Montyel (1894) Folie a deux'nün üç alt tipe bölünmesini önerdi: Folie imposee, folie simultanee ve folie communiquee. Dördüncü, bir çeşitleme olan folie induite Lehmann tarafından 1885'te eklendi. Alt tiplerin değeri sınırlı olsa
da, yaygın kullanımlarıyla Folie a deux'nün klasik altbölüm- leri olarak
görülür olmuşlardır, bu yüzden daha ayrıntılı ele alınıyorlar:
Folie imposee (kabul ettirilmiş /dayatılmış delilik, -çn.) Bunun en sık görülen tür olduğu söylenir.
Birincil psikoza yakalanmış hasta baskındır. Lasegue ve Falret'e (1877) göre,
'aktif öğe; ötekinden daha zekidir, sanrıyı yaratır ve ilerleyici biçimde
ikinciye kabul ettirir, ki o da pasif öğedir'. Hem boyun eğen hem de telkine
yatkın olan ikinci kişide gerçek bir psikoz yoktur, sadece 'un malade par ref- lef dır (yansıma yoluyla hasta, -çn.). Baskın ortağından
ayrıldığında, kendine ait görünürde sanrısal fikirlerinden vazgeçecektir.
Folie simultanee (eşzamanlı delilik, -çn.)
Bu terim ilk olarak Regis tarafından 1881'de kullanılmıştır; sanrıların uzun süre
yakın ilişkide bulunmuş ve kalıtsal olarak psikotik hastalığa yatkın iki kişide
eşzamanlı ancak birbirinden bağımsız ortaya çıktığı durumu anlatır. Baskın bir
eş olmadığından ayrılık kendi başına herhangi birinin durumunda düzelme
yaratmaz. Dewhurst ve Todd'un (1956) sanrının yalnızca kısa bir süreliğine de olsa, daima ilk
önce tek bir kişide geliştiği yolundaki görüşlerine katılıyoruz. Bu yüzden folie simultanee kavramı geçersiz sayılabilir.
Folie communiquee (aktarılmış/bulaştırılmış delilik, -çn.)
İlk kez Baillarger (1860) tarafından tanımlanan bu alt tip, benzer
şekilde psikotik yıkıma kalıtsal olarak yatkın, çok yakın ilişki içinde yaşayan
iki kişide ortaya çıkar, ancak bunda, ikinci kişideki psikotik semptomların
gelişmesi için değişken uzunlukta bir süre geçmesi gereklidir. İlk başta ikinci
hasta birincinin sanrısal fikirlerinin içeriğini paylaşır, ancak bunlar daha
sonra kendi başlarına buyruk hale gelirler ve ilk kişinin başlattığından
türemiş olmayan taze bir sanrısal içerik kazanırlar. Yine, bu iki hastanın
birbirinden ayrılması herhangi birinin durumunda düzelme yaratmaz.
Folie induite (tetiklenmiş/indüklenmiş delilik, -çn.)
Bu, Marandon de Montyel'in de işaret
ettiği gibi, aslındafo- lie
communiquee'nin bir
varyantından ibarettir. Zaten sanrılı olan biri, aynı serviste yatan diğer bir
hastanınkilerle 'ken- di sanrılarını zenginleştirir'. Çok nadir olduğu
söylenmektedir. Dewhurst ve Todd (1956) folie
induite'yi de geçersiz bir
kavram kabul ediyorlardı, çünkü bu olgular diğer alt tipler içinde
sınıflandırılabilir. Munro (1986) olguların tedavisi farklılık gösterdiği için yalnızca folie imposee ve folie simultanee alt tiplerinin yararlı olduğunu
düşünmektedir, ona göre folie communiquee ve folie
induit,folie simultanee'nin varyantlarıdır.
Gerçekten de, alt tiplere ayrım ancak ikincil hastanın tanısı üzerine fikir
verdiği ve tedavi gerekip gerekmediğini gösterdiği ölçüde yararlı olabilir.
Etiyoloji
ve Psikopatoloji
Büyük olasılıkla, kalıtım yalnızca tek
yumurta ikizlerini ilgilendiren olgularda önemli olabilir. Hastaların yaşlı olduğu
durumlarda organik etmenler daha çok önem kazanabilir. Folie simultanee alt grubunda, herhalde hem genetik hem de organik etmenlerin
etiyolojik konumu daha ön plandadır. Ancak olguların çoğunluğunda baskın
etiyolojik rolleri oynayanlar psikolojik ve çevresel güçlerdir.
Anahtar bir özellik,
başlatanla eşlikçi arasındaki ilişkinin doğasıdır. Geleneksel olarak bu
hükmeden - boyun eğen ekseninde değerlendirilir. Psikodinamik olarak boyun
eğen, eşlikçi kişi bilinçdışı olarak, daha baskın olan başlatıcının
özelliklerine bürünür. Bu ilişki ayrıca öğrenme kuramı açısından da tanımlanmış
ve açıklanmıştır.
Son derece önemli bir etmen
de daha geniş çevredir, özgül olarak da toplumsal yalıtılmıştık. Toplumsal
yalıtıl- mışlık daha zayıf ortağın, çiftte daha güçlü olan tarafından
yönetilmesine izin verir; sanrının aktarımı telkin düzeneğiyle gerçekleşir.
Coleman ve Lasta (1939) tarafından önerilen model bir folie a deux olgusunun gelişmesi için temel etiyolojik koşulları şöyle ortaya
koyar:
1.
Eşlikçiyi pozitif olarak etkileyebilmesi için başlatıcının
hastalığın erken evrelerinde olması gerekir, yani gerçeklikten tümüyle
kopmamıştır.
2.
Başlatıcı ve eşlikçi görece uzun bir zaman birbirlerine çok
yakın yaşamış olmalıdır ki birinci ikinciyi etkileme fırsatı bulabilsin.
3.
Aktarılmış sanrının paylaşılmasının eşlikçi açısından bazı
avantajları olmalıdır.
4.
Eşlikçinin gözünde başlatıcı bir otorite figürünü temsil
ediyor olmalıdır.
5.
Durumun en sık geliştiği koşul, tutulan kişilerin fakir bir
yaşam sürüyor olmalarıdır.
Dewhurst ve Todd (1956) izleyenleri tanı için önkoşul olarak
sıraladılar:
• sanrı ortaklarının
yakın ilişki içinde olduklarına dair kesin kanıt;
• sanrının içeriğinde
yüksek derecede ortaklık (biçimsel psikoz farklı olabilir); ve
• ortakların
birbirlerinin sanrılarını destekledikleri ve kabul ettiklerine ilişkin kuşkuya
yer bırakmayacak kanıtlar.
Bu görüşlerde bazı değişiklikler oldu ve
özellikle psikodi- namik ve psikanalitik okullar tarafından daha ayrıntılı, belki
daha derin yorumlar yapıldı, ancak Coleman ve Last'ın ortaya koydukları hâlâ
büyük ölçüde geçerliliğini koruyor.
Bulaşıcı
mı, Değil mi?
Eski yazarlar, folie a deux fenomenine ve sanrıların bir kişiden diğerine değişmeksizin toptan
aktarılmasına büyük merakla yaklaşmışlardı. Bu, tuhaf bir enfektif sürecin
Lase- gue ve Falret tarafından tartışılan 'ruhsal yoldan bulaşma' kavramının
varlığına işaret ediyordu. Bununla birlikte bu tür bir düzeneğin yalnızca belli
koşullarda işlediği açıktı. Hepsinin ötesinde, bir akıl hastanesinde aynı
ortamda uzun süre yan yana yaşamalarına rağmen, bir hastadan onunla bağlantısı
olmayan diğer bir hastaya sanrısal fikirlerin aktarılması son derece az
rastlanan bir durumdu (bu bulaşıcılık kavramı bu bölümde daha sonra yeniden ele
alınacak).
Kalıtım
Olguların büyük çoğunluğunun aile
gruplarında ortaya çıktığı gerçeği, ya kalıtsal özelliklerin, ya aile içi
gerginliklerin, ya da her ikisinin birden patojenik etmenler olduğunu
düşündürür.
Bildirilmiş folie a deux örneklerinde aralarında kan bağı olan kişilerin ezici çoğunlukta
olması genetik etmenlerin önemine işaret etse de, tek başına kalıtım karı -koca
kombinasyonlarında veya kan bağı olmayan diğer ilişkilerde durumun ortaya
çıkışını açıklayamaz. Bununla beraber tutulanların ikiz çiftler oldukları
durumlarda kalıtsal etkiler daha baskın bir rol oynuyor olabilir.
İngilizce yazında on altı ikiz olgusu bildirilmiştir (Whi- te, 1995) bunların çoğu tek yumurta ikizleri üzerinedir. Bazı yazarlar
bu örneklemde folie simultanee alt grubunun aşırı temsil edilmesi
üzerinde durmuştur. Bu tür olgularda psikoz için özdeş yükseklikte risk
taşıyan iki bireyin aynı tarzda çevresel etmenlerden de etkilendikleri öne sürülmüştür.
Yani bu süreç, tutulanların her birinde psikozun zamanlamasını ve görünümünü
belirler. Yine de tek yumurta ikizlerinin aşırı temsil ediliyor olmasının basit
bir bildirim yanlılığı olabileceği de akılda tutulmalıdır.
Biyolojik
Etmenler
Durum, yaklaşık üçte birinde organik
beyin sendromu bulunan (McNeil'e göre [1972]) yaşlı bireylerde ortaya çıktığında organik etmenlerin rol
oynadıkları söylenebilir. Ayrıca bu örneklemde folie
simultanee'nin de daha sık
temsil edildiği söylenebilir.
Bu noktada organik olarak
tetiklenmiş folie a deux olgularının en ilgincinden söz etmek
yerinde olacaktır. İkisinde de önceden herhangi bir işlevsel psikoz bulunmayan
ortaklarda, uyarıcı bir madde olan metilfenidatın intrave- nöz yolla kötüye kullanımının
ardından paylaşılmış özdeş paranoid sanrılarla giden psikotik hastalık
gelişmişti. Ayrıldıklarında psikoz geriliyor ve madde kötüye kullanımı
bırakılıyordu. Bazı atipik özellikler bulunmakla birlikte, madde kullanımına
bağlı olmadan tetiklenmiş folie a deux olgularıyla birçok psikodinamik benzerlik
vardı, sözgelimi paylaşılmış paranoid sanrılar, boyun eğme - hükmetme öğesi,
bağımlılık gereksinimleri, düşmancıllık ve iki ortağın çok yakın ilişkisi.
Ayrıca kannabis alımına dair bildiriler de yapılmıştır (Dalby ve Duncan, 1987).
Bu gibi çalışmaların anlamı
ne olursa olsun, folie a deux olgularının çoğunluğunda psikolojik ve
çevresel etmenlerin etiyolojik önemi, açık organisiteye kıyasla belirgin olarak
daha fazladır.
Psikodinamik
Etmenler
İlgi uyandıran çeşitli psikodinamik
yorumlar yapılmıştır. Sözgelimi, Pulver ve Brunt (1961) baskın ortağın, yakın ve doyurucu bir
ilişkinin yozlaşmasını göze almak yerine, boyun eğen ortağı sanrılarını kabul
etmeye kışkırthğı şeklinde ilginç bir iddia ortaya attılar. Bu yolla folie a deux çifti bir arada tutar, ancak onları gerçek dünyadan daha da kopartır.
Ayrıca başlatıcı için, bunun tek bir insanla dahi olsa, anlamlı bir ilişkiyi
koruyarak gerçek dünyayla temas halinde kalmanın son yolu olduğu da ileri
sürülmüştür; bunun alternatifi içe kapanma ve kendini toptan yalıtmadır.
Bu, eşlerden birinin neden
sonunda üniter sanrısal bir durumun karşılıklı paylaşılması ve korunmasına
götürecek şekilde baskıya boyun eğdiğini ve başlatıcının sanrılarını kabul
ettiğini açıklama gereksinimi doğurur. Bu sadece edilgin bir göz yumma veya
paylaşma numarasından ibaret değildir. Boyun eğen ortak, din değiştirenlerde
sık rastlandığı gibi, sanrılara ilk başta bunları başlatan kişiden daha sıkı
sarılabilir.
Birincil başlatıcının daha
güçlü, daha zeki, sıklıkla daha yaşlı olan taraf olduğu ve daha üstün ve
otoriter konumda bulunduğu ileri sürülmekle birlikte, bu boyun eğen eşin neden
sonunda baskılara dayanamadığını tam olarak açıklamaya yetmez. Daha sonra
yıkılacak olan başlangıçtaki dirence daha derin bir açıklama getirilmelidir.
Nihai ve tam boyun eğme ile birlikte, başlatıcının sanrılarının paylaşılması
gerçek dünyadan kendini iyice çekmek anlamına gelir, ki bu edilgin,
olgunlaşmamış bir kişilik için bile büyük bir fedakârlık değil midir? Demek ki,
boyun eğen yıllar içinde başlatıcıdan bir şeyler kazanmaktadır. Büyük
olasılıkla bu durum bağımlılık gereksinimlerini doyurmaktadır.
Alıcı zaten baskın ortakla
fazlasıyla özdeşleşmiştir; bu durumun gelişmesinde de özdeşim
en önemli psikolojik düzenektir. Özdeşim terimini ilk kullanan Freud'dur (1921),
ancak o bunu folie a deux'ye uyarlamamıştı. Freud, özdeşim yoluyla hastaların yalnızca kendi
yaşantılarını değil, aynı zamanda başka birçok kişinin de yaşantılarını temsil
edebildiklerine inanıyordu. Bu düzeneği folie
a deux'ye ilk uyarlayan
Brill (1920) oldu.
Brill, özdeşimin bilinçdışı bir süreç olduğunu vurguluyordu. Benzer şekilde
Oberndorf (1934) durumun gelişmesinde özdeşimin tek başına yakınlık veya
yapısal yatkınlıktan çok daha büyük bir rol oynadığına inanıyordu. Deutsch (1938) konuyu daha da ileri götürerek şunları
söyler:
Başlangıçtan itibaren içli
dışlı yaşamak, daha sonra her iki tarafı da benzer sanrısal fikirlere yönelten
bilinçdışı formların bir dışavurumudur; ortak sanrı nesneyle veya onun sanrısal
sistemiyle özdeşim kurmak yoluyla onu kurtarma girişiminin önemli bir parçası
gibi durmaktadır.
Özdeşim
terimi bir hayranlık ve sevgi öğesini de barındırır, ki boyun eğen tarafın
başlatıcıya yönelik tutumuna da bunların egemen olduğu söylenebilir. Daha yeni
psi- kodinamik formülasyonlar, alıcının öne çıkan özelliklerinin ikideğerlilik
içerdiğini düşündürür, bir sevgi-nefret ilişkisi. Yani alıcı bir yandan
başlatıcıya son derece bağımlıdır, diğer yandan bu bağımlılık yüzünden hem
kendinden hem de ondan nefret eder. Buna karşın, alıcı ilişkiyi koruma ve
ortağının gözünden düşmeme gereksinimi duyar; böylece onun sanrılarını
paylaşma noktasına varana dek boyun eğmeye devam eder. Yine de bazen öbürüne
karşı saldırganca fikirler beslediğini kavrar ve itiraf eder. Aynısı baskın
ortak için de geçerlidir; onun da edilgin, boyun eğen bir hayat arkadaşına
gereksinimi vardır, yalnızca gerçeklikle bağını olabildiğince uzun korumak
için olsa bile. Ama onun sevgisi kolayca ve çabucak nefrete dönüşür, özellikle
de ortağının onu terk etmekle tehdit etmesi durumunda. Yani ilişkileri yalnızca
bağımlılık değil, her iki tarafta bulunan ikideğerlilik üzerine de kuruludur.
Bazı olgularda aynı cinsten
ortaklar arasındaki güçlü duygusal bağla kişiliklerinin etkin-edilgin
kutuplaşması bir araya gelerek folie a deux psikopatolojisinde gizil eşcinselliğin
bir etmen olabileceği kuşkusunu doğurur (Heuyer, 1935; Deutsch, 1938). Bu bağlamda ortakların aynı yatağı
paylaşıyor olmaları anlam taşıyabilir. Diğer bazı yazarlar, Coleman ve Last (1939) gibi, ikinci ortağın bastırılmış
fantezilerinin zaten 'olgunlaşmış' halde olduklarını, bu yüzden de baskın eşin
inisiyatifine kolayca kendini bıraktığını ileri sürerler. Yazarlara göre bu
tür bir fantezi ödipal durumla ilgilidir; buna göre başlatıcı, ortağının
gözünde ana-babadan biri veya diğeriyle özdeşleştirilmiştir.
Layman ve Cohen'den (1957) bu açıklamaya, folie a deux'nün 'kendi başına ayrı bir psikopatolojik antikte olmadığı,
"rastlantısal bir fenomen" olarak kabul edilmesi gerektiği' yolunda
çok önemli bir itiraz gelir. Diğer bütün yazarların bu konudaki vurgularının
aksine, onlar folie a deux sanrılarının baskın kişi tarafından
bağımlı olana zorla dayatılmadığını, bulaşıcı veya aynı bağlamda aktarılabilir
olmadığını eklerler. Bunun yerine, sanrılar 'bağımlı kişi tarafından
benimsenirler'. Sanrıların kabulü için zemin hazır ve baskın kişinin dayatması
etkin olsa bile, sanrının paylaşılmasının bir gerçeklik halini alması için bir
tür ileti söz konusu olmalıdır. İşte bu durumun benzersizliği tam da bu noktada
ortaya çıkar, varlığı tam olarak açıklana- mamakla beraber, yokluğu da
açıklanamaz. Sacks (1988) bunun çok farklı hastalık süreçleri bulunabilecek bireyler
arasındaki ilişkinin ve olası etkilemenin bir tanımı olduğunu öne sürer,
'kolay etkilenir' olmaktan özerk sanrısal bozukluğa dek varabilir.
Çevresel
ve Toplumsal Etmenler
Çevresel etmenlerin büyük bir etiyolojik
rol oynadıkları açıkhr. Durumun tanımı bile, yıllar içinde çok yakın bir
ilişkinin varlığını ve yerleşik hale geldiklerinde sanrıların paylaşıldığını
ima eder. Bunun karşısında, her iki ortak için de çevrede temel bir değişiklik
anlamına gelen ayrılık (geleneksel olarak) durumun tersine çevrilmesi için
gereken en önemli önlem olarak görülürdü. Rhein (1922) özellikle psikoz gelişiminin erken
dönemlerinde çevrenin önemi üzerinde dururken, Postle (1940) da güçlü kalıtsal yatkınlığın varlığında
bile duygusal etkilerin ve erken koşullanmanın nasıl anahtar rol
oynayabileceğine işaret etti. Floru (1974) dış etkilerden yalıtılmış kapalı toplulukların (özellikle
kendi toplumlarından bile ayrı, kendi başlarına yaşayan çok küçük ailelerinJolie a deux
gelişmesi için nasıl verimli bir ortam olduklarını göstermiştir. Ayrıca,
Avrupa'da II. Dünya Savaşı yüzünden 40-60 yaş arası evlenmemiş kadınların sayısındaki görece arhşın,
risk altındakilerin oranını arhran önemli bir etmen olduğunu da eklemiştir.
Erken emekliliği de durumu alevlendiren bir etmen olarak öne sürer, artan bir
yalıhlmışlık halinde yaşayan kişiler giderek kimseye güvenmez olurlar,
kendilerini görünürde düşmancıllığı artan bir havada tehdit ediliyormuş gibi
hissederler, bu da para- noid bir tepkinin ve sonunda paranoid psikozun
gelişmesine yol açar. Buna göre, folie a deux bu tür bir düşmancıllık ve
saldırganlıkla başa çıkma yolu haline gelir. Toplumsal etmenlerin önemi
Salih'in (1981) bir intihar sözleşmesi yapan iki kadın arkadaşı anlattığı
olguda vurgulanır. Paylaşılmış sanrıları yaşam koşullarına dayanıyordu.
Birinin iş sahibi olmasını da içeren toplumsal müdahale, iki ortakta da sanrıda
eşzamanlı belirgin zayıflama yarattı.
Faris ve Dunham'ın (1939) yürüttüğüne benzer Amerikan çalışmaları,
özellikle kadınlarda olmak üzere, toplumsal yalıtılmanın paranoid tipte psikoz
gelişmesine yol açtığını doğrulamıştır. Floru (1974) katı, otoriter, tutucu aile yapısının da
güçlü bir etmen olduğunu bulmuştur. Bu tür bir düzenek ayrıca fo/ze a deux
psikodinamiklerinde diğer bir etmenin, yani taklit ve semptatinin (empati) de
rol oynadığım kuvvetle düşündürür. Rhein (1922), Tuke (1887) ve Brande (1888) tarafından alıntılanan Partenheimer (Grancik'den alıntı [1942])
bağımsız olarakfo/ze a deux
psikopatolojisinde taklit ve/veya sempatinin rolünü vurgulamıştır. Dewhurst
ve Todd (1956) toplumsal
ilişkilerden uzaklaşmanın, daha güçlü olan ortağın daha zayıf olana
hükmetmesini nasıl kolaylaştırdığını ve baskın olan kişi psikotik hale gelmeden
çok önce bile ortaklar arasında nasıl bir 'lider-izleyici' ilişkisi
bulunduğunu göstermişlerdir. Ayrıca, ilişki psikozunda, baskın ortağın
sanrılarını daha zayıf olana aktarmak için telkin güçlerini kullandığına,
temelde bunun hipnozu andırdığına inanıyorlardı, ancak bunun ortaya çıkması
için bir önkoşul olan özdeki baskınlığın yaş, zekâ, eğitim açısından üstün
olmak ve saldırganlık dürtüsünün daha fazla olması gibi çeşitli etmenlerden
kaynaklandığını vurgularlar. Brussel (1935) kısmen kör bir kişinin tümden kör biri üzerinde egemenlik
kurduğu bir fo/ze a deux olgusu tanımladı, bu da atasözüne
iyi bir örnek oluşturur, 'Körler Diyarında tek gözlü adam Kraldır'.
Tuke, özellikle baskın eşin
psikotik hale geldiğini gözlemlemenin doğurduğu bir 'şok'un ikinci kişide
psikoz tetiklediğini ileri sürmüşse de bu görüşü destekleneme- miştir. Bununla
birlikte, daha önce de gösterildiği gibi, aile içi stres
pekâlâ da tetikleyici bir etmen olabilir, özellikle de yoksulluk ortamında
çıkıyorsa, maddi yoksunluklara yol açıyorsa veya bozulmakta olan ilişkilerde ya
da yaşlanmaya bağlı güç kaybı zemininde ortaya çıkıyorsa. Bu tür düzeneklerin
dışında, Schmidt (1949) tarafından ilginç bir fikir ortaya atılmıştır. Yazar, folie a deux fenomeninin öğrenme kuramı temelinde açıklanabileceğini ileri
sürer. Buna göre, alıcı daha baskın, daha zorlayıcı yapıdaki
başlatıcıdan anormal
davranışı öğrenir ve psikotik hale gelir ve bu şekilde davranır.
Diğer
Bazı Toplu (Kolektif) Ruhsal Bozukluklar
Birkaç kişinin aynı psikopatolojiyi
paylaşabildiği tek durum folie a plusiers değildir. Büyük insan gruplarının,
onları uygunsuz kitle davranışlarında bulunmaya yönelten mantıksız fikirlerle enfekte
oldukları bazı toplu ruhsal bozukluklar vardır. Bu tür olgularda işleyen temel
düzeneklerin (baskınlık-boyun eğme, özdeşim ve görünürde düşmancıl bir dünyaya
karşı birbirine tutunma gereksinimi) folie a de-
uX dekilere benzeyebildiğini
kabul etmek istemesek de, en azından bazı durumlarda bu tümüyle doğru gibi
durmaktadır.
16. yüzyılda
Avrupa'daki dans çılgınlığı, liseli kızlar arasında kıkırdama, hapşırma ve
bayılma salgınları gibi sürü davranışının çeşitli biçimleri dönemsel olarak basında
çıkar. Ya da 'pop' konserleri sırasında izleyicilerin hareketlerinden bazıları
ani histeri salgınlarının sonucu gibi durmaktadır. Bu örneklere kitle histerisi veya dinsel bir fanatizmin veya ilkel batıl inançların önemli ve
bağlantılı etmenler olduğu koşullarda paylaşılmış
dinsel fanatizm isimleri
verilebilir. 1978 yılında, liderleri Jim Jones da dahil olmak üzere, Halkın Tapınağı
Tarikatı'nın 912 üyesinin, 260 çocukla birlikte kitle intiharı bu fenomene bir örnek sayılabilir.
Bireyin, bir grup üyesi olarak kendi bilinçliliğini yitirme tehlikesi altında
olduğu, bu yüzden kendini kısıtlama ve özeleştiri yapamayabileceği bildirilir
(Abse, 1974). Dahası,
bir grubun lideri patolojik, özellikle de histriyonik ve paranoid bir kişiyse,
düşmancıl itkiler dışarıdaki insanlara yöneltilebilir.
Folie a plusiers'e benzeyen durumların ortaya çıktığı başka,
daha nadir örnekler de bildirilmiştir. Buna bir örnek, Kutsal Peder ile 18 havarisinin aynı sanrılarla topluca aynı
hastaneye yatırılmasıdır. Daha eski bir örnek Sir William Percy Honeywood
Courtnay'dir. Bu soylu, 1838' de İngiltere'deki Brosendon Ormanı'nda bir dizi isyana
önayak olmuştu, köylülerden oluşan ardılları onun 'Tanrı'nın Oğlu' olduğuna
inanıyorlardı. Bu örnekte, grubun eylemlerinin rengârenk, şaşaalı bir kılıkta
gezen liderlerinin sanrısal fikirlerine körü körüne inanmaları dışında saptanabilir
hiçbir amacı yoktur (Dewald, 1970). Daha yeni ve daha uğursuz bir örnek de ABD' deki Manson
'ailesidir'. Burada ardılları liderlerinin 'ilahi' olduğu inancını
paylaşıyorlardı ve onun emriyle adam öldürmeye bile hazırdılar. Aynı
düzenekler belli terörist grupların davranışlarına hükmediyor olabilir.
Bütün nadir
olgularda olduğu gibi, uygun tedavinin ilk adımı ortamın ve durumun
tanınmasıdır. Dile getirilen inanışlar bir akraba veya bir yakın dost
tarafından doğrulanırsa psikozun varlığını fark etmek zor olabilir. Ortamı ve
durumu değerlendirirken, daha önce belirtildiği gibi, sanrının paylaşılmasına
yol açan bir çevre oluşturulmasında önemli olan klinik ve toplumsal etmenler
daima akılda tutulmalıdır.
Sanrılı bireylerle yakın
ilişki içindeki insanlardan ne kadar azının gerçekten sanrıyı benimsedikleri
fark edilirse, 'özel koşullar'ın önemi daha da iyi anlaşılır. Çok sayıda
şizofren hasta akrabalarıyla içli dışlı yaşarlar, ancak sanrıların bu tür
paylaşımı gerçekleşmez. Demek ki, bu gerçekleştiğinde, her bireyin durumunda
işleyen özel etmenleri saptamak gereklidir.
Bu ortamın ve folie a deux durumunun varlığı fark edildiğinde, birincil asıl hastayı,
yani gerçekten psikoza yakalanmış olan kişiyi tanımak şarttır. Bu genellikle
oldukça kolaydır, ama bir güçlük yaşanıyorsa, her iki hastayı birlikte
hastaneye yatırmak veya birini yatırıp sık görüşmelerine izin vermek gerekli
olabilir. İki hastayı birlikte gözlemlemek genellikle
dayatılmış ve eşzamanlı psikoz arasında ve birincil ve ikincil ortaklar
arasında ayrımı netleştirir.
Hastaların
ayrılmasıyla ikincil hastadaki sanrıların ortadan kalkmasını belirleyenler
durumun süresi, sanrıların doğası (ikincil kişi için psikolojik açıdan değer
taşıyanlardan daha zor vazgeçilir) ve ikincil kişinin telkine yatkınlığıdır. Yalnızca telkine yatkın kişiler ve folie a deux' de boyun eğici konumda olanlar bunlardan daha kolay vazgeçerler. Geleneksel
olarak iki ortağın veya aile bireylerinin ayrılmasının temel terapötik adım
olduğu düşünülür. Ancak bazı yazarlar ayrılığın değerinden kuşkuludur. Mentjox
ve ark. (1993)
yedi olgunun yalnızca dördünde ayrılmayla sanrı- sal
inanışlarda bir azalma buldular.
Yaşlı ortaklarıayırmak daha
da az başarılı gibi durmaktadır (McNeil ve ark., 1972; Fishbain, 1987). Özellikle yaşlı çift toplum içinde
yaşamayı sürdürmek için birbirlerine bağımlıysa ve ayrılık geri dönmemecesine
bakımevine yatışa yol açacaksa, iki yaşlıyı ayırmak kontrendike olabilir
(Draper ve Cole, 1990). Birincil ortağı ikincil olandan ayırmayı ilk önermiş olan
Lasegue ve Falret (1887) bile bunun her zaman etkili olmadığının farkındaydılar.
Bazı durumlarda ortakları ayırmak yerinde olmayabilir, bazılarında ise her bir
ortaktaki psikozun ciddiyetini saptamak ve uygun tedaviye başlamak için
kaçınılmazdır.
Asıl
Hastanın Özgül Tedavisi
Hemen bütün olgularda asıl ve baskın
ortağın genellikle şizofreni veya benzeri bir duruma yakalanmış olduğuna işaret
edilmiştir. Demek ki, olguların çoğunluğunda antip- sikotiklerle ilaç tedavisi
gerekli olacaktır. Bununla birlikte, daha ender örneklerde birincil durum
affektif doğadadır ve antidepresanlar, lityum tedavisi ve hatta EKT gerekli
olabilir. Sıklıkla hastane yatışı gerekir ve bazen hastayı zorla yatırmak
gerekli olur.
Destekleyici psikoterapi de
endikedir. Taburculuktan sonra da ilaçların sürdürülmesi ve yakın gözlemle
birlikte bu destek devam etmelidir. Hastanın bunlarla izlenmesi olanaklı
değilse, özgün semptomlarda nüks ve yeniden hastaneye yatış şansı artar.
Eşlikçinin
Özgül Tedavisi
Eşlikçi veya alıcının tedavisi, ikisi
ayrıldıktan sonraki durumuna ve hepsinin ötesinde, altta yatan psikiyatrik bozukluğa
bağımlıdır. İyice kök salmış bir psikoz varsa, antipsikotik ilaçlarla yoğun
antipsikotik tedavi gerekli olacaktır. Ancak durum alıcının başlatıcıya
bağımlılığına katkıda bulunan öğrenme bozukluğu veya demans ya da diğer ruhsal
veya fiziksel bir yetiyitimiyse, bunlarla ilgili özgül adımlar atılmalıdır.
Folie imposee (dayatılmış delilik) olgularında asıl hasta iyileşince
eşlikçi de genellikle iyileşir. Bununla birlikte, nüksün önlenmesi için
toplumsal etmenler de dahil yaşam koşullarının düzenlenmesi gerekir. Aslında,
her iki hastanın birlikte kalmak için ısrarları ve işbirliğini reddetmeleri
yüzünden Folie a deux'nün tedavisi güç olabilir. Bu yüzden bazen
ortaklardan yalnızca biri gerçekten psikotik olduğu halde, zorla yatış ve
tedavi gerekli olabilir (Munro, 1986).
Bir derlemenin (McNeil ve
ark., 1972) sonuçları,
olguların yaklaşık % 25'inde, alıcılarda kısmi sağırlık, inme ve alkol kötüye
kullanımına bağlı olanlar gibi fiziksel yetiyitim- leri olduğunu ortaya koydu.
Demek ki, sürekli bağımlılığı sona erdirmek için altta yatan fiziksel
bozukluğun tedavisi temeldir.
Toplumsal
Koşulların ve İlişkinin Tedavisi
Asıl hasta ve alıcı farmakoterapi veya
psikoterapi ve/veya ayrılık gibi diğer yöntemlerle özgül olarak tedavi
edildikten sonra, dikkatler ikisinin ilişkisine ve toplumsal koşullarına
yöneltilmelidir. Birincil hedef ruh sağlıklarını korumaktır. Bu her bireyin
özgül tedavisinin sürdürülmesi ve yakın izlemeyle sağlanabilir. Ek olarak,
fiziksel ayrılığın yanı sıra psikolojik açıdan da ayrılmayı hedefleyen
girişimlerde bulunulmalıdır (Rioux, 1963; Mentjox ve ark., 1993).
Tam yalıtılmışlık durumuna
izin verilmemelidir. Patolojik kaynaşmalarını azaltmak amacıyla, her ikisine
de daha aktif olmaları ve başka ilgiler edinmeleri için daha çok destek
verilmelidir (Sacks, 1988). Bu daha geniş bir psikiyatri ekibinin katılımı, özellikle
de bir sosyal çalışmacının devreye girmesi anlamına gelecektir.
Derinlikli
Psikoterapi
Bağımlılık, ayrılık ve saldırganlık gibi
sorunlarla başa çıkma hedefiyle hastalardan en az biri için psikoterapi
olanaklı olabilir (Sacks, 1988). Bu noktada psikoterapiyle bağımlılık ve düşmancıllık
sorunları araştırılabilir (Bankier, 1988), duyguların ifadesi kolaylaştırılabilir, ana-babayla kötü
ilişkiler araştırılabilir ve bir terapistle ilişkinin model alınması
yüreklendirilebilir (Potash ve Brunel, 1974). Zorluk, hastaların birini veya her ikisini birden uzun
süreli terapiye ikna etmektedir.
Aktarılmış psikozda, Porter
ve ark. (1993) hastaların
büyük çoğunluğu için hedef bağımsızlığın sağlanması olmakla birlikte,
bağımlılığın bilerek, sanrılı, baskın kişiden daha sağlıklı birine
kaydırılmasının yararlı olabileceğini düşündüler. Porter ve ark. ayrılık
üzerine çeşitli bildirilerden alıntı yaparlar, bunlarda bağımlılığın yer
değiştirmesi bağımlı ortaktaki psikozun ortadan kalkmasına yol açmıştır. Kendi
olguları ayırma, nöroleptik bir ilaç, bireysel ve grup psikoterapiyi de içeren
çoklu tedavi görmüştü. Bu bile, iyileşmeyi kendi başına tek bir etkene bağlamanın
güçlüğünü ortaya koyar. Bununla birlikte, olguların % 90'ından fazlası aile
içinde ortaya çıktığı için aile terapisi önemlidir ve açık bir endikasyon
sayılabilir; daha önce de vurgulandığı gibi, Folie
a deux patolojik olsa bile,
bir savunma düzeneğidir, aileyi görünürde düşmancıl bir çevreden gelen
tehditle toplumdan soyutlanmanın etkilerine karşı korur. Yani, psikotik semptomlara
başvurmak zorunda kalarak da olsa, aile birimi, bir statüko
içinde korunur. Kalıcı bir düzelme sağlamak isteniyorsa sorunun bu yanı da
enine boyuna düşünülmeli ve üzerinde uğraşılmalıdır.
Toplumsal
Yaklaşım ve Destek
Tedavide bu son derece önemlidir ve daha
önce sözü edilen, intihar sözleşmesi yapmış iki kadın arkadaşın durumunda
olduğu gibi, en anlamlı etmen olabilir. Bu kişiler, iş edindirmeyi de içeren
toplumsal destek sayesinde belirgin düzelme göstermişlerdi.
Prognoz
Elimizde kesin bir prognozdan söz etmeye
yetecek kadar veri yoktur. Altta yatan herhangi bir akıl hastalığı bulunmayan
eşlikçi için prognozun iyi olduğu ve ayrılmayla tam düzelme olacağı
varsayılabilir. Ne var ki, asıl hasta ve altta yatan bir akıl hastalığı olan
eşlikçi için prognoz büyük olasılıkla daha kötüdür. Mentjox ve ark. (1993)
alıcılarda prognoz için belirleyici etmenlerin farklılaşmanın derecesi,
kişilik ve maruz kaldığı stres miktarı olduğunu ileri sürerler. Ne yazık ki bu
görüşü destekleyecek özgül kanıtlar yoktur. Başlatıcıda nüks olursa, alıcıda da
nüks tehlikesi olduğu söylenmektedir (Fernando ve Frieze, 1985). Elbette,
prognoz başlangıçtaki tedavinin etkililiğine ve izlemenin sıkılığına bağımlı
olacaktır.
Bu durum hâlâ az rastlanır
olduğu için, prognozu değerlendirmede yararlı tek yaklaşım, tekli olgu
metodolojisi olabilir. Bu metodoloji bağımlı değişkenler için bir başlangıç
değeri belirlenmesini, bir seferde bir bağımsız değişkenin değiştirilmesini ve
bağımlı değişkenlerin yineleyici ölçümlerini içerir. Bunun ayrıntıları başka
bir makalede bulunabilir (Barlow ve Hersen, 1984). Kitabımızın daha eski baskılarında ileri
sürdüğümüz gibi, olgu sunumlarında standartlaştırılmış tanı gereçleri ve
değerlendirme ölçekleri kullanılmalıdır.
Adli Yön
Folie a deux ile ilintili hırsızlık, şiddete başvurma, cinayet ve intihar
sözleşmelerini içeren antisosyal davranışlar bildirilmiştir. Bu olgulardan
bazılarının potansiyel tehlikeli- liğine örnek, sanrısal parazitoza yakalanmış 58 yaşındaki kadının hekimini
öldürmeye çalışmasıdır.
Kocası da onun sanrısal inanışlarını paylaşıyor ve destekliyordu, ancak kadın
zorla yüksek güvenlikli bir hastaneye yahrıldıktan sonra adam bütün sanrısal
inancını yitirmişti (Bourguis ve ark., 1992). Kraya ve Patrick (1997) de, beş folie a deux olgusunda potansiyel risk üzerinde
durmuşlardır. Bu olguların üçü koca-karı, biri anne-kız ve biri de ikiz erkek
kardeşlerden oluşuyordu ve kurbanlarının sonu ölüm olmuş veya ölümün eşiğinden
dönmüşlerdi. Bu olguların hepsi de dinsel sanrıları paylaşıyorlardı, ki bunun
varlığı riski arhrıyor gibi durmaktadır.
Folie a deux ile ilintili intihar sözleşmeleri enderdir, bu tür
sözleşmelerin çoğunluğu bu bozuklukla ilişkili değildir. Ne var ki, genellikle
her sözleşmedeki kişilerden birinde biçimsel bir psikiyatrik bozukluk bulunur
ve toplumsal yalıtılmışlık bazı intihar sözleşmelerinde folie a
deux'nün varlığını düşündürür (Rosen, 1981; Brown ve ark., 1995).
Son
Bir Söz
Folie a deux yalnızca merak uyandırıcı ve renkli
bir durum olmakla kalmaz, aynı zamanda psikotik semptomların gerçekte ne kadar
az sıklıkta bulaşıklarının da altını çizer; aslında, sayılan özgül durumlar,
özellikle toplumsal yalı- tılmışlık dışında, hemen hiç görülmez.
Abse, D.W. (1974) in American
Handbook of Psychiatry, Vol. III. Basic Book ine., New York.
Baillarger, J.G.F. (1860)
Gaz Hop Paris, 149.
Bankier, R.G. (1988) Can J Psychiat, 33, 251.
Barlow, D.H. and Herson, M. (1984) Single Case Experimental Designs: Strategies for Studying Behaviour
Change,
2nd edn. Pergamon Press, New York.
Berlyn, C. (1819) Z. Psychiat Aerzte Leipzig, 2, 530.
Bourgeois, M.L., Duhamel, P. And Verdoux, H. (1992) Br J Psychait, 161, 709.
Brill, A. (1920) Med Rec (NY), 97, 131.
Brown, M,, King, E. and
Barraclough, B. (1995) Br J Psychiat, 167,448.
Brussel, J.A. (1935) Am J Psychiat, 92, 215.
Christodoulou, G.N., Margariti, M.M., Malliaras, D.E. and
Alevizou, S. (1995) J Neurol, Neurosurg and
Psychiat,
58,499.
Coleman, S. and Last, S.
(1939) J Men Sci, 85,1212.
Dalby, J.T. and Duncan,
B.J. (1987) Can J Psychiat, 32, 64.
Deutsch, M. (1938) Psychoanalyt Quart, 7, 307.
Dewald, P.A. (1970) Psychiatry, 30, 390.
Dewurst, K. and Todd, J.
(1956) J Nerv and Men Dis, 124,451.
Draper, B. and Cole, A.
(1990) Austral and NZ J Psychiat, 24, 280.
Faris, E. and Dunham,
H.W. (1939) Mental Disordes and Urban
Areas.
University
Press, Chicago.
Femando, F.P. and Frieze,
M. (1958) Br J Psychiat, 146, 315.
Fishbain, D.A. (1987) Can J Psychiat, 32, 498.
Floru, L. (1974) Forsch Neurol Psychiat, 42, 76.
Freud, S. (1921) Group
Psychology and the Analysis of the Ego. Hogarth, London.
Glassman, J.N., Magulac, M. and Darko, D.F, (1987) Am J Psychiat, 144, 658.
Gralnick, A. (1942) Part I. Psychiat
Quarter,
16, 230; Part II. Psychiat Quarter, 16, 491.
Grover, M.M. (1937) Am J Psychiat,
93,
1045.
Hart,
J. and McClue, G.M. (1989) Br J Psychiat, 54,552.
Haygarth, J. (1800) Of the Imagination as a Cause and a Cure of Disorders of the Body, Bath.
Heuyer, G.R. (1935) Ann Med
Psychol, 93, 254.
Hofbauer,
J.L. (1846) Oest Med Uschr, 118.
Idelar,
K.W. (1838) Grund Seelenmeilk (Berlin), 2, 530.
Ilechukwu,
S.T. and Okyere, E. (1987) Can J Psychiat, 32, 216.
Janofsky, J.S. (1986) J Nerv Men Dis,
174, 368.
Kashiwase, H. and Kato, M. (1997) Acta Psychiat Scand, 96 (4), 231.
Kendler, K.S.. Robinson, G., McGuire, M. and Spellman, M.P. (1986)
Br J Psychiat,148,463.
Krya,
N.A.F. and Patrick, C. (1997) Aust New Zea J
Psychiat,
31, 883.
Laseque,
C. and Falret, J. (1877) Ann Med Psychol, 18, 321.
Layman,
W.A. and Cohen, L. (1957) J Nerv Ment Dis, 125, 412.
Lazarus, A. (1986) Br J Psychiat,
148,324.
Lehmann, G. (1885) Arch. Psychiat
Nervenkr, 14, 145.
Marandon
de Montyel, E. (1881) Ann Med Psychol, 5, 28.
Marandon de Montyel, E. (1894) Ann Med
Psychol, 19, 226.
McNeil,
J.N., Verwoerdt A. and Peak, D. (1972) J Am
Geriat Soc, 20, 316.
Mentjox, R., Van Houten, C.A. and Kooiman, C.G. (1993) Comp Psychiat, 34,120.
Munro, A. (1986) Can J Psychiat, 31,
233.
Oberndorf, C. (1934) Internat J
Psychoanal, 15, 14.
Pande,
N.R. and Gulabani, D.M. (1990) Br J Psychiat, 156,440.
Porter,
T.L., Levine, J. and Dinneen.M. (1993) Br J Psychiat,
162,704.
Postle, B. (1940) Arch of Neurol
and Psychiat, 43,372.
Potash, H. and Brunell, L. (1974) Psychother: Theor, Res Pract, 11,270.
Primrose, J. (1635) De Vulgi in
Medicina Erronbus. Trans. R.Willie, London, 1668.
Pulver, A.
and Brunt, M. (1961) Arch Gene Psychiat, 5,257.
Regis,
E. (1881) Encephahle (Paris), 1,43.
Rhein, J. (1992) New York Med J,
116,269.
Rioux, B. (1963) Psychiat
Quarter,
37,405.
Rosen, B.K. (1981) Psychol Med,
11,525.
Sacks, M.H. (1988) Comp Psychiat,
29, 270.
Salih, M.A. (1981) Br J Psychiat, 139, 62.
Schmidt, A.O. (1949) Abnorm Soc
Psychol, 44,402.
Signer, S.F. and
Isbister, S.R. (1987) Br J Psychiat, 151,402.
Sims, A.,
Salmons, P.and Humphreys, P. (1977) Br J Psychiat, 130,134.
Soni, S.D.
and Rockley, GJ. (1974) Br J Psychiat, 125,230.
Tuke, D.
(1887) Br Med J, 2,505.
Westermayer,
J. (1989) J Clin Psychiat, 50,181.
White, T.G.
(1995) Can J Psychiat, 40,418.
Whytt, R.
(1764) The Words of Robert Whytt. Edinburg, 1768.
Wolff, G.and
Mckenzie, K. (1924) Br J Psychiat, 165,842.
x
EKBOM
SENDROMU
Ekbom Sendromu
(Sanrısal Parazitoz)
Doğabilimci
gözlemlediği sırada bile bir pireyi, Emmektedir kanını, üzerindeki daha küçük
pireler; Vardır bunların da üzerinde onları emen daha küçükleri Böylece gider sonsuza.
Jonathan Swift (1667-1745)
Bu, hastaların böceklendikleri,
kurtlandıkları (infestasyon) yolunda sanrılara kapıldıkları bir durumdur.
Hasta, böcekler, bitler, kurtçuklar veya başka küçük haşaratın cildinde, bazen
de bedeninde yaşadığına veya bir şekilde buradan beslendiğine mutlak bir
kesinlikle inanır.
Tarihçe
Sendroma, temel belirtilerini tanımlamış
olan (1937; 1938) İsveçli nörolog Ekbom'un adı verilmiştir. Bununla birlikte,
büyük olasılıkla ilk kez Fransa'da 1894'te Thiedierge tarafından daha sonra da
1896'da Perrin tarafından ta- nımlanmışhr, bunların ikisi de dermatologdur.
Durum, zoofobi, parazitofobi (Eller, 1929) ve akarofobi (Myerson, 1921) gibi
yanlış adlandırmalara yol açmıştır. Daha sonra Annika Skott (1978) konu üzerine
yazdığı monografide, Ekbom'un Dermatozoenwahn terimini kullandığından söz etmiştir,
sözcük sözcük tam çevirisi 'deri-hayvan-sanrı'.
Sendrom diğer psikiyatrik
semptomlarla ilişkili olarak ortaya çıkabilir veya sanrı izole bir fenomen
olarak var olabilir. Çağdaş sınıflandırma sistemlerinde bu ikinci durum
ICDlO'da sanrısal bozukluk, DSM-IV'te ise sanrısal bozukluk - somatik tipe bir örnek olarak ifade edilir.
Olgu 1
Bu hasta 43
yaşında bekâr bir kadındı ve bir dermatolog tarafından gönderilmişti. Sorunu
ilk olarak yaygın bir kaşıntı halinde başlamıştı, hasta bunun kaynağında iki
yıl kadar önce, çatısındaki kırlangıç yuvalarından dağılan çeşitli artro- pod
ektoparazitler tarafından evinin istila edilmesi olduğuna inanıyordu. Ona,
paradoks biçimde, haşere istilası kış aylarında daha beter oluyor gibi
geliyordu. Birçok kez ısırılmış/so- kulmuş olduğunu, ancak nedenini bulamadığını
söylüyordu. Onunla birlikte yaşayan annesinde benzeri ısırıklar bulunmadığını
itiraf ediyordu. Hastaneye yatırıldıktan sonra bulunan tek fiziksel anormallik
yaygın sıyrıklardı, bunlar da yattığı kısa süre içinde önemli oranda düzeldi.
İlginç biçimde, Tarım ve Balıkçılık Bakanlığı'nda bir veteriner
olarak çalışmış olduğu anlaşıldı, mesleğini sürdürdüğü sıralarda, büyükbaş
hayvanlarla teması sonucunda barsak solucanı kapmıştı. Ayrıca üniversitede
öğrenciyken uyuza yakalanmıştı, bunu kimden veya nasıl aldığı bilinmiyordu,
çünkü bekâr olmanın da ötesinde, karşı cinsle temas etmekten kaçınan biriydi.
Cildinin pire ısırıklarına reaksiyon gösterdiğinden söz etti, buna göre bir
zamanlar başka insanlarla fiziksel temasının, şimdi söylediğinden daha fazla
olduğu çıkarımı gayet akla yakındı. Benzer şekilde, belki de bu diğer cilt sorunları,
onu daha sonra yaşayacaklarına karşı psikolojik olarak 'duyarlılaştırmıştı'.
Bu talihsizlikler dışında fiziksel olarak sağlıklı görünüyordu. Ayrıca, ne
hastada, ne de ailesinde akıl hastalığı öyküsü yoktu.
Olgu 2
Yine kadın
olan bu olgu 68 yaşındaydı ve durumunun özellikleri diğer yazarların
tanımladıklarıyla çok daha fazla paralellik gösteriyordu. İlk başta haşere
istilasından doğrudan yakın- masa da, geçmişinde bu öykü kesinlikle vardı.
Dokuz yıl önce 'mahrem yerime doğru bir şeyler tırmanıyor’ yakınmasıyla başka
bir hastaneye başvurmuş, kediden solucan kapmanın olası olup olmadığın
sormuştu. Depresif gözükmüyordu, ancak hastaneye yatırıldıktan sonra zoopatik
semptomlarının ilk göründüğünden daha belirgin oldukları anlaşıldı, dahası, solucanların
rektumunu istila ettiklerinde ve omurgasını etkilediklerinde ısrarlıydı.
Ayrıca, başı dahil, bedeninin çeşitli yerlerinde parastezileri olduğunu öne
sürüyordu. Günlerce vaktini solucan aramakla geçirdiği söyleniyordu, bunları
dışkısında gördüğünü de söylemişti. Bu yatışında EKT ile tedavi edildi ve
durumu oldukça hızlı yanıt verdi. Ne var ki, hastaneden taburcu olduktan sonra
kısa sürede nüks gelişti. O sırada konan tanı, hipokondriyak özelliklerle giden
maskeli depresyondu. Biryıl sonra görüldüğünde durumu ilk baştakine çok
benzerdi, bu yüzden yeniden yatırıldı ye bu kez antidepresan ilaçlarla tedavi
edildi. Bir kez daha duygudurumu düzeldi, ancak zoo- patik uğraşları tümden yok
olmadı.
1981 yılında
bizim servisimize yattığında, ön plandaki yakınmaları daha öncekilere benzese
de, bazı değişikliklere uğramıştı. Artık haşere istilasına uğramış olduğunu
söylemese de, vajinasında, rektumunda ve kalçalarında tuhaf karıncalanma
hislerinden yakınıyordu, bunun omurgası boyunca çıktığında ısrarlıydı.
İyi giyimli
bir kadındı, açıkça ajite veya depresif olmasa da kırılgan bir görünümü vardı.
Hızlı ve düzgün konuşuyordu, ancak barsakları dışında herhangi bir şeyden söz
etmesini sağlamak güçtü. Muayenede belli derecede arteriyopati saptandı. Kan
basıncı 180/100 mm Hg idi ve göğüs röntgeninde sol ventriküler hipertrofi
saptandı. Dokuz kez daha EKT teda-
visi
uygulandı ve fenotiyazinlere başlandı, bunlar hastaneye yeniden yattıktan kısa
süre sonra başlamış olan parafrenik tipte varsanılarını (ona üçüncü şahıs
zamiriyle hitap eden ve hareketleri üzerinde yorumlarda bulunan sesler) denetim
altına aldı. Taburcu edildiği sırada durumu büyük iyileşme göstermişti, ancak
prognozuyla ilgili kuşkular vardı.
Olgu 3
Yirmi üç
yaşında, Jamaika kökenli bu hasta da bekâr bir kadındı ve bir Yehova
Şahidi'ydi. Onu da saçlarında ve bedeninde gezinen böcekler olduğuna dair
sabit bir inanışla başvurduğu dermatolog göndermişti. Ergenliğinden beri, sekiz
yıldır buna inancını koruduğu anlaşıldı. Belki de yaşamının bu döneminde, ki
bu infestasyon fikirlerinin gelişmesinden hemen önceydi, hâlâ Jamaica'da
yaşamaktayken kazara kanalizasyon çukuruna düşmesi semptomlarının gelişmesinde
önemli olmuştu.
Saçında 'ince beyaz şeritler' gördüğünü söylüyordu, hiç böcek
görmemişti. Kaşıntısı başından koltuk altlarına ve pu- bisine yayılmıştı, bu
yüzden bu bölgelerdeki kıllarını tıraş etmişti. Saçlı derisinde hiçbir şey
görmemiş olmasına karşın, orada böcek gibi bir şeylerin 'gezindiğini'
hissediyordu, kafa derisini ısırıyor ve 'çıtırtı sesi' çıkararak
geziniyorlardı. Saçlarını tarayarak veya yıkayarak, ya da çeşitli losyonlar
sürerek bu rahatsızlığından kurtulamıyordu. İlk görüldüğü sırada
semptomlarının kötüleştiğini ve kaşıntının bütün vücuduna yayılmakta olduğunu
düşünüyordu. Bundan sonra ilişkisi olan herkesin (gayri meşru kızı ve kız
kardeşi) benzer şekilde haşere istilasına uğradığına inanmaya başladı, bunu
biliyordu, çünkü kız kardeşini kaşınırken görmüştü. Kız kardeşiyle konuşulduğunda,
bu konuda hiçbir şey bilmediği, aslında hastanın yakınmalarından da pek
haberdar olmadığı anlaşıldı.
Ruhsal durum muayenesinde hasta uyanık, dışadönük, yeterince zeki
ve bakımlı genç bir kadın görünümündeydi. Depresif olduğuna dair herhangi bir
belirti yoktu. Zihni açıktı ve görünürde temizlik vs. ile ilgili gereksiz
saplantıları yoktu. İyi uyuduğunu, iştahının iyi olduğunu ve kilosunun her
zamanki gibi olduğunu belirtti. İntihar düşünceleri yoktu.
Açıkça dile getirdiği parazit infestasyonu fikirleri dışında
düşünce bozukluğu veya şizofreni ya da diğer majör psikotik durum düşündürecek
başka semptomu yoktu. Pimozidle tedavi edildi, çok sayıda araştırmacı
tarafından bu durumda özellikle etkili olduğu söylenmesine karşın, taburcu
edildiği sırada ilaç durumunda hiçbir düzelme sağlamamıştı. O zamandan sonra
bir daha görülmedi.
Yukarıda tanımlanan ilk hasta saf
biçiminde ortaya çıkmış bir sanrısal bozukluk olgusu gibi dururken, ikincisinde
infestasyon ve daha sonra barsaklarında vs. bir şeyler gezindiği şeklindeki
sanrılar büyük olasılıkla serebral arte- riyosklerozla ilişkili bir depresyon
zemininde gelişmişti. Buna karşın, üçüncü hastadaki bozukluk, açıkça psikoz
sınırında olmasına karşın, obsesyonel doğada sayılabilirdi. Yine bir kadın olan
bir sonraki olgu, hastanın adli kanaldan getirilmiş olması ve inançlarının
etkisinde bazı hastaların neler yapabileceklerini göstermesi açısından
ilginçtir.
Olgu 4
Kırk beş yaşında, boşanmış bir kadın olan hasta sahte reçetelerle
çok sayıda ilaç edinmekle suçlandıktan sonra psikiyatrik görüş almak üzere
gönderilmişti. Genelde antibiyotikler, antifungaller veya antihelmintikler
olmak üzere çeşitli ilaçlar almıştı, ayrıca bazen varfarin ve nifedipin de
alıyordu. İlaçları saygın eczanelerden satın alıyordu ve bu yolda bütün birikimlerini
(binlerce sterlin) harcamıştı.
Geçmişte suç kaydı veya yasadışı madde kötüye kullanımı öyküsü
yoktu. Yedi yıl kadar önce Addison hastalığı tanısı konmuştu ve o zamandan beri
steroidlerle tedavi ediliyordu, ancak bunları düzensiz kullanıyordu. Tanı
konduktan üç yıl kadar sonra bir akıl hastanesine yatırıldığında Cushingoid olduğu
fark edilmişti.
Öyküde, yedi yıldır bir parazite yakalanmış olduğunu anlatıyordu.
Tam o sıralarda küçük, ama kalın ve hareket eden bir tür barsak solucanı
düşürdüğünü söyledi. Solucan bacağına düşmüş ve çabucak çözünüp dağılmıştı.
Daha sonra kalıntıları bir doktora gösterdiğinde, bunun 'larva tipinde bir
yaratık’ olduğu söylenmişti.
İzleyen yıllarda hem devlet hastanelerinde hem de özel çok sayıda
doktora, uzmanlar ve pratisyenlere başvurmuş, ancak aldığı yanıtların
hiçbirinden tatmin olmamıştı. Gördüğü doktorların hepsinin, hastalığın daha
erken bir aşamasında yapılmış bir tıbbi hatayı veya yanlış tanıyı örtmeye
çalıştıklarını düşünmeye başlamıştı. Bir keresinde bir veterinerden bile
yardım istemişti. Yasaya karşı geldiğini bildiği halde, tıp mesleğinin
başarısızlığı yüzünden bu şekilde davranmaktan başka şansı olmadığını, aksi
halde durumunun hayatını tehdit eder hale geleceğini hissediyordu. Diğer
açılardan fiziksel ve ruhsal sağlığı iyiydi.
Sendromun sıklığı ve yaygınlığı
bilinmemektedir. Bizim deneyimlerimize göre durum ender görülmektedir. Küçük
bir hastanede, bu tür hastaların başvurmalarının beklenebileceği psikiyatri
birimine on sekiz buçuk yılı aşkın bir dönem içinde yatırılan 1690 hastanın
kayıtları araştırıldığında yalnızca üç olgu bulunmuştur. İzleyen araştırmalar
yayımlanmıştır:
• Marneros ve ark.
(1998) sıklığı, 10 bin psikiyatrik yatışın yaklaşık 7'si olarak hesapladı.
• Skott (1978) 1954 ve
1961 yılları arasında 82 ayrı yayında yer almış 354 olgu sıraladı. Ancak bu
bildirilerin 40'ı tek örneklerle sınırlıydı; geri kalanların yalnızca altısında
olgu bildirimlerinin sayısı iki haneli sayılara ulaşıyordu. (Ekbom'un kendisi
yalnızca yedi olgu bildirdi.) Alman bir psikiyatr olan Dohrin (1960)
66 olgu saptadı.
• Bozukluğun
dermatologlar tarafından görülme şansının daha yüksek olduğu (Musalek ve
Kutzer, 1989), bu
yüzden de, gerçek sıklığın dermatolojik popülasyonlar- da daha doğru
yansıtılacağı öne sürüldü. Bourgeois ve ark. (1986) Fransız dermatologlara başvuran 150 olgu bildirdiler; Reilly ve Bachelor (1986) posta kanalıyla yürüttükleri bir
taramada 5 yıllık bir dönem içinde 144 dermatolog tarafından görülmüş, sanrısal parazitoz tanısının varlığı
çıkarsanabilecek 365 hasta saptadılar; Schrut ve Waldron (1963) üç olgu tanımladılar ve 5 yılı aşan bir süre içinde bir dermatoloji
kliniğinde görülen diğer 100 hastadan söz ettiler.
Klinik
Özellikler
Bozukluğun
klinik özellikleri şunlardır:
• İnfestasyon
(böceklenme, kurtlanma) sanrısı.
• Başka psikiyatrik
özellikler de bulunabilir: dokunma varsanıları ve görsel varsanılar; sanrısal
anılar.
• Bazen, şizofreni
veya depresif psikoz gibi diğer bir psi- kotik hastalığın bir semptomu olarak
ortaya çıkar.
• Tutulanlar tipik
olarak parazitin nasıl davrandığını ayrıntısıyla anlatırlar, sıklıkla deri
döküntüleri, keratin veya diğer kabuklar şeklinde 'kanıtlar' sunarlar.
• Cildin fiziksel
muayenesi normal olduğunu gösterir, bazen yolma, kaşıma veya antiseptiklerin
yol açtığı der- matit bulunabilir.
• Tipik hasta 40 yaşını geçmiş bir kadındır. Kadınların erkeklere
kıyasla üç katı daha sık hastalandıkları söylenmektedir (Edwards, 1977).
• Folie a deux gelişme sıklığı yüksektir. Bu tür bir
sonucun dört veya beş olgunun biri gibi yüksek bir oranda ortaya çıktığı
tahmin edilmektedir (Skott, 1978; Mester 1975). Bazen aynı ailenin birkaç bireyi tutulabilir; Folie a famille veya folie partagee (paylaşılmış delilik, -çn.) denen bu
duruma Evans ve Merskey'in (1972) bildirdikleri olgu örnek gösterilebilir; burada ana-baba ve
iki kızları dermal infestasyona uğradıkları inancını paylaşıyorlardı.
• Morris ve ark. (1987;
1988) yaşlı hastalar
üzerinde özel bir çalışma yürüttüler ve hastanın kendi bedeni değil, çevresinin
böcek istilasına uğradığına inandığı yeni bir varyant bildirdiler.
Bağlantılı durumlar arasında hastaların
kötü bir koku yaydıkları ve sanrının aslında olmayan bedensel bir kusurla ilgili
olduğu (dismorfik sanrı) durumlar sayılabilir. Bu tür durumların klinik
görünümleri aşağıda tanımlanıyor.
Kötü
Bir Koku Yayma Sanrıları
Bu hastalarda ya ağızlarından (halitozis)
ya da anüslerinden kokuşmuş gıdalarınkine benzer kötü bir koku yaydıkları
sanrısı da bulunabilir. Bu inanış, hastanın çevresindeki insanların tutumlarını
yanlış yorumlamasıyla pekişebilir ve onları iğrenme veya kaçınma davranışları
sergilemekle suçlar. Barsaklarından gaz sızması sonucunda kötü bir koku
yayıldığında ısrar ederek bir gastroenterologa gönderilmek isteyebilirler, ya
da terlerindeki anormallik yüzünden dermatolog tarafından görülmekte
diretebilirler.
Hastaların önemli bir alt
grubu ağız kokusundan yakınır ve genellikle diş hekimlerine veya kulak burun
boğaz uzmanlarına gönderilirler. Bu olguların küçük bir yüzde- sinde, koku
varsanıları vardır, çünkü kokuyu ayrıntısıyla tanımlayabilirler. Bu
'varsanısal halitozis' ve 'kokusal bir alınma (referans) sendromu' olarak
tanımlanmıştır (lwu ve Akpata, 1989). Iwu ve Akpata (1989) hiçbirinde daha önceden psikiyatrik tedavi veya madde
kullanımı öyküsü bulunmayan, sanrısal halitozis olan 32 olguyu gözden geçirdiler, yalnızca biri
dışında hepsi de işlerini sürdürüyordu.
Bu duruma yakalananların
büyük sıkıntı yaşadıklarına kuşku yoktur. Normal diş tedavilerine yanıt
vermezler ve nadiren de olsa bazen depresyona girer ve hatta intihara
kalkışırlar (Davidson ve Mukerjee, 1982). Malasi (1990) klinik ortamda bazen aşırı değerlendirilmiş fikirler,
sanrılar ve varsanıların ayırt edilmesinin güçlüğü üzerinde durur.
Olgu 5
Elli iki
yaşında, evli, iki çocuklu bir kadın periodontal hastalığının tedavisi için
bir diş hekimine başvurmuştu, ama yaklaşık on yıldır var olan esas yakınması,
ağzındaki kötü koku ve kötü tattı. ilk başlarda, kötü tat ve kokunun belli
dişlerden geldiğini öne sürüyordu. Ancak bunlar tedavi edildikten sonra kaynak
olarak başka dişleri göstermeye başlıyordu. Ayrıca kötü koku yaydığı için
'diğer insanlardan bir sürü tepki’ aldığından yakınıyordu. insanların kötü
kokunun ondan mı yoksa kendilerinden mi geldiğini kontrol ettiklerini
anlatıyordu. Sonuçta, eskiden konuşkan, dost canlısı ve dışadönük bir insanken
artık çok içe kapanık biri haline gelmişti.
Ailesel stres söz konusuydu, annesi yakınlarda inme geçirmişti, evliliğinde
geçimsizlik vardı ve işyerinde de bazı gerginlikler yaşıyordu. Bununla birlikte
açık biçimde depresif değildi ve başka türlü bir psikiyatrik bozukluğu yoktu.
Ağzındaki kötü koku ve tatla aşırı meşgul oluyordu ve bu sanrısal yoğunluğa
ulaşmıştı, artık aksine ikna edilemiyordu. Pimozid ve destekleyici psikoterapi
kombinasyonuyla tedavisi başarılıydı. Yaklaşık 18 ay sonra, pimozidi keski ve
semptomlarında yeniden alevlenme oldu. Yeniden pimozide başlanmasıyla
semptomlar ortadan kalktı.
Dismorfik
Sanrılar (Şekil bozukluğu sanrıları)
Dismorfofobi terimi 1886 yılında, bunu 'hastanın görünümü normal sınırlar içinde olmakla
beraber, başkaları tarafından fark edildiğini sandığı bir hastalık veya
fiziksel kusur bulunduğuna dair öznel bir duygu' şeklinde tanımlayan Morselli
tarafından ortaya atıldı. Kavram, psikolojik düzeneklerden kaynaklanan
yakınmalarla sınırlı tutulmuştur; semptomlar genellikle bozulmuş bir beden
imgesinin dışavurumu olarak görülür.
Tutulanların aşırı uğraşıları
genellikle burunlarıyladır, ama bazen çene, penis, dökülen saçlar, göğüsler,
sivilceler veya kırışıklarla da olabilir. Bozukluk bir fobi değildir, obsesyon
veya aşırı değerlendirilmiş fikre daha yakındır. Tanı ayrıca, daha önceleri de
fark edildiği gibi, belli kişilik özelliklerinin varlığına bağımlıdır -
örneğin duyarlılık, içedönüklük ve hipokondriyak eğilimler. Durum günümüzde
beden dismorfik bozukluğu olarak bilinir ve 'dis- morfofobi' terimi kullanımdan
kalkmıştır.
Beden dismorfik bozukluğu
(BDB) bedensel bir anormallik olduğuna dair dirençli öznel bir inanışın
bulunduğu, kronik, psikotik olmayan bir somatorform bozukluktur. Hasta
anormalliği başkalarının açıkça gördüklerine emindir; bazı olgularda görece
ufak fiziksel anormallikler gerçekten vardır, ancak bu tutulan kişinin
kaygısını ve inadını hiç de hak edecek derecede değildir.
Demek ki, tablo daha çok,
eskiden monosemptomatik hipokondriyak psikoz denen, günümüzün sanrısal bozukluk - somatik tipine çok benzer, tek fark yakınmanın sanrısal
yoğunluğa ulaşmamış olmasıdır. Bu daha çok aşırı değerlendirilmiş fikir
biçimindedir. Başlangıçta dismorfofobi için belirtildiği gibi, BDB'nin
obsesif-kompulsif bozukluğa benzer özellikleri olduğu ileri sürülür. Bu
benzerlik, her iki durumun da klomipramin gibi serotonerjik antidepresan- lara
yanıt vermesiyle güçlenir.
BDB olgularının küçük bir
yüzdesinin, hastalıklı kıskançlık gibi diğer bozukluklarda olduğu gibi, geçici
olarak psikotik hal aldıkları öne sürülmüştür (McElory ve ark., 1993). Bu durum
sanrısal bozukluktan ayırt edileme- yebilir. Ne var ki tanımlananlar, kısa
psikotik epizotları daha fazla akla getirir ve hastalar serotonerjik antidepre-
sanlara yanıt verebilirler, oysa sanrısal bozukluk olguları yalnızca nöroleptik
ilaçlarda düzelme gösterebilirler.
Aralarındaki ilişkinin doğası
ne olursa olsun, her iki durum da (BDB ve sanrısal bozukluk) plastik ve
kozmetik cerrahların da karşısına çıkabilir, hastalar cerrahi girişim talebinde
bulunabilirler. Cerrahın geri çevirmesi durumunda hastalar başka cerrahlara
başvururlar, yine olumsuz yanıt alırlarsa dava açma yoluna bile gidebilirler.
Dismorfik sanrısal
bozuklukta, cerrahiden kesinlikle kaçınılması gerekli gibi durmaktadır, hem
hastaları nadiren tatmin eder, hem de genellikle daha ileri tedavi taleplerinin
doğmasına yol açar. Connolly ve Gipson (1978) büyük oranda kozmetik
gerekçelerle rinoplasti yapılmış 86 hastadan 32'sinin, 15 yıl sonra ağır bir
nevroz sergilemekte ve altısının şizofreniye yakalanmış olduklarını
bildirdiler. Bununla birlikte, hastalık veya yaralanma yüzünden benzeri bir
ameliyat geçirmiş 101 hastanın yalnızca dokuzunda ağır nörotik yetiyitimi ve
birinde şizofreni vardı.
Bu, psikiyatrlarla estetik
cerrahların birlikte yürüttükleri odaklı araştırmalara çok gerek duyulan bir
alandır. Medyada sıklıkla resmedilen bedensel kusursuzluğun birçok bireyin
gözünde tüm değerlerin üzerine çıktığı toplumu- muzun doğası yüzünden sorun çok
daha büyümüştür.
Olgu 6
Kırk yaşında,
boşanmış, yaşından çok daha genç gösteren bir adam 'çok ağrı veren çene
çıkığı’nı düzelttirmek üzere cerraha başvurmuştu. Yalnızca çenesinin çıkık
olduğu gerçeğiyle uğraşıyordu, bunun sonucunda dişlerinin çarpıldığını ve üst
üste bindiğini öne sürüyordu.
Davranışlarındaki değişikliğin öyküsü üç yıla uzanıyordu; kendini
iyice soyutlamıştı. 'Hayatta yaptığı her şeyde mükemmeliyetçi' olduğunu kabul
ediyordu. Aynaya bakmaktan nefret ediyordu, bunun gençliğinde çok zor
gerçekleştirilmiş bir diş çekimiyle başladığını söylüyordu - çenesi 'yerinden
sökülmüş ve daha çıkık hale gelmişti'.
Daha o sıralarda bile bazı saplantılı kişilik özellikleri bulunmakla
birlikte çocukluğu mutlu geçmişti. Kendini 'Daima kendime çok güvenirdim ve
aklıma koyduğum her şeyi yapabilirdim' şeklinde tanımlıyordu. Daha sonra, şu
anki sorununa göndermede bulunarak, 'Bunun tamamen kendi elimde olmasını
isterdim, ama bunu düzeltmeleri için başka insanlara muhtacım; ya yapmıyorlar
ya da yapamıyorlar, bu yüzden ben de bunu aklımdan çıkartamıyorum - bir türlü bununla
uğraşmadan yapamıyorum'. Okulda mutluydu, ancak ulaşabileceğini bildiği
akademik standartlara ulaşamamıştı. Yirmi yaşında evlenmişti ve çocuk yüzünden
kavga ettikleri için 26 yaşındayken boşanmıştı. Uzun süreli başka ilişkileri de
olmuştu, ama şu anki eşinin toplumdan yalıtılmışlıkları yüzünden sıkıntı
çektiğini söylüyordu.
Öyküde depresif epizotlar ve intihar düşünceleri vardı. Paradoks
olarak, intiharın bir kaçış yolu olduğunu fark ettiğinde geriliminin azaldığını
belirtiyordu. Çenesiyle ilgili sarsılmaz hipokondriyak inancı dışında hastanın
ruhsal durumu normal gözüküyordu, ancak saplantılı kişilik özellikleri
belirgindi. Başlangıçta klomipraminle tedavi edildi, ancak hiç etki gözlenmedi.
Daha sonra, hem diş hekimleri hem de ruh sağlığı ekibinin ortak çalışmasıyla,
pimozidle başarılı biçimde tedavi edildi.
Olgu 7
On sekiz yaşında genç bir erkek kulaklarının büyüklüğü yakınmasıyla
başvurdu. Okulda onunla alay ettiklerini ve itip kaktıklarını söylüyordu, 11
yaşındayken kulaklarının kepçe oluşuyla dalga geçtiklerini anımsıyordu. Yüzmeye
gittiğinde, özellikle kulaklarını düşünüyordu ve giderek yüzmeyi ve diğer spor
etkinliklerini bırakmış, kendini iyice insanlardan soyutlamıştı.
Aşırı uğraşısı arttıkça giderek yetiyitimine uğramıştı. Dışarı
çıkıp iş arayamıyordu ve depresif hal aldı. Bir intihar davranışı olarak
bileklerini yüzeysel biçimde kesmişti.
Bireyleri birbirine yakın bir aileden geliyordu. Büyükannesi,
sekiz çocuk ve 25 torunun bulunduğu ailedeki baskın kişilikti. Babası
otoriterdi ve annesinin 'sinirleri bozuk'tu. Erken gelişimi diğer
çocuklarındakinden daha yavaştı. Belirgin derecede saplantılı bir kişiliği
vardı, hijyenle ve dış görünümüyle aşırı uğraşıyordu.
Muayenede gergin ve depresifti ve kulaklarının büyüklüğü ve
şekliyle aşırı uğraşıyordu. Tepkilerinin abartılmış olma olasılığını
tartışabiliyordu ama yine de, yanıtın plastik cerrahide yattığına inanıyordu,
sonuç doyurucu olmasa bile. Biçimsel bir depresif hastalık veya psikoza ilişkin
bir belirti yoktu. IQ'su ortalamanın donuk ucuna daha yakındı.
Tanı beden dismorfik bozukluğu idi ve bilişsel davranışçı tedavi
uygulandı.
Sendrom hemen her zaman non-spesifiktir;
ya paranoid bir bozukluk olarak tek başına, ya da hem işlevsel hem de organik
başka durumların bir semptomu olarak ortaya çıkar. Bozukluğun saf'biçimi,
kesinlikle diğer hipokondri- yak durumların geniş yelpazesiyle ilişkilidir.
Bunlar yelpazenin bir ucunda sağlıkla ilişkili nörotik anksiyeteden (çeşitli
hastalıklara yakalanmış olduğuyla sürekli aşırı uğraşmadan değişiktir), diğer
uçta yer alan belli bir hastalık veya sakatlığı olduğuna dair sanrısal inanca
dek uzanır. Bu aralıkta dismorfofobi, venerofobi (cinsel temasla bulaşan
hastalıkları kapma fobisi) ve kanserofobi de yer alır.
Kalıtım
Kardeşlerin yaklaşık % 40-45'inde
saptanan diğer biçimlerde psikiyatrik bozukluklara bakarak ailede ruhsal bozukluk
öyküsünün sık olduğu söylenebilir.
Biyolojik
Etmenler
Skott (1978) organik beyin hastalığı varmış gibi duran
birçok hasta saptadı. Yazarın katkıda bulunuyor olabileceğini düşündüğü diğer
fiziksel durumlar arasında hipertansiyon, kalp yetmezliği ve serebral
arteriyopatik dejeneratif değişiklikler sayılabilir. Bununla birlikte, Skott
bazı hastalarda fiziksel durumlar ön plana çıkmasına karşın, bunların ne
sanrıların altında yatan tek neden, ne de en önemli etmen olmadıkları sonucuna
vardı.
Daha
yakınlarda, başka araştırmacılar da sanrısal para- zitozla diğer fiziksel
bozukluklar arasında görünürde bir ilişki olduğunu bildirdiler. Bunlar arasında
hipoparatiro- idizm (Trabert, 1985); Huntington koresi
(Harper ve ark.,
1990)
; ve Alzheimer hastalığı (Renvize ve ark., 1987) yer alıyordu. Bununla birlikte, olguların
çoğunluğu açık organik beyin bozukluğuyla ilişkili değildir.
Psikodinamik
Etmenler
İnfestasyon (böceklenme/kurtlanma)
sanrılarının ortaya çıkmasına neden olan altta yatan psikoz ister affektif,
ister şizofrenik, paranoid veya isterse organik, ne olursa olsun, psikodinamik
formülasyonlar önemlidir. Bu açıdan en önemli iki özellik suçluluk duygusu ve yansıtmadır.
İşin ilginç yanı,
böceklenme/kurtlanma sanrıları daha sık kadınlarda ortaya çıkarken
dismorfofobik durumlar (anoreksiya nervoza hariç) erkeklerde (özellikle genç erkeklerde)
çok daha sıktır. Hipokondriyanın hangi şekli alacağını belirleyen cinsel rol
ve etkinlikler olabilir. Bu bağlamda, büyük olasılıkla istemediği halde gebe
bırakılmış, bekâretini kaybettiği için utanç içinde veya cinsel temasla bulaşan
bir hastalığa yakalanmış (ille sifiliz olması gerekmez, bu uyuz da olabilir)
bir kadın pekâlâ da kirlenmiş, hatta böceklenmiş olduğunu hissetmeye
başlayabilir. Diğer yandan BDB'li erkekler, toplumsal veya cinsel iktidarsızlığa
yol açacağına emin oldukları şekilsiz bir burunları veya başka sakatlıkları
olduğuna inanabilirler.
Geleneksel olarak kötülük
görme tipinde veya hatta grandiyöz tipte paranoid psikozlar, hastanın duygularını
çevresine yansıtması şeklinde kavramsallaştırılır. Öyle ki bunların kendisine
geri yansıtılması, başka insanların ona eziyet çektirdikleri veya kötülük
ettiklerine inanmasına yol açar; manik paranoid durumlarda ise, bir şekilde
yüceltildiğine ve bu tür kötülüklerin üzerinde olduğuna inanır. Cotard
sendromunda, nihilistik ölüm ve çürüme sanrıları ortaya çıktığında, hasta kendi
kendisinin yargıcı ve celladı olarak görülebilir. Benzer şekilde, pire, bit
veya başka haşaratın istilasına uğradığından yakınan hasta, psi- kotik biçimde
kendini kirli olmakla suçluyor olabilir, daha önce de belirtildiği gibi bu
fikrin suçluluk yüklü cinsel anlamları olabilir.
Sanrısal
Bozuklukların Nozolojisi
ICD-10 ve DSM-TV'te tanınan bir kategori
olan Ekbom sendromu sanrısal bozukluklara çarpıcı bir örnektir. Önceleri bu
tür sanrısal bozukluklar, 19. yüzyıl sonlarına dek iyi tanınan bir hastalık
olan paranoya şeklinde adlandırılıyordu. Ancak Gregory ve Smelzer 1977 yılında
bu tanının geçersiz sayılması için uğraşmaya başladılar, 1980 yılında British Medical Journal' daki bir editör makalesinde 'paranoyanın artık moda bir
terim olmadığı' belirtildi. Ancak Bernard Shaw'un da dediği gibi, 'modaların
modası çoktan geçmiş'ti ve kavramın 1987'de DSM-III-R'de 'Sanrısal
Bozukluklar' kılığına bürünmüş halde de olsa, yeniden gündeme getirilmesi
şaşırtıcı olmadı.
Paranoya/sanrısal bozukluk
sürekli ve inatçı bir sanrısal sistemle karakterize olduğu için önemli bir
kavramdır. Sınırları oldukça belirli (enkapsüle) olmasına ve kişiliğin ve
psikososyal işlevselliğin geri kalan yönlerini etkilememesine karşın, hasta bu
sisteme fanatik bir şiddette tutunur. Varsanılar çok nadiren ortaya çıkar,
çıktıkları durumda da tabloya egemen olmazlar ve tipik olarak sanrısal inanışla
yakından bağlantılıdırlar. Hastalık kroniktir ve sıklıkla ya- şamboyu sürer,
ancak şizofreninin başlıca özellikleri hiç görülmez.
Bu bozuklukta diğer birçok
psikotik durumdakinden daha belirgin, özgül bir spektrum vardır. Bir yanda, gerçeklikle
bağlantı daha fazla gibi durmaktadır. Sanrıların şiddeti farklı zamanlarda
belirgin dalgalanmalar gösterebilir. Belli zamanlarda içgörü korunmuş izlenimi
verir. Ancak öte yanda, içgörü tümden yitirilmiş olabilir, işte o zaman
sanrısal inanış, aksine tüm uslamlamalara karşın sarsılmaz.
Tedavi
Ekbom sendromuna tedavi yaklaşımı izleyen
ilkelere dayandırılır:
• Bozukluk başka bir
durumun bir semptomu olarak ortaya çıkıyorsa, tedavi buna yöneltilmelidir.
Sözgelimi güçlü affektif bir öğe varsa, EKT veya diğer antidepre- san tedaviler
belli bir derecede rahatlama sağlamakta başarılı olabilir (Gupta ve ark., 1986; Dowson, 1987).
• Bozukluğun tek
başına bulunduğu olgularda ilk seçilecek tedavi antipsikotik ilaçlardır.
Pimozid denenmeye değer, ancak yandaşlarının (Munro, 1978; Avnstorp ve ark., 1980; Lindskov ve Baadsgaard, 1985; Mitchell, 1989) savlarına karşın, diğer nöroleptiklerden üstün olduğu kesin
olarak kanıtlanamamıştır.
• Özellikle uygun
ilaçlarla birlikte uygulandığında psiko- terapötik bir yaklaşım yararlı
olabilir. Bir folie imposee olgusunda, baskın ortak olan
'böceklenmiş' hastada tek başına birkaç haftalık destekleyici psikoterapiyle
semp- tomsuz remisyon bildirilmiştir (Macaskill, 1987).
Prognoz
Sanrısal parazitoz olgularının çoğunda
semptom bir kez yerleştikten sonra, genellikle tedaviye yanıtsız gibidir.
Semptomun tek başına var olduğu veya organik olarak belirlendiği olgularda
prognoz daha kötü ve kronikleşme eğilimi daha fazla olabilir.
Sonlanım şekillerinden biri
olarak intihar da bildirilmiştir (Bebbington, 1976). Hunt ve Blacker (1980) dumanla
dezenfekte etmek çabasıyla birkaç dairede yangın çıkaran bir erkek olgu
tanımlamış ve bu tür bir hastanın başkaları için nasıl tehlike
oluşturabileceğine işaret etmişlerdir.
Avnstorp, C., Hamaan, K. and Jepsen, P.W. (1980) Ugeskr Laeger, 142,2191.
Bebbington, P. (1976) Br J of
Psychiat,
128,475.
Bourgeois, M., Rager, P., Peyrie, F.Nguyen-Ian, A. and Etchepare,
J.J. (1986) Ann Med Psychol, 144,659.
Connolly,
F. and Gipson, M.(1978) Br J Psychiat, 132,458.
Davidson,
M. and Mukherjee, S. (1982) Am J Psychiat, 139,1623.
Dohring, E. (1960) Munch Med
Wochenschr, 102,2158.
Dowson, J.H. (1987) J Neurol Tranam
(Suppl.),
23,121.
Edwards, R. (1977) Br MedJ, 1,790.
Ekbom, K.A. (1937) Om. de. s. k. parasitofobierna. Svenska
Psykiatriska Foreningens Fordandlingar, Stockholm.
Ekbom, K.A. (1938) Acta Psychiatr Scand, 13,227.
Eller, J.J. (1929) NY Med J, 129,481.
Evans, P. and Merskey, H. (1972) Br J of Med Psychol, 45,19.
Gregory, I. And Smelzer, DJ. (1977) Essentials of Clinical
Practice with Examination Questions, Anwers and Comments. Little Brown, Boston.
Gupta, M.A., Gupta, K.A. and Haberman, H.F. (1986) J Am Acad
Dermatol, 14,633.
Harper,
P.5., Morris, M.J. and Tyler, A. (1990) Br J Med, 300,1089.
Hunt, N.J. and Blacker, V.R. (1980) Br J Psychiat, 150,713.
lwn, C.O. and Akapta, O. (1989) Br Dent J, 167,294.
Lindskov, R. And Baadsgaard, O. (1985) Acta Derm Venereol,
65,267.
Macaskill, N.D. (1987) Br J Psychiat, 155,261.
Malasi,
T.H., El-Hilu, S.R. et al. (1990) Br J Psychiat, 156,256.
Maneros,
M., Deister, A. and Rohde, O. (1988) Psychopathology, 21,267.
McElory,
S.L., Phillips, K.A. and Keck, P.E. J. Clin Psychiat, 54,389.
Mester, H. (1975) Psychiat Clin N Am, 8,339.
Mitchell, C. (1989) Br J Psychiat, 155,556.
Morris, M. and Jolly, D.J. (1987) Br J Psychiat, 151,272.
Morris,
M., Moss, G.M. and Jolly, D.J. (1988) Geriat Med, 18,57.
Morselli,
E. (1886) Boll Accad Sci Med Genova, 6,100.
Munro,
A. (1978) Arch Dermatol, 114.
Musalek,
M. and Kutzer. E. (1989) Wiener Klin Wochenschr, 101,153.
Myerson,
A. (1921) Bostan Med Surg J, 184,635.
Perrin,
L. (1896) Ann Dermatol Syphilgraph, 7,129.
Renvoize,
E.B., Kent, J. and Klar, H.M. (1987) Br J Psychiat, 150,403.
Schrut, A.H. and Waldron,
W.G. (1963) J Am Med Ass, 186,429.
Skott, A. (1978) Delusions
of Infestation, Ekbom's Syndrome. Goteburg Sweden.
Thieberge,
G. (1894) Ann Psychiat Neurol, 5,730.
Trabert,
W. (1985) Psychiat, Neurol Med Psychol (Leipzig), 37,648.
XI
ÇARPILMA
DURUMLARI VE
BAĞLANTILI SENDROMLAR
Çarpılma Durumları ve
Bağlantılı Sendromlar
Akıl kendisinin
diyarıdır ve kendi içinde Cehennemi Cennete, Cenneti de Cehenneme dönüştürebilir
Milton (1667)
Bu bölümde, çarpılma (possession; veya cin çarpması, içine kötü ruh girmesi, cezbedilme vs., -çn.)
durumları ve bununla bağlantılı bozukluklar ve fenomenler gözden geçirilecek.
Çarpılma durumu, kişide (bazen başkalarında da) semptomlarının, yaşantılarının
ve davranışlarının genellikle şeytansı, doğaüstü güçlerin etkisi veya denetimi
altında olduğuna dair sanrısal veya başka türlü bir inanç bulunmasıdır. Cin
çarpmasının/çarpılmanın mutlak bir gerçeklik olup olmadığını yargılamıyoruz.
Burada ele alınan, düşünce alanında sözde aydınlanma olalı yüzyıllar geçmesine
karşın, toplumumuzda ve kültürümüzdeki bazı bireyler üzerinde bu tür
inanışların hâlâ güçlü etkilere sahip olmasıdır.
Üstelik, insan olma durumunun
ruhani (doğası ne olursa olsun) bir boyutu olduğu ve değişen derecelerde olsa
da, bütün insanların ruhani gereksinimleri olduğu kabul edilmektedir. Bu
yüzden, ağır akıl hastalığına eşlik eden ıstırap ve sıkıntıların zaman zaman,
şeytani bir içeriği bulunan patolojik düşünceler, algılar ve diğer anormal
yaşantılarla ortaya dökülmesi şaşırtıcı olmaz. Demek ki, daima hastalarına
uygun yardımı sunacak konumda olabilmek için, olayın bu yönlerine dair bilgi
edinmek her psikiyatrın boynunun borcudur.
Tarihçe
Cin çarpması ve bağlantılı konular
üzerine öyle çok şey yazılmıştır ki, bunun gibi bir kitabın tek bir bölümüne
kapsamlı bir derleme sığdırmak olanaksızdır. Bu yüzden kendimizi büyük tarihsel
öneme sahip ve çarpılma durumlarının psikopatolojisinin anlaşılması açısından
bağlantılı olan yazılarla sınırladık. İzleyenler kaçınılmaz olarak Avrupa
merkezlidir.
Kilisenin
İlk Yılları
Yeni Ahit içinde yer alan dört İncil'in
hepsinde de, sonraları İsa olarak tanınacak olan adamın mucizelerinde şeytan
çıkarmanın önemli bir rol oynadığına kuşku yoktur. Sözgelimi;
Tam o sırada içine kötü ruh
girmiş olan adam havraya girdi ve haykırdı, 'bizden ne istiyorsun, Nasıralı
İsa? Bizi mahvetmek üzere mi geldin? Senin kim olduğunu biliyorum - sen
Tanrı'nın kutsal elçisisin!' İsa ruha emretti 'Sus ve adamın içinden çık!'
Kötü ruh adamı fena halde salladı, yüksek bir çığlık attı ve adamın içinden
çıktı.
Markos 1:23-26
Hastalıkların iyileştirilmesiyle koşut
tutulsa da, yukarıdaki gibi şeytan çıkarmalar (egzorsizm) bir şekilde
olağandışı kabul ediliyordu:
Onunla
ilgili haberler bütün Suriye'ye yayılmıştı, öyle ki insanlar bütün hastaları,
her tür hastalık veya derde tutulmuş olanları ona getiriyorlardı: meczuplar,
saralılar ve felçliler - ve İsa hepsini iyileştirdi.
Matta 4:24
Aziz Paul'ün vaizliği üzerine yazılanlar (Acts
[Vazifeler], 16:18; Acts, 29:12) ve Tertullianus (Apologet;
kiliseyi savunan ilahiyat dalı, -çn.) ve Origen (C. Celsum,
VII, 4 P.G. 1425) gibi ilk kilise rahiplerinin yazdıklarına bakılınca, şeytan
çıkartmanın Hıristiyanlığın ilk yıllarında ve yüzyıllarında yerleşik bir
uygulama haline geldiği anlaşılır. Bu gelenekler günümüze dek kilisede
varlıklarını korumuşlardır.
Ortaçağ
1484'te, Papa
VIII. Innocent'in Papalık Bülteni ve üç yıl sonra da Sprenger ve Kraemer'in Malleus Maleficarum'u (şeytanın çekici, kötülerin tokmağı, -çn.) yayımlandı. Bu
ikinci eser, büyücülüğü ele veren işaretleri ve cadı zanlılarının yakalanması
ve sorgulanması (genellikle işkenceyle) sırasında benimsenecek yolları
ayrıntılı olarak anlatıyordu. Büyücülük genellikle cin çarpmasının temeli
olarak görülüyordu ve cadıların şeytanın ajanları olduklarına veya onunla çok
samimi ilişki içinde bulunduklarına inanılıyordu. Geç ortaçağın cadı avlarının
merkezinde bu kitap yatar.
Ortaçağlardaki cin
çarpmalarına ilişkin hem tarihte hem de edebiyatta dikkate değer birçok örnek
bulunabilir. Bunlardan biri de, Hemşire (Soeur) Jeanne des Anges olgusuydu.
Loudun'daki Ursulin Manastırı'nın baş rahibesi olan bu kadın, 1632 yılında
manastırdaki diğer rahibelerle birlikte, Cizvit Papazı Urbain Grandier'nin
entrikaları sonucunda ruhlarını şeytana kaptırmış olmakla suçlanmışlardı. Bu
olayın psikopatolojik yorumu 1886 yılında
Legue ve Gilles de la Tourette tarafından yapıldı. Daha sonra aynı konu Aldous
Huxley ve oyun yazarı John Whiting tarafından da ele alındı.
Hemşire Jeanne ve
rahibelerinde gözlenen konvülsi- yonlar, Arthur Miller'in Cadı Kazanı (The Crucible) adlı oyununda çok canlı biçimde sahneye aktardığı Salem
Cadıları olayındaki Abigail ve yardımcılarının sergilediklerine çok benzerdi.
Modem
Çağ
1921' de Oesterreichgerçek cin çarpmasını çarpılmanın açıkça akıl
hastalığının belirtisi olduğu durumlardan ayırdı:
Bunlar
sadece ... çok farklı kökenleri olabilen hezeyan vakalarıdır. En hafif vakalar
eğitimsiz kişilerin başına gelenlerdir, hastalıkları, özellikle de psişik
tabiatta olanları açıklamak için kaba bir çarpılma fikrini benimserler.
Çarpılma hezeyanının ortaya çıktığı daha ciddi vakalar, paranoyaklar, felçliler
ve halüsinatuar fikirlere yol açan akıl hastalıklarına tutulmuş olanlardır.
Şeytan çıkartma bu tür tutulmalarda işlemez, işlese bile, anında yeni bir
yanılsama eskisinin yerini alacaktır.
Gerçek
çarpılma derken, Oesterreich'ın bu tür bir cin çarpmasının gerçekten var
olabileceğini düşündürtmek istemediğini belirtmeliyiz. O, gerçek çarpılmanın iki ana biçimde ortaya çıktığına inanıyordu: 'Uyurgezer'
veya histerik biçim ve 'uyanık' veya saplantısal biçim. Saplantısal biçimi histerik
olandan ayıran, ego katılımının yokluğudur. Ego, sözde şeytanın kişinin ruhunu
tümden ele geçirmesini önler gibi durmaktadır, ancak tutulan kişi, görünürde
içindeki şeytanın emrettiği, son derece çarpık ve itici tarzda davranma
zorlantısından, iradesini kullanarak kurtulamaz.
Buna karşın, uyurgezer veya
histerik kökenli olarak tanımlanan çarpılma çeşidi daha ilginçtir. Tıpkı bir
uyurgezerin farkında olmadan bir dizi karmaşık eylemi yapabilmesi gibi,
histerik olarak ruhunu kaptırmış kişi de, güya tümüyle içindeki şeytanın
emrinde, benzer şekilde davranır.
Freud (1946) da çarpılma üzerine yazmış ve ünlü bir
çarpılma olgusu olan ressam Christoph Haizmann'ın günlüğünün analizini
yapmıştır -On Yedinci Yüzyılda Ortaya Çıkan
Bir Ruhunu Şeytana Kaptırma Nevrozu (A Neurosis of Demonical Possession in the
Seventeenth Century). Freud
gerçek çarpılmanın yaygın nevrotik hastalığın bir belirtisi olduğunu
düşünüyordu. Şunları yazmış:
Şeytanın insan ruhunu ele
geçirmesi olguları günümüzdeki nevroza karşılık gelir; nevrozu anlamak için
bir kez daha pişik güçler kavramına dönmeliyiz. Eski günlerde kötü ruhlar
olduğu sanılan şeyler günümüzde kötü ve temel arzular olarak bilinir,
reddedilmiş ve bastırılmış itkilerin türevleridir. Ortaçağa ait bu görüngülerin
açıklamasına yalnızca bir açıdan katılmıyoruz; o da bunları dış dünyaya
yansıtmaktan vazgeçmiş olmamız, bunların kökenini, ortaya çıktıkları hastanın
iç yaşantısında aramamız.
1975 yılında bir psikanalist olan Ehrenwald,
çarpılma sendromunun dört farklı biçimini birbirinden ayırdı:
1.
İçlerindeki ruhsal çatışmaları dış gerçekliğe yansıtarak
(bastırılmış içgüdüsel arzularla boğuşarak [Osterre- ich'ın saplantılı
biçimi]) veya disosiasyona (çözülmeye) dayalı bir trans haline yol açan
dramatizasyonla (histerik biçim) 'çarpılmalarını eyleme dökenler.
2.
Bir psikozun içeriğine patoplastik renk katan organik veya
işlevsel patoloji üzerine etki eden kişisel veya kültüre bağlı etmenlerin
varlığı.
3.
Çarpılma fikirlerinin 'başlatma ve bulaştırma' yani kitle
telkinine dayalı olduğu durumlar.
4.
Paranormal biçimler, 'örneğin transa geçen medyumun küçük
telepatik ipuçlarını yakalaması gibi' durumların görünürde özerk bir kişiliğin
kumaşına dokunması.
Çağdaş yazarlardan bazıları da bütün cin
çarpması olgularının tanınabilir bir ruhsal bozukluğa bağlanamayacağını öne
sürmüşlerdir. Çarpılmanın ruhsal hastalık için karakteristik olmayan
özellikler içerdiği ve çarpılanların (meczuplar) (psikoza tutulanların aksine)
nesne gerçekliği duygusunu yitirmedikleri söylenmiştir (Cooper, 1975; Sall,
1970). Özellikle Sall, çoğu sapkın davranışların doğal nedenlerle açıklanabilir
olduğuna katılmakla beraber, günümüzde de cin çarpması olasılığının var
olabileceğini düşünmektedir. Prins (1990) 'Teolojik (İlahi) açıklamaların
gerekli olduğu görüşü akla yakındır, çünkü bazı olgulardaki bütün gerçekler
incelendiğinde diğer açıklamalar yetersiz kalmaktadır' derken buna katılır
gibidir. Bu elbette okurun kendi görüşlerini oluşturması gereken bir konudur.
Günümüzde bile, dönem dönem
kişi çarpıldığına inandığından veya şeytan çıkarma çabası yüzünden ölüm olabilmektedir.
Buna iyi bir örnek, Mart 1975'te Güney York- shire' daki Ossett'te olanlardır.
Bütün bir gece süren şeytan çıkarma ayininin ardından evine dönen 31 yaşındaki bir adam, onu da kötü ruhlardan
arındırmak için karısını vahşice öldürmekle suçlanmıştı (Times, 24 Nisan).
Tam da bu kitabın ikinci
baskısı için bu bölümün ilk kez yazıldığı hafta, aynı gün içinde buna benzer
iki haber yayınlandı. Biri eski Batı Almanya' da epilepsisi olan ve onu
çarptığına inandıkları cinlerden kadını kurtarmak isterken açlıktan öldüren iki
Roma Katolik kilisesi papazıyla ilgiliydi. Diğeri, komşuları tarafından
'büyücü' olarak tanınan 24 yaşında
bir Fransız kadınıyla ilgiliydi. Kırk altı yaşındaki bir rençperi yatağına
bağlamış ve onu içindeki kötü ruhlardan arındırmak için, adama yalnızca
kutsamış olduğu tuz ve su dışında hiçbir şey vermemişti. Neyse ki durum polise
bildirilmiş ve bir hafta sonra kurban zayıf ama zarar görmemiş halde kurtarılmıştı.
Daha yenilerde, Norwich'de 42 yaşındaki Çinli bir adam akıl hastası
olan kız kardeşini, ruhunu ele geçirdiklerine inandığı şeytansı güçlerden
arındırmak için giriştiği tuhaf bir eylemle, üzerinde zıplayarak öldürmüştü (Eastern Da>
ily Press, 13 Eylül 1994).
Olgu
Sunumları
Olgu 1
Batı Hint
Adaları St. Kitt's'den gelmiş bir kadın olan, 22 yaşındaki S.W. özellikle
pelvik bölgesindeki ‘korkunç hisler', 'her tarafındaki ağrılar', ‘sanki bir şey
içini kemirirmiş gibi içi boşalmış hissetmek' yakınmalarıyla ilk kez
yatırıldı. Ayrıca iştah kaybı, zayıflaması, uykusuzluğu ve hemen o anda
ölüvere- cekmiş hissi vardı.
Bütün semptomlarının kendisine yapılan büyünün sonucu olduğunda
ısrarlıydı, çocukken kötü niyetli bir teyzesi ona iğrenç bir madde yedirmiş ve
donuyla bir şeyler yapmıştı. Üç yıl önce, 19 yaşındayken evlenmiş, gebe kalmış
ancak kısa süre sonra çocuğunu düşürmüştü. Bu talihsizliği büyülenmesine
bağlıyordu. Bu, İngiltere'den Batı Hint Adalarına dönmesine yol açmıştı.
Guadalup'ta gittiği bir büyücü doktor ona hayatını kurtardığını ısrarla
söylediği bazı tabletler vermişti. Bundan sonra nasıl kıllarla kaplı bir parça
taze donyağı kustuğunu, daha sonra da makatından benzeri parçalar geldiğini
anlattı. Yaklaşık aynı zamanlarda, bir gece Kutsal Ruh'un kendisini ‘ziyaret
etmiş' olduğunu öne sürüyordu.
İngiltere'ye döndükten sonra durumu yine kötülemişti, hastaneye
ilk yatırıldığında yine kusuyordu ve ara ara olan bir idrar yolları
enfeksiyonuna bağlı bacaklı ateşi vardı, ki bu çok geçmeden denetim altına
alındı. Keşfedilebilen tek başka fiziksel anormallik ankilostomiyazis (kancalı
kurt) idi ve bu da tedaviye doyurucu yanıt verdi.
Katı bir disiplinle yetiştirilmişti ve çocukluğu kâbuslar ve
noktürnal enürezisle sıkıntılı geçmişti, ama duygudurum sa- lınımları olsa da,
her şeye rağmen kendini neşeli bir insan olarak yetişmiş kabul ediyordu. Ayrıca
mahcup biri olduğunu ve cinsel konuların onu kolayca utandırdığını söyledi.
Dinin yaşamında çok önemli rol oynaması ve başlıca ilgisinin İncil okumak olması
da kayda değerdi. Büyük babası Metodist bir vaizdi.
On bir kez EKT uygulandı ve durumu bu tedaviye yavaş yavaş yanıt
verdi. Bir noktada menstrüasyonu geciktiği için doğan olağandışı stres
prognozunu kötüleştirecek gibi oldu. (Hastanın da paylaştığı Batı Hint
inanışına göre, menstrüas- yon gebelik olmadığı halde geciktiyse, kocasının
evlilik dışı bir ilişkisi var demekti. Bununla birlikte, kendi durumunda
alternatif bir açıklama olabileceğini kabul etti.) Son olarak, birçok
psikoterapötik görüşmeden ve Kutsal Ruh'un diğer bir 'gece ziyareti'nden sonra,
durumu büyük düzelme gösterdi ve taburcu edildi.
Bir süre tam iyilik halini korudu, yeniden gebe kaldı ve hiç sorun
çıkmadan bir oğlan doğurdu. Bu mutlu olaydan bir iki hafta sonra, rutin bir
izleme muayenesinde bebeğiyle görüldüğünde semptomsuz olduğu kaydedildi. Bu
görüşmede hastalığı ve kaynağına ilişkin görüşleri sorulduğunda gülümsedi ve
hafifçe utanarak bunu tümden unutmuş olduğunu söyledi.
Üç yıl sonra, belirgin hipokondriyak sanrıların eşlik ettiği ileri
derecede retarde bir depresyonla yeniden yatırıldı. Karnında 'cehennem
kazanlarının kaynamasına' benzer korkunç bir fokurdama, karın ağrısı, 'içi
ölmüş gibi hissetme' ve ilk has- talığındakilerle tam olarak aynı sanrısal
büyülenme fikirlerini de içeren çoklu somatik semptomları vardı. Bir kez daha
EKT ile tedavi edildi, yedi tedaviden sonra orta düzeyde iyileşme göstermişti
ki kendiliğinden hastaneden çıktı. Aynı yıl depresif durumunda bir miktar
artışla bir kez daha yatırıldı. Bu kez EKT'yi reddetti, o yüzden amitriptilinle
tedavi edildi. Başlıca yakınmaları, önceki gibi, karnında fokurdama ve oğlunun
doğumundan beri olan frijiditeydi, bunu da büyü yapılmış olmasına bağlıyordu.
Tedaviyle depresyonu kalktı, somatik semptomları ve bunlarla ilişkili alınma
fikirleri yok oldu ve fri- jiditesi düzeldi. Yine de kendisine büyü yapılmış
olduğunda ısrarlıydı.
İki yıl sonra, öncekilerle tıpatıp aynı semptomlarla bir kez daha
yatırıldı. İlk başta kendiliğinden düzelme gösterdi, ancak sağ baldırındaki
derin ven trombozunun ardından belli ölçüde nüks ortaya çıktı. Antidepresan
ilaçlarla birlikte üç kez EKT uygulandı ve sanrısal büyülenme fikirlerinde
biraz azalma oldu. Taburcu edilirken artık kendini yıllardır hissetmediği kadar
iyi hissettiğini söylüyordu. Bundan sonra durumu görece iyi olmayı sürdürdü, 3
günlük yeni bir yatışı olduysa da, gözlemlenen davranışları diğer seferlere
kıyasla çok daha fazla ilgi çekme amacı güder gibiydi. Bazen yere uzanıyor,
boşluğa gözlerini dikiyordu, bazen serviste dans ederek dolaşıyor, sık sık
kahkahalar atıyor ve insanların canını yakmaya çalışır gibi yapıyordu. Önceki
depresif semptomlarının hiçbiri yoktu ve davranış bozukluğu 24 saat içinde
düzeldi, kendisi de taburcu olmak istediğinden, onu daha fazla hastanede tutmaya
gerek görülmedi.
Çoğu açıdan bu kadının hastalığı,
karmaşıklaşmamış yi- neleyici depresif bozukluk olarak görülebilir. Çarpılma/
büyülenme özellikleri patoplastik renklenme örnekleridir ve hastanın kültürel
zemini bağlamında anlaşılabilirler. Ancak burada son derece ilginç olan özellik
kıllarla kaplı yağ parçaları kusma ve dışkılama öyküsüdür. Bu özel durum
ortaçağ demonoloji (cinlerin ve şeytanın varlığına inanmayı telkin eden ilim,
-çn.) yazılarında tanımlanmıştır. Guazzo Compendium
Malificarum (Kötülüklerin Özeti) başlıklı kitabında Cornelias Gemma'nın 15 yaşındaki bir kızla ilgili anlattıklarını aktarır. 1571 yılında kız çok çeşitli nesneler kusmuş
ve dışkılamıştır, bunlar arasında 'yaşlı köpeklerden dökülenlere benzer ...
kıllar' vardır.
İzleyen olguda hastanın
anonimliğini korumak üzere yalnızca belli özellikler sunulmuştur:
Olgu 2
Genç erişkin bir erkek, çocuklara karşı işlediği ciddi cinsel
suçlar nedeniyle mahkûm edildiği cezaevinde görüldü.
Çocukluk yılları boyunca orta derecede hal ve gidiş bozukluğu sergilemişti. Zekâsı normaldi ve okuyup yazmayı
ve sayı saymayı zorluk çekmeden öğrenmişti. Cinsel kimliğine ilişkin bir miktar
konfüzyonu vardı ve çocukluğunda kendisinden büyük bir ergen tarafından taciz
edildiğini öne sürüyordu. Kendi yaşıtlarıyla istikrarlı kişilerarası ilişkiler
kurmayı ve korumayı asla başaramamıştı.
Cezaevinde şiddete başvuruyor ve vaktinin çoğunu Şeytan ve
vampirlerle ilgili konuşarak veya yazarak geçiriyordu. Eylemlerinin (işlediği
suçlar dahil) 8 yaşından beri bir dış varlığın doğrudan denetimi altında
gerçekleştiği yolunda sıkı sıkıya tutunduğu inancı dışında psikoza
atfedilebilecek hiçbir özellik yoktu. Bu varlık -ona bir de isim vermişti-
onunla konuşuyor, genellikle ‘derinden gelen, boğuk bir sesle talimatlar
veriyordu ve cümlelerden bazı sözcükleri atmak gibi tuhaf bir huyu vardı.
Ayrıca geceleri göğsünün üzerine oturan, aşağı yukarı zıplayan ve soluk
almasını engelleyen, gördüğü ve hissettiği ‘büyük bir şey' tarafından tekrar
tekrar uyandırıldığını anlatıyordu.
Bu hasta açıkça ağır bir kişilik
bozukluğu sergiliyordu. Birkaç psikiyatrist tarafından görülmüş ve psikotik
olmadığı sonucuna ulaşılmıştı. Dış varlığa ilişkin tanımı histerik cin çarpması
durumu olarak adlandırılabilecek duruma özgü birçok işaret taşımaktadır.
Ayrıca, göğsünde oturan bir
şeyin varlığıyla uyanma deneyimi ilginç olmakla beraber kolayca açıklanabilir.
Bu, yavaş dalga uykusu sırasında ortaya çıkan, ortaçağda varlığından Şeytan'ın
sorumlu tutulduğu karabasan denen, bir fenomendir. Kâbus anlamındaki karabasan
sözcüğü de bu tür bir yaşantıdan türetilmiştir. Bu olguda temelde normal bir
fenomendir, ancak hastanın anormal kişiliğiyle ince ince işlenmiştir.
İzleyen olgu çarpılma
yaşantısının benzer özelliklerine örnek oluşturur. Bunlar tekrarlayıcı ve
basmakalıp yalan- cı-varsanılı yaşantılar ve bir dış varlığın denetimi altında
olma inancıydı - yine buna da kişisel bir isim takılmıştı. Burada da hastanın
kimliğini gizlemek üzere ayrıntılardan birçoğu atlandı veya yüzeysel geçildi.
Olgu 3
İşlediği son
derece ciddi birkaç suç yüzünden müebbet ceza yemiş olgun erişkin bir erkek.
Uzun süreli bir hafif suç öyküsü vardı, kişilerarası ilişkileri koruyamıyordu,
uzun süre cezaevinde kalmıştı ve strese girdiğinde bilerek kendine zarar
veriyordu. Bu özellikler antisosyal ve histriyonik özellikleri ön planda ağır
bir kişilik bozukluğuna işaret ediyordu.
Tanıdığı, ama o çocukken ölmüş olan bir dış varlık tarafından
nasıl kontrol edildiğini anlattı (son ciddi suçlarından önce bir psikiyatrla
görüşmesinde). Bu varlık ona gözüküyor ve ona, kendisini uymak zorunda
hissettiği sözlü talimatlar ve emirler veriyordu.
Çarpılma durumlarında, kendi başlarına
özgül tanısal anlamı olan herhangi bir klinik belirti yoktur. Çekirdek özellik
tutulan kişinin kötü bir ruh, cin, hayalet veya Şeytan tarafından ele
geçirildiği inancıdır (inancın doğası ne olursa olsun). Sözde habis bu güç
kişileştirilmiş bir biçimden yoksunsa, büyülenme terimini kullanmak daha uygun
olabilir.
Açık ki tanımı böylesine belirsiz
bir semptomatoloji, psikiyatrik bozukluklar yelpazesinin herhangi bir yerinde
bulunabilir:
• Organik psikoz - akut konfüzyonel durumlar ve delir- yum
canlı görsel varsanılarla ilişkili olabilir, bunların içeriği tutulan kişinin
geçmişteki inanç sistemlerinden ileri derecede etkilenebilir. Belli yasadışı
maddelerin alınması benzer özellikler yaratabilir.
• Şizofreni - bu durumda çıkan tuhaf edilginlik
yaşantıları hastalar tarafından cin veya şeytan gibi habis bir dış gücün işi
olarak yorumlanabilir.
• Depresif psikoz - bu durumun bir parçası olan karakteristik
suçluluk ve değersizlik duyguları, hastanın bir cin tarafından cezalandırıldığı
veya işkenceye tâbi tutulduğuna inandığı patoplastik bir duruma kolayca yol
açabilir.
• Nevroz - özellikle obsesif-kompulsif bozuklukta rahatsız edici
itkiler ve imgeler, kısa bir süreliğine hasta tarafından şeytani dış güçlere
atfedilebilir.
• Kişilik bozuklukları - yaygın kimlik bozukluğu
vardır ve bireyin yaşamı birçok yönüyle kaotiktir, bu da onu madde kötüye
kullanımı, cinsel sapkınlıklar, Satanizm ve diğer karanlık etkinliklere
yöneltebilir. Histriyonik özellik baskın bir kişilik bozukluğu olan birinde
histerik çarpılma durumunun gelişmesine bir örnek verilmişti. Bu durum
tekrarlayıcı ve basmakalıp görsel ve işitsel yalancı-varsanılarla
karakterizedir.
• Yas tepkileri - yakınlarda sevdiklerini yitirmiş insanlar bu kişiyi
görebilir, işitebilir ve varlığını hissedebilirler. Kısa süre önce bir kayıp
vermiş kişilerin teselliyi ispritizmada aramaları ender değildir.
Bazı yazarlar
(çoğu tıp dışı) bir yanda, (tartışma adına varsayalım ki) gerçek veya hakiki cin çarpması, diğer yanda
ise formel tıbbi veya psikiyatrik hastalıklar veya başka bozuklukların gidişi
sırasında ortaya çıkan bir çarpılma sendromu arasında ayrım yaparlar
(Cooper, 1975; Richards, 1984; Robbins, 1984; Perry, 1987). Bu ayrımın etiyoloji ve nedensellik açısından getirdikleri ne
olursa olsun, bu çarpılma sendromunun sıklıkla kendine özgü tuhaf özellikler
sergilediği söylenir. Bu tür yazılara ortaçağda da rastlanır: Sözgelimi, Compendium Malificarum' da Guazzo cin çarpmasına dair 47 belirti ve basit
büyülenmeye işaret eden 20 belirti sıralar:
Tutulanlar
ani korkulara kapılırlar, kafaları muazzam büyüklükte şişmiş gibidir, beyinleri
sımsıkı sarmalanmış veya bir kılıçla delinmiş gibidir. Bazılarının boğazına bir
yumru tıkanır, boğuluyormuş gibi hissederler. Bazılarının barsaklanna akut bir
sancı girer, midelerinde zorlayıcı bir şişkinlik olur, sanki acımasızca
vuruluyor veya kemirili- yorcasına kalpleri sıkışır.
Bu yazarların kaydettikleri
çeşitli özelliklerin her vakada değişmez tarzda ve mutlaka bulundukları
söylenmez, izleyen şekilde sınıflandırılabilirler:
• Öykü - doğaüstü olaylarla uğraşma; yaşamboyu kötü veya ahlaksız
davranışlar sergileme.
• Fiziksel özellikler - psikosomatik ağrılar; sıra dışı maddelerin
kusulması; safra sarısı cilt; aşırı zayıflama; huy halini almış korkutucu bir
yüz ifadesi; büyük fiziksel güç.
• Ses değişiklikleri -
genellikle müstehcen olan kompul- sif laflar; glossolali (anlaşılmayan bir
dilde konuşma); tutulan kişiye ait olmayan, genellikle derin ve kaba bir sesle
konuşma; tutulan kişinin bilmediği bir dili anlaması ve konuşması; hayvan
sesleri çıkarma.
• Davranışsa! değişiklikler - konvülsiyonlar dahil zorlayıcı
hareketler; dua etmeye karşı direnç; küfür etme eğilimi; dinsel simgeler veya
törenlerin varlığında belirgin korku sergileme.
• Zihinselfenomenler - trans benzeri bir durum; ayıldıktan
sonra amnezi.
• Diğer 'paranormal' etkinlikler - medyumluk yeteneği; poltergeist
fenomeni.
Ek olarak Prins (1992) tutulan kişinin çarpılma ile bağlanhsı
olanlar dışındaki düşünce süreçlerinde 'sağlamlık'tan söz eder,
semptomatolojisinde şeytani bir içeriğin bulunduğu akıl hastalarının aksine,
doğrudan fikirleri sorulmadıkça cinler veya çarpılma konularını konuşmaktan
kaçınırlar.
Etiyoloji
ve Psikopatoloji
Çarpılma belirgin ve yerleşik bir ruhsal
bozukluğun daha geniş klinik tablosu içinde ortaya çıktığında sendromun
patoplastik bir tarzda olduğu düşünülebilir. Bu, hastanın inanç yapısı ve
kültürel geçmişinin etkileridir ve sergilenen semptomların içeriğine yansır.
Bu kavram, psikotik durumlar olduğu kadar, ağır kişilik bozukluğu durumları
için de eşit derecede geçerlidir.
Gerçek çarpılmanın var olup olmadığı -yani bir kişinin bedenini ve
zihnini ele geçiren cinlerin gerçek olup olmadıkları- bazı yazarların da
söylediği gibi, yanıtlanamaz ve büyük oranda bir inanç veya inançsızlık
meselesidir. Cinlerin ne varlığı ne de yokluğu bilimsel araştırmalarla kanıt-
lanamamıştır. Bununla birlikte, temel soruyu yanıtlamaya kalkışmadan da,
kültürümüzde çarpılma sendromları veya çarpılma durumlarının gelişmesinde
etkili olabilecek bazı etmenleri ele almak olasıdır.
Psikolojik
Etmenler
Ortaçağ demonoloji kitaplarında bulunan
kavram yerine kolayca psikodinamik psikopatoloji kavramlarının konabileceği
öne sürülmüştür. Trethowan (1963) bunu sınamak için Guazzo'nun 1608'de ele
aldığı, impotansın olası nedenlerini Strauss'un 1950'de ileri sürdüğü
nedenlerle karşılaştırmalı olarak inceledi ve bunları Noktaları Birleştirmek (Of Tying the Points) başlığı altında yayımladı. Strauss
fikirlerini psikanalitik terimlerle, Guazzo ise Şeytan'ın işi olarak formüle
etmesine karşın, her iki yazar tarafından birbirinden bağımsız tanımlanan
çeşitli impotans tipleri arasında çok yakın bir benzerlik olduğu açıkça
görüldü. Trethowan, aralarında onları ayıran üç yüz yıl bulunmasına karşın, bu
iki formülasyon arasında bir analoji kurmanın kolay olduğunu düşünüyordu.
İmpotansın şeytani patolojilere bağlı olduğu görüşünü psikodinamik dile
çevirmek için, özgün Şeytan kavramının yerine Freudyen 'İd' kavramını koydu.
Psikolojik nedenselliğin esası, tam da büyülenme fenomeninde yatar gibi durmaktadır.
Psikolojik nedensellik, olayların bir kişi veya kişileştirilmiş bir şey onların
olmasını istediği için gerçekleştiği inancıdır. Bu, geniş yelpazedeki
törensel davranışların yanı sıra, büyüsel inanışlar için de temel oluşturur.
Ele alınması gereken diğer
bir etmen insan inancının muazzam gücüdür. Shakespeare bu özel ilkenin çok iyi
farkındaydı. IV Henry Birinci Bölüm'de Owen Glendower övünerek Hotspur'e 'gayya
kuyusundaki ruhları çağırabil- diği'ni söyler. Bunun üzerine Hotspur onu
paylar:
Ve ben sana öğretebilirim ki, Şeytan'ı
utandırmak için
Doğruyu söylemek
gerek: Doğruyu söyle ve Şeytan'ı utandır Onu getirebilecek gücün varsa, getir
bakalım Yemin ederim sana, onu utandıracak güç bende var.
(III. perde, I. sahne)
Ne var ki, ilkel veya incelmemiş
denebilecek bu tür tutumların tanımlanması ve bertaraf edilmesi, cin çarpması
gibi inanışların nasıl olup da bizimki gibi modern, karmaşık ve bilime bağımlı
bir toplumda yaşayan, zekâ ve kültür düzeyi değişik birçok birey üzerinde bu
kadar güçlü etki bırak- hğını açıklayamaz.
Toplumsal Etmenler
Prins (1992) çarpılma ve çarpılma durumlarını derlediği yazısında,
tarihsel kanıtların, çarpılma ve diğer paranor- mal fenomenlerin büyük
toplumsal kargaşa dönemlerinde ortaya çıkma eğiliminde olduklarını düşündürdüğüne
dikkat çekmiştir. Ayrıca 1970'lerden itibaren medyanın doğaüstü uygulamalara
ve törenlere ilgisinin önemli ölçüde artmış olduğunun altını çizer. Gizli
törenler sırasında çocukların cinsel tacize uğradığına ilişkin suçlamalar
radyo ve televizyon haberlerinde düzenli olarak gündeme gelir olmuştur.
Arthur Miller'in Salem
cadıları üzerine yazdığı Cadı Kazanı (The
Crucible) adlı oyunun öyküsü
temelde bir cadı avıyla ilişkilidir, bu ABD'de Senatör McCarthy'nin yönetiminin
başlattığı duruşmalar çevresinde gelişen çok modern bir cadı avıdır.
İnsanların bu özel işlemden büyük zevk aldıklarına kuşku yoktur, bugünkü dilde
bile cadı avı kullanılan bir deyiştir.
Tedavi
Çarpılma sendromlarının tedavisi altta
yatan durumun tedavisidir. Bütün olgularda, patoplastik olarak belirlenmiş
içeriğe sahip psikotik bir bozuklukta bile, çok özenli ve ayrıntılı bir tıbbi
ve toplumsal öykü alınması temeldir. Semptomların psikodinamik olduğu kadar
fenomenolojik yönleri de anlaşılmalıdır. Hastanın inanç sistemlerine saygısızlık
etmemek de önemlidir.
Uygun tedavi başlandıktan
sonra bazı hastalar sorunlarını bir din adamıyla tartışma gereksinimi
duyabilirler. Bu durumda psikiyatrla din adamı arasında etkili bir çalışma
ilişkisi kurulması esastır, böylece hasta bireysel gereksinimlerine uygun en
iyi ve en güvenli tedaviyi görebilir.
Şeytan
Çıkartma (Egzorsizm)
Bu basitçe, kişiler, yerler veya
eşyalardan, bunları ele geçirdiğine inanılan cinler veya kötü ruhların
kovulması eylemi olarak tanımlanabilir. Şeytan çıkartmanın psikiyatrideki rolü
son derece çelişkilidir. Birçok hasta içindeki şeytanın çıkartılmasını
isteyebilir. Bu herhangi bir mutlak öneride bulunmanın olanaksız olduğu bir
konudur ve verilebilecek en iyi öğüt her olguyu bireysel olarak ele almak ve
zarar vermemek yolundaki Hippokrat yeminine uymaktır.
Hem Roma Katolik Kilisesi hem
de Anglikan Kilisesi şeytan çıkarmaya izin verir. Kilise Kanunu'nun 1172. maddesi, 'hiç kimse o bölgenin
piskoposundan özel ve bireysel izin almadan çarpılmış olan kişiye şeytan çıkarma
uygulayamaz' der. Dahası, 'bu izin Piskopos tarafından yalnızca dini bütün,
bilgili, erdemli ve ahlaklı bir rahibe verilebilir'.
Anglikan kilisesi 1975 yılındaki Osset trajedisinin ardından,
kutsal 'salah' hizmetinin Başpiskopos tarafından yetki verilmiş deneyimli
kişiler tarafından verilebileceğinden söz eder. Birçok piskoposluk bölgelerinde
kilise üyeleri ve halktan kişilerden oluşan danışma kurulları vardır. Bu ekibin
olgu bazında profesyonel psikiyatrik yardım istemeleri olağan bir uygulamadır.
Glossolali
Glossolali (anlaşılmaz bir dille konuşma)
Oesterreich (1966) tarafından kişinin isteği dışında, hatta
ne söylediğini bilmeksizin ağzından çıkan otomatik konuşma olarak tanımlandı.
Otomatik yazma ve kişiliğin çiftleşmesi fenomenleriyle de bağlantılıdır.
Çeşitli durumlarda ortaya çıkabilir: hipnozda, medyumların translarında,
histerik disosiasyon gibi belli patolojik ruhsal durumlarda ve şizofrenide, ayrıca
da dinsel vecd halinde. Özellikle ABD'de çok sayıda araştırmacının ilgisini
çeken bir durumdur.
Vivier (1968) iki tipte glossolalik yaşantı olduğu sonucuna
ulaşmıştı: Pentekostal dinsel törenlerde yaratılan son derece duygusal ortamın
bir parçasını oluşturan kitlesel histerik tepkiyle ilişkili tip ve sessiz
meditasyon, düşünceye dalma ve kendini adama durumlarında görülen tip. Dahası,
glossolalinin ilk Hıristiyanlar arasında ortaya çıktığını, İncil'de (Korint İncili) sözü edildiğini, ancak fenomenin Hıristiyanlıkla sınırlı olmadığını,
katı dinsel çevreler dışındaki ortamlarda da (örneğin ispritizma seansları vs.)
yaşanabileceğini gözlemledi. Buna tutulan birçok kişiyi inceledikten sonra,
glossolalinin ille de nörotiklikle ilişkili olmayabileceği sonucuna vardı,
yine de eşlik eden duygusal boşalımın (katarsis) belli bir psikoterapötik işlevi
olabileceğini düşünüyordu. Yine, dinsel bir ortamda glossolalikle- rin
feragati huy edinmiş olanlar arasından çıktığını, büyük olasılıkla süperego
baskıları yüzünden ahlaki kısıtlamaları ve daha yüce başarıları hedeflemeye
hazır kişiler olduklarını gözlemledi.
Cutten'a (1927) göre, glossolali sırasında söylenen sözcük
ler büyük ölçüde sözde-bir-dildir, ancak yabancı bir dil sanılabilir. Gerçek
bir yabancı dil konuşulduğunda, bu Jung'un (1917) hipermnezi (aşırı anımsama) dediği, bilinç
düzeyinde çoktan unutulmuş, ancak disosiye durumda veya trans halindeyken
yeniden anımsanan şeylere ilişkin güçlenmiş bir bellek durumu olabilir. Buna
paralel olarak Sargant (1973) transa
girmiş bir kişinin daha önce hiç bilmediği bir yabancı dili konuştuğunun hiçbir
zaman doyurucu biçimde kanıtlanmadığına, ancak hipnoid durumlardaki insanların
bazen geçmişte işitip sonra unuttukları bazı yabancı sözcük ve cümleleri
anımsayabildiklerine işaret etmiştir. Ne var ki, telkine yatkın bir
durumdaysalar, bilmedikleri dillerde konuştuklarına inanabilirler ve kendileri
gibi, buna eleştirel yaklaşmayan bazı insanlara da aynı inancı aktarabilirler.
Pattison ve Carey (1969) glossolaliyi Güney ABD'nin ücra
köşelerinde gözlenen yılan oynatıcılığı ve geniş yelpazedeki 'konvülsiyonvari'
ve histerik davranışlara benzer davranışlar arasında ele almışlardır. Bu,
Sargent'in sayılan diğer davranış tiplerine ek olarak glossolalinin de, bir
saldırganlık ve disosiyatif abreaksiyon biçimi olduğu görüşüyle aynı
doğrultudadır. Bununla birlikte, daha yenilerde, glossolalinin Episkopalyen,
Luteryen ve Presbi- teryen gibi daha ağırbaşlı cemaatlerde ve kentsel orta-üst
sınıf kiliselere gidenler arasında daha yaygın olduğunu da gözlemlemişlerdir,
bu kişilerde glossolalinin sapkın veya patolojik olduğu biçiminde yorumlanması
daha zordur. Ayrıca yazarlar yaygın histerik davranışın bir parçası olarak
ortaya çıkmadığında, bu davranışın ille de regresif bir doğada olması
gerekmeyen bir duygu boşalımına izin vererek, duygusal gerginliğin
azaltılmasına yardımcı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Şimdiye dek birinci elden bir
glossolali olgusuyla karşılaşma şansımız olmamakla birlikte, bir hanımın
kocasından durumun çok ilginç ve ayrıntılı bir tanımını dinledik. Yirmi üç
yıllık evlilikleri süresince kadında glossolali vardı ve kadın, adamı terk
ettikten kısa süre sonra subaraknoid hemorajiden ölmüştü.
Olgu 4
Kadının genellikle çocuksu ve normal sesinden farklı olan ‘öteki
sesi' en sık olarak gece yatakta uykuya dalmak üzereyken, ara sıra da gündüz
şekerleme yaparsa ortaya çıkıyordu. ‘Öteki ses' bazen tuhaf biçimde diktatörce
oluyordu ve kocası bunu 'gündelik işlerimizin çoğunu bu ses denetliyordu'
şeklinde anlatıyordu. Sözgelimi bir keresinde ertesi gün şehre indiğinde akşam
yemeği için balık almasını istemişti. Balığı alıp eve geldiğinde karısı buna
çok şaşırmıştı, çünkü o da aynı balıkçıya gitmişti ama 'bir şey bana boşvermemi
söyledi' diye balık almamıştı. Adam buna benzer, birçok olay aktardı, bir
seferinde ses kadına alınacak doğum günü hediyesini belirlemişti.
Adama göre glossolalik durumunda kadının medyumluk' ve önceden
sezme yetileri ortaya çıkıyordu. Sayfa numaraları verildiğinde, kapalı bir
kitapta o sayfalardaki resimleri tanımlayabildiğim söylüyordu. Ayrıca bir
dostlarının uçak kazasında öleceğini, at yarışını kimin kazanacağını ve
kocasının işiyle ilgili belli olayları önceden bilmişti. Kadın psikokineziye de
yatkındı, elleri doluyken karanlık bir odanın lambasını yakabiliyordu, bir
seferinde arabasını garaj yolunda boşta çalışır bırakmış ve uzaktan motorun
devrini hızlandırmıştı.
Daha sonraları, uykusunda Hindistan'daki çocukluğunda geçmiş
olaylar anlatıyordu, bazen kocasının Hintçe olduğunu ayırdedebildiği tuhaf bir
dilde konuşuyordu. Adam bu dili bilmese de, kadının ağzından çıkan bazı
sözcükleri ve cümleleri fonetik olarak kaydediyordu, kadın uyanıkken bunlardan
bazılarını tanıyıp çevirebiliyordu. Bu yaşantıların tümden sona ermesine yakın
bir zamanda, en az bir kez, erkeksi bir sesle 'Benim adım Kotawalla' demişti,
ses kadının çocukken tanımış olduğunu söylediği küçük bir Hintli oğlana aitti.
Bu bilgileri ve diğer birçok ilginç
ayrıntıyı anlatmak için büyük emek harcayan adama haksızlık etmemek için, ölmüş
olan karısının olağandışı davranışlarının gerçek bir açıklaması olduğuna inandığını
belirtmeliyiz. Bu inancına saygı duymakla birlikte, kadının durumunu hipnogojik
bir durumda ortaya çıkan kişilik dönüşümü olarak görme eğilimindeyiz. Bir kez
daha, bir ilgi çekme öğesi var gibi duruyor. Ne var ki, bu yorum kadının
psi-fenomenler sergilemesini tümden açıklamıyor.
Poltergeist
Fenomeni
En azından kitabın eksik kalmaması için,
bu fenomenin de alınması gerekli gibi duruyor. Bu fenomen, şimdiye dek
psikiyatri yazınında bir yer bulamamış gibi durmaktadır. Sık sık çocukluk veya
ergenlikteki bir davranış bozukluğuna eşlik ettiği düşünülürse, bu şaşırtıcı
bir durumdur. Poltergeist nadiren psikiyatrik ilgi uyandırmış ve görece az
rastlanır bir durum olmakla birlikte, tarihi hem İngiltere'de hem de birçok
yerde peş peşe olguların bildirildiği birkaç yüzyıl öncesine uzanır (Artley ve
Roll, 1968; Owen, 1964; Sitwell, 1940; Thurston,
1978).
En basit ve en olağan
biçiminde poltergeist (sözcüğün tam karşılığı 'gürültücü hayalet', -çn.)
fenomeni genellikle ayak sesleri, vurmalar, tak taklar gibi gizemli gürültüler,
bazen iniltiler ve diğer sözsüz seslerden oluşur. İkinci bir özelliği de,
nesnelerin sanki görünmez eller tarafından hareket ettirilmesidir. Taş gibi
nesneler birden beliriverir veya vazo ya da biblolar yere veya havaya
atılabilir. Yukarıda da söylendiği gibi, bu tuhaf olaylar evde büyük çoğunlukla
kız olmak üzere bir çocuğun varlığıyla ilişkilidir ve çocuk dışarıda veya
uyuyorken ortaya çıkmazlar. Genel kural olarak poltergeist fenomeni hayaletler,
ektoplazma veya diğer sözde ruhani belirtilerle ilişkili değildir. Bir
poltergeist tarafından rahatsız edilenler nadiren uçan nesneler tarafından
yaralanır, ancak bazı aile bireyleri sanki kendilerine dokunulmuş veya
itilmişler gibi hissettiklerini söyleyebilirler. Fenomenin diğer ana özelliği,
şeytan çıkarmaya yanıt vermemekle birlikte, birkaç hafta veya ay gibi bir
dönem içinde kendiliğinden kesilme eğilimidir. İzleyen olgu Profesör Trethowan
tarafından araştırıldı ve bu kitabın ikinci ve üçüncü baskılarında sunuldu:
Olgu 5
Olayların etrafında
geliştiği kişi olan Diana F. ilk kez 14 yaşında bir lise öğrencisiyken
görülmüştü. Beş kişilik bir ailenin en küçüğüydü, onun bir büyüğü kendisinden
sekiz yaş büyük olan 22 yaşındaki evli ablasıydı. Babası terzi, annesi ise
yakınlardaki öğrenme güçlüğü hastanesinde vasıfsız personeldi.
Fiziksel
olarak yaşına göre olgun gözüken Diana'nın dersleri kötüydü, sınıfında en geri
olanlardan biriydi ve notları da çok düşüktü.
Sorunlar ilk
olarak Nisan 1977'de, Diana arkadaşları tarafından itilip kakıldığı için okula
gitmeyi reddettiği zaman başlamıştı. Bu dönemde çok sevdiği ve onu şımartan
büyükbabası ölmüştü. Cenazeden iki gün sonra Diana kendi yaşındaki arkadaşı
Carole ile birlikte onun mezarına gitti. Oraya gitmişken, ezilerek ölmüş olan
kendi yaşlarındaki bir kızın mezarını da ziyaret ettiler. Mezarın üzerinde
Carole'un alıp bakması için Diana'ya verdiği bir de fotoğraf duruyordu, daha
sonra resmi yerine koymuşlardı. Diana'ya göre ilk 'belirti', düşen bir taş,
mezarlıktan çıkarlarken gelmişti. O akşam Carole'un evinde kaldılar ve onun
ana-babası dışarı çıktıklarında başka taşlar da yağdı. Diana, taşların gelişini
göremediklerini, ama yere düştüklerini gördüklerini söylüyordu. Birkaç gün
sonra Carole, Diana'nın evine kalmaya geldiğinde taşlar yeniden gözükmeye
başladı. Bunun sonucunda polis çağırıldı, ancak benzer durumlar işitmiş
olduklarını söyleyerek herhangi bir eylemde bulunmadılar.
Bunun
ardından Diana'nın evinde Carole gittikten sonra başka olaylar da oldu. Birçok
kez görünürde herhangi bir neden olmaksızın kapı zili çalıyordu. Kül tablaları
ve biblolar kıpırdıyor ve masaya çarpılıyordu, merdivenlerden nereden geldiği
belli olmayan bilyeler ve taşlar zıplayarak düşüyordu ve bir keresinde bir
biblo odada uçarak mutfağı salondan ayıran kapının camını kırmıştı. Geceleri
esas olarak Diana'nın yatak odasında olmak üzere, çarpma sesleri ve gürültüler
oluyordu, bir seferinde merdivenlerde ayak sesleri işitilmişti. Diğer bir
seferindeyse annesinin takma dişleri mutfakta konmuş oldukları kaptan gizemli
biçimde yok olmuş ve daha sonra salondaki şöminenin içinde bulunmuştu.
Diana'nın babası yeşil mürekkeple sistemli biçimde numaralandırmış
olduğu 33 tane taşı çıkartıp gösterdi. Büyükçe kahverengi çakıl taşlarıydı, her
biri yaklaşık iki yüz elli gram ağırlığındaydı ve baba bunların bahçelerinde
veya evlerinin yakınlarında bulunmayan tipte taşlar olduklarını söylüyordu.
Diana'nın kendisi, sıklığı ve yoğunluğu dalgalanan ve o uyurken ya
da evin dışındayken hiç olmayan bu belirtilerden fazlaca rahatsız olmuş gibi
durmuyordu. Aile, bu fenomenlerin gerçekliğine açıkça inanıyordu ve akılları
epey karışmıştı, ancak özellikle korkmuş bir halleri yoktu. Üstelik, bu fenomenleri
bir şekilde Diana ile ilişkilendirmelerine karşılık, bir an bile onun bunları
bilerek yapıyor olabileceğinden kuşkulanmıyorlardı. Bir noktada rahibin
evlerini kutsamasını bile istemişlerdi, ancak durumda herhangi bir iyileşme
olmamıştı.
Diana dahil, ailenin hiçbir bireyi hayalet görmemişti. Bir veya
iki kez sanki evin çevresinde soğuk bir rüzgâr eser gibi olmuştu. Bir kez baba
kendini itilmiş gibi hissetmişti, bir kez de anne saçında bir parça sakız
bulmuştu. Fenomenlerin çoğu böyle önemsiz olaylardı ve hiç kimse herhangi bir
zarar görmemişti. Meselenin daha derin araştırılması çok güçtü, çünkü
konuşulan çeşitli aile bireylerinin neyi gerçekten gördüklerini, neyi
gördüklerini sandıklarını ayıklamak son derece zordu. Bu olayların hiçbiri evde
yabancılar varken olmamıştı.
Son olarak Diana annesi tarafından bir medyuma götürüldü. Bir
veya iki seanstan sonra fenomenler azalmaya başladı, ancak Ocak 1978'de yeni
bir okulda yer bulunana dek tümden yok olmadılar. Diana hâlâ biraz rahatsız
bir insan olsa da, 1977'nin sonundan beri poltergeist fenomenlerinde yineleme
olmamış gibi duruyor.
Bu olgu daha önce birçok kez kaydedilmiş,
oldukça basit diğer örneklere çok benziyor. Belirtildiği gibi, genellikle ergen
kızlar buna tutulurlar, kızların erkeklere oranı ikiye birdir. Diğer bazı
olgularda olduğu gibi, tam bir açıklama yapılamadığı da doğrudur. İlkin,
fenomenler asla yabancılar varken gerçekleşmiyordu, ikinci olarak da
fenomenler açıkça Diana ile bağlantılı olsalar bile, bütün aile bunların
doğaüstü olduklarını sorgusuz kabul ediyordu. Bu açıdan durum folie a famille (aileboyu delilik, -çn.) andırmaktadır. Gerçek doğaüstü bir açıklama
yapamadığımıza veya fenomenleri açıklanamayan bir tarzda Diana'nın gerçekleştirdiği
psikokineziye bağlayamadığımıza göre, bunları saf insanlar olan ailesini ve
büyük olasılıkla kendisini de kandıracak şekilde Diana'nın yarattığını
çıkarsamak zorundayız. Her durumda, kız herhangi bir açıklama getiremiyordu.
Artley, J.L. and Roll, W.G. (1968) Mathematical models and the
attenuation effect
in two RSPK (Poltergeist) cases. Eleventh Annual Conference of the Para
psychological Association, Freiburg.
Cooper, A. (1975) The
Scottish Baptist Magazine, November.
Cutten, G.B. (1927) Speaking with Tongues. Oxford
University Press, New York.
Eastren Daily Press (1994) 13 September.
Ehrenwald, J. (1975) J Am
Acad Psychoanal, 3,105.
Freud, 5. (1946) Collected
Papers, Vol. IV. Hogarth Press, London.
Gemma, C. (1575) De Natura Divinis Characterismus. Plantin,
Antwerp, Vol. il. Quoted by Guazzo, F.
Guazzo, F.M. (1608) Compendium Maleficarum (1929) English
trans. E.A. Ashwin, John Rodker, London.
Huxley, A. (1951) The
Devils of Loundun. Chatto and Windus, London.
Jung, C. (1917) Collected Papers on Analytical Psychology
(ed. C.E. Long). Bailliere, London.
Leque, G. and de la Tourette, G.Gilles (1886) Soeur Jeanne des
Anges, Autobioographie d'une hysterique possedee. Charpentier, Paris.
Miller, A. (1956) The Crucible. Cresset Press, London.
Oesterreich,, T.K. (1966) Possession, Demoniacal and Other,
amongPrimitive Races in Antiquity, the Middle Ages, and Modern Times.
University Books, New York.
Owen, A.R.G. (1964) Can
We Explain the Poltergeist? Garrett, New York.
Pattison, E.M. and Carey, R.L. (1969) Internat Psychiat Clin,
5,133. Perry, M. (1987) ed. Deliverance. SPCK, London,
Prins, H. (1990) Bizarre Behaviours. Tavistock / Routledge,
London and New York.
Prins, H. (1992) Med
Sci Law, 32/3, 237.
Richards, J. (1984) But Deliver Us From Evil: An Introduction
to the Demonic Dimension in Pastarol Care. Darton, Longman and Todd,
London.
Robbins, R.H. (1984) The Encyclopaedia of Witchcraft and
Demonology. Newnes Books, London.
Sargent, W. (1973) The Mind Possessed. Heinemann, London.
Sail, M.J. (1970) J Psychol Technol, 4,286. Sitwell, S. (1940) Poltergeists.
Faber, London.
Sprenger, G. and Kraemer, H. (1489) Malleus Maleficarum
(1928) English trans. M. Summers, John Rodker, London.
Strauss, E.B. (1950) Br
Med f, 1,697.
Thurston, H.S.J. (1978) Ghosts and Poltergeists. Folcroft,
Pennsylvania. Times (1975) 24 April.
Trethowan, W.H. (1963) Br
J Psychiat, 109,341.
Vivier, L.M. (1968) Bibliothec
Psychiat Neurol, 134,153.
Whiting, J. (1961) The
Devils. Heinemann, London.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar