KUR’ÂN ve SÜNNET IŞIĞINDA Hz.PEYGAMBER’İN GAYBA MUTTALİ OLMASI
Prof. Dr. M. Said HATİBOĞLU
Bizim
zamanımızın şartlarını hepiniz biliyorsunuz. Fakültemiz
dahi yoktu. 1949-1950 yıllarında Ankara İlahiyat Fakültesi açıldı ve altı yüz
senelik İslâm’a hizmet bayraktarlığı yapan bir
devletin akabinde kurulmuş bir devlette, İlahiyat Fakültesi’nde tefsir, hadis,
Arapça dersi verebilecek bir tek profesör yoktu.
Ben şahsen Arapça
dersi almak üzere Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Arabça Kürsüsü’nün
derslerine gidiyordum ve orada bu dersi öğreten hoca bir Alman idi. Hamdolsun,
bizlerin başında Muhammed Tayip Okiç
Hocamız vardı, -kendisi Saraybosna’lıdır. 1977’de vefat ettiler. Allah rahmet eylesin- O’nun
asistanlığına 1958’in sonunda girdim. Yani, kırk dört senelik bir fakülte
mensubuyum. 1945’den beri benim gayem, bu ümmet-i necibenin mübarek dinimize
hizmetinde bir katkı sahibi olabilmektir. İki bin yılında emekli oldum. Ama,
hâlâ okumaya devam ediyorum.
“Şimdiye kadar ne öğrendin?” diyeceksiniz. Doktora tezimde
seçtiğim mevzu, “İslâm
Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu” idi. O zamanki sınırlı bilgime göre, İslâm ümmetinin son döneminde bir tenkid zihniyetinin olmadığım
görmüştüm. Tenkid zihniyeti olmayınca gelişme de olmuyor.
Tenkid zihniyeti neden yok? Varsa niçin kesilmiş? Nasıl devam
ettirmek mümkün? Bunları araştırabilmek için “İslâmî Tenkid Zihniyeti ve
Hadis Tenkidinin Doğuşu” konusu
üzerinde
çalıştım've
gördüm ki, Rasûlüllah’ın
zamanında, en geniş mânâsında bir tenkid zihniyeti vardı. Bizzat
Sahabe, Peygamber’ini tenkid edebiliyordu.
Ama, âyet nüzûl edince bütün tenkidler duruyordu. Âyetin üstünde lâf söylemek kimsenin
haddi değildi. Bu istisna dışında herkes,
-dikkat buyurun, Rasûlüllah dahil- tenkid
çerçevesinin içinde idi. Daha sonraki dönemlerde bu zihniyet söndü. Devrimizde bile bu engelin aşılabilmesi için neler çektiğimizi hepiniz biliyorsunuz.
Doçentlik çalışmamda, “Peygamber Efendimiz'in Vefatından Emevîler’in Sonuna Kadar Siyasî, İçtimâî
Hâdiselerde Hadis
Münasebetleri’ni inceledim. Okuyabildiğim kadarıyla, İslâm
kitabiyâtında, Peygamber Efendimiz'in hemen
hemen isminin geçmediği, O’nun istismar edilmediği hiçbir saha yoktur; her
sahada istismar edilmiştir. Ben bu istismarların siyasî, içtimâî
tezâhürlerini inceledim ve gordüm ki,
gerqekten de herkes, problemlerini Peygamber'ine çözdürtmeyi denemiş ve bunun
çalışmasını yapmıştır.
Hiçbir mesele hariç
değil, dedim. Bunları sıralamaya çalışıyorken gordüm ki, bütün istismar vesilesi olan
hadislerin temelinde gaybi bilgi yatıyor. Yani,
peygamber Efendimiz, gayben bir şey soylüyorlar,
bu söyledikleri yüzde yüz doğrudur, mutlaka bunu tatbik etmek gerekir.
Müslüman’da böyle bir fikir oluşuyor.
Acaba, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, bu sözleri söyleyebilir
mi söyleyemez mi? Söylemişse hangi şartlar dahilinde soyleyebilir? Söylememişse
bunun delilleri nedir? Bu büyük bir problem olarak karşımıza çıktı.
Eğer Hâricîlerden bahsederken "Bir kavim çıkacak, şunları şunları
yapacak, şu, şu inançlara sahip olacak.. . demişlerse, Haricilerden bahsetmeyi Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi
ve sellem, iktidarı dahilinde görmüş ki bunları
söylemiş diyeceksiniz bir bakıma. Eğer bir açıdan Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve sellem, böyle bir şey söyleyemez diyorsanız o zaman
bunun delillerini vermek zorunda kalacaksınız. Bunları yapabilmek için de, başta değişmez kitabımız, temel kitabımız olan
Kur’ân-ı Kerim açısından Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem’ın gayb bilgisinin değeri, mahiyeti ve şümûlü üzerinde çalışma yapma lüzumunu hissettim.
Bu gayeyle sene
kadar önce
bir elli küsür sayfalık bir çlışma yapmıştım. Onu geçen zaman zarfında daha çok delillendirdim
ve hacim itibariyle epeyce arttı. İnşaallah bu çalışmalarım kitaplaştırıldığı zaman, siz ulemanın tenkidlerine arz edilmiş olacak
ve kitaptaki yanlışların düzeltilme veya doğrularını daha da zenginleştirme
imkânı olacaktır. Cenâb-ı Hakk'dan bu günleri görmeyi diliyorum.
Burada huzurunuza çıkmışken, “Ne gibi şeyler öğrendin?” sualine
karşı birkaç şey söylemek istiyorum.
Bir defa Kur’ân-ı Kerim’de zaman açısından üç türlü gaybî hâdise
ortaya konuyor:
1. Geçmişin gaybî haberleri,
Malum olduğu üzere Kur’ân-ı Kerim’de, geçmişten verilen pek çok
haber vardır ve bunların münakaşası bizim için bahis konusu değildir.
Burada Cenâb-Hakk, Peygamber’ine: ‘‘Bu sana verdiğimiz haberler, bizim
nezdimizden gelen haberlerdir; gayb haberleridir; daha evvel sen bunları
bilmiyordun ” diyor. Biz de o vesile ile öğreniyoruz. Ama, bunların
tafsilâtını Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmek mümkün değil. Ancak verilen kadarıyla
bir hakikati öğreniyorsunuz, tafsilatı ise ilim adamlarının yapacağı
çalışmalara bağlıdır.
Vaktiyle okuduğum bir
dergide, garplı ilim adamları, ارم ذات= iremezât..." diye başlayan âyeti izah ederken, “
gerçekten de Kur’ân-ı Kerim 'in dediği doğru" diyorlardı. Nitekim
Yemen’de kazılar yapmışlar, “zâtü’l-imâd” dediğimiz sütunlu şehri ortaya
çıkarmışlar. Bunun üzerine “gerçekten de Kur’ân-ı Kerim’in dediği doğru”
diyorlar. Ama, ben beklemiştim ki bunu Müslümanlar söylesin. Müslüman
arkeologlarımız da çıkar ve eksikliğimizi giderirler.
Hal-i hazır gayb haberleri de vardır. Hal-i hazır, aynı anda olan hâdise demektir. Meselâ, ben burada
konuşma yapıyorken, toplantı salonunun dışında da bir takım hâdiseler oluyor. O
hâdiseleri ben bilir miyim, bilmez miyim? Rasûlüllah aleyhisselâtü vesselâm
bilir mi, bilmez mi?
Bu çerçevede hal-i hazırla ilgili gayb haberlerine işaret eden,
Kur’ân-ı Kerim âyetlerini tedkik ettiğimiz zaman görüyoruz ki Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem, herhangi müşahedeye,
duyulara dayanan bir haber gelmediği takdirde böyle bir bilgiden mahrumdur.
Yani, kendisinin gıyabında olan bir hâdiseyi bilmesi mümkün değildir. Ama, bunu
reddeden, Peygamber her şeyi bilir diyen pek çok âlim var. Şimdi onları bir
kenara koyuyoruz. Kur’ân açısından meseleye yaklaştığımız zaman durum bu
oluyor.
Gerçekten de Rasûlüllah aleyhisselâtü vesselâm’ın kendi hayatında
gösterdiği tatbikat bizi bu fikre götürüyor. Hiçbir hâdisede Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem’ın, haberci kullanmadan
bir hükümde bulunduğunu görmüyoruz. Bir harbe dahi çıksalar, haber toplamak
için muhakkak bir casus gönderiyorlar. Herhangi bir yerde bir
hâdise işittilerse hemen onu tahkik ettiriyorlar. Bunlar, hâl-i hazır gaybı bilmeyen bir kimsenin
davranışlarıdır. Ama, biz daha sonra öyle bir peygamber tasavvuru ortaya
çıkardık ki, -tabirimi mâzur görün- Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem şimdi gelse kendisini tanıyamayacak nerede
ise. Şimdi bizim kitaplarımızda öyle bir Peygamber tasviri var. Bunların
gerçekle alakâsının olduğunu hiç
zannetmiyorum.
Meselâ, bir insan olarak Peygamberimizin namaz kıldırıyorken arkasındaki cemaatin ne yaptığını bilmesi mümkün değildir. Ama biz bunu bir nakîse
addetmişiz ve Peygamberimiz’e ne yapmışız? İki kürek kemiğinin arasına bir göz yerleştirmişiz.
Bu haberlerin sâhibi: “Üstü kapalı da olsa ‘'Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem iki kürek kemiği arasındaki
gözüyle arkasını da görürdü”, diyoruz.
Şimdi bu peygamberi yüceltmek midir, yoksa gerçeği saptırmak mıdır?
İnşaallah bunların İlmî çerçevede müzakere edileceği günlere geliriz.
Ben gördüm ki bu çeşitten haberler ecdadımızın kitaplarında oldukça çoktur.
Meselâ, Yahudiler tarafından bir su-i kasd teşebbüsü olur, o teşebbüsü
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem nasıl haber a l ~ Bazı
kaynaklar hemen Cebrâil geldi haber verdi diyerek Cebrâil’i yerleştirirler. Böyle bir şey yoktur. Bir
kaynakta o hadiseyi, o su-i kasd teşebbüsünü bir Müslüman öğrenmiş, gelip Peygamberimiz’e haber
vermiştir, o vesile ile haberdar olurlar.
Hal-i
hazır gaybla ilgili missller pek qoktur. Bir-iki misalle iktifa edeyim. Meselâ, Mute Gazvesi sırasında peygamberimiz
bugünkü canlı yayınlar vardır ya, biz televizyonda aynı anda seyrediyoruz-
minbere çıkarlar, harp safahâtını anlatırlar.
Şimdi Cafer şehid oldu, onun arkasından şu, onun akasından bu şehid oldu
dediğini mûteber kaynaklar rivayet ederler. Halbuki bir başka kaynağımıza göre; “Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem bir Sahabeyi Anadolu’ya yani Bizans’a göndermiş, o Sahabe
dönüşünde “Bir baktım ki, Mute’de Müslümanlar kâfirlerle harp ediyorlar. Vakıf olduğum hadiseleri Peygamberimize anlattım. Aradan
aylar geçtikten sonra Peygamberimiz bu hâdiseden haberi oldu.ve pek derin bir üzüntüye kapıldılar” diyor. Şimdi her iki
anlatıştan hangisi doğru? Bu rivayetleri çoğaltmak gayet mümkün.
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem’in hal-i hazır hayatında olan ve Kur’ân-ı Kerim’e de
aksetmiş hâdiseler var. O hâdiselerin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılış şekilleri
eğer harfi mânâda anlaşılırsa biz zannederiz ki, Peygamberimize ulaştırılmış,
Kur’ân’ın dışında, tilâvet edilmemiş ikinci
bir vahiy daha var. Tabiî bu durumda vahiy ikiye ayrılıyor.
Size müşahhas bir misâl olarak meşhur tahrim hâdisesiyle ilgili
rivayetleri hatırlatayım: Hz. Peygamber Efendimiz bir hanımına bir sır
söylemişler ve o sırrı
kimseye söyleme demişler. Ondan sonra bu hanım bu sırrı diğer hanımlarına aktarmış, onun üzerine senin sırrını faş ettiler diye Cebrâil, Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve selleme haber vermiş. Diğer hanımların bu sırrı öğrendiğini sana kim bildirdi diye sorulduğunda Hz.
Peygamber de cevaben: “Bunu bana Allah bildirdi” buyuruyor. Bu ihbarın
Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet olarak hiçbir ifadesi yok Ama ne var?
Peygamberimiz bu hâdiseden Allah vasıtasıyla haberdar olduğu keyfiyeti var. O
zaman bazı âlimler haklı olarak “Demek ki Kur’ân âyetinin dışında da bir vahiy var” demişlerdir.
Şimdi ben kendi sistematiğimin içinde bunun doğru olamayacağı
kanaatine vardım. Yani pek âlâ burada Peygamberimiz’e bir başkası gelmiş, haber
vermiş ve Peygamberimiz de sana kim haber verdi dedikleri zaman “bunu bana
Allah haber verdi” demiş olabilir. Burada önemli bir incelik var: Allah
haber verdi diyor da vahiyden bahsetmiyor. Bilindiği gibi, -Arap muhiti de
dahil- insanlar arasında Allah’a nispet edilen beşerî fiiller vardır. Bizzat
Kur’ân-ı Kerim’de Allah, insanların yaptıklarını kendisine hamlediyor ve ben yaptım, diyor.
Bunların bana enteresan
gelenlerini sizlere hatırlatmak istiyorum. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim Bedir
Gazvesi’nden bahsederken "Onları siz öldürmediniz onları Allah
öldürdü" diyor. Halbuki kâfirleri öldüren Müslümanlar. Ama Cenâb-ı
Hakk öldürme keyfiyetini kendi üzerine alıyor.
Bir başka âyette, borç verilme muamelelerinde kâtibin yazması
emredilerek: "Allah’ın öğrettiği şekilde yazsın ” deniliyor. Şimdi bir ticaret meselesinde bir meseleyi, bir
borçlanmayı yazmak için Cenâb-ı Hakk, nasıl yazılacağım öğrensinler diye bir
ticaret mektebi mi açtı ki borcu yazacak kâtib oradan mezun olup öğrenmiş
olsun? Allah borç senedi yazılmasını nerede öğretmiş, yok böyle bir şey: Peki
bu âyetle ne kastediliyor?
Allah'in verdiği imkânla borç senedinin nasıl
yazılacağını öğrenmiş bir kimse bahis konusudur. Yoksa Allah’tan öğrenilmiş bir
borç senedi yazma keyfiyeti yoktur.
Köleler konusunda Cenâb-ı Hakk, hiçbir kimseyi köle yapın
diye bir emir vermez. Ama, insanlar insanları köleleştirmiştir.
Peygamberimiz’in ifadelerinde de sabit olduğu gibi "Bu
köleleri Allah sizin elinize verdi" deniliyor. Hiç köleyi Allah bizim
elimize köle olun diye verir mi? böyle bir Ama ortada ictimai bir vaka bir var. Cenâb-ı Hakk her
hadiseyi yaratan bir olarak hadiseyi de kendisi yaratmıştır. Ama bu yaratma keyfiyeti, bu hadiseyi istediği manasına değildir. Katiyetle böyle bir
yoktur. Kerim'de o kadar enteresan misâller var ki, hatta avci köpeklerinin
bile öğretimini Cenâb-ı Hakk kendi üzerine alıyor. "Bunlara (avcı köpeklerinin) nasıl eğitileceğini size Allah
öğretti” diyor.
Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem da ifade
örneklerini bizevermiştir. Bir misâl daha vererek bu
konuyu noktalayalım.
Tebuk
Seferi bir hadise,
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem teçhizat teminiyle meşgul. Ebû Mûsa el-Eş‘arî ve Ensar'dan
Peygamberin arkadaşları Hz. Peygamber'e geliyorlar ve “Bizi harbe götürecek develer
temin et diyorlar. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellemin Buhari de geçen ifadesi:
‘‘Vallahi sizleri
hiçbir bineğe bindirecek değilim, bineğim yok" diyor. Bir müddet geçiyor, bazı
kimseler binecek develer getirerek savaş için tahsis ediyorlar. Bunun üzerine Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi
çağırarak: "Allah sizi bunlara bindirecek” buyuruyor. Allah'in böyle bir hadiseyi haber
verdigi vaki değildir. Ama Allah'in Allah'in bir olarak Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem burada ifade ediyorlar. Burada Allah adina konuşuyorlar.
Bu ifade ediliş
şekil Sahabede, Tabiînde ve daha sonra gelen âlimlerde de var. Hatta
daha sonraki alimlerimiz Allah adına bile
konuşurlar…Allah şöyle yapar, Allah böyle yapar diye.
Tıpkı bizim bazı sahalarda konuştuğumuz gibi. Ben de konuştum. Böyle küçücük, narin bir kediyi ezerek öldürmeye kalkışan bir
adamı gördüğüm zaman "Allah bu adamı
ekmek fırınında yakar"
Allah adına hüküm
verdim. Siz de Allah adına hüküm vermiyor
musunuz? Ama, burada gerçekten Allah mı
konuşuyor? Katiyetle böyle bir şey yok. Bizim
Allah inancından kaynaklanan ifade şeklimiz bu. O
bakımdan bunları, İslam Dünyası’nın kitabiyâtını mukayeseli
bir şekilde tedkik etmek süreriyle açığa kavuşturma durumundayız.
Eğer bugün, daha yeni yeni okuma imkânına kavuştuğumuz yüz- yüz
elli ciltlik kitaplar, bu genç ulemamız tarafmdan hakikaten İlmî tedkiklerle
incelenip neticeleri ortaya çıkarılırsa, İslam Peygamberi’ni, hakiki veçhesiyle daha doğru bir şekilde
anlama imkânına kavuşacağız.
Bir noktayı belirterek sözlerime son vermek istiyorum. “Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem adına çıkarılmış olan bu
hadislerin ne zararı var?” diye sorabilirsiniz. O kadar büyük zararları oluyor
ki, Rasûlüllah adına çıkarılmış bu hadisler
yüzünden aileler dağılabiliyor; kavimler birbiriyle harp edebiliyor; bir millet
bazen toptan küfürle bile itham edilebiliyor.
Seneler öncesi
rastladığım bir rivayetle, yaşadığım dehşeti sizlere aktarmak istiyorum.
Biliyorsunuz şimdi İstanbul’dayız.
İstanbul’un fethini Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem...Letüftehannel Kostaniyye…”
hadisiyle müjdelemişler. Gerçekten de
Rasûlüllah böyle bir hadis söyleyebilir mi? Bu âcize sorarsanız, ben
söyleyebilir diyorum. Niçin? Çünkü, Cenâb-ı Rasûl’de, İslâm Dini’nin ahirete kadar bütün insanlığın malı olacağı inancı
var. هو الذي ارسل رسوله بالهدي ودين الحق ليظهره علي الدين
كله âyet-i kerimesi
var. Rasûlüllah’da bu inanç var ve bu inanca sahip olduğu için daha yedinci
senede, yani Mekke’yi fethetmeden önce Hudeybiye anlaşmasının akabinde civar
ülkelere, Mısır’a, Bizans’a, İran’a İslâm’a davet mektubları gönderdi.
Eğer İslâmiyet
yalnız Araplar’a mahsus bir din olsaydı, neden bu civar ülke halklarını İslâm’a davete ihtiyaç vardı? Çünkü, Rasûlüllah, bütün insanlığa rahmet olarak
gönderilmiş bir peygamberdir. O sebeple
bütün insanlığın kurtuluşunu tekeffül etmeye hazır bir Peygamberdir.
Dolayısıyla böyle bir hadis söylemesi gayet mümkündür.
Şu bildiğimiz Ayasofya, Peygamberimizin doğumundan üç yüz sene
sonra yapılmaya başlanmış ve doğumuna yakın tamamlanmıştır; ama Peygamberimizin Ayasofya’dan haberi belki yoksa da kendisi
Bizans ile ticarî ilişkileri olan bir kavmin mensubu. Bizans’da meydana gelen
hadiselerin haberi O’na geliyor; Konstantiniyye’nin varlığından haberdardırlar.
O yüzden böyle bir hadis söyleyebilirler. Ama, bizim Müslümanlar, asırlar devam eden İstanbul’u
fetih hareketlerinden hiçbir netice alamayınca birinci ve ikinci asrın içinde
öyle bir fikre vardılar ki, İstanbul’un fethi ancak
kıyamet zamanında gerçekleşecek. Bu yüzden ümmet arasında فتح القسطنتنية من علامات
الساعة fikri gelişti.
Bu sözler hadis halinde kitaplarımızda
vardır: İstanbul’un fethinden önce Deccal çıkacak, Müslümanlar silah bile
kullanmadan İstanbul’u fethedecekler gibi hadisler vardır.
Şimdi işin enteresan tarafına geliyorum. Eğer İstanbul’un fethini,
bu rivayetlere inanarak, kıyamet zamanında vuku' bulacak bir hadise olarak
kabul ederseniz o zaman şu fethedilmiş İstanbul’umuzun değeri sizin gözünüzde
ne olur? Demek ki, henüz İstanbul fethedilmemiştir, dersiniz. Ne acaib şeyler
söylüyorsun diyeceksiniz ama, bunu söyleyen ben değilim.
Size meşhur Reşid Rıza’nın
hazırladığı Tefsirü ’l-Menâr’dan bir pasajı aynen okuyorum. وورد من اشراط الساعة فتح
القسطنتنية = Vârid olmuştur ki, İstanbul’un fethi kıyamet
alâmetlerindendir. Bu rivayet sahih
hadis kitaplarında vardır, diyor. Bu hadis
üzerine, âlimler âlimi şeyhimiz Mahmud Neşşabe -ki, bu zat 1890’da vefat
etmiştir- bu hadisin mânâsı hakkında demiş ki, Arablar bunu eşkıya Türkler’den fethedecekler; o zaman
İstanbul fetholmuş olacak.
Reşid
Rıza “Mahmud Neşşabe, siyaset erbabından değildi. Türklerle Arablar arasındaki
bu düşmanlık onun zamanında yoktu. Türk Hükümeti’nin şu zamanda yaptıklarını
bir tarafa bırak” ilavesinde bulunuyor. Yani bunlar olsa böyle bir şey
söyleyebilir denilebilir. Reşid Rıza’nın vefatı 1935’tir. Dolayısıyla bu
sözleriyle daha evvelki devri kastediyor.
Diyeceksiniz ki, mesele burada kalmış mı? Hayır kalmamış. 1994 yılındaki haccım sırasında, İbrahim Çalışkan Hoca ile yatsı namazım müteakip Kâbe’de tavafımızı yaptıktan sonra kitapçılara gittik ve bir kitapçıda ا شراط ا لساعة diye beş yüz sayfaya yakın bir kitap gördüm. Kitabı ilk açışımda -Cenâb-ı Hakk bazen bana böyle lütuflarda bulunur!- bu hadis karşıma çıktı. Emin olun dehşete düştüm, nerede ise kitapçının boğazına sarılacaktım. İbare şu:
“Türklerin
eliyle yapılmış bu İstanbul Fethi silahla yapılmıştır, halbuki hadislerde
sulhla yapılacak diyor. Şimdi bu İstanbul kâfirlerin elindedir. Hiç yalan
söylemeyen Peygamber Efendimiz’in dediği gibi daha sonra gerçek fetih
yapılacaktır.”
Bu ifade, Mekke’deki Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’nin Şeriat Fakültesi’nin
akide bölümünde yapılmış olan bir tezdir. Üç defa basılmış,
ilk baskısı 1989’da, İkincisi 1990, üçüncüsü 1993.
Ben son baskısını aldım.
Burada tez sahibi allâme (!) sadece kendi safsatalarını anlatmakla
kalmıyor. Üstelik bir de hepimizin muhterem
saydığı Ahmed Muhammed Şâkir’den nakillerde
bulunuyor. Dehşete kapılmamak mümkün değildir.
Ahmed Muhammed Şâkir bizim tanıdığımız kadarıyla İmam Şâfiî’nin Risâle’sini tahkikle ortaya çıkaran ve Mısır’da Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’ini yayınlamaya başlayan fakat ömrü vefa etmeyen büyük bir
âlimdir. Ama gel gör ki, bu müellif, tenkid zihniyetinden bihaber olduğu için
aynı zırvaları kitabında sıralıyor. Bunların hepsi metin olarak elimde var.
Son olarak şunu söylemek istiyorum. İslâm Dünyası’nda 1400 yıldan beri kitap yazılıyor. Tek bir
kitap Kur’ân’la başladık daha üçüncü asırda Taberî, tek başına otuz ciltlik
tefsirini yazdı. Altıncı asırda yaşamış olan İbn Akil’in bir rivayete göre
400, diğer bir rivayete göre 600 ciltlik tefsiri var. Bunların hiçbiri elimizde
yoktur. Bunları kim okuyacak da, bunları
kim tahlil edecek de bize gerçekleri ortaya
çıkaracaktır?
Hocalarımızın vaktiyle başlattıkları bu
vakıf çalışmaları eğer genişleyebilir,
gerekli yardımlar sağlanabilirse, İslam
Dünyası’nın kurtuluş ışığı Türkiye’den çıkacaktır. Benim kanaatim odur.
Ümmü’l-Kurâ’da yapılan tez benzerleriyle bir yere varılabileceğini zannetmiyorum. İş parada değil sadece. Muhteşem üniversiteleri ve kütüphaneleri
varmış, ben görmedim ama kafa değişmedikçe o kütüphaneleri, o İslâm kültürünü elekten geçirmedikçe Rasûlüllah’a layık ümmet
olmak muhaldir.
Cenâb-ı Hakk cümlemizi O’na layık olanlardan eylesin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar