Print Friendly and PDF

KUR’ÂN ve SÜNNET IŞIĞINDA Hz.PEYGAMBER’İN GAYBA MUTTALİ OLMASI

 


Prof. Dr. M. Said HATİBOĞLU

Bizim zamanımızın şartlarını hepiniz biliyorsunuz. Fakültemiz dahi yoktu. 1949-1950 yıllarında Ankara İlahiyat Fakültesi açıldı ve altı yüz senelik İslâm’a hizmet bayraktarlığı yapan bir devletin akabinde kurulmuş bir devlette, İlahiyat Fakültesi’nde tefsir, hadis, Arapça dersi verebilecek bir tek profesör yoktu.

Ben şahsen Arapça dersi almak üzere Dil, Tarih ve Coğrafya Fa­kültesi’nde Arabça Kürsüsü’nün derslerine gidiyordum ve orada bu der­si öğreten hoca bir Alman idi. Hamdolsun, bizlerin başında Muhammed Tayip Okiç Hocamız vardı, -kendisi Saraybosna’dır. 1977’de vefat ettiler. Allah rahmet eylesin- O’nun asistanlığına 1958’in sonunda gir­dim. Yani, kırk dört senelik bir fakülte mensubuyum. 1945’den beri be­nim gayem, bu ümmet-i necibenin mübarek dinimize hizmetinde bir katkı sahibi olabilmektir. İki bin yılında emekli oldum. Ama, hâlâ okumaya devam ediyorum.

“Şimdiye kadar ne öğrendin?” diyeceksiniz. Doktora tezimde seçtiğim mevzu, “İslâm Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu” idi. O zamanki sınırlı bilgime göre, İslâm ümmetinin son döneminde bir tenkid zihniyetinin olmadığım görmüştüm. Tenkid zihniyeti olmayınca gelişme de olmuyor.

Tenkid zihniyeti neden yok? Varsa niçin kesilmiş? Nasıl devam ettirmek mümkün? Bunları araştırabilmek için İslâmî Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu” konusu üzerinde  çalıştım've gördüm ki, Rasûlüllah’ın zamanında, en geniş mânâsında bir tenkid zihniyeti vardı. Bizzat Sahabe, Peygamber’ini tenkid edebiliyordu. Ama, âyet nüzûl e­dince bütün tenkidler duruyordu. Âyetin üstünde lâf söylemek kimsenin haddi değildi. Bu istisna dışında herkes, -dikkat buyurun, Rasûlüllah dahil- tenkid çerçevesinin içinde idi. Daha sonraki dönemlerde bu zih­niyet söndü. Devrimizde bile bu engelin aşılabilmesi için neler çektiği­mizi hepiniz biliyorsunuz.

Doçentlik çalışmamda, “Peygamber Efendimiz'in Vefatından Emevîler’in Sonuna Kadar Siyasî, İçtimâî Hâdiselerde Hadis Münase­betleri’ni inceledim. Okuyabildiğim kadarıyla, İslâm kitabiyâtında, Peygamber Efendimiz'in hemen hemen isminin geçmediği, O’nun istismar edilmediği hiçbir saha yoktur; her sahada istismar edilmiştir. Ben bu istismarların siyasî, içtimâî tezâhürlerini inceledim ve gordüm ki, gerqekten de herkes, problemlerini Peygamber'ine çözdürtmeyi dene­miş ve bunun çalışmasını yapmıştır.

Hiçbir mesele hariç değil, dedim. Bunları sıralamaya çalışıyorken gordüm ki, bütün istismar vesilesi olan hadislerin temelinde gaybi bilgi yatıyor. Yani, peygamber Efendimiz, gayben bir şey soylüyorlar, bu söyledikleri yüzde yüz doğrudur, mutlaka bunu tatbik etmek gerekir. Müslüman’da böyle bir fikir oluşuyor.

Acaba, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, bu sözleri söyleyebilir mi söyleyemez mi? Söylemişse hangi şartlar dahilinde soyleyebilir? Söylememişse bunun delilleri nedir? Bu büyük bir problem olarak kar­şımıza çıktı.

Eğer Hâricîlerden bahsederken "Bir kavim çıkacak, şunları şun­ları yapacak, şu, şu inançlara sahip olacak.. . demişlerse, Haricilerden bahsetmeyi Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, iktidarı dahilinde gör­müş ki bunları söylemiş diyeceksiniz bir bakıma. Eğer bir açıdan Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, böyle bir şey söyleyemez diyorsanız o zaman bunun delillerini vermek zorunda kalacaksınız. Bunları yapa­bilmek için de, başta değişmez kitabımız, temel kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim açısından Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem’ın gayb bilgisinin değeri, mahiyeti ve şümûlü üzerinde çalışma yapma lüzumunu hisset­tim.

Bu gayeyle sene kadar önce bir elli küsür sayfalık bir çlışma yapmıştım. Onu geçen zaman zarfında daha çok delillendirdim ve ha­cim itibariyle epeyce arttı. İnşaallah bu çalışmalarım kitaplaştıldığı za­man, siz ulemanın tenkidlerine arz edilmiş olacak ve kitaptaki yanlışla­rın düzeltilme veya doğrularını daha da zenginleştirme imkânı olacaktır. Cenâb-ı Hakk'dan bu günleri görmeyi diliyorum.

Burada huzurunuza çıkmışken, “Ne gibi şeyler öğrendin?” sua­line karşı birkaç şey söylemek istiyorum.

Bir defa Kur’ân-ı Kerim’de zaman açısından üç türlü gaybî hâ­dise ortaya konuyor:

1.      Geçmişin gaybî haberleri,

2.Hal-i hazır gayb haberleri,

3.Geleceğin haberleri.

Malum olduğu üzere Kur’ân-ı Kerim’de, geçmişten verilen pek çok haber vardır ve bunların münakaşası bizim için bahis konusu de­ğildir. Burada Cenâb-Hakk, Peygamber’ine: ‘‘Bu sana verdiğimiz ha­berler, bizim nezdimizden gelen haberlerdir; gayb haberleridir; daha evvel sen bunları bilmiyordun ” diyor. Biz de o vesile ile öğreniyoruz. Ama, bunların tafsilâtını Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmek mümkün değil. Ancak verilen kadarıyla bir hakikati öğreniyorsunuz, tafsilatı ise ilim adamlarının yapacağı çalışmalara bağlıdır.

Vaktiyle okuduğum bir dergide, garplı ilim adamları, ارم ذات= iremezât..." diye başlayan âyeti izah ederken, “ gerçekten de Kur’ân-ı Kerim 'in dediği doğru" diyorlardı. Nitekim Yemen’de kazılar yapmış­lar, “zâtü’l-imâd” dediğimiz sütunlu şehri ortaya çıkarmışlar. Bunun üzerine “gerçekten de Kur’ân-ı Kerim’in dediği doğru” diyorlar. Ama, ben beklemiştim ki bunu Müslümanlar söylesin. Müslüman arkeologla­rımız da çıkar ve eksikliğimizi giderirler.

Hal-i hazır gayb haberleri de vardır. Hal-i hazır, aynı anda o­lan hâdise demektir. Meselâ, ben burada konuşma yapıyorken, toplantı salonunun dışında da bir takım hâdiseler oluyor. O hâdiseleri ben bilir miyim, bilmez miyim? Rasûlüllah aleyhisselâtü vesselâm bilir mi, bil­mez mi?

Bu çerçevede hal-i hazırla ilgili gayb haberlerine işaret eden, Kur’ân-ı Kerim âyetlerini tedkik ettiğimiz zaman görüyoruz ki Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, herhangi müşahedeye, duyulara da­yanan bir haber gelmediği takdirde böyle bir bilgiden mahrumdur. Yani, kendisinin gıyabında olan bir hâdiseyi bilmesi mümkün değildir. Ama, bunu reddeden, Peygamber her şeyi bilir diyen pek çok âlim var. Şimdi onları bir kenara koyuyoruz. Kur’ân açısından meseleye yaklaştığımız zaman durum bu oluyor.

Gerçekten de Rasûlüllah aleyhisselâtü vesselâm’ın kendi haya­tında gösterdiği tatbikat bizi bu fikre götürüyor. Hiçbir hâdisede Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem’ın, haberci kullanmadan bir hükümde bulunduğunu görmüyoruz. Bir harbe dahi çıksalar, haber toplamak için muhakkak bir casus gönderiyorlar. Herhangi bir yerde bir hâdise işittilerse hemen onu tahkik ettiriyorlar. Bunlar, hâl-i hazır gaybı bilmeyen bir kimsenin davranışlarıdır. Ama, biz daha sonra öyle bir peygamber tasavvuru ortaya çıkardık ki, -tabirimi mâzur görün- Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem şimdi gelse kendisini tanıyamayacak nerede ise. Şimdi bizim kitaplarımızda öyle bir Peygamber tasviri var. Bunların gerçekle alakâsının olduğunu hiç zannetmiyorum.

Meselâ, bir insan olarak Peygamberimizin namaz kıldıyorken arkasındaki cemaatin ne yaptığı bilmesi mümkün değildir. Ama biz bunu bir nakîse addetmişiz ve Peygamberimiz’e ne yapmışız? İki kürek kemiğinin arasına bir göz yerleştirmişiz. Bu haberlerin sâhibi: “Üstü ka­palı da olsa ‘'Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem iki kürek kemiği arasın­daki gözüyle arkasını da görürdü”, diyoruz. Şimdi bu peygamberi yü­celtmek midir, yoksa gerçeği saptırmak mıdır?

İnşaallah bunların İlmî çerçevede müzakere edileceği günlere ge­liriz. Ben gördüm ki bu çeşitten haberler ecdadımızın kitaplarında ol­dukça çoktur.

Meselâ, Yahudiler tarafından bir su-i kasd teşebbüsü olur, o te­şebbüsü Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem nasıl haber a l ~ Bazı kay­naklar hemen Cebrâil geldi haber verdi diyerek Cebrâil’i yerleştirirler. Böyle bir şey yoktur. Bir kaynakta o hadiseyi, o su-i kasd teşebbüsünü bir Müslüman öğrenmiş, gelip Peygamberimiz’e haber vermiştir, o vesile ile haberdar olurlar.

Hal-i hazır gaybla ilgili missller pek qoktur. Bir-iki misalle iktifa edeyim. Meselâ, Mute Gazvesi sırasında peygamberimiz bugünkü can­lı yayınlar vardır ya, biz televizyonda aynı anda seyrediyoruz- minbere çıkarlar, harp safahâtını anlatırlar. Şimdi Cafer şehid oldu, onun arka­sından şu, onun akasından bu şehid oldu dediğini mûteber kaynaklar ri­vayet ederler. Halbuki bir başka kaynağımıza göre; “Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem bir Sahabeyi Anadolu’ya yani Bizans’a gönder­miş, o Sahabe dönüşünde “Bir baktım ki, Mute’de Müslümanlar kâfirlerle harp ediyorlar. Vakıf olduğum hadiseleri Peygamberimize anlattım. Aradan aylar geçtikten sonra Peygamberimiz bu hâdiseden haberi oldu.ve pek derin bir üzüntüye kapıldılar” diyor. Şimdi her iki anlatıştan han­gisi doğru? Bu rivayetleri çoğaltmak gayet mümkün.

Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin hal-i hazır hayatında olan ve Kur’ân-ı Kerim’e de aksetmiş hâdiseler var. O hâdiselerin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılış şekilleri eğer harfi mânâda anlaşılırsa biz zannederiz ki, Peygamberimize ulaştırılmış, Kur’ân’ın dışında, tilâvet edilmemiş ikin­ci bir vahiy daha var. Tabiî bu durumda vahiy ikiye ayrılıyor.

Size müşahhas bir misâl olarak meşhur tahrim hâdisesiyle ilgili rivayetleri hatırlatayım: Hz. Peygamber Efendimiz bir hanımına bir sır söylemişler ve o sırrı kimseye söyleme demişler. Ondan sonra bu hanım bu sırrı diğer hanımlarına aktarmış, onun üzerine senin sırrı faş ettiler diye Cebrâil, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve selleme haber vermiş. Diğer hanımların bu sırrı öğrendiğini sana kim bildirdi diye sorulduğunda Hz. Peygamber de cevaben: “Bunu bana Allah bildirdi” buyuruyor. Bu ih­barın Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet olarak hiçbir ifadesi yok Ama ne var? Peygamberimiz bu hâdiseden Allah vasıtasıyla haberdar olduğu keyfi­yeti var. O zaman bazı âlimler haklı olarak “Demek ki Kur’ân âyetinin dışında da bir vahiy var” demişlerdir.

Şimdi ben kendi sistematiğimin içinde bunun doğru olamayacağı kanaatine vardım. Yani pek âlâ burada Peygamberimiz’e bir başkası gelmiş, haber vermiş ve Peygamberimiz de sana kim haber verdi dedik­leri zaman “bunu bana Allah haber verdi” demiş olabilir. Burada önemli bir incelik var: Allah haber verdi diyor da vahiyden bahsetmiyor. Bilin­diği gibi, -Arap muhiti de dahil- insanlar arasında Allah’a nispet edilen beşerî fiiller vardır. Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Allah, insanların yaptık­ları kendisine hamlediyor ve ben yaptım, diyor.

Bunların bana enteresan gelenlerini sizlere hatırlatmak istiyorum. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim Bedir Gazvesi’nden bahsederken "Onları siz öldürmediniz onları Allah öldürdü" diyor. Halbuki kâfirleri öldüren Müslümanlar. Ama Cenâb-ı Hakk öldürme keyfiyetini kendi üzerine a­lıyor.

Bir başka âyette, borç verilme muamelelerinde kâtibin yazması emredilerek: "Allah’ın öğrettiği şekilde yazsın ” deniliyor. Şimdi bir ti­caret meselesinde bir meseleyi, bir borçlanmayı yazmak için Cenâb-ı Hakk, nasıl yazılacağım öğrensinler diye bir ticaret mektebi mi açtı ki borcu yazacak kâtib oradan mezun olup öğrenmiş olsun? Allah borç se­nedi yazılmasını nerede öğretmiş, yok böyle bir şey: Peki bu âyetle ne kastediliyor? Allah'in verdiği imkânla borç senedinin nasıl yazılacağını öğrenmiş bir kimse bahis konusudur. Yoksa Allah’tan öğrenilmiş bir borç senedi yazma keyfiyeti yoktur.

Köleler konusunda Cenâb-ı Hakk, hiçbir kimseyi köle yapın diye bir emir vermez. Ama, insanlar insanları köleleştirmiştir. Peygamberimiz’in ifadelerinde de sabit olduğu gibi "Bu köleleri Allah sizin elinize verdi" deniliyor. Hiç köleyi Allah bizim elimize köle olun diye verir mi? böyle bir Ama ortada ictimai bir vaka bir var. Cenâb-ı Hakk her hadiseyi yaratan bir olarak hadiseyi de kendisi yaratmıştır. Ama bu yaratma keyfiyeti, bu hadiseyi istediği manasına değildir. Katiyetle böyle bir yoktur. Kerim'de o kadar enteresan misâller var ki, hatta avci köpeklerinin bile öğretimini Cenâb-ı Hakk kendi üzerine alıyor. "Bunlara (avcı köpeklerinin) nasıl eğitileceğini size Allah öğretti” diyor.

Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem da ifade örneklerini bizevermiştir. Bir misâl daha vererek bu konuyu noktalayalım.

Tebuk Seferi bir hadise, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem teçhizat teminiyle meşgul. Ebû Mûsa el-Eş‘arî ve Ensar'dan Peygambe­rin arkadaşları Hz. Peygamber'e geliyorlar ve “Bizi harbe götürecek de­veler temin et diyorlar. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin Buhari de geçen ifadesi:

‘‘Vallahi sizleri hiçbir bineğe bindirecek değilim, bineğim yok" diyor. Bir müddet geçiyor, bazı kimseler binecek develer getirerek savaş için tahsis ediyorlar. Bunun üzerine Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi çağırarak: "Allah sizi bunlara bindirecek” buyuruyor. Allah'in böyle bir hadiseyi haber verdigi vaki değildir. Ama Allah'in Allah'in bir olarak Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem burada ifade ediyorlar. Burada Allah adina konuşuyorlar.

Bu ifade ediliş şekil Sahabede, Tabiînde ve daha sonra gelen â­limlerde de var. Hatta daha sonraki alimlerimiz Allah adına bile konuşurlar…Allah şöyle yapar, Allah böyle yapar diye. Tıpkı bizim   bazı sahalarda konuştuğumuz gibi. Ben de konuştum. Böyle küçücük, narin bir kediyi ezerek öldürmeye kalkışan bir adamı gördüğüm zaman "Allah bu adamı ekmek fırınında yakar" Allah adına hüküm verdim. Siz de Allah adına hüküm vermiyor musunuz? Ama, bura­da gerçekten Allah mı konuşuyor? Katiyetle böyle bir şey yok. Bizim Allah inancından kaynaklanan ifade şeklimiz bu. O bakımdan bunları, İslam Dünyası’nın kitabiyâtını mukayeseli bir şekilde tedkik etmek sü­reriyle açığa kavuşturma durumundayız.

Eğer bugün, daha yeni yeni okuma imkânına kavuştuğumuz yüz- yüz elli ciltlik kitaplar, bu genç ulemamız tarafmdan hakikaten İlmî tedkiklerle incelenip neticeleri ortaya çıkarılırsa, İslam Peygamberi’ni, hakiki veçhesiyle daha doğru bir şekilde anlama imkânına kavuşacağız.

Bir noktayı belirterek sözlerime son vermek istiyorum. “Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem adına çıkarılmış olan bu hadislerin ne zararı var?” diye so­rabilirsiniz. O kadar büyük zararları oluyor ki, Rasûlüllah adına çıkarıl­mış bu hadisler yüzünden aileler dağılabiliyor; kavimler birbiriyle harp edebiliyor; bir millet bazen toptan küfürle bile itham edilebiliyor.

Seneler öncesi rastladığım bir rivayetle, yaşadığım dehşeti sizlere aktarmak istiyorum. Biliyorsunuz şimdi İstanbul’dayız. İstanbul’un fet­hini Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem...Letüftehannel Kostaniyye…” hadisiyle müjdelemişler. Gerçekten de Rasûlüllah böyle bir hadis söyleyebilir mi? Bu âcize sorarsanız, ben söyleyebilir diyorum. Niçin? Çünkü, Cenâb-ı Rasûl’de, İslâm Dini’nin ahirete kadar bütün insanlığın malı olacağı i­nancı var. هو الذي ارسل رسوله بالهدي ودين الحق ليظهره علي الدين كله âyet-i kerimesi var. Rasûlüllah’da bu inanç var ve bu inanca sahip olduğu için daha yedinci senede, yani Mekke’yi fethetmeden önce Hudeybiye an­laşmasının akabinde civar ülkelere, Mısır’a, Bizans’a, İran’a İslâm’a davet mektubları gönderdi.

Eğer İslâmiyet yalnız Araplar’a mahsus bir din olsaydı, neden bu civar ülke halklarını İslâm’a davete ihtiyaç vardı? Çünkü, Rasûlüllah, bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir. O sebeple bütün insanlığın kurtuluşunu tekeffül etmeye hazır bir Peygamberdir. Dolayısıyla böyle bir hadis söylemesi gayet mümkündür.

Şu bildiğimiz Ayasofya, Peygamberimizin doğumundan üç yüz sene sonra yapılmaya başlanmış ve doğumuna yakın tamamlanmıştır; ama Peygamberimizin Ayasofya’dan haberi belki yoksa da kendisi Bi­zans ile ticarî ilişkileri olan bir kavmin mensubu. Bizans’da meydana gelen hadiselerin haberi O’na geliyor; Konstantiniyye’nin varlığından haberdardırlar. O yüzden böyle bir hadis söyleyebilirler. Ama, bizim Müslümanlar, asırlar devam eden İstanbul’u fetih hareketlerinden hiçbir netice alamayınca birinci ve ikinci asrın içinde öyle bir fikre vardılar ki, İstanbul’un fethi ancak kıyamet zamanında gerçekleşecek. Bu yüzden ümmet arasında فتح القسطنتنية من علامات الساعة fikri gelişti.

Bu sözler hadis halinde kitaplarımızda vardır: İstanbul’un fethin­den önce Deccal çıkacak, Müslümanlar silah bile kullanmadan İstan­bul’u fethedecekler gibi hadisler vardır.

Şimdi işin enteresan tarafına geliyorum. Eğer İstanbul’un fethini, bu rivayetlere inanarak, kıyamet zamanında vuku' bulacak bir hadise olarak kabul ederseniz o zaman şu fethedilmiş İstanbul’umuzun değeri sizin gözünüzde ne olur? Demek ki, henüz İstanbul fethedilmemiştir, dersiniz. Ne acaib şeyler söylüyorsun diyeceksiniz ama, bunu söyleyen ben değilim.

Size meşhur Reşid Rıza’nın hazırladığı Tefsirü ’l-Menâr’dan bir pasajı aynen okuyorum. وورد من اشراط الساعة فتح القسطنتنية = Vârid olmuştur ki, İstanbul’un fethi kıyamet alâmetlerindendir. Bu rivayet sahih hadis kitaplarında vardır, diyor. Bu hadis üzerine, âlimler âlimi şeyhimiz Mahmud Neşşabe -ki, bu zat 1890’da vefat etmiştir- bu hadisin mânâsı hakkında demiş ki, Arablar bunu eşkıya Türkler’den fethedecekler; o zaman İstanbul fetholmuş olacak.

Reşid Rıza “Mahmud Neşşabe, siyaset erbabından değildi. Türk­lerle Arablar arasındaki bu düşmanlık onun zamanında yoktu. Türk Hükümeti’nin şu zamanda yaptıklarını bir tarafa bırak” ilavesinde bulunu­yor. Yani bunlar olsa böyle bir şey söyleyebilir denilebilir. Reşid Rıza’nın vefatı 1935’tir. Dolayısıyla bu sözleriyle daha evvelki devri kas­tediyor.

Diyeceksiniz ki, mesele burada kalmış mı? Hayır kalmamış. 1994 yılındaki haccım sırasında, İbrahim Çalışkan Hoca ile yatsı namazım müteakip Kâbe’de tavafımızı yaptıktan sonra kitapçılara gittik ve bir ki­tapçıda ا شراط ا لساعة   diye beş yüz sayfaya yakın bir kitap gördüm. Kitabı ilk açışımda -Cenâb-ı Hakk bazen bana böyle lütuflarda bulunur!- bu hadis karşıma çıktı. Emin olun dehşete düştüm, nerede ise kitapçının boğazına sarılacaktım. İbare şu: 

“Türklerin eliyle yapılmış bu İstanbul Fethi silahla yapılmıştır, halbuki hadislerde sulhla yapılacak diyor. Şimdi bu İstanbul kâfirlerin elindedir. Hiç yalan söylemeyen Peygam­ber Efendimiz’in dediği gibi daha sonra gerçek fetih yapılacaktır.”

Bu ifade, Mekke’deki Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’nin Şeriat Fa­kültesi’nin akide bölümünde yapılmış olan bir tezdir. Üç defa basılmış, ilk baskısı 1989’da, İkincisi 1990, üçüncüsü 1993. Ben son baskısını al­dım.

Burada tez sahibi allâme (!) sadece kendi safsatalarını anlatmakla kalmıyor. Üstelik bir de hepimizin muhterem saydığı Ahmed Muhammed Şâkir’den nakillerde bulunuyor. Dehşete kapılmamak mümkün de­ğildir. Ahmed Muhammed Şâkir bizim tanıdığımız kadarıyla İmam Şâfiî’nin Risâle’sini tahkikle ortaya çıkaran ve Mısır’da Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’ini yayınlamaya başlayan fakat ömrü vefa etmeyen büyük bir âlimdir. Ama gel gör ki, bu müellif, tenkid zihniyetinden bi­haber olduğu için aynı zırvaları kitabında sıralıyor. Bunların hepsi me­tin olarak elimde var.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. İslâm Dünyası’nda 1400 yıldan beri kitap yazılıyor. Tek bir kitap Kur’ân’la başladık daha üçün­cü asırda Taberî, tek başına otuz ciltlik tefsirini yazdı. Altıncı asırda ya­şamış olan İbn Akil’in bir rivayete göre 400, diğer bir rivayete göre 600 ciltlik tefsiri var. Bunların hiçbiri elimizde yoktur. Bunları kim okuya­cak da, bunları kim tahlil edecek de bize gerçekleri ortaya çıkaracaktır?

Hocalamızın vaktiyle başlattıkları bu vakıf çalışmaları eğer ge­nişleyebilir, gerekli yardımlar sağlanabilirse, İslam Dünyası’nın kurtu­luş ışığı Türkiye’den çıkacaktır. Benim kanaatim odur. Ümmü’l-Kurâ’da yapılan tez benzerleriyle bir yere valabileceğini zannetmiyorum. İş parada değil sadece. Muhteşem üniversiteleri ve kü­tüphaneleri varmış, ben görmedim ama kafa değişmedikçe o kütüphane­leri, o İslâm kültürünü elekten geçirmedikçe Rasûlüllah’a layık ümmet olmak muhaldir.

Cenâb-ı Hakk cümlemizi O’na layık olanlardan eylesin.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar