Print Friendly and PDF

NOKTA ATIŞLARI…İSİMSİZ SAVAŞ DEVAM EDİYOR

 


Yazar/ Mahir Kaynak …2007

 Birinci Bölüm NOKTA ATIŞLARI TÜRKİYE PROJESİ

Hepimiz bazı şeyleri eleştiriyoruz, çok fazla olmasa da, beğendiklerimiz de var. Her şeyi demokratikleştirmeye bağlayanlar konu sıkıntısı çekmiyor. Ekonomide sınırsız söz söyleme imkânı var. Hedefiniz ne diye sorarsanız basit bir cevabı olduğunu ve bunun insan haklarına saygılı, demokratik ve müreffeh bir Türkiye olduğunu söyleyeceklerdir.

Oysa böyle bir hedef olmaz. Daha doğrusu soyut hedefler hiçbir anlam taşımaz ve ne başarınızı ne de yenilginizi ölçemezsiniz. Milli gelir rakamları refahınızın arttığını, bazı yasak ve sınırları kaldırmanız demokrasiye yaklaştığınızı gösterebilir ama dünya ölçeğindeki gelişmeler sizi ciddi tehditlere maruz bırakabilir.

Hedefiniz somut olmalıdır. Yani geleceğe ait bir dünya öngörünüz ve bunun içinde nasıl bir Türkiye'nin mümkün olduğunu kestirebilmek gerekir. Hiçbir ülke ne demokrasiye ulaşmak ne de halkının refahını artırmak konusunda isteksiz olamaz ama sizden çok farklı politikalar izleyebilir. Bu durumda hanginizin doğru yaptığını nasıl bilebilirsiniz?

 Mesela Rusya devletin etkisini artırıcı ve ekonomisindeki kilit sektörleri yabancılara kapatan bir politika izliyor. ABD terörle mücadele bahanesiyle geleneksel demokratik uygulamalarından vazgeçiyor.

Fransa düşünceyi açıklamayı yasaklıyor. Bu demokrasinin bir hedef olmadığı, güvenlik gerekçesiyle sınırlanacağı anlamını taşıyor.

Sözlerimiz demokrasi karşıtlığı olarak algılanmamalıdır. Gereksiz dediğimiz sınırlamalar egemen gücün savunma mekanizmalarıdır ve demokrasi düşmanı oldukları için değil konumlarını sürdürmek için aldıkları tedbirlerdir.

Bu durumda ilk işimiz ülke için somut hedefler koymak ve bu hedeflerin hayatın gidişiyle uyumlu olmasını sağlamaktır. Somut hedefler ancak ülkeyi dünyanın bir parçası olarak düşünmek ve dışımızdaki gelişmeleri doğru anlayıp buna uygun bir ülke projesi yapmakla mümkündür.

Bugünkü şartlar kısaca şöyle özetlenebilir: Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle dünyada var olan dengeler anlamını yitirmiş ve yeni bir düzen henüz kurulamamıştır. Tek süper güç sayılan ABD'nin bu konumunu sürdürmesinin zor olduğu giderek yaygın bir kanı haline dönüşüyor ama ona rakip olabilecek güçler, yani Avrupa, Rusya ve Çin henüz yeterli düzeye gelemedi.

Yeni denge nasıl oluşursa oluşsun ülkemiz önemli bir yere sahip olacaktır. Şu anda ekonomik açıdan ülkemize yönelik ilgi, uyguladığımız politikaların uygunluğundan çok, önümüzdeki dönem için mevziler kazanmak amacına yöneliktir ve bunun AB üyeliğiyle bir ilgisi yoktur. Nitekim AB ile giderek artan sorunlar yaşamamıza rağmen ilgide bir azalma gözlenmiyor.

Rusya kendisini dengenin bir tarafı olarak gördüğü için uluslararası sermayenin egemenliğine izin vermiyor. AB henüz nasıl bir yol izleyeceğine karar vermiş görünmüyor. İngiltere'nin öncülüğündeki bir kanat uluslararası sermayenin desteğini sağlamaya çalışırken muhafazakar diyebileceğimiz bir kanat Rusya benzeri bir politikanın, yani kendine yeterli olmanın peşinde görünüyor.

Türkiye'nin tek başına bir güç odağı olabilmesi henüz mümkün değil ama gelecek için öngördüğü AB ile bütünleşme projesinin önünde de ciddi engeller var. Bunlar ülkemizin sahip olduğu ve olumsuz olduğu söylenen şartlardan, yani yeterli ölçüde demokratik ya da din farkından kaynaklanmıyor. Ülkemizde uluslararası sermeyenin etkisinin artması Avrupa içindeki muhafazakar ve bu sermayeye uzak duran kesimlerin tepkisini çekiyor ve yeni bir güç odağının rekabetinden rahatsız olan Rusya ile ABD'deki ulusalcı Bush yönetiminin karşı tavır almasına neden oluyor.

Bu nedenle AB üyeliğini tek hedef saymak yerine diğer seçeneklerin de tartışılması gerekiyor. Eğer yeni güç odakları ABD ve Rusya olacaksa ve bunlar AB'nin yeni denge unsuru olmasını engelleyip, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra olduğu gibi, bu güçler safında yer almaya zorlayacaklarsa, yeni bir strateji gerekir.

SOYUT DÜŞÜNCE

 Gençliğimde bir soruyu cevaplamakta çok zorlandım ve sonra cevap aramaktan vazgeçtim. Yaratan en büyüktü ve onun gücünün sınırı yoktu. Bunu tartışmıyordum ama bir balığın pulundan bir hayvanın kılına, bir bitkinin yaprağındaki ince tüylere kadar her şeyi teker teker planlamasının, O'nun için imkansız olmasa bile, gereksiz olduğunu düşünüyordum. Ve üstelik benzer olanlar bile aynı değildi ve sınırsız olasılıklar söz konusuydu. Yaratılışın, sınırlı sayıda, belki de bir sayfaya sığacak formüllerle ifade edilebileceğini düşünüyordum.

Birinci formül yaşamı başlatan formül olmalıydı. ?

 Tek olan güç önce yaşamı başlatmalıydı. Ancak bu formülle tekli bir yaşam söz konusu olabilirdi ve çokluğu sağlayacak ikinci bir formüle ihtiyaç vardı. Üçüncü formül bu çokluğu kendi içinde tutarlı kılmalı ve birbirini destekleyecek biçime sokmalıydı.

Ancak evrenin bireysel olarak değil kurallarla var edildiği ve öyle yönetildiği düşüncesi egemen görüşe ters düşüyordu. Ayrıca bu formüler, varsa bile, bunları çözmenin sınırlarımı aştığını gördüm ve genele uydum.

Bu anımı olaylara nasıl baktığımı anlatmak için yazıyorum. Somut olayları inceleyip bundan genel kurallara varmak yerine önce kuralın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ve olayları kurduğum modelin içinde değerlendiriyorum. Eğer somut olaylar modelimin yanlış olduğunu düşündürecek ölçüye varırsa yeni bir model kuruyorum.

Aslında herkesin kafasında böyle bir model vardır ama önce onu tartışıp doğruluğunu kanıtlamakla uğraşmaz, hatta böyle bir modelinin olduğunu düşünmez bile. Mesela AB üyeliğimizin din ve medeniyet farkı nedeniyle gerçekleşmeyeceğini düşünenler dünyadaki güç odaklarının bir medeniyet ve kültür mücadelesi verdiklerini ve amaçlarının bu konuda üstünlük elde etmek olduğunu varsayarlar ama bunun diğer amaçlarla, mesela ekonomik ve siyasi çıkar sağlamak amacıyla çelişebileceğini düşünmezler. Bir modelleri vardır ama tutarlı olup olmadığı irdelenmemektedir.

Çin'in, önümüzdeki dönemde, ekonomik açıdan ABD'yi geçeceğini, askeri açıdan bu ülke için tehdit oluşturacağını söylerler ama Çin'deki kalkınmanın ABD tarafından yönlendirilen uluslararası sermaye tarafından desteklendiğini göz ardı eder ve bunun bir çelişki olacağını düşünmezler. Eğer bu çelişkiyi çözseler dünyadaki çatışmanın taraflarını görebilir ve tutarlı bir analiz yapma imkanına kavuşabilirlerdi.

Türkiye'de, son zamanlarda, PKK'lılara af çıkarılması gündeme getirilince söylenenlerin savunulması mümkün görünüyor ve siyaset savaştan daha iyidir deniyor. Ama aynı kişilerin, önceki dönemlerde, neden siyasetin yolunu tıkadıkları ve tek yolun çatışma olduğunu söyledikleri araştırılmıyor. Eğer bu çelişki çözülse sorun daha iyi anlaşılabilir ve her gün bir öncekinin tersi kriterlerle hareket etmeyiz.

ABD'nin Irak'taki diktatörlüğe karşı çıktığını ve oraya demokrasi getirmek için uğraştığını, İran'daki teokratik rejimi bir tehdit olarak algıladığını söylüyoruz. Her ikisinin birden mevcut olduğu Suudi Arabistan'dan şikayetçi olmaması gözden kaçıyor. Eğer ABD bu işi petrol için yapıyorsa tedarik zorluğu mu çekiyordu ya da çekeceğine dair bir emare mi vardı?

 Yıllarca ABD'nin SSCB'nin düşmanı olduğunu düşünerek yaşadık ama SSCB dağılınca ya da dağıldığı söylenince, en büyük desteği ABD verdi. Bu çelişkiyi çözmeden dünyada neyin olup bittiğini anladığını sanmak safdillik olmaz mı?

 Olayları model kurarak incelemek bizi çelişkilere düşmekten kurtarır. Olayları tek başına incelemek yerine bir bütünün içinde değerlendirebiliriz. Burada karşılaşacağımız en büyük sorun bir takım tabularımızın da bu tartışmalarda yara almasıdır. Bundan korkmamıza gerek olmadığını düşünüyorum. Zaten çoğu eskimiş olan bu düşüncelerin yerine yenilerini koyarız ve bir süre de bunlarla idare ederiz. Belki de günün birinde her şeyi sorgulayabilen ve bu sorguların değer yargılarımızı yok etmeyip daha üst bir düzeye çıkardığını da anlarız.

İLERLEME RAPORU

AB üyeliğimizi herkes çok farklı amaçlar için kullanıyor ama bunların içinde AB üyeliğini hedefleyen olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'deki liberal ve İslamcıların oluşturduğu cephenin asıl beklentisi egemenliğin el değiştirmesi ve kendilerinin bürokratların yerine geçmesinin sağlanmasıdır. Demokratikleşmenin ve ekonomik reformların devletin gücünü sınırlayacağı, yönetimin halka, daha doğrusu onların oluşturduğu örgütlerin eline geçeceğini düşünüyorlar. AB raporunda askerlerin siyasi rollerinin sınırlandırılması isteği, soyut bir demokrasi talebinin ötesinde, egemenliğin el değiştirmesini amaçlıyor.

Böyle bir talep, ilke temelinde değerlendirildiği zaman, hiç de reddedilecek gibi görünmüyor. AB demokratik değerlerin egemen olacağı bir birliktelik olacaksa buna katılan ülkelerin bu" değerlere sahip olmasından daha doğal ne olabilir! Ayrıca birliğin üyesi olunca, daha üst bir kuruma devredilecek olan egemenliğin kimde olacağının fazla bir önemi kalmıyor ve genel kuralın uygulanması, askerlerin sivil otoriteye tabi olması bir gerekliliğe dönüşüyor.

Önce İslamcı ya da böyle algılanan cephenin büyük bir yanılgı içinde olduğunu söyleme durumundayız. İslam'ı terörün ve şiddetin sebebi olarak algılayan, bu dini kendi değerlerine bir tehdit olarak gören Batının ülkemizdeki laik akımın temsilcisi sayılan askerleri siyasetin dışına itip İslamcı cepheyi destekler bir tavır içinde olması çelişkidir ve bu desteğin askerlerin siyasi etkinliğinin sona erinceye kadar süreceği, daha sonra sıranın İslamcı cephenin tasfiyesine geleceği şüphe götürmez.

Türkiye'ye yönelik stratejinin şu biçimde oluşturulduğunu söyleyebiliriz: İlk aşamada askerin siyasi etkinliği, demokrasi ve özgürlükler adına sınırlandırılacak ve karşı cephe desteklenecektir. Bu sürece devletin ekonomik etkinliğinin sınırlandırılması ve liberalizm adına, ekonomiyi kontrol eden kurumların, özellikle finans sektörünün kontrol edilmesi eşlik edecektir. Burada devletin ekonomik gücünün sınırlandırılmasıyla özelleştirme karşıtı bir tavrı savunduğumuz anlaşılmamalıdır. Ancak devletin kendi burjuvazisini oluşturması ve nispeten bağımsız bir özel sektör yaratılması kastedilmektedir.

Bu süreç İslamcı kesimin ekonomik olarak güçlenmesini sağladığı için onların güçlü biçimde desteğini sağlayacaktır. Ancak bu ekonomik güç dünya ölçeğinde anlamsızdır ve uluslar arası güçlerin yanında ihmal edilir düzeyde kalacaktır.

Askerin siyasal etkinliği ve devletin ekonomik gücü bertaraf edilince İslamcı cephenin yoğun bir baskı altına alınması projenin ikinci aşamasını oluşturacaktır. Bu defa laik kesime güçlü bir destek verilerek siyasal İslam tasfiye edilecek ve egemenlik yeni oluşan uluslar arası bir yapının eline geçecektir. Bu noktaya gelindiğinde, hala AB projesi yürürlükteyse, Türkiye üye olacak değilse yeni egemenler tarafından yönetilecektir.

Bu nedenlerle ülkemizdeki İslamcı-laik ayrışmasının yanlış olduğunu ve her ikisinin de kaybedeceği bir süreci yaşadığımızı söylüyorum.

Bu gibi çatışmalarda tarafları yönlendirenler, kişisel olarak zenginleşirler ve bunun cazibesine kapılarak bütünü görmez ya da doğru değerlendiremezler.

Bir süre sonra herkesi içine alacak ve yutacak bir anafora doğru sürükleniyoruz.

Böyle durumlarda yapılacak şey tüm ideolojik tartışmaları, en azından bir süre, rafa kaldırmaktır. Laikler her sabah kalkıp, "Türkiye'de irtica yoktur" diyecek, diğerleri de, "Din elden gidiyor" demeyecektir. İslamcı medya, görünüşte dindar ama gerçekte bu sürecin bir parçası olduğu açıkça sırıtan yayınlarından, laikler de cumhuriyetin temel ilkelerinin tehdit altında olduğu söyleminden vazgeçecektir. Ülkede sadece siyaset konuşulacak ve siyasetin ideoloji olmadığını, hatta onun bir numaralı düşmanı olduğunu kabul edilecektir.

Aydınlarımız değişen dünya şartlarına uygun yeni bir ortak ideolojiyi oluşturmaya çalışacak ve yeni Türkiye önce insanların düşüncelerinde, sonra da gerçek hayatta inşa edilecektir.

KİM OLACAK?

 Ülke gündeminin birinci sırasında kimin cumhurbaşkanı olacağı sorusu var.

Aslında sorunun cevabının basit olduğu ve meclisin seçtiği kişinin bu makama geleceğini söylemek mümkün. Ancak devletin herhangi bir makamına kimin nasıl geldiği konusunda bir model kurulmadığı, sorun teorik düzeyde incelenmediği için hukuk kuralları içinde kalınıyor ve asıl belirleyici olan faktörler göz ardı ediliyor.

Siyasi bir makama gelmek için bilgi, beceri, tecrübe gibi faktörler belirleyici değildir. Birçok kişinin sahip olduğu vasıflar yeterlidir. Bugün dünyanın kaderine hükmettiği söylenen ABD Başkanının bu makam için en uygun kişi olması bir yana ortalama bir vasfa sahip olduğu bile söylenemez. Bu konuda birinci kural hiç kimsenin bu gibi makamlara kendi gücüyle gelmediği, getirildiğidir.

Buna kahramanlar ve efsanevi liderler de dahildir.

Bu gibi makamlara kimin geleceğini şartlar belirler. Liderler bu şartları oluşturmaz ama şartlar liderleri oluşturur. Ayrıca liderlerin dünyayı doğru algılayıp buna göre hareket eden kişiler olması da şart değildir. Çoğu zaman olayların tamamen dışında kalmış, bunları anlamamış kişiler başa geçebilir. Hem dünyayı doğru algılayan hem de lider olan kişiler çok az sayıdadır.

Liderler bir çiçek gibidir. İnsanlar onun güzelliğinden etkilenir ama hiçbir zaman onu uç verdiği bitkiyle uğraşmaz. Çiçek bir sonuçtur ve kökünden başlayarak tüm bir bitkinin sembolünden ibarettir. Bu nedenle çiçeğin kim olacağını anlamak için bu toprakta hangi bitkinin yetişeceğini, daha doğrusu yetişmesine izin verileceğini anlamak gerekir.

Bugün cumhurbaşkanının kim olacağına AKP karar verecek görüntüsü hakim. Bu iddianın doğru olması için AKP'nin kurulması ve iktidara gelmesinin itici gücünün bu partiyi oluşturanların olması gerekir. Bunu söyleyebilirsek geleceği de onun şekillendireceğini iddia edebiliriz.

Ancak bu partinin hem kuruluşunda hem de iktidara gelişinde siyasi bir proje söz konusu olmadı.

 Sadece demokrasi, halk egemenliği, haksızlığa uğramanın tepkisi gibi siyasi bir projeyi içermeyen söylemler ön plandaydı. Uygulanacak politikaların önceden belirlenip belirlenmediğini de bilemiyoruz. Çünkü ne AB'nin en önemli siyasal hedef olacağı ne de ekonomik alanda küresel sermaye ile bütünleşeceğimiz, en azından halk tarafından, bilinmiyordu.

Önce bir tespit yapmamız gerekiyor. Kamuoyunda anlaşılan siyasetle dünyaya şekil veren ve gerçek siyaset diyebileceğimiz uygulamalar arasında hiçbir benzerlik yoktur. Biz demokrasi, insan hakları, terör, zulüm ve mazlumlardan söz ederiz ama sel gidince geride kalanlarla, yani oluşan siyasi yapıyla uğraşmayız.

Irak'ta olanlarla ilgileniriz ama nasıl bir siyasi yapının oluşturulmak istendiği, bunun yeni dünya düzenin içindeki yerini ve anlamını tartışmayız.

Türkiye'deki siyasi yapı, iç dinamiklerin zayıflığı ve dünyadaki gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmesi nedeniyle, dış etkenler incelenmeden anlaşılamaz.

Bölgemizdeki siyasi yapı hangi temeller üzerine kurulacaktır?

 ABD bölgede hangi güçle, yani İran'la mı yoksa bizimle mi ittifak kuracaktır?

 AB, ABD'nin rakibi midir yoksa onun tamamlayıcısı olarak mı düşünülmektedir?

 ABD dünya üzerindeki dengeyi ABD-Rusya ekseninde mi kurmak istemekte yoksa Çin'in yeni bir dünya gücü olmasını mı istemektedir?

 Asıl önemli soru dünyadaki yeni ekonomik düzen, bugüne kadar olduğu gibi, dünyanın diğer bölgelerinden ABD'ye kaynak transferiyle mi sürdürülecek yoksa nispeten kapalı ekonomik alanlar mı oluşacaktır?

 Ülkemizin yeni yapılanmada yeri nedir?

 Cumhurbaşkanın kim olacağı bu soruların cevabına bağlıdır. Bu soruların cevabı İslam'ın siyasi bir ideoloji olup olmayacağını da belirleyecektir.

Geleceğe yönelik tahminlerimi şöyle özetleyebilirim: Bir petrol istasyonuna benzetilen Arap ülkeleri aslında bir banka görevini yapmaktadır ve uluslararası sermayenin bir bölümünü yönlendirmektedir. Tüm batı dünyasını karşısına alan İslamcı siyasetin tasfiye edileceğini ve bu ülkelerde sistem değişikleri olacağını, krallıkların yerini askeri diktatörlüklerin alacağını, bunun bir devrim sayılacağını ve olumlu karşılanacağını düşünüyorum. Türkiye bu genel dönüşümden etkilenecektir.

KAZANAN NEREDE?

 Erke adlı kuruluşun sıfır maliyetle sınırsız enerji üretebileceği iddiası şüpheyle karşılandı. Oysa insanlar uzun zamandan beri benzer birçok iddiaya inanıyorlar ama hiç kimse bundan ne kuşku duyuyor ne de bu inancı nedeniyle akılsız sayılmaktan korkuyor. Mesela bir süreden beri dünya, El-Kaide denen bir örgütün herkese meydan okuduğuna ve istediği yerde eylemler yaptığına inanıyor ama kimse onun izini bile bulamıyor. Bunun sıfır maliyetle sınırsız enerji üretmekten ne farkı var?

 Fakat bana en eğlenceli gelen konu ABD'nin Irak'ta yenildiği ve çekilmek zorunda kalacağı iddiası. Bazıları olayı Vietnam Savaşına ya da Rusya'nın Afganistan seferine benzetiyorlar ama oradaki savaşların birinde Çin ve SSCB'nin diğerinden ABD'nin doğrudan desteğini ihmal etmekte bir sakınca görmüyorlar. Irak'ta ABD'nin yenilen taraf olduğunu anladık ama galip tarafın kim olduğunu bilmiyoruz. Eğer direnişçiler kazandı diyorsanız neden Erke'nin sıfır maliyetli sınırsız enerji üretimini şüpheyle karşılıyorsunuz?

 Tarihin en büyük ve en ileri teknolojilere sahip olduğu söylenen gücü bir avuç direnişçi karşısında çaresizse verilenle alınan arasında bir denge olması gerektiğini nasıl savunursunuz?

 Ayrıca artık insanların davranışlarında rasyonellik aramak komploculuk olarak adlandırılmaya başlandı. Mesela şöyle bir soru soramazsınız: Irak Ordusu neden ABD işgaline karşı tek kurşun atmadı ve teslim oldu ama terhis edilen ordunun elemanları, daha sonra, bir direniş örgütleyip savaşmaya başladılar?

 Eğer işgal sürecinde savaşsalardı, yenilseler bile suçlu konuma düşmeyecekler ve şerefli bir asker olarak hayatlarını sürdüreceklerdi. Yenilmiş olmaları, kendileri açısından, farklı bir durum yaratmayacaktı. Ama onlar asker gibi savaşmayı reddedip neden terörist damgası yemeyi tercih ettiler?

 İnsanları bir gün korkak bir tavşan, başka bir gün hayatlarını hiçe sayan bir kahraman haline getiren nedir?

 Eğer savaşmamalarını Saddam emrettiyse neden ABD onu yargılayıp asmak istiyor?

 ABD'de savaşı başlatan ya da destekleyenlerin karşımıza geçip, "Biz yanlış hesap yaptık ve bu savaşı kaybediyoruz" dedikleri zaman birçok kişinin rahatladığını ve hiçbir şeyi olmadan, çalışmadan, düşünmeden yaşamanın büyük zaferlere imza atmayı engellemediğini, aralarından seçecekleri bir avuç Kurtlar Vadisi kahramanıyla tarihin en büyük gücünü yenebileceklerini hayal ettiklerini görüyoruz. Hatta Ahmedinecad, "Bazı büyük baş hayvanların boynuzlarının kesilmesinden" bahsedebiliyor. Askerlik tarihinde Erke'nin buluşunu sollayan gelişmeler oluyor ve bildiğimiz her şeyin yanlış olduğunu görüyoruz.

Bunları gördükçe asıl yenilenin ben olduğumu düşünüyorum. Her türlü zorlukları yaşarken bir şeyler öğrenmek, doğru düşünmenin yollarını bulmak için uğraştığım yılların anlamsızlığını, öğrendiklerimin hepsinin yerinin çöp sepeti olduğunu, matematik ve mantığın en geçersiz metotlar olduğunu anlıyorum. Hangi sayının hangisinden büyük olduğu sorusuna "Bilinemez" demek varken bir sürü karmaşık matematik problemlerini çözmek için uğraştığım yıllara acıyorum.

"Böyle savaş olmaz, taraflardan birine ABD dersem karşısına denk bir güç koymam gerekir. Eğer bu güç dışarıda değilse çatışan tarafların aynı ülke içinde olması gerekir" dersem, sözlerimi kimseye anlatamam. Tarafları ülkeler olarak tanımlamaya alışmış ve bir ülke içindeki mücadeleyi sadece iç savaş olarak görenler saçmaladığımı düşünürler. Ama söylenenleri kabul edersem tüm bildiğim, öğrendiğim ve doğruluklarına inandığım mantık kurallarını hiçe saymam gerekir.

Üstelik olanları, tutarlı ve akılcı olmalarına bakmadan anlatanların sözlerini kabul edersem kendimi aptal gibi hissederim.

Bir karar vermek zorundayım. Ya, "Söylediklerinizin hiçbir anlamı yok. Ne olduğunu bilmiyorum ama böyle olmayacağını biliyorum ve ne olduğuna ancak ne olabilir sorusuna cevap vererek ulaşırım" derim ve her türlü dışlanmaya katlanırım ya da söylenenleri aynen kabul eder aptal olmayı kabul ederim.

Cevabım hazır: "Doğru söylemiyorsunuz."

KOLAY ÇÖZÜMLER

Gazetedeki bir makaleyi ilgiyle okuyorum. Yazı Rus gizli servisinin, Putin'e muhalif eski bir ajanı zehirlediğini anlatıyor. Olayın nasıl cereyan ettiği konusunda hiçbir şüphe yok. Yemeğine konulan nükleer bir madde ile eski ajan zehirleniyor ve bir süre sonra hayatını kaybediyor. Ajanın çeşitli fotoğrafları, kullanılan maddenin onu nasıl etkilediğini ve nasıl trajik bir duruma sürüklediğini apaçık gösteriyor. Zaten bu konularda sabıkalı olan Rus gizli servisinin aynı metotları kullanarak muhalifleri bertaraf etmeğe başladığı ifade ediliyor. Nitekim başka bir muhalif kadın gazetecinin de öldürüldüğünü hepimiz biliyoruz.

Olay anında çözülmüş görünüyor. Elimizde herhangi somut bir delilin olması da gerekmiyor. Öldürülen muhalifse bunu Putin tezgahlamıştır deniyor ve kullanılan maddenin sıradışılığı hemen bir gizli servis bağlantısını çağrıştırıyor.

Benzer bir durumu 11 Eylül saldırılarından sonra da yaşamıştık. Binalara çarpan uçakların El-Kaide tarafından yönlendirildiğini olaydan hemen sonra öğrendik.

Zanlıların arabalarında bulunan dini kitaplar, uçak kullanma kılavuzları herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde teröristlerin kimliklerine ulaşmamızı sağlıyordu.

Ülkemizde Özdemir Sabancı suikastının failleri dakikalar içinde tespit edildi ve ilk tespiti değiştirecek hiçbir yeni olguya rastlanmadı. Bu olaydan sonra biraz daha gayret etselerdi olayı gerçekleşmesinden önce aydınlatacaklardı dediğimi hatırlıyorum.

Son derece profesyonel ve dünyanın en tecrübeli gizli servislerinden biri olduğu söylenen bir örgüt kendisini hemen ele vermiş ve suçüstü yakalanmıştı. Oysa bunların kendilerini çok iyi gizledikleri, yaptıkları eylemleri çözmenin çok karmaşık bir bilmeceye cevap bulmaktan daha zor olduğu düşünülürdü. Oysa, hemen herkes, her üç olayda da yaşananları tüm ayrıntılarıyla öğrenmişti.

Rus gizli servisine atfedilen bu eylemi ve anlatılanları olduğu gibi kabul edersem kendimi aldatılmış hissedeceğim ama başka bir yorum yapsam ya gerçekleri saptırmakla itham edileceğim ya da komplo teorisi yapmakla suçlanacağım. Oysa bu eylemin bir roman konusu olacak kadar ilginç olduğu söyleniyor, hikayenin başka türlü anlatımının önü kesiliyor.

Oysa kolay çözümler genelde yanlıştır. İki kişi kavga eder ve biri diğerini öldürürse bunu karmaşık bir yanı yoktur ama bir gizli servisin eylemleri her zaman önceden hesaplanır ve sorumluluğu başkalarına yüklemek için inandırıcı senaryolar hazırlanır. Eğer bir gizli servis doğrudan sorumluluk yüklenmek yolunu seçmişse bu karşısındakilere gözdağı vermek amacı taşır. Bu durumda bertaraf edilen kişinin kurban edilmesi herhangi bir kayıp anlamı taşımaz.

Ajanın öldürülmesinin bir gizli servis işi olduğu en büyük ihtimaldir ama hangi gizli servisin tezgahı olduğunu anlamak için biraz daha düşünmek gerekir.

Önce her muhalif bertaraf edilmez hatta muhalif olmak bir bakıma insanların hayatını garanti altına alır. Çünkü bir muhalifin bertaraf edilmesinin iktidarı'zan altında bırakacağını herkes bilir. Öyleyse böyle bir ithamı göze almak için ortadan kaldıracağınız kişinin bu riske değer olması gerekir. Eski ajanın böyle bir öneme sahip olduğunu gösteren herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Oysa böyle bir kişiyi ortadan kaldırıp suçu Rus gizli servisine yüklemek başkalarının işine yarayabilir. Böylece Rus muhaliflerini korkutur, onları koruma altına almak bahanesiyle istediğiniz biçimde kontrol eder ve kullanırsınız. İstediğiniz kişilere muhalif damgasını vurup bertaraf eder faturayı Rus gizli servisine kesebilirsiniz.

Her güçlü devlet ya da iktidar kendi muhaliflerini yaratır ve kontrol eder. Aksi halde bu alan başka güçler tarafından doldurulur. Bu nedenle muhalif güç bir ayak bağı değil destekçi olarak algılanmalıdır. Bu durum sadece büyük devletler ve güçler için geçerlidir.

Kolay çözümler peşinde koşmak yerine olayda başka bir servisin, mesela İngilizlerin parmak izini aramak daha doğru olabilir.

SANAL GERÇEKLER

Geçmiş yüzyıllarda evinde huzur içinde yaşayan insanlar bir gün, belki de hiç haberleri yokken, adına düşman dedikleri, askerlerin saldırısına uğrar, kendilerine ait olduğunu düşündükleri her şeyi kaybeder, öldürülür, kadın ve kızlarına tecavüz edilirdi. Malları yağma edilir, toprakları ellerinden alınırdı. Kutsal saydıkları ibadethaneleri en rezil eylemlerin yapıldığı, insanların boğazlandıkları yerler olurdu.

Herkesin böyle davranmadığı, bazı düşmanların işgal ettikleri yerlerdeki insanların canlarını ve mallarını bağışladığı, inançlarına saygı gösterdikleri söylenirdi ama onlar da bir yandan bu asil davranışları sergilerken diğer yandan rakip olacağını düşündükleri kardeşlerini boğdururdu. Herkesin gerçek sandığı kurallar bir anda .anlamsızlaşır ve kuralsızlık kural haline gelirdi.

Günümüzde bunların tarih olduğu, artık bu gibi davranışlara geniş halk kitlelerinin tepkisi, kuralları koruyan kurumların varlığı nedeniyle başvurulamayacağı düşünülebilir ve eğer Iraklı değilseniz haklı görünebilirsiniz. Ama orada hem sıradan insanlar her şeyini kaybetmekte hem de kardeş sayılması gereken Saddam idam sehpasında can vermektedir.

Ama sözümüz bunları gözler önüne sererek genel gidişin benzeştiğine işaret etmek değildir. Asıl sorun bizleri bir zırh gibi koruduğuna inandığımız başka kuralların da bir anda yok olabileceğidir.

Aybaşında maaşını alan bir kişi, taksitlerini öder, markete gidip alış verişini yapar, bir evde oturur, doğalgaz musluğu onun için hazır beklemektedir. Yüz bin kişiyi besleyemeyecek bir alana doluşan on iki milyon insan her şeyi önünde bulabilmektedir. Bütün bunlar var olan ekonomik yapı ve onun kuralları tarafından gerçekleştirilmektedir. Elinizde para denilen bir kağıt parçasıyla sizin ekonomiye katkınız ölçülmekte ve bunun bedeli ödenmekte, siz de bu kağıtla istediklerini alabilmektesiniz. Size son derece doğal ve gerçek gelen bu düzen aslında bir uzlaşmaya dayanır ve bir kurgudur. Günün birinde bu kurallara birileri uymazsa ya da tüm bu kuralları etkileyecek bir güç bunları geçersiz sayarsa ne olur?

 Amacım bir felaket senaryosu yazmak ve günün birinde insanların aç ve çıplak kalabileceklerini iddia etmek değildir. Ancak bu kuralların dokunulmaz olmadıklarına, birilerinin bunları kullanabileceğine işaret etmek istiyorum.

Toplumun yapısı ve ekonomik ilişkiler karmaşık hale geldikçe bunları kontrol edebilecek konumda olanlar hepimizin yaşamını bir anda değiştirebilirler.

Bu, bilgisayarlarla yönetilen bir mekanizmanın hackerler tarafından saldırıya uğramasına benzer. Kendi içinde tutarlı ve düzgün işleyen mekanizma bir anda siyah bir ekrana dönüşebilir.

Bu durumda ülkelerin siyasi sınırları içinde bir ekonomik güvenlik sağlamaları düşünülebilir. Oysa bu yolun geçerliliği yoktur ve bu her ülke için böyledir.

ABD kendi sınırları içinde güvenli olamayacağını bildiği için dünyanın her yerinde var olmaya çalışmaktadır. Siyasi sınırlar dışında bir ekonomik güvenlik alanı yaratmak tek çözüm olarak görünmektedir ve bugün yaşanan karmaşa ve çatışmanın temelinde bu endişe vardır.

Türkiye'de ekonomik tartışmalar büyüme, enflasyon, bütçe, dış ticaret konularıyla sınırlıdır. Başarı ve başarısızlıkların ölçüsü de bu konulardaki performans olmaktadır. Oysa ekonomi politikanız yanlış bir denge modeline dayalı ise, eski çağlarda düşman işgaline uğrayan insanlar kadar çaresiz kalabilirsiniz.

Sözlerim serbest rekabet düzenine karşıtlık ve, mesela, devletçiliği savunmak olarak algılanmamalıdır. Girilen savaşta ne ordunun miktarını ne de sahip olunan silahları tartışmıyorum. Sorum sadece doğru bir strateji izlenip izlenmediği konusundadır.

Türkiye küresel ekonomiyi savunmakta ve bunun bir parçası olmanın yeterli güven ve istikrarı sağlayacağını düşünmektedir. Bu düşünce yanlışsa ve buna karşıt olan bir cephe giderek güçlenmekteyse bir gün köylerinize kadar onların girdiklerini ve tüm değerlerinizin çiğnendiğini görebilirsiniz. Önce modelimizi tartışalım.

DİN VE SİYASET

Son zamanlarda laiklik- irtica eksenindeki tartışmalar yoğunlaşırken 28 Şubat süreci de yeniden gündeme taşındı. Bazı yazarlar radikal İslam'ı demokratik bir çizgiye çektiği için olaya olumlu yaklaşırken diğerleri bunun gereksiz olduğunu ve toplumun iç dinamiklerinin her türlü radikalizmi engelleyebileceğim ileri sürdüler.

Her düşünce ve yargı onun oluştuğu ön kabuller ve varsayımlar doğru olduğu sürece anlamlıdır. Ülkemizdeki gelişmeler hakkında dinin yönetime etkinliği açısından bakarak söyledikleriniz başka ön kabuller çerçevesinde tamamen anlamsız hale gelebilir ve ben dinin ve dini değerlerin topluma egemen kılınmasının bir amaç değil bir araç olduğunu düşünüyorum ve tüm gelişmeleri siyasi sonuçlarıyla değerlendirmek gerektiğine inanıyorum.

Ne ülkemizde ne de dünyada dinin ön plana çıkması toplumun kendi dinamiklerinin sonucu değil. Yani insanlar kendiliğinden dine yönelmediler ve siyasetçiler bunu bir veri kabul edip stratejilerini buna göre belirlemediler. Din güç odaklarının planları ve politikaları çerçevesinde önem kazandı ve öngörülen bir çizgide gelişti. Daha açık bir ifadeyle dinin ilahi boyutu giderek önemsizleşirken siyasi boyutu başat hale geldi. Ayrıca tüm ideolojiler bir hedef değil toplumu kontrol edebilmek ve aklın yerine inançları egemen kılarak mutlak bir itaat sağlamak amacı taşır. İnsanlar büyük bir hapishaneye tıkılmış gibidir ve onu sınırlayan duvar maddi olanlardan daha katıdır. Etrafı ideolojik ya da dini kutsallarla çevrilen insan bu çizgiyi aşamaz, aşmak isteyenler yok olurlar.

Kaldı ki dinin radikalini demokrat olandan ayırmak kolay değildir. Milli görüşün radikal, yerine gelenlerin demokrat olduğunu söyleyenler sadece kişisel değer yargılarıyla ya da ait oldukları çevrenin çıkarlarıyla bu yargıya varmaktadır.

Dini kimliği ön plana çıkan iki farklı hareketi birbirinden ayıran tek şey dine bakışları değil dünyaya bakışlarıdır. Milli görüş ABD karşıtı bir politika izlerken yerine gelenler sürekli vurguladıkları küresel ekonomik dünya görüşüyle ön plana çıktılar.

Ayrıca radikal İslam'ı saf dışı ettiği için desteklenen demokrat İslamcılar genel çizgilerini değiştirmediler, hatta laik kesimin birçok söylemini benimseyerek ideolojilerinden ödün verdiler. Ancak bu yumuşama yetmemiş olmalı ki irtica tehdidi tekrar gündeme taşındı ve bir darbe ihtimalinin bile olduğu söylenir oldu. Madem bu iktidar irticaya ödün veriyordu bunu yeni mi fark ettiniz?

 Daha önceleri, onun gelişinde ayaklarına kırmızı halılar serenler de siz değil miydiniz?

 Türkiye'de ne kendilerini İslam'ın savunucusu olduğunu ne de laikliği korumak istediğini söyleyenlere inanıyorum ve söylediklerinin arka planındaki politikalarla ilgileniyorum. Laiklerin cenaze namazlarında saf tutmalarını, dindarların laik ve demokratik Türkiye'nin savunucusu oldukları söylemlerini tebessümle izliyorum. Bir süre sonra birbirinin aynısı olsalar bile aralarındaki mücadelenin bitmeyeceğini biliyorum.

Ancak iki tarafın asla vazgeçmeyecekleri ortak bir yanları var. Halkın dünya sorunlarıyla ilgilenmesini ve çözüm aramalarına katlanamazlar. İnsanlar bu konuda o kadar şartlanmıştır ki, siyasetle ilgilenmeyi bir ideolojiye sahip olmak sanırlar ve sorunlara çözüm aramak gibi bir dertleri yoktur. Zaten halk sorunun dindar ya da laik olmak olduğunu sanmaktadır. Oysa herkesin problemi aynıdır ve onlar bu problemi belki de hiç duymamıştır.

28 Şubat sürecini sebeplerinin ve sonuçlarının dindarlık ya da laikliği korumakla bir ilgisi yoktur ve istenen siyasi sonuçlara ulaşılmıştır. Bugün irticanın yeniden gündeme taşınması da tamamen siyasi nedenlere dayanmaktadır ve iktidarın küreselci politikalarına karşı çıkan uluslararası güçler bu çatışmayı tahrik etmektedir. Eğer bu uluslararası güçler olmasa laiklerimiz alçak sesle itirazlarını sürdürmeye devam edecekti.

28 Şubat sürecinin, benim için, karanlık tek noktası kaldı: Erbakan'ın gelişmeleri fark etmesi gerekirdi ama adeta hız kazanmasını sağlayacak davranışlar sergiledi. O da bu büyük oyunun içinde miydi?

 Bilemiyorum.

İSİMSİZ SAVAŞ

Geçmişte yaşadığımız savaşların hem bir adı vardı hem de tarafların kimler olduğunu, niçin savaştıklarını bilirdik. Günümüzde eskilerin sonuçlarını aratmayacak değişikler yaratacak bir mücadelenin içindeyiz ama bu savaşın ne adını ne taraflarını ne de niçin yapıldığını biliyoruz. Hatta savaşta mıyız yoksa bir barış döneminde miyiz kestirilemiyor.

Soğuk Savaş döneminde tarafların savundukları ideolojiler belliydi. Şimdi mücadelenin ideolojilerinden biri gibi görünen İslam çatışmanın her iki yanında da yer alıyor. İran, ABD ve kapitalizm karşıtı olarak görünürken, Türkiye Batı ile çatışma bir yana onun bir parçası olmak için uğraş veriyor. AB taraf olabilecek konumda bile değil. Kendi içindeki çatışma ve farklılaşma onu bir taraf olacak yerde mücadelenin alanı haline getiriyor ve tarafların hepsini barındırıyor.

Aynı şey ülkemiz için de geçerli. Biz çatışmanın tarafı değil alanı konumundayız. Bu savaşın sonunda biz hem yenilen hem de galip gelen tarafta olacağız. Ancak bunu söylemek için tarafların kimler olduğunu belirlemek gerekir. Türkiye'deki laik- İslamcı karşıtlığının dünya üzerinde karşılığı yok.

Bu taraflardan hangisi hangi ülkeler tarafından destekleniyor ya da, en azından, beğeniliyor bilinmiyor.

Sorun bu yeni mücadelenin eskilerinden tamamen farklı nitelikte olmasından kaynaklanıyor. Geçmişte bir ülke hasmı ile çatışırken halkı, bireysel düşünce ve tercihleri ne olursa olsun, bu düşmana karşı savaşırdı ve karşı gelenler ihanetle suçlanırdı. Bugün her ülkenin vatandaşları birbiriyle savaşan farklı güçlerin yanında yer alıyor ve bu doğal karşılanıyor. Mesela ABD'de Irak'ı yenmenin ne anlama geldiğini kimse bilmiyor, yani ABD galip gelirse nasıl bir Irak olacağının tanımı yok.

Türkiye böyle bir çatışmadan habersiz gibi görünüyor ve alışageldiği kavramlarla yaşamını sürdürüyor. Bize göre bazı Avrupa ülkelerinin haksız, çifte standartlı davranışları nedeniyle amacımıza ulaşamıyoruz ama AB de ülkemizin önemini bilemediği için kaybediyor.

Bu bakış açısıyla hiçbir şeyi anlayamayız. Bir gerilla savaşındaki geleneksel ordu birliklerine benziyoruz. Karşımızda üniformasından ayırt edebileceğimiz bir düşman arıyoruz ama diğerlerinden görünüşü hiç farklı olmayan ancak vurup kaçmasıyla hasmımız olduğunu anladığımız gerillalar karşısında gibiyiz. Herkesin liberal olduğu dünyamızda ideolojilerine bakarak ülkeleri farklılaştıramıyoruz.

Dinlerini kriter olarak alsak aynı din ve mezhebin mensupları her kampta varlar.

Tarafları, bildiğimiz kavramlarla açıklayamıyoruz ama onları tanımlayacak yeni kriterler bulamadığımız için bir çelişkiler dünyasında bocalayıp duruyoruz.

Karşımızda bizimle ihtilafları olan bir AB var ama onun bir kanadı müttefikimiz gibi davranıyor ve her adımımızda bizi destekliyor. Tüm dünyayı bir yana bırakıp sadece AB ile ilgilendiğimizi varsaysak iki kampın olduğunu görüyoruz. Bir yanda uzlaşamadığımız Fransa-Almanya ekseni diğer yanda bizimle aynı çizgide görünen İngiltere ve yandaşları var. Bu durumda bile bir soru cevapsız kalıyor.

İngiltere bizi mi destekliyor yoksa biz mi İngiltere'nin politikalarının savunucusuyuz?

 Tony Blair'in ani ziyareti, bazılarına göre, Türkiye'nin AB'den uzaklaşmasını engellemek için yapılıyor. Bu doğru bir teşhis ama amacı, bizim hedefimize ulaşmamız için verilen bir destek mi yoksa İngiltere, AB içinde, kendisiyle birlikte hareket edeceğinden emin olduğu önemli bir ülkeyi yanında bulundurmak mı istiyor?

 Yani biz AB içindeki İngiltere kanadının bir manivelası konumunda mıyız?

 Durumu şematik olarak ve kabaca şöyle özetleyebiliriz: Artık birbirinden farklı devletlerden söz edilemez. Her devletin içinde diğerlerinin içindeki gruplarla birlikte hareket eden odaklar var.

İç siyasi gelişmeler bu durumun bir yansımasından ibaret. Mesela Fransa-Almanya ekseninin, ülkemizdeki etkisini iktidar lehine kullanması beklenemez. Buna karşılık İngiltere iktidarı ayakta tutmak için bütün gücünü harcayacaktır ve en önemli etki aracı yönettiği parasal kaynaklardır. ABD için de benzer bir analiz yapılabilir ve hangi kanadın kimi destekleyeceği öngörülebilir.

YENİ BİRAB İnsan bir şeyi anlatırken çoğunlukla önündeki nesneyi değil kendini anlatır.

Sözlerimiz analiz yeteneğimizi, kullandığımız kavramlar derinliğimizi ve bakış açımız ilgilerimizi açığa vurur. Ülkemizde AB hakkında söylenenler AB'den çok bizi anlatıyor.Bize göre adaletsiz, çifte standartları olan Fransa-Almanya ekseni, ülkemizin önemini kavrayamadığı için büyük güç olma şansını kaybediyor, küçücük bir devletin, Kıbrıs Rum yönetiminin kaprislerini engellemeyerek kendisini ikinci sınıf bir güç olmaya mahkum ediyor.

Bize göre bazı ülkeler küçük düşünür ve incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle büyük fırsatları heba edebilirler. Kuzey Kıbrıs'taki izolasyonları kaldırmayarak Ortadoğu'ya uzanan, enerji kaynaklarına ulaşmalarında önemli bir köprü oluşturacak bir ülkeyi, yani Türkiye'yi dışlayabilirler.

Dar görüşlülükle itham ettiğimiz ülkeler yeni kurulmuş ya da iddiası olmayan ülkeler değil. Tarih boyunca aynı sahnede yer aldığımız, adeta iç içe yaşadığımız , sahneyi terk etseler bile tarih sayfalarında yer almaya devam edecek ülkeler.

Ama bir başka AB ülkesi bu suçlamaların hiçbirini hak etmeyen bir tavır sergiliyor ve gözümüzde bir büyüklük abidesine dönüşüyor. İngiltere tüm olumsuz görüşlere rağmen ülkemizin yanında yer almaya devam ediyor. Ona, geleceği gören; ülkeleri, önyargılarla değil, gerçek boyutlarıyla değerlendiren, ülkemizin önemini kavrayarak üyeliğimizle AB'yi büyük bir güç yapmak isteyen bir devlet olarak görüyoruz.

Bize göre bir düşüncenin doğruluğunun tek kriteri vardır. Bizimki gibi olan doğrudur değilse, yanlıştan da öte, tutarsız, önünü göremeyen bir aklın ürünüdür.

Bu değerlendirmeler Fransa ve Almanya inisiyatifinin gerekçelerini anlatmıyor ama bizim uluslararası ilişkilere nasıl baktığımızı tanımlıyor. Bize göre stratejinin, ülkelerin gelecek tasavvurlarının dış ilişkileri belirlemekte herhangi bir rolü olamaz. Bu ilişkiler haklılık ve haksızlık, günü birlik çıkarlar doğrultusunda belirlenir.

Olaya başka bir açıdan da bakılabilir ve karşımıza tamamen farklı bir durum çıkabilir.

AB bölgesel bir ekonomik ve siyasal bütünleşme modelidir. Oysa Türkiye, çok açık bir biçimde ifade ettiği gibi, küresel politikalar izlemektedir. Küreselcilikle bölgesel güç olma birbiriyle zıt iki kavramdır ve yan yana gelemezler. Ya küresel politikalar izlersiniz ya da bölgesel güç olmak isteyen bir birliğe girersiniz. Bunlar ateşle su gibidir ve yan yana bulunamazlar.

İngiltere, AB'nin bölgesel bir güç olmasından ve diğer büyük güçlerle bu yönüyle farklı olmasından yana değildir. Böyle bir AB içinde inisiyatifin Almanya ve Fransa'da olacağını görmekte ve kendisini ikinci plana atacak bir model yerine, küreselci güçlerle birlikte ve onun merkezi konumunda olacağı yeni bir yapılanmayı tercih etmektedir. Bu güç hem ABD'nin hem de Rusya'nın dışında, onlardan farklı olabilir ama inisiyatif küresel ekonomik güçte olacaktır. Bu gücün sahip olduğu ekonomik üstünlük onun diğerleriyle rekabetini sağlayabilir.

Aksi halde silah üstünlüğü olan ve enerji kaynaklarını kontrol eden ABD ve Rusya'daki ulusalcı eğilimlerle başa çıkılamaz. Bu durum İngiltere'yi de küresel oyuncu konumuna getirecektir. Aksi halde Avrupa, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, ABD ve Rusya üstünlüğüne dayanan bir model içinde yer almak zorunda kalacaktır.

AKP iktidarı bu modeli benimsemiştir, hatta varlık nedeninin bu projeyi gerçekleştirmek olduğu söylenebilir. İçerde izlediği ekonomik ve siyasal politikaların bu amaca yönelik olduğunu söylemek mümkündür.

Türkiye'nin AB'ye üye olmasına karşı çıkanlar, küresel ekonomik gücün kontrolüne girmek yerine, kuruluşundan beri var olan, bağımsız bir AB düşüncesini gerçekleştirmek istemektedir. Bu gücün, bugünkü şartlar altında, ABD ve Rusya'nın öncülüğünü engelleyemeyeceklerinin bilincindedirler ama küreselcilerin egemenliği yerine, bunların var olduğu bir dünya içinde olmayı tercih etmektedirler.

Bizim AB üyeliğimiz, ülkedeki iktidarın kaderi, dünyanın geleceği bu büyük oyunu kimin kazanacağına bağlı olarak şekillenecektir.

YENİ BİR AKP

Bir heykeltıraş önüne aldığı kocaman bir mermeri yontuyor ama önceden ne yapacağı konusunda bir tasavvuru, bir çizimi yok. İçinden geldiği gibi ya da olsa olsa böyle olur diyerek mermere şekil vermeye çalışıyor. İşinin her aşamasında kenara çekilip eserine bakıyor ve ötekilerin yaptıklarından daha iyi olduğunu düşünüyor. Etraftan bakanlar da benzer biçimde çalıştıkları için genel hakkında bir şey söyleyemiyor ama, "Çekiç öyle vurulmaz, mermerin şurasını fazla yonttun ya da burasını daha az yontmalıydın" deyip duruyorlar.

AKP kuruluş aşamasında ve seçimlere girerken küresel bir ekonomi izleyeceğini, hedefinin AB ile bütünleşmek olduğunu söylemiyordu. Bu gizli bir gündemin kamuoyundan kaçırılması anlamı da taşımıyordu. O sadece iktidara gelmeyi ve ülkeyi yönetmeyi istiyordu ve bunu başkalarından daha iyi yapacağını ileri sürüyordu. Ülkemizde siyasi partilerin ne yapacakları ve nasıl bir yol izleyeceklerini anlatmak ve bu programın onaylanmasını istemek adeti yoktu.

Halkın şikayet ettiği konular sıralanır ve bunların çözüme kavuşturulacağı söylenirdi ama yapılan işler her zaman bir sürpriz olurdu. Özal anarşiden şikayet edilen bir dönemin sonunda iktidara gelmiş ama ülke ekonomisini dışa açık hale getirmişti. Oysa bu konu kamuoyunda hiç tartışılmamıştı. AKP'nin küreselci bir ekonomi politikası izleyeceğini, belki kendileri de dahil, hiç kimse bilmiyordu. O güne kadar Milli görüşçü tanınan bir grubun içinden geçmişle tam tezat oluşturan bir uygulama çıkmıştı.

Ülkenin sorunlarının çözüldüğü söyleniyordu. Mesela enflasyon düşmüş, döviz sıkıntısı aşılmış, hızlı bir kalkınma sağlanmıştı. Mermer parça parça yontulmuştu, her vuruşun doğru olduğu savunuluyordu ama kimse bütüne bakmıyordu.

Ülkemizde yaygın olarak kullanılan metot önce bütünün planlanması ve parçaların buna uygun olarak yapılması değildi. Doğru ve iyi olduğuna inanılan parçalar imal edilir ve bunların birleşmesinden iyi bir bütün oluşacağı varsayılırdı. Bir kamyon motorunun, lüks bir arabanın gövdesine monte edildiği, diğer aksamının başka bir aracınkine benzediğine sık rastlanırdı.

AKP küreselci bir ekonomi politikası izliyor ama bölgesel bir bütünleşme modeli olan AB üyesi olmaya çalışıyordu ve bu iki tavrın birbirinin zıddı olduğunu düşünmüyordu, AB üyesi olacak ama silahlarını ABD'den alacak, dış politikada ABD ile paralel bir yol izleyecekti. Ayrıca tüm bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak sürekli tekrarlanan bir dış politika ilkesiydi.

Önümüzdeki dönemde bu çelişkilerin ortadan kalkacağı söylenebilir. İzlenen ekonomik politikanın siyasi sonuçlar doğurduğu, ülkenin dış politikasını ipotek altına aldığı ve bu politikanın, yalnız iktidarı değil, gelecek tüm yönetimleri dar bir sokakta yürümek zorunda bırakacağı anlaşılacak. Ayrıca ifade edilen dış politikayla ekonominin aldığı şeklin bize empoze ettiği yolun birbiriyle uyuşmadığı görülecektir.

Ülke siyasetini etkileyen iç ve dış güç odakların gelecek için şöyle bir senaryo düşündükleri söylenebilir: Erken bir seçim istenmemektedir. Çünkü yeni bir seçimin sonucu Başbakan Erdoğan'ı cumhurbaşkanı olmaya zorlayacaktır ve bu durumda partinin, bugüne kadar dış politikaya ve ekonomi yönetimine yön veren kadronun eline geçmesi engellenemez. Oysa iktidarı uzlaşmayla bir cumhurbaşkanı seçmeye zorlamak mümkün görünmektedir. Bunu gerçekleştirmek için seçim öncesinde baskı uygulamak seçim sonrasından daha kolay görünmektedir.

Cumhurbaşkanı uzlaşmayla seçildikten sonra muhtemelen öne alınmış bir genel seçim yapılacaktır. Bu aşamada AKP'nin dış politikasını ve ekonomisini yöneten kadroların zayıflatılması ve yeni kadroların farklı bir tercihi yansıtması beklenir. Yani AKP'ye bir alternatif yaratmak yerine onu yeniden düzenlemenin uygun olduğu düşünülmektedir.

Eğer dünyayı anlayan, uygun politikalar üretebilecek ve halkı yanına alabilecek bir oluşum mümkün olsaydı o tercih edilebilirdi. Olmayınca var olanı değiştirmek uygun görülmüş olabilir.

BİZ KİMİZ?

 Son günlerde insanların kendinden saydıklarıyla başka olduklarını düşündükleri kişiler arasında cinayetle de sonuçlanan gerginlikler yaşanıyor. Bu durumda insanları karşı karşıya getiren nedenlerin ne olduğunun bilinmesi önem kazanıyor.

Bir insanı tanımlayan ve diğerlerinden ayıran özellikler bireysel değildir, yani kendi tercihleriyle belirlenmez. Yaşadığımız toplum nerdeyse tüm değer yargılarımızı belirler. Uğruna canımızı bile feda ettiğimiz her şey çevre tarafından belirlenir. Üstelik bu yargılar sürekli değildir. Bir toplumu oluşturan bireyler kendi dışlarında oluşan şartlar sonucu eski değerlerini önemli ölçüde kaybedebilir ve yepyeni bir değerler sistemini kabul edebilir.

Dünün Sovyet vatandaşı komünizm için mücadele ederken bugün kapitalist değerler sisteminin bir parçası haline dönüşmüştür ve bu bir nesil içinde gerçekleşebilmiştir Osmanlı tebaası olan halkımızın o günkü değer yargıları ve düşünce biçimi ile bugün arasında hemen hemen hiçbir benzerlik kalmamıştır. Farklı din ve soydan gelenleri yabancı saymayan ve onlarla birlikte yaşamayı doğal sayan bir kültürün insanları bugün yabancı saydıklarıyla bir arada yaşamayı bir tehlike sayar hale gelmiştir.

İnsanlar bu değişimi kendi içlerinde değil dışsal etkiler nedeniyle yaşamıştır.

Osmanlı halkının ne Müslüman kesimi diğerlerinin uzaklaşmasını ne de gayrimüslimler topraklarını terk etmek istemiştir. Galipler çok uluslu bir devlet yapısının Osmanlı misyonun devam etmesi anlamına geleceğini düşündükleri ve bunu tasfiye etmek istedikleri için nispeten homojen bir ülkeye razı olmuşlar ve yeni devleti kuranlar bu ödünü vermek zorunda olduklarını düşünmüşlerdir.

Sözlerim geçmişi yargılamak ve eleştirmek amacı taşımamaktadır. Sadece olanların ne anlama geldiğini araştırmak ve değişimin bireylerin iradesini aşan sebeplerden, siyasi şartlardan kaynaklandığına işaret etmek istiyorum.

Son zamanlara kadar uyuyan farklılıklar neden birden bire su yüzüne çıkmaya başlamış ve özellikle bir Kürt kimliği sorunu ortaya çıkmıştır?

 Bu, bireylerin kendi iç dünyalarındaki bir değişimin sonucu mudur yoksa yeni siyasi şartlar mı bu farklılığın ortaya çıkmasını gerektirmiştir?

 Eğer böyleyse yeni siyasal şartlar nedir ve hangi amaca ulaşma peşindedir?

 Bugünkü devletler sistemi Birinci Dünya Savaşı'nda oluşmuş, İkinci Savaş küçük değişikliklerle yapıyı korumuş sadece nüfuz alanları yeniden belirlenmiştir.

Ancak yaşadığımız yeni mücadele sonunda devletler sisteminde de önemli değişiklikler olacağı ve bu değişmenin ülkemizi de etkileyeceği anlaşılmaktadır.

Biz her değişikliğin aleyhimize olacağı duygusunu yaşarız ama neden böyle olacağını, aksinin mümkün olup olmadığını sorgulayamayız. Önce duygulardan uzak bir biçimde geleceği tahmine, yeni düzende bizim için öngörülen modelin ne olduğunu ve bunu ne ölçüde etkileyebileceğimizi irdelemek zorundayız. Bu konuda bizi rasyonellikten uzaklaştıran geçmişteki değişimin küçülmeyi de beraber getirmiş olması ve bu nedenle her değişimi olumsuz algılamamızdır. Süreç iki farklı modeli öngörebilir. Ya daha da küçülmemiz istenmektedir ya da bugünkü yapımızda değişme beklenmektedir. Yıllar önce yazdığım bir makale "Büyüyerek Küçüleceğiz" başlığını taşıyordu ve nüfuz alanımızın genişleyeceğini ama bu etkiyi başka güçlerle paylaşacağımızı öngörüyordum. Belli bir miktarda boya daha fazla suya karıştırılırsa boyayacağı su miktarı artar ama boyanın rengi açılır benzetmesini yapmıştım. Etki alanının genişlemesi farklı soy ve dinden kimselerle iyi ilişkiler içinde olmayı gerektiriyordu. Kuzey Irak'taki insanlara Kürt deyip ülkemizdekilerin kimliğini reddedemezdik. Alanı daha geniş tutarsak çok farklı kimliklerle yan yana gelecektik. Ya boyadığımız yer bize yeter deyip içimize kapanacağız ya da boyamızın kalitesini, yani yönetme gücümüzü artırıp rengin açılmasını engelleyeceğiz. Ama ne yaparsak yapalım farklılıkları reddetmek şansına sahip olmadığımızı bilmek zorundayız.

GÜÇ YETMEZ

Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı dağıldı ve içinden bir çok devlet çıktı. Bu arada İngiliz İstihbaratının bir elemanı bir efsane haline geldi ve Lawrence isimli ajanın birçok Arap ülkesinin kuruluşunda önemli rol oynadığı söylendi.

Bir arkeolog kisvesiyle geldiği bölgede Arap direnişini örgütlemiş, çatışmalara katılmış ve bir şöhret olmuştu. Biz tarihi kahramanların yazdığını düşündüğümüz için, onun kişisel yeteneklerini ön plana çıkardık ve İngiliz Gizli Servisinin savaş boyunca oynadığı rolü incelemedik. Bir savaş sadece askerlerle yürütülmüyordu ve onu destekleyen ekonomik, siyasi ve özellikle istihbarat faaliyetleri vardı.

İşin bir başka boyutu da gözümüzden kaçtı. İngiliz ajanın dili, dini, soyu bölgedeki insanlardan farklıydı. Ama İngiliz servisi hiçbir ortak noktası olmayan insanları kendi amaçları için kullanabiliyordu. Oysa biz, eğer bir bölgede işbirliği yapacak kişiler ararsak bize benzeyenleri seçiyorduk. En küçük bir farklılık işbirliğini engellemeye yetiyordu. Irak'a gelen ABD'nin Kürtlerle hiçbir ortak noktası yoktu ama onların en yakın müttefiki olabiliyordu. Biz ise Türkmenlerin dışında yandaş düşünmüyorduk.

Zaten günümüzde de insanların soylarına bakıp sadık olup olmadıklarına karar vermiyor muyduk?

 İnsanların Sabetay, dönme olmaları, soylarında yabancı saydığımız kişilerin bulunması onlara güvenmememiz için yetiyordu. Böyle düşünen insanların kendileriyle hiçbir sosyolojik ortak yanı olmayan insanlarla işbirliği yapması mümkün müydü?

 Ancak benzerlik kendimizi nasıl tanımladığımıza bağlıydı. Aynı soydan gelmeyi önemli sayanların tercihiyle dinin gerçek bir ortak yan olduğunu düşünenlerin tercihi farklıydı ve biz çok çeşitli sadakat kriterlerine sahiptik. Ama genel olarak dışladıklarımızın daha çok olduğu söylenebilirdi.

Bazıları, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok!" derken diğerleri, "Irak'ta Müslümanlar öldürülüyor!" diye feryat ediyordu. Yani başkalarının akıbetlerinin bizi ilgilendirmediğini ilan ediyorduk. Bu bile bizi sadece başkalarından uzaklaştırmakla kalmıyor, kendi aramızda bile yabancılaşmanın sebebi oluyordu.

MİT Müsteşarı Emre Taner alıştığımızı söylerim dışındaki beyanatıyla birçoğumuzu şaşırttı. Ne irticadan ne de bölücü terörden söz ediyordu. Buna karşılık küresel güçlerin dünyada önemli rol oynadığını, önümüzdeki dönemde birçok ulus devletin varlığını sürdüremeyeceğini ifade ediyordu. Ama asıl vurgusu olayları dışardan izleyip, sonuçlarını kabul ederek geleceğimizin teminat altına alınamayacağıydı.

Olaylara seyirci kalmadan nasıl rol oynanabilir?

 İlk akla gelen, mesela, Kuzey Irak'ta yaşananlara müdahale etmek olabilirdi ve askerlerimiz bölgeye girebilirdi. Ancak Taner'in sözleri, doğru yorumlanırsa, başka bir şeyin kastedildiği anlaşılır. Askeri operasyonlara atıf yapılmadan, MiT'in bu konularda yapıcı rol oynaması isteniyordu.

Bugüne kadar bir tehdidi ortadan kaldırmaktan ibaret olan mücadele anlayışımızın değişmesi, siyasi faaliyetleri etkileyerek onun yönünü istenilen bir yöne çevrilmesi de seçeneklerden biri olmalıydı. Mesela Kuzey Irak'ta her türlü yapılanmanın karşısına çıkmak yerine bizimle ortak amaçları olan yapılanmalar desteklenebilirdi.

Bu ülkemizde yaygın olan anlayışlarda köklü bir değişikliği gerektiriyor.

Mücadelede hasmı yok etme anlayışı yerine onu değiştirme, etkisizleştirme , iç çatışmalara sürükleme de bir yol olabilir. Bu ise ancak istihbarat örgütlerinin etkili olacağı bir alandır.

Soğuk Savaş döneminde böyle bir ihtiyacın duyulmamış olması ülkemiz açısından bir eksikliktir ve bir çok anarşik faaliyetler bu yolla engellenebilirdi. Şimdi ise en etkili ve maliyeti düşük metot budur ve Teşkilatın bu ihtiyaca cevap verecek biçimde örgütlemesi, eğitilmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Çevrede bu alanda en etkili olabilecek ülke Türkiye iken başkalarının istihbaratı çok etkin olarak kullanması ama bizim sadece silahla çözüm aramamız yanlıştır.

ASKERÎ HAREKAT

 Silahlı kuvvetlerin kullanıldığı operasyonlar tekdüze değildir ve birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Bir devlete karşı kullanılan askeri güç, temelde, karşı tarafın direnme gücünü kırmak ve teslim olmaya ya da uygun bir barışı kabule zorlamak amacı taşır. Düşman topraklarındaki her yer ve herkes hedeftir. Japonya'ya atılan nükleer bombaların hedefi, savaş süresince Avrupa'nın yerle bir edilen şehirleri askeri tesisler değildir.

Her askeri harekat başka tedbirlerle desteklenir. Hasmın ekonomik gücü yok edilmeye çalışılır, uygun ittifaklar yapması engellenir, ülke içindeki muhalif gruplar desteklenir. Ancak en belirleyici unsur askeri güçtür.

Silahlı kuvvetler barışın devamı, iç isyanların bastırılmasında da kullanılır ama böyle durumlarda bir savaşta kullanılan metotlar uygulanmaz. Artık sınırsız bir güç kullanımı söz konusu değildir ve olayın sosyal ve siyasi boyutu ön plandadır.

En riskli askeri harekat bir iç çatışmanın ya da isyanın bastırılmasıdır.

Kullanılan askeri güç hem bir taraftır hem de karşısında . düşman olarak tanımlanan bir devlet, yoktur. Tahrip edilen her ekonomik değer, sarf edilen kaynaklar, kaybedilen insanlar başkasının değil ülkenin zararınadır. Bu, böyle bir harekatın yapılmaması gerekir anlamını taşımaz ancak iç çatışmaların özel bir harekat türü olduğu anlamındadır. Böyle bir harekatta iki görüş her zaman rekabet halindedir. Bazıları harekatın caydırıcı olacak kadar sert olmasını isterken diğerleri katılmaları cazip olmaktan çıkarmakla yetinip çatışmayı körükleyen nedenlerin ortadan kaldırılmasını savunur. Genelde birincilere vatansever, ikincilere korkak, işbirlikçi gibi sıfatlar yakıştırılır.

Şu anda gündemimizdeki sorun Kuzey Irak'a askeri bir harekatın yapılıp yapılmayacağıdır. Görünen sebep bölgedeki terör örgûtünün yuvalarının ortadan kaldırılması olsa bile, hem siyasilerin beyanatlarında hem de medyada Irak'ın geleceği ve oluşacak yeni siyasi yapı konusundaki endişelerin daha ağırlıklı olduğu anlaşılıyor. Öyleyse önce geleceğin Irak'ını tasarlayıp tavrımızı ona göre belirlememiz gerekir.

Türkiye'nin bu konuda herhangi bir öngörüsünün olmadığı, sadece temennilerini dile getirdiği ancak bu temennilerin gerçekleşme şansının olmadığı anlaşılıyor.

Bazıları Irak'ın üçe bölüneceğini söylüyor. Ben ikiye bölünmüş bir Irak'ın daha muhtemel olduğunu düşünüyorum. Şii ve Sünni olarak ayrılan Irak'ta Güneydeki devletin İngiltere’nin kontrolünde kalacağını ve önümüzdeki dönemde ırk ayırımına dayanacağını sandığım çatışmada Arap-İran farklılaşmasının ön plana çıkarılacağını tahmin ediyorum. Türkmenler bir bölgede yoğunlaşmadığı, mezhep birliği olmadığı için bu iki bölge arasında dağılacağı öngörülüyor, ABD Kerkük'ün etnik yapısını değiştirirken burayı Kürtleştirme politikası izlemekten çok, Kuzeyde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Aksi halde bölge Şii kontrolünde kalabilir ve tüm petrole onlar sahip olurlar diye düşünüyor.

Siyasi yapı ile ilgili değerlendirmelerim yanlış olabilir ama bu, analizin oluşacak siyasi yapıdan bağımsız yapılmasının ciddi yanlışlıklara sebep olacağı gerçeğini değiştirmez. Önce siyasi yapı belirlenir sonra izlenecek politikanın ne olacağına karar verilir.

Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik askeri operasyon çifte karakterlidir. Siyasi açıdan yabancı bir ülkeye yapılan bir harekat iken sosyolojik açıdan bir iç operasyondur. Bunun bir yönünü ön plana çıkarıp, yabancı bir ülkeden ülkemize yapılan terör saldırılarını durdurmak ya da bölgede oluşacak yapıda Türkmenlerin göz ardı edildiğini söylemek sorunun öteki boyutunun ortaya çıkaracağı sorunlara katlanmayı gerektirir.

Böyle bir harekat çok boyutlu etkiler yaratır. Bir yandan iç barışı tehdit edecek sonuçlar yaratırken diğer yandan Kuzey Irak'ta oluşabilecek tepkiler tüm ABD modelinin değiştirilmesi sonucunu doğurur.

Benim açımdan böyle bir operasyon uluslararası bir harekat değil ülke içindeki bir operasyon karakteri taşımaktadır ve bunun gerekleri yerine getirilmelidir.

SIĞ DEVLET

Derin devletin tartışıldığı günümüzde bunun karşıtı olarak bir de sığ devletin varolması gerekir. Devletin derinliği nasıl ölçülür?

 Derin devlet görünenden farklı bir yapı mıdır yoksa onun görünmeyen yüzü müdür?

 İki yüze yakın bağımsız devletin olduğu varsayılan günümüzde bunlar arasındaki fark sadece büyüklük, zenginlik ve güç gibi gözlenebilen şeyler midir yoksa başka bir kriter onları birbirinden tamamen farklılaştırıp ayrı kategorilere mi sokar?

 Her devletin belirgin vasfı bağımsızlığıdır. Ancak bu kavram hiçbir somut tasavvuru ifade etmez. O da özgürlük gibi görecelidir. Her insanın bir özgürlük alanı vardır, hapisteki bir adam bile başkaları tarafından sınırlandırılamayan bir özgürlük alanına sahiptir. İstediğini düşünür, hayal kurar, şarkı mırıldanır, küçük tercihler yapabilir. Bağımsızlık bir renk gibidir ve açıktan koyuya bir sürü tonları vardır.

Her devlet kendisini sınırlayan şartlar içinde hareket eder ve bu durum en büyük olan için de geçerlidir.

Bağımsızlığın en önemli göstergesi şartlara göre karar vermekten öte bu şartları değiştirecek güce sahip olmaktır. İkinci aşamada şartları değiştiremese bile bu şartların ne olduğunu değerlendirebilmektir. Eğer hem şartların ne olduğunu kendiniz belirleyemiyor ve onları siz değerlendiremiyorsanız bağımsızlığınız sadece sözden ibarettir.

Günümüzde dünyadaki en büyük tehdidin terörizm olduğu söyleniyor ve bunlarla nasıl mücadele edileceğinin yolu da başkaları tarafından gösteriliyor. Biz ise bu sürecin içinde nasıl tavır almamız gerektiğini düşünüyoruz. Eğer birisi hem terörizmi yaratıyor hem de mücadele biçimini belirliyorsa ve bu onun hedeflerine ulaşmak için kullandığı bir yol ise diğerlerinin bağımsızlığı bir şekilden ibarettir.

Dünyayı yöneten ve yön veren güçlerin kullandıkları metot fazla karmaşık değildir. Önce tartışılmasının günah ya da ihanet olduğuna inanılacak bir düşman yaratmak gerekir. Geçmişte komünizm, günümüzde terörizm bu amaçla kullanılmaktadır. Hiç kimse bunu tartışamaz, tartışanlar düşman safına konur.

Mesela PKK Türkiye için bir düşmandır ama birisi çıkıp, "Bu ne biçim güç ABD, Türkiye, İran, Suriye, bölgedeki feodal yapı bunun karşısında. Bu kadar büyük güçlerin karşı koymasına rağmen nasıl ayakta kalıyor?" sorusunu soramaz. Aynı şey El-Kaide için de geçerlidir. Hiç kimse ABD ile Irak'ın güçlerini mukayese edip, "Böyle bir savaş olmaz. Güçler arasındaki eşitsizlik böyle bir çatışmayı anlamsız kılar" diyemez. Aslında dünya ölçeğinde bir mücadele vardır ama bunun ne sebebini ne de kimler arasında olduğunu, dar bir kadronun dışında kimse bilmez.

Yöneten güç düşmanı belirledikten sonra herkes onunla savaşmaya başlar. İkinci aşamada her ülkede, oynayacağı role uygun olarak şartlar yaratılır. Gerekirse dincilik ya da milliyetçilik gibi akımlar desteklenerek ya da yaratılarak o ülkenin karşı koyma refleksi şekillendirilir. Ülke düşmanıyla mücadele ederken daha büyük bir projenin bir parçası olarak kullanıldığının farkına varmaz.

Osmanlı Birinci Dünya Savaşına kendisine ait hiçbir hesabı gerçekleştirmek amacıyla girmedi ya da öne sürülen gerekçeler tamamıyla kendi dışındaydı. İkinci Dünya Savaşından sonra Demokrasi Cephesine katıldığımız söylendi ama bu bizim tercihimiz değil paylaşım planının bir sonucuydu.

Bir ülkedeki derin devlet, o ülkenin gücü ve büyüklüğüne göre, bazen hem şartları belirler hem de izleyeceği politikaları. Ya da şartları belirleyecek gücü yoktur ama onu bağımsız olarak değerlendirip tavrını belirler.

Türkiye bir okyanus kadar büyük değildir ve onun derinliklerine sahip olamaz ama en azından bir denizdir. Bu denizin kıyısında kumdan kaleler yapıp oyalanmak da mümkündür açıklarında yelken açmak da. Derin devlet devlete rağmen politika belirleyip onu uygulayanlar değil o ülkeyi çevreleyen şartları kendisi değerlendiren ve ne yapacağına karar veren akıldır. Nasıl bir devlet olduğunuza iki kritere bakarak karar verebilirsiniz. Şartları belirleme gücünüz varsa büyük olursunuz, şartların ne olduğunu kendiniz değerlendiriyorsanız bağımsız.

KURULUŞ

Bir cihazın iyi çalışıp çalışmadığını sorgularken ilk yapılacak şey onun doğru bir projeye uygun olarak ve iyi imal edilip edilmediğini araştırmak olur. Yani üretimde bir hata varsa onun düzgün işlemesi mümkün değildir. Bugün yönetenlerin politikaları, dünya görüşleri ve uygulamalardaki isabet büyük tartışmalara neden olurken devletin kurumsal yapısı, ülkemizin dünya üzerindeki yeri ve rolünün ne olduğu ve buna uyan bir yapılanmanın var olup olmadığı sorgulanmamaktadır.

Tartışılması gereken ilk konu demokrasideki farklılaşmaların bir rekabeti mi yoksa bir işbölümünü mü temsil ettiğidir. Egemen görüşe göre bu kesin bir farklılaşmadır ve siyasi partiler ülkenin yönetimi, geleceği, ittifakları ve benzeri konularda birbirinden ayrılmaktadırlar. Ülke yönetimi, çevre şartlarından bağımsız olarak, bu rekabetin sonucu olarak ve halkın tercihleriyle belirlenir.

Halkın tercihlerinin nasıl şekillendiği tartışma dışıdır. Onu belirleyen faktörlerin, hava durumu gibi, bağımsız olarak oluştuğu ve bunlara müdahale edilemeyeceği varsayılır.

Başlangıç noktamız bu konuyu açıklığa kavuşturmak, yani devletin ve onu yöneten gücün tek mi yoksa rakip güçlerin mücadelesi sonucu mu belirlendiğini saptamak olmalıdır. Eğer devlet tek ise ve onu yöneten güç tarihsel olarak belirlenmişse, uygulanacak politikalar bu gücün tercihlerini yansıtır ve siyasi partiler hem bir işbölümünü temsil eder hem de uygulamaların etkinliğini sağlar. Yani dünyadaki değişen şartlara göre siyasi partiler konumlarını yeniden belirler ve en uygun yöntemi temsil edecekler iktidara taşınır. Devlet bir canlı varlık gibidir, devamlıdır ve değişimi bir gelişmeden ibarettir.

Eğer devlet tek değilse ve sürekli farklı güç odaklarının kontrolüne giriyorsa henüz kuruluş tamamlanmamıştır ve siyasi mücadele devleti kontrol edecek gücün belirlenmesi amacını taşır.

Ülkemiz bu aşamadadır ve mücadele, sanıldığının aksine, siyasi iktidarı ele geçirmek ya da değişen şartlara göre farklı bir görüntü sergileyen ama tek bir gücü temsil eden kişilerin yönetime getirilmesi değil devletin yeniden tanımlanması sürecidir. Bunda anormal bir durum yoktur. Ancak iktidar mücadelesi görüntüsü içinde kendini yeniden tanımlamaya çalışmak bir dağılma sürecinin başlaması anlamını da taşır ve tehlikeli olan budur.

Dünya şartlarının değiştiğini kabul etmek zorundayız. Günümüzde, dünyanın her yerinde, ekonomiyi kontrol edenler siyasi iktidarları belirlemektedir. Rusya bürokratik gücün bu mücadeleyi kazanamayacağını anlamış, bürokratik gücün egemenliği savunmak yerine kendi kontrolünde bir ekonomik güç yaratmanın daha doğru olduğunu görmüştür. Kendi yarattığı ekonomik gücün denetiminin dışına çıkmamasını sağlamak, başka güçlerle işbirliğine girmesini engellemek için nasıl bir mekanizma kurduğunu bilmiyoruz ama görünüşe bakılırsa kendi içinde tutarlı davranan, Rusya'nın dünya ölçeğindeki politikalarını uygulayan bir ekonomik yapı oluşturmuştur. Yani Rusya'da egemen güç değişmemiş sadece yeni şartlara uyan bir görünüme bürünmüştür.

Türkiye'de ise bürokratik güç yeni bir aktörün şekillenmesinde rol almak yerine kendi gücünü sürdürmeye çalışmaktadır ama bu bir imkansızı gerçekleştirmek gibidir. Ayrıca altındaki zeminin kaydığını ve bu zeminde ayakta kalmanın mümkün olmadığını fark etmemektedir. Bu çok ciddi bir risktir ve en küçük bir sarsıntıda hem devleti bugüne kadar, doğru ya da yanlış, uygulamalarıyla ayakta tutan güç kalmayacaktır ve yerine kimin geleceği ise belirsizliğini korumaktadır. Ayrıca bürokratik güç yeni gelişen ve kaynağı ekonomik olan oluşuma karşı bir tavır alarak tüm etkileme imkanlarını kaybetmekte, buna eklenen dinsel faktörlerle daha da zayıf bir konuma düşmektedir. İşin daha da ilginç yanı bugün öne çıkarılanlar, sürecin sonunda, tasfiye edilmeye mahkumdur ve yepyeni bir yapı ülkemizi kontrol edecektir. İki taraf çatışacak, üçüncü kazanacaktır. İkisi yan yana gelebilse tarihe farklı bir yön verebilirlerdi.

TEHDİT

DTP Diyarbakır İl Başkanı- Türkiye'nin Kerkük'e yapacağı bir saldırıyı Diyarbakır'a yapılmış sayacaklarını ilan etti. Bu, Türkiye açısından, Diyarbakır'la Kerkük'ün benzer statüde olduğu anlamını da içeriyordu. Bu sözlerin tepkiyle karşılanması yerine nasıl bu noktaya geldiğimizi tartışmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.

Türkiye, başlangıçtan beri, Kürt sorununun tartışılmasına izin vermedi. Birkaç cümleye sıkıştırılmış, slogan düzeyindeki sözlerin dışına çıkılmasını teröre destek olarak algıladı. Uygulanan politikaların bu sonucu doğuracağı belliydi ama bildiğinden, daha doğrusu bilmediğinden, şaşmadı.

PKK hareketini ülke içi bir sorun değil ülkeye karşı bir hareket olarak algıladı. Türkiye sınırları içinde ayrı bir Kürt devleti kurulabileceğini düşündü. Oysa ayrılıkçı bir hareket bir etnik grubun tüm sınıf ve katmanlarının katılımıyla ve dışardan desteklenmesiyle mümkün olabilirdi ama bu iki şart da oluşmamıştı. Bölgede gerçek gücü temsil eden aşiretler bu harekete karşıydı ve asıl çelişki aşiretlerle PKK arasındaydı. Zaten böyle olmasaydı aşiretlere, bu hareketle mücadele için, rol verilmez ve bir korucu ordusunun kurulması gerçekleşemezdi.

Dış destek tek bir kaynaktan beslenmiyordu. ABD ve Avrupa ülkeleri hareketi kontrol etmeye çalışıyorlardı ve birbiriyle rekabet içindeydi. Dikkatli bir göz, terörle mücadele adına yapılan eylemlerin bir kısmının bu rekabetin bir parçası olduğunu görebilirdi. Ama biz her şeyin terörle mücadele adına yapıldığı sandık.

ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra şartlar hızla ABD lehine gelişti. Kuzey Irak'ta aşiret temeline dayalı bir yönetim oluştu ve bu güç PKK'yı kontrol altına aldı.

Artık sınıf çatışması sona ermiş ve etnik temelde bir birliktelik sağlanmıştı.

Ancak Kürt hareketini yöneten akıl PKK'yı bir marka olarak sürdürmeye devam etti. Böylece olumsuz her davranışın faturası bu örgüte çıkarılıyor ve asıl hareket bu örtünün arkasına gizlenebiliyordu. Mesela DTP'nin aşiret yapısının mı yoksa PKK'nın mı kontrolünde olduğu bilinmiyordu. Meşru bir siyasi partiydi ve bölgedeki etkinliği tartışılmazdı ama olumsuz bir hareketle karşılaşınca bunu PKK'ya atfediyorduk. Bazıları ise onun tamamen PKK kontrolünde olduğunu düşünüyordu. Eğer bölgeye siyasi açıdan egemen olan bu parti hasım saydığımız bir gücün kontrolüne geçtiyse aşiret yapısı içinde oluşturulan korucular da bunların silahlı bir örgütü haline dönüşmemiş miydi?

 Ülkeyi yönetenlerin sözlerinden bir şey anlamak mümkün değildi. Bazıları Kuzey Irak'taki yönetimin PKK ağzıyla konuştuğunu söylerken bir başkası PKK militanlarının paralı askerlere dönüştüğünden söz ediyordu. Resmi ağızlar PKK'nın elinde Amerikan menşeli silahlar bulunduğunu söylüyor, bir ABD yetkilisi Irak'a verilen 360 bin silahın kaybolduğunu ifade ediyordu. At izi it izine karışmıştı ve birbirine zıt sözler havada uçuştu.

Ortada bir sorun vardı ama bunun ne olduğunu kimse bilmiyordu. Yetkililerin sözleri aydınlatıcı değil her şeyi daha muğlak hale getirecek biçimdeydi. Teşhis koyamadığımız bir hastalığa çare arayan doktor durumuna düşmüştük. Bilinmeyenin verdiği korkuyu yaşıyorduk. Genelkurmay Başkanı Sn. Büyükanıt ülkemizin kuruluşundan beri en büyük tehditle karşılaştığını söylüyor ama bunun ne olduğunu kimse bilmiyordu.

Şüphesiz devletin bildiklerini bilmem söz konusu değildir ama dünya şartlarına bakarak bir değerlendirme yapabilirim. Ülkemizin büyük bir risk altında olduğu kanısında değilim. Dünya yeniden şekillenmekte ve her ülke için yeni bir gelecek belirlenmektedir. Benzer risk ve belirsizlikler, başta ABD olmak üzere, her ülke için geçerlidir ve en kötü durumda olanın biz olmadığımızı düşünüyorum. Hatta doğru bir stratejiyle daha iyi bir konuma gelmemizin mümkün olduğunu söyleyebilirim. Bölgedeki durumun, bizden daha çok, bilmedikleri sulara yelken açan Kürtleri kaygılandırması gerekir. Onlara karşı, sert tavırlar sergilemek yerine, yakında duyacağımız imdat çağrılarına nasıl cevap vereceğimizi düşünsek daha iyi olur.

YENİ TÜRKİYE DÜZENİ

Yeni bir dünya düzeninden söz edilirken bunun ülkemize nasıl yansıyacağı konusunda belirgin bir fikre sahip değiliz. Eskiden beri bölücü bir hareketin varlığından haberdarız ve bununla mücadele ediyoruz ama bu daha Soğuk Savaş devam ederken başlamıştı ve bugünkü değişim sürecinin bir parçası sayılıp sayılmayacağı da bilinmiyor.

Yeni bir yapılanmanın tümü hakkında bir tasavvurunuz yoksa bölümlerinin ne işe yarayacağını, hangi aşamada olunduğunu kestiremezsiniz. Akıl yürütme önce problemin ne olduğunu tespitle başlar daha sonra bunun çözümü konusunda tarafların neler yapmak istediğini ve hangi aşamalardan geçerek hedefe ulaşılacağını tahmin etmek gerekir. Bizim modelimiz tek taraflı bir ABD inisiyatifinin olduğu ve önündeki küçük engelleri aşarak amacına ulaşacağı biçimindedir. Irak'ı dize getirir, İran'ı heveslerinden vazgeçilirse ortada sorun kalmayacak deriz Bu tablo içinde ülkemizle uğraşmak için bir sebep görünmemektedir ancak ABD'nin bu küçük sorunları çözmek için Kürtlere ihtiyacı olduğunu ve onların desteğini almak için bağımsızlık hediye etmek istediğini düşünüyoruz. Bu model bütünüyle yanlıştır ama şimdilik bu çerçeve içinde kalıp bağımsız bir Kürt devletinin ne işe yarayacağını tartışalım.

Bu konuda Barzani'nin açıklamalarını dinlerken ve bağımsız bir Kürt devleti fikrine herkesin alışması gerektiğini işitirken ülkemizde önemli bir kişinin, eski cumhurbaşkanı Evren'in, Türkiye'nin merkezden yönetiminin imkansız hale geldiği, bu yüzden eyalet sistemine geçilmesi gerektiğini söylediğini duyuyoruz.

Bu var olan bir tartışmaya katılmak biçimde değil, bu tartışmayı başlatmak amacıyla söyleniyor.

Eyaletlerin hangi yetkilerle donatılacağını bilmiyoruz ama iki konunun önemli olduğu görülüyor. Önce görünüşte böyle bir düzenlemeye ülkenin bir ihtiyacı olduğu söylenmesine rağmen konunun Güneydoğumuzla ilgili olduğu apaçık. Böyle bir düzenlemenin, çok zorunlu olsa bile, Güneydoğumuzla ilgili bir sürü hesapların yapıldığı, Kürdistan'ın sınırlarının tartışıldığı bir dönemde yapılması zamanlama açısından yanlış. Aslında yanlışlık bizim algılamamızda.

Çünkü açıklamanın zamanlaması, konu Güneydoğumuzla ilgili olduğu için, isabetli.

İkinci konu bu açıklamanın bir siyasetçi ya da düşünce üreten bir kesimden gelmeyip eski bir asker ve devlet adamının ağzından yapılması. Böylece ilk tepkilerin olumsuz olması, özellikle TSK'nin şiddetli bir reaksiyon göstermesi engellenmek istenmiştir. İşin hafiyelik kısmıyla ilgilenenler açıklamaya neden olan görüşmenin gazetecinin inisiyatifi öyle mi yapıldığını yoksa sıradan bir mülakat içinde sözün gelişi mi söylendiğini merak edebilirler.

Bir söyleşiden hareket ederek geleceğe yönelik tahminlerde bulunmanın anlamsız olacağının farkındayım. Ama tablonun bütünü bizim için nasıl bir gelecek öngörüldüğünün ipuçlarını vermektedir. Üniter devlet, şeklen korunsa bile, en azından çok kültürlü bir yapıya dönüşeceğiz. Eyaletlerin coğrafi kriterlere göre yapılıyor gibi görünmesine rağmen kültürel farklılıklara da işaret ediyor. Bu farklılıklar belli siyasi eğilimleri de yoğun biçimde aksettiriyor. Başka bir kritere göre belirlenebilir miydi sorusuna ekonomi temel alınamaz mıydı diye cevap verebiliriz. Önümüzdeki yıllarda bu eyaletlerin, aynı zamanda, farklı siyasi eğilimlerin yoğunlaştığı bölgeler haline geleceğini göreceğiz. Benzer siyasi eğilimler arasında bile ciddi ton farklılıkları oluşacak bir bölgenin milliyetçisi diğerindeki-ne benzemeyecektir.

Eyaletlere tanınan yetkiler bu ayrışmanın boyutlarını belirleyecek, özellikle bölgesel seçimlerle oluşan yerel yönetimlere tanınan imkanlar gerçek tabloyu öne çıkaracaktır.

Sorun Güneydoğumuzla ilgilidir ve bunu bir Türkiye meselesi yapmanın anlamı yoktur. Eğer bir düzenleme yapılacaksa bunu başka bir kılıfa sokmak maliyeti artırmaktan başka bir işe yaramaz. Ülkeyi eyaletlere bölüp, belli bir bölge için talep edilen ayrıcalıkları tüm ülkeye yayarak özel bir düzenleme yapılmadığı görüntüsü vermeğe çalışmak yerine olayı cesaretle ele alıp bir çözüm aramak gerekir.

SONUÇLARDAN SEBEPLERE

Ülkemizde siyasi olayların ters yönden analiz edildiğini düşünüyorum. Önce bir hareketin ideolojisi, kadrolarına bakılıyor ve buna dayanarak bu hareketin hedefi, kaynağı bulunmaya çalışılıyor. Bu yol sürekli hata yapmamıza neden oluyor. Mesela büyük bir devlet adamı olduğundan şüphe edilmeyen Celal Bayar ülkemize yönelik bir komünist saldırının olduğunu düşünmüş ve politikalarını bu temele dayandırmıştır. Daha sonra gelen siyasetçiler de, benzer bir analizle 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde komünist bir kalkışmanın olduğunu düşünmüşlerdir.

Günümüzdeki tartışmalar irtica-laiklik eksenine yerleştirilmiş, rejimin değiştirilmek istendiği bazı çevrelerin korkusu haline gelmiştir. En genel anlamıyla siyaset bir ideoloji kavgasından ibaret sayılmaktadır.

Ben bu yaklaşımın tamamen yanlış olduğunu düşünüyorum ve eğer analizim doğruysa yapılan tüm siyasi analizler ve buna dayanarak oluşturulan politikalar geçersiz hale geliyor.

Bir siyasi hareketin uyguladığı politikaların yaratacağı sonuçları tahmin eder ve buradan hareketle kaynağını bulmaya çalışırsanız çok farklı sonuçlara varırsınız. Mesela milliyetçi hareketler ülkede uluslararası güç odaklarının etkinliğini artırmakla sonuçlanıyorsa, komünist eylemler sağı güçlendiriyorsa ve bu sonuçlar önceden kestirilebiliyorsa hareketin ideolojisine hizmet ettiği söylenebilir mi?

 Bu konuda "biz mücadele ettik ama şartlar uygun olmadı, bazı şer güçleri önümüzü kesti" mazereti gerçeğin bir ifadesi midir yoksa hareketi planlayanlar zaten bu sonuçları öngörüp projelerini buna göre mi hazırlamışlardır?

 Bir politikanın ya da siyasi hareketin ideolojisinin ve söylemlerinin hiçbir anlamının olmadığını düşünüyorum ve uygulanan politikaların hangi sonuçları doğuracağına bakarak onları değerlendiriyorum. Yani görünen sebeplere bakarak sonuçları tahmin etmek yerine gerçekleşecek sonuçların ne olduğunu kestirerek sebepleri bulmaya çalışıyorum.

Bu açıdan bakınca birçok siyasi hareketin ideolojisi ve ilan ettiği hedeflerin tam tersi olan amaçlara hizmet ettiğini, üstelik bunların, çoğu zaman, bilinçli bir politikanın eseri olduğunu düşünüyorum.

Sol muhalefetin sosyal ve kültürel alanlara sıkıştırılmasını, alternatif bir ekonomik ve dış politika üretmemesini, söylemlerinin tekil davranışları eleştirmekle sınırlı olmasını ve bir model önermemesini solun etkisizleştirilmek istendiği biçiminde yorumluyorum.

Türkiye'deki İslamcı hareketin kapitalist düşüncenin kitlelere mal edilmesinin bir aracı olarak kullanıldığını, dinin farklı bir dünya algılaması ve buna dayanan alternatif bir model üretmek amacı taşımadığını gözlemliyorum. Bu politikalar liberal sağ bir siyasi akım tarafından uygulansaydı ne değişirdi sorusuna cevap bulamıyorum. Yani soyut düzeyde İslamcı siyaseti liberal sağ bir hareket olarak algılıyorum.

Eğer bu politikalar uygulayanların bilinçli bir tercihi ise ve ideolojilerini sadece bir araç olarak kullandıklarının farkındaysalar bir sorundan söz edilemez. Ülkenin geleceği hakkında bir projeksiyonları vardır ve buna ulaşmak için ideolojileri bir araç olarak kullanmaktadırlar deriz. Hedeflerini halka açıkça söylemektedirler ve nereye varmak istediklerini kitleler bilmemektedirler ama kendilerinin bunların bilincinde olduklarını kabul ederiz. Eğer yönetenler uyguladıkları politikaların sonuçlarını hesaplamıyor, sadece izledikleri yolun kendilerini başarılı yapacağını düşünmekle yetiniyorlarsa sonucun herkes için bir sürpriz olması kaçınılmazdır.

Herkes "İzlediğimiz yol doğru" derken ben varılacak yerin ne olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Sözlerini doğru sayanlara ve bunları savunanlara gidecekleri yerin ne olduğunu bilip bilmediklerini soruyorum. Geçmişte solun ve bağımsızlığın kavgasını verenlerin eylemlerinin bizi düşündüklerinin tam tersi yöne götürdüğünü, ülkenin bölünmemesi için verdiğimiz mücadelenin ve katlandığımız fedakarlıkların bizi federasyon tartışmalarına kadar getirdiğini, üstelik bunların hiç beklemediğimiz ağızlarca ifade edildiğini görmezlikten gelemeyiz. Ben yapılanların doğru olup olmadığını ancak ulaşılacak sonuçlara göre değerlendiriyorum. Hep istemediğiniz sonuçlara ulaştıysanız izlediğiniz yol yanlış demektir.

HEDEFİNİZ NE?

 Günümüzde büyük bir değişim yaşandığını ve bu sürecin hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Bu bizim irademiz dışında gelişiyor ve onu ne yönlendirebiliyoruz ne de durdurmak imkanına sahibiz. Ayrıca buna direnmenin bir faydası olmadığını, değişime ayak uydurmayanların, dışında kalanların sahneyi terk ettiklerini biliyoruz. Ancak böyle bir değişimin olmadığını düşünenler olduğu gibi değişimin yönü ve yoğunluğu konusunda da çok farklı yaklaşımlar var. Büyük bir çoğunluk önümüzdeki seçimlerin bundan öncekilerin bir benzeri olduğunu ve yeni yöneticilerimizi seçmekten ibaret bir sürecin başında olduğumuzu düşünüyor.

Devletin üst düzeyinde yer almak isteyenlerin dünyaya bakışlarını, nasıl bir gelecek öngördüklerini ve bu amaçla nasıl bir yol izleyeceklerini bilmiyoruz.

Kim hangi makama daha yakın sorusu gündemimizin ilk sırasında yer alıyor. Birisi bu makama gelebilecekse, yapacaklarının ne olduğunu bilmesek de hatta bu kişinin ajandasında bir proje olmasa bile seçim sonuçlarını tahmin ediyoruz. Onu destekleyenler de ulaşılacak sonucun kendilerine neler getireceğini düşünmekle yetiniyor, hiç . kimse nasıl bir ülke tasavvur ettiğini, buna nasıl ulaşılacağını tartışmıyor. Böyle bir yaklaşımla ulaşacağımız yer bizim irademizin dışında belirlenir. Kişiler önce bir makama gelmenin hesaplarını yapar, daha sonra da orada kalmak için uğraşır.

Milliyetçiler, savundukları şeyin objektif bir tanımı olmamasına ve herkesin kendine göre bir millet tarifi yapmasına rağmen, dünyadan bağımsız bir yol izlenmesinden yana oldukları anlaşılıyor. Kendilerinden saydıklarıyla dayanışma içinde olmak, bu tanıma girmeyenleri, yaptıkları ne olursa olsun, dışlamak eğilimindeler. Önce kişinin ya da onların örgütlenmesinin ne olduğuna bakıyor ve buna göre davranışını belirliyor. Dünya birbirinden ayrık, uzlaşmaz iki kategoriye ayrılıyor ve bizden olanlarla olmayanlar olarak sınıflandırılıyor.

Küreselciler ulus devletlerin tarihe gömüleceklerini, dünyanın bir bütün olarak yönetileceğini bunun hem kaçınılmaz hem de faydalı olduğunu düşünüyor.

Oysa dünyadaki değişmenin yönünü tahmin edebilsek, bunu etkilemek ve sadece bizim için değil tüm insanlık adına daha iyi bir yöne gitmesi için bir projeye sahip olsak ve yönetim kademelerine buna uygun kişileri getirebilsek çabalarımız daha anlamlı olur, ülkemizin konumuna uygun bir rol oynamış oluruz.

Bu kişileri farklı bir biçimde değerlendirmeyi gerektirir. Artık soru bu kişinin ne olduğu değil, ne yapacağıdır ve projemize en uygun kişinin kazanması değil görevlendirilmesi anlamını taşır. Bu seçimi bir yarış saymanın yanlış olduğu, yapılması gerekenin en uygun kişinin, bu biz olmasak bile, bu makama getirilmesidir. Yani eğer siyasetçilerimiz, "Ne iş olsa yaparız abi " diyenlerden değilse ve her biri belli bir yönü ve projeyi temsil ediyorsa, ülkemiz için bir gelecek modelimiz varsa içimizden en uygunu görevlendiririz.

Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler hem bir fırsat hem de bu fırsatların hoyratça heba edildiği bir süreç olabilir. Eğer hem kendimizin hem de seçeceğimiz kişilerin birer fani olduğunu, yanlış hesapların getireceği ikballerin birer hüsrana dönüşebileceğini bilirsek şartların ülkemizin önüne cömertçe sunduğu imkanları sonuna kadar kullanır ve, inandığımız üstün değer ne ise, ona hizmet etmiş oluruz. Ya da, "Uygunsuzların kaderi tasfiye olmaktır" ilkesinin hayata geçmesinin bir vesilesi oluruz.

Önce bir geleceğime yönelik bir proje üzerinde tartışalım ve bir yol haritası çizelim. İkinci aşamada bu hedefe varmak için en uygun figürleri tanımlayalım ve değerlendirmelerimiz kime işaret ediyorsa onu görevlendirelim. Siyasete yön verenler de aynı yolu izleyerek yeni iktidarın yolunu açsınlar. Tek hatamız modelimizin yanlış olması olabilir ama değilse, hem modelimizin hem de kadronun uygunsuzluğu risklerinin birinden kurtulmuş oluruz. Eğer doğru bir model de seçebilirsek ülkemizin geleceği hem bizi hem herkesi mutlu edecektir.

İŞSİZLİK Ülkemizin ekonomik olarak büyümesi bir yandan yeni istihdam imkanları yaratırken diğer yandan teknolojideki gelişmeler daha az insanla aynı üretimin yapılmasını sağlıyor. Tarımda çalışır gözüken ve gizli işsizler olarak adlandırılanlar şehirlere göç ediyor ve büyük bir işsiz kitlesi şehirlerin varoşlarını dolduruyor. Bunların bilinen yollarla istihdamı çok uzak bir ihtimal. Ancak bu kişilerin yaşamlarını bir biçimde sürdürecekleri de apaçık. Hırsızlık, kap-kaç, dilencilik ya da yasa dışı işler bu insanların yeni meslekleri haline geliyor.

Bir sektör haline gelen bu faaliyet dalının zabıta tedbirleriyle engellenmesi mümkün değil. Bunlar yaşamak zorunda ve yapacakları başka bir şey yok. Ya da birini engelleseniz kuyrukta bekleyen binlercesi var.

Geçerli iktisat öğretisi bir insanın üretime katkısı kadar pay almasını öngörüyor. Üretim sürecinin dışında kalanın pay alması mümkün değil. Bu kişilerin sosyal yardımlarla yaşaması kaynakların israfı anlamına geliyor.

Ülkemiz, bu problemin çözümü için değilse bile, etkilerinin daha az hissedilmesi için sosyal yardımlara ağırlık veriyor ve üretim süreci dışında kalan bir çok insan bu yardımlarla yaşıyor. Emeklilik fonlarına yatırdıklarından çok fazlasını maaş ve sağlık yardımları olarak alanlar, bunların yakınları, emeklilik kavramının ötesinde kaynak tüketiyor.

Bireyi temel alan geçerli iktisat teorisi bununla sınırlı olmayan sorunlara çözüm bulamıyor. Ancak bilinen sosyalist iktisat görüşü de bir alternatif olma iddiasını kaybederek sahneyi terk ettiği için ortaya çıkan sorunlar, teorik bir temele dayanmadan, pratik tedbirlerle çözülmeye çalışılıyor.

Akademik hayata başladığım yıllarda, yani kırk yılı aşkın bir süre önce, alternatif bir iktisat görüşü inşa etmek istiyordum ve bu amaçla bireyi temel alan bir analiz metodu yerine ekonomik bir bütünün davranışlarını incelemek ve teoriyi, bir devlet de diyebileceğimiz, iktisadi bütün üzerine kurmayı düşünüyordum. Metodum tekilden bütüne değil bütünden tekile olacaktı. Mesela kullanılacak teknolojiyi firmalar değil ekonomiye yön veren ve bütünü yönetenler karar verecek, firmaları bunları kullanmaya yönlendirecekti. Karar veren bireylere hiçbir şeyi empoze etmeyecek ama fiyat, maliye, para politikalarıyla bunların kullanmasını sağlayacaktı.

Ancak ülkemde düşünmek hindilere özgü bir davranış sayıldığı ve hizmetin tek türü vatanı kurtarmak olduğu için düşündüklerimi bırakıp bekleneni yapmak zorunda kaldım. Eğer düşünmeye devam etseydim şöyle bir model geliştirirdim: Karar verenler o günkü fiyatlarla bir değeri olmayan ama ülkenin geleceği için yararlı gördükleri alanlarda işsiz kalmaya mahkum olanları istihdam ederlerdi.

Mesela ağaçlandırma, toprak ıslahı, çevre düzenlemesi gibi işleri, asgari sermaye malı kullanarak, bu kişilere yaptırırlardı. Bu işletmelere eğitimciler katılır ve çalışanları daha sonraki çalışma hayatlarına hazırlarlardı.

Firmaların vasıfsız ya da az vasıflı işçi istihdamı birkaç yıl ileriye atılır ve bu kaynaktan sağlanırdı. Böylece bugünkü piyasa değeri sıfır olan ama gelecekte herkese parasal getiri sağlayacak bir ortam yaratılırdı. Yani insanlar değer yaratacak ama bunun parasal ifadesi ancak gelecekte oluşacaktı. Toplumsal olarak düşünüldüğünde yasa dışı yollarla toplumun kaybettiklerinden belki de daha azı kaynakla bu işin yürütülmesi mümkün olabilirdi ya da biraz fedakarlığa katlanılabilirdi. Bunun bütçeye getireceği yük karşılanamaz boyutta olmayacaktı ve kaynakların farklı bir tahsisi yeterli olacaktı. Mesela emeklilik daha ileri yaşa alınacak, zaten aileye yapılan yardımlarla karşılanan sağlık harcamaları sadece ad değiştirmiş olacaktı. İnsanlara üniversitelerde kullanmayacakları bilgiler vermek yerine bir meslek sahibi olmaları sağlanacaktı.

Pratik çözümleri fazla önemsemiyorum ama ekonomiyi tekilden bütüne analiz etmek yerine tersinden bakmanın, bütünden tekile inmenin hasreti içimi sızlatıyor.

YIKILIŞ VE ÇÖKÜŞ Sonuçları aynı olsa bile yıkılış ve çöküş farklı iki süreci ifade eder. Bir yapı, herhangi bir dış etki olmadan, bir anda yerle bir olabilir. Bu bir çöküştür ve onu hazırlayan sebepler uzun zaman içinde oluşmuştur. Dış görünüşü bile güven vermeyen, bir projeye dayanmadan çürük malzemeyle yapılan bir binanın çöküşü yadırganmaz. Ancak heybetli duruşuna, köklü bir geçmişe sahip olmasına rağmen çöken yapılar da vardır. Kimse binanın çürüdüğünü fark etmemiştir ya da belirtileri ciddiye almamıştır.

İyi bir yapı, dış etkilerle bir bölümü yıkılsa bile, çökmez. Tümden yok oluş ancak hiçbir bölümünü taşıyacak istinat noktalarının bulunmaması halinde mümkündür. Mesela Irak'ta gözlenen durum bir çöküştür ve geride düz bir araziden başka bir şey kalmayacak ve yeni yapı eskisinin izlerini taşımayacaktır. Çünkü bir takım insanların sığındığı bir çadırı andıran yapının ne temelleri vardı ne de onu ayakta tutacak taşıyıcı elemanlara sahipti.

Bir devleti ayakta tutan iskeleti devlet aygıtı ve halkıdır. Halk bir malzeme gibidir ve devletin yapıştırıcı özelliği olmadan bir bütün oluşturamaz. Yani devletsiz millet olmaz ama bir devlet kendi milletini oluşturabilir. Mesela ABD'nin ya da Osmanlı'nın halkı ancak devletiyle tanımlanabilir. Araplar ise, her devlete göre tanımlanan sayısız halk haline gelmiştir.

Bir devletin iki önemli dayanağı ekonomisi ve bürokrasisidir. Eğer ekonomisi başka bir gücün kontrolünde ise onun etkisi her kararında hissedilir. Bugün ABD kendisine rakip olması muhtemel iki gücün, yani Avrupa ve Çin'in enerji kaynaklarını kontrol ederek etkisizleştirmek istemektedir ve bugün yaşadığımız mücadelenin özü budur. Yani ekonomi de bir yapı gibidir ve onu taşıyacak unsurlardan temel unsurlardan biri olmazsa çökebilir. Enerji olmadan ekonomiden söz edilemez ve onu kontrol eden egemen konuma gelir.

Hiçbir ülke kendi içine kapalı bir ekonomiye sahip değildir. Ancak dış ekonomik ilişkilerin sadece rakamlarla ifade edilmesi ciddi bir yanılgıdır. Mesela Türkiye'nin ithalatının, büyük ölçüde, ara ve yatırım mallarından oluşması, tüketim ve lüks malların az olması bazıları için olumlu sayılırken benim için tersi bir tablo çok daha makbul sayılırdı. Keşke köpek, kedi maması, kozmetik ürünleri ve lüks mallar ithal etseydik ama hiç değilse ara mallarını biz üretseydik çok daha mutlu olurdum. Bir kriz anında bizim ekonomimiz çöker ama bizden fındık, fıstık, havlu, gömlek alan yaşamaya devam eder ve tatilini kriz sonrasına erteler. Ekonomide alt düzeyde de olsa, halkın yaşamasını sağlayacak bir düzeyin güvenli hale getirilmesi; krizlerin satıhta karşılanmasını ve çekirdeğin zarar görmemesini sağlayacak bir yapının oluşturulması gerekir.

Bir devleti ayakta tutan yönetimdir. Siyasetçiler ve bürokrasi bu binanın karkası gibidir. Onların sadece sağlam olması yeterli değildir, ayrıca birbirlerine sıkıca bağlayan köşe yapılarına ihtiyaç vardır. Kolonları ve sütunları uygun biçimde yapılan ama birbiriyle bağlantısız duran bu elemanlar hiçbir işe yaramaz ve en küçük bir sarsıntıda yapı yerle bir olur. Şu sırada karşılaştığımız manzara budur ve her eleman kendisinin ne kadar sağlam ve güçlü olduğunu söyleyerek güvence vermeye çalışmaktadır.

Bazı insanlar var olan yapıdan şikayet ederler ve ellerine kazmayı küreği alarak sağından solundan düzeltmeye kalkarlar. Bir yapı projeye bağlanmadan, hesap yapılmadan değiştirilmeye kalkılırsa, yapılan ne olursa olsun çöküşe hizmet eder. Eğer birisi vatanı kurtarmak istiyorsa devleti ele geçirmeden bu işe kalkışmamalıdır. Çeteleşerek ülkeye hizmet etmek mümkün değildir, hedefleri ve ona yön veren inanç ve ideoloji ne olursa olsun bir yıkım ekibinden başka bir şey olamazlar.

Cumhurbaşkanlığı makamı devleti oluşturan elemanların birbirleriyle bağlantı içinde olmasını sağlar ya da bu bağın var olduğunu gösterir. Burayı bir yarış yeri haline getirmekten kaçınmak ve güçlü bir simgeye dönüştürmek gerekir.

İDEOLOJİNİN CAZİBESİ

Türkiye'de siyaset ideoloji merkezlidir ama böyle oluşunun onu siyaset olmaktan çıkardığının farkında değiliz. Cumhurbaşkanlığından genel seçimlere kadar siyasi gelişmelerin hepsinde tartışmanın ana ekseni, tarafların ideolojik yaklaşımlarıdır. Yani önce yolumuz belirlenir ve onun götürdüğü yere gideriz.

Oysa insanın önce hedefini belirlemesi sonra oraya götürecek yolu seçmesi gerekmez mi?

 1980 darbesi ideolojik tartışma ve çatışmaların bir sonucuydu ama büyük bir ekonomik değişime yol açtı ve ülkemiz dünya ekonomisiyle bütünleşmenin ilk adımlarını attı. Bu sonucu ne tartıştık ne de öngördük. AKP iktidarı bu başlangıcın ileri bir safhasını oluşturdu ve küresel ekonominin bir parçası olduk. Bunu da ne biz ne uygulayanlar biliyordu.

Gelişmelerin siyasi sonuçlarını hiçbir zaman tartışmadık. Kazanan ve kaybedenin ideolojiler olduğuna o kadar emindik ki, siyasi sonuçları alt sıralarda bile yer almadı. Kürt sorunu da sadece demokrasi çerçevesinde konuşuldu ve bir kültürün talepleri olarak ileri sürüldü. Siyasi değerlendirmeler ise bölücülükle sınırlı kaldı ama kimse böyle bir bölünmenin, eğer amaç buysa, hangi siyasi amaçlara hizmet edeceğini tartışmadı. Böyle bir analiz yapmayı deneyenler ise, günün gereklerinden bağımsız, "Batı zaten bizi bölmek istiyor, geçmişte başaramadıklarını şimdi yeniden deniyorlar" gibi soyut bir hedeften söz ettiler.

Böyle bir yaklaşım soruna tepe taklak bakmak anlamına geliyordu. Yani önce siyasi hedefler belirlenir ve bu amaca en uygun olan ideoloji kullanılır ilkesi yerine ideolojiler hedef, sonuçlar yan üründür dendi.

Siyasete öncelik tanıyarak analiz yaparsak çok farklı bir manzarayla karşılaşırız. Herkese fantezi gibi gelecek birkaç soru sorabiliriz: Eğer 1980 darbesi olmasa ve Türkiye izlediği ekonomik politikayı sürdürse, Batının ekonomik kontrolüne girmese ve SSCB ile ilişkilerini sürdürseydi SSCB'deki değişime gerek kalır mıydı?

 SSCB'deki değişim bir ideolojinin iflası sonucu muydu yoksa dengenin SSCB aleyhine değişmesi mi böyle bir yol izlenmesini gerekli kılmıştı?

 Bu kadarı da olmaz diyeceğinizi tahmin ettiğim bir soru daha soracağım. 12 Martta sol girişim başarılı olsaydı 1973 Arap-Israil savaşı olur muydu?

 Türkiye böyle bir çatışmada Arapları ve dolayısıyla Avrupa'yı destekleyeceği için ABD'nin petrol fiyatlarını artırması ve parasal sorunu kendi lehine çözmesi mümkün olur muydu?

 Ülke sağ-sol, laik-İslamcı gibi konularla uğraşırken benim Türkiye'deki gelişmelerin dünya dengeleriyle ilgili olduğunu ve önemli etkiler yarattığını söylememin ne kadar abes olduğunu biliyorum. Böyle düşündüğüm için itibar ve irtifa kaybettiğimin de farkındayım. Ancak başka türlüsünü de beceremiyorum ve bir taraf baş örtüsünü yasaklarsak diğerinin de inancımıza uygun giyinirsek tüm sorunlar çözülmüş olacak iddiasına katılamıyorum. Herkes çatışan tarafları ideolojisine ve bunun simgesi sayılan giysisine göre tanımlarken ben onları çıplak görüyorum. Böyle bakınca da taraflar değişiyor ve arka plandaki güç odakları görünür hale geliyor.

Bu açıdan bakınca Türkiye'deki ulusalcı- İslamcı saflaşmasının yapay olduğunu, her iki cephede de karşı safları temsil eden güçlerin bulunduğunu görüyorum.

Ulusalcı cephede karşı cepheyi güçlendirmek için savaşanlar olduğu gibi diğer tarafta da potansiyel ulusalcı diyebileceğimiz bir grubun varlığından söz edilebilir. 1980de sol sayılan grupların daha sonra liberal kanatta yer almasına benzer bir durumla karşılaşabiliriz ve saflar arasında ciddi kaymaların olduğunu görebiliriz. Analiz metodumuzu değiştirip ideolojik ayırımlar yerine dünyadaki farklılaşmanın benzerinin ülkemizde de yaşandığını, kabul edip cepheleri bu kritere göre belirlemek daha sağlıklı sonuçlar almamıza yarar ve cumhurbaşkanı da buna göre belirlenir.

Biz satranç taşlarıyla dama oynuyoruz ve şah ile piyonu aynı değerde görüyoruz.

Veziri bir piyonla değişebiliyoruz. Ama sonuç satranç kurallarına göre belirleniyor.

NEHRİN İKİ YAKASI

İnsanlar nehrin bir yakasında durur ve öbürü için değerlendirmeler yaparlar ama öbür yakası olmadan nehrin bir su birikintisine dönüşeceğini düşünmezler.

Üstelik iki yakası da olmayan bir nehirden söz edilemez, suyun varlığı bile fark edilmez. İki yakası da dik ve sert olan nehirler, eğer suyu da bolsa, çağıldayarak akar ve önüne geleni süpürüp götürür. İki yaka birbirinin tam tersinde yer almasına rağmen bir arada bulunmazlarsa nehir oluşmaz.

Sosyal ve siyasi olaylarda bir nehir gibidir ve ancak iki zıt tarafın bulunmasıyla görünür hale gelir, şartlara göre sertleşir ya da ılımlı bir seyir izler.

Biz bir olayı incelerken onun sadece bir yanına bakar, değerlendirmeler yapar, iyi ya da kötü olduğuna karar veririz. Oysa onlar bir bütünü oluşturan parçalardır ve ikisini bir arada görmeden doğru bir yargıya varamayız. A milliyetçiliği olmadan B olmaz, bir dini görüşün . öne çıkması ve desteklenmesi diğerinin yükselişini tetikler.

Eğer bir sosyal ya da siyasi akım tehlike sayılırsa onun baskı altına alınmasına çalışılır, hatta karşıt görüş desteklenerek diğerinin etkisizleştirileceği düşünülür. Oysa bu bir çözüm olmak bir yana süreci hızlandıran bir rol oynamaktan daha başka bir.işe yaramaz. Bu durumda hiçbir görüşün olmaması gerektiği sonucuna mı varırız?

 Şüphesiz ki hayır. Ancak olayların sakin bir nehir gibi akmasını, etrafı yıkmasını istemiyorsak, iki yakasının dengeli olmasını sağlamak zorundayız. Bir toplumda halkın değer yargıları, oluşmuş siyasi eğilimleri suyun miktarı gibidir ve bunlar ne kadar sert ve kalıplaşmışsa o kadar risk söz konusudur.

Türkiye'de Kürt milliyetçiliğinin yükselişinin Türk milliyetçiliğini tetiklediği ya da tam tersinin doğru olduğu söylenir. Başlangıç nasıl olursa olsun birinin varlığı diğerinin gelişmesinin sebebidir. Bu durumda birine karşı diğerini kullanmak bir çatışmayı zorunlu hale getirir ve süreç birinin tasfiyesiyle sonuçlanır ama geride kalan tortular, ödenen bedeller, herkes için, katlanılamaz boyutta olabilir. Oysa başka bir yol da izlenebilir ve taraflardan biri bunu önemsiz kılacak bir politika izleyebilirdi.

Yani nehrin bir yakasını yıkıp onu sığ bir su tabakasına çevirebilirdi. Bir taraf nehrin kendi yakasını dik, yüksek ve sert hale dönüştürürken diğeri kendi tarafını bir düzlüğe çevirebilirdi. Böylece suyun hızı kesilir, yıkıcılığı engellenebilirdi.

Bu sözleri sadece bir örnek kabul edebilir, kimsenin vazgeçmek niyetinde olmadığı çizgisinde bırakır ve sonucuna katlanabiliriz ama hiç değilse bundan sonra, olayların düz bir çizgi izlemediğini, diyalektik olarak geliştiğini düşünür ve ona göre bir yol izleriz.

Benzer bir durum ülkemizdeki dini gelişmelerde de gözlenmektedir. İslamcı kanat sahneye en katı biçimiyle çıkıp, diğerlerini tamamen dışlayan bir tavır sergileyerek laik olarak adlandırılanları savunmaya zorlamıştır. Oysa dini, bir yasaklar ve ibadetler bütünü olarak değil bir dünya görüşü, var oluşun anlamı, dinimizin insana bakışı olarak sunulsaydı itirazların yerini geniş bir kabul alabilirdi. Yani kendi konumlarını, diğerlerini tümüyle dışlayan değil, iyiliklerini yücelten, yanlış gördüklerine alternatif sunan, empoze etmeyen ama anlatan konumunda olsaydı gerginlik söz konusu olmazdı.

Son günlerde yaşadığımız görünüşte dini kaynaklı olan cinayetler özde tamamen siyasi hatta operasyon niteliklidir. Yani ne bir dinin savunulması ne de diğerinin geriletilmesi amacını taşımıyor. Görünen ne olursa olsun varacağımız yer Batı kamuoyunda ülkemizin ve insanlarının kendilerinden saymadıklarıyla savaşmak niyetinde olduğunun ilanıdır ve bizi karşı tarafın itmek istediği terörist, bağnaz, uzlaşılması mümkün olmayan ülkeler kategorisine sokmaktadır.

Üstelik bu konum bizim değil onların tercihidir. Birinci Dünya Savaşı'nda bizi yenmek istedikleri için savaşa soktular ve projelerini bütünüyle gerçekleştirdiler. Şu soruya vereceğiniz cevap konumunuzu tanımlayabilir: Dinin ön plana çıkması sizin tercihiniz mi?

 Dini uğruna boğaz kesmeyi siz mi icat ettiniz yoksa onların yönlendirdiği sözde İslamcı gruplardan mı öğrendiniz?

 Yaptıklarınızın içinde size ait olan bir şey var mı?

 İkinci Bölüm SATRANÇ HAMLELERİ MİLLİYETÇİLİK

Türkiye'de milliyetçiliğin yükselen bir değere dönüştüğü ortak bir kanıya dönüşüyor. Bir kavram üzerinde tartışma yapıldığı zaman bunun ne anlama geldiğinin herkes tarafından kabul gören bir tanımı olması gerekir. Oysa milliyetçiliğin tanımı konusunda bir mutabakatın olduğu söylenemez.

Kavram üzerindeki belirsizlik Türk sözcüğünün hem bir soyu hem de vatandaşlık bağını ifade etmesinden kaynaklanıyor. Bazıları bunu aynı soydan gelenlerin ortak adı sayarken diğerleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ifade eden bir kavram olarak kullanıyor. Her iki kavram da yanlış değil ama hangi anlamda kullanıldığı konusunda bir belirsizlik var.

Ayrıca bir tanımın, eskilerin ifadesiyle; efradını cami, ağyarını mani olması gerekir. Yani kendisinden olanları kapsamalı, olmayanları dışlamalıdır. Bu iki tanım birbiriyle çelişmekte, birinin kabulü diğerini geçersiz kılmaktadır.

Bu tanımlardan herhangi birinin kabulü halinde kimleri savunacağınız, kimleri karşınıza alacağınız belirlenir. Ancak bu halde bile bunun dünya ölçeğindeki mücadelede bizim nerede konuşlandıracağımızın, uygulayacağımız politikaların nasıl olacağının belirlenmesi gerekir.

Dünyada ulus devlet yapılarını savunanlarla bunun karşısındakilerin mücadele halinde olduğu bir gerçektir. Ancak bu konuda da milliyetçilerin ne düşündüğü belirsizdir. Bizim milliyetçiliğimiz ulus devlete karşı olanlarla mı mücadele etmektedir yoksa diğer ulus devletleri de mi karşısına almaktadır sorusunun cevabı bilinmemektedir. Yani biz dünya ölçeğindeki çatışmada ulus devlet yapılarının devamından yana olabiliriz ve bu düşüncede olanlarla aynı safta yer alabiliriz ya da dışımızda saydığımız herkese karşı kapalı olmayı savunabiliriz.

Bu iki tavır birbirinden çok farklıdır. Mesela Rusya ulus devleti savunanlar arasındadır ve kendi ulus devletini inşa etme çabasındadır. Biz onu aynı safta mı sayacağız yoksa bizim dışımızda olduğu için karşı mı çıkacağız?

 Daha açık bir ifadeyle bizim milliyetçiliğimiz kendi sınırlarımızın içinde midir yoksa dünya ölçeğinde ulus devletlerin devamını mı savunuyoruz?

 Ulus devlet homojen bir yapı mıdır, yani tüm bireyleri birbirinin aynı mı olmalıdır, yoksa onları bir arada tutan şey sosyal benzerlik dışında mı aranmalıdır?

 Bence bir ulus siyasi ortaklıkla tanımlanmalı ve gelecek tasavvurları aynı olan, birlikte yaşama iradesine sahip ve bu birliktelikte güven ve refah uman insanlar olarak tanımlanmalıdır. Böylece bugünün ABD'sini ve eski Osmanlı'yı bir ulus olarak tanımlamak imkanına sahip olabiliriz. Böyle bir tanımlama hem gerçekçidir hem de ülkenin önünü tıkamayan aksine tarihin elverdiği ölçüde büyük roller oynamasına imkan veren bir tanımlamadır. Ayrıca ulusalcılığın küreselci eğilimlerin karşıtı olarak tanımlayarak dünyadaki mücadelenin dışına itilmek durumuna da düşmeyiz.

Milliyetçiliğin yükselmesi ve bunun bir anlam ifade etmesi için onun ne olduğunu anlatmamız gerekir.

SEZGİ

Sezgi bir akıl yürütmenin, bilginin ya da tecrübelerimizin ürünü değildir.

Doğruluğu ispatlanamaz. Belki de bunların hepsinin zihnimizde yarattığı bir algılamadır. Sezgilerimizi bir iddia olarak ileri süremeyiz ama bize yön verdiğini de inkar edemeyiz. Sezgilerimiz düşünce yapımızdan tamamen ayrık da sayılmazlar. Neleri düşünüyorsak sezgilerimiz o çerçevede oluşur. Bugün düşündüklerimi bir yana bırakıp sezgilerimden söz etmek istiyorum.

Basına verdiğim ilk röportajlarından birinde Türkiye'nin 1299'dan beri bu kadar uygun bir konjonktürle karşılaşmadığını söylediğimi hatırlıyorum. Herkesin var olanı korumak için uğraştığı, savunma dışında bir amacının olmadığı bir dönemde geleceğe böyle bakmak son derece aykırıydı ve içinde bulunduğumuz şartlarla bağdaşmıyordu. Düşüncelerimi destekleyecek hiçbir belirti yoktu. İnsanlar Kurtuluş Savaşındaki gayretlerimizin verdiği inançla kimsenin bizi daha fazla küçültemeyeceğini düşünüyordu. Hedefimiz, var olanı korumak ve başkalarının düzeyine ulaşmak olarak tanımlanabilirdi.

Büyümeyi fethetmek, küçülmeyi fethedilmek olarak algıladığımız için gücümüzün sınırlarını biliyor ve bunun ancak savunmaya yeteceğini, hatta bunu başarmak için eksik olan maddi unsurları inançlarımızla tamamlayacağımıza inanıyorduk.

Türkiye'yi tartsanız hafif geliyordu, kol gücünü ölçseniz zayıf kalıyordu.

Sezgilerim ise, "Çocuklar da hafif ve güçsüzdür. Ama, sağlıklı iseler büyürler" diyordu.

Sezgiler kontrol edilemez ve insanı peşinden sürükler. Düşüncelerimiz mi sezgilerimizi yönlendirir yoksa sezgilerimiz mi düşünce yapımızı belirler bilinemez. Mesleğimi düşünerek seçmedim. Hayata asker olarak başladım ve onunla hiçbir ihtilafın yoktu ama iyi bir asker olmanın yetmeyeceğini, silahın inanç kadar gerekli olduğunu seziyordum. Askerliği bıraktım ama yıllarca rüyalarımda kendimi üniforma içinde görmeye devam ettim. Yeni mesleğimi, iktisatçılığı, o yıllarda kimsenin severek tercih ettiği bir alan olmamasına rağmen, tek hedef olarak gördüm.

Paraya en çok ihtiyacım varken en az kazanan yola saptım ve akademisyen oldum.

Bunları kendimi değil sezgilerin bir insanı nasıl yönetebildiği-ni anlatmak için yazıyorum.

Dünyayı Türkiye'den bakarak değerlendirmedim. Dünyadan bakarak geleceğin ne olacağını ve bunun içinde yerimizi tespite çalıştım. Bulunduğumuz coğrafyada bir merkezin oluşması gerektiğini, bunun hem siyasi hem de düşünce açısından etkin konumda olacağını düşündüm. Sanki dünyayı yöneten bir akıl vardı ve bu, uygun bir yeri kendine mekan seçiyordu.

Türkiye yaşadıklarını önceden düşünmüyor, tartışmıyor hatta bilmiyordu. Bir güç savunmacı reflekslerimizi kırıyor ve bizi dünyaya açıyordu. Bunu bir işgal olarak da algılayabilirdik, burada bir güç odağının oluşma süreci olarak da değerlendirebilirdik. Sıkıntımız olanların hiçbirini öngörmemiş olmamızdan kaynaklanıyordu. Türkiye'nin bir güç odağı olacağını seziyorum ama dümeninde kimin olacağını kestiremiyorum.

SEBEP, SÜREÇ VE SONUÇ

 Bir olay sebeple başlar, süreçle devam eder ve bir sonuca ulaşır. Biz sadece süreci değerlendiririz. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra galipler dünyayı nüfuz alanlarına böldüler ve biz Batı Cephesi'nin payına düştük. Çok partili siyaset bunun doğal sonucuydu ama biz Batı'yı seçtiğimizi ve demokrasiyi getirdiğimizi söyledik. Kimse başka bir seçeneğimiz var mıydı diye sormadı. DP kuruldu ve bir seçim zaferi kazandı. Muhalefette kim olursa olsun böyle bir sonuç alırdı ama biz bunu DP'nin zaferi saydık.

Herkes zaferlerinden söz ediyordu. Birileri demokrasi adına, diğerleri ülkeyi kurtarmak için mücadele etti. Başarı sırasını birileri belirliyor ve herkes önce zafer kazanıyor sonra kaybediyordu. Siyasetçiler demokrasiyi güçlendirirken bürokrasi vatanı kurtarıyor ve sıra, hiç şaşırmadan, devam ediyordu.

Tüm bu gelişmelerin dünya açısından bir anlamı vardı ve çatışan taraflar onlardı ama biz sadece içimizdeki kahramanları ve kaybedenleri gördük. Bu bakış açısı bir alışkanlık haline gelmişti. Osmanlıyı tasfiye eden süreci de, dış faktörleri ve ordularımıza komuta eden yabancı askerleri göz ardı ederek, savaş sürecindeki kahramanlıklarımızla değerlendirdik.

Dış dinamiklerin önemli olduğunu söyleyenleri halkımızı ve ülkemizi küçümsemekle itham ediyorlardı. Bütün bu gelişmelerde bizim bir payımızın olmadığını söylemek nankörlüğü de aşar hıyanet olarak vasıflandırılabilir diyorlardı. Onlara şöyle bir örnekle seslendim: Bir yerde yol yaparsanız arazinin engellerini hesaba katmak zorundasınız. Arazi de belirleyicidir ama rolü pasiftir. Aktif belirleyici yolu yapan mühendislerdir. Ben konumumuzu bir araziye ve onun çetin şartlarına benzetiyorum ama bu yolun güzergahını bizim belirlediğimiz anlamına gelmez. Halkımızın çetin bir dağ olduğunu biliyorum ama bir güzergah belirleyen yöneticiye rastlamadım diyordum. Pasif belirleyiciydik, bize yön vermek isteyenlerin karşılaştıkları zorlukları yeterli sayıyor kimse bizi yolumuzdan saptıramaz diyorduk. Zaten kimse bizden bir sürpriz beklemedi. Her darbe davul zurnayla geldi, her seçim beklenen zamanda yapıldı, kazananın kim olacağı da belirlendi demesek bile belliydi.

Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde, hiç kaybetmediğim iyimserliğimi sürdürüyor ve bu sefer herkesin bir sürpriz olarak algılayacağı, Türkiye'nin bir dağ olmaktan çıkıp bir mühendis gibi davranacağı bir seçim yapılacağını umuyorum. Türkiye öyle bir seçim yapacak ki, seçilen kişiye ve onu seçenlere herkes, "İşte Türkiye bu" desin. Ülkemiz yüzyıllardır sürdürdüğü pasif belirleyicilikten çıktığını ve artık mühendis kategorisinde sayılması gerektiğini ilan etsin.

Süreç içinde kazananların, kahraman sayılanların sıradanlaştığı, gerçek belirleyicilerin bizden biri olduğu günlerin rüyasının gerçek olması mümkün mü?

 Siz gerçekleri yaşayın ben hayalimden memnunun.

AB UYELİĞİ

Kuruluşunun ellinci yılını kutlayan AB'yi uzaktan, biraz da burukluk duygusu içinde seyrediyoruz. Her adımımızı manşetten duyurduğumuz üyelik artık ellili yıllarla ifade edilmeye başladı. Kendimizi katılmak için büyük gayretler sarf eden ama ihanete uğramış gibi hissediyoruz.

Türkiye'nin AB üyesi olamayacağını sürekli olarak tekrarladığım için AB karşıtları kategorisine dahil edilmiştim. Oysa bu tanımlama yanlıştı. Biz hiçbir zaman böyle bir birliğe dahil olacak bir dünya görüşünü benimsemedik ve bu yolda bir adım bile ilerlemedik. Bizden istenenleri yaparken bile ev ödevini çevresindekilere yaptıran ama ders konusuyla hiç ilgilenmeyen bir öğrenci gibiydik. AB'yi bir kazanç kapısı olarak gördük ve onu inşa etmek gibi bir görevimiz olduğunu düşünmedik bile. Ne yapacağımızı değil ne alacağımızı hesapladık.

Kurduğumuz model tümüyle yanlıştı. AB İkinci Dünya Savaşı'nda, kazananı ve kaybedeniyle, gücünü kaybeden, birinci sınıf konumundan yönetilenler arasına gerileyen Avrupa ülkelerinin birleşerek yeni güç odaklarıyla, yani ABD ve SSCB ile aynı kategoriye girme mücadelesiydi ve bu nedenle onların hasmı değilse bile rakibi konumundaydı Avrupa siyasi ekonomik ve askeri alanda onlarla yarışacak bir duruma gelmek istiyordu. İlk adım olarak ekonomik yarışı kazanma stratejisini izledi ve bunda önemli başarılar kazandı. Zaten başlangıçta adını ekonomik topluluk olarak seçmesi iddiasını bununla sınırladığı izlenimini yaratmak içindi ama hedefi tüm boyutlarıyla güç odağı ve aktör olacak bir bütün yaratmaktı.

Biz ABD'nin kendisiyle rekabet edecek bu yeni oluşumu engellemek isteyeceğini kabul etmedik ve müttefik olarak kalacaklarını ve AB'nin oluşmasını destekleyeceklerini düşündük. ABD bir şartla, AB üzerindeki vesayetinin devamı halinde, bu oluşuma izin verirdi. Yani hedefinizden vazgeçin, rakip olmayın, sizi engellemem diyordu.

Benim AB modelim üç ülkeye dayanıyordu. Almanya, Fransa ve Türkiye bu oluşumun çekirdeğinde olacaklar, birlik bunlarla kurulacak diğerleri çevre ülke sayılacaklardı. İngiltere bu birliğin dışında kalmalıydı. Çünkü onun bu birliğin dışında siyasi hedefleri vardı ve ABD'nin gücünün ve etkinliğinin azalmasıyla boşalacak yerleri doldurmayı planlıyordu. Yani AB'nin içinde bir parça olmaya razı olamazdı. Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun varisinin kıta Avrupa'sının kontrolüne razı olacağını düşünmek Almanya ve Fransa'nın ciddi bir hatası oldu.

Biz ise kurucusu olacağımız bir siyasi projeye katılımcı olmaya razıydık. Böyle olunca bu siyasi hedefi gerçekleştirecek hiçbir düşünce oluşturmadık ve kendimizi sorumlu saymadık. Avrupa ise kurucu olması gerekene katılımcı sıfatını vererek birliğin kaderini belirledi. Bu projenin gerçekleşme şansı kalmadı.

Sabahtan akşama kadar tek konusu AB olanlara, "Olmayacak bir yere girilmez ki" diyordum. Şimdi, "Türkiye etrafında AB'ye alternatif olacak bir yapı oluşacak.

AB'ye geçmiş olsun" diyorum.

SATRANÇ

Satrançta ya oyuncu olur taşlarla oynarsınız ya da taş olur oynanırsınız. En olumsuz konum oyuncu mu taş mı olduğunuzun birbirine karışmasıdır. Eğer oyun sizin üzerinize kurulmuşsa ve feda edilmeniz oyunun sonucunu belirliyorsa oyuncu olmaktan çıkıp taş konumuna geldiğiniz anlamına gelir. Ayrıca şah hamle yapmaya başlamışsa ve diğer taşlar birbirini kırıp şahın konumu belirleyici hale gelmişse bu, aynı zamanda, oyunun sonuna gelindiği anlamını da taşır. İyi bir oyuncu kendisini taş yerine koymaz ve en kötü ihtimalle yenilir ama yeni bir oyuna başlamak her zaman mümkündür. Oyunun sonunda kırılmış bir taş konumuna gelen oyuncu yerini başka birine bırakır.

Türkiye'de siyasetçilerin en büyük hatası oyuncu olmayı yeterli görmeyip bir taş gibi davranmasıdır ve oyunun sonunda sadece yenilmekle kalmazlar ayrıca kırık bir taş konumuna düşerler. Kırılma bazen yitip bitmek bazen trajik bir sonla karşılaşmak biçimine dönüşür.

Biz kahramanlara ve büyük adamlara önem veririz. Bir savaşı yönetenin, stratejiler belirleyenin adı pek fazla duyulmaz ama kahraman bir askerin adı dillerde dolaşır. Mesela Arap dünyasının kopuşunu sağlayan ne İngilizlerin uyguladıkları siyaset ne de İngiliz istihbaratının çalışmalarıdır. Lawrence adı hepsinin önüne çıkar.

Saddam bir zamanlar baş olmuş ve bir oyuncu olduğu zannedilmiştir ama sonunda bir taş olup feda edilmiştir. Ülkemizdeki siyasetçilerin taş mı baş mı olduğunu sizin değerlendirmelerinize bırakıyorum. İster seçimle, ister darbeyle gelsinler arkada bıraktıklarımızın oyuncu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyor musunuz?

 Siyasette rol alanların çoğunluğu taraftır ama belli bir düzeyin üstündekiler taraf olmaya devam ediyorsa ve oyunun tümüyle ilgilenmiyor ve karşı tarafı ülkenin dışında değil içinde arıyorsa o artık oyuncu değil bir taştır. Üst düzey siyasetçi ülke içindeki diğer siyasi yapılanmaları rakibi olarak görmek yerine aralarında bir işbölümü olduğunu düşünüyorsa, onların varlığını oyunun vazgeçilmez bir parçası sayıyorsa ve oyunu diğerleriyle ahenk içinde davranarak kazanacağını düşünüyorsa artık oyuncu konumuna gelmiş demektir. Bu her siyasi oluşum için geçerlidir.

Yani siyaset bir ülkedeki tüm güçlerin satranç tahtasının aynı tarafına dizilen taşlar gibi olduğu, birinin feda edilmesinin diğerinin kazancı olmadığı ve bu feda edişin bir husumetten değil zaruretten kaynaklandığını herkesin bildiği bir oyun olmalıdır. Bizim tarafı temsil eden ise soyut bir varlıktır ve adına devlet de diyebilirsiniz ülke de. Hiçbir makam ve mevkiye diğerlerini yenerek gelinmez ve zafer içerde kazanılmaz. Bir yere gelenin ya da gidenin kazandığı ya da kaybettiği düşünülmez. Herkes bizim taraf çok güzel bir hamle yaptı der.

Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin birbirimize karşı değil dünyaya karşı çok şık bir hamle olmasını diliyorum.

NE BEKLİYORDUNUZ?

 Kuran'ın Neml suresi, 34. ayeti "Doğrusu" dedi, Kraliçe, "Hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini alt üst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler, evet istilacılar hep böyle yaparlar" diyor. Irak'ta istilacıların demokrasiyi getireceğini, halkın yaşamını daha kolay hale getireceğini bekleyenlerin hayal kırıklığına uğramasına şaşmamak gerekir. Çünkü istilacılar hep böyle yaparlar.

Ancak Birinci Dünya savaşının bir ürünü olan yapının devam etmesi için bir neden de yoktu. Cetvelle çizilerek oluşturulan devletlerin yeni bir dengeyle tarihe karışması ve yeni bir düzenin kurulması kaçınılmazdı. Zaten bölgedeki yapılanmayı ve devam etmesi gerektiğini savunan bizden başka kimse kalmamıştı.

Bölgenin mimarı olan İngiltere'nin bile yeni bir düzen peşinde olduğu görülüyordu. İrak'ın işgaline taraf olması, İran'ın, sebebi ne olursa olsun, bu ülkeyi bir taraf olarak alması onun da yeni bir model istediğini gösteriyordu.

Bizim bölgedeki statükoyu savunmamızın nedeni öngörülen değişim konusunda bir tahminimizin bulunmaması ve gelişmelerin aleyhimize olacağından endişe etmemizdi. Yani ne olacağını kestiremeyince olduğu gibi kalmasının daha iyi olacağını düşünüyorduk.

İran ise statükonun değişeceğini anlayınca onu kendi lehine çevirmek için inisiyatif kullanmayı tercih etti. Basit bir sınır ihlalini problem yapmayabilir ve İngiltere'yi karşısına almayabilirdi. Oysa son esir krizi sadece ABD'ni bölgedeki çatışmanın tek tarafı olmaktan çıkarmış, İngiltere'yi de sahnenin ortasına sürüklemiştir.

Bu iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi ABD'nin bölgeden çekilmesinden sonra İngiltere'nin de uzaklaşmasını sağlamak, ikincisi tek hasmın ABD olduğu imajını silerek yeni bir bölgesel düşman yaratmaktır. Bana göre İran'ın amacı ABD'nin bırakacağını düşündüğü boşluğa İngiltere'nin yerleşmesini engellemek istemektedir.

Türkiye bölgede doğacak bir boşluğun Kürtler tarafından doldurulabileceğini düşünerek ciddi bir yanlışlık yapmaktadır. Söz konusu boşluğa Iran taliptir ve Kürtlerin onu durdurabilmesi çok zordur. Kuzey Irak'taki Kürt oluşumu hayati bir karar karşısındadır. Bölgede ABD etkinliğinin azalmasıyla birlikte ingiltere'nin de uzaklaşması söz konusudur ve geleceği büyüklerin desteklediği bölgesel güçler tayin edecektir.

Türkiye'nin İngiltere ile İran arasındaki krize, İngiltere adına hareket eder biçimde karışmasının olumlu bir sonuç yaratacağını düşünmüyorum. Krizin bizi neden ilgilendirdiğini de anlamıyorum. En aykırı ihtimalleri düşünsek ve bu krizin bir savaşa yol açacağını farz etsek bunun bize ne gibi bir etkisi olabilir?

 Bölgede barış istemek siyasi hesapları örten bir maskedir ve her ülke bu örtünün arkasına kendi politikalarını saklar. Ben sloganı anlıyorum ama politikamızın ne olduğunu çözemedim.

Türkiye, statükonun devamı yönündeki politikasını değiştirip yeni düzende nasıl bir rol oynayacağını belirlemek için geç kalmak üzeredir.

KRİZ YÖNETİMİ

İran'la İngiltere arasında oluşan esir askerler krizi çözüldü ama olayın bilançosu konusunda çelişkili yorumlar yapılıyor. Bazılarına göre İran, İngiltere'yi karşısına almaktan çekinmediği ve esirlerin mukavemetini kırıp onları ülkeleri aleyhine beyanda bulunmaya ikna ettiği için başarılı sayılıyor.

Bazıları İngiltere gibi bir gücü karşısına aldığı için İran'ın hata yaptığını düşünüyor.

İran, bölgede ABD aleyhine gelişen durum ve ABD içinde de destek bulan çekilme baskılarının sonuç vereceğini düşünerek oluşan boşluğu İngiltere'nin doldurmasını istememiş ve onun da istilacı olduğunu ilan edecek bir eylemde bulunmuştur. Basra'da İngiltere'nin kontrolü sağlar görünmesi ve ciddi bir mukavemetle karşılaşmamasının yarattığı ortam bu eylemle bozulmuş ve önümüzdeki dönemde bu bölgede bir direniş ihtimali ortaya çıkmıştır.

Durumun ABD için ne anlama geldiğini söylemek zor. Bu zorluk dünyadaki çatışmanın kimler arasında olduğunu söylemekte de gözleniyor ve bir tarafta ABD varsa karşısındaki güç kim sorusu boşlukta kalıyor. Genel kanı ABD ile İngiltere'yi neredeyse özdeş sayıyor ama burada başka bir soruyla karşılaşıyoruz. Tek bir ABD'den söz edilebilir mi?

 Dünya üzerindeki çatışma ABD ile başka güç veya güçler arasında mı yoksa asıl çatışma ABD'nin içinde mi ve yaşadığımız olaylar bu çatışmanın yansımaları mı?

 11 Eylülden beri çatışmanın ABD içinde başladığını ve artık taraflarını devletler olarak kabul ederek analiz yapılamayacağını, ABD'nin bir yarısı İngiltere ile tam bir beraberlik içindeyken diğer yarısının farklı bir çizgide olduğunu düşünüyorum. ABD içindeki küreselci dünya görüşü İngiltere'yi, ortaktan da öte, bir harekat üssü olarak görüyor ama Bush yönetiminin aynı eğilimi paylaştığı söylenemez. Eğer olaya böyle bakılırsa İran bu farklılaşmayı görmüş ve İngiltere'yi çatışma ortamına çekerek Ortadoğu'da ABD'nin bırakacağı boşluğu doldurmasına izin vermemiştir. Bu davranışı ABD yönetimi ile arasındaki mesafeyi artırmak yerine daraltılabilir ve İran'la belirli konularda işbirliği yapılmasını savunanları güçlendirir.

İran, ABD'ne bölgede işbirliği yapabileceği tek gücün kendisi olduğu mesajını vermektedir ve aralarındaki çatışmayı, bu konuda anlaşırlarsa, sona erdireceğini ima etmektedir. Bunun tersinin ABD'nin bölgedeki egemenliğinin sona ermesi olacağını göstermek istemekte ve buna ABD'nin katlanamayacağını bilmektedir. Bu stratejiyi Türkiye-ABD ilişkilerinin zayıflaması destekler.

Bölgedeki gelişmeler büyük oyunun önemli bir parçası haline gelmiştir ve İran oyunu kurallarına uygun olarak oynamaktadır. Aynı şeyi ülkemiz için söyleyemeyiz. Biz oyunun tamamen dışında iç politik çekişmelerin girdabında dönüp duruyoruz. İlk işimiz bir strateji belirlemek ve devlet kademelerine bu stratejiye uygun figürler getirmektir. Basit bir kazanç-kayıp ikilemi içinde değiliz. Gelişmeler kimliğimizi ve dünyadaki yerimiz de belirleyecektir.

TEHDİDİN ANLAMI

 Barzani, eğer Türkiye Kuzey Irak'a müdahale ederse, Diyarbakır'ı karıştıracaklarını ve Kürt devletinin kurulmasının bir zaman meselesi olduğunu söyledi. İnsanlar genelde bir sorunu sadece kendi açılarından değerlendirir ve karşı tarafın imkanlarını, projelerini gerçekleştirme şanslarının ne olduğunu hesaplamazlar. Ayrıca analizlerinin objektif olması, kendi geçmişlerini ya da diğer bazı örnekleri doğru değerlendirmedikleri için, mümkün olmaz.

Bir devletin kurulması sadece kendi halkının iradesine bağlı değildir ve her yeni devlet büyük güçlerin başkentlerinde kurulur. Bu devletin daha sonra güç kazanması, kendilerini kuranlar için de sorun teşkil etmesi ya da onlara üstün gelmesi bu durumu değiştirmez. Bu nedenle soru Kürtler ne istiyor biçiminde değil, böyle bir devletin varlığına ihtiyaç duyuluyor mu, hangi gücün siyasi amaçlarına destek olacak biçiminde sorulmalıdır.

PKK hareketinin başladığı dönemde bir devlete dönüşmesi mümkün değildi. Ne çevredeki ülkeler ne de Kürtler içindeki karşıtları buna müsaade etmezdi ve onun en büyük muhaliflerin biri de bugün devlet kurma iddiasında bulunan Barzani idi.

Bu hareket kendisinin güçlenmesine değil diyalektik karşıtı olan aşiret yapısının örgütlenmesine sebep oldu ama Türkiye'yi yönetenler bu gelişmeyi anlamamakta ısrar ettiler. Şu soruya cevap verirsek gerçeği daha iyi anlarız.

Son günlerde yeniden uç veren eylemler ve şehit olan askerlerimiz dikkatleri tekrar PKK'ya yoğunlaştırarak aşiret yapılanmasının üstünü örtmek için mi kullanılıyor?

 Geçmişte çatışan aşiretlerle PKK arasında bir uzlaşma sağlandı mı?

 Olaya bir bütün olarak değil parçaları değerlendirerek bakarsak sağlıklı bir sonuca varamayız. Dünyadaki hiçbir gücün ne Kürt aşkı vardır ne de herhangi bir somut projeye dayanmayan Türkiye düşmanlığı. Onlar açısından sorun dünyanın yönetiminde kendi ülkelerinin yerini ve rolünü belirlemek ve düzenin, en iyi kendi taraflarından korunacağına inandıkları için, güçlerini muhafaza etmek hatta artırmaktır.

Ayrıca tüm gelişmeler birbirlerini destekleyecek biçimde oluşturulur ve bir bütünün parçalarıdır. Türkiye'nin ekonomik açıdan dışa açılması, dinin siyasette rol alması, etnik farklılıkların kabul edilmesi bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Ben Türkiye'deki hiçbir gelişme ve değişmenin iç dinamiklerin sonucu olduğu kanısında değilim. Bu, bir önyargının değil olayların analiziyle vardığım bir sonuçtur. Ülkemizin yeni dünya düzeninde etkili hatta belirleyici bir role sahip olduğunu ve bu yüzden bir mücadele alanı haline geldiğini düşünüyorum. Eskiden beri ülkemizde yaşananların dünyadaki güç odaklarının mücadelesi olduğu kanısındayım.

Bugün zirvesine ulaşan Kürtçü hareket aynı zamanda bir dönüm noktasındadır.

Bölgede yeni bir aktör için en küçük bir boşluk bulunmamaktadır. Önümüzdeki günlerde, biz olmasak bile, onu desteklediğini düşündüklerimiz, 'Kusura bakma yeni bir devlete yerimiz yok' diyeceklerdir.

SINIR ÖTESİ

 Ülkemizde çok sık gündeme gelen ve terörü sona erdirmek için gerekli olduğu düşünülen sınır ötesi harekat, son olarak, Genelkurmay Başkanı Sn. Büyükanıt tarafından dile getirildi ve bunun hem gerekli olduğu hem de başarılı olacağı ifade edildi.

Kuzey Irak'a yönelik bir askeri harekat, uluslararası hukuk açısından sınırlarımızın dışında olsa bile; tarihi, sosyolojik, hatta ekonomik açıdan tamamen bir iç operasyondur. Bu bakımdan iki farklı ülke arasındaki çatışmayla kıyaslanamaz ve hem uygulama hem de yaratacağı sonuçlar açısından benzerlik göstermez.

İleri sürülen gerekçe bölgedeki terör, odaklarının etkisiz hale getirilmesidir ve bu gerekçe harekatın sınırlı olacağı ve birliklerimizin görevin sona ermesiyle çekileceği anlamına gelir. Bu durum Türkiye'nin bölgeyle ilgisinin terörle sınırlı olması ve başkaca bir sorumluluk ve kaygısının olmadığı demektir.

Olayların başlangıcından beri terör konusunun gereğinden fazla önemsendiğini, analizlerin yüzeysel olduğunu ve alınan önlemlerin olaylara sadece zabıta açısından bakıldığını gösterdiğini düşünüyorum. Herkesin aksine sorunun en önemli boyutunun terör olmadığını, bölgede yapay olarak oluşturulan düzenin, yani Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan devletlerin yeni modelle uyuşmadığı için değiştirilmek istendiğini düşünüyorum. Yani sorun daha geniş bakış açısını gerektiriyor ve terör ortadan kalksa bile ilgilenmek ve çözülmesine katkıda bulunmak zorunda olduğumuz sorunların azalmayacağı kanısını taşıyorum.

Bölgedeki devletler, kuruluşlarından beri, görünüşte bağımsız olsalar bile, büyük güçlerin bir uzantısı oldular ve onların çizdikleri rotanın dışına pek fazla çıkamadılar. Şimdi bölge ABD tarafından yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor ve statükonun değişeceği anlaşılıyor.

- Türkiye'nin tüm ısrarlarına rağmen ABD'nin PKK'ya karşı tavır almamasının sebebini kimsenin gerçekçi biçimde değerlendirdiğini sanmıyorum. ABD bu örgütten korkuyor mu ya da bağımsız bir Kürt devleti oluşturarak onu Orta Doğu'daki yeni müttefiki yapmak mı istiyor?

 Bu sorular olaylara yüzeysel bakılınca ortaya çıkan birer ayrıntı. Asıl çözmemiz gereken bilmece ABD'nin nasıl bir yapı oluşturmak istediği ve buna karşı çıkan güçlerin kimler olduğu ve onların alternatif projelerinin niteliğidir.

ABD ile Türkiye arasındaki asıl farklılık bakış açılarının aynı olmamasından kaynaklanıyor. Son tahlilde ABD bölgeyi yeniden tanımlamak isterken Türkiye statükonun devamından yana bir tavır sergiliyor ve iki taraf aynı dili konuşmuyor. Mesela reddedilen teskereyi biz Irak'la ilgili olarak değerlendirdik, oysa ABD'nin taleplerinin Irak'la hiçbir ilgisi yoktu ve tüm bölgeyi kapsayan bir projenin parçası olarak ülkemizde konuşlanmak istiyordu.

Eğer ABD ile bütün üzerinde konuşulur ve bir mutabakata ya da ayrılığa varılırsa tartıştığımız konuların hiçbir anlamı kalmaz. Sadece kağıt üzerinde var olan devletleri aktör sayıp onlarla uğraşmanın zaman kaybı olduğunu anlarsak biz de kağıt üzerindekilere benzemekten kurtuluruz.

GÖRMEDİKLERİMİZ

 Ülkemizin iki önemli seçim gerçekleştirecek olmasının siyasi tansiyonu yükseltmesi, gerginliklere sebep olması son derece doğal ama bu tartışmaların doğru alanlarda yapıldığını söylemek de o kadar zor. Herkes, siyasette yarışanların, ideolojilerini, yaşam tarzlarını mercek altına alıyor ve buna göre değerlendirmeler yaparak destek ve itirazlarını dile getiriyor. Kimse uygulanan politikaların isabetini ya da yanlışlığını tartışmıyor. En doğru politikaları önerseniz bile, eğer yaşam tarzınız aykırı bulunuyorsa, tasfiye edilebiliyorsunuz ya da en yanlış yolları öneren birisi, dış görünüşü nedeniyle, tercih edilebiliyor.

İdeoloji ve duruşun hiçbir anlamı olmadığını söylemiyorum ama en az bunun kadar izlenecek politikaların da önemli olduğuna işaret etmek istiyorum. Daha doğru bir ifadeyle tartışmanın ana çizgisinin bu olması gerektiğini düşünüyorum.

Dünyada büyük bir değişim yaşanıyor ve bu ülkemizde ciddi etkiler yaratıyor.

Ancak kimsenin bu değişimin nasıl sonuçlanacağı, ülkemizi nasıl etkileyeceği konusunda bir öngörüsü ya da önerisi yok.

Bazı sorular sorabilir ve bunları cevaplandırmaya çalışabilirdik: Mesela dünyada var olan ekonomik yapı ve ilişkiler ağı sürdürülebilir olmaktan çıkıyor mu?

 Paranın bu düzenin en büyük belirleyicisi olması devam edecek mi?

 Eğer büyük bir kırılma yaşanırsa bu nasıl olabilir ve kimleri nasıl etkiler?

 Genel eğilimin dışında kalmak mümkün mü?

 Bunun için bir plan yapılmalı mı yoksa tek başımıza bir eylem imkansız mı, diye sorabilirdik.

Siyasi planda yeni dengelerin nasıl oluşacağını tahmine çalışır ve ülkemizin bu yeni model için nasıl bir politika uygulaması gerektiğini tartışabilirdik. Dış politika sorunlarımızı PKK ya da Barzani'nin çizdiği sınırların içine hapsetmeyip genel bir dünya modeli ve bunun içinde bölgenin geleceği, Türkiye'nin bu yapılanma içindeki yeri konusunda araştırmalar yapabilirdik.

Türkiye'nin cumhuriyetin kuruluş felsefe ve ideolojisinin dışına taşınmak istendiğini söyleyenlerin nasıl bir ekonomik ve siyasi model önerdikleri bilinmiyor. Hepimiz onların istediği gibi olsak yine de bu sorunların tartışılmayacağı ve günümüzü iman tazeleyici törenlerle geçireceğimizi düşünmemizi engelleyecek bir ize rastlamıyoruz.

Diğer taraf da daha farklı davranmıyor. Gündem neredeyse tamamen, halk iradesinin üstünlüğü, demokrasinin gerekleri, insanların tercih ettikleri biçimde yaşama hakları olduğu söylemleriyle dolu. Bir dalga üzerinde sörf yapan ama hava durumuyla ilgilenmeyen insanları andırıyorlar ve hava bozabilir diyenleri kötümserlikle itham ediyorlar. Ama biraz dikkatli davransalar dalgalar üzerinde sörff yapanlar dışında insanların da olduğunu, bunların gelecekle ilgili ciddi hesaplar içinde olduklarını görecekler. Bir gün hava bozar ve dalgalara kapılırsanız, "Biz söylemiştik" diyecekler. Oysa şimdilerde sadece kıyafetinizin uygun olmadığından söz ediyorlar ve genel hava durumuyla hiç ilgilenmiyorlar.

SEL GİDER KUM KALIR

 Bugün tartışmalar rejim, laiklik, dindarlık etrafında yapılıyor ama bundan yıllarca sonra geriye dönüp bakınca bunların hiçbir öneminin olmadığını, ülkenin varacağı yerin herkesin hayatını şekillendirdiğini göreceğiz. Birinci Dünya Savaşı öncesinde de benzer bir durum yaşanmıştı ve tartışmalar ideolojik alandaydı ama sonuç bir imparatorluğun sona ermesi oldu. Geçmişe bakarak varsayımlar yapmanın herhangi bir faydası yoktur ama o günlerde birisi çıkıp, "Savaş bizim topraklarımızın paylaşılması için yapılıyor, birazından vazgeçip kalanıyla güçlü bir devlet olmayı başarabiliriz" deseydi hain ilan edilirdi.

Şu anda vereceğimiz bir şey yok. Tüm hesaplarımız yeni yapılanma içinde yerimizin ne olabileceğini kestirmek ve en uygun tavrı sergilemek üzerine olabilir. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı, yeni meclisin yapısı konusunda karar verirken dünyayı anlamak ve muhtemel gelişmelere karşı en yararlı olabilecek bir tavır almak gerekir.

Ben siyasi iktidarın yerinde olsaydım ABD'de seçilmesi muhtemel başkanın, kişiliği de dahil nasıl bir figür olacağını, Avrupa ve Rusya'daki siyasal iktidarların niteliklerini ve değişme söz konusuysa hangi yönde olacağını hesaplar ve buna göre tavır alırdım. Yani bu makam şunun hakkı bunun hakkı ya da dindar olması, laik olması gibi şartlar aramaz, dünyayı yönetenler kulübüne uygun ve bizi en iyi anlatacak birini getirirdim. Saf dışı bırakılmayı bir kayıp ya da haksızlık olarak algılamaz aksine yapılması gereken bir fedakarlık sayardım.

Bir boks maçına iyi bir atleti sokmak ne kadar yanlışsa dünya konjonktürüne uymayan birini ön plana çıkarmak da o kadar yanlıştır. Bu durum atletin iyi bir sporcu olmadığı anlamına gelmez ya da atletin keşke boksör olsaydım demesi gerekmez. En kötü tavır da ben bu işi de yaparım demek olur.

İkinci en önemli konu ülkeyi yönetenlerin dışarıdan destek ve icazet aldıkları konusunda giderek artan tereddütleri ortadan kaldırmaktır. Darbelerin ve onu izleyen sivil yönetimlerin arka planında başka güçlerin olduğu yönündeki izlenimin kırılması gerekir. Yani verilecek kararların bize ait olduğunu herkes gönlünde hissetmelidir. Türkiye, bunu başarırsa, çok farklı bir yere geldiğini, halkın kendine güveninin arttığını, eskisinden daha şevk ve güvenle geleceğe baktığını hep birlikte göreceğiz. Ancak iki şart bir arada olmalıdır. Hem dünyaya dönük hem de onlardan bağımsız olabilmelidir. Bunu başaran bir siyasi güç Türkiye'yi yeni bir aşamaya ve büyük devletler kategorisine dahil etmiş olacaktır.

*** Şu andaki siyasi iktidarın bu fedakarlığı yapmaya hazır olduğunu, mevki ve makamları önemsemediğini duyuyorum. Eğer dayandıkları güç sadece kendi partilerinden ibaret değil de tüm Türkiye ise ve onu tarihi ve geleceğiyle kucaklamak istiyorlarsa, daha iyi bir fırsat bulmayacaklardır.

POTA

Türkiye yıllardır içinde eriyeceği ve bir kalıba döküleceği pota aradı. Olmak istediği bir şey olmadı ama benzemeye çalıştığı modeller vardı. Geçmişten kalan ne varsa hepsinden kurtulmak ve yepyeni bir kimlik bulmak peşindeydi. İyi ve doğru olan her şey başkalarında vardı ve bunları içselleştirirse kötü saydığı kendinden kurtulmuş olacaktı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi böyle bir eğilimin keskin bir dönemecine rastladı.

Bireyselci düşünce her seçimi, ulaşılacak her makamı siyasetçinin başarı merdivenlerindeki bir basamak olarak gördü. Bir yere gelen kişinin yapacakları önemli değildi ve sadece bu kişinin başarılı olduğu söyleniyordu. Bir kişi değerleri nedeniyle bir yere gelmiyor, eğer gelmişse değerli sayılıyordu. Dünya ölçeğinde de değerlendirmelerimiz benzer biçimde şekillendi. Petrol zengini küçük bir ülkenin yöneticisi, ekonomiye hiçbir katkısı , birey olarak hiçbir özelliği olmamasına rağmen, sırf zengin olduğu için, önemli sayılıyordu.

Türkiye bir pota olup içinde erittiği maddeye şekil veren konumunda olmayı hiç denemiyor, düşünmüyor ama içinde eriyeceği bir pota bulup başkalarının vereceği şekle girmeye razı görünüyordu. Parçalanmaya razı değildik ama bütünüyle bir yere yamanmaya itirazımız yoktu.

Eğer sahip olunan değerler eskimiş, anlamsız hale gelmişse ve insanlığa hiçbir katkısı olmayacaksa bunları sırf bize ait olduğu için korumağa çalışmak tarihin gidişine meydan okumak olurdu ve gereksizdi ama köklerinizden fışkıran filizler herkesin beğeneceği meyveler verecekse onu kesmenin de faydası yoktu.

Eğer, "Biz ne bilim ne de düşünme üretme peşinde değiliz, zaten bizim üreteceklerimiz bir değer ifade etmez. Biz başkalarının ürettiği ve değerli şeyleri almaya talibiz. Bizim kötü saydıklarımız hem bir şey üretmeyen hem de üretileni almayanlardır. Üstelik başkalarının değer verdiklerini benimsersek onların takdirin kazanır ve güvence içinde oluruz" diyorsanız yolunuz doğrudur.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde izlenen yol farklı olacakmışız ve bir pota içinde eriyen madde olmak yerine bir potaya dönüşeceğiz izlenimini yarattı.

Siyasetçiler makama ulaşmak yerine uygun olanı getirmek yolunu seçtiler.

Önerilecek adayın isabetli olması ve tüm dünyaya bir mesaj vermesi sağlanırsa bu çabalar taçlandırılmış olacaktır. .

Önümüzdeki günlerde hem Türkiye'de hem de Fransa'da cumhurbaşkanı belirlenecek.

Kendini herhangi bir ülkeyle ve çıkarla özdeşleştirmeyen, sadece dünyadaki gelişmelerle ilgilenen bir insan için hangisinin sonuçları daha önemli olur sorusuna benim vereceğim cevap Türkiye'ninki olacaktır. Oysa ilk bakışta, Fransa'nın daha önemli sayılması için bir çok neden vardır ama uzun dönemli bir değerlendirme farklı bir sonuç verir. Yaşadığım birçok seçim süreci içinde beni en çok heyecanlandıran, sonuçları en çok hissedilenin bu olacağını düşünüyorum ve büyük bir iyimserlik içinde sonucu bekliyorum.

FARKLI BİR YAKLAŞIM

Kitleleri yönlendirmek için kullanılan terör eylemlerini açıklamakta kullanılan genel yaklaşım şöyle özetlenebilir: Failin kimliği, bağlı olduğu ya da olması muhtemel örgüt, kullandığı malzemelerin cinsi ve bunların daha önce kimler tarafından kullanıldığı göz önünde tutularak eylemin kaynağı belirlenir .ve buna göre bir mücadele yürütülür. Bu yol gerçek eylemcinin bizi götürmek istediği sonuçtur. Biz onun amaçlarına uygun bir analiz yapmış oluruz ve eylemin başarısını sağlarız.

Ben analizlerimde bu metodu kesinlikle kullanmam ve bu yüzden genel eğilimden çok farklı sonuçlara varırım. Bu metodu şöyle özetleyebilirim: Önce yapılan eylemin nasıl bir sonuç yaratacağını tahmine çalışırım ve bunu yaparken ne failin kimliği, ne olası örgüt, ne de kullanılan malzemeyle hiç ilgilenmem.

Eylemin sonuçlarını örgütler düzeyinde değil ülkedeki hatta dünyadaki siyasi gelişmeler boyutunda değerlendiririm. Çünkü bir örgütün ilan ettiği hedeflerin dünyadaki güç odaklarından bağımsız olamayacağını, onlara rağmen küçük bir örgütün kendi hedeflerine ulaşmasının mümkün olmadığını düşünürüm. Esasen bu örgütlerin genel siyasi gelişmeler içindeki yeri hakkında değerlendirmelere de sahip olduğum için eylemin bu analizle tutarlı olup olmadığına karar veririm.

Mesela bir eylemin PKK tarafından yapıldığını düşünmem için onun misyonuna uygun olması ve onu kullanan siyasi gücün hedeflerine hizmet etmesi gerekir.

İkinci aşamada analizimi çelişkilerden arındırırım. Mesela hem PKK'nın ABD tarafından desteklendiğini söyleyip hem de onu tasfiye etmek için ABD ile birlikte hareket edildiğini kabul etmem. Ya da solcu olduğunu iddia eden bir örgütün halka yönelik eylem yaptığını söylemem. Onun solculuğunun bir maskeden ibaret olduğunu düşünürüm.

İdeolojilerin bir araç olduğuna inandığım için örgütlerin ideolojik ya da inanç temeline dayalı iddialarına kulaklarımı kaparım ve sadece siyasi hedeflerin ne olacağını ararım. Bana göre İslamcı bir örgütün Vatikan'a, solcu bir örgütün kapitalizme hizmet etmesi mümkündür ve gerçek amacın ancak ulaşılan sonuçlarla belirleneceğine ve bu sonuçlara göre eylemin gerçek failinin yani azmettiricisinin bulunabileceğine inanırım.

Ankara'da gerçekleştirilen eylemin Türkiye'yi Kuzey Irak'a müdahaleye mecbur bırakacağını ve bu amacı gerçekleştirmek isteyen bir yabancı gizli servis tarafından planlandığını düşünüyorum. İstenen sonucun sadece Irak'la ilgili olmadığını, bölgedeki yeni yapılanmada bizden beklenen rolü de belirlediği kanısındayım.

Bir ülke politikalarını bu gibi eylemlere göre belirlerse ya da bunlardan etkilenirse benzer provokasyonlarla her zaman karşılaşır. Eğer dünyayı yıksanız ben hazırladığım planın dışına çıkmayacağım derseniz bu eylemlerin bir anlamı kalmaz ve muhtemelen sona erer.

Üçüncü Bölüm SİYASETİ KİM BELİRLİYOR?

 DÖNEMEÇ

Genelkurmay bildirisi ve Çağlayan mitingi siyasette bir dönüm noktası oldu.

Bundan sonra geriye dönmek ve bu iki olayı yok saymak mümkün değildir. Üstelik bundan sonra kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmanın da faydası olmayacaktır. Yapılması gereken karşı tarafı suçlamak değil, sürecin kontrol altında tutulmasına katkı sağlamak olmalıdır.

Çok kısa bir süre öncesine kadar toplumda farklılık olarak gözlenen ayrışma çok hızlı bir biçimde karşıtlığa ve kutuplaşmaya dönüşmüştür. Taraflardan birinin çözüm olarak gördüğünü diğeri kabul edilemez saymaktadır. Bu bir çatışma demektir ve taraflardan birinin yenilgiyi kabul etmesiyle sonuçlanır.

***

 Yapılacak bir seçimin gerginliği ortadan kaldıracağı düşüncesi sorgulanmaya değer. Çünkü Genelkurmay bildirisinin çizdiği sınırlar şarta bağlı değildir her halde gerçekleşmesi beklenmektedir. Kaldı ki kutuplaşmanın olduğu bir ortamda, seçim sürecinde, çeşitli provokasyonların olması da sürpriz sayılmaz. Seçimi gerginliği ortadan kaldıracak bir çare olarak görmek yerine önce gerginliği çözmek, daha sonra seçime gitmek daha doğru bir strateji olacaktır. Eğer toplumun geneli ya da hiç değilse büyük çoğunluğu tarafmdan kabul edilecek bir cumhurbaşkanı seçilseydi siyasal iktidar kendi açısından çok daha avantajlı bir konumda olacaktı. Ama iktidar kendi hanesine bir kazanç yazılacak bu yolu denemedi, onu karşı tarafa verilecek bir taviz olarak algıladı. Bugünkü durumla böyle bir tavrın yaratacağı ortamı kıyaslamak neyin daha isabetli olacağını göstermeye yeter

Var olan şartlarda yapılacak bir seçim kutuplaşmayı ve gerginliği azaltmak bir yana onu daha da keskinleştirecektir. Demokrasiye müdahale edildiği, eğer Anayasa Mahkemesi oylamanın iptali yönünde karar alırsa buna yönelik eleştiriler kaçınılmaz olarak seçim malzemesi haline gelecek ve yaratacağı olumsuz iklimi seçim sonrasına taşıyacaktır. Buna kaybeden tarafın kızgınlığı da eklenirse sükunet beklerken fırtınayla karşılaşmak mümkündür. Bu nedenlerle seçim öncesi bir barış ve sükunet ortamı yaratmak ve seçimleri daha sonra yapmak gerekir.

Konu taraflar arasında iyi niyet ve samimiyetle tartışılmalı ve bir uzlaşma sağlanmalıdır. Sorunu sadece cumhuriyetin temel ilkeleriyle sınırlı saymak yeterli olmaz. Farklılıkların önemli bir boyutu da uygulanan dış politika ve ekonomik yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Irak'taki durumla ilgili olarak hükümetle TSK arasında tam bir uzlaşma sağlanmalı, AB'nin Silahlı Kuvvetlerin etkinliğini sınırlamak için bir bahane olarak kullanılmasından vazgeçilmelidir.

Asker-sivil dengesinin zaman içinde ve kendiliğinden oluşmasına izin verilmeli ve bu konudaki zorlamaların sorun yaratacağı anlaşılmalıdır. Ekonomide, uygulanan küreselleşme politikasının evrensel bir doğru olduğu iddiasından vazgeçilmeli ve bunun sadece çeşitli alternatifler arasındaki bir tercih olduğu göz önünde tutularak modelde gerekli düzeltmelerin yapılmasına imkan sağlanmalıdır, Bundan sonra seçimler bir düğün havasında yapılabilir.

SEÇİM SÜRECİ

Seçim kararından sonra ülkemizdeki gelişmelerin ne yönde olacağını tahmin etmek kolay değil. Biz dünyadaki genel ekonomik eğilimlerle pek fazla ilgilenmiyoruz.

2001 yılında yaşadığımız krizi önceden hazırlanmış bir operasyon olarak görmek yerine MGK'da-ki bir tartışmanın sonucu olarak görüyoruz ama bir anayasa kitapçığını elle itilmesinin büyük bir krize neden olmasına rağmen Genelkurmay bildirisinin piyasaları etkilememesine şaşırmıyoruz. Kimlerden oluştuğunu bilmediğimiz bir gücün petrol fiyatlarını piyasa şartlarından bağımsız olarak üç katına çıkardığını ve burada oluşan büyük fonları istediği gibi kullanabildiğini, bu fonlardan bir kısmının aynı güç tarafından ülkemize tahsis edildiğini göz ardı edip uyguladığımız ekonomik politikaya övgüler diziyoruz.

Yani biz dışımızda oluşan şartları olduğu gibi kabul edip onun çizdiği sınırlar içinde yaşamaya razı oluyoruz. Bir süre sonra aynı güç yepyeni şartlar yaratabilir ve büyük bedeller ödetebilir. Her sarhoşluğun bir de ayılma zamanı vardır.

Seçimde oyu veren halktır ama onu yönlendiren odaklar da vardır. Sansasyonel bir olay oyları bir mecraya doğru yöneltebilir. Mesela Öcalan'ın yakalanması bir iktidarı şekillendirmiş, aynı iktidar bir ekonomik krizle siyaset sahnesinden silinmiştir. 28 Şubat görünüşte irticaya karşı bir tavır olmakla beraber yeni siyasi yapının yolunu açmıştır. Sonuç öngörülmemiş midir yoksa proje bütünüyle uygulanmış mıdır sorusunun cevabı bilinemez.

***

Önümüzdeki seçimi büyük ölçüde etkileyecek sansasyonel bir olay beklenebilir mi yoksa şartlarda önemli bir değişme olmadan seçim gerçekleştirilebilecek mi sorusu irdelememiz gereken ilk konudur. Eğer seçim sonuçlarını etkilemek isteyen güç iktidarı değiştirmek istiyorsa sorumluluğunu iktidara yükleyebileceği ciddi bir . olay gerçekleşmeli ve görünen alternatifin bu sorunu çözecek taraf olduğu intibaı yaratılmalıdır.

Dünya üzerinde ekonomiye yön veren çevreler bunun ekonomik alanda olmasına izin vermeyecek gibi görünüyorlar ve böyle bir beklenti ancak siyaset ve güvenlik alanında olabilir.

İktidar değişimi ancak bir alternatifin yaratılmasıyla mümkün olur. Bu alternatif sadece eleştiren değil çözüm üreten bir odak olmalıdır. Bugüne kadar böyle bir oluşum gerçekleştirilmemiştir ve süre çok sınırlı olduğu için mevcut yapılarla seçimin yapılacağı anlaşılmaktadır.

Ancak hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünmek de yanlıştır. Bir değişim öngörülüyorsa mevcut siyasi iktidarın kadroları ve buna bağlı olarak izlenen politikalar değiştirilebilir.

***

Siyasi kutuplaşmaların görüntüsü ideolojik farklılık olmasına rağmen özde siyasidir ve bugünkü gerginliğin nedeni de Türkiye'nin dünya üzerindeki konumundaki belirsizlikten kaynaklanmaktadır.

Bu nedenle seçimin iktidarı değiştirmek amacı taşımadığını ama AKP'yi yeniden tanımlayacağını düşünüyorum. Bu gerçekleşirse ideolojik tartışmalar unutulacak ve bir takım rötuşlarla laik-İslamcı farklılığının üstü örtülecektir. Olmazsa kavga artarak devam edebilir.

SANAL SİYASET

 Türkiye'de siyasi mücadelenin devletle millet arasında olduğu ve halkın üzerine bir kabus gibi çöken devlet vesayetinden kurtulma çabası içinde olduğu söylenir.

Bu mücadelenin halkın lehine sonuçlanması halinde tüm sorunlarımızın çözüleceği, çünkü halka dayanan yönetimlerin mutlaka en doğru kararları alacağına inanılır.

Bu nedenle siyasi partiler ne ülkenin sorunlarıyla ne de dünyadaki gelişmelerle ilgili tek söz söylemezler ve siyasetin halk dalkavukluğundan ibaret olduğuna inanırlar.

Bu model tümüyle yanlıştır ve tüm çabalara rağmen ülkemizde bir halk-devlet çatışması yaratılamamıştır. Bu farklılığı derinleştirmek için kullanılan devletin dine karşı olduğu söyleminin de etkileri sınırlı kalmıştır. Halk devletsiz bir milletin var olamayacağının bilincindedir ve karşı çıktığı devletin varlığı ve etkinliği değil yanlış uygulamalarıdır.

Millet-devlet çatışmasının simgeleri ordu ve siyaset kurumudur ve bunların farklı iki gücü temsil ettiği inancının yayılması istenmektedir. Bunların birbirinden farklı olamayacağı söylemi bir propaganda sayılmakta ve ayrışmanın fiilen var olduğu söylenmektedir.

Eğer ordu kendisine yönelik eleştirileri asker düşmanlığı, orduyu yıpratma gayreti olarak algılamayıp bunlardan ders çıkarsaydı sorun bugüne kadar çözülmüş olurdu. Ancak hiçbir doğru gerekçesi olmayan darbeleri savunmak zorunda olduğunu zannetmesi ve yapılan her müdahalenin gerekli olduğunu savunması ve halkın buna inanmaması araya bir mesafe koymuş, halkın başka örgütlü güçlere yönelmesine sebep olmuştur.

Ordu önce şu sorunun cevabını vermelidir ve bu cevap gerçeğe tekabül etmelidir:'"Siyasi eylemlerimiz ordu üzerinden siyaset yapanların amaçlarının gerçekleşmesine mi hizmet etmiştir yoksa ülke sorunlarının objektif olarak değerlendirilmesi sonucunda alınan kararlar mı uygulanmıştır?

" Mesela 28 Şubat irticaa karşı yapılan bir eylem midir, yoksa Siyasal İslam'ın uluslararası rolünde yapılan bir değişiklik midir?

 Bu kimin tercihidir?

 Sorunu orduyla sınırlı tutmayıp devletin tüm kademelerindeki siyasi analiz ve değerlendirmelerin belli güç odaklarının etkisinden kurtarılması gerekir. Bir ülkede çıkan olan her1 devletin görüşlerini yansıtan, onların yönlendirmelerine hizmet eden medya kuruluşları ve kanaat önderlerinin bulunması kaçınılmazdır.

Bunlar halkın tercihleri üzerinde etkili olurlar ve bunu engellemek mümkün değildir. Ancak her ülke buna karşı gereken tedbirleri alır. Mesela ABD'de lobi şirketi kurmak ve bunların siyaseti etkilemeye çalışması serbesttir ama bürokrasiye müdahaleye asla izin verilmez. Devletin analiz ve karar mekanizmaları yabancılara kapalı olmalıdır.

Türkiye'de çatışma devletle millet arasında değildir ve olmayacaktır. Bu nedenle siyasi partilerin milleti temsil ettiği ve devletin gücünü zayıflatmakla görevli olduğu iddiasına katılmıyorum ve halk dalkavukluğu yapıp iktidara geleceğini sananların hayal kırıklığı yaşayacaklarına inanıyorum. Türkiye yumruklarını kendi bedenine sallayan bir ülke olmayacaktır.

ESİR ALMA STRATEJİSİ

Genel eğilim bir kişinin ya da siyasi hareketin hasmını yok etmesi biçimindedir ama bu yol dünya siyasetinde kullanılmaz. Onun yerine hasmı esir almak, onun birikimlerini kendi amaçlarınız için kullanmak tercih edilir. Mesela Stalinle Lenin'in yoldaş olduğu ve aynı yolu izledikleri iddiası yanlıştır. Stalin Lenin'in gerçek hasmıdır ve onun adını kendi amaçları için kullanmıştır. Aynı analiz çerçevesinde İnönü'nün Atatürk'ün silah arkadaşı olduğu ve birbirini tamamladıkları, bana göre bir efsanedir ve onlar çok farklı iki çizgiyi temsil ederler. İnönü, kendi düşüncelerine Atatürkçülük kıyafeti giydirerek, siyasi hasmını amaçlarının gerçekleşmesi için kullanmıştır. Tarihçi değilim ve bunu kanıtlayacak belgeler sunamam. Sadece genel izlenimlerimi aktarıyorum.

Yanılgı farklılıkların ve benzerliklerin ideolojik kriterlere göre belirlenmesinden kaynaklanmaktadır. Benzer ideolojileri paylaşanların birbirlerine yakın, karşıtların uzak olduğu kabul edilir ve her zaman yanlış sonuçlara varılır. Dünya ölçeğinde liberallerin birbiriyle dost ama komünistlerle hasım olduğu varsayılmış ve büyük bir zaman dilimi bu modele göre açıklanmıştır. Dağılan Sovyet İmparatorluğunu tamamen tasfiye etmek yerine ABD'nin desteğiyle ayakta kalmasının sağlanması izah edilememiştir.

Dinleri, ekonomik görüşleri, medeniyetleri benzeyen Avrupa ve ABD'nin birbirinin dostu olması bir zaruret sayılmış ve onların ilişkisine hiçbir olumsuz sıfat yakıştırılamamıştır. Buna karşılık İslam dünyasıyla Batının birbirine karşıt olması doğal sayılmış ve bunun din farklılığından kaynaklandığına inanılmıştır.

Özetle dünyada stratejik, ekonomik ve siyasi hesap yapılmamakta sosyal ve kültürel benzerlikler ülkelerin hangi safta yer alacağını kesinlikle belirlemektedir.

Eğer bu konuda aykırı örnekler görülürse bunlar liderlerin bireysel kaprisleriyle izah edilmiş ve normal dışı sayılmıştır. Mesela Refah çizgisiyle AKP arasındaki ideolojik benzerlik, hatta ayniyete rağmen ayrışmalarının sadece uygulamadan ve kişilerin davranışlarından kaynaklandığı düşünülmüştür. Son günlerde meydanlara kadar taşan birleşme talepleri bu düşüncenin bir ürünüdür ve mademki benziyorlar, öyleyse birleşmeleri gerekir denmektedir.

Bilmeceyi çözmek için farklı bir yol önereceğim. Her oluşum zıddıyla varlığını sürdürür. Karşıt gördüğünüz iki hareketin birbirinin varlık gerekçesi mi yoksa gerçek karşıtı mı olduğunu anlamak gerekir. Bazen hasım gördüğünüz iki oluşum birbirinin vazgeçilmez desteği olabilir. Bir siyasi hareketin karakteri ideolojisine değil siyasi hedeflerine bakılarak belirlenmelidir. Zıt gördüğünüz müttefik, hasım gördüğünüz dost olabilir.

Önümüzdeki günlerde birleşmelerini bekledikleriniz ayrı düşebilir ama yan yana koyamayacağınız hareketler işbirliğine girebilirler. Bunları kişisel sebeplerle açıklamaktan başka bir yolunuz olmayacak. Oysa benzerlik ve farklılıkları başka alanlarda, siyasette ararsak ve ideolojiyi bir örtü sayarsak olanları daha kolay açıklayabiliriz.

GÖREV BİTMİŞ

Terörle Mücadele Koordinatörü E. Org. Edip Başer bugüne kadar önemli işler yapıldığını ama artık yapılacak bir şey olmadığı için görevi haziran ayında bırakabileceğini söyledi. Neler yapıldığını kamuoyu bilmiyor ve gizli olduğu gerekçesiyle açıklanmıyor. Ancak bir konuda yapılan bir şeyler varsa, en azından, bazı sonuçları görülebilirdi ama değişen bir şey olduğuna dair herhangi bir işaret yok. Çatışmalar ve karşılıklı kayıplar aynı düzeyde sürüyor.

Geçmişte PKK'nın lideri, örgütlenmesi, hedefleri hakkında, doğru ya da yanlış bir şeyler bilinirdi. Şimdi bunların hiçbirisi bilmiyoruz, sadece bu örgüte atfedilen bir takım eylemlerden söz ediyoruz. Örgüt bir bilmeceye dönüştü ve kimse ne çözebiliyor ne de çözüme götürecek bir ipucu verebiliyor.

Asıl cevaplandırılması gereken soru ABD'nin çekilmesinden sonra bölgede oluşacak siyasi yapının niteliğinin ne olacağı. Irak'ın bütünlüğünün sağlanması ve tek devlet olarak kalması mümkün görünmüyor. Şeklen böyle bir yapı oluşturulsa bile çok kısa sürede bu yapının çökmesi ve ülkenin parçalanması kaçınılmaz. Bizi doğrudan ilgilendiren Kürt yönetiminin geleceği ve niteliği. Barzani'nin temsil ettiği aşiret yapısı sürdürülebilecek mi?

 Karşı güç olarak ortaya çıkması muhtemel olan İslamcı siyasi hareket kiminle birlikte hareket edecek?

 PKK örgüt olarak dağıtılsa bile onu desteklemiş olan kitleler hangi gruba katılacaklar ya da yeniden ayrı bir siyasi hareket haline dönüşecekler mi?

 Bugün bölgeye hakim görünmesine rağmen en az şanslı olan siyasi güç Barzani'nin temsil ettiği siyasi hareket olarak görünüyor. Bağımsız bir Kürt devleti kurmaktan başka siyasi amacı olmayan bu hareket bölge ülkelerinin tamamını karşısına almış ve sadece ABD desteğiyle hedefine varacağını düşünmüş ama bu destek fiilen ortadan kalkınca ne yapacağını hesaplamamıştır. Şimdi öngörmediği bu durumla karşılaşmanın zamanı gelmiş ve Avrupa ülkelerinden destek aramaya başlamıştır. Bu ters reaksiyonlara sebep olacak bir tavırdır ve muhtemelen ABD desteğini de yitirmesine yol açacaktır. Önümüzdeki günlerde çatışmaların Kuzey Irak'a sıçramasıyla bölge güvenli olma özelliğini de kaybedebilir ve tüm süreç yeniden başlayabilir.

İranla ABD'arasındaki çatışmanın süreceği varsayımı yanlış olabilir. İki ülkede de bu gerginliğin ortadan kalkmasına yardım edecek güçlü tarihi ve güncel dinamikler vardır. Ancak İran ekonomisinin dışa bağlı olmaması, zengin enerji kaynaklarının varlığı, kontrolünü riskli hale getireceği için ABD onu dengeleyebilecek bir güç arayacak ve önemli ekonomik ipoteklere sahip olduğu Türkiye'yi uygun bir aktör olarak görecektir.

Kuzey Irak'taki siyasal yapının bu amaca hizmet edecek biçimde oluşması ve birkaç gücün rekabet içinde bölgeyi yönetmesi beklenir. Barzani taraftarlarıyla PKK unsurlarının bütünleşmesi, onun karşısında İran'ın ve Türkiye'deki İslamcı hareketlerin desteklediği siyasi güçlerin bulunacağı bir yapı en muhtemel gelişme olabilir.

ÇATIŞMA ALANI OLMAK

Türkiye dünya üzerindeki çatışmalarda kendisinin bir taraf olduğunu zanneder ama her zaman taraf olmak yerine çatışmanın alanı olmak konumuna düşer. Bunun en önemli kriteri ülkedeki güçlerin aynı yönde mi hareket ettiği yoksa birbirlerinin karşısında mı olduğuna bakmaktır. Eğer bu güçler farklı amaçlara sahipse o ülke çatışmanın alanı haline dönmüş demektir.

Bunu söylerken, bazılarının düşündüğü gibi, herkesin tornadan çıkmış gibi birbirine benzemesini ve aynı şeyleri söylemesini kastetmiyorum. Bir ülkedeki tüm güçler ve halk, bir orkestranın enstrümanları gibi, farklı sesler çıkarırlar ama bu seslerin bütünü tek bir besteyi çalar. Bu orkestranın şefi kim olacak sorusu meselenin en can alıcı noktasıdır. Bazıları mademki egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, öyleyse şef onun temsilcilerinin olması gerekir derler.

Yani önce millet vardır ve o kendi devletini yaratır, bir millet nasıl bir devlet yönetimi istiyorsa öyle bir devlet gerekir derler. Bu her zaman doğru değildir ve mesela Amerikan milleti yoktur ve devlet hiçbir kritere uymamasına rağmen bir millet yaratmıştır. Bu devlet yok olursa bir Amerikan milletinden söz edilemeyecektir.

Devlet soyut bir kavramdır ve bazı kişilerin onu temsil ettiğinden söz edilemez.

Yani devlet ne askerdir ne cumhurbaşkanıdır ne de siyasi iktidardan ibarettir.

Bir arada yaşama iradesine sahip, gelecek tasavvurları aynı olan ve dünya üzerinde bir misyonları olduğunu düşünen insanların oluşturduğu fiili bir yapılanmadır. Devleti sadece iktisadi çıkarlar peşinde koşanların ya da soy, din, ideoloji gibi ortak yanları nedeniyle bir araya gelenlerin oluşturduğu bir yapı olarak düşünmek yanlıştır. Yani devlet bir fikirdir ve onu benimseyen herkes onun bir parçasıdır.

Türkiye imkanları göz önünde tutulursa bir devlet olmanın, dünya üzerinde önemli roller oynayacak bir güç oluşturmanın tüm gereklerine sahiptir ama herkesin izleyeceği bir fikir oluşturamamıştır.

Tartıştığımız konular, yani demokrasi, dindarlık ya da laiklik, soy ve inanç farklılıkları meselenin özü değil ayrıntılarıdır ve bunları tartışanların ortak bir gelecek tasavvuru bulunmamaktadır. Yani nasıl var olacağımızın hesabını yapmadan nasıl yaşayacağımızı, nelere sahip olmak istediğimizi tartışıyoruz.

Birbirine benzer hiçbir yanı olmayan insanları temsil eden bir devlet, yani ABD, tüm dünyaya şekil vermek iddiasındadır ve onu bir fikir etrafında birleşen güçler olarak tanımlayabiliriz. İngiltere, sahip olduğu şeylerin çok ötesindeki etkisini, yönetme becerisinden almaktadır.

Bir ülkedeki güç odakları eğer, "Ülkeyi benim değil dışımdaki şu kişi ya da grubun yönetmesi daha doğru olur" diyebiliyor ve tercihini bu yönde kullanıyorsa bir devlet fikri oluşmuş demektir. Ama başarılı bir iş adamı ülkeyi bir ticarethane, asker bir savaş alanı, akademisyen bir tartışma ortamı olarak görüyor ve yönetime kendi damgasını vurmak istiyorsa başarı mümkün değildir.

Devlet adamlığı bunlardan farklı bir kategoridir ve insanlar ameliyat olmak için nasıl doktora gidiyorsa ülkeyi yönetmek için devlet adamı bulmak zorundadır.

Bunun yolu benden başka kimiyi yönetir sorusunu sorup bunun cevabı olan kişiye rol vermektir. Ülkeyi ancak ben yönetirim diyorsanız yanlış yoldasınız.

DEVLET VE MİLLET

Önümüzdeki seçim ülkemizde iyiye gidişin simgesi olmayacak gibi görünüyor. Bu kanıya seçim sonuçlarım tahmin ederek ve oluşacak iktidarın niteliğine bakarak varmıyorum. Ancak seçim propagandasının ana temasının halkın egemenliği ve buna karşılık devletin etkisinin azaltılması üzerine yoğunlaşacağını görerek ürperiyorum. Devlet iyiye gidişin, demokrasinin ve halkın beklentilerinin önünde, bir engel olarak sunulacak ve devletle halk birbirinden farklı hatta rakip olarak gösterilecektir. Bir seçim için bundan daha kötü bir strateji belirlenemezdi ve biz bunu becerdik.

Herkes şunu bilmelidir ki, hiçbir toplumda devlet yok edilemez. Onu yok ettiğinizi sandığınız zaman bir başka gücün onun yerini aldığını önce fark etmeyebilirsiniz ama bir süre sonra bir gücün, üstelik size tamamen yabancı olan birinin iliklerinize kadar egemen olduğunu görürüsünüz. Bu nedenle devletin etkisinin azaltılması yönündeki söylemlerin gerçekte var olanın yerine bir başkasının konulması amacını taşıdığı açıktır.

Bu durum önümüzdeki seçimin yönetimin değişmesinden öte bir anlam taşıdığı ve egemenliğin el değiştirmesini hedeflediği anlamını taşır. Bugün yaşadığımız gerginliğin ve demokrasi dışı sayılan ihtimallerden söz edilmesinin nedeni budur. Çünkü seçimlerle yönetim değiştirilebilir ama egemenlik her zaman güçle elde edilir. Seçimlerle değiştiği zannedildiği zaman bile arka planda bir güç vardır.

Egemenliğin el değiştirmesi ya da niteliğinin farklılaşması doğaldır. Ancak bir gücü bertaraf ederken yerine neyin konulduğunun bilinmesi ve bu sürecin dünya şartlarıyla uyumlu olması gerekir. Devlet egemenliği yerine halkın tercihlerinin ikame edildiği biçimindeki iddia geçersizdir. Çünkü yeni egemen güç de devlet tarafından temsil edilecektir. Yani devletin etkisi bertaraf edilmiş olmayacak sadece bir gücün yerine başkası konulmuş olacaktır. Eğer ülke içinde devletin etkisi azalmışsa bu gücü dışardan birilerinin kullandığı sonucu doğar.

Türkiye'de devlet-millet karşıtlığı yaratmanın gereği yoktur. Böyle bir ikilem ancak egemenliğin yabancı bir güç tarafından kullanılması halinde geçerli olur.

Ülkemizde devletin yapısının değişmesinin ve yeni dünya şartlarına uygun bir yapının oluşturulmasının gerektiği doğrudur ancak bunun kadar doğru olan başka bir şey de uluslararası güçlerin ülkemizdeki egemenliğe talip olduğudur.

Yapacağımız şey değişim sürecinde egemenliğin başka ellere geçmesine imkan vermemektir. Bunun yolu devlet-millet ayırımı yapmak yerine birlikte yeni bir yapı oluşturmaktır. Bu, kadroların değişmesiyle değil düşüncenin değişmesiyle gerçekleştirilir. Bu konuda kendi düşüncelerimi özetlemek istiyorum.

İlk işimiz halkı, milleti yeniden tanımlamaktır. Bana göre birlikte yaşama iradesine sahip, gelecek tasavvurları aynı olan insanlar milleti oluşturur. Yani milletin tanımında din, dil, soy gibi sosyolojik faktörler değil insanların zihninde oluşan birliktelikler belirleyicidir.

Devlet bu amaçları gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan örgüttür ve imkanların elverdiği ölçüde güçlü kılınmalıdır. Zayıf bir devletin güçlü halkı olamaz.

Devlet hiçbir ekonomik, siyasal doktrine göre yapılanmak zorunda değildir. Kendi yolunu şartlara ve hedeflerine göre belirler. Benzeyerek değil yaratarak var olunur.

FARKLIYIZ

ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger'in Bilderberg toplantısı nedeniyle ülkemize gelişi ve sözleri bir magazin haberi kadar bile ilgi görmedi. Siyaset seçim hazırlıkları, partilerin birleşmesi ya da işbirlikleri düzeyinde konuşuldu. Dış politika terör eylemleri, askerlerimize yönelik tacizlerin gölgesinde şekillendi.

Oysa Kissenger dünya dengelerinden ve ülkemizin burada oynayabileceği rolden söz ediyordu. Bu konuda ne farklı bir model ne de kabule işaret eden bir tavır sergilenmedi. Mesela eğer AB üyeliği gerçekleşmezse boşluğun ABD ittifakı ile doldurulabileceğini söylüyordu. Bu söz bile üzerinde ciddi tartışmalara yol açması gereken bir yaklaşımdı. Kissenger AB ve ABD'nin iki farklı adres olduğunu söylüyordu ve bizim yıllardır AB üyeliğimizi ABD'nin desteklediği biçimindeki ikisini birbirinden ayrı görmediğimiz anlayışımızla çelişkiliydi. Çin için, "Ya anlaşırız ya da savaşırız" sözlerinin ne anlama geldiği, hangi konuda bir uzlaşma istendiği, savaşın sebebinin ne olacağı bilinmiyordu. Acaba uzlaşma ya da ihtilaf Uzak Doğu'daki nüfuz bölgeleri için mi yoksa uygulanacak ekonomik politikalarla mı ilgiliydi?

 Karşılaşılan problem, geçmişte olduğu gibi, coğrafya üzerinde miydi yoksa dünyadaki mücadelenin sebepleri aynı olmakla birlikte, kullanılan araçlar mı değişmişti?

 Yani ekonomi artık arka plandaki bir sebep olmaktan çıkıp bir savaş aracı haline mi gelmişti?

 Çin ile ABD arasında bir çatışma çıkarsa cephede askerler mi görecektik yoksa ekonomik araçlar bir silah olarak mı kullanılacaktı. Eğer böyleyse Çin ne yapabilir, ABD nasıl karşılık verirdi?

 Rusya ile bir yakınlaşmanın tarihi tersine çevirmek olacağını söylüyordu. Bu Rusya'ya karşı bir tavır olarak mı algılanmalıydı yoksa iki tarafın üzerinde uzlaştığı bir denge modelinin sonucu muydu?

 İkinci Dünya Savaşı'nda müttefik olan bu iki ülkenin dünyayı paylaştıktan sonra iki hasım haline gelmesine benzer bir durum mu vardı yoksa henüz bu paylaşım gerçekleşmemiş miydi?

 Türkiye siyaseti dünya ölçeğinde ve stratejik boyutta düşünmemeye kesin kararlı gözüküyordu. Davranışımız etkilere tepki göstermek şeklinde özetlenebilirdi.

Sarkozy'den Barzani'ye kadar değişen çizgide kim ne beyanat verirse onu kendi süzgecimizden geçiriyor, olumlu bulduğumuzu alkışlıyor, beğenmediğimize tepki gösteriyorduk. Olumluluk ya da olumsuzluğun kriteri de belli değildi.

Ancak bizim için asıl önemli olan ekonomiyi siyasetten bağımsız görmek, sermaye hareketlerinin sadece ekonomik hesaplar sonucunda yönlendiğini düşünmektir. Yani eğer teşhisim doğruysa ve ekonomi bir mücadele aracı olarak kullanılıyorsa, izlediğimiz ekonomik politika hem ittifaklarımızı hem de bu mücadelede sahip olduğumuz gücü gösterir. Bizim politikamız tarafsızdır, sadece ekonomik gerekçelerle hareket ediyoruz biçimindeki sözlerimiz kabul edilmez. Ayrıca iç politikadaki yakınlaşma ve ayrışmalar bu açıdan değerlendirilirse görünenden farklı bir tabloyla karşılaşılır. Sağla solun birbirine karıştığı bir ortamda, insanlar farkına varmasa bile, başka bir kritere göre saflarını yeniden belirliyorlar.

Türkiye etnik ve inanç farklılıklarının ortaya çıkmasının tehlikeli olacağını ve bunları bastırmanın güvenliğimiz açısından gerekli olduğunu düşündü Var olanı yok edemediği için yok saymayı denedi. Bir tarafın kaygıları öbür tarafta bir umut olarak yeşerdi ve baskılar ortadan kalkarsa yeni bir ufkun açılacağı duygusu yarattı. Kürtlerin bir bölümü bir devlet kurmayı düşlerken kendilerini baskı altında hisseden dindarlar ya da farklı mezhepten olanlar egemen olmaları halinde daha mutlu olacaklarını düşündüler. Bir kap içinde biriken buharın bir delik bulduğu zaman rasgele dağılması gibi herhangi bir projeye dayanmayan ve sadece bireysel umutları aksettiren hedefler peşinde koştular. Egemen güçler bunları kontrol etmek, yeni bir mecraya doğru akıtmak yerine bastırmaya çalıştı.

Bir yandan Kürtler'in kimlik taleplerini ayrılıkçılık olarak değerlendirdi, diğer yandan İslamcı hareketi rejime karşı bir tehdit olarak gördü. Alevilik ise milli birliği bozan bir akım sayıldı.

KAYGILARIMIZ YERSİZ MİYDİ?

 Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturulan ve bir tercihten çok bir mecburiyeti ifade eden ideolojiyi değiştirmeyi, geliştirmeyi, günün şartlarına göre yeniden belirlemeyi göze alamadı ve bunu bir kuruluş ve varoluş şartı saydı. Böyle bir değişimi kutsal varoluşa bir ihanet olarak gördü.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan denge SSCB'deki yıkılış ya da bana göre değişim, yeni bir dünya düzeninin kurulmasını gerektiriyordu ve bunun Türkiye'nin kıyılarını yalayıp geçmesi söz konusu bile değildi. Türkiye'nin çok kültürlü bir yapıya dönüşmesi iç dinamiklerin değil dünya şartlarının bir gereği olarak ortaya çıktı.

Türkiye kuruluşundan beri dört akımı tehdit olarak algıladı: Komünizm, Gericilik, Kürtçülük ve Türkçülük sürekli takip edilen ve bastırılan ideolojiler oldular.

Mesela 12 Eylül döneminde Türkçülük bölücü bir hareket sayılıyordu.

Tüm gayretlerimize rağmen Komünizm dışındaki tehdit saydıklarımızı yenemedik, o da zaten yeryüzünü terk etmişti. Bu sonucu doğuran stratejik düzeyde yaptığımız hataydı, yani ideolojileri hasım sayıp siyaseti,bir kenara bırakmaktı.

Kürt kimliği siyasi bir sonuç yaratabilir mi, eğer yaratırsa bu Türkiye'den kopmak biçiminde mi olur, yoksa Türkiye ülke dışındaki Kürtler için bir çekim merkezi mi olur?

 İslamcılık din örtüsü altında küresel ekonomiyle bir bütünleşme ve demokrasi sloganıyla var olan ideolojinin değişim aracı mıydı?

 Bütün bu akımlar dünya üzerindeki değişimin ve yeniden şekillenmenin bir yansımaları mıydı?

 Bu sorulara cevap arayıp yeni bir strateji belirlemek yerine değişmemeyi varlığımızın güvencesi saydık, daha doğrusu böyle düşünenlerden oluşan güçlü bir cephe oluştu.

İzlediğimiz yol başarı şansı en az olanıydı. Eğer bir saldırıya uğruyorsanız ona karşı koymakla yetinemezsiniz. Bir projeyi engellemenin en iyi hatta tek yolu alternatif bir proje oluşturmak ve bunu gerçekleştirmektir. Yani sizin de bir Kürt ve İslam projeniz olmalıdır.

Şu sırada aday listeleri oluştururken ve ön sıralardaki yerleri kapma mücadelesi verirken, sizi böyle gereksiz konularla rahatsız ettiğim için özür dilerim.

Başarı seçim kazanmaktır gerisi hikayedir.

SİYASÎ DİREKTİF

Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahalesinin beklendiği şu günlerde TSK siyasi bir direktif verilmesinin şart olduğunu ifade ediyor. Ancak sorunun genel algılamanın dışında boyudan var ve müdahalemizin terörün etkisizleştirilmesinden ibaret sayılması doğru anlaşılmasını engelliyor.

ABD'nin dünya ölçeğinde uyguladığı politikanın tek gerekçesi terörü önlemek. Bu gerekçeyle Afganistan'dan başladı ve ara durak olarak Irak'ı seçti, şimdi nereye gideceği belli değil. Oysa ben, 11 Eylül'den beri terörün sistem dışı aktörlerin eylemi olmadığını, dünyada bozulan dengelerin yeniden kurulması için devletler tarafından yaratılan örtülü operasyonlar olduğunu savundum ve aynı kanaati sürdürüyorum. Aynı şey Türkiye için de geçerli ve başlangıçta bölgesel bir örgüt olan PKK giderek uluslararası modelin bir parçası haline dönüştürüldü ve Türkiye ile ilgili operasyonlarda El-Kaide'nin dünya üzerinde oynadığı rolü oynuyor. Bu açıdan analizimi terörle sınırlı tutamam ve varılmak istenen siyasi hedeflerin ne olduğunu saptamam gerekir.

Türkiye görünen gerekçeler üzerinden siyaset yürüttüğü için ABD ile herhangi bir diyalog kurması söz konusu değil. Mesela reddedilen 1 Mart tezkeresinin aynı akıbete uğradığı ve tarafların farklı modeller kurduğu anlaşılıyor. Ben tezkereye karşı çıktım ve ABD'nin Irak'la sınırlı olmayan hatta ondan tamamen ilgisiz talepler ileri sürdüğünü, Irak'ta ciddi bir çatışmanın olmayacağını ve bunun için Kuzey'de bir cepheye gerek olmadığını söyledim ve harekatın adını "Çatapat Harekatı" koydum. Bana göre müzakereler ABD'nin bölgesel projeleri üzerinde yapılmalı ve bu konuda mutabakat sağlanmalıydı.

Şu anda da benzer bir durum karşısındayız ve terör eylemleri, onun yarattığı toplumsal travmalar ön plana çıktığı için siyasi hedefler göz ardı ediliyor.

ABD, Irak'ın bölünmesini sağlayacak bir politika izliyor ve bu harekatın başından beri değişmeyen bir çizgi. Biz ise sürekli Irak'ın toprak bütünlüğünden söz ediyoruz ve ABD'nin hedefleriyle çatışıyoruz. ABD, Kürtleri bir ara aşama olarak görüyor ve bu bölünmede önemli bir rol oynayacağını düşünüyor ama onların kuracağı bir devletle Ortadoğu'da gücünü sürdürmesi mümkün değil. Biz Irak'ı bölen ABD'nin bu süreci ülkemize de yayacağından endişe ediyoruz.

Böyle bir proje ancak ABD'nin Ortadoğu'daki varlığını bir ABD-İran ittifakına bağlamasıyla mümkündür ve bu konu, görünen ABD-İran zıtlaşmasına rağmen, gündemdedir ama ABD için güvenli bir seçenek olarak görünmemektedir.

Teröre endeksli bir politika bölgedeki ve onunla yakından ilişkili dünya dengelerini görmemizi engelliyor ve bizi sağırlar diyalogunun bir tarafı haline getiriyor. Yapacağımız şey terörün bir örtü olduğunu kabul etmek ve onun gizlenen hedeflerini anlayıp tavrımızı buna göre belirlemektir. Yani ABD ile terörü değil Irak'ın geleceğini, Kuzey Irak'ın statüsünü, ülkemizin yerini ve rolünü konuşmak gerekir. Ayrıca bölgedeki tek aktörün ABD olmadığını, diğerlerinin bu politikaya alternatifler peşinde olduğunu ve onların da terörü kendi hedefleri istikametinde kullandığını bilmemiz gerekir.

Terörü bir yana bırakalım. 12 Eylül 1980 öncesindeki gibi, siyasi hedefe varılırsa, o bir gecede biter.

RÜZGARIN EFENDİSİ

 Uygun rüzgarlarda yelken açmak, keyifli bir yolculuk anlamına gelir. Şartlar değişir ve aykırı hava koşulları oluşursa, usta bir yelkenci olsanız bile, bir felaketle karşılaşmanız mümkündür. Bunu bilenler bir yandan yelken kullanma yeteneklerini geliştirirken diğer yandan rüzgara hükmetmeyi öğrenirler ve rüzgarın efendisi olurlar. Rüzgarın efendileri sadece kendi hava koşullarını yaratmakla kalmaz rakiplerinin hatta yandaşlarının rüzgarlarına da yön verirler.

Onlar sadece rüzgarın değil kaderimizin de efendisi olmuşlardır.

Günün birinde terör artar, şehit cenazeleri insanların yüreğini yakmaya başlarsa milliyetçilik artar, ekonomik kriz oluşursa iktidarları destekleyenler hasım haline dönüşür. Eğer bütün bunları kontrol eden bir güç yoksa kader deyip geçersiniz, ama birileri ortamı belirleyen bir güç haline gelmişse ve istedikleri zaman uygun ya da dayanılmaz ölçüde kötü hava şartları yaratabiliyorsa, yelkenlinin dümeninde olmanızın herhangi bir anlamı kalmaz.

Sık kullandığım bir sözü tekrar etmek istiyorum. Eğer günün birinde bahçenizde başı ezilmiş bir yılan görürseniz Allah razı olsun deyip geçmeyin. Bugün yılanın başını ezen yarın sizinkini de ezer. Bunu yapanı mutlak bulun ya da bilin.

Türkiye'de esen rüzgarların efendileri vardır ama her yelkenci başarısını yetenekleriyle, başarısızlıklarını diğerlerinin kötülükleriyle açıklar. Kimse, "Beni rüzgarın efendileri buraya getirdi. Getiren isterse götürür de. Bu nedenle ilk işim bu efendilerin etkisini yok etmek" demez. Herkesin arzusu dümendekinin gemisini devirmesi ve efendilerin kendisine uygun rüzgarlar estirmesidir.

Hem iktidardakiler hem de talip olanlar ekonominin iplerinin dışarıda olduğunu bilirler ve ters bir rüzgarın estirilmemesi için ödünler verirler ama her ödün rüzgarın efendisinin daha da belirleyici hale gelmesine neden olur. • Rüzgarın efendisinin en önemli destekleyicisi ters yönde estirdiği fırtınalardır. Aşırı vatanseverler her zaman dümendeki kişinin rotasında gerekli düzeltmeleri yapmasını ve önceden planlanan yönde ilerlemesini sağlar. Bir rahibin, Ermeni bir gazetecinin öldürülmesiyle ülkeyi kurtaracağını sananlar karşı taraf değil efendilerin düzeltme ve düzenleme operasyonlarında kullandıkları safdillerdir. Başarılı iş adamlarımız şartlara uygun hareket edenlerden, iyi gazetecilerimiz paranın yönüne uyanlardan, iyi bürokratlarımız günün modası düşüncelerin dışına çıkamayanlardan oluşuyorsa, bilim adamlarımız bolca dip notuyla yazdıkları kitaplarla ve yazılarla aykırı olmadıklarını ispata çalışıyorsa, en aykırılar resmi ideolojinin sıkı bir savunucusu oluyorsa ve farklılık evrensel denen taklitçilikle değişmeye direnmek arasındaysa rüzgarın efendileri başka yerlerdedir.Tüm servetini ileri teknoloji uğruna kaybetmeyi ve Boğaz'daki yalısından gecekonduya taşınmayı göze alan ve bunu zenginlik sayan iş adamları, yaşamı maddi şartlarını ve şöhretini artırmaktan ibaret saymayan düşünenleri, terör karşısında büyük bir mücadele yaptığını söylemeyip bunlar bana vız gelir, üzerime atılan her terör okunu bir bumeranga dönüştürüp atana iade ederim diyebilen askeri, başarı şartlara uymak değil onu yaratmaktır diyebilen siyasetçisi olmayan bir ülke rüzgarın efendisi olamaz.

ÖRTÜLÜ OPERASYONLAR

 Dünyada yeni bir mücadele türünün uygulandığı gözleniyor. Yeni bir denge kurulurken milyonlarca askerin, onu destekleyen ileri teknoloji ürünü silahların olmadığı ama benzer sonuçlar yaratacak bir çatışmada bir avuç teröristin rol aldığı yeni bir mücadele biçimi deneniyor. Irak'ın işgali sürecince herhangi bir çatışma olmazken işgal sonrasında adına terörist denilen bazı grupların eylemleri sonucu belirliyor. Burada iki soruya cevap bulmamız gerekiyor: Terörist olarak adlandırılan bu gruplar devletlerin kontrolü dışında mıdır yoksa onlar tarafından mı kullanılmaktadır?

 Eğer büyük güçlerin kontrolü dışında iseler kaygı duymamıza gerek yoktur. Bunlar bazı acılara neden olsalar bile eylemleri siyasi bir sonuç doğurmaz ve doğal bir afete benzetilebilir. Mesela El-Kaide ne ABD'nin ne de başka bir ülkenin yönetimini ele geçiremez ya da geçirdiği anda, bildiğimiz savaş yöntemleriyle birkaç saat içinde yok edilirler.

İkinci soru eğer bunlar devletlerin kontrolünde iseler -ki ben olayların başlangıcından beri böyle olduğunu düşünüyorum- bu savaşın hedefi olan ülkeler nasıl bir savunma modeli geliştirdiler?

 Bu savaşın birinci özelliği baskın tarzında yapılmış olmasıdır. Yani saldırıya maruz kalan taraf bilmediği, öngörmediği bir anda yabancısı olduğu bir savaş türüyle karşılaşmış ve onu anlamaya bile vakit bulamamıştır. Tüm değerlendirmeler teröristin eylemleri ve ilan ettiği hedeflerin analiziyle sınırlıdır. Bunların ya inançları ya da sınırlı siyasi amaçlar için mücadele ettiği düşünülmektedir. Bu yaklaşım başlı başına mücadeleyi kaybetmek için yeterlidir ve eylemlerin sonucunda ortaya çıkacak tablo kendisini savunduğunu zannedenler açısından büyük bir sürpriz olacaktır. El-Kaide ABD'yi yıkmayacak, dinci teröristler Pakistan'da yönetimi ele geçirmeyecek, PKK Türkiye'yi bölmeyecek ama hiç öngörülmeyen başka şeyler olacaktır.

 Önce bu savaş türünün teorik bir modeli kurulmalıdır. Bir devlet bu yeni savaş türünü kullanarak siyasi hedeflerine varmak istemektedir ve cephedeki teröristler büyük mücadelenin tek aracı . değildir ve onun çok küçük bir parçasını oluşturur. Mesela ABD için böyle bir model şöyle oluşturulabilir: ABD kendisine rakip olabilecek iki odak olduğunu düşünmektedir. Bunlar siyasi bütünlüğünü sağlamış, ekonomik olarak güçlü ve bağımsız bir askeri gücü olan AB ya da gelişmiş bir Çin'dir. Bunları kontrol etmek onun asıl hedefidir ve bu amaçla onların enerji kaynakları üzerinde denetim kurmayı hedeflemiştir.

Ortadoğu'da bu yeni güç odaklarıyla bağımsız ilişkiler kuracak ve onların enerji ihtiyacını karşılayacak ülkeleri etkisizleştirmek istemektedir. Eğer terör eylemleri ve küçük çaplı savaşlar bu sonuca hizmet ediyorsa olay terör boyutunu aşar ve stratejik bir hamleye dönüşür.

Türkiye böyle bir mücadeleye hazır değildir. Çünkü modelini teröristlerle sınırlı tutmaktadır ve genel bir siyasi değerlendirme ve bunun içinde kendisine yönelik politikanın ne olacağını bilmemektedir. Terörün eyleminden ve söyleminden hareketle değerlendirme yapmak yetersiz kalmaktan öte bilememek demektir. İlk işimiz şu soruya cevap bulmaktır: Nasıl bir Türkiye öngörülüyor?

 Eylemler bizi nereye sürüklüyor ya da nasıl düşünmemiz isteniyor?

 Ayrıca böyle bir mücadele sadece silahlı kuvvetlerle yürütülmez. Bu amaçla yeni bir yapı oluşturmak gerekir.

UYARI LEVHASI

Genel gidiş olumlu görünse bile ciddi bir uyarının göz ardı edilmesi beklenmeyen olumsuzluklara neden olabilir. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananları halkın tercihlerini belirleyen en önemli neden saymak diğer tüm etkenlerin ve yapılanların değerini sıfıra indirmekle kalmaz, yeni döneme damgasını vurur ve tüm tartışmalar bu konu etrafında şekillenir.

Herhangi bir makama gelmeyi bir hak olarak düşünmek yapılabilecek ilk yanlıştır.

Bir makama hak eden değil en uygun olan kişi getirilir. Geçmişte, bugüne benzemese bile, cumhurbaşkanlığı makamını bir hak olarak gören Özal ve Demirel hak ettiklerini düşündükleri yere geldiler ama her ikisi de arkalarında siyasi misyonlarının enkazını bıraktılar. Özal bıraktığı yere dönmeye uğraşırken hayata veda etti, Demirel ise hala arayışını sürdürüyor. Siyasette başarı bir yere gelmek ya da bir seçim kazanmak değildir. Eğer bu konuda başarılı olur ama siyasi misyonunuz yok olursa karşınızdakiler kazanmış olur.

MHP'nin Gül'ün cumhurbaşkanlığı yoluna kırmızı halılar sermesi ve bunun demokrasinin bir gereği olduğunu söylemesi, bir art niyet taşımasalar bile, bir tuzak olarak algılanabilir. Sonuçta AKP sürecin intikamını almış ve karşısındaki güçleri yenmiş sayılacaktır. Çatışmaması gerekenler mücadeleye başlamışsa kimin kazandığının önemi kalmaz ve sonuçta mutlaka ülke kaybeder. Kimsenin ülkemiz kaybetti ama demokrasi kazandı diye sevineceğini düşünmüyorum. Kaldı ki MHP'nin kararının kurumsal olmaması, yani yetkili kurullarında tartışıldıktan sonra eğilimin belirlenmemesi 2002'deki erken seçim kararını hatırlatıyor. Sonuç en fazla MHP'yi yaralamıştı ve bugün alınan kararın da benzeşeceğini düşünüyorum.

Bir yanlışı düzeltmenin yolu onun intikamını almak değildir. Yanlışı doğuran şartlar ne ise onun kaldırılması gerekir. Bir çatışmada karşıdakini yenmeye uğraşmak içgüdüsel bir davranıştır ama hiçbir zaman bir sorunun çözümü olamaz. Zaten bugüne kadar benzer davranışlar sergilediğimiz için Güneydoğu sorununu çözmedik ve başlangıç noktasından çok daha kötü duruma getirdik. Bazen rövanş almanın genel bir huy haline geldiğini düşünüyor ve acaba bunu Anayasaya koyacağımız bir maddeyle yasaklasak mı diyorum(!).

Cumhurbaşkanlığı seçiminde kriter adı geçen kişilerin liyakati, bu makamı hak edip etmemesi, onu destekleyen siyasi gücün yeterli olup olmaması değildir.

Önümüzdeki süreçte sorun yaratmayan, aksine var olanları etkisiz hale getirecek bir kişinin seçilmesi gerekir. Eğer hem içerde gerilimi artıracak hem de dünyada bizim için hazırlanan yaftayı kolaylıkla göğsümüze asacakları bir kişiyi seçersek başarılı olmuş sayılmayız. Bu kişinin adını belirlemeden önce profilini çizmemiz gerekir. Kişi ülkemiz için ileri sürülen askeri vesayet altındaki bir demokrasi imajını desteklememelidir. Ayrıca din ağırlıklı bir yönetim intibaını da vermemelidir. Ülkemizdeki farklı inanç, ideoloji ve soylardan hiçbirine yandaş diğerine karşı görünmemelidir. Ülkemizde böyle bir bilge kişi bulunamıyorsa, dizimizi dövmekten başka çaremiz kalmamış demektir.,

Dördüncü Bölüm KİM GALİP?

 İKİLEM

Son seçimleri yorumlayanlar halkın devlete karşı bir tavrı sergilediğini düşündüler hatta bunun halkın devlete verdiği bir muhtıra olduğunu söylediler.

Onlara göre halk güçlü bir devlet istemiyordu. Kendisini halkın üstünde gören, her şeyin en doğrusunu bildiğini ileri süren, yalnız tarihi değil günümüzü de kendi değer yargılarına göre yorumlayan bürokratik yapıya karşı tavır alıyordu.

Halk aş ve ekmek istiyor ve bunu kim verirse onun arkasından gidiyordu. Ne kaynağını sorguluyor ne de bunun karşılığında feda ettiklerinin hesabını yapıyordu. Egemenlik ve bağımsızlık onun gündeminde yer tutmuyordu.

Bu gözlemin ve buna dayanarak yapılan analizlerin doğru bir tarafı yoktu. Halk devleti savunduğunu söyleyerek siyaset yapanlardan çok daha fazla güçlü bir devletten yanaydı. Ancak bunu sözle savunmakla gereklerini yerine getirmek arasında bir fark olduğunu ve sadece sözlerin bu amacı gerçekleştirmediğini seziyordu. Yani devlet-millet ikilemi ne gerçekleri yansıtıyor ne de bunlardan birinin ikinci plana atılması ülkenin yararına oluyordu. Doğru çözüm zayıf bir devletten geçmiyordu. Aksine halk ancak güçlü bir devletin varlığıyla daha mutlu olabilirdi. Ama devletin görevlerinin yeniden tanımlanması ve buna uygun bir yapının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. En büyük heyecanı askerinin güçlü ve başarılı olmasıyla duyan bir halkı asker karşıtı hale getirmek ne mümkün olabilirdi ne de böyle bir ülke geleceğinden emin olabilirdi.

Geçmişte yaşanan müdahaleler yanlış değerlendirmelerin sonucuydu ama bu değerlendirmenin tek sorumlusunun darbeyi yapanlar olduğu da söylenemezdi. Halkı yönlendirenler, aydınlar, medya öyle tablolar çiziyor, öyle analizler yapıyordu ki, bir askerin buna kayıtsız kalması mümkün değildi.

Sorun ne halkta ne de bürokrasideydi. Her ikisine de dünyayı anlatan, onların düşüncelerine yön veren güçler aslında düşünce üretmiyor, gelişen olayların senaryosunu yazıyordu.

Bu konuda devletin müdahalesi demokrasi dışı sayılıyordu ve bu iddia haksız sayılmazdı. Devlet kamuoyunu yönlendirmek istediğinde yaptığı şey resmi ideolojinin yüzeysel sloganlarını tekrarlamaktan ibaretti. Hiçbir müdahale döneminde dünyadaki şartlar, ülkemize yönelik uluslararası projeler tartışılmadı. Sadece iç düşmanlardan söz edildi ve düşmana karşı ne yapılacaksa onlar yapıldı.

Eksiğimiz düşünceydi ama biz insanların iyi ya da kötü mü olduğunu sorguladık ve çoğu zaman bize yönelik projelerin iyi saydığımız düşüncelerin içinde saklandığını fark edemedik. Ne olduğunu merak etmedik, hasım saydıklarımızın stratejileri hakkında hiçbir bilgimiz yoktu. Bir zamanlar düşman saydıklarımızın sağ kalanları, ülkenin düşünce hayatında ve yönetiminde etkili oldular ama bunu bir yenilgi saymadık, sadece bu kişilerin değiştiğini düşündük.

Kimsenin düşüncelerini yasaklamaktan yana değilim. Başkaları adına hareket edenlerin önü de kesilmemelidir ama bağımsız düşünenleri korumak, halkı yönlendiren odakların bağımsızlığını sağlamaya çalışmak gerekir. Ancak bu çok zordur, çünkü her iktidar kendisini savunan ve övenler bağımsız, diğerleri satılmış sayar. Devlet burada gereklidir ve kendi doğrularını değil düşünenleri korur. Düşünce düzeyinde yenemediğiniz hiçbir gücü zor kullanarak alt edemezsiniz.

ELEŞTİRİ

Bir arkadaşım olaylara bakışımın yanlış olduğunu söyledi. Ona göre sonuçlara bakarak bir eylemi gerçekleştirenlerin niyetlerini, projelerini anlamaya çalışmak doğru değildi. Bu kişi çok farklı nedenlerle bir karar alabilir ve uygular ama gerçekleşen sonuç onun hiç hesap etmediği biçimde oluşabilirdi.

Mesela Bahçeli'nin cumhurbaşkanlığı konusundaki tavrı benim öngördüklerinden çok farklı nedenlere dayanabilir ama sonuç benim düşündüğüm gibi olabilirdi. Sebeple sonuç arasında kurduğum bağ insanların rasyonel davrandığı varsayımına dayanıyordu. İnsanlar rasyonel davranmayabilir ya da onun rasyoneli ile benimki birbirinden farklı olabilirdi. Ayrıca tüm dünyada da bir kaos egemendi ve kimse gerçekleşenleri planlamıyordu. Sadece olaylara tepki gösteriyor ve hiç öngörmediği sonuçlar ortaya çıkıyordu. Ben ise bunları sanki önceden planlanmış gibi algılıyordum Dünyanın tek süper gücü sayılan ABD için de aynı şey geçerliydi. Sistem egemen düşünceyi tekrarlayanları ödüllendiriyor, onları ön plana çıkarıyor ve sadece onların görüşleri kamuoyuna yansıyordu. Statik bir dünyada bunun zararı yoktu ama değişen şartlarda olayların doğru algılanması imkansız hale geliyordu. Bugün tüm dünya bu belirsizliği yaşıyordu. Dünya yeniden insanların öngörüleri istikametinde şekillenmiyor, bireysel davranışların ortak çizgisinde ve hiç kimsenin öngörmediği biçimde oluşuyordu. Belki insanları aşan soyut bir iradeden söz edilebilirdi.

Bu sırada Herald Tribune'den Charlie Rose'un üç dev dediği Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, eski Güvenlik Konseyi Danışmanı Brent Scowcroft ve Zbigniew Brezinski'nin katıldığı tartışmayı yeni okumuştum. Bunlar dünyanın geleceğini ve ABD'nin oynayacağı rolü tartışıyorlardı. Sorun bozulan dengelerin yeniden nasıl şekilleneceği ve ABD'nin karşılaşacağı sorunların nasıl çözüleceğiydi.

Arkadaşım haklı da olabilirdi, haksız da. Bunlar sistemin adamları olarak dünyadaki yeni dinamiklerin dışında bir analiz yapıyor olabilirlerdi ya da dünyayı yeniden şekillendirmekte rol oynayabilirlerdi. Başka birileri de bu işe soyunmuş olabilirdi.

Scowcroft'un bir sözü dikkatimi çekiyor. "Çünkü devlet dışı aktörlerin büyümesi sonucu ulusal sınırlar aşınıyor. Farklı bir dünyada yaşıyoruz" diyor. Dünyada etkin olan bu yeni güç acaba benim 1.1 Eylülden beri sözünü ettiğim küresel sermaye olabilir mi yoksa başka bir şeyden mi bahsediyor sorusuna takılıyorum.

Tartışmanın konusu siyaset ve ekonomi olmasına rağmen ekonomiden pek fazla söz edilmiyor. Oysa Dünyadaki geçerli ekonomik ilişkilerin değiştiğini ve bunun sonucu olarak ekonomik teorinin de yeniden yazılması gerekeceğini düşünüyordum ama beni yüreklendirecek bir ipucuna rastlamadım.

Tartışmadan ülkemizin çatışma bölgesinde sayıldığını da anladım. Birileri bunu bir tehlike sayabilir ama eğer dışında kalmak mümkün değilse ve bu bizim için bir kaderse onu iyi yöneterek bugünkünden çok daha iyi konumda olacağımızı düşündüm. Ayrıca bunu bir hayalperestlik sayanlara da katılmıyorum.

SORULAR

Son günlerde etrafa saçılan haberler bilgi vermekten çok soruya neden oluyor.

Irak'ta kaybolan 190 bin ABD silahının PKK'ya ulaştığı haberi, silahı alanlarla silahların sayısı arasındaki büyük fark ve ABD'nin bu kadar çok silahın akıbetinden habersiz olmasının garabeti nedeniyle bir yanılgı içinde olmamız ihtimalini güçlendiriyor. Üstelik bazı yorumcuların bu silahların ABD'ne karşı direnenler tarafından kullanılabileceğini söylemeleriyle ABD'nin ne kadar perişan halde olduğunun kanıtı sayılabiliyor. Ayrıca direnişlerde bombalar kullanılması, silahla yapılan saldırıların hemen hiç görülmemesi olayı daha karmaşık hale getiriyor. Kaybolan silahların akıbeti çözümsüz bir bilmeceye dönüşüyor.

Ancak bu silahların bir kısmının öldürülen PKK militanlarında bulunması iddia sahiplerinin elini güçlendiriyor. Buna rağmen soruların hepsi cevaplandırılmış değil. PKK eylemlerinin Tunceli ve kuzeyinde yoğunlaşması, Karadeniz'e kadar uzanması eylemleri başka bir örgütün yapmış olması ihtimalini güçlendiriyor.

Acaba birileri bu kişilerin ellerine ABD silahı vererek kamuoyunun PKK'yı ABD'nin desteklediği biçimindeki yargısını güçlendirmek mi istiyor?

 Böyleyse bunu kim yapıyor?

 Bu operasyonu yapan ABD içindeki muhalif bir kanat mı yoksa başka bir ülke mi?

 ABD neden bir terör örgütünün eline kendi silahlarını vererek ülkemizdeki ABD karşıtlığını körüklüyor. Kalaşnikoflar pazarlarda çerez fiyatına satılırken bu yola neden başvuruyor?

 Bunlara bakarak ABD'nin Türkiye karşıtı eğilimleri bilerek ve isteyerek tahrik ettiği söylenebilir mi?

 Ayrıca ABD olmayan orduları en gelişmiş silahlarla teçhiz ediyor. Suudi Arabistan ve çevresindeki küçük nüfuslu ülkelere büyük miktarda silah satışı planlıyor. Bu silahları hem asker sayısı hem de eğitim düzeyleri nedeniyle bu ülkelerin kullanabilmesi söz konusu değil. İlk akla gelen bölgede artan petrol fiyatları nedeniyle oluşan fonları, silah satışı yoluyla ülkesine çekmek ve böylece silah endüstrisini desteklemek. Ancak söz konusu para ABD'nin yıllık yabancı sermaye kullanımıyla kıyaslandığında problemi çözecek boyutta görünmüyor. Acaba bu silahların, bir çatışma anında, ABD ya da bir müttefik gücün askerleri tarafından kullanılması düşünülüyor olabilir mi?

 Biz de bu hesabın içinde miyiz, diye sorsak aşağıdaki haberler bu ihtimali tamamen çürütüyor.

Birbiriyle zıt iki haber aynı anda gündemi işgal ediyor. Bir yandan Türkiye ile ABD'nin PKK'ya karşı ortak bir harekat düzenleyeceği söylenirken diğer yandan Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahalesinin bir Türk-Amerikan çatışmasına neden olabileceği, Türkiye'nin NATO'dan ayrılabileceği ve başka bir ittifak sistemi içinde yer alabileceği söyleniyor.

Barzani Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahalesine karşı ve tehditler savuruyor.

Türkiye'nin müdahalesinin tek nedeni PKK. Siz Barzani'nin yerinde olsaydınız bu sebebi ortadan kaldırmaz mıydınız?

 Yani eğer PKK'yı kontrol ediyorsanız onun eylem yapmasını engeller, hasmıysanız desteğinizi çekmez miydiniz?

 Her soruya kendi içinde cevap vermeye çalışarak bir sonuca varamayız. Ben bunlara kapsayıcı bir model içinde cevap arayacağım ama komplo teorisi üretiyor ithamını göze almam gerekiyor.

BÜYÜK OYUN Benzerine çok rastlanan bir Amerikan filminde kumarbazlar poker oynamaktadır.

Oyunculardan kovboy olanı sürekli kaybederken diğerlerinin önündeki dolarlar bir kuleye dönüşür. Oyunun sonuna doğru kovboy silahını önüne koyar ve ben kazandım diyerek tüm paraları toplar. Silah çekmek oyunun kurallarına aykırıdır ama büyük oyunun kuralları pokerden farklıdır ve güçlü olan kazanır.

Soğuk Savaşın sona ermesiyle dünyadaki güç mücadelesi bir poker oyununa dönüştü ve ekonominin kuralları tek belirleyici olarak algılandı. Genel kanı herkesin bu kurallara uyacağı, kimsenin silahına davranmayacağı biçimindeydi. Paraya hükmedenler sürekli kazanıyor diğerleri önemsizleşiyordu. Zaten silah kullananlar da bir avuç teröristten ibaretti ve onların kazanımları oluşmakta olan dengeleri etkilemiyordu. Benim gözüm kovboyların ellerindeydi ve ne zaman silahlarına davranacak diye bekliyordum.

Mesela AB ve Japonya'yı hep saf oyuncular olarak gördüm. ABD ve Rusya, masanın bir yanında, pokere dalmış görünüyor ve silahlardan hiç söz etmiyordu. Ancak eğer bunlar silahına davranırsa AB, Japonya ve benzerleri ellerini havaya kaldırıp teslim olmaktan başka bir şey yapamazlardı. Bazıları ekonomisiz bir silahın anlamı olmayacağını , ekonomideki başarısızlığın silahsızlık sonucunu doğuracağını düşünüyordu. Oysa para ve ekonomik kurallar bir kurguydu ama silahlar gerçekti.

Türkiye ekonomi oyununu çok sevdi ve ekonomiyi paradan ibaret saydı. Paran varsa ya da bir şekilde elde ediyorsan sorun yoktu. Neye ihtiyacın varsa alabilirdin.

Ben eski kuşak bir iktisatçı olarak mal ve madde temelinde analizler yapıyordum.

Mesela AB'ne hep acıyarak baktım. Güçlü bir ekonomileri olmasına rağmen temel girdi olan enerji kaynaklarını ve pazarlarını siyasi açıdan kontrol edemiyordu. Rus doğal gazıyla ısınıyor, ABD'nin kontrolündeki bölgelerden petrol sağlıyordu. Bunlarla bir ihtilafa düşerse donmuş ve durmuş bir AB ile karşılaşabilirdik. Herkes pokerin kurallarına göre oynanacağını ve kimsenin silahına davranmayacağını düşünüyordu. Kimse tüm dünyadaki savunma harcamalarının yarısını yapan ABD'nin bunu neden yaptığını sorgulamadı.

Herkes'kaynaklarını refahı için kullanırken ABD ve Rusya'nın neden silah geliştirmek için bu kadar fedakarlığa katlandığının sebebini merak etmedi. Böyle bir sorunun karşılığı haydut devletlerin olası saldırılarına karşı hazırlıklı olmak gerektiği biçimindeydi. İntihar bombacılarına, geri teknoloji ürünü silahlara karşı en modern teknolojinin ürünü silahlar üretiliyordu ve bunu kimse anlamsız bulmuyordu.

Türkiye demokrasi, özgürlükler gibi önemli konularla uğraştığı için bunlara zaman ayırmadı. Uğraşanlar PKK'nın çizdiği sınırların dışına çıkamadı. Bu konuları önemsiz saydığımı zannetmeyin. Sadece bunların yanında başka sorunlar olduğunu ve bunun belirleyici olduğunu söylemek istiyorum. Ayrıca analizlerimi tek bir ülke ölçeğinde değil bloklar ve cepheler düzeyinde yapıyorum.

Şunları soruyorum: Birilerinin masaya silahı sürmeye hazırlandığını seziyorum.

Siz de aynı düşüncede misiniz?

 Dünya ölçeğinde yerinizi belirlediniz mi?

 Girmek istediğiniz AB'nin geleceğini nasıl tasavvur ediyorsunuz?

 MİLLET VE DEVLET

Türkiye'de devlet-millet ilişkisi çözülmemiş bir sorun olarak görülüyor. Siyasi iktidarlar devlet kurumlarının kendi görüşleri yönünde şekillenmemesini bir eksiklik ya da yanlışlık olarak görüyorlar. Üstelik bazıları, daha ileri giderek, bu kurumların demokratik kurallara göre yapılandırılmasını savunuyorlar. Yani mesela askerler, ülkedeki siyasi görüşlere göre tavır alabilmeli, belki de kendi aralarında örgütlenebilmelidir.

Bu telafisi imkansız olumsuz sonuçlar doğurur. Tartışmanın göbeğindeki ordunun tüm davranışları, yemek yiyişinden yıkanışına kadar, belli kurallara bağlanır.

Yapılan törenler, hatta dost ve düşmanı belirleyen renkler bile belli bir amaca yöneliktir. Bunlar değişmez kurallar değildir ama bu değişim siyasi iktidarların çizgisine göre oluşmaz. Amaç devletin uzun vadeli projeleriyle uyumlu bir yapı oluşturmaktır. Bir ülkede bir gün Yeşiller olarak adlandırılan bir siyasi akım iktidara gelebilir ama onların insan davranışları konusundaki rahatlığı devlet kurumlarında benimsenemez. Ya da dini hassasiyetleri yüksek bir iktidarın asker davranışlarını kendisininkine benzetmesi beklenemez. Yani siyasi iktidarlar dalgalı bir seyir izlerken devlet bir çizgiyi temsil eder.

Türkiye'deki sorun devletin çizgisinin değişen şartlara rağmen aynı kalmasıdır..

Cumhuriyetin kuruluşuyla oluşan bu çizginin bugün de sürdürülmesi bizi dünyadan kopuk hale getirmektedir. Geçmişte bölgesinin sorunlarına kayıtsız, içe kapanık ve savunma anlayışının hakim olduğu ve bu nedenle homojen bir toplum yaratmaya yönelen ideoloji artık yetersiz kalmaktadır. Ülkemizin çevresinden de sorumlu olmasını gerektiren şartların ortaya çıkışı, dünyada kurulu düzenin bozulup yenisinin şekillenmekte oluşu, uluslararası ilişkilerde ekonominin öne çıkması yeni bir devlet anlayışını gerekli kılmaktadır.

Bu durumda devletin zayıflaması ve etkisizleşmesi gerektiği biçimindeki görüşler kesinlikle yanlıştır. Aksine daha güçlü bir devlet yapılanmasına ihtiyaç vardır ama bu devletin rolü ve görevlerinde önemli farklılaşma olmalıdır. Yeni devlet teknik ve entelektüel düzeyi yüksek kişilerden oluşmalı ve yeni roller üstlenmelidir. Geçmişte yabancıyı düşman ya da en azından şüpheli sayan anlayış değişmeli, belirlediği hedef ya da politikalarla uyuşan ya da ona karşı çıkanları ayırabilen bir kadro oluşturulmalı, yeni mücadele aracı olan ekonomik konuları sadece ekonomik kriterlerle değil güvenlik ve politik hedefler açısından da değerlendiren bürokratik yapılar oluşturulmalıdır.

Türkiye uzun vadeli planlar yapmadığı, gelecek tasavvurunu şekillendirmediği için buna uygun bir devlet yapısı kuramamakta, geçmişin mirasını kullanmak zorunda kalmaktadır. Mesela AB'üyeliğini değişmez bir hedef sayarak devleti buna göre şekillendirseydik, ordumuzu buna göre maddi ve manevi yönden teçhiz etseydik şimdi tam bir kaos yaşayacaktık. Yani devletin hedefleriyle siyasi iktidarların hedefleri her zaman aynı olmayabilir.

Ülkeye yön veren çekirdek bir kadro geleceğin Türkiye'sini tanımlamalı ve bu hedefe uygun olarak devlet düzgün bir rota izlenerek yeniden şekillendirilmelidir. Ondan sonra da siyasiler devletin yakasını bırakmalı ve rota değişmeleri devlet içinde, yabancı etkilerden arınmış, çıkar hesaplarıyla kirlenmemiş, bilgisizlik ve ön yargılarla zedelenmemiş olarak yapılmalıdır.

SORUN NE?

 Ülkemizde Silahlı Kuvvetlerle siyaset arasında bir farklılığın olduğu ve bunun bazı dönemlerde gerginliğe dönüştüğü biliniyor ama nedenleri bilinmiyor. Genel kanı askerlerin belli bir eğitimden geçtiği ve bu eğitimin demokrasi dışı yolları açık tuttuğu biçiminde ama bu kanaatin doğru yanı yok. Başka bir ülkeden örnek vererek eğitimin yarattığı şartlanmışlığın ne kadar anlamsız olduğunu görebiliriz. Rusya'da rejim değişene kadar komünist eğitimden geçmemiş tek bir fert bile yoktu ve insanlar doğumdan ölüme kadar belli bir dünya görüşüne göre şartlandırılır ve aksinin fısıldanması bile büyük bir cürüm sayılırdı. Her ülkenin ordusu ülkenin adıyla anılırken Rus Ordusunun adı Kızıl Ordu idi ve bu ismi rejiminden almıştı. Ama bu durum çok kısa bir sürede değişti ve komünizmin izi bile kalmadı. Gelir adaletsizliğinin en yıkıcısı bu ülkede yaşanırken bir grup insan kapitalizmin beşiği sayılan ülkelerdekileri kıskandıracak bir lüksü yaşadılar. Ülkedeki tüm insanların beynindekiler silinmiş ve eskisiyle bağdaşmayan bir düşünce yapısı oluşturulmuştu. Kimse değişmeyen bir şeyin olup olmadığını sorgulamadı.

Ülkemizde din kaynaklı düşüncenin başlangıcı ile bugünkü uygulamalarının ne kadar benzeştiği incelenmeye değer. Geçmişte Batıcılığı temsil eden bürokrasiyle tutuculuğu temsil eden halkın davranışlarının yer değiştirmesi ve bürokrasinin Batı karşıtı bir yerde durmasının sebepleri ne olabilir?

 Bunlardan şu sonuca varabiliriz: Çok önemsediğimiz ideolojilerin siyasette hiçbir anlamı yok. Bugün kimliğimizin ve kişiliğimizin bir parçası saydığımız düşünceler bir gün içinde değersiz sözlere dönüşebilir. Yani siyaset ideoloji ve inanca dayalı değildir, onu belirleyen başka faktörler vardır.

Her ordu; düşünce, eğitim, teşkilat ve teçhizat açısından, ülkesinin hedeflerini gerçekleştirecek biçimde yapılandırılır. Öyleyse ilk belirlenecek şey ülkenin siyasi hedefidir. Bugün Ordunun hedefi ülkenin siyasi sınırlarını korumak, içerde ve dışarıda güvenliği sağlamak olarak belirlenmiştir. Ancak bu siyasi hedef hem belirsiz hem de yetersizdir. Dünyada ve bölgede yeni dengeler kurulurken, ülkemizin dünya üzerindeki rolü ve konumu yeniden tanımlanırken bu hedef çok fazla bir anlam ifade etmemektedir.

Şimdi herhangi bir iddiayı içermeyen, sadece bir örnek olarak ileri süreceğim bir model üzerinde Ordunun nasıl yapılandırılacağını tartışalım. Diyelim ki ülkemiz bölgesinde sadece sınırlarını korumakla yetinmeyecek çevredeki oluşumlarda ve değişmelerde etkin rol oynayacak. Bu durumda çeşitli etnik ve dini gruplarla ya çatışmak ya da onlarla birlikte olmak zorunda kalacak. Böyle bir durumda sadece ülkesine bağlı ve onun çıkarlarını koruyan bir tavır sürdüremez ve tüm bölgeye yönelik bir politikası olması ve buna uygun söylemler geliştirmesi gerekir. Ayrıca teçhizat ve yapılanmasının buna uygunluğu sağlanmalıdır.

Siyasetçi ile Ordu arasındaki farklılık her iki tarafın da değişen şartlara uygun bir hedef belirlememesinden kaynaklanıyor. Çocukluk çağında askeri okula giren bir insanın, hiçbirimizden farklı değilken, sonradan bu ölçüde farklı hale gelmesini eğitim ve şartlanmışlıkla açıklamak yanlıştır. Burada değişecek olan sadece askerler değil, belki de daha büyük ölçüde, aydınlar ve siyasetçilerdir.

İLHAM

 Medyadaki cumhurbaşkanlığı tartışmalarını izlerken bunun siyasi bir yanının olmadığı düşüncesine kapılıyorum. Sözlerimin yanlış anlaşılmasını istemediğim için siyasetten ne kastettiğimi ve bunun genel algılamadan hangi açıdan farklı olduğunu açıklamam gerekir. Tartışmalar genelde baş örtüsünden başlayıp bu makamın kimin hakkı olduğuna uzanan bir çizgide sürdürülüyor. Halkın iradesinin nasıl yorumlanması gerektiğine kadar uzanıyor. Seçilecek kişi kim olursa olsun dış politikamıza, ekonomideki uygulamalarımıza ne fiili ne de sembolik olarak bir katkısı olmayacak gibi bir hava yaratılıyor. Zaten seçim sürecinde de bu konular gündemde değildi ve bir yanda cumhuriyetin temel ilkeleri diğer yanda özgürlük ve demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, dünyayla bütünleşme söylemleri arasında bir yarış söz konusuydu. Bazılarına göre halkın demokrasiyi sahiplenmek adına bürokratik müdahalelere karşı çıkması sonucun tek belirleyicisi oldu.

ABD ile Rusya arasındaki silahlanma yarışı bizi ilgilendirmezdi. Parası olan isterse silah alır isterse başka şeylere harcardı. Zaten bunların birbirleriyle hasım mı oldukları yoksa ortak bir projeyi mi gerçekleştirdikleri bilinmiyordu.

Türkiye üzerinden geçerek Avrupa ülkelerine doğalgaz sağlayacak projelere her ikisi de karşı çıkıyor ama uçakları Atlantik üzerinde it dalaşına giriyordu.

Petrol fiyatlarının yüksek tutulması ve bunun Rus ekonomisini güçlendirmesi tamamen piyasa şartlarının bir sonucuydu. ABD'nin bunu bilerek yaptığını düşünmek komploculuk sayılıyordu.

Dünya para sistemi üzerinde dolaşan ve bir fırtına habercisi sayılan gelişmeler piyasa ekonomisinin doğal bir sonucuydu. Bunun . ülkemizi etkileri, sağlam ekonomik yapımız nedeniyle, sınırlı kalacaktı. Kaldı ki bu gibi gelişmeler doğal afetlerden farksızdı ve yaşadığımız kuraklık gibi bir şeydi.

Bizim ilgi alanımız demokrasi, özgürlükler, halkın iradesine saygı gösterilmesi ya da karşı tarafın, kendi yorumuna göre, cumhuriyetin temel ilkelerinin korunması talebi oldu. En ciddi tartışmalar başörtüsü, Atatürk ilkelerinin Anayasada kalıp kalmaması, seçimlerde halkın verdiği mesajın anlamının ne olduğu üzerinde sürdürüldü.

Seçeceğimiz cumhurbaşkanı bizim ilgi alanımız açısından bir anlam ifade etmeliydi. Ya çatıştığımız konularda bir tarafın zaferi anlamını taşımalı ya da beraberlik demek olan uzlaşmanın simgesi olmalıydı. Üstelik bu bir barış değil, nihai hesaplaşmanın ileri bir tarihe ertelenmesiydi.

Bazen çok fazla hesap yapmanın bir anlamı da olmuyordu. Herkes MHP ile DTP'nin çatışacağını hesaplarken iki tarafa birden ilham geliyor, samimi biçimde el sıkışıyorlar ama taraflardan biri Başbakana bu jesti bile fazla buluyordu. Bunu yapan MHP Mecliste çoğunluğun sağlanmasının yolunu ardına kadar açıyordu.

Nasıl olsa bir cumhurbaşkanı seçeceğiz. Ulaşılan sonuç tartıştığımız konular çerçevesinde değerlendirilecek ve kimin haklı kimin haksız olduğunu, hangi tarafın demokrasinin kurallarını ihlal ettiğini söyleyeceğiz. Bir de Türkiye'nin dünya üzerindeki rolü ve konumu açısından seçilen kişinin ne anlama geldiğini düşünsek nasıl olur?

 ANALİZ

Cumhurbaşkanlığı seçim süreci konusunda söyleyeceklerim birinin lehine bir başkasının aleyhine yorumlanabilir. Oysa cumhurbaşkanlığına seçilecek kişi, kim olursa olsun, beni kişisel olarak ilgilendirmiyor. Ne kimseden bir beklentim var ne de uğrayacağım kayıplar üzüntü yaratacak düzeyde olabilir. Analizlerimin doğruluğu sadece kişisel bir tatmin sağlar.

Bu tartışmalarda bir boyutun ihmal edildiğini düşünüyorum. Seçilecek kişi ülkemizin izleyeceği politikalar açısından ya da dünya ölçeğinde etkin olan güçlerin Türkiye üzerindeki projelerine etkisi bağlamında bir anlam ifade eder mi?

 Ne kastettiğimi somut bir örnekle açıklamak istiyorum. 2002 seçimleri Sayın Gül'ün başbakanlığı ile sonuçlanmış ama Sayın Erdoğan meclis dışında kalmıştı Var olan hukuk içinde bu durumun değişmesi mümkün görünmüyordu. Ancak CHP'nin de baş rolü oynadığı bir süreç Gül'ü yerinden etti ve Erdoğan'ı başbakan yaptı. Bu sadece, CHP'nin iddia ettiği gibi, demokrasinin gereğini yerine getirmek için mi yapılmıştı?

 Oysa aynı CHP, Gül'ün cumhurbaşkanlığını engellemek için tartışmalı bir süreci başlattı ve başarılı oldu. Bu defa demokrasi kaygısı taşıdığı da söylenemiyordu.

Gelişmeler demokrasi için sarf edilen gayretlerden kişisel pazarlıklara kadar uzanan bir çizgide değerlendirildi ama kimse bunun siyasi boyutuyla ilgilenmedi.

Yani Gül'ün izleyeceği politikaların önünün kesilmesi gibi bir niyetin olup olmadığı sorgulanmadı. Bugün bile ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Bryza'nın Gül'ün adaylığına karşı çıkışı ülkemizde bir gerginliğe neden olacağı endişesiyle izah edildi. Böyle bir seçimin kendilerini ilgilendiren tek yanı müttefiki Türkiye'nin istikrarının bozulacağı endişesinden ibaret sayıldı.

Çevremiz için kıyamet senaryoları yazılırken, ABD'nin Irak'tan çekilmesiyle kanlı bir iç savaşın başlayacağı ve bunun, biz de dahil, tüm çevre ülkeleri içine çekeceği söylenirken sadece başörtüsü ile açıklanan bir sorunla uğraşmamız anlamlı olabilir mi?

 Ayrıca başbakanlığı aşıp cumhurbaşkanlığı kapısına dayanan başörtüsü çıtasının yükseltileceğine, başı açık bir cumhurbaşkanı eşi olsa bile, Çankaya kapısının herkese açılacağını düşünüyorum.

Bu durumda seçimden sonra bir gerginliğin -olup olmaması, sanıldığının aksine, yönetici kadronun izleyeceği politikanın nasıl algılandığına bağlı olacaktır ve bunu sadece cumhurbaşkanlığı değil hükümetin yapısı da belirleyecektir.

Bu nedenle uzlaşmayı farklı tanımlıyorum ve bunun siyasi partiler arasında olmasının gerekmediğini, dünya dengeleriyle uyumlu bir kişinin seçilmesi halinde herhangi bir gerginliğin söz konusu olmayacağını söylüyorum.

Bu konuda iki farklı strateji uygulanabilir: Ya cumhurbaşkanlığına uluslararası siyaset açısından nötr bir kişi seçilir. Yâni bu makam siyaset dışı bırakılır.

Ya da izleyeceğimiz siyaseti temsil edecek ve dünyaya bunu ilan edecek bir kişi bu makama getirilir.

Sorun hiçbir biçimde ne demokrasi ne de başörtüsüdür. Türkiye'nin bu sorunların üstünde olduğunu kanıtlayacağını umuyorum.

DALGALANMA

Ekonomide gözlenen dalgalanma acaba siyaseti etkiler mi?

 Dalgalanma dünya ölçeğinde olduğuna göre bunun siyasi sonuçları da aynı boyutta olur mu?

 Kimsenin ilgilenmediği bu konuyu irdelemeye çalışacağım.

Önce bir soruyla başlayalım. Geçmişte askeri darbeler sık gözlenirken son zamanlarda halk hareketleri ve bunun sonucu olarak renkli devrimler moda oldu.

Acaba siyasi iktidarın el değiştirmesinde mevsimsel döngüler mi söz konusu?

 Yani şimdi halk hareketlerinin mevsimi mi geldi?

 Bu baharın ve yazın bir de kışı var mı?

 Darbelerin arka planında devlet örgütlenmeleri ve bunları temsil eden gizli servisler varken renkli devrimlerin arkasında küresel sermaye ve onların yönlendirdiği örgütler bulunuyordu. Sermaye bazen devrimler yapıyor, çoğunlukla iktidarları belirleyen güç olarak algılanıyordu. Mesela geçmişte CIA'nın desteklediği basın kuruluşları ve medyadaki etkinliği kitaplara konu olurken son zamanlarda bunlardan söz edilmez oldu ama medyaya egemen olan sermaye grupları tartışılmaya başlandı.

Ekonomideki dalgalanma küresel sermayenin gücünü ve etkinliğini sınırlıyor mu?

 Geçmişte olduğu gibi devletin belirleyiciliğinin baskın olduğu bir döneme mi giriyoruz yoksa gözlenen durum geçici mi?

 Sermaye toparlanıp eski gücüne kavuşabilir mi?

 Son zamanlarda ABD ve Rusya'da gözlenen askeri hazırlıklar, Soğuk Savaş dönemini hatırlatan gelişmelerle ekonomik dalgalanmanın ve sermaye kesiminin büyük ölçekli ve nerede duracağı belli olmayan güç kaybının yan yana gelişi bir tesadüf mü yoksa belli bir projenin parçaları mı?

 Önce bu dalgalanmadan kimlerin kaybedeceğini düşünelim. Borçlu iflas edince alacaklı kaybeder. Kaybedenler tasarruf sahipleridir ve bunlar Çin, Japonya, Ortadoğu'daki petrol devletleri ve biraz da Avrupa'dır. Bu tasarrufların sahibi olmayan, ancak bunları kullanan ve yön veren finans kuruluşları biraz varlık ama daha çok etkinliklerini kaybederler. ABD ekonomisinin reel kaybı olmaz. Rusya etkilenmez, çünkü dış ticareti vazgeçilemez olan enerjiye dayanıyor.

Küresel sermayenin kullandığı enstrümanlar değer kaybeder, ama asıl önemlisi, içine gireceği derin bunalım nedeniyle siyasi etkinliği büyük ölçüde azalır.

Tabloyu tamamlamak için bölgesel bir çatışmaya ihtiyaç vardır. Mesela ABD ile İran'ı karşı karşıya getirecek bir çatışma olursa ABD halkı uğrayacağı refah kaybını bununla izah eder.

Sonuç olarak sermayenin siyasal etkinliğini kaybedeceği ve devlet örgütlerinin, geçmişte olduğu, belirleyici rol oynayacağı bir döneme gireceğimizi düşünüyorum.

Böyle bir model kurarken nerede hata yapabileceğimi de hesaplıyorum. Analizim bir ön yargıya dayanıyor ve yıllardır tek taraflı bir kaynak transferine, yani Çin, Japonya, Ortadoğu ve Avrupa'nın tasarruflarının kullanımına dayanan ekonomik yapının sürmeyeceğine inanıyorum. Önümüzdeki ?

 dönemin sadece siyasi dengenin yeniden kurulmasıyla sonuçlanmayacağını, dünya ölçeğinde yeni bir ekonomik yapının da birlikte kurulacağını düşünüyorum. Eğer birileri sürekli tasarruf edip diğerleri bunu kullanmaya devam edebilirse benim modelim çöker.

Eğer model değişirse ülkemiz bundan çok etkilenir.

KİMLİK

Kimlik üzerinden yapılan siyaset siyasetin kendisi değil örtüsüdür. Yani insanların inançlarını, soylarını yüceltip onları korumak ya da üstün kılmak amacını taşıyan siyasi eylemler sadece bir araçtır. Bir ülkenin kendine özgü bir hedefinin ve buna ulaşmak için bir eylem planının olup olmadığını anlamanın en kolay yolu o ülke içinde farklılaşmanın ve siyasal mücadelenin kimlik üzerinden yapılıp yapılmadığına bakmaktır.

Dünya üzerinde rol oynayan, etkili sayılan ülkelerde siyasi farklılaşma kimliklere göre belirlenmez. Onları analiz ederken ekonomik politikalarından, dünyaya bakışlarından, siyasal hedeflerinden söz edilir. Mesela Sarkozy'nin Fransa için ne ifade ettiği onun Macaristan'dan göç etmiş bir Yahudi oluşu değil, uygulayacağı politikalarla değerlendirilir.

Türkiye kimlik siyaseti bataklığından kurtulamamıştır. Ne siyasal partiler ne de siyasi önderler ülkemizin geleceği konusunda fazla bir şey söylemez; inancına, kökenine göre sınıflandırılır. Hem genel hem de cumhurbaşkanı seçimlerinde politikalar değil kimlikler ön plandaydı ve bugün cumhurbaşkanı adayının ne kadar laik olduğunu anlamaya çalışıyoruz.

Bu konuda iki yaklaşım vardır: Bazıları ne yaptığının ya da ne yapacağının önemi yok. Bana kim olduğunu söyle yeter der. Diğerleri, kim olduğunu önemi yok, ne yapacağını söyle der. Biz birinci kategoriye dahiliz ve insanları soyuna, inancına göre sınıflandırır, bizden saydığımızın peşinden gider, onun her yaptığının doğru olduğunu düşünürüz. Bu tavrımızı bilenler hemen uygun bir kimliğe bürünür ve projelerini rahatlıkla uygularlar. Mesela darbe yapacaklar için en uygun kimlik Atatürkçülüktür.

Bu kimlik kullanılarak ülke liberal bir çizgiye getirilmiş, dinci gelişmenin önü açılmıştır.Kullanılan metodu şöyle özetleyebiliriz: Kullanmak istediğin gücün postuna bürün, onların sloganlarını tekrarla ve istediğin politikayı uygula. Kimse senin politikalarınla ilgilenmez ve sen istediğini rahatlıkla gerçekleştirirsin. Zaten ülkemizde politikalar tartışma konusu olmaz. En çok okunan yazarlarımız bile sadece kimlik üzerine yazanlar ya da siyasi magazin peşinde koşanlardır.

Ülkemizdeki en önemli sorun sayılan Kürt sorununun tartışılan boyutu kimlik üzerinedir. DTP bu sorunun öncelikli olduğunu ve siyasi tavırlarını buna göre belirleyeceğini söylüyor. Ne bölgenin ekonomik yapısı, ne de Ortadoğu'daki yeni yapılanma ve Türkiye'nin oynayacağı rol tartışma konusu olmuyor. Onlar da yapmak fiilini unutmuş, sadece almak fiilini biliyor görünümündeler.

Irak'ta siyaset kimlik üzerine yapılıyor ve insanlar kitleler halinde ölüyor.

Üstelik bu ölümler daha iyi bir gelecek vaat etmiyor. Devletsiz kalmış bir halkın ne olacağının somut bir simgesi halindeler.

Herkes kimlik üzerine siyaset yapadursun, ben herkesi kucaklayan, onları her türlü kötülükten koruyan, halkının duygularına saygılı ama çok güçlü bir devletin hasretini yaşıyorum. Güçlü zalim olmaz, zulüm zayıfın silahıdır ve sadece akıllı olan güçlüdür.

STRATEJİ

Bir olay, sebepleri ve sonuçlarıyla, akla uygun cereyan etmelidir. Genelde böyle bir uyum aranmaz ve olay nasıl anlatılıyorsa öyle kabul edilir. Bir olay dünya ölçeğinde sonuçlar yaratıyorsa bunu planlayanların da dünyaya yön veren güçler olduğunu düşünürüm. Eylül saldırıları ABD'nin büyük ölçekli operasyonlarına neden oldu ama arkasındaki gücün bir hayalet olduğuna inanıldı. Oysa yeni bir çatışma stratejisiyle karşı karşıya kalmıştık ve taraflarını tayin edemiyorduk.

Bu olay iki türlü açıklanabilirdi: Ya geleneksel silahlı güçlere, yani ordulara, bir alternatif olarak, onları anlamsız hale getirecek, baş edemeyecekleri bir güç yaratılmıştı. Yani terörizmi kullananlar geleneksel silahlı kuvvetleri kontrol edemeyen ama bunları etkisizleştirerek yeni bir güçle savaşı sürdürmek isteyenler olabilirdi. Bu yeni odak için en güçlü aday küresel sermayeydi ve terörü kullanarak mücadelenin çatışma boyutunu bu güçle yürütüyor olabilirdi.

İkinci ihtimal tam ters sonuçlara götürüyordu. Orduları kontrol eden güçler parayı kullanarak dünyaya egemen olmak isteyen güçlere karşı silahlı kuvvetleriyle mücadele edemiyordu. Çünkü ne saldırılacak bir karşı güç, ne de yok edilecek hedefler vardı. Yeni bir strateji belirlendi ve terör geleneksel orduların yanına ek bir güç olarak dahil edildi. Yani kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yanına bir de terör eklenmişti.

Somut bir örnek durumu daha iyi açıklayabilir: Çin ekonomisi küresel sermaye tarafından destekleniyor ve büyüme rekorları kırıyordu. Diğer yandan Çin'in önümüzdeki yirmi yıl içinde ABD için hem askeri hem de ekonomik açıdan büyük bir tehdit olacağı öngörülüyordu. Aynı gücün kendi hasmını yaratması, hatta büyük ölçüde desteklemesi mümkün müydü?

 Biz bunu yadırgamadık ve insanın kendi katilini yaratabileceğini kabul ettik.

Sermayeyi kontrol edenler böyle bir tehdidin varlığına inanmadılar. Onların kuracakları düzende savaş olmayacaktı. Bu nedenle askeri bir tehditten söz etmek gereksizdi. Ekonomik tehdit bir fanteziye dönüşmüştü. Tek bir ekonomik gücün kontrol ettiği dünyada böyle bir şey söz konusu olamazdı. Tehdit iki farklı güç arasında geçerliydi. Güç tek olunca tehdit fiilen mümkün değildi. Geleneksel güçlerin stratejisi, ekonomiyi kontrol edenlerin egemen oldukları ya da olacakları alanları fethetmek, bunun için terörizmi bir bahane olarak kullanmak, sermayenin demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi sloganlarını, terör tehdidiyle anlamsız hale getirmek olarak belirlendi. İnsanların güven içinde olma arzusunun her şeyin önünde olduğunu biliyor ve sermayenin vaatlerini, yarattıkları güvensizlik ortamıyla anlamsız hale getiriyorlardı. Sermayenin ılımlı İslam modeli radikal İslam'la ve Müslümanlar arasındaki mezhep çatışmalarıyla yıkıldı.

Şimdi şu soruyu cevaplandırmaya çalışıyorum: Son zamanlarda uç veren ekonomik sorunlar ekonominin kontrol edilemeyen dinamiklerinin doğal bir sonucu mu yoksa büyük çatışmanın yeni bir aşaması mı?

 Yani sermaye siyasal planda başarısızlığa uğratıldıktan sonra şimdi de sahip olduğu ekonomik gücü, en azından etkin olma imkanını kaybediyor mu?

 Kusura bakmayın. Aşıklar sensiz yaşayamam derler ben de modelsiz düşünemem.

BİZ ASLINDA KİMİZ?

 Bu günlerde kim olduğumuz konusunda tartışmalar yapılıyor. Kimin Kürt, kimin aslen Türk olduğu sorgulanıyor. Soy ve inançlara saygılı olduğunu sandığımız Osmanlının gerçekte Türk karşıtı, Alevi düşmanı olduğu yazılıyor.

Gerçekte kimliğimiz tercihimiz değil kaderimizdir. Soyumuzu doğa kanunları, inançlarımızı, sanılanın aksine, siyaset belirler. Kimse bir inancın neden aynı siyasi yapı içinde tek başına egemen olduğunu sorgulamaz ama onu kendisinin ayrılmaz bir parçası sayar.Onun için mücadele eder, canını verir. Dindeki yorum farklılıklarının, mezheplerin siyasi farklılıklar sonucu oluştuğunu, itikatla ilgili olmadığını düşünmez.

Aynı inancı ya da ideolojiyi paylaşanlar, siyaset yollarını ayırınca, mezhepler ya da aynı ideolojinin farklı yorumları maskesi altında bölünürler. Bu bölünme öyle şiddetli olabilir ki farklı köklerden gelenlerle ittifak yapılabilirken aynı düşüncenin değişik yorumları amansız düşmanlara dönüşebilirler.

Siyaset öyle güçlüdür ki kardeşleri düşman, en aykırıları birer sevgiliye dönüştürebilir. Osmanlının millet-i sadıka saydığı ve halkın iç içe yaşadığı Ermeniler günün birinde amansız bir düşman sayılabilir. Soğuk Savaş dolaşırken şimdi kucak kucağa yaşarız. Kimse şu soruyu sormaz: düşmanlıkların halklar arasında mı yoksa başkalarına karşı hangi duyguları beslemememiz gerektiğine yönetenler mi karar verir?

 Devletimin düşman saydığını dost ilan etmek gibi bir niyetim yok. Ama genel tanımlamalarla başkalarını mahkum etmem. Mesela Ermeniler, Rumlar ya da Hıristiyanlar Museviler gibi ifadelerle düşmanımı tanımlamam. Çatışma yönetimler arasındadır ve kendi yönetimimizi desteklemeyi, gerekirse onun için savaşmayı görev sayarım ama vuruştuklarım benim kişisel düşmanım değildir.

Bunu yönetenler çok iyi bilir ama halka başka şeyler telkin ederler. ABD ile Japonya acımasızca savaşmış, her iki taraftan yüz binlerce insan ölmüş ama savaşın hemen arkasından ABD Japonya'ya hem teknoloji hem de sermaye vererek Japon mucizesini yaratmıştır. Yani eski düşman en iyi dost olmuştur. Buna karşılık Nazilere karşı omuz omuza savaştığı Sovyetler bir günde düşman haline gelmiştir.

İnsanların kimlikleri üzerinden değerlendirme yapan, siyaset oluşturan kişilere şüpheyle bakarım. Bunlar gerçekte önceden planlanmış bir siyasi projeye göre halkı yönlendirmek için, bilim ya da düşünce kisvesi altında, bu siyasetlere zemin hazırlarlar. Tüm yorumları bu projeyi destekleyecek biçimdedir.

Bugünlerde birileri Kürtleri ve Alevileri kimlik siyasetinin içine çekmeye çalışıyor ve siyasetin kimlikten ibaret olduğu izlenimini yaratıyor. Yani ne dünyadaki değişmelerin ne de bunun içinde ülkemizin yerinin öneminden söz ediliyor.

Sonuçta kimlik siyasetinin içinde bocalayan ülkemiz geleceğini belirleme imkanını önemli ölçüde kaybedecek ve başkalarının projelerini kabule mecbur kalacaktır. Kimlik mücadelesi yapanlar da Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilir ama bir şeyi öğrenirler: Karşılarındaki güç Türkiye değil projenin asıl sahipleridir ve hepimiz kaybederken onlar kazanırlar.

YANILMAK

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde adayın AKP tarafından belirlenmesini ancak adayın karşı tarafın itiraz edemeyeceği bir kişi olması ve Türkiye'nin geleceğe yönelik tavrının bir simgesi olması gerektiğini savundum. Temennimi tahmine dönüştürdüğüm için de yanıldım.

Tartışmalar laiklik-dindarlık ekseninde sürdürülüyordu ama bunun önemsiz olduğunu, asıl sorunun dünyada kurulmakta olan yeni dengedeki rolümüz olacağını, daha doğrusu ideoloji örtüsü altındaki siyasal yönün belirleyici olduğunu düşünüyordum. Refah çizgisi ile AKP arasındaki farkın ideolojik olmaktan çok siyasal olmasını tipik bir örnek olarak görüyordum.

Dünyanın Batısında, yani yaşadığımız bölgedeki sorun Avrupa'nın geleceğiydi.

Avrupa bağımsız bir güç odağı mı olacaktı yoksa, eskiden olduğu gibi, ABD'nin egemenlik alanındaki bir bölge olmaya devam mı edecekti?

 ABD ve AB'nin farklı birer güç odağı olması ABD'yi nasıl etkileyecekti?

 Genel eğilim bu iki güç arsında bir rekabet olmadığı, demokrasi, insan hakları, liberal ekonomi gibi ortak değerlerin onların rekabetine engel olacağı biçimindeydi ve onları kardeş sayıyordu.

ikinci Dünya Savaşı sonrasından beri ülkemizdeki tüm siyasal gelişmeleri ABD ile Avrupa arasındaki farklılık ve rekabetle açıklamış birisi olarak, analizlerimi yine aynı çerçeveye oturtmam yanlış bir önyargının uzantısı mıydı?

 Ben de, herkes gibi, başörtüsü, dindarlık, laiklik gibi kavramlarla mı uğraşmalıydım?

 Sorunumuz Cumhuriyetin temel ilkelerinin tehdit altında olması ya da halkın tercihlerinin bürokrasinin engeliyle karşılaşması mıydı?

 Yeni kabineyi değerlendirirken bakanların özgeçmişlerine bakmalı ve ne kadar başarılı olacaklarını kişisel yetenekleriyle mi açıklamalıydım yoksa bu kişilerin hangi siyasetin simgesi sayılacağını mı sorgulamalıydım?

 Siyasal uzlaşmanın ülkemizin manevra alanını genişleteceğini, oluşacak şartlara göre tavır almamıza imkan vereceğini düşünüyordum Gerçi gelecek için tahminim AB'nin gerçekleşemeyeceği/ABD ve Rusya ekseninde oluşacak bir dengenin, dünyanın yeni yüzünü belirleyeceği yönündeydi. Ama karşı görüşte olanlara da açık bir kapı bırakılmış olacaktı.

Çatışma da çözüme giden bir yoldur. Sonuçta taraflardan biri tasfiyeye uğrar ve diğer taraf kesin bir egemenlik sağlar. Çatışmanın tercih edilmesi kaybeden tarafın tamamen etkisizleştirilmesinin istendiği anlamına gelir. Bugün gözlediğimiz yumuşama eğilimleri çatışmanın taktik evrelerinden biri olabilir ya da yeni bir uzlaşma arayışına işaret edebilir.

Gelecek için öngörümü şöyle özetleyebilirim: Laiklik-dindarlık eksenindeki çatışma alt düzeyde sürdürülecek, ekonomi ve bölgesel çatışmalar ön plana çıkacaktır. ABD'nin, parasal sorunlar karşısında, iç üretimi ve büyümeyi teşvik edecek politikalar izleyeceğini ve beklenen ekonomik daralmayı ülkesi dışına taşıyacağını sanıyorum. Bu parasal ekonomiden reel ekonomiye dönüş anlamını da taşıyacaktır. ABD ile Rusya arasında başlayan silahlanma yarışı bu politikayı destekleyecek, aynı zamanda uygun bir moral ortam hazırlayacaktır.

Türkiye'nin, dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan karargahlarda en önemli konulardan birisi olduğunu zannediyorum.

FANTEZİ

Bugünlerde ülkemizde liberalizm ve demokrasi rüzgarları eserken bu kavramları sorgulamak aykırı sayılacağı için yazımın başlığını fantezi olarak seçtim. Bu, yenilgiyi peşin kabul etmek anlamına da gelir.

Egemen anlayışı, iyi bir müziğin bestesinin olmaması, bir şefin yönettiği orkestra tarafından çalınmaması ve her enstrümanın çaldığı taksimlerin bütününün en güzel müzik olacağı düşüncesine benzetiyorum. Elbette bir orkestra şefi olacaktır ama o değneğiyle sadece herkesin istediğini çalmasını sağlayacaktır.

Frak giymese de olur, koyu renk bir elbise de idare eder. Enstrüman çalanların önüne notalar koymak, bir bestecinin eserini çalmaya zorlamak özgürlüklere müdahaledir ve ancak diktatörlüklerde böyle bir yola sapılır.

Büyük güç olmanın nasıl mümkün olduğunu düşünmeye başladım ve bir fantezi geliştirdim. Devlet içinde oluşan bir grup ya da bir akıl büyük güç olmanın nasıl mümkün olacağını tartışır ve bir yol haritası çizer. İçlerinden biri suyun bir yerde duramayacağını ve akması gerektiğini söyler diğeri, "Bırakınız aksınlar. Ama biz onların akacağı kanalları hazırlayalım" der ve öyle yaparlar.

Artık bir, kural ortaya çıkmıştır. Suların akışına karışılmayacak ancak akacağı kanallar yönetenler tarafından kazılacak tır.

Bir başkası insanların davranışının nasıl kontrol edileceğini ve uygulanacak plana uygun davranmalarının sağlanacağını sorar. Diğeri, "Geleceğini bir türbeye bez bağlayarak ya da kutsal bir mahalde mum yakarak güvence altına alacağına inananları yönetmekten daha kolay ne olabilir?

 İnsanlar tek başına bir şey yapamaz. Onları bir örgütün içinde toplarız ve bir ideoloji veririz. Önemli olan örgütü ve ideolojisini bizim kontrol etmemizdir" der.

Yönetici aklın içinde bir Kutsal Oluşturma Birimi kurulur ve din, soy ve değerler kullanılarak projeye uygun ideolojiler hazırlanır. Bu konuda ince eleyip sık dokumaya gerek yoktur. Futbol maçlarına ölmeye gidenler kutsal zırhına bürünmüş .düşünceler için gözlerini bile kırpmazlar.

Ele geçirilecek ülkelerde bir yandan yeni örgütler kurulurken diğer yandan var olanlar kontrol altına alınır. Örgütlenme ve düşünce özgürlüğünün insanların en doğal hakkı olduğu ve buna karşı koymanın toplumu geri bırakacağı zaten bilinir hale gelmiştir.

Osmanlı'nın son günlerinde İngiltere'de şöyle bir konuşma gerçekleşmiş olabilir.

Birisi, "Almanlar da bu ülkede çok iyi örgütlendiler. Projemiz tehlikeye giriyor" derken diğeri, "Bizim istediğimiz de buydu zaten. Artık Osmanlı bitti, sadece Almanlar ve biz varız. Eğer tek başımıza olsaydık Osmanlı bizimle uğraşırdı ve belki de kaybederdik. Oysa onlar bir taraftan biz diğer taraftan yıkıyoruz. Zaten örgütlerimize talimat verdik. Almanlarla uğraşmayın, Osmanlıyı bitirin yeter" diyor.

Bir kitapta İngilizlerin kullandığı Afgani isimli bir ajanın aslında Mason olduğunu ama Yaratana inanmadığı için locadan kovulduğunu okuyunca bu konuda ne kadar pervasız ve becerikli olduklarını anladım. Çünkü bu zat İslam mütefekkiri olarak tanınıyordu.

Bir bestekarımızın olmasını ve orkestramızın bu besteyi çalmasını diliyorum.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar