NOKTA ATIŞLARI…İSİMSİZ SAVAŞ DEVAM EDİYOR
Yazar/ Mahir Kaynak …2007
Birinci Bölüm NOKTA ATIŞLARI TÜRKİYE
PROJESİ
Hepimiz bazı şeyleri
eleştiriyoruz, çok fazla olmasa da, beğendiklerimiz de var. Her şeyi
demokratikleştirmeye bağlayanlar konu sıkıntısı çekmiyor. Ekonomide sınırsız
söz söyleme imkânı var. Hedefiniz ne diye sorarsanız basit bir cevabı olduğunu
ve bunun insan haklarına saygılı, demokratik ve müreffeh bir Türkiye olduğunu
söyleyeceklerdir.
Oysa böyle bir hedef olmaz. Daha
doğrusu soyut hedefler hiçbir anlam taşımaz ve ne başarınızı ne de yenilginizi
ölçemezsiniz. Milli gelir rakamları refahınızın arttığını, bazı yasak ve
sınırları kaldırmanız demokrasiye yaklaştığınızı gösterebilir ama dünya
ölçeğindeki gelişmeler sizi ciddi tehditlere maruz bırakabilir.
Hedefiniz somut olmalıdır.
Yani geleceğe ait bir dünya öngörünüz ve bunun içinde nasıl bir Türkiye'nin
mümkün olduğunu kestirebilmek gerekir. Hiçbir ülke ne demokrasiye ulaşmak ne de
halkının refahını artırmak konusunda isteksiz olamaz ama sizden çok farklı
politikalar izleyebilir. Bu durumda hanginizin doğru yaptığını nasıl
bilebilirsiniz?
Mesela Rusya devletin etkisini artırıcı ve ekonomisindeki
kilit sektörleri yabancılara kapatan bir politika izliyor. ABD terörle mücadele
bahanesiyle geleneksel demokratik uygulamalarından vazgeçiyor.
Fransa düşünceyi açıklamayı
yasaklıyor. Bu demokrasinin bir hedef olmadığı, güvenlik gerekçesiyle
sınırlanacağı anlamını taşıyor.
Sözlerimiz demokrasi karşıtlığı
olarak algılanmamalıdır. Gereksiz dediğimiz sınırlamalar egemen gücün savunma
mekanizmalarıdır ve demokrasi düşmanı oldukları için değil konumlarını
sürdürmek için aldıkları tedbirlerdir.
Bu durumda ilk işimiz ülke için
somut hedefler koymak ve bu hedeflerin hayatın gidişiyle uyumlu olmasını
sağlamaktır. Somut hedefler ancak ülkeyi dünyanın bir parçası olarak düşünmek
ve dışımızdaki gelişmeleri doğru anlayıp buna uygun bir ülke projesi yapmakla
mümkündür.
Bugünkü şartlar kısaca şöyle
özetlenebilir: Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle dünyada var olan dengeler anlamını
yitirmiş ve yeni bir düzen henüz kurulamamıştır. Tek süper güç sayılan ABD'nin
bu konumunu sürdürmesinin zor olduğu giderek yaygın bir kanı haline dönüşüyor
ama ona rakip olabilecek güçler, yani Avrupa, Rusya ve Çin henüz yeterli düzeye
gelemedi.
Yeni denge nasıl oluşursa oluşsun
ülkemiz önemli bir yere sahip olacaktır. Şu anda ekonomik açıdan ülkemize
yönelik ilgi, uyguladığımız politikaların uygunluğundan çok, önümüzdeki dönem
için mevziler kazanmak amacına yöneliktir ve bunun AB üyeliğiyle bir ilgisi
yoktur. Nitekim AB ile giderek artan sorunlar yaşamamıza rağmen ilgide bir
azalma gözlenmiyor.
Rusya kendisini dengenin bir
tarafı olarak gördüğü için uluslararası sermayenin egemenliğine izin vermiyor.
AB henüz nasıl bir yol izleyeceğine karar vermiş görünmüyor. İngiltere'nin
öncülüğündeki bir kanat uluslararası sermayenin desteğini sağlamaya çalışırken
muhafazakar diyebileceğimiz bir kanat Rusya benzeri bir politikanın, yani
kendine yeterli olmanın peşinde görünüyor.
Türkiye'nin tek başına bir güç
odağı olabilmesi henüz mümkün değil ama gelecek için öngördüğü AB ile
bütünleşme projesinin önünde de ciddi engeller var. Bunlar ülkemizin sahip
olduğu ve olumsuz olduğu söylenen şartlardan, yani yeterli ölçüde demokratik ya
da din farkından kaynaklanmıyor. Ülkemizde uluslararası sermeyenin etkisinin
artması Avrupa içindeki muhafazakar ve bu sermayeye uzak duran kesimlerin
tepkisini çekiyor ve yeni bir güç odağının rekabetinden rahatsız olan Rusya ile
ABD'deki ulusalcı Bush yönetiminin karşı tavır almasına neden oluyor.
Bu nedenle AB üyeliğini tek hedef
saymak yerine diğer seçeneklerin de tartışılması gerekiyor. Eğer yeni güç
odakları ABD ve Rusya olacaksa ve bunlar AB'nin yeni denge unsuru olmasını
engelleyip, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra olduğu gibi, bu güçler safında yer
almaya zorlayacaklarsa, yeni bir strateji gerekir.
SOYUT DÜŞÜNCE
Gençliğimde bir soruyu cevaplamakta çok
zorlandım ve sonra cevap aramaktan vazgeçtim. Yaratan en büyüktü ve onun
gücünün sınırı yoktu. Bunu tartışmıyordum ama bir balığın pulundan bir hayvanın
kılına, bir bitkinin yaprağındaki ince tüylere kadar her şeyi teker teker
planlamasının, O'nun için imkansız olmasa bile, gereksiz olduğunu düşünüyordum.
Ve üstelik benzer olanlar bile aynı değildi ve sınırsız olasılıklar söz
konusuydu. Yaratılışın, sınırlı sayıda, belki de bir sayfaya sığacak
formüllerle ifade edilebileceğini düşünüyordum.
Birinci formül yaşamı başlatan
formül olmalıydı. ?
Tek olan güç önce yaşamı başlatmalıydı. Ancak
bu formülle tekli bir yaşam söz konusu olabilirdi ve çokluğu sağlayacak ikinci
bir formüle ihtiyaç vardı. Üçüncü formül bu çokluğu kendi içinde tutarlı
kılmalı ve birbirini destekleyecek biçime sokmalıydı.
Ancak evrenin bireysel olarak
değil kurallarla var edildiği ve öyle yönetildiği düşüncesi egemen görüşe ters
düşüyordu. Ayrıca bu formüler, varsa bile, bunları çözmenin sınırlarımı
aştığını gördüm ve genele uydum.
Bu anımı olaylara nasıl baktığımı
anlatmak için yazıyorum. Somut olayları inceleyip bundan genel kurallara varmak
yerine önce kuralın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ve olayları kurduğum
modelin içinde değerlendiriyorum. Eğer somut olaylar modelimin yanlış olduğunu
düşündürecek ölçüye varırsa yeni bir model kuruyorum.
Aslında herkesin kafasında böyle
bir model vardır ama önce onu tartışıp doğruluğunu kanıtlamakla uğraşmaz, hatta
böyle bir modelinin olduğunu düşünmez bile. Mesela AB üyeliğimizin din ve
medeniyet farkı nedeniyle gerçekleşmeyeceğini düşünenler dünyadaki güç
odaklarının bir medeniyet ve kültür mücadelesi verdiklerini ve amaçlarının bu
konuda üstünlük elde etmek olduğunu varsayarlar ama bunun diğer amaçlarla,
mesela ekonomik ve siyasi çıkar sağlamak amacıyla çelişebileceğini düşünmezler.
Bir modelleri vardır ama tutarlı olup olmadığı irdelenmemektedir.
Çin'in, önümüzdeki dönemde,
ekonomik açıdan ABD'yi geçeceğini, askeri açıdan bu ülke için tehdit
oluşturacağını söylerler ama Çin'deki kalkınmanın ABD tarafından yönlendirilen
uluslararası sermaye tarafından desteklendiğini göz ardı eder ve bunun bir
çelişki olacağını düşünmezler. Eğer bu çelişkiyi çözseler dünyadaki
çatışmanın taraflarını görebilir ve tutarlı bir analiz yapma imkanına kavuşabilirlerdi.
Türkiye'de, son zamanlarda, PKK'lılara af çıkarılması
gündeme getirilince söylenenlerin savunulması mümkün görünüyor ve siyaset
savaştan daha iyidir deniyor. Ama aynı kişilerin, önceki dönemlerde,
neden siyasetin yolunu tıkadıkları ve tek yolun çatışma olduğunu söyledikleri
araştırılmıyor. Eğer bu çelişki çözülse sorun daha iyi anlaşılabilir ve her gün
bir öncekinin tersi kriterlerle hareket etmeyiz.
ABD'nin Irak'taki diktatörlüğe
karşı çıktığını ve oraya demokrasi getirmek için uğraştığını, İran'daki
teokratik rejimi bir tehdit olarak algıladığını söylüyoruz. Her ikisinin birden
mevcut olduğu Suudi Arabistan'dan şikayetçi olmaması gözden kaçıyor. Eğer ABD
bu işi petrol için yapıyorsa tedarik zorluğu mu çekiyordu ya da çekeceğine dair
bir emare mi vardı?
Yıllarca ABD'nin SSCB'nin düşmanı olduğunu düşünerek yaşadık ama SSCB
dağılınca ya da dağıldığı söylenince, en büyük desteği ABD verdi. Bu
çelişkiyi çözmeden dünyada neyin olup bittiğini anladığını sanmak safdillik
olmaz mı?
Olayları model kurarak incelemek bizi
çelişkilere düşmekten kurtarır. Olayları tek başına incelemek yerine bir
bütünün içinde değerlendirebiliriz. Burada karşılaşacağımız en büyük sorun bir
takım tabularımızın da bu tartışmalarda yara almasıdır. Bundan korkmamıza gerek
olmadığını düşünüyorum. Zaten çoğu eskimiş olan bu düşüncelerin yerine
yenilerini koyarız ve bir süre de bunlarla idare ederiz. Belki de günün birinde
her şeyi sorgulayabilen ve bu sorguların değer yargılarımızı yok etmeyip daha
üst bir düzeye çıkardığını da anlarız.
İLERLEME RAPORU
AB üyeliğimizi herkes çok farklı
amaçlar için kullanıyor ama bunların içinde AB üyeliğini hedefleyen olduğunu
düşünmüyorum. Türkiye'deki liberal ve İslamcıların oluşturduğu cephenin asıl
beklentisi egemenliğin el değiştirmesi ve kendilerinin bürokratların yerine
geçmesinin sağlanmasıdır. Demokratikleşmenin ve ekonomik reformların devletin
gücünü sınırlayacağı, yönetimin halka, daha doğrusu onların oluşturduğu
örgütlerin eline geçeceğini düşünüyorlar. AB raporunda askerlerin siyasi
rollerinin sınırlandırılması isteği, soyut bir demokrasi talebinin ötesinde,
egemenliğin el değiştirmesini amaçlıyor.
Böyle bir talep, ilke temelinde
değerlendirildiği zaman, hiç de reddedilecek gibi görünmüyor. AB demokratik
değerlerin egemen olacağı bir birliktelik olacaksa buna katılan ülkelerin
bu" değerlere sahip olmasından daha doğal ne olabilir! Ayrıca birliğin
üyesi olunca, daha üst bir kuruma devredilecek olan egemenliğin kimde
olacağının fazla bir önemi kalmıyor ve genel kuralın uygulanması, askerlerin
sivil otoriteye tabi olması bir gerekliliğe dönüşüyor.
Önce İslamcı ya da böyle
algılanan cephenin büyük bir yanılgı içinde olduğunu söyleme durumundayız.
İslam'ı terörün ve şiddetin sebebi olarak algılayan, bu dini kendi değerlerine
bir tehdit olarak gören Batının ülkemizdeki laik akımın temsilcisi sayılan
askerleri siyasetin dışına itip İslamcı cepheyi destekler bir tavır içinde
olması çelişkidir ve bu desteğin askerlerin siyasi etkinliğinin sona erinceye
kadar süreceği, daha sonra sıranın İslamcı cephenin tasfiyesine geleceği şüphe
götürmez.
Türkiye'ye yönelik stratejinin şu
biçimde oluşturulduğunu söyleyebiliriz: İlk aşamada askerin siyasi etkinliği,
demokrasi ve özgürlükler adına sınırlandırılacak ve karşı cephe
desteklenecektir. Bu sürece devletin ekonomik etkinliğinin sınırlandırılması ve
liberalizm adına, ekonomiyi kontrol eden kurumların, özellikle finans
sektörünün kontrol edilmesi eşlik edecektir. Burada devletin ekonomik gücünün sınırlandırılmasıyla
özelleştirme karşıtı bir tavrı savunduğumuz anlaşılmamalıdır. Ancak devletin
kendi burjuvazisini oluşturması ve nispeten bağımsız bir özel sektör
yaratılması kastedilmektedir.
Bu süreç İslamcı kesimin ekonomik
olarak güçlenmesini sağladığı için onların güçlü biçimde desteğini
sağlayacaktır. Ancak bu ekonomik güç dünya ölçeğinde anlamsızdır ve uluslar
arası güçlerin yanında ihmal edilir düzeyde kalacaktır.
Askerin siyasal etkinliği ve
devletin ekonomik gücü bertaraf edilince İslamcı cephenin yoğun bir baskı
altına alınması projenin ikinci aşamasını oluşturacaktır. Bu defa laik kesime
güçlü bir destek verilerek siyasal İslam tasfiye edilecek ve egemenlik yeni
oluşan uluslar arası bir yapının eline geçecektir. Bu noktaya gelindiğinde,
hala AB projesi yürürlükteyse, Türkiye üye olacak değilse yeni egemenler
tarafından yönetilecektir.
Bu nedenlerle ülkemizdeki
İslamcı-laik ayrışmasının yanlış olduğunu ve her ikisinin de kaybedeceği bir
süreci yaşadığımızı söylüyorum.
Bu gibi çatışmalarda tarafları
yönlendirenler, kişisel olarak zenginleşirler ve bunun cazibesine kapılarak
bütünü görmez ya da doğru değerlendiremezler.
Bir süre sonra herkesi içine
alacak ve yutacak bir anafora doğru sürükleniyoruz.
Böyle durumlarda yapılacak şey
tüm ideolojik tartışmaları, en azından bir süre, rafa kaldırmaktır. Laikler
her sabah kalkıp, "Türkiye'de irtica yoktur" diyecek, diğerleri de,
"Din elden gidiyor" demeyecektir. İslamcı medya, görünüşte dindar
ama gerçekte bu sürecin bir parçası olduğu açıkça sırıtan yayınlarından,
laikler de cumhuriyetin temel ilkelerinin tehdit altında olduğu söyleminden
vazgeçecektir. Ülkede sadece siyaset konuşulacak ve siyasetin ideoloji olmadığını,
hatta onun bir numaralı düşmanı olduğunu kabul edilecektir.
Aydınlarımız değişen dünya
şartlarına uygun yeni bir ortak ideolojiyi oluşturmaya çalışacak ve yeni
Türkiye önce insanların düşüncelerinde, sonra da gerçek hayatta inşa
edilecektir.
KİM OLACAK?
Ülke gündeminin birinci sırasında kimin
cumhurbaşkanı olacağı sorusu var.
Aslında sorunun cevabının basit
olduğu ve meclisin seçtiği kişinin bu makama geleceğini söylemek mümkün. Ancak
devletin herhangi bir makamına kimin nasıl geldiği konusunda bir model
kurulmadığı, sorun teorik düzeyde incelenmediği için hukuk kuralları içinde
kalınıyor ve asıl belirleyici olan faktörler göz ardı ediliyor.
Siyasi bir makama gelmek için
bilgi, beceri, tecrübe gibi faktörler belirleyici değildir. Birçok kişinin
sahip olduğu vasıflar yeterlidir. Bugün dünyanın kaderine hükmettiği söylenen
ABD Başkanının bu makam için en uygun kişi olması bir yana ortalama bir vasfa
sahip olduğu bile söylenemez. Bu konuda birinci kural hiç kimsenin bu gibi
makamlara kendi gücüyle gelmediği, getirildiğidir.
Buna kahramanlar ve efsanevi
liderler de dahildir.
Bu gibi makamlara kimin
geleceğini şartlar belirler. Liderler bu şartları oluşturmaz ama şartlar
liderleri oluşturur. Ayrıca liderlerin dünyayı doğru algılayıp buna göre
hareket eden kişiler olması da şart değildir. Çoğu zaman olayların tamamen
dışında kalmış, bunları anlamamış kişiler başa geçebilir. Hem dünyayı doğru
algılayan hem de lider olan kişiler çok az sayıdadır.
Liderler bir çiçek gibidir.
İnsanlar onun güzelliğinden etkilenir ama hiçbir zaman onu uç verdiği bitkiyle
uğraşmaz. Çiçek bir sonuçtur ve kökünden başlayarak tüm bir bitkinin
sembolünden ibarettir. Bu nedenle çiçeğin kim olacağını anlamak için bu
toprakta hangi bitkinin yetişeceğini, daha doğrusu yetişmesine izin
verileceğini anlamak gerekir.
Bugün cumhurbaşkanının kim
olacağına AKP karar verecek görüntüsü hakim. Bu iddianın doğru olması için
AKP'nin kurulması ve iktidara gelmesinin itici gücünün bu partiyi
oluşturanların olması gerekir. Bunu söyleyebilirsek geleceği de onun
şekillendireceğini iddia edebiliriz.
Ancak bu partinin hem kuruluşunda
hem de iktidara gelişinde siyasi bir proje söz konusu olmadı.
Sadece demokrasi, halk egemenliği, haksızlığa
uğramanın tepkisi gibi siyasi bir projeyi içermeyen söylemler ön plandaydı.
Uygulanacak politikaların önceden belirlenip belirlenmediğini de bilemiyoruz.
Çünkü ne AB'nin en önemli siyasal hedef olacağı ne de ekonomik alanda küresel
sermaye ile bütünleşeceğimiz, en azından halk tarafından, bilinmiyordu.
Önce bir tespit yapmamız
gerekiyor. Kamuoyunda anlaşılan siyasetle dünyaya şekil veren ve gerçek siyaset
diyebileceğimiz uygulamalar arasında hiçbir benzerlik yoktur. Biz demokrasi,
insan hakları, terör, zulüm ve mazlumlardan söz ederiz ama sel gidince geride
kalanlarla, yani oluşan siyasi yapıyla uğraşmayız.
Irak'ta olanlarla ilgileniriz ama
nasıl bir siyasi yapının oluşturulmak istendiği, bunun yeni dünya düzenin
içindeki yerini ve anlamını tartışmayız.
Türkiye'deki siyasi yapı, iç
dinamiklerin zayıflığı ve dünyadaki gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmesi
nedeniyle, dış etkenler incelenmeden anlaşılamaz.
Bölgemizdeki siyasi yapı hangi
temeller üzerine kurulacaktır?
ABD bölgede hangi güçle, yani İran'la mı yoksa
bizimle mi ittifak kuracaktır?
AB, ABD'nin rakibi midir yoksa onun
tamamlayıcısı olarak mı düşünülmektedir?
ABD dünya üzerindeki dengeyi ABD-Rusya
ekseninde mi kurmak istemekte yoksa Çin'in yeni bir dünya gücü olmasını mı
istemektedir?
Asıl önemli soru dünyadaki yeni ekonomik
düzen, bugüne kadar olduğu gibi, dünyanın diğer bölgelerinden ABD'ye kaynak
transferiyle mi sürdürülecek yoksa nispeten kapalı ekonomik alanlar mı
oluşacaktır?
Ülkemizin yeni yapılanmada yeri nedir?
Cumhurbaşkanın kim olacağı bu soruların
cevabına bağlıdır. Bu soruların cevabı İslam'ın siyasi bir ideoloji olup
olmayacağını da belirleyecektir.
Geleceğe yönelik tahminlerimi
şöyle özetleyebilirim: Bir petrol istasyonuna benzetilen Arap ülkeleri aslında
bir banka görevini yapmaktadır ve uluslararası sermayenin bir bölümünü
yönlendirmektedir. Tüm batı dünyasını karşısına alan İslamcı siyasetin tasfiye
edileceğini ve bu ülkelerde sistem değişikleri olacağını, krallıkların yerini
askeri diktatörlüklerin alacağını, bunun bir devrim sayılacağını ve olumlu
karşılanacağını düşünüyorum. Türkiye bu genel dönüşümden etkilenecektir.
KAZANAN NEREDE?
Erke adlı kuruluşun sıfır maliyetle sınırsız
enerji üretebileceği iddiası şüpheyle karşılandı. Oysa insanlar uzun zamandan
beri benzer birçok iddiaya inanıyorlar ama hiç kimse bundan ne kuşku duyuyor ne
de bu inancı nedeniyle akılsız sayılmaktan korkuyor. Mesela bir süreden beri
dünya, El-Kaide denen bir örgütün herkese meydan okuduğuna ve istediği yerde
eylemler yaptığına inanıyor ama kimse onun izini bile bulamıyor. Bunun sıfır
maliyetle sınırsız enerji üretmekten ne farkı var?
Fakat bana en eğlenceli gelen konu ABD'nin
Irak'ta yenildiği ve çekilmek zorunda kalacağı iddiası. Bazıları olayı Vietnam
Savaşına ya da Rusya'nın Afganistan seferine benzetiyorlar ama oradaki
savaşların birinde Çin ve SSCB'nin diğerinden ABD'nin doğrudan desteğini ihmal
etmekte bir sakınca görmüyorlar. Irak'ta ABD'nin yenilen taraf olduğunu anladık
ama galip tarafın kim olduğunu bilmiyoruz. Eğer direnişçiler kazandı diyorsanız
neden Erke'nin sıfır maliyetli sınırsız enerji üretimini şüpheyle
karşılıyorsunuz?
Tarihin en büyük ve en ileri teknolojilere
sahip olduğu söylenen gücü bir avuç direnişçi karşısında çaresizse verilenle
alınan arasında bir denge olması gerektiğini nasıl savunursunuz?
Ayrıca artık insanların davranışlarında
rasyonellik aramak komploculuk olarak adlandırılmaya başlandı. Mesela şöyle bir
soru soramazsınız: Irak Ordusu neden ABD işgaline karşı tek kurşun atmadı ve
teslim oldu ama terhis edilen ordunun elemanları, daha sonra, bir direniş
örgütleyip savaşmaya başladılar?
Eğer işgal sürecinde savaşsalardı, yenilseler
bile suçlu konuma düşmeyecekler ve şerefli bir asker olarak hayatlarını
sürdüreceklerdi. Yenilmiş olmaları, kendileri açısından, farklı bir durum
yaratmayacaktı. Ama onlar asker gibi savaşmayı reddedip neden terörist damgası
yemeyi tercih ettiler?
İnsanları bir gün korkak bir tavşan, başka bir gün hayatlarını hiçe
sayan bir kahraman haline getiren nedir?
Eğer savaşmamalarını Saddam emrettiyse neden
ABD onu yargılayıp asmak istiyor?
ABD'de savaşı başlatan ya da destekleyenlerin
karşımıza geçip, "Biz yanlış hesap yaptık ve bu savaşı kaybediyoruz"
dedikleri zaman birçok kişinin rahatladığını ve hiçbir şeyi olmadan,
çalışmadan, düşünmeden yaşamanın büyük zaferlere imza atmayı engellemediğini,
aralarından seçecekleri bir avuç Kurtlar Vadisi kahramanıyla tarihin en büyük
gücünü yenebileceklerini hayal ettiklerini görüyoruz. Hatta Ahmedinecad, "Bazı
büyük baş hayvanların boynuzlarının kesilmesinden" bahsedebiliyor.
Askerlik tarihinde Erke'nin buluşunu sollayan gelişmeler oluyor ve bildiğimiz
her şeyin yanlış olduğunu görüyoruz.
Bunları gördükçe asıl yenilenin
ben olduğumu düşünüyorum. Her türlü zorlukları yaşarken bir şeyler öğrenmek,
doğru düşünmenin yollarını bulmak için uğraştığım yılların anlamsızlığını,
öğrendiklerimin hepsinin yerinin çöp sepeti olduğunu, matematik ve mantığın en
geçersiz metotlar olduğunu anlıyorum. Hangi sayının hangisinden büyük olduğu
sorusuna "Bilinemez" demek varken bir sürü karmaşık matematik
problemlerini çözmek için uğraştığım yıllara acıyorum.
"Böyle savaş olmaz,
taraflardan birine ABD dersem karşısına denk bir güç koymam gerekir. Eğer bu
güç dışarıda değilse çatışan tarafların aynı ülke içinde olması gerekir"
dersem, sözlerimi kimseye anlatamam. Tarafları ülkeler olarak tanımlamaya
alışmış ve bir ülke içindeki mücadeleyi sadece iç savaş olarak görenler
saçmaladığımı düşünürler. Ama söylenenleri kabul edersem tüm bildiğim, öğrendiğim
ve doğruluklarına inandığım mantık kurallarını hiçe saymam gerekir.
Üstelik olanları, tutarlı ve
akılcı olmalarına bakmadan anlatanların sözlerini kabul edersem kendimi aptal
gibi hissederim.
Bir karar vermek zorundayım. Ya,
"Söylediklerinizin hiçbir anlamı yok. Ne olduğunu bilmiyorum ama böyle
olmayacağını biliyorum ve ne olduğuna ancak ne olabilir sorusuna cevap vererek
ulaşırım" derim ve her türlü dışlanmaya katlanırım ya da söylenenleri
aynen kabul eder aptal olmayı kabul ederim.
Cevabım hazır: "Doğru
söylemiyorsunuz."
KOLAY ÇÖZÜMLER
Gazetedeki bir makaleyi
ilgiyle okuyorum. Yazı Rus gizli servisinin, Putin'e muhalif eski bir ajanı
zehirlediğini anlatıyor. Olayın nasıl cereyan ettiği konusunda hiçbir şüphe
yok. Yemeğine konulan nükleer bir madde ile eski ajan zehirleniyor ve bir süre
sonra hayatını kaybediyor. Ajanın çeşitli fotoğrafları, kullanılan maddenin onu
nasıl etkilediğini ve nasıl trajik bir duruma sürüklediğini apaçık gösteriyor.
Zaten bu konularda sabıkalı olan Rus gizli servisinin aynı metotları kullanarak
muhalifleri bertaraf etmeğe başladığı ifade ediliyor. Nitekim başka bir muhalif
kadın gazetecinin de öldürüldüğünü hepimiz biliyoruz.
Olay anında çözülmüş görünüyor.
Elimizde herhangi somut bir delilin olması da gerekmiyor. Öldürülen muhalifse
bunu Putin tezgahlamıştır deniyor ve kullanılan maddenin sıradışılığı hemen bir
gizli servis bağlantısını çağrıştırıyor.
Benzer bir durumu 11 Eylül
saldırılarından sonra da yaşamıştık. Binalara çarpan uçakların El-Kaide
tarafından yönlendirildiğini olaydan hemen sonra öğrendik.
Zanlıların arabalarında bulunan
dini kitaplar, uçak kullanma kılavuzları herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak
şekilde teröristlerin kimliklerine ulaşmamızı sağlıyordu.
Ülkemizde Özdemir Sabancı
suikastının failleri dakikalar içinde tespit edildi ve ilk tespiti değiştirecek
hiçbir yeni olguya rastlanmadı. Bu olaydan sonra biraz daha gayret etselerdi
olayı gerçekleşmesinden önce aydınlatacaklardı dediğimi hatırlıyorum.
Son derece profesyonel ve
dünyanın en tecrübeli gizli servislerinden biri olduğu söylenen bir örgüt
kendisini hemen ele vermiş ve suçüstü yakalanmıştı. Oysa bunların kendilerini
çok iyi gizledikleri, yaptıkları eylemleri çözmenin çok karmaşık bir bilmeceye
cevap bulmaktan daha zor olduğu düşünülürdü. Oysa, hemen herkes, her üç olayda
da yaşananları tüm ayrıntılarıyla öğrenmişti.
Rus gizli servisine atfedilen bu
eylemi ve anlatılanları olduğu gibi kabul edersem kendimi aldatılmış
hissedeceğim ama başka bir yorum yapsam ya gerçekleri saptırmakla itham
edileceğim ya da komplo teorisi yapmakla suçlanacağım. Oysa bu eylemin bir
roman konusu olacak kadar ilginç olduğu söyleniyor, hikayenin başka türlü
anlatımının önü kesiliyor.
Oysa kolay çözümler genelde
yanlıştır. İki kişi kavga eder ve biri diğerini öldürürse bunu karmaşık bir
yanı yoktur ama bir gizli servisin eylemleri her zaman önceden hesaplanır ve
sorumluluğu başkalarına yüklemek için inandırıcı senaryolar hazırlanır. Eğer
bir gizli servis doğrudan sorumluluk yüklenmek yolunu seçmişse bu
karşısındakilere gözdağı vermek amacı taşır. Bu durumda bertaraf edilen kişinin
kurban edilmesi herhangi bir kayıp anlamı taşımaz.
Ajanın öldürülmesinin bir gizli
servis işi olduğu en büyük ihtimaldir ama hangi gizli servisin tezgahı olduğunu
anlamak için biraz daha düşünmek gerekir.
Önce her muhalif bertaraf edilmez
hatta muhalif olmak bir bakıma insanların hayatını garanti altına alır. Çünkü
bir muhalifin bertaraf edilmesinin iktidarı'zan altında bırakacağını herkes
bilir. Öyleyse böyle bir ithamı göze almak için ortadan kaldıracağınız kişinin
bu riske değer olması gerekir. Eski ajanın böyle bir öneme sahip olduğunu
gösteren herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Oysa böyle bir kişiyi ortadan
kaldırıp suçu Rus gizli servisine yüklemek başkalarının işine yarayabilir.
Böylece Rus muhaliflerini korkutur, onları koruma altına almak bahanesiyle
istediğiniz biçimde kontrol eder ve kullanırsınız. İstediğiniz kişilere muhalif
damgasını vurup bertaraf eder faturayı Rus gizli servisine kesebilirsiniz.
Her güçlü devlet ya da iktidar
kendi muhaliflerini yaratır ve kontrol eder. Aksi halde bu alan başka güçler
tarafından doldurulur. Bu nedenle muhalif güç bir ayak bağı değil destekçi
olarak algılanmalıdır. Bu durum sadece büyük devletler ve güçler için
geçerlidir.
Kolay çözümler peşinde koşmak
yerine olayda başka bir servisin, mesela İngilizlerin parmak izini aramak daha
doğru olabilir.
SANAL GERÇEKLER
Geçmiş yüzyıllarda evinde huzur
içinde yaşayan insanlar bir gün, belki de hiç haberleri yokken, adına düşman
dedikleri, askerlerin saldırısına uğrar, kendilerine ait olduğunu düşündükleri
her şeyi kaybeder, öldürülür, kadın ve kızlarına tecavüz edilirdi. Malları
yağma edilir, toprakları ellerinden alınırdı. Kutsal saydıkları ibadethaneleri
en rezil eylemlerin yapıldığı, insanların boğazlandıkları yerler olurdu.
Herkesin böyle davranmadığı, bazı
düşmanların işgal ettikleri yerlerdeki insanların canlarını ve mallarını
bağışladığı, inançlarına saygı gösterdikleri söylenirdi ama onlar da bir yandan
bu asil davranışları sergilerken diğer yandan rakip olacağını düşündükleri
kardeşlerini boğdururdu. Herkesin gerçek sandığı kurallar bir anda
.anlamsızlaşır ve kuralsızlık kural haline gelirdi.
Günümüzde bunların tarih olduğu,
artık bu gibi davranışlara geniş halk kitlelerinin tepkisi, kuralları koruyan
kurumların varlığı nedeniyle başvurulamayacağı düşünülebilir ve eğer Iraklı
değilseniz haklı görünebilirsiniz. Ama orada hem sıradan insanlar her şeyini
kaybetmekte hem de kardeş sayılması gereken Saddam idam sehpasında can
vermektedir.
Ama sözümüz bunları gözler önüne
sererek genel gidişin benzeştiğine işaret etmek değildir. Asıl sorun bizleri
bir zırh gibi koruduğuna inandığımız başka kuralların da bir anda yok
olabileceğidir.
Aybaşında maaşını alan bir kişi,
taksitlerini öder, markete gidip alış verişini yapar, bir evde oturur, doğalgaz
musluğu onun için hazır beklemektedir. Yüz bin kişiyi besleyemeyecek bir alana
doluşan on iki milyon insan her şeyi önünde bulabilmektedir. Bütün bunlar var
olan ekonomik yapı ve onun kuralları tarafından gerçekleştirilmektedir.
Elinizde para denilen bir kağıt parçasıyla sizin ekonomiye katkınız ölçülmekte
ve bunun bedeli ödenmekte, siz de bu kağıtla istediklerini alabilmektesiniz.
Size son derece doğal ve gerçek gelen bu düzen aslında bir uzlaşmaya dayanır ve
bir kurgudur. Günün birinde bu kurallara birileri uymazsa ya da tüm bu
kuralları etkileyecek bir güç bunları geçersiz sayarsa ne olur?
Amacım bir felaket senaryosu yazmak ve günün
birinde insanların aç ve çıplak kalabileceklerini iddia etmek değildir. Ancak
bu kuralların dokunulmaz olmadıklarına, birilerinin bunları kullanabileceğine
işaret etmek istiyorum.
Toplumun yapısı ve ekonomik
ilişkiler karmaşık hale geldikçe bunları kontrol edebilecek konumda olanlar
hepimizin yaşamını bir anda değiştirebilirler.
Bu, bilgisayarlarla yönetilen bir
mekanizmanın hackerler tarafından saldırıya uğramasına benzer. Kendi içinde
tutarlı ve düzgün işleyen mekanizma bir anda siyah bir ekrana dönüşebilir.
Bu durumda ülkelerin siyasi
sınırları içinde bir ekonomik güvenlik sağlamaları düşünülebilir. Oysa bu yolun
geçerliliği yoktur ve bu her ülke için böyledir.
ABD kendi sınırları içinde
güvenli olamayacağını bildiği için dünyanın her yerinde var olmaya
çalışmaktadır. Siyasi sınırlar dışında bir ekonomik güvenlik alanı yaratmak tek
çözüm olarak görünmektedir ve bugün yaşanan karmaşa ve çatışmanın temelinde bu
endişe vardır.
Türkiye'de ekonomik tartışmalar
büyüme, enflasyon, bütçe, dış ticaret konularıyla sınırlıdır. Başarı ve
başarısızlıkların ölçüsü de bu konulardaki performans olmaktadır. Oysa ekonomi
politikanız yanlış bir denge modeline dayalı ise, eski çağlarda düşman işgaline
uğrayan insanlar kadar çaresiz kalabilirsiniz.
Sözlerim serbest rekabet düzenine
karşıtlık ve, mesela, devletçiliği savunmak olarak algılanmamalıdır. Girilen
savaşta ne ordunun miktarını ne de sahip olunan silahları tartışmıyorum. Sorum
sadece doğru bir strateji izlenip izlenmediği konusundadır.
Türkiye küresel ekonomiyi
savunmakta ve bunun bir parçası olmanın yeterli güven ve istikrarı
sağlayacağını düşünmektedir. Bu düşünce yanlışsa ve buna karşıt olan bir cephe
giderek güçlenmekteyse bir gün köylerinize kadar onların girdiklerini ve tüm
değerlerinizin çiğnendiğini görebilirsiniz. Önce modelimizi tartışalım.
DİN VE SİYASET
Son zamanlarda laiklik- irtica eksenindeki
tartışmalar yoğunlaşırken 28 Şubat süreci de yeniden gündeme taşındı. Bazı
yazarlar radikal İslam'ı demokratik bir çizgiye çektiği için olaya olumlu
yaklaşırken diğerleri bunun gereksiz olduğunu ve toplumun iç dinamiklerinin her
türlü radikalizmi engelleyebileceğim ileri sürdüler.
Her düşünce ve yargı onun
oluştuğu ön kabuller ve varsayımlar doğru olduğu sürece anlamlıdır. Ülkemizdeki
gelişmeler hakkında dinin yönetime etkinliği açısından bakarak söyledikleriniz
başka ön kabuller çerçevesinde tamamen anlamsız hale gelebilir ve ben dinin ve
dini değerlerin topluma egemen kılınmasının bir amaç değil bir araç olduğunu
düşünüyorum ve tüm gelişmeleri siyasi sonuçlarıyla değerlendirmek gerektiğine
inanıyorum.
Ne ülkemizde ne de dünyada dinin
ön plana çıkması toplumun kendi dinamiklerinin sonucu değil. Yani insanlar
kendiliğinden dine yönelmediler ve siyasetçiler bunu bir veri kabul edip
stratejilerini buna göre belirlemediler. Din güç odaklarının planları ve
politikaları çerçevesinde önem kazandı ve öngörülen bir çizgide gelişti. Daha
açık bir ifadeyle dinin ilahi boyutu giderek önemsizleşirken siyasi boyutu
başat hale geldi. Ayrıca tüm ideolojiler bir hedef değil toplumu kontrol
edebilmek ve aklın yerine inançları egemen kılarak mutlak bir itaat sağlamak
amacı taşır. İnsanlar büyük bir hapishaneye tıkılmış gibidir ve onu sınırlayan
duvar maddi olanlardan daha katıdır. Etrafı ideolojik ya da dini kutsallarla
çevrilen insan bu çizgiyi aşamaz, aşmak isteyenler yok olurlar.
Kaldı ki dinin radikalini
demokrat olandan ayırmak kolay değildir. Milli görüşün radikal, yerine
gelenlerin demokrat olduğunu söyleyenler sadece kişisel değer yargılarıyla ya
da ait oldukları çevrenin çıkarlarıyla bu yargıya varmaktadır.
Dini kimliği ön plana çıkan iki
farklı hareketi birbirinden ayıran tek şey dine bakışları değil dünyaya
bakışlarıdır. Milli görüş ABD karşıtı bir politika izlerken yerine gelenler
sürekli vurguladıkları küresel ekonomik dünya görüşüyle ön plana çıktılar.
Ayrıca radikal İslam'ı saf dışı
ettiği için desteklenen demokrat İslamcılar genel çizgilerini değiştirmediler,
hatta laik kesimin birçok söylemini benimseyerek ideolojilerinden ödün
verdiler. Ancak bu yumuşama yetmemiş olmalı ki irtica tehdidi tekrar gündeme
taşındı ve bir darbe ihtimalinin bile olduğu söylenir oldu. Madem bu iktidar
irticaya ödün veriyordu bunu yeni mi fark ettiniz?
Daha önceleri, onun gelişinde ayaklarına
kırmızı halılar serenler de siz değil miydiniz?
Türkiye'de ne kendilerini İslam'ın savunucusu
olduğunu ne de laikliği korumak istediğini söyleyenlere inanıyorum ve
söylediklerinin arka planındaki politikalarla ilgileniyorum. Laiklerin cenaze
namazlarında saf tutmalarını, dindarların laik ve demokratik Türkiye'nin
savunucusu oldukları söylemlerini tebessümle izliyorum. Bir süre sonra
birbirinin aynısı olsalar bile aralarındaki mücadelenin bitmeyeceğini biliyorum.
Ancak iki tarafın asla
vazgeçmeyecekleri ortak bir yanları var. Halkın dünya sorunlarıyla
ilgilenmesini ve çözüm aramalarına katlanamazlar. İnsanlar bu konuda o kadar
şartlanmıştır ki, siyasetle ilgilenmeyi bir ideolojiye sahip olmak sanırlar ve
sorunlara çözüm aramak gibi bir dertleri yoktur. Zaten halk sorunun dindar ya
da laik olmak olduğunu sanmaktadır. Oysa herkesin problemi aynıdır ve onlar bu problemi
belki de hiç duymamıştır.
28 Şubat sürecini sebeplerinin ve
sonuçlarının dindarlık ya da laikliği korumakla bir ilgisi yoktur ve istenen
siyasi sonuçlara ulaşılmıştır. Bugün irticanın yeniden gündeme taşınması da
tamamen siyasi nedenlere dayanmaktadır ve iktidarın küreselci politikalarına
karşı çıkan uluslararası güçler bu çatışmayı tahrik etmektedir. Eğer bu
uluslararası güçler olmasa laiklerimiz alçak sesle itirazlarını sürdürmeye devam
edecekti.
28 Şubat sürecinin, benim için,
karanlık tek noktası kaldı: Erbakan'ın gelişmeleri fark etmesi gerekirdi ama
adeta hız kazanmasını sağlayacak davranışlar sergiledi. O da bu büyük oyunun
içinde miydi?
Bilemiyorum.
İSİMSİZ SAVAŞ
Geçmişte yaşadığımız savaşların
hem bir adı vardı hem de tarafların kimler olduğunu, niçin savaştıklarını
bilirdik. Günümüzde eskilerin sonuçlarını aratmayacak değişikler yaratacak bir
mücadelenin içindeyiz ama bu savaşın ne adını ne taraflarını ne de niçin
yapıldığını biliyoruz. Hatta savaşta mıyız yoksa bir barış döneminde miyiz kestirilemiyor.
Soğuk Savaş döneminde tarafların
savundukları ideolojiler belliydi. Şimdi mücadelenin ideolojilerinden biri gibi
görünen İslam çatışmanın her iki yanında da yer alıyor. İran, ABD ve kapitalizm
karşıtı olarak görünürken, Türkiye Batı ile çatışma bir yana onun bir parçası
olmak için uğraş veriyor. AB taraf olabilecek konumda bile değil. Kendi
içindeki çatışma ve farklılaşma onu bir taraf olacak yerde mücadelenin alanı
haline getiriyor ve tarafların hepsini barındırıyor.
Aynı şey ülkemiz için de geçerli.
Biz çatışmanın tarafı değil alanı konumundayız. Bu savaşın sonunda biz hem
yenilen hem de galip gelen tarafta olacağız. Ancak bunu söylemek için
tarafların kimler olduğunu belirlemek gerekir. Türkiye'deki laik- İslamcı
karşıtlığının dünya üzerinde karşılığı yok.
Bu taraflardan hangisi hangi
ülkeler tarafından destekleniyor ya da, en azından, beğeniliyor bilinmiyor.
Sorun bu yeni mücadelenin
eskilerinden tamamen farklı nitelikte olmasından kaynaklanıyor. Geçmişte bir
ülke hasmı ile çatışırken halkı, bireysel düşünce ve tercihleri ne olursa
olsun, bu düşmana karşı savaşırdı ve karşı gelenler ihanetle suçlanırdı. Bugün
her ülkenin vatandaşları birbiriyle savaşan farklı güçlerin yanında yer alıyor
ve bu doğal karşılanıyor. Mesela ABD'de Irak'ı yenmenin ne anlama geldiğini
kimse bilmiyor, yani ABD galip gelirse nasıl bir Irak olacağının tanımı yok.
Türkiye böyle bir çatışmadan
habersiz gibi görünüyor ve alışageldiği kavramlarla yaşamını sürdürüyor. Bize
göre bazı Avrupa ülkelerinin haksız, çifte standartlı davranışları nedeniyle
amacımıza ulaşamıyoruz ama AB de ülkemizin önemini bilemediği için kaybediyor.
Bu bakış açısıyla hiçbir şeyi
anlayamayız. Bir gerilla savaşındaki geleneksel ordu birliklerine benziyoruz.
Karşımızda üniformasından ayırt edebileceğimiz bir düşman arıyoruz ama
diğerlerinden görünüşü hiç farklı olmayan ancak vurup kaçmasıyla hasmımız
olduğunu anladığımız gerillalar karşısında gibiyiz. Herkesin liberal olduğu
dünyamızda ideolojilerine bakarak ülkeleri farklılaştıramıyoruz.
Dinlerini kriter olarak alsak
aynı din ve mezhebin mensupları her kampta varlar.
Tarafları, bildiğimiz kavramlarla
açıklayamıyoruz ama onları tanımlayacak yeni kriterler bulamadığımız için bir
çelişkiler dünyasında bocalayıp duruyoruz.
Karşımızda bizimle ihtilafları
olan bir AB var ama onun bir kanadı müttefikimiz gibi davranıyor ve her
adımımızda bizi destekliyor. Tüm dünyayı bir yana bırakıp sadece AB ile
ilgilendiğimizi varsaysak iki kampın olduğunu görüyoruz. Bir yanda uzlaşamadığımız
Fransa-Almanya ekseni diğer yanda bizimle aynı çizgide görünen İngiltere ve
yandaşları var. Bu durumda bile bir soru cevapsız kalıyor.
İngiltere bizi mi destekliyor
yoksa biz mi İngiltere'nin politikalarının savunucusuyuz?
Tony Blair'in ani ziyareti, bazılarına göre,
Türkiye'nin AB'den uzaklaşmasını engellemek için yapılıyor. Bu doğru bir teşhis
ama amacı, bizim hedefimize ulaşmamız için verilen bir destek mi yoksa
İngiltere, AB içinde, kendisiyle birlikte hareket edeceğinden emin olduğu
önemli bir ülkeyi yanında bulundurmak mı istiyor?
Yani biz AB içindeki İngiltere kanadının bir
manivelası konumunda mıyız?
Durumu şematik olarak ve kabaca şöyle
özetleyebiliriz: Artık birbirinden farklı devletlerden söz edilemez. Her
devletin içinde diğerlerinin içindeki gruplarla birlikte hareket eden odaklar
var.
İç siyasi gelişmeler bu durumun
bir yansımasından ibaret. Mesela Fransa-Almanya ekseninin, ülkemizdeki etkisini
iktidar lehine kullanması beklenemez. Buna karşılık İngiltere iktidarı ayakta
tutmak için bütün gücünü harcayacaktır ve en önemli etki aracı yönettiği
parasal kaynaklardır. ABD için de benzer bir analiz yapılabilir ve hangi
kanadın kimi destekleyeceği öngörülebilir.
YENİ BİRAB İnsan bir şeyi
anlatırken çoğunlukla önündeki nesneyi değil kendini anlatır.
Sözlerimiz analiz yeteneğimizi,
kullandığımız kavramlar derinliğimizi ve bakış açımız ilgilerimizi açığa vurur.
Ülkemizde AB hakkında söylenenler AB'den çok bizi anlatıyor.Bize göre
adaletsiz, çifte standartları olan Fransa-Almanya ekseni, ülkemizin önemini
kavrayamadığı için büyük güç olma şansını kaybediyor, küçücük bir devletin,
Kıbrıs Rum yönetiminin kaprislerini engellemeyerek kendisini ikinci sınıf bir
güç olmaya mahkum ediyor.
Bize göre bazı ülkeler küçük
düşünür ve incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle büyük fırsatları heba
edebilirler. Kuzey Kıbrıs'taki izolasyonları kaldırmayarak Ortadoğu'ya uzanan,
enerji kaynaklarına ulaşmalarında önemli bir köprü oluşturacak bir ülkeyi, yani
Türkiye'yi dışlayabilirler.
Dar görüşlülükle itham ettiğimiz
ülkeler yeni kurulmuş ya da iddiası olmayan ülkeler değil. Tarih boyunca aynı
sahnede yer aldığımız, adeta iç içe yaşadığımız , sahneyi terk etseler bile
tarih sayfalarında yer almaya devam edecek ülkeler.
Ama bir başka AB ülkesi bu
suçlamaların hiçbirini hak etmeyen bir tavır sergiliyor ve gözümüzde bir
büyüklük abidesine dönüşüyor. İngiltere tüm olumsuz görüşlere rağmen ülkemizin
yanında yer almaya devam ediyor. Ona, geleceği gören; ülkeleri, önyargılarla
değil, gerçek boyutlarıyla değerlendiren, ülkemizin önemini kavrayarak
üyeliğimizle AB'yi büyük bir güç yapmak isteyen bir devlet olarak görüyoruz.
Bize göre bir düşüncenin
doğruluğunun tek kriteri vardır. Bizimki gibi olan doğrudur değilse, yanlıştan
da öte, tutarsız, önünü göremeyen bir aklın ürünüdür.
Bu değerlendirmeler Fransa ve
Almanya inisiyatifinin gerekçelerini anlatmıyor ama bizim uluslararası
ilişkilere nasıl baktığımızı tanımlıyor. Bize göre stratejinin, ülkelerin
gelecek tasavvurlarının dış ilişkileri belirlemekte herhangi bir rolü olamaz.
Bu ilişkiler haklılık ve haksızlık, günü birlik çıkarlar doğrultusunda
belirlenir.
Olaya başka bir açıdan da
bakılabilir ve karşımıza tamamen farklı bir durum çıkabilir.
AB bölgesel bir ekonomik ve
siyasal bütünleşme modelidir. Oysa Türkiye, çok açık bir biçimde ifade ettiği
gibi, küresel politikalar izlemektedir. Küreselcilikle bölgesel güç olma
birbiriyle zıt iki kavramdır ve yan yana gelemezler. Ya küresel politikalar
izlersiniz ya da bölgesel güç olmak isteyen bir birliğe girersiniz. Bunlar
ateşle su gibidir ve yan yana bulunamazlar.
İngiltere, AB'nin bölgesel bir
güç olmasından ve diğer büyük güçlerle bu yönüyle farklı olmasından yana
değildir. Böyle bir AB içinde inisiyatifin Almanya ve Fransa'da olacağını
görmekte ve kendisini ikinci plana atacak bir model yerine, küreselci güçlerle
birlikte ve onun merkezi konumunda olacağı yeni bir yapılanmayı tercih
etmektedir. Bu güç hem ABD'nin hem de Rusya'nın dışında, onlardan farklı
olabilir ama inisiyatif küresel ekonomik güçte olacaktır. Bu gücün sahip olduğu
ekonomik üstünlük onun diğerleriyle rekabetini sağlayabilir.
Aksi halde silah üstünlüğü olan
ve enerji kaynaklarını kontrol eden ABD ve Rusya'daki ulusalcı eğilimlerle başa
çıkılamaz. Bu durum İngiltere'yi de küresel oyuncu konumuna getirecektir. Aksi
halde Avrupa, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, ABD ve Rusya üstünlüğüne
dayanan bir model içinde yer almak zorunda kalacaktır.
AKP iktidarı bu modeli
benimsemiştir, hatta varlık nedeninin bu projeyi gerçekleştirmek olduğu
söylenebilir. İçerde izlediği ekonomik ve siyasal politikaların bu amaca yönelik
olduğunu söylemek mümkündür.
Türkiye'nin AB'ye üye olmasına
karşı çıkanlar, küresel ekonomik gücün kontrolüne girmek yerine, kuruluşundan
beri var olan, bağımsız bir AB düşüncesini gerçekleştirmek istemektedir. Bu
gücün, bugünkü şartlar altında, ABD ve Rusya'nın öncülüğünü
engelleyemeyeceklerinin bilincindedirler ama küreselcilerin egemenliği yerine,
bunların var olduğu bir dünya içinde olmayı tercih etmektedirler.
Bizim AB üyeliğimiz, ülkedeki
iktidarın kaderi, dünyanın geleceği bu büyük oyunu kimin kazanacağına bağlı
olarak şekillenecektir.
YENİ BİR AKP
Bir heykeltıraş önüne aldığı
kocaman bir mermeri yontuyor ama önceden ne yapacağı konusunda bir tasavvuru,
bir çizimi yok. İçinden geldiği gibi ya da olsa olsa böyle olur diyerek mermere
şekil vermeye çalışıyor. İşinin her aşamasında kenara çekilip eserine bakıyor
ve ötekilerin yaptıklarından daha iyi olduğunu düşünüyor. Etraftan bakanlar da
benzer biçimde çalıştıkları için genel hakkında bir şey söyleyemiyor ama, "Çekiç
öyle vurulmaz, mermerin şurasını fazla yonttun ya da burasını daha az
yontmalıydın" deyip duruyorlar.
AKP kuruluş aşamasında ve
seçimlere girerken küresel bir ekonomi izleyeceğini, hedefinin AB ile
bütünleşmek olduğunu söylemiyordu. Bu gizli bir gündemin kamuoyundan
kaçırılması anlamı da taşımıyordu. O sadece iktidara gelmeyi ve ülkeyi
yönetmeyi istiyordu ve bunu başkalarından daha iyi yapacağını ileri sürüyordu.
Ülkemizde siyasi partilerin ne yapacakları ve nasıl bir yol izleyeceklerini
anlatmak ve bu programın onaylanmasını istemek adeti yoktu.
Halkın şikayet ettiği konular
sıralanır ve bunların çözüme kavuşturulacağı söylenirdi ama yapılan işler her
zaman bir sürpriz olurdu. Özal anarşiden şikayet edilen bir dönemin sonunda
iktidara gelmiş ama ülke ekonomisini dışa açık hale getirmişti. Oysa bu konu
kamuoyunda hiç tartışılmamıştı. AKP'nin küreselci bir ekonomi politikası
izleyeceğini, belki kendileri de dahil, hiç kimse bilmiyordu. O güne kadar
Milli görüşçü tanınan bir grubun içinden geçmişle tam tezat oluşturan bir
uygulama çıkmıştı.
Ülkenin sorunlarının çözüldüğü
söyleniyordu. Mesela enflasyon düşmüş, döviz sıkıntısı aşılmış, hızlı bir
kalkınma sağlanmıştı. Mermer parça parça yontulmuştu, her vuruşun doğru olduğu
savunuluyordu ama kimse bütüne bakmıyordu.
Ülkemizde yaygın olarak kullanılan
metot önce bütünün planlanması ve parçaların buna uygun olarak yapılması
değildi. Doğru ve iyi olduğuna inanılan parçalar imal edilir ve bunların
birleşmesinden iyi bir bütün oluşacağı varsayılırdı. Bir kamyon motorunun, lüks
bir arabanın gövdesine monte edildiği, diğer aksamının başka bir aracınkine
benzediğine sık rastlanırdı.
AKP küreselci bir ekonomi
politikası izliyor ama bölgesel bir bütünleşme modeli olan AB üyesi olmaya
çalışıyordu ve bu iki tavrın birbirinin zıddı olduğunu düşünmüyordu, AB üyesi
olacak ama silahlarını ABD'den alacak, dış politikada ABD ile paralel bir yol
izleyecekti. Ayrıca tüm bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak sürekli
tekrarlanan bir dış politika ilkesiydi.
Önümüzdeki dönemde bu
çelişkilerin ortadan kalkacağı söylenebilir. İzlenen ekonomik politikanın
siyasi sonuçlar doğurduğu, ülkenin dış politikasını ipotek altına aldığı ve bu
politikanın, yalnız iktidarı değil, gelecek tüm yönetimleri dar bir sokakta
yürümek zorunda bırakacağı anlaşılacak. Ayrıca ifade edilen dış politikayla
ekonominin aldığı şeklin bize empoze ettiği yolun birbiriyle uyuşmadığı
görülecektir.
Ülke siyasetini etkileyen iç ve
dış güç odakların gelecek için şöyle bir senaryo düşündükleri söylenebilir:
Erken bir seçim istenmemektedir. Çünkü yeni bir seçimin sonucu Başbakan
Erdoğan'ı cumhurbaşkanı olmaya zorlayacaktır ve bu durumda partinin, bugüne
kadar dış politikaya ve ekonomi yönetimine yön veren kadronun eline geçmesi
engellenemez. Oysa iktidarı uzlaşmayla bir cumhurbaşkanı seçmeye zorlamak
mümkün görünmektedir. Bunu gerçekleştirmek için seçim öncesinde baskı uygulamak
seçim sonrasından daha kolay görünmektedir.
Cumhurbaşkanı uzlaşmayla
seçildikten sonra muhtemelen öne alınmış bir genel seçim yapılacaktır. Bu
aşamada AKP'nin dış politikasını ve ekonomisini yöneten kadroların
zayıflatılması ve yeni kadroların farklı bir tercihi yansıtması beklenir. Yani
AKP'ye bir alternatif yaratmak yerine onu yeniden düzenlemenin uygun olduğu
düşünülmektedir.
Eğer dünyayı anlayan, uygun
politikalar üretebilecek ve halkı yanına alabilecek bir oluşum mümkün olsaydı o
tercih edilebilirdi. Olmayınca var olanı değiştirmek uygun görülmüş olabilir.
BİZ KİMİZ?
Son günlerde insanların kendinden
saydıklarıyla başka olduklarını düşündükleri kişiler arasında cinayetle de
sonuçlanan gerginlikler yaşanıyor. Bu durumda insanları karşı karşıya getiren
nedenlerin ne olduğunun bilinmesi önem kazanıyor.
Bir insanı tanımlayan ve
diğerlerinden ayıran özellikler bireysel değildir, yani kendi tercihleriyle
belirlenmez. Yaşadığımız toplum nerdeyse tüm değer yargılarımızı belirler.
Uğruna canımızı bile feda ettiğimiz her şey çevre tarafından belirlenir.
Üstelik bu yargılar sürekli değildir. Bir toplumu oluşturan bireyler kendi
dışlarında oluşan şartlar sonucu eski değerlerini önemli ölçüde kaybedebilir ve
yepyeni bir değerler sistemini kabul edebilir.
Dünün Sovyet vatandaşı komünizm
için mücadele ederken bugün kapitalist değerler sisteminin bir parçası haline
dönüşmüştür ve bu bir nesil içinde gerçekleşebilmiştir Osmanlı tebaası olan
halkımızın o günkü değer yargıları ve düşünce biçimi ile bugün arasında hemen
hemen hiçbir benzerlik kalmamıştır. Farklı din ve soydan gelenleri yabancı
saymayan ve onlarla birlikte yaşamayı doğal sayan bir kültürün insanları bugün
yabancı saydıklarıyla bir arada yaşamayı bir tehlike sayar hale gelmiştir.
İnsanlar bu değişimi kendi
içlerinde değil dışsal etkiler nedeniyle yaşamıştır.
Osmanlı halkının ne Müslüman
kesimi diğerlerinin uzaklaşmasını ne de gayrimüslimler topraklarını terk etmek
istemiştir. Galipler çok uluslu bir devlet yapısının Osmanlı misyonun devam
etmesi anlamına geleceğini düşündükleri ve bunu tasfiye etmek istedikleri için
nispeten homojen bir ülkeye razı olmuşlar ve yeni devleti kuranlar bu ödünü
vermek zorunda olduklarını düşünmüşlerdir.
Sözlerim geçmişi yargılamak ve
eleştirmek amacı taşımamaktadır. Sadece olanların ne anlama geldiğini
araştırmak ve değişimin bireylerin iradesini aşan sebeplerden, siyasi
şartlardan kaynaklandığına işaret etmek istiyorum.
Son zamanlara kadar uyuyan
farklılıklar neden birden bire su yüzüne çıkmaya başlamış ve özellikle bir Kürt
kimliği sorunu ortaya çıkmıştır?
Bu, bireylerin kendi iç dünyalarındaki bir
değişimin sonucu mudur yoksa yeni siyasi şartlar mı bu farklılığın ortaya
çıkmasını gerektirmiştir?
Eğer böyleyse yeni siyasal şartlar nedir ve
hangi amaca ulaşma peşindedir?
Bugünkü devletler sistemi Birinci Dünya
Savaşı'nda oluşmuş, İkinci Savaş küçük değişikliklerle yapıyı korumuş sadece
nüfuz alanları yeniden belirlenmiştir.
Ancak yaşadığımız yeni mücadele
sonunda devletler sisteminde de önemli değişiklikler olacağı ve bu değişmenin
ülkemizi de etkileyeceği anlaşılmaktadır.
Biz her değişikliğin aleyhimize
olacağı duygusunu yaşarız ama neden böyle olacağını, aksinin mümkün olup
olmadığını sorgulayamayız. Önce duygulardan uzak bir biçimde geleceği tahmine,
yeni düzende bizim için öngörülen modelin ne olduğunu ve bunu ne ölçüde
etkileyebileceğimizi irdelemek zorundayız. Bu konuda bizi rasyonellikten
uzaklaştıran geçmişteki değişimin küçülmeyi de beraber getirmiş olması ve bu
nedenle her değişimi olumsuz algılamamızdır. Süreç iki farklı modeli
öngörebilir. Ya daha da küçülmemiz istenmektedir ya da bugünkü yapımızda
değişme beklenmektedir. Yıllar önce yazdığım bir makale "Büyüyerek Küçüleceğiz"
başlığını taşıyordu ve nüfuz alanımızın genişleyeceğini ama bu etkiyi başka
güçlerle paylaşacağımızı öngörüyordum. Belli bir miktarda boya daha fazla suya
karıştırılırsa boyayacağı su miktarı artar ama boyanın rengi açılır benzetmesini
yapmıştım. Etki alanının genişlemesi farklı soy ve dinden kimselerle iyi
ilişkiler içinde olmayı gerektiriyordu. Kuzey Irak'taki insanlara Kürt deyip
ülkemizdekilerin kimliğini reddedemezdik. Alanı daha geniş tutarsak çok farklı
kimliklerle yan yana gelecektik. Ya boyadığımız yer bize yeter deyip içimize kapanacağız
ya da boyamızın kalitesini, yani yönetme gücümüzü artırıp rengin açılmasını
engelleyeceğiz. Ama ne yaparsak yapalım farklılıkları reddetmek şansına sahip
olmadığımızı bilmek zorundayız.
GÜÇ YETMEZ
Birinci Dünya Savaşı sonunda
Osmanlı dağıldı ve içinden bir çok devlet çıktı. Bu arada İngiliz
İstihbaratının bir elemanı bir efsane haline geldi ve Lawrence isimli ajanın
birçok Arap ülkesinin kuruluşunda önemli rol oynadığı söylendi.
Bir arkeolog kisvesiyle geldiği
bölgede Arap direnişini örgütlemiş, çatışmalara katılmış ve bir şöhret olmuştu.
Biz tarihi kahramanların yazdığını düşündüğümüz için, onun kişisel
yeteneklerini ön plana çıkardık ve İngiliz Gizli Servisinin savaş boyunca
oynadığı rolü incelemedik. Bir savaş sadece askerlerle yürütülmüyordu ve onu destekleyen
ekonomik, siyasi ve özellikle istihbarat faaliyetleri vardı.
İşin bir başka boyutu da
gözümüzden kaçtı. İngiliz ajanın dili, dini, soyu bölgedeki insanlardan
farklıydı. Ama İngiliz servisi hiçbir ortak noktası olmayan insanları kendi
amaçları için kullanabiliyordu. Oysa biz, eğer bir bölgede işbirliği yapacak
kişiler ararsak bize benzeyenleri seçiyorduk. En küçük bir farklılık
işbirliğini engellemeye yetiyordu. Irak'a gelen ABD'nin Kürtlerle hiçbir ortak
noktası yoktu ama onların en yakın müttefiki olabiliyordu. Biz ise Türkmenlerin
dışında yandaş düşünmüyorduk.
Zaten günümüzde de insanların
soylarına bakıp sadık olup olmadıklarına karar vermiyor muyduk?
İnsanların Sabetay, dönme olmaları,
soylarında yabancı saydığımız kişilerin bulunması onlara güvenmememiz için
yetiyordu. Böyle düşünen insanların kendileriyle hiçbir sosyolojik ortak
yanı olmayan insanlarla işbirliği yapması mümkün müydü?
Ancak benzerlik kendimizi nasıl
tanımladığımıza bağlıydı. Aynı soydan gelmeyi önemli sayanların tercihiyle dinin
gerçek bir ortak yan olduğunu düşünenlerin tercihi farklıydı ve biz çok çeşitli
sadakat kriterlerine sahiptik. Ama genel olarak dışladıklarımızın daha çok
olduğu söylenebilirdi.
Bazıları, "Türk'ün
Türk'ten başka dostu yok!" derken diğerleri, "Irak'ta Müslümanlar
öldürülüyor!" diye feryat ediyordu. Yani başkalarının akıbetlerinin
bizi ilgilendirmediğini ilan ediyorduk. Bu bile bizi sadece başkalarından
uzaklaştırmakla kalmıyor, kendi aramızda bile yabancılaşmanın sebebi oluyordu.
MİT Müsteşarı Emre Taner
alıştığımızı söylerim dışındaki beyanatıyla birçoğumuzu şaşırttı. Ne irticadan
ne de bölücü terörden söz ediyordu. Buna karşılık küresel güçlerin dünyada
önemli rol oynadığını, önümüzdeki dönemde birçok ulus devletin varlığını
sürdüremeyeceğini ifade ediyordu. Ama asıl vurgusu olayları dışardan izleyip,
sonuçlarını kabul ederek geleceğimizin teminat altına alınamayacağıydı.
Olaylara seyirci kalmadan nasıl
rol oynanabilir?
İlk akla gelen, mesela, Kuzey Irak'ta
yaşananlara müdahale etmek olabilirdi ve askerlerimiz bölgeye girebilirdi.
Ancak Taner'in sözleri, doğru yorumlanırsa, başka bir şeyin kastedildiği
anlaşılır. Askeri operasyonlara atıf yapılmadan, MiT'in bu konularda yapıcı rol
oynaması isteniyordu.
Bugüne kadar bir tehdidi ortadan
kaldırmaktan ibaret olan mücadele anlayışımızın değişmesi, siyasi faaliyetleri
etkileyerek onun yönünü istenilen bir yöne çevrilmesi de seçeneklerden biri
olmalıydı. Mesela Kuzey Irak'ta her türlü yapılanmanın karşısına çıkmak yerine
bizimle ortak amaçları olan yapılanmalar desteklenebilirdi.
Bu ülkemizde yaygın olan
anlayışlarda köklü bir değişikliği gerektiriyor.
Mücadelede hasmı yok etme
anlayışı yerine onu değiştirme, etkisizleştirme , iç çatışmalara sürükleme de
bir yol olabilir. Bu ise ancak istihbarat örgütlerinin etkili olacağı bir
alandır.
Soğuk Savaş döneminde böyle bir
ihtiyacın duyulmamış olması ülkemiz açısından bir eksikliktir ve bir çok
anarşik faaliyetler bu yolla engellenebilirdi. Şimdi ise en etkili ve maliyeti
düşük metot budur ve Teşkilatın bu ihtiyaca cevap verecek biçimde örgütlemesi,
eğitilmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Çevrede bu alanda en
etkili olabilecek ülke Türkiye iken başkalarının istihbaratı çok etkin olarak
kullanması ama bizim sadece silahla çözüm aramamız yanlıştır.
ASKERÎ HAREKAT
Silahlı kuvvetlerin kullanıldığı operasyonlar
tekdüze değildir ve birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Bir devlete
karşı kullanılan askeri güç, temelde, karşı tarafın direnme gücünü kırmak ve
teslim olmaya ya da uygun bir barışı kabule zorlamak amacı taşır. Düşman
topraklarındaki her yer ve herkes hedeftir. Japonya'ya atılan nükleer
bombaların hedefi, savaş süresince Avrupa'nın yerle bir edilen şehirleri askeri
tesisler değildir.
Her askeri harekat başka
tedbirlerle desteklenir. Hasmın ekonomik gücü yok edilmeye çalışılır, uygun
ittifaklar yapması engellenir, ülke içindeki muhalif gruplar desteklenir. Ancak
en belirleyici unsur askeri güçtür.
Silahlı kuvvetler barışın devamı,
iç isyanların bastırılmasında da kullanılır ama böyle durumlarda bir savaşta
kullanılan metotlar uygulanmaz. Artık sınırsız bir güç kullanımı söz konusu
değildir ve olayın sosyal ve siyasi boyutu ön plandadır.
En riskli askeri harekat bir iç
çatışmanın ya da isyanın bastırılmasıdır.
Kullanılan askeri güç hem bir
taraftır hem de karşısında . düşman olarak tanımlanan bir devlet, yoktur.
Tahrip edilen her ekonomik değer, sarf edilen kaynaklar, kaybedilen insanlar
başkasının değil ülkenin zararınadır. Bu, böyle bir harekatın yapılmaması
gerekir anlamını taşımaz ancak iç çatışmaların özel bir harekat türü olduğu
anlamındadır. Böyle bir harekatta iki görüş her zaman rekabet halindedir.
Bazıları harekatın caydırıcı olacak kadar sert olmasını isterken diğerleri
katılmaları cazip olmaktan çıkarmakla yetinip çatışmayı körükleyen nedenlerin
ortadan kaldırılmasını savunur. Genelde birincilere vatansever, ikincilere
korkak, işbirlikçi gibi sıfatlar yakıştırılır.
Şu anda gündemimizdeki sorun
Kuzey Irak'a askeri bir harekatın yapılıp yapılmayacağıdır. Görünen sebep
bölgedeki terör örgûtünün yuvalarının ortadan kaldırılması olsa bile, hem
siyasilerin beyanatlarında hem de medyada Irak'ın geleceği ve oluşacak yeni
siyasi yapı konusundaki endişelerin daha ağırlıklı olduğu anlaşılıyor. Öyleyse
önce geleceğin Irak'ını tasarlayıp tavrımızı ona göre belirlememiz gerekir.
Türkiye'nin bu konuda herhangi
bir öngörüsünün olmadığı, sadece temennilerini dile getirdiği ancak bu
temennilerin gerçekleşme şansının olmadığı anlaşılıyor.
Bazıları Irak'ın üçe bölüneceğini
söylüyor. Ben ikiye bölünmüş bir Irak'ın daha muhtemel olduğunu düşünüyorum.
Şii ve Sünni olarak ayrılan Irak'ta Güneydeki devletin İngiltere’nin
kontrolünde kalacağını ve önümüzdeki dönemde ırk ayırımına dayanacağını
sandığım çatışmada Arap-İran farklılaşmasının ön plana çıkarılacağını tahmin ediyorum.
Türkmenler bir bölgede yoğunlaşmadığı, mezhep birliği olmadığı için bu iki
bölge arasında dağılacağı öngörülüyor, ABD Kerkük'ün etnik yapısını
değiştirirken burayı Kürtleştirme politikası izlemekten çok, Kuzeyde kalmasını
sağlamaya çalışıyor. Aksi halde bölge Şii kontrolünde kalabilir ve tüm petrole
onlar sahip olurlar diye düşünüyor.
Siyasi yapı ile ilgili
değerlendirmelerim yanlış olabilir ama bu, analizin oluşacak siyasi yapıdan
bağımsız yapılmasının ciddi yanlışlıklara sebep olacağı gerçeğini değiştirmez.
Önce siyasi yapı belirlenir sonra izlenecek politikanın ne olacağına karar
verilir.
Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik
askeri operasyon çifte karakterlidir. Siyasi açıdan yabancı bir ülkeye yapılan
bir harekat iken sosyolojik açıdan bir iç operasyondur. Bunun bir yönünü ön
plana çıkarıp, yabancı bir ülkeden ülkemize yapılan terör saldırılarını
durdurmak ya da bölgede oluşacak yapıda Türkmenlerin göz ardı edildiğini
söylemek sorunun öteki boyutunun ortaya çıkaracağı sorunlara katlanmayı
gerektirir.
Böyle bir harekat çok boyutlu
etkiler yaratır. Bir yandan iç barışı tehdit edecek sonuçlar yaratırken diğer
yandan Kuzey Irak'ta oluşabilecek tepkiler tüm ABD modelinin değiştirilmesi
sonucunu doğurur.
Benim açımdan böyle bir operasyon
uluslararası bir harekat değil ülke içindeki bir operasyon karakteri
taşımaktadır ve bunun gerekleri yerine getirilmelidir.
SIĞ DEVLET
Derin devletin tartışıldığı
günümüzde bunun karşıtı olarak bir de sığ devletin varolması gerekir. Devletin
derinliği nasıl ölçülür?
Derin devlet görünenden farklı bir yapı mıdır yoksa
onun görünmeyen yüzü müdür?
İki yüze yakın bağımsız devletin olduğu
varsayılan günümüzde bunlar arasındaki fark sadece büyüklük, zenginlik ve güç
gibi gözlenebilen şeyler midir yoksa başka bir kriter onları birbirinden
tamamen farklılaştırıp ayrı kategorilere mi sokar?
Her devletin belirgin vasfı bağımsızlığıdır.
Ancak bu kavram hiçbir somut tasavvuru ifade etmez. O da özgürlük gibi
görecelidir. Her insanın bir özgürlük alanı vardır, hapisteki bir adam bile
başkaları tarafından sınırlandırılamayan bir özgürlük alanına sahiptir.
İstediğini düşünür, hayal kurar, şarkı mırıldanır, küçük tercihler yapabilir.
Bağımsızlık bir renk gibidir ve açıktan koyuya bir sürü tonları vardır.
Her devlet kendisini sınırlayan
şartlar içinde hareket eder ve bu durum en büyük olan için de geçerlidir.
Bağımsızlığın en önemli
göstergesi şartlara göre karar vermekten öte bu şartları değiştirecek güce
sahip olmaktır. İkinci aşamada şartları değiştiremese bile bu şartların ne
olduğunu değerlendirebilmektir. Eğer hem şartların ne olduğunu kendiniz
belirleyemiyor ve onları siz değerlendiremiyorsanız bağımsızlığınız sadece
sözden ibarettir.
Günümüzde dünyadaki en büyük
tehdidin terörizm olduğu söyleniyor ve bunlarla nasıl mücadele edileceğinin yolu
da başkaları tarafından gösteriliyor. Biz ise bu sürecin içinde nasıl tavır
almamız gerektiğini düşünüyoruz. Eğer birisi hem terörizmi yaratıyor hem de
mücadele biçimini belirliyorsa ve bu onun hedeflerine ulaşmak için kullandığı
bir yol ise diğerlerinin bağımsızlığı bir şekilden ibarettir.
Dünyayı yöneten ve yön veren
güçlerin kullandıkları metot fazla karmaşık değildir. Önce tartışılmasının
günah ya da ihanet olduğuna inanılacak bir düşman yaratmak gerekir. Geçmişte
komünizm, günümüzde terörizm bu amaçla kullanılmaktadır. Hiç kimse bunu
tartışamaz, tartışanlar düşman safına konur.
Mesela PKK Türkiye için bir
düşmandır ama birisi çıkıp, "Bu ne biçim güç ABD, Türkiye, İran, Suriye,
bölgedeki feodal yapı bunun karşısında. Bu kadar büyük güçlerin karşı koymasına
rağmen nasıl ayakta kalıyor?" sorusunu soramaz. Aynı şey El-Kaide için de
geçerlidir. Hiç kimse ABD ile Irak'ın güçlerini mukayese edip, "Böyle bir
savaş olmaz. Güçler arasındaki eşitsizlik böyle bir çatışmayı anlamsız
kılar" diyemez. Aslında dünya ölçeğinde bir mücadele vardır ama bunun ne
sebebini ne de kimler arasında olduğunu, dar bir kadronun dışında kimse bilmez.
Yöneten güç düşmanı belirledikten
sonra herkes onunla savaşmaya başlar. İkinci aşamada her ülkede, oynayacağı
role uygun olarak şartlar yaratılır. Gerekirse dincilik ya da milliyetçilik
gibi akımlar desteklenerek ya da yaratılarak o ülkenin karşı koyma refleksi
şekillendirilir. Ülke düşmanıyla mücadele ederken daha büyük bir projenin bir
parçası olarak kullanıldığının farkına varmaz.
Osmanlı Birinci Dünya Savaşına
kendisine ait hiçbir hesabı gerçekleştirmek amacıyla girmedi ya da öne sürülen
gerekçeler tamamıyla kendi dışındaydı. İkinci Dünya Savaşından sonra Demokrasi
Cephesine katıldığımız söylendi ama bu bizim tercihimiz değil paylaşım planının
bir sonucuydu.
Bir ülkedeki derin devlet, o
ülkenin gücü ve büyüklüğüne göre, bazen hem şartları belirler hem de izleyeceği
politikaları. Ya da şartları belirleyecek gücü yoktur ama onu bağımsız olarak
değerlendirip tavrını belirler.
Türkiye bir okyanus kadar büyük
değildir ve onun derinliklerine sahip olamaz ama en azından bir denizdir. Bu
denizin kıyısında kumdan kaleler yapıp oyalanmak da mümkündür açıklarında
yelken açmak da. Derin devlet devlete rağmen politika belirleyip onu
uygulayanlar değil o ülkeyi çevreleyen şartları kendisi değerlendiren ve ne
yapacağına karar veren akıldır. Nasıl bir devlet olduğunuza iki kritere bakarak
karar verebilirsiniz. Şartları belirleme gücünüz varsa büyük olursunuz,
şartların ne olduğunu kendiniz değerlendiriyorsanız bağımsız.
KURULUŞ
Bir cihazın iyi çalışıp
çalışmadığını sorgularken ilk yapılacak şey onun doğru bir projeye uygun olarak
ve iyi imal edilip edilmediğini araştırmak olur. Yani üretimde bir hata varsa
onun düzgün işlemesi mümkün değildir. Bugün yönetenlerin politikaları, dünya
görüşleri ve uygulamalardaki isabet büyük tartışmalara neden olurken devletin
kurumsal yapısı, ülkemizin dünya üzerindeki yeri ve rolünün ne olduğu ve buna
uyan bir yapılanmanın var olup olmadığı sorgulanmamaktadır.
Tartışılması gereken ilk konu
demokrasideki farklılaşmaların bir rekabeti mi yoksa bir işbölümünü mü temsil
ettiğidir. Egemen görüşe göre bu kesin bir farklılaşmadır ve siyasi partiler
ülkenin yönetimi, geleceği, ittifakları ve benzeri konularda birbirinden
ayrılmaktadırlar. Ülke yönetimi, çevre şartlarından bağımsız olarak, bu
rekabetin sonucu olarak ve halkın tercihleriyle belirlenir.
Halkın tercihlerinin nasıl
şekillendiği tartışma dışıdır. Onu belirleyen faktörlerin, hava durumu gibi,
bağımsız olarak oluştuğu ve bunlara müdahale edilemeyeceği varsayılır.
Başlangıç noktamız bu konuyu
açıklığa kavuşturmak, yani devletin ve onu yöneten gücün tek mi yoksa rakip
güçlerin mücadelesi sonucu mu belirlendiğini saptamak olmalıdır. Eğer devlet
tek ise ve onu yöneten güç tarihsel olarak belirlenmişse, uygulanacak
politikalar bu gücün tercihlerini yansıtır ve siyasi partiler hem bir
işbölümünü temsil eder hem de uygulamaların etkinliğini sağlar. Yani dünyadaki
değişen şartlara göre siyasi partiler konumlarını yeniden belirler ve en uygun
yöntemi temsil edecekler iktidara taşınır. Devlet bir canlı varlık gibidir,
devamlıdır ve değişimi bir gelişmeden ibarettir.
Eğer devlet tek değilse ve
sürekli farklı güç odaklarının kontrolüne giriyorsa henüz kuruluş
tamamlanmamıştır ve siyasi mücadele devleti kontrol edecek gücün belirlenmesi
amacını taşır.
Ülkemiz bu aşamadadır ve
mücadele, sanıldığının aksine, siyasi iktidarı ele geçirmek ya da değişen
şartlara göre farklı bir görüntü sergileyen ama tek bir gücü temsil eden
kişilerin yönetime getirilmesi değil devletin yeniden tanımlanması sürecidir.
Bunda anormal bir durum yoktur. Ancak iktidar mücadelesi görüntüsü içinde
kendini yeniden tanımlamaya çalışmak bir dağılma sürecinin başlaması anlamını
da taşır ve tehlikeli olan budur.
Dünya şartlarının değiştiğini
kabul etmek zorundayız. Günümüzde, dünyanın her yerinde, ekonomiyi kontrol
edenler siyasi iktidarları belirlemektedir. Rusya bürokratik gücün bu
mücadeleyi kazanamayacağını anlamış, bürokratik gücün egemenliği savunmak
yerine kendi kontrolünde bir ekonomik güç yaratmanın daha doğru olduğunu
görmüştür. Kendi yarattığı ekonomik gücün denetiminin dışına çıkmamasını
sağlamak, başka güçlerle işbirliğine girmesini engellemek için nasıl bir
mekanizma kurduğunu bilmiyoruz ama görünüşe bakılırsa kendi içinde tutarlı davranan,
Rusya'nın dünya ölçeğindeki politikalarını uygulayan bir ekonomik yapı oluşturmuştur.
Yani Rusya'da egemen güç değişmemiş sadece yeni şartlara uyan bir görünüme
bürünmüştür.
Türkiye'de ise bürokratik güç
yeni bir aktörün şekillenmesinde rol almak yerine kendi gücünü sürdürmeye
çalışmaktadır ama bu bir imkansızı gerçekleştirmek gibidir. Ayrıca altındaki
zeminin kaydığını ve bu zeminde ayakta kalmanın mümkün olmadığını fark
etmemektedir. Bu çok ciddi bir risktir ve en küçük bir sarsıntıda hem devleti
bugüne kadar, doğru ya da yanlış, uygulamalarıyla ayakta tutan güç
kalmayacaktır ve yerine kimin geleceği ise belirsizliğini korumaktadır. Ayrıca
bürokratik güç yeni gelişen ve kaynağı ekonomik olan oluşuma karşı bir tavır
alarak tüm etkileme imkanlarını kaybetmekte, buna eklenen dinsel faktörlerle
daha da zayıf bir konuma düşmektedir. İşin daha da ilginç yanı bugün öne
çıkarılanlar, sürecin sonunda, tasfiye edilmeye mahkumdur ve yepyeni bir yapı
ülkemizi kontrol edecektir. İki taraf çatışacak, üçüncü kazanacaktır. İkisi yan
yana gelebilse tarihe farklı bir yön verebilirlerdi.
TEHDİT
DTP Diyarbakır İl Başkanı-
Türkiye'nin Kerkük'e yapacağı bir saldırıyı Diyarbakır'a yapılmış sayacaklarını
ilan etti. Bu, Türkiye açısından, Diyarbakır'la Kerkük'ün benzer statüde olduğu
anlamını da içeriyordu. Bu sözlerin tepkiyle karşılanması yerine nasıl bu
noktaya geldiğimizi tartışmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
Türkiye, başlangıçtan beri, Kürt
sorununun tartışılmasına izin vermedi. Birkaç cümleye sıkıştırılmış, slogan
düzeyindeki sözlerin dışına çıkılmasını teröre destek olarak algıladı.
Uygulanan politikaların bu sonucu doğuracağı belliydi ama bildiğinden, daha
doğrusu bilmediğinden, şaşmadı.
PKK hareketini ülke içi bir sorun
değil ülkeye karşı bir hareket olarak algıladı. Türkiye sınırları içinde ayrı
bir Kürt devleti kurulabileceğini düşündü. Oysa ayrılıkçı bir hareket bir etnik
grubun tüm sınıf ve katmanlarının katılımıyla ve dışardan desteklenmesiyle
mümkün olabilirdi ama bu iki şart da oluşmamıştı. Bölgede gerçek gücü temsil
eden aşiretler bu harekete karşıydı ve asıl çelişki aşiretlerle PKK
arasındaydı. Zaten böyle olmasaydı aşiretlere, bu hareketle mücadele için, rol
verilmez ve bir korucu ordusunun kurulması gerçekleşemezdi.
Dış destek tek bir kaynaktan
beslenmiyordu. ABD ve Avrupa ülkeleri hareketi kontrol etmeye çalışıyorlardı ve
birbiriyle rekabet içindeydi. Dikkatli bir göz, terörle mücadele adına yapılan
eylemlerin bir kısmının bu rekabetin bir parçası olduğunu görebilirdi. Ama biz
her şeyin terörle mücadele adına yapıldığı sandık.
ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra
şartlar hızla ABD lehine gelişti. Kuzey Irak'ta aşiret temeline dayalı bir
yönetim oluştu ve bu güç PKK'yı kontrol altına aldı.
Artık sınıf çatışması sona ermiş
ve etnik temelde bir birliktelik sağlanmıştı.
Ancak Kürt hareketini yöneten
akıl PKK'yı bir marka olarak sürdürmeye devam etti. Böylece olumsuz her
davranışın faturası bu örgüte çıkarılıyor ve asıl hareket bu örtünün arkasına
gizlenebiliyordu. Mesela DTP'nin aşiret yapısının mı yoksa PKK'nın mı
kontrolünde olduğu bilinmiyordu. Meşru bir siyasi partiydi ve bölgedeki
etkinliği tartışılmazdı ama olumsuz bir hareketle karşılaşınca bunu PKK'ya
atfediyorduk. Bazıları ise onun tamamen PKK kontrolünde olduğunu düşünüyordu.
Eğer bölgeye siyasi açıdan egemen olan bu parti hasım saydığımız bir gücün
kontrolüne geçtiyse aşiret yapısı içinde oluşturulan korucular da bunların
silahlı bir örgütü haline dönüşmemiş miydi?
Ülkeyi yönetenlerin sözlerinden bir şey
anlamak mümkün değildi. Bazıları Kuzey Irak'taki yönetimin PKK ağzıyla
konuştuğunu söylerken bir başkası PKK militanlarının paralı askerlere
dönüştüğünden söz ediyordu. Resmi ağızlar PKK'nın elinde Amerikan menşeli
silahlar bulunduğunu söylüyor, bir ABD yetkilisi Irak'a verilen 360 bin silahın
kaybolduğunu ifade ediyordu. At izi it izine karışmıştı ve birbirine zıt sözler
havada uçuştu.
Ortada bir sorun vardı ama bunun
ne olduğunu kimse bilmiyordu. Yetkililerin sözleri aydınlatıcı değil her şeyi
daha muğlak hale getirecek biçimdeydi. Teşhis koyamadığımız bir hastalığa çare
arayan doktor durumuna düşmüştük. Bilinmeyenin verdiği korkuyu yaşıyorduk.
Genelkurmay Başkanı Sn. Büyükanıt ülkemizin kuruluşundan beri en büyük tehditle
karşılaştığını söylüyor ama bunun ne olduğunu kimse bilmiyordu.
Şüphesiz devletin bildiklerini
bilmem söz konusu değildir ama dünya şartlarına bakarak bir değerlendirme
yapabilirim. Ülkemizin büyük bir risk altında olduğu kanısında değilim. Dünya
yeniden şekillenmekte ve her ülke için yeni bir gelecek belirlenmektedir.
Benzer risk ve belirsizlikler, başta ABD olmak üzere, her ülke için geçerlidir
ve en kötü durumda olanın biz olmadığımızı düşünüyorum. Hatta doğru bir
stratejiyle daha iyi bir konuma gelmemizin mümkün olduğunu söyleyebilirim.
Bölgedeki durumun, bizden daha çok, bilmedikleri sulara yelken açan Kürtleri
kaygılandırması gerekir. Onlara karşı, sert tavırlar sergilemek yerine, yakında
duyacağımız imdat çağrılarına nasıl cevap vereceğimizi düşünsek daha iyi olur.
YENİ TÜRKİYE DÜZENİ
Yeni bir dünya düzeninden söz
edilirken bunun ülkemize nasıl yansıyacağı konusunda belirgin bir fikre sahip
değiliz. Eskiden beri bölücü bir hareketin varlığından haberdarız ve bununla
mücadele ediyoruz ama bu daha Soğuk Savaş devam ederken başlamıştı ve bugünkü
değişim sürecinin bir parçası sayılıp sayılmayacağı da bilinmiyor.
Yeni bir yapılanmanın tümü
hakkında bir tasavvurunuz yoksa bölümlerinin ne işe yarayacağını, hangi aşamada
olunduğunu kestiremezsiniz. Akıl yürütme önce problemin ne olduğunu tespitle
başlar daha sonra bunun çözümü konusunda tarafların neler yapmak istediğini ve
hangi aşamalardan geçerek hedefe ulaşılacağını tahmin etmek gerekir. Bizim
modelimiz tek taraflı bir ABD inisiyatifinin olduğu ve önündeki küçük engelleri
aşarak amacına ulaşacağı biçimindedir. Irak'ı dize getirir, İran'ı
heveslerinden vazgeçilirse ortada sorun kalmayacak deriz Bu tablo içinde
ülkemizle uğraşmak için bir sebep görünmemektedir ancak ABD'nin bu küçük
sorunları çözmek için Kürtlere ihtiyacı olduğunu ve onların desteğini almak
için bağımsızlık hediye etmek istediğini düşünüyoruz. Bu model bütünüyle
yanlıştır ama şimdilik bu çerçeve içinde kalıp bağımsız bir Kürt devletinin ne
işe yarayacağını tartışalım.
Bu konuda Barzani'nin
açıklamalarını dinlerken ve bağımsız bir Kürt devleti fikrine herkesin alışması
gerektiğini işitirken ülkemizde önemli bir kişinin, eski cumhurbaşkanı
Evren'in, Türkiye'nin merkezden yönetiminin imkansız hale geldiği, bu yüzden
eyalet sistemine geçilmesi gerektiğini söylediğini duyuyoruz.
Bu var olan bir tartışmaya katılmak
biçimde değil, bu tartışmayı başlatmak amacıyla söyleniyor.
Eyaletlerin hangi yetkilerle
donatılacağını bilmiyoruz ama iki konunun önemli olduğu görülüyor. Önce
görünüşte böyle bir düzenlemeye ülkenin bir ihtiyacı olduğu söylenmesine rağmen
konunun Güneydoğumuzla ilgili olduğu apaçık. Böyle bir düzenlemenin, çok
zorunlu olsa bile, Güneydoğumuzla ilgili bir sürü hesapların yapıldığı,
Kürdistan'ın sınırlarının tartışıldığı bir dönemde yapılması zamanlama
açısından yanlış. Aslında yanlışlık bizim algılamamızda.
Çünkü açıklamanın zamanlaması,
konu Güneydoğumuzla ilgili olduğu için, isabetli.
İkinci konu bu açıklamanın bir
siyasetçi ya da düşünce üreten bir kesimden gelmeyip eski bir asker ve devlet
adamının ağzından yapılması. Böylece ilk tepkilerin olumsuz olması, özellikle
TSK'nin şiddetli bir reaksiyon göstermesi engellenmek istenmiştir. İşin
hafiyelik kısmıyla ilgilenenler açıklamaya neden olan görüşmenin gazetecinin
inisiyatifi öyle mi yapıldığını yoksa sıradan bir mülakat içinde sözün gelişi
mi söylendiğini merak edebilirler.
Bir söyleşiden hareket ederek
geleceğe yönelik tahminlerde bulunmanın anlamsız olacağının farkındayım. Ama
tablonun bütünü bizim için nasıl bir gelecek öngörüldüğünün ipuçlarını
vermektedir. Üniter devlet, şeklen korunsa bile, en azından çok kültürlü bir
yapıya dönüşeceğiz. Eyaletlerin coğrafi kriterlere göre yapılıyor gibi
görünmesine rağmen kültürel farklılıklara da işaret ediyor. Bu farklılıklar
belli siyasi eğilimleri de yoğun biçimde aksettiriyor. Başka bir kritere göre
belirlenebilir miydi sorusuna ekonomi temel alınamaz mıydı diye cevap
verebiliriz. Önümüzdeki yıllarda bu eyaletlerin, aynı zamanda, farklı siyasi
eğilimlerin yoğunlaştığı bölgeler haline geleceğini göreceğiz. Benzer siyasi
eğilimler arasında bile ciddi ton farklılıkları oluşacak bir bölgenin milliyetçisi
diğerindeki-ne benzemeyecektir.
Eyaletlere tanınan yetkiler bu
ayrışmanın boyutlarını belirleyecek, özellikle bölgesel seçimlerle oluşan yerel
yönetimlere tanınan imkanlar gerçek tabloyu öne çıkaracaktır.
Sorun Güneydoğumuzla ilgilidir ve
bunu bir Türkiye meselesi yapmanın anlamı yoktur. Eğer bir düzenleme
yapılacaksa bunu başka bir kılıfa sokmak maliyeti artırmaktan başka bir işe
yaramaz. Ülkeyi eyaletlere bölüp, belli bir bölge için talep edilen
ayrıcalıkları tüm ülkeye yayarak özel bir düzenleme yapılmadığı görüntüsü
vermeğe çalışmak yerine olayı cesaretle ele alıp bir çözüm aramak gerekir.
SONUÇLARDAN SEBEPLERE
Ülkemizde siyasi olayların ters
yönden analiz edildiğini düşünüyorum. Önce bir hareketin ideolojisi, kadrolarına
bakılıyor ve buna dayanarak bu hareketin hedefi, kaynağı bulunmaya çalışılıyor.
Bu yol sürekli hata yapmamıza neden oluyor. Mesela büyük bir devlet adamı
olduğundan şüphe edilmeyen Celal Bayar ülkemize yönelik bir komünist saldırının
olduğunu düşünmüş ve politikalarını bu temele dayandırmıştır. Daha sonra gelen
siyasetçiler de, benzer bir analizle 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde komünist bir
kalkışmanın olduğunu düşünmüşlerdir.
Günümüzdeki tartışmalar
irtica-laiklik eksenine yerleştirilmiş, rejimin değiştirilmek istendiği bazı
çevrelerin korkusu haline gelmiştir. En genel anlamıyla siyaset bir ideoloji
kavgasından ibaret sayılmaktadır.
Ben bu yaklaşımın tamamen yanlış
olduğunu düşünüyorum ve eğer analizim doğruysa yapılan tüm siyasi analizler ve
buna dayanarak oluşturulan politikalar geçersiz hale geliyor.
Bir siyasi hareketin uyguladığı
politikaların yaratacağı sonuçları tahmin eder ve buradan hareketle kaynağını
bulmaya çalışırsanız çok farklı sonuçlara varırsınız. Mesela milliyetçi
hareketler ülkede uluslararası güç odaklarının etkinliğini artırmakla
sonuçlanıyorsa, komünist eylemler sağı güçlendiriyorsa ve bu sonuçlar önceden
kestirilebiliyorsa hareketin ideolojisine hizmet ettiği söylenebilir mi?
Bu konuda "biz mücadele ettik ama şartlar
uygun olmadı, bazı şer güçleri önümüzü kesti" mazereti gerçeğin bir
ifadesi midir yoksa hareketi planlayanlar zaten bu sonuçları öngörüp
projelerini buna göre mi hazırlamışlardır?
Bir politikanın ya da siyasi hareketin
ideolojisinin ve söylemlerinin hiçbir anlamının olmadığını düşünüyorum ve
uygulanan politikaların hangi sonuçları doğuracağına bakarak onları
değerlendiriyorum. Yani görünen sebeplere bakarak sonuçları tahmin etmek yerine
gerçekleşecek sonuçların ne olduğunu kestirerek sebepleri bulmaya çalışıyorum.
Bu açıdan bakınca birçok siyasi
hareketin ideolojisi ve ilan ettiği hedeflerin tam tersi olan amaçlara hizmet
ettiğini, üstelik bunların, çoğu zaman, bilinçli bir politikanın eseri olduğunu
düşünüyorum.
Sol muhalefetin sosyal ve
kültürel alanlara sıkıştırılmasını, alternatif bir ekonomik ve dış politika
üretmemesini, söylemlerinin tekil davranışları eleştirmekle sınırlı olmasını ve
bir model önermemesini solun etkisizleştirilmek istendiği biçiminde
yorumluyorum.
Türkiye'deki İslamcı hareketin
kapitalist düşüncenin kitlelere mal edilmesinin bir aracı olarak
kullanıldığını, dinin farklı bir dünya algılaması ve buna dayanan alternatif
bir model üretmek amacı taşımadığını gözlemliyorum. Bu politikalar liberal sağ
bir siyasi akım tarafından uygulansaydı ne değişirdi sorusuna cevap
bulamıyorum. Yani soyut düzeyde İslamcı siyaseti liberal sağ bir hareket olarak
algılıyorum.
Eğer bu politikalar
uygulayanların bilinçli bir tercihi ise ve ideolojilerini sadece bir araç
olarak kullandıklarının farkındaysalar bir sorundan söz edilemez. Ülkenin
geleceği hakkında bir projeksiyonları vardır ve buna ulaşmak için ideolojileri
bir araç olarak kullanmaktadırlar deriz. Hedeflerini halka açıkça
söylemektedirler ve nereye varmak istediklerini kitleler bilmemektedirler ama
kendilerinin bunların bilincinde olduklarını kabul ederiz. Eğer yönetenler uyguladıkları
politikaların sonuçlarını hesaplamıyor, sadece izledikleri yolun kendilerini
başarılı yapacağını düşünmekle yetiniyorlarsa sonucun herkes için bir sürpriz
olması kaçınılmazdır.
Herkes "İzlediğimiz yol
doğru" derken ben varılacak yerin ne olduğunu kestirmeye çalışıyorum.
Sözlerini doğru sayanlara ve bunları savunanlara gidecekleri yerin ne olduğunu
bilip bilmediklerini soruyorum. Geçmişte solun ve bağımsızlığın kavgasını
verenlerin eylemlerinin bizi düşündüklerinin tam tersi yöne götürdüğünü,
ülkenin bölünmemesi için verdiğimiz mücadelenin ve katlandığımız
fedakarlıkların bizi federasyon tartışmalarına kadar getirdiğini, üstelik
bunların hiç beklemediğimiz ağızlarca ifade edildiğini görmezlikten gelemeyiz.
Ben yapılanların doğru olup olmadığını ancak ulaşılacak sonuçlara göre
değerlendiriyorum. Hep istemediğiniz sonuçlara ulaştıysanız izlediğiniz yol
yanlış demektir.
HEDEFİNİZ NE?
Günümüzde büyük bir değişim yaşandığını ve bu
sürecin hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Bu bizim irademiz dışında
gelişiyor ve onu ne yönlendirebiliyoruz ne de durdurmak imkanına sahibiz.
Ayrıca buna direnmenin bir faydası olmadığını, değişime ayak uydurmayanların,
dışında kalanların sahneyi terk ettiklerini biliyoruz. Ancak böyle bir
değişimin olmadığını düşünenler olduğu gibi değişimin yönü ve yoğunluğu
konusunda da çok farklı yaklaşımlar var. Büyük bir çoğunluk önümüzdeki
seçimlerin bundan öncekilerin bir benzeri olduğunu ve yeni yöneticilerimizi seçmekten
ibaret bir sürecin başında olduğumuzu düşünüyor.
Devletin üst düzeyinde yer almak
isteyenlerin dünyaya bakışlarını, nasıl bir gelecek öngördüklerini ve bu amaçla
nasıl bir yol izleyeceklerini bilmiyoruz.
Kim hangi makama daha yakın
sorusu gündemimizin ilk sırasında yer alıyor. Birisi bu makama gelebilecekse,
yapacaklarının ne olduğunu bilmesek de hatta bu kişinin ajandasında bir proje
olmasa bile seçim sonuçlarını tahmin ediyoruz. Onu destekleyenler de ulaşılacak
sonucun kendilerine neler getireceğini düşünmekle yetiniyor, hiç . kimse nasıl
bir ülke tasavvur ettiğini, buna nasıl ulaşılacağını tartışmıyor. Böyle bir
yaklaşımla ulaşacağımız yer bizim irademizin dışında belirlenir. Kişiler önce
bir makama gelmenin hesaplarını yapar, daha sonra da orada kalmak için uğraşır.
Milliyetçiler, savundukları şeyin
objektif bir tanımı olmamasına ve herkesin kendine göre bir millet tarifi
yapmasına rağmen, dünyadan bağımsız bir yol izlenmesinden yana oldukları
anlaşılıyor. Kendilerinden saydıklarıyla dayanışma içinde olmak, bu tanıma
girmeyenleri, yaptıkları ne olursa olsun, dışlamak eğilimindeler. Önce kişinin
ya da onların örgütlenmesinin ne olduğuna bakıyor ve buna göre davranışını
belirliyor. Dünya birbirinden ayrık, uzlaşmaz iki kategoriye ayrılıyor ve
bizden olanlarla olmayanlar olarak sınıflandırılıyor.
Küreselciler ulus devletlerin
tarihe gömüleceklerini, dünyanın bir bütün olarak yönetileceğini bunun hem
kaçınılmaz hem de faydalı olduğunu düşünüyor.
Oysa dünyadaki değişmenin yönünü
tahmin edebilsek, bunu etkilemek ve sadece bizim için değil tüm insanlık adına
daha iyi bir yöne gitmesi için bir projeye sahip olsak ve yönetim kademelerine
buna uygun kişileri getirebilsek çabalarımız daha anlamlı olur, ülkemizin
konumuna uygun bir rol oynamış oluruz.
Bu kişileri farklı bir biçimde
değerlendirmeyi gerektirir. Artık soru bu kişinin ne olduğu değil, ne
yapacağıdır ve projemize en uygun kişinin kazanması değil görevlendirilmesi
anlamını taşır. Bu seçimi bir yarış saymanın yanlış olduğu, yapılması gerekenin
en uygun kişinin, bu biz olmasak bile, bu makama getirilmesidir. Yani eğer
siyasetçilerimiz, "Ne iş olsa yaparız abi " diyenlerden değilse ve
her biri belli bir yönü ve projeyi temsil ediyorsa, ülkemiz için bir gelecek
modelimiz varsa içimizden en uygunu görevlendiririz.
Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı ve
genel seçimler hem bir fırsat hem de bu fırsatların hoyratça heba edildiği bir
süreç olabilir. Eğer hem kendimizin hem de seçeceğimiz kişilerin birer fani
olduğunu, yanlış hesapların getireceği ikballerin birer hüsrana dönüşebileceğini
bilirsek şartların ülkemizin önüne cömertçe sunduğu imkanları sonuna kadar
kullanır ve, inandığımız üstün değer ne ise, ona hizmet etmiş oluruz. Ya da,
"Uygunsuzların kaderi tasfiye olmaktır" ilkesinin hayata geçmesinin
bir vesilesi oluruz.
Önce bir geleceğime yönelik bir
proje üzerinde tartışalım ve bir yol haritası çizelim. İkinci aşamada bu hedefe
varmak için en uygun figürleri tanımlayalım ve değerlendirmelerimiz kime işaret
ediyorsa onu görevlendirelim. Siyasete yön verenler de aynı yolu izleyerek yeni
iktidarın yolunu açsınlar. Tek hatamız modelimizin yanlış olması olabilir ama
değilse, hem modelimizin hem de kadronun uygunsuzluğu risklerinin birinden
kurtulmuş oluruz. Eğer doğru bir model de seçebilirsek ülkemizin geleceği hem
bizi hem herkesi mutlu edecektir.
İŞSİZLİK Ülkemizin ekonomik
olarak büyümesi bir yandan yeni istihdam imkanları yaratırken diğer yandan
teknolojideki gelişmeler daha az insanla aynı üretimin yapılmasını sağlıyor.
Tarımda çalışır gözüken ve gizli işsizler olarak adlandırılanlar şehirlere göç
ediyor ve büyük bir işsiz kitlesi şehirlerin varoşlarını dolduruyor. Bunların
bilinen yollarla istihdamı çok uzak bir ihtimal. Ancak bu kişilerin yaşamlarını
bir biçimde sürdürecekleri de apaçık. Hırsızlık, kap-kaç, dilencilik ya da yasa
dışı işler bu insanların yeni meslekleri haline geliyor.
Bir sektör haline gelen bu
faaliyet dalının zabıta tedbirleriyle engellenmesi mümkün değil. Bunlar yaşamak
zorunda ve yapacakları başka bir şey yok. Ya da birini engelleseniz kuyrukta
bekleyen binlercesi var.
Geçerli iktisat öğretisi bir
insanın üretime katkısı kadar pay almasını öngörüyor. Üretim sürecinin dışında
kalanın pay alması mümkün değil. Bu kişilerin sosyal yardımlarla yaşaması
kaynakların israfı anlamına geliyor.
Ülkemiz, bu problemin çözümü için
değilse bile, etkilerinin daha az hissedilmesi için sosyal yardımlara ağırlık
veriyor ve üretim süreci dışında kalan bir çok insan bu yardımlarla yaşıyor.
Emeklilik fonlarına yatırdıklarından çok fazlasını maaş ve sağlık yardımları
olarak alanlar, bunların yakınları, emeklilik kavramının ötesinde kaynak
tüketiyor.
Bireyi temel alan geçerli iktisat
teorisi bununla sınırlı olmayan sorunlara çözüm bulamıyor. Ancak bilinen
sosyalist iktisat görüşü de bir alternatif olma iddiasını kaybederek sahneyi
terk ettiği için ortaya çıkan sorunlar, teorik bir temele dayanmadan, pratik
tedbirlerle çözülmeye çalışılıyor.
Akademik hayata başladığım
yıllarda, yani kırk yılı aşkın bir süre önce, alternatif bir iktisat görüşü
inşa etmek istiyordum ve bu amaçla bireyi temel alan bir analiz metodu yerine
ekonomik bir bütünün davranışlarını incelemek ve teoriyi, bir devlet de
diyebileceğimiz, iktisadi bütün üzerine kurmayı düşünüyordum. Metodum tekilden
bütüne değil bütünden tekile olacaktı. Mesela kullanılacak teknolojiyi firmalar
değil ekonomiye yön veren ve bütünü yönetenler karar verecek, firmaları bunları
kullanmaya yönlendirecekti. Karar veren bireylere hiçbir şeyi empoze etmeyecek ama
fiyat, maliye, para politikalarıyla bunların kullanmasını sağlayacaktı.
Ancak ülkemde düşünmek hindilere
özgü bir davranış sayıldığı ve hizmetin tek türü vatanı kurtarmak olduğu için
düşündüklerimi bırakıp bekleneni yapmak zorunda kaldım. Eğer düşünmeye devam
etseydim şöyle bir model geliştirirdim: Karar verenler o günkü fiyatlarla bir
değeri olmayan ama ülkenin geleceği için yararlı gördükleri alanlarda işsiz
kalmaya mahkum olanları istihdam ederlerdi.
Mesela ağaçlandırma, toprak
ıslahı, çevre düzenlemesi gibi işleri, asgari sermaye malı kullanarak, bu
kişilere yaptırırlardı. Bu işletmelere eğitimciler katılır ve çalışanları daha
sonraki çalışma hayatlarına hazırlarlardı.
Firmaların vasıfsız ya da az
vasıflı işçi istihdamı birkaç yıl ileriye atılır ve bu kaynaktan sağlanırdı.
Böylece bugünkü piyasa değeri sıfır olan ama gelecekte herkese parasal getiri
sağlayacak bir ortam yaratılırdı. Yani insanlar değer yaratacak ama bunun
parasal ifadesi ancak gelecekte oluşacaktı. Toplumsal olarak düşünüldüğünde
yasa dışı yollarla toplumun kaybettiklerinden belki de daha azı kaynakla bu
işin yürütülmesi mümkün olabilirdi ya da biraz fedakarlığa katlanılabilirdi.
Bunun bütçeye getireceği yük karşılanamaz boyutta olmayacaktı ve kaynakların
farklı bir tahsisi yeterli olacaktı. Mesela emeklilik daha ileri yaşa alınacak,
zaten aileye yapılan yardımlarla karşılanan sağlık harcamaları sadece ad
değiştirmiş olacaktı. İnsanlara üniversitelerde kullanmayacakları bilgiler
vermek yerine bir meslek sahibi olmaları sağlanacaktı.
Pratik çözümleri fazla
önemsemiyorum ama ekonomiyi tekilden bütüne analiz etmek yerine tersinden
bakmanın, bütünden tekile inmenin hasreti içimi sızlatıyor.
YIKILIŞ VE ÇÖKÜŞ Sonuçları aynı
olsa bile yıkılış ve çöküş farklı iki süreci ifade eder. Bir yapı, herhangi bir
dış etki olmadan, bir anda yerle bir olabilir. Bu bir çöküştür ve onu
hazırlayan sebepler uzun zaman içinde oluşmuştur. Dış görünüşü bile güven
vermeyen, bir projeye dayanmadan çürük malzemeyle yapılan bir binanın çöküşü
yadırganmaz. Ancak heybetli duruşuna, köklü bir geçmişe sahip olmasına rağmen
çöken yapılar da vardır. Kimse binanın çürüdüğünü fark etmemiştir ya da belirtileri
ciddiye almamıştır.
İyi bir yapı, dış etkilerle bir
bölümü yıkılsa bile, çökmez. Tümden yok oluş ancak hiçbir bölümünü taşıyacak
istinat noktalarının bulunmaması halinde mümkündür. Mesela Irak'ta gözlenen
durum bir çöküştür ve geride düz bir araziden başka bir şey kalmayacak ve yeni
yapı eskisinin izlerini taşımayacaktır. Çünkü bir takım insanların sığındığı
bir çadırı andıran yapının ne temelleri vardı ne de onu ayakta tutacak taşıyıcı
elemanlara sahipti.
Bir devleti ayakta tutan iskeleti
devlet aygıtı ve halkıdır. Halk bir malzeme gibidir ve devletin yapıştırıcı
özelliği olmadan bir bütün oluşturamaz. Yani devletsiz millet olmaz ama bir
devlet kendi milletini oluşturabilir. Mesela ABD'nin ya da Osmanlı'nın halkı
ancak devletiyle tanımlanabilir. Araplar ise, her devlete göre tanımlanan
sayısız halk haline gelmiştir.
Bir devletin iki önemli dayanağı
ekonomisi ve bürokrasisidir. Eğer ekonomisi başka bir gücün kontrolünde ise
onun etkisi her kararında hissedilir. Bugün ABD kendisine rakip olması muhtemel
iki gücün, yani Avrupa ve Çin'in enerji kaynaklarını kontrol ederek
etkisizleştirmek istemektedir ve bugün yaşadığımız mücadelenin özü budur. Yani
ekonomi de bir yapı gibidir ve onu taşıyacak unsurlardan temel unsurlardan biri
olmazsa çökebilir. Enerji olmadan ekonomiden söz edilemez ve onu kontrol eden
egemen konuma gelir.
Hiçbir ülke kendi içine kapalı
bir ekonomiye sahip değildir. Ancak dış ekonomik ilişkilerin sadece rakamlarla
ifade edilmesi ciddi bir yanılgıdır. Mesela Türkiye'nin ithalatının, büyük
ölçüde, ara ve yatırım mallarından oluşması, tüketim ve lüks malların az olması
bazıları için olumlu sayılırken benim için tersi bir tablo çok daha makbul
sayılırdı. Keşke köpek, kedi maması, kozmetik ürünleri ve lüks mallar ithal
etseydik ama hiç değilse ara mallarını biz üretseydik çok daha mutlu olurdum.
Bir kriz anında bizim ekonomimiz çöker ama bizden fındık, fıstık, havlu, gömlek
alan yaşamaya devam eder ve tatilini kriz sonrasına erteler. Ekonomide alt
düzeyde de olsa, halkın yaşamasını sağlayacak bir düzeyin güvenli hale
getirilmesi; krizlerin satıhta karşılanmasını ve çekirdeğin zarar görmemesini
sağlayacak bir yapının oluşturulması gerekir.
Bir devleti ayakta tutan
yönetimdir. Siyasetçiler ve bürokrasi bu binanın karkası gibidir. Onların
sadece sağlam olması yeterli değildir, ayrıca birbirlerine sıkıca bağlayan köşe
yapılarına ihtiyaç vardır. Kolonları ve sütunları uygun biçimde yapılan ama
birbiriyle bağlantısız duran bu elemanlar hiçbir işe yaramaz ve en küçük bir
sarsıntıda yapı yerle bir olur. Şu sırada karşılaştığımız manzara budur ve her
eleman kendisinin ne kadar sağlam ve güçlü olduğunu söyleyerek güvence vermeye
çalışmaktadır.
Bazı insanlar var olan yapıdan
şikayet ederler ve ellerine kazmayı küreği alarak sağından solundan düzeltmeye
kalkarlar. Bir yapı projeye bağlanmadan, hesap yapılmadan değiştirilmeye
kalkılırsa, yapılan ne olursa olsun çöküşe hizmet eder. Eğer birisi vatanı
kurtarmak istiyorsa devleti ele geçirmeden bu işe kalkışmamalıdır. Çeteleşerek
ülkeye hizmet etmek mümkün değildir, hedefleri ve ona yön veren inanç ve
ideoloji ne olursa olsun bir yıkım ekibinden başka bir şey olamazlar.
Cumhurbaşkanlığı makamı devleti
oluşturan elemanların birbirleriyle bağlantı içinde olmasını sağlar ya da bu
bağın var olduğunu gösterir. Burayı bir yarış yeri haline getirmekten kaçınmak
ve güçlü bir simgeye dönüştürmek gerekir.
İDEOLOJİNİN CAZİBESİ
Türkiye'de siyaset ideoloji
merkezlidir ama böyle oluşunun onu siyaset olmaktan çıkardığının farkında
değiliz. Cumhurbaşkanlığından genel seçimlere kadar siyasi gelişmelerin
hepsinde tartışmanın ana ekseni, tarafların ideolojik yaklaşımlarıdır. Yani
önce yolumuz belirlenir ve onun götürdüğü yere gideriz.
Oysa insanın önce hedefini
belirlemesi sonra oraya götürecek yolu seçmesi gerekmez mi?
1980 darbesi ideolojik tartışma ve
çatışmaların bir sonucuydu ama büyük bir ekonomik değişime yol açtı ve ülkemiz
dünya ekonomisiyle bütünleşmenin ilk adımlarını attı. Bu sonucu ne tartıştık ne
de öngördük. AKP iktidarı bu başlangıcın ileri bir safhasını oluşturdu ve
küresel ekonominin bir parçası olduk. Bunu da ne biz ne uygulayanlar biliyordu.
Gelişmelerin siyasi sonuçlarını
hiçbir zaman tartışmadık. Kazanan ve kaybedenin ideolojiler olduğuna o kadar
emindik ki, siyasi sonuçları alt sıralarda bile yer almadı. Kürt sorunu da
sadece demokrasi çerçevesinde konuşuldu ve bir kültürün talepleri olarak ileri
sürüldü. Siyasi değerlendirmeler ise bölücülükle sınırlı kaldı ama kimse böyle
bir bölünmenin, eğer amaç buysa, hangi siyasi amaçlara hizmet edeceğini
tartışmadı. Böyle bir analiz yapmayı deneyenler ise, günün gereklerinden
bağımsız, "Batı zaten bizi bölmek istiyor, geçmişte başaramadıklarını
şimdi yeniden deniyorlar" gibi soyut bir hedeften söz ettiler.
Böyle bir yaklaşım soruna tepe
taklak bakmak anlamına geliyordu. Yani önce siyasi hedefler belirlenir ve bu
amaca en uygun olan ideoloji kullanılır ilkesi yerine ideolojiler hedef,
sonuçlar yan üründür dendi.
Siyasete öncelik tanıyarak analiz
yaparsak çok farklı bir manzarayla karşılaşırız. Herkese fantezi gibi gelecek
birkaç soru sorabiliriz: Eğer 1980 darbesi olmasa ve Türkiye izlediği ekonomik
politikayı sürdürse, Batının ekonomik kontrolüne girmese ve SSCB ile
ilişkilerini sürdürseydi SSCB'deki değişime gerek kalır mıydı?
SSCB'deki değişim bir ideolojinin iflası
sonucu muydu yoksa dengenin SSCB aleyhine değişmesi mi böyle bir yol
izlenmesini gerekli kılmıştı?
Bu kadarı da olmaz diyeceğinizi tahmin ettiğim
bir soru daha soracağım. 12 Martta sol girişim başarılı olsaydı 1973 Arap-Israil
savaşı olur muydu?
Türkiye böyle bir çatışmada Arapları ve dolayısıyla
Avrupa'yı destekleyeceği için ABD'nin petrol fiyatlarını artırması ve parasal
sorunu kendi lehine çözmesi mümkün olur muydu?
Ülke sağ-sol, laik-İslamcı gibi konularla
uğraşırken benim Türkiye'deki gelişmelerin dünya dengeleriyle ilgili olduğunu
ve önemli etkiler yarattığını söylememin ne kadar abes olduğunu biliyorum.
Böyle düşündüğüm için itibar ve irtifa kaybettiğimin de farkındayım. Ancak
başka türlüsünü de beceremiyorum ve bir taraf baş örtüsünü yasaklarsak
diğerinin de inancımıza uygun giyinirsek tüm sorunlar çözülmüş olacak iddiasına
katılamıyorum. Herkes çatışan tarafları ideolojisine ve bunun simgesi sayılan
giysisine göre tanımlarken ben onları çıplak görüyorum. Böyle bakınca da
taraflar değişiyor ve arka plandaki güç odakları görünür hale geliyor.
Bu açıdan bakınca Türkiye'deki
ulusalcı- İslamcı saflaşmasının yapay olduğunu, her iki cephede de karşı
safları temsil eden güçlerin bulunduğunu görüyorum.
Ulusalcı cephede karşı cepheyi
güçlendirmek için savaşanlar olduğu gibi diğer tarafta da potansiyel ulusalcı
diyebileceğimiz bir grubun varlığından söz edilebilir. 1980de sol sayılan
grupların daha sonra liberal kanatta yer almasına benzer bir durumla
karşılaşabiliriz ve saflar arasında ciddi kaymaların olduğunu görebiliriz.
Analiz metodumuzu değiştirip ideolojik ayırımlar yerine dünyadaki
farklılaşmanın benzerinin ülkemizde de yaşandığını, kabul edip cepheleri bu
kritere göre belirlemek daha sağlıklı sonuçlar almamıza yarar ve cumhurbaşkanı
da buna göre belirlenir.
Biz satranç taşlarıyla dama
oynuyoruz ve şah ile piyonu aynı değerde görüyoruz.
Veziri bir piyonla
değişebiliyoruz. Ama sonuç satranç kurallarına göre belirleniyor.
NEHRİN İKİ YAKASI
İnsanlar nehrin bir yakasında
durur ve öbürü için değerlendirmeler yaparlar ama öbür yakası olmadan nehrin
bir su birikintisine dönüşeceğini düşünmezler.
Üstelik iki yakası da olmayan bir
nehirden söz edilemez, suyun varlığı bile fark edilmez. İki yakası da dik ve
sert olan nehirler, eğer suyu da bolsa, çağıldayarak akar ve önüne geleni
süpürüp götürür. İki yaka birbirinin tam tersinde yer almasına rağmen bir arada
bulunmazlarsa nehir oluşmaz.
Sosyal ve siyasi olaylarda bir
nehir gibidir ve ancak iki zıt tarafın bulunmasıyla görünür hale gelir,
şartlara göre sertleşir ya da ılımlı bir seyir izler.
Biz bir olayı incelerken onun
sadece bir yanına bakar, değerlendirmeler yapar, iyi ya da kötü olduğuna karar
veririz. Oysa onlar bir bütünü oluşturan parçalardır ve ikisini bir arada
görmeden doğru bir yargıya varamayız. A milliyetçiliği olmadan B olmaz, bir
dini görüşün . öne çıkması ve desteklenmesi diğerinin yükselişini tetikler.
Eğer bir sosyal ya da siyasi akım
tehlike sayılırsa onun baskı altına alınmasına çalışılır, hatta karşıt görüş desteklenerek
diğerinin etkisizleştirileceği düşünülür. Oysa bu bir çözüm olmak bir yana
süreci hızlandıran bir rol oynamaktan daha başka bir.işe yaramaz. Bu durumda
hiçbir görüşün olmaması gerektiği sonucuna mı varırız?
Şüphesiz ki hayır. Ancak olayların sakin bir nehir
gibi akmasını, etrafı yıkmasını istemiyorsak, iki yakasının dengeli olmasını
sağlamak zorundayız. Bir toplumda halkın değer yargıları, oluşmuş siyasi
eğilimleri suyun miktarı gibidir ve bunlar ne kadar sert ve kalıplaşmışsa o
kadar risk söz konusudur.
Türkiye'de Kürt milliyetçiliğinin
yükselişinin Türk milliyetçiliğini tetiklediği ya da tam tersinin doğru olduğu
söylenir. Başlangıç nasıl olursa olsun birinin varlığı diğerinin gelişmesinin
sebebidir. Bu durumda birine karşı diğerini kullanmak bir çatışmayı zorunlu
hale getirir ve süreç birinin tasfiyesiyle sonuçlanır ama geride kalan
tortular, ödenen bedeller, herkes için, katlanılamaz boyutta olabilir. Oysa
başka bir yol da izlenebilir ve taraflardan biri bunu önemsiz kılacak bir
politika izleyebilirdi.
Yani nehrin bir yakasını yıkıp
onu sığ bir su tabakasına çevirebilirdi. Bir taraf nehrin kendi yakasını dik,
yüksek ve sert hale dönüştürürken diğeri kendi tarafını bir düzlüğe
çevirebilirdi. Böylece suyun hızı kesilir, yıkıcılığı engellenebilirdi.
Bu sözleri sadece bir örnek kabul
edebilir, kimsenin vazgeçmek niyetinde olmadığı çizgisinde bırakır ve sonucuna
katlanabiliriz ama hiç değilse bundan sonra, olayların düz bir çizgi
izlemediğini, diyalektik olarak geliştiğini düşünür ve ona göre bir yol izleriz.
Benzer bir durum ülkemizdeki dini
gelişmelerde de gözlenmektedir. İslamcı kanat sahneye en katı biçimiyle çıkıp,
diğerlerini tamamen dışlayan bir tavır sergileyerek laik olarak
adlandırılanları savunmaya zorlamıştır. Oysa dini, bir yasaklar ve ibadetler
bütünü olarak değil bir dünya görüşü, var oluşun anlamı, dinimizin insana
bakışı olarak sunulsaydı itirazların yerini geniş bir kabul alabilirdi. Yani
kendi konumlarını, diğerlerini tümüyle dışlayan değil, iyiliklerini yücelten,
yanlış gördüklerine alternatif sunan, empoze etmeyen ama anlatan konumunda
olsaydı gerginlik söz konusu olmazdı.
Son günlerde yaşadığımız
görünüşte dini kaynaklı olan cinayetler özde tamamen siyasi hatta operasyon
niteliklidir. Yani ne bir dinin savunulması ne de diğerinin geriletilmesi
amacını taşımıyor. Görünen ne olursa olsun varacağımız yer Batı kamuoyunda
ülkemizin ve insanlarının kendilerinden saymadıklarıyla savaşmak niyetinde
olduğunun ilanıdır ve bizi karşı tarafın itmek istediği terörist, bağnaz,
uzlaşılması mümkün olmayan ülkeler kategorisine sokmaktadır.
Üstelik bu konum bizim değil
onların tercihidir. Birinci Dünya Savaşı'nda bizi yenmek istedikleri için
savaşa soktular ve projelerini bütünüyle gerçekleştirdiler. Şu soruya
vereceğiniz cevap konumunuzu tanımlayabilir: Dinin ön plana çıkması sizin
tercihiniz mi?
Dini uğruna boğaz kesmeyi siz mi icat ettiniz
yoksa onların yönlendirdiği sözde İslamcı gruplardan mı öğrendiniz?
Yaptıklarınızın içinde size ait olan bir şey
var mı?
İkinci Bölüm SATRANÇ HAMLELERİ MİLLİYETÇİLİK
Türkiye'de milliyetçiliğin
yükselen bir değere dönüştüğü ortak bir kanıya dönüşüyor. Bir kavram üzerinde
tartışma yapıldığı zaman bunun ne anlama geldiğinin herkes tarafından kabul
gören bir tanımı olması gerekir. Oysa milliyetçiliğin tanımı konusunda bir
mutabakatın olduğu söylenemez.
Kavram üzerindeki belirsizlik
Türk sözcüğünün hem bir soyu hem de vatandaşlık bağını ifade etmesinden
kaynaklanıyor. Bazıları bunu aynı soydan gelenlerin ortak adı sayarken
diğerleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ifade eden bir kavram olarak
kullanıyor. Her iki kavram da yanlış değil ama hangi anlamda kullanıldığı
konusunda bir belirsizlik var.
Ayrıca bir tanımın, eskilerin
ifadesiyle; efradını cami, ağyarını mani olması gerekir. Yani kendisinden
olanları kapsamalı, olmayanları dışlamalıdır. Bu iki tanım birbiriyle
çelişmekte, birinin kabulü diğerini geçersiz kılmaktadır.
Bu tanımlardan herhangi birinin
kabulü halinde kimleri savunacağınız, kimleri karşınıza alacağınız belirlenir.
Ancak bu halde bile bunun dünya ölçeğindeki mücadelede bizim nerede
konuşlandıracağımızın, uygulayacağımız politikaların nasıl olacağının
belirlenmesi gerekir.
Dünyada ulus devlet yapılarını
savunanlarla bunun karşısındakilerin mücadele halinde olduğu bir gerçektir.
Ancak bu konuda da milliyetçilerin ne düşündüğü belirsizdir. Bizim
milliyetçiliğimiz ulus devlete karşı olanlarla mı mücadele etmektedir yoksa
diğer ulus devletleri de mi karşısına almaktadır sorusunun cevabı
bilinmemektedir. Yani biz dünya ölçeğindeki çatışmada ulus devlet yapılarının
devamından yana olabiliriz ve bu düşüncede olanlarla aynı safta yer alabiliriz
ya da dışımızda saydığımız herkese karşı kapalı olmayı savunabiliriz.
Bu iki tavır birbirinden çok
farklıdır. Mesela Rusya ulus devleti savunanlar arasındadır ve kendi ulus devletini
inşa etme çabasındadır. Biz onu aynı safta mı sayacağız yoksa bizim dışımızda
olduğu için karşı mı çıkacağız?
Daha açık bir ifadeyle bizim milliyetçiliğimiz
kendi sınırlarımızın içinde midir yoksa dünya ölçeğinde ulus devletlerin
devamını mı savunuyoruz?
Ulus devlet homojen bir yapı mıdır, yani tüm
bireyleri birbirinin aynı mı olmalıdır, yoksa onları bir arada tutan şey sosyal
benzerlik dışında mı aranmalıdır?
Bence bir ulus siyasi ortaklıkla tanımlanmalı
ve gelecek tasavvurları aynı olan, birlikte yaşama iradesine sahip ve bu
birliktelikte güven ve refah uman insanlar olarak tanımlanmalıdır. Böylece
bugünün ABD'sini ve eski Osmanlı'yı bir ulus olarak tanımlamak imkanına sahip
olabiliriz. Böyle bir tanımlama hem gerçekçidir hem de ülkenin önünü tıkamayan
aksine tarihin elverdiği ölçüde büyük roller oynamasına imkan veren bir
tanımlamadır. Ayrıca ulusalcılığın küreselci eğilimlerin karşıtı olarak
tanımlayarak dünyadaki mücadelenin dışına itilmek durumuna da düşmeyiz.
Milliyetçiliğin yükselmesi ve bunun
bir anlam ifade etmesi için onun ne olduğunu anlatmamız gerekir.
SEZGİ
Sezgi bir akıl yürütmenin,
bilginin ya da tecrübelerimizin ürünü değildir.
Doğruluğu ispatlanamaz. Belki de
bunların hepsinin zihnimizde yarattığı bir algılamadır. Sezgilerimizi bir iddia
olarak ileri süremeyiz ama bize yön verdiğini de inkar edemeyiz. Sezgilerimiz
düşünce yapımızdan tamamen ayrık da sayılmazlar. Neleri düşünüyorsak
sezgilerimiz o çerçevede oluşur. Bugün düşündüklerimi bir yana bırakıp
sezgilerimden söz etmek istiyorum.
Basına verdiğim ilk
röportajlarından birinde Türkiye'nin 1299'dan beri bu kadar uygun bir
konjonktürle karşılaşmadığını söylediğimi hatırlıyorum. Herkesin var olanı
korumak için uğraştığı, savunma dışında bir amacının olmadığı bir dönemde geleceğe
böyle bakmak son derece aykırıydı ve içinde bulunduğumuz şartlarla bağdaşmıyordu.
Düşüncelerimi destekleyecek hiçbir belirti yoktu. İnsanlar Kurtuluş Savaşındaki
gayretlerimizin verdiği inançla kimsenin bizi daha fazla küçültemeyeceğini
düşünüyordu. Hedefimiz, var olanı korumak ve başkalarının düzeyine ulaşmak
olarak tanımlanabilirdi.
Büyümeyi fethetmek, küçülmeyi
fethedilmek olarak algıladığımız için gücümüzün sınırlarını biliyor ve bunun
ancak savunmaya yeteceğini, hatta bunu başarmak için eksik olan maddi unsurları
inançlarımızla tamamlayacağımıza inanıyorduk.
Türkiye'yi tartsanız hafif
geliyordu, kol gücünü ölçseniz zayıf kalıyordu.
Sezgilerim ise, "Çocuklar da
hafif ve güçsüzdür. Ama, sağlıklı iseler büyürler" diyordu.
Sezgiler kontrol edilemez ve
insanı peşinden sürükler. Düşüncelerimiz mi sezgilerimizi yönlendirir yoksa
sezgilerimiz mi düşünce yapımızı belirler bilinemez. Mesleğimi düşünerek
seçmedim. Hayata asker olarak başladım ve onunla hiçbir ihtilafın yoktu ama iyi
bir asker olmanın yetmeyeceğini, silahın inanç kadar gerekli olduğunu
seziyordum. Askerliği bıraktım ama yıllarca rüyalarımda kendimi üniforma içinde
görmeye devam ettim. Yeni mesleğimi, iktisatçılığı, o yıllarda kimsenin severek
tercih ettiği bir alan olmamasına rağmen, tek hedef olarak gördüm.
Paraya en çok ihtiyacım varken en
az kazanan yola saptım ve akademisyen oldum.
Bunları kendimi değil sezgilerin
bir insanı nasıl yönetebildiği-ni anlatmak için yazıyorum.
Dünyayı Türkiye'den bakarak
değerlendirmedim. Dünyadan bakarak geleceğin ne olacağını ve bunun içinde
yerimizi tespite çalıştım. Bulunduğumuz coğrafyada bir merkezin oluşması
gerektiğini, bunun hem siyasi hem de düşünce açısından etkin konumda olacağını
düşündüm. Sanki dünyayı yöneten bir akıl vardı ve bu, uygun bir yeri kendine
mekan seçiyordu.
Türkiye yaşadıklarını önceden
düşünmüyor, tartışmıyor hatta bilmiyordu. Bir güç savunmacı reflekslerimizi
kırıyor ve bizi dünyaya açıyordu. Bunu bir işgal olarak da algılayabilirdik,
burada bir güç odağının oluşma süreci olarak da değerlendirebilirdik.
Sıkıntımız olanların hiçbirini öngörmemiş olmamızdan kaynaklanıyordu.
Türkiye'nin bir güç odağı olacağını seziyorum ama dümeninde kimin olacağını
kestiremiyorum.
SEBEP, SÜREÇ VE SONUÇ
Bir olay sebeple başlar, süreçle devam eder ve
bir sonuca ulaşır. Biz sadece süreci değerlendiririz. İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra galipler dünyayı nüfuz alanlarına böldüler ve biz Batı Cephesi'nin payına
düştük. Çok partili siyaset bunun doğal sonucuydu ama biz Batı'yı seçtiğimizi
ve demokrasiyi getirdiğimizi söyledik. Kimse başka bir seçeneğimiz var mıydı
diye sormadı. DP kuruldu ve bir seçim zaferi kazandı. Muhalefette kim olursa
olsun böyle bir sonuç alırdı ama biz bunu DP'nin zaferi saydık.
Herkes zaferlerinden söz
ediyordu. Birileri demokrasi adına, diğerleri ülkeyi kurtarmak için mücadele
etti. Başarı sırasını birileri belirliyor ve herkes önce zafer kazanıyor sonra
kaybediyordu. Siyasetçiler demokrasiyi güçlendirirken bürokrasi vatanı
kurtarıyor ve sıra, hiç şaşırmadan, devam ediyordu.
Tüm bu gelişmelerin dünya açısından
bir anlamı vardı ve çatışan taraflar onlardı ama biz sadece içimizdeki
kahramanları ve kaybedenleri gördük. Bu bakış açısı bir alışkanlık haline
gelmişti. Osmanlıyı tasfiye eden süreci de, dış faktörleri ve ordularımıza
komuta eden yabancı askerleri göz ardı ederek, savaş sürecindeki kahramanlıklarımızla
değerlendirdik.
Dış dinamiklerin önemli olduğunu
söyleyenleri halkımızı ve ülkemizi küçümsemekle itham ediyorlardı. Bütün bu
gelişmelerde bizim bir payımızın olmadığını söylemek nankörlüğü de aşar hıyanet
olarak vasıflandırılabilir diyorlardı. Onlara şöyle bir örnekle seslendim: Bir
yerde yol yaparsanız arazinin engellerini hesaba katmak zorundasınız. Arazi de
belirleyicidir ama rolü pasiftir. Aktif belirleyici yolu yapan mühendislerdir.
Ben konumumuzu bir araziye ve onun çetin şartlarına benzetiyorum ama bu yolun
güzergahını bizim belirlediğimiz anlamına gelmez. Halkımızın çetin bir dağ
olduğunu biliyorum ama bir güzergah belirleyen yöneticiye rastlamadım diyordum.
Pasif belirleyiciydik, bize yön vermek isteyenlerin karşılaştıkları zorlukları
yeterli sayıyor kimse bizi yolumuzdan saptıramaz diyorduk. Zaten kimse bizden
bir sürpriz beklemedi. Her darbe davul zurnayla geldi, her seçim beklenen
zamanda yapıldı, kazananın kim olacağı da belirlendi demesek bile belliydi.
Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı
seçiminde, hiç kaybetmediğim iyimserliğimi sürdürüyor ve bu sefer herkesin bir
sürpriz olarak algılayacağı, Türkiye'nin bir dağ olmaktan çıkıp bir mühendis
gibi davranacağı bir seçim yapılacağını umuyorum. Türkiye öyle bir seçim
yapacak ki, seçilen kişiye ve onu seçenlere herkes, "İşte Türkiye bu"
desin. Ülkemiz yüzyıllardır sürdürdüğü pasif belirleyicilikten çıktığını ve
artık mühendis kategorisinde sayılması gerektiğini ilan etsin.
Süreç içinde kazananların, kahraman
sayılanların sıradanlaştığı, gerçek belirleyicilerin bizden biri olduğu
günlerin rüyasının gerçek olması mümkün mü?
Siz gerçekleri yaşayın ben hayalimden memnunun.
AB UYELİĞİ
Kuruluşunun ellinci yılını
kutlayan AB'yi uzaktan, biraz da burukluk duygusu içinde seyrediyoruz. Her
adımımızı manşetten duyurduğumuz üyelik artık ellili yıllarla ifade edilmeye
başladı. Kendimizi katılmak için büyük gayretler sarf eden ama ihanete uğramış
gibi hissediyoruz.
Türkiye'nin AB üyesi
olamayacağını sürekli olarak tekrarladığım için AB karşıtları kategorisine
dahil edilmiştim. Oysa bu tanımlama yanlıştı. Biz hiçbir zaman böyle bir
birliğe dahil olacak bir dünya görüşünü benimsemedik ve bu yolda bir adım bile
ilerlemedik. Bizden istenenleri yaparken bile ev ödevini çevresindekilere
yaptıran ama ders konusuyla hiç ilgilenmeyen bir öğrenci gibiydik. AB'yi bir
kazanç kapısı olarak gördük ve onu inşa etmek gibi bir görevimiz olduğunu
düşünmedik bile. Ne yapacağımızı değil ne alacağımızı hesapladık.
Kurduğumuz model tümüyle yanlıştı.
AB İkinci Dünya Savaşı'nda, kazananı ve kaybedeniyle, gücünü kaybeden, birinci
sınıf konumundan yönetilenler arasına gerileyen Avrupa ülkelerinin birleşerek
yeni güç odaklarıyla, yani ABD ve SSCB ile aynı kategoriye girme mücadelesiydi
ve bu nedenle onların hasmı değilse bile rakibi konumundaydı Avrupa siyasi
ekonomik ve askeri alanda onlarla yarışacak bir duruma gelmek istiyordu. İlk
adım olarak ekonomik yarışı kazanma stratejisini izledi ve bunda önemli
başarılar kazandı. Zaten başlangıçta adını ekonomik topluluk olarak seçmesi
iddiasını bununla sınırladığı izlenimini yaratmak içindi ama hedefi tüm
boyutlarıyla güç odağı ve aktör olacak bir bütün yaratmaktı.
Biz ABD'nin kendisiyle rekabet
edecek bu yeni oluşumu engellemek isteyeceğini kabul etmedik ve müttefik olarak
kalacaklarını ve AB'nin oluşmasını destekleyeceklerini düşündük. ABD bir
şartla, AB üzerindeki vesayetinin devamı halinde, bu oluşuma izin verirdi. Yani
hedefinizden vazgeçin, rakip olmayın, sizi engellemem diyordu.
Benim AB modelim üç ülkeye
dayanıyordu. Almanya, Fransa ve Türkiye bu oluşumun çekirdeğinde olacaklar,
birlik bunlarla kurulacak diğerleri çevre ülke sayılacaklardı. İngiltere bu
birliğin dışında kalmalıydı. Çünkü onun bu birliğin dışında siyasi hedefleri
vardı ve ABD'nin gücünün ve etkinliğinin azalmasıyla boşalacak yerleri
doldurmayı planlıyordu. Yani AB'nin içinde bir parça olmaya razı olamazdı.
Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun varisinin kıta Avrupa'sının
kontrolüne razı olacağını düşünmek Almanya ve Fransa'nın ciddi bir hatası oldu.
Biz ise kurucusu olacağımız bir
siyasi projeye katılımcı olmaya razıydık. Böyle olunca bu siyasi hedefi
gerçekleştirecek hiçbir düşünce oluşturmadık ve kendimizi sorumlu saymadık.
Avrupa ise kurucu olması gerekene katılımcı sıfatını vererek birliğin kaderini
belirledi. Bu projenin gerçekleşme şansı kalmadı.
Sabahtan akşama kadar tek konusu
AB olanlara, "Olmayacak bir yere girilmez ki" diyordum. Şimdi,
"Türkiye etrafında AB'ye alternatif olacak bir yapı oluşacak.
AB'ye geçmiş olsun" diyorum.
SATRANÇ
Satrançta ya oyuncu olur taşlarla
oynarsınız ya da taş olur oynanırsınız. En olumsuz konum oyuncu mu taş mı
olduğunuzun birbirine karışmasıdır. Eğer oyun sizin üzerinize kurulmuşsa ve
feda edilmeniz oyunun sonucunu belirliyorsa oyuncu olmaktan çıkıp taş konumuna
geldiğiniz anlamına gelir. Ayrıca şah hamle yapmaya başlamışsa ve diğer taşlar
birbirini kırıp şahın konumu belirleyici hale gelmişse bu, aynı zamanda, oyunun
sonuna gelindiği anlamını da taşır. İyi bir oyuncu kendisini taş yerine koymaz
ve en kötü ihtimalle yenilir ama yeni bir oyuna başlamak her zaman mümkündür.
Oyunun sonunda kırılmış bir taş konumuna gelen oyuncu yerini başka birine
bırakır.
Türkiye'de siyasetçilerin en
büyük hatası oyuncu olmayı yeterli görmeyip bir taş gibi davranmasıdır ve
oyunun sonunda sadece yenilmekle kalmazlar ayrıca kırık bir taş konumuna
düşerler. Kırılma bazen yitip bitmek bazen trajik bir sonla karşılaşmak
biçimine dönüşür.
Biz kahramanlara ve büyük
adamlara önem veririz. Bir savaşı yönetenin, stratejiler belirleyenin adı pek
fazla duyulmaz ama kahraman bir askerin adı dillerde dolaşır. Mesela Arap
dünyasının kopuşunu sağlayan ne İngilizlerin uyguladıkları siyaset ne de
İngiliz istihbaratının çalışmalarıdır. Lawrence adı hepsinin önüne çıkar.
Saddam bir zamanlar baş olmuş ve
bir oyuncu olduğu zannedilmiştir ama sonunda bir taş olup feda edilmiştir.
Ülkemizdeki siyasetçilerin taş mı baş mı olduğunu sizin değerlendirmelerinize
bırakıyorum. İster seçimle, ister darbeyle gelsinler arkada bıraktıklarımızın
oyuncu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyor musunuz?
Siyasette rol alanların çoğunluğu taraftır ama
belli bir düzeyin üstündekiler taraf olmaya devam ediyorsa ve oyunun tümüyle
ilgilenmiyor ve karşı tarafı ülkenin dışında değil içinde arıyorsa o artık oyuncu
değil bir taştır. Üst düzey siyasetçi ülke içindeki diğer siyasi yapılanmaları
rakibi olarak görmek yerine aralarında bir işbölümü olduğunu düşünüyorsa,
onların varlığını oyunun vazgeçilmez bir parçası sayıyorsa ve oyunu diğerleriyle
ahenk içinde davranarak kazanacağını düşünüyorsa artık oyuncu konumuna gelmiş
demektir. Bu her siyasi oluşum için geçerlidir.
Yani siyaset bir ülkedeki tüm
güçlerin satranç tahtasının aynı tarafına dizilen taşlar gibi olduğu, birinin
feda edilmesinin diğerinin kazancı olmadığı ve bu feda edişin bir husumetten
değil zaruretten kaynaklandığını herkesin bildiği bir oyun olmalıdır. Bizim
tarafı temsil eden ise soyut bir varlıktır ve adına devlet de diyebilirsiniz
ülke de. Hiçbir makam ve mevkiye diğerlerini yenerek gelinmez ve zafer içerde
kazanılmaz. Bir yere gelenin ya da gidenin kazandığı ya da kaybettiği
düşünülmez. Herkes bizim taraf çok güzel bir hamle yaptı der.
Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı
seçiminin birbirimize karşı değil dünyaya karşı çok şık bir hamle olmasını
diliyorum.
NE BEKLİYORDUNUZ?
Kuran'ın Neml suresi, 34. ayeti
"Doğrusu" dedi, Kraliçe, "Hükümdarlar bir ülkeye girince
oranın düzenini alt üst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler, evet
istilacılar hep böyle yaparlar" diyor. Irak'ta istilacıların demokrasiyi
getireceğini, halkın yaşamını daha kolay hale getireceğini bekleyenlerin hayal
kırıklığına uğramasına şaşmamak gerekir. Çünkü istilacılar hep böyle yaparlar.
Ancak Birinci Dünya savaşının bir
ürünü olan yapının devam etmesi için bir neden de yoktu. Cetvelle çizilerek
oluşturulan devletlerin yeni bir dengeyle tarihe karışması ve yeni bir düzenin
kurulması kaçınılmazdı. Zaten bölgedeki yapılanmayı ve devam etmesi gerektiğini
savunan bizden başka kimse kalmamıştı.
Bölgenin mimarı olan
İngiltere'nin bile yeni bir düzen peşinde olduğu görülüyordu. İrak'ın işgaline
taraf olması, İran'ın, sebebi ne olursa olsun, bu ülkeyi bir taraf olarak
alması onun da yeni bir model istediğini gösteriyordu.
Bizim bölgedeki statükoyu
savunmamızın nedeni öngörülen değişim konusunda bir tahminimizin bulunmaması ve
gelişmelerin aleyhimize olacağından endişe etmemizdi. Yani ne olacağını
kestiremeyince olduğu gibi kalmasının daha iyi olacağını düşünüyorduk.
İran ise statükonun değişeceğini
anlayınca onu kendi lehine çevirmek için inisiyatif kullanmayı tercih etti.
Basit bir sınır ihlalini problem yapmayabilir ve İngiltere'yi karşısına
almayabilirdi. Oysa son esir krizi sadece ABD'ni bölgedeki çatışmanın tek
tarafı olmaktan çıkarmış, İngiltere'yi de sahnenin ortasına sürüklemiştir.
Bu iki şekilde yorumlanabilir:
Birincisi ABD'nin bölgeden çekilmesinden sonra İngiltere'nin de uzaklaşmasını
sağlamak, ikincisi tek hasmın ABD olduğu imajını silerek yeni bir bölgesel
düşman yaratmaktır. Bana göre İran'ın amacı ABD'nin bırakacağını düşündüğü
boşluğa İngiltere'nin yerleşmesini engellemek istemektedir.
Türkiye bölgede doğacak bir
boşluğun Kürtler tarafından doldurulabileceğini düşünerek ciddi bir yanlışlık
yapmaktadır. Söz konusu boşluğa Iran taliptir ve Kürtlerin onu durdurabilmesi
çok zordur. Kuzey Irak'taki Kürt oluşumu hayati bir karar karşısındadır.
Bölgede ABD etkinliğinin azalmasıyla birlikte ingiltere'nin de uzaklaşması söz
konusudur ve geleceği büyüklerin desteklediği bölgesel güçler tayin edecektir.
Türkiye'nin İngiltere ile İran
arasındaki krize, İngiltere adına hareket eder biçimde karışmasının olumlu bir
sonuç yaratacağını düşünmüyorum. Krizin bizi neden ilgilendirdiğini de
anlamıyorum. En aykırı ihtimalleri düşünsek ve bu krizin bir savaşa yol
açacağını farz etsek bunun bize ne gibi bir etkisi olabilir?
Bölgede barış istemek siyasi hesapları örten
bir maskedir ve her ülke bu örtünün arkasına kendi politikalarını saklar. Ben
sloganı anlıyorum ama politikamızın ne olduğunu çözemedim.
Türkiye, statükonun devamı yönündeki
politikasını değiştirip yeni düzende nasıl bir rol oynayacağını belirlemek için
geç kalmak üzeredir.
KRİZ YÖNETİMİ
İran'la İngiltere arasında oluşan
esir askerler krizi çözüldü ama olayın bilançosu konusunda çelişkili yorumlar
yapılıyor. Bazılarına göre İran, İngiltere'yi karşısına almaktan çekinmediği ve
esirlerin mukavemetini kırıp onları ülkeleri aleyhine beyanda bulunmaya ikna
ettiği için başarılı sayılıyor.
Bazıları İngiltere gibi bir gücü
karşısına aldığı için İran'ın hata yaptığını düşünüyor.
İran, bölgede ABD aleyhine
gelişen durum ve ABD içinde de destek bulan çekilme baskılarının sonuç
vereceğini düşünerek oluşan boşluğu İngiltere'nin doldurmasını istememiş ve
onun da istilacı olduğunu ilan edecek bir eylemde bulunmuştur. Basra'da
İngiltere'nin kontrolü sağlar görünmesi ve ciddi bir mukavemetle
karşılaşmamasının yarattığı ortam bu eylemle bozulmuş ve önümüzdeki dönemde bu
bölgede bir direniş ihtimali ortaya çıkmıştır.
Durumun ABD için ne anlama
geldiğini söylemek zor. Bu zorluk dünyadaki çatışmanın kimler arasında olduğunu
söylemekte de gözleniyor ve bir tarafta ABD varsa karşısındaki güç kim sorusu
boşlukta kalıyor. Genel kanı ABD ile İngiltere'yi neredeyse özdeş sayıyor ama
burada başka bir soruyla karşılaşıyoruz. Tek bir ABD'den söz edilebilir mi?
Dünya üzerindeki çatışma ABD ile başka güç
veya güçler arasında mı yoksa asıl çatışma ABD'nin içinde mi ve yaşadığımız
olaylar bu çatışmanın yansımaları mı?
11 Eylülden beri çatışmanın ABD içinde
başladığını ve artık taraflarını devletler olarak kabul ederek analiz
yapılamayacağını, ABD'nin bir yarısı İngiltere ile tam bir beraberlik
içindeyken diğer yarısının farklı bir çizgide olduğunu düşünüyorum. ABD
içindeki küreselci dünya görüşü İngiltere'yi, ortaktan da öte, bir harekat üssü
olarak görüyor ama Bush yönetiminin aynı eğilimi paylaştığı söylenemez. Eğer
olaya böyle bakılırsa İran bu farklılaşmayı görmüş ve İngiltere'yi çatışma
ortamına çekerek Ortadoğu'da ABD'nin bırakacağı boşluğu doldurmasına izin
vermemiştir. Bu davranışı ABD yönetimi ile arasındaki mesafeyi artırmak yerine
daraltılabilir ve İran'la belirli konularda işbirliği yapılmasını savunanları
güçlendirir.
İran, ABD'ne bölgede işbirliği
yapabileceği tek gücün kendisi olduğu mesajını vermektedir ve aralarındaki
çatışmayı, bu konuda anlaşırlarsa, sona erdireceğini ima etmektedir. Bunun
tersinin ABD'nin bölgedeki egemenliğinin sona ermesi olacağını göstermek
istemekte ve buna ABD'nin katlanamayacağını bilmektedir. Bu stratejiyi
Türkiye-ABD ilişkilerinin zayıflaması destekler.
Bölgedeki gelişmeler büyük oyunun
önemli bir parçası haline gelmiştir ve İran oyunu kurallarına uygun olarak
oynamaktadır. Aynı şeyi ülkemiz için söyleyemeyiz. Biz oyunun tamamen dışında
iç politik çekişmelerin girdabında dönüp duruyoruz. İlk işimiz bir strateji
belirlemek ve devlet kademelerine bu stratejiye uygun figürler getirmektir.
Basit bir kazanç-kayıp ikilemi içinde değiliz. Gelişmeler kimliğimizi ve
dünyadaki yerimiz de belirleyecektir.
TEHDİDİN ANLAMI
Barzani, eğer Türkiye Kuzey Irak'a müdahale
ederse, Diyarbakır'ı karıştıracaklarını ve Kürt devletinin kurulmasının bir
zaman meselesi olduğunu söyledi. İnsanlar genelde bir sorunu sadece kendi
açılarından değerlendirir ve karşı tarafın imkanlarını, projelerini
gerçekleştirme şanslarının ne olduğunu hesaplamazlar. Ayrıca analizlerinin
objektif olması, kendi geçmişlerini ya da diğer bazı örnekleri doğru
değerlendirmedikleri için, mümkün olmaz.
Bir devletin kurulması sadece
kendi halkının iradesine bağlı değildir ve her yeni devlet büyük güçlerin
başkentlerinde kurulur. Bu devletin daha sonra güç kazanması, kendilerini
kuranlar için de sorun teşkil etmesi ya da onlara üstün gelmesi bu durumu
değiştirmez. Bu nedenle soru Kürtler ne istiyor biçiminde değil, böyle bir
devletin varlığına ihtiyaç duyuluyor mu, hangi gücün siyasi amaçlarına destek
olacak biçiminde sorulmalıdır.
PKK hareketinin başladığı dönemde
bir devlete dönüşmesi mümkün değildi. Ne çevredeki ülkeler ne de Kürtler
içindeki karşıtları buna müsaade etmezdi ve onun en büyük muhaliflerin biri de
bugün devlet kurma iddiasında bulunan Barzani idi.
Bu hareket kendisinin
güçlenmesine değil diyalektik karşıtı olan aşiret yapısının örgütlenmesine
sebep oldu ama Türkiye'yi yönetenler bu gelişmeyi anlamamakta ısrar ettiler. Şu
soruya cevap verirsek gerçeği daha iyi anlarız.
Son günlerde yeniden uç veren
eylemler ve şehit olan askerlerimiz dikkatleri tekrar PKK'ya yoğunlaştırarak
aşiret yapılanmasının üstünü örtmek için mi kullanılıyor?
Geçmişte çatışan aşiretlerle PKK arasında bir
uzlaşma sağlandı mı?
Olaya bir bütün olarak değil parçaları
değerlendirerek bakarsak sağlıklı bir sonuca varamayız. Dünyadaki hiçbir gücün
ne Kürt aşkı vardır ne de herhangi bir somut projeye dayanmayan Türkiye
düşmanlığı. Onlar açısından sorun dünyanın yönetiminde kendi ülkelerinin yerini
ve rolünü belirlemek ve düzenin, en iyi kendi taraflarından korunacağına
inandıkları için, güçlerini muhafaza etmek hatta artırmaktır.
Ayrıca tüm gelişmeler
birbirlerini destekleyecek biçimde oluşturulur ve bir bütünün parçalarıdır.
Türkiye'nin ekonomik açıdan dışa açılması, dinin siyasette rol alması, etnik
farklılıkların kabul edilmesi bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Ben
Türkiye'deki hiçbir gelişme ve değişmenin iç dinamiklerin sonucu olduğu
kanısında değilim. Bu, bir önyargının değil olayların analiziyle vardığım bir
sonuçtur. Ülkemizin yeni dünya düzeninde etkili hatta belirleyici bir role
sahip olduğunu ve bu yüzden bir mücadele alanı haline geldiğini düşünüyorum.
Eskiden beri ülkemizde yaşananların dünyadaki güç odaklarının mücadelesi olduğu
kanısındayım.
Bugün zirvesine ulaşan Kürtçü
hareket aynı zamanda bir dönüm noktasındadır.
Bölgede yeni bir aktör için en
küçük bir boşluk bulunmamaktadır. Önümüzdeki günlerde, biz olmasak bile, onu
desteklediğini düşündüklerimiz, 'Kusura bakma yeni bir devlete yerimiz yok'
diyeceklerdir.
SINIR ÖTESİ
Ülkemizde çok sık gündeme gelen ve terörü sona
erdirmek için gerekli olduğu düşünülen sınır ötesi harekat, son olarak,
Genelkurmay Başkanı Sn. Büyükanıt tarafından dile getirildi ve bunun hem
gerekli olduğu hem de başarılı olacağı ifade edildi.
Kuzey Irak'a yönelik bir askeri
harekat, uluslararası hukuk açısından sınırlarımızın dışında olsa bile; tarihi,
sosyolojik, hatta ekonomik açıdan tamamen bir iç operasyondur. Bu bakımdan iki
farklı ülke arasındaki çatışmayla kıyaslanamaz ve hem uygulama hem de
yaratacağı sonuçlar açısından benzerlik göstermez.
İleri sürülen gerekçe bölgedeki
terör, odaklarının etkisiz hale getirilmesidir ve bu gerekçe harekatın sınırlı
olacağı ve birliklerimizin görevin sona ermesiyle çekileceği anlamına gelir. Bu
durum Türkiye'nin bölgeyle ilgisinin terörle sınırlı olması ve başkaca bir
sorumluluk ve kaygısının olmadığı demektir.
Olayların başlangıcından beri
terör konusunun gereğinden fazla önemsendiğini, analizlerin yüzeysel olduğunu
ve alınan önlemlerin olaylara sadece zabıta açısından bakıldığını gösterdiğini
düşünüyorum. Herkesin aksine sorunun en önemli boyutunun terör olmadığını,
bölgede yapay olarak oluşturulan düzenin, yani Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra
kurulan devletlerin yeni modelle uyuşmadığı için değiştirilmek istendiğini
düşünüyorum. Yani sorun daha geniş bakış açısını gerektiriyor ve terör ortadan
kalksa bile ilgilenmek ve çözülmesine katkıda bulunmak zorunda olduğumuz
sorunların azalmayacağı kanısını taşıyorum.
Bölgedeki devletler,
kuruluşlarından beri, görünüşte bağımsız olsalar bile, büyük güçlerin bir
uzantısı oldular ve onların çizdikleri rotanın dışına pek fazla çıkamadılar.
Şimdi bölge ABD tarafından yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor ve statükonun
değişeceği anlaşılıyor.
- Türkiye'nin tüm ısrarlarına
rağmen ABD'nin PKK'ya karşı tavır almamasının sebebini kimsenin gerçekçi
biçimde değerlendirdiğini sanmıyorum. ABD bu örgütten korkuyor mu ya da
bağımsız bir Kürt devleti oluşturarak onu Orta Doğu'daki yeni müttefiki yapmak
mı istiyor?
Bu sorular olaylara yüzeysel bakılınca ortaya
çıkan birer ayrıntı. Asıl çözmemiz gereken bilmece ABD'nin nasıl bir yapı
oluşturmak istediği ve buna karşı çıkan güçlerin kimler olduğu ve onların
alternatif projelerinin niteliğidir.
ABD ile Türkiye arasındaki asıl
farklılık bakış açılarının aynı olmamasından kaynaklanıyor. Son tahlilde ABD
bölgeyi yeniden tanımlamak isterken Türkiye statükonun devamından yana bir
tavır sergiliyor ve iki taraf aynı dili konuşmuyor. Mesela reddedilen teskereyi
biz Irak'la ilgili olarak değerlendirdik, oysa ABD'nin taleplerinin Irak'la
hiçbir ilgisi yoktu ve tüm bölgeyi kapsayan bir projenin parçası olarak
ülkemizde konuşlanmak istiyordu.
Eğer ABD ile bütün üzerinde
konuşulur ve bir mutabakata ya da ayrılığa varılırsa tartıştığımız konuların
hiçbir anlamı kalmaz. Sadece kağıt üzerinde var olan devletleri aktör sayıp
onlarla uğraşmanın zaman kaybı olduğunu anlarsak biz de kağıt üzerindekilere
benzemekten kurtuluruz.
GÖRMEDİKLERİMİZ
Ülkemizin iki önemli seçim gerçekleştirecek
olmasının siyasi tansiyonu yükseltmesi, gerginliklere sebep olması son derece
doğal ama bu tartışmaların doğru alanlarda yapıldığını söylemek de o kadar zor.
Herkes, siyasette yarışanların, ideolojilerini, yaşam tarzlarını mercek altına
alıyor ve buna göre değerlendirmeler yaparak destek ve itirazlarını dile
getiriyor. Kimse uygulanan politikaların isabetini ya da yanlışlığını
tartışmıyor. En doğru politikaları önerseniz bile, eğer yaşam tarzınız aykırı
bulunuyorsa, tasfiye edilebiliyorsunuz ya da en yanlış yolları öneren birisi,
dış görünüşü nedeniyle, tercih edilebiliyor.
İdeoloji ve duruşun hiçbir anlamı
olmadığını söylemiyorum ama en az bunun kadar izlenecek politikaların da önemli
olduğuna işaret etmek istiyorum. Daha doğru bir ifadeyle tartışmanın ana
çizgisinin bu olması gerektiğini düşünüyorum.
Dünyada büyük bir değişim
yaşanıyor ve bu ülkemizde ciddi etkiler yaratıyor.
Ancak kimsenin bu değişimin nasıl
sonuçlanacağı, ülkemizi nasıl etkileyeceği konusunda bir öngörüsü ya da önerisi
yok.
Bazı sorular sorabilir ve bunları
cevaplandırmaya çalışabilirdik: Mesela dünyada var olan ekonomik yapı ve
ilişkiler ağı sürdürülebilir olmaktan çıkıyor mu?
Paranın bu düzenin en büyük belirleyicisi
olması devam edecek mi?
Eğer büyük bir kırılma yaşanırsa bu nasıl olabilir
ve kimleri nasıl etkiler?
Genel eğilimin dışında kalmak mümkün mü?
Bunun için bir plan yapılmalı mı yoksa tek
başımıza bir eylem imkansız mı, diye sorabilirdik.
Siyasi planda yeni dengelerin
nasıl oluşacağını tahmine çalışır ve ülkemizin bu yeni model için nasıl bir
politika uygulaması gerektiğini tartışabilirdik. Dış politika sorunlarımızı PKK
ya da Barzani'nin çizdiği sınırların içine hapsetmeyip genel bir dünya modeli
ve bunun içinde bölgenin geleceği, Türkiye'nin bu yapılanma içindeki yeri konusunda
araştırmalar yapabilirdik.
Türkiye'nin cumhuriyetin kuruluş
felsefe ve ideolojisinin dışına taşınmak istendiğini söyleyenlerin nasıl bir
ekonomik ve siyasi model önerdikleri bilinmiyor. Hepimiz onların istediği gibi
olsak yine de bu sorunların tartışılmayacağı ve günümüzü iman tazeleyici
törenlerle geçireceğimizi düşünmemizi engelleyecek bir ize rastlamıyoruz.
Diğer taraf da daha farklı
davranmıyor. Gündem neredeyse tamamen, halk iradesinin üstünlüğü, demokrasinin
gerekleri, insanların tercih ettikleri biçimde yaşama hakları olduğu
söylemleriyle dolu. Bir dalga üzerinde sörf yapan ama hava durumuyla
ilgilenmeyen insanları andırıyorlar ve hava bozabilir diyenleri kötümserlikle
itham ediyorlar. Ama biraz dikkatli davransalar dalgalar üzerinde sörff yapanlar
dışında insanların da olduğunu, bunların gelecekle ilgili ciddi hesaplar içinde
olduklarını görecekler. Bir gün hava bozar ve dalgalara kapılırsanız, "Biz
söylemiştik" diyecekler. Oysa şimdilerde sadece kıyafetinizin uygun
olmadığından söz ediyorlar ve genel hava durumuyla hiç ilgilenmiyorlar.
SEL GİDER KUM KALIR
Bugün tartışmalar rejim, laiklik, dindarlık
etrafında yapılıyor ama bundan yıllarca sonra geriye dönüp bakınca bunların
hiçbir öneminin olmadığını, ülkenin varacağı yerin herkesin hayatını şekillendirdiğini
göreceğiz. Birinci Dünya Savaşı öncesinde de benzer bir durum yaşanmıştı ve
tartışmalar ideolojik alandaydı ama sonuç bir imparatorluğun sona ermesi oldu.
Geçmişe bakarak varsayımlar yapmanın herhangi bir faydası yoktur ama o günlerde
birisi çıkıp, "Savaş bizim topraklarımızın paylaşılması için yapılıyor,
birazından vazgeçip kalanıyla güçlü bir devlet olmayı başarabiliriz"
deseydi hain ilan edilirdi.
Şu anda vereceğimiz bir şey yok.
Tüm hesaplarımız yeni yapılanma içinde yerimizin ne olabileceğini kestirmek ve
en uygun tavrı sergilemek üzerine olabilir. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı, yeni
meclisin yapısı konusunda karar verirken dünyayı anlamak ve muhtemel
gelişmelere karşı en yararlı olabilecek bir tavır almak gerekir.
Ben siyasi iktidarın yerinde
olsaydım ABD'de seçilmesi muhtemel başkanın, kişiliği de dahil nasıl bir figür
olacağını, Avrupa ve Rusya'daki siyasal iktidarların niteliklerini ve değişme
söz konusuysa hangi yönde olacağını hesaplar ve buna göre tavır alırdım. Yani
bu makam şunun hakkı bunun hakkı ya da dindar olması, laik olması gibi şartlar
aramaz, dünyayı yönetenler kulübüne uygun ve bizi en iyi anlatacak birini
getirirdim. Saf dışı bırakılmayı bir kayıp ya da haksızlık olarak algılamaz
aksine yapılması gereken bir fedakarlık sayardım.
Bir boks maçına iyi bir atleti
sokmak ne kadar yanlışsa dünya konjonktürüne uymayan birini ön plana çıkarmak
da o kadar yanlıştır. Bu durum atletin iyi bir sporcu olmadığı anlamına gelmez
ya da atletin keşke boksör olsaydım demesi gerekmez. En kötü tavır da ben bu
işi de yaparım demek olur.
İkinci en önemli konu ülkeyi
yönetenlerin dışarıdan destek ve icazet aldıkları konusunda giderek artan
tereddütleri ortadan kaldırmaktır. Darbelerin ve onu izleyen sivil yönetimlerin
arka planında başka güçlerin olduğu yönündeki izlenimin kırılması gerekir. Yani
verilecek kararların bize ait olduğunu herkes gönlünde hissetmelidir. Türkiye,
bunu başarırsa, çok farklı bir yere geldiğini, halkın kendine güveninin
arttığını, eskisinden daha şevk ve güvenle geleceğe baktığını hep birlikte
göreceğiz. Ancak iki şart bir arada olmalıdır. Hem dünyaya dönük hem de
onlardan bağımsız olabilmelidir. Bunu başaran bir siyasi güç Türkiye'yi yeni
bir aşamaya ve büyük devletler kategorisine dahil etmiş olacaktır.
*** Şu andaki siyasi iktidarın bu
fedakarlığı yapmaya hazır olduğunu, mevki ve makamları önemsemediğini
duyuyorum. Eğer dayandıkları güç sadece kendi partilerinden ibaret değil de tüm
Türkiye ise ve onu tarihi ve geleceğiyle kucaklamak istiyorlarsa, daha iyi bir
fırsat bulmayacaklardır.
POTA
Türkiye yıllardır içinde
eriyeceği ve bir kalıba döküleceği pota aradı. Olmak istediği bir şey olmadı
ama benzemeye çalıştığı modeller vardı. Geçmişten kalan ne varsa hepsinden
kurtulmak ve yepyeni bir kimlik bulmak peşindeydi. İyi ve doğru olan her şey
başkalarında vardı ve bunları içselleştirirse kötü saydığı kendinden kurtulmuş
olacaktı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi böyle bir
eğilimin keskin bir dönemecine rastladı.
Bireyselci düşünce her seçimi,
ulaşılacak her makamı siyasetçinin başarı merdivenlerindeki bir basamak olarak
gördü. Bir yere gelen kişinin yapacakları önemli değildi ve sadece bu kişinin
başarılı olduğu söyleniyordu. Bir kişi değerleri nedeniyle bir yere gelmiyor,
eğer gelmişse değerli sayılıyordu. Dünya ölçeğinde de değerlendirmelerimiz
benzer biçimde şekillendi. Petrol zengini küçük bir ülkenin yöneticisi,
ekonomiye hiçbir katkısı , birey olarak hiçbir özelliği olmamasına rağmen, sırf
zengin olduğu için, önemli sayılıyordu.
Türkiye bir pota olup içinde
erittiği maddeye şekil veren konumunda olmayı hiç denemiyor, düşünmüyor ama
içinde eriyeceği bir pota bulup başkalarının vereceği şekle girmeye razı
görünüyordu. Parçalanmaya razı değildik ama bütünüyle bir yere yamanmaya
itirazımız yoktu.
Eğer sahip olunan değerler
eskimiş, anlamsız hale gelmişse ve insanlığa hiçbir katkısı olmayacaksa bunları
sırf bize ait olduğu için korumağa çalışmak tarihin gidişine meydan okumak
olurdu ve gereksizdi ama köklerinizden fışkıran filizler herkesin beğeneceği
meyveler verecekse onu kesmenin de faydası yoktu.
Eğer, "Biz ne bilim ne de
düşünme üretme peşinde değiliz, zaten bizim üreteceklerimiz bir değer ifade
etmez. Biz başkalarının ürettiği ve değerli şeyleri almaya talibiz. Bizim kötü
saydıklarımız hem bir şey üretmeyen hem de üretileni almayanlardır. Üstelik
başkalarının değer verdiklerini benimsersek onların takdirin kazanır ve güvence
içinde oluruz" diyorsanız yolunuz doğrudur.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde
izlenen yol farklı olacakmışız ve bir pota içinde eriyen madde olmak yerine bir
potaya dönüşeceğiz izlenimini yarattı.
Siyasetçiler makama ulaşmak
yerine uygun olanı getirmek yolunu seçtiler.
Önerilecek adayın isabetli olması
ve tüm dünyaya bir mesaj vermesi sağlanırsa bu çabalar taçlandırılmış
olacaktır. .
Önümüzdeki günlerde hem
Türkiye'de hem de Fransa'da cumhurbaşkanı belirlenecek.
Kendini herhangi bir ülkeyle ve
çıkarla özdeşleştirmeyen, sadece dünyadaki gelişmelerle ilgilenen bir insan
için hangisinin sonuçları daha önemli olur sorusuna benim vereceğim cevap
Türkiye'ninki olacaktır. Oysa ilk bakışta, Fransa'nın daha önemli sayılması
için bir çok neden vardır ama uzun dönemli bir değerlendirme farklı bir sonuç
verir. Yaşadığım birçok seçim süreci içinde beni en çok heyecanlandıran,
sonuçları en çok hissedilenin bu olacağını düşünüyorum ve büyük bir iyimserlik
içinde sonucu bekliyorum.
FARKLI BİR YAKLAŞIM
Kitleleri yönlendirmek için
kullanılan terör eylemlerini açıklamakta kullanılan genel yaklaşım şöyle
özetlenebilir: Failin kimliği, bağlı olduğu ya da olması muhtemel örgüt,
kullandığı malzemelerin cinsi ve bunların daha önce kimler tarafından
kullanıldığı göz önünde tutularak eylemin kaynağı belirlenir .ve buna göre bir
mücadele yürütülür. Bu yol gerçek eylemcinin bizi götürmek istediği sonuçtur.
Biz onun amaçlarına uygun bir analiz yapmış oluruz ve eylemin başarısını
sağlarız.
Ben analizlerimde bu metodu
kesinlikle kullanmam ve bu yüzden genel eğilimden çok farklı sonuçlara varırım.
Bu metodu şöyle özetleyebilirim: Önce yapılan eylemin nasıl bir sonuç
yaratacağını tahmine çalışırım ve bunu yaparken ne failin kimliği, ne olası
örgüt, ne de kullanılan malzemeyle hiç ilgilenmem.
Eylemin sonuçlarını örgütler
düzeyinde değil ülkedeki hatta dünyadaki siyasi gelişmeler boyutunda
değerlendiririm. Çünkü bir örgütün ilan ettiği hedeflerin dünyadaki güç odaklarından
bağımsız olamayacağını, onlara rağmen küçük bir örgütün kendi hedeflerine
ulaşmasının mümkün olmadığını düşünürüm. Esasen bu örgütlerin genel siyasi
gelişmeler içindeki yeri hakkında değerlendirmelere de sahip olduğum için
eylemin bu analizle tutarlı olup olmadığına karar veririm.
Mesela bir eylemin PKK tarafından
yapıldığını düşünmem için onun misyonuna uygun olması ve onu kullanan siyasi
gücün hedeflerine hizmet etmesi gerekir.
İkinci aşamada analizimi
çelişkilerden arındırırım. Mesela hem PKK'nın ABD tarafından desteklendiğini
söyleyip hem de onu tasfiye etmek için ABD ile birlikte hareket edildiğini
kabul etmem. Ya da solcu olduğunu iddia eden bir örgütün halka yönelik eylem
yaptığını söylemem. Onun solculuğunun bir maskeden ibaret olduğunu düşünürüm.
İdeolojilerin bir araç olduğuna
inandığım için örgütlerin ideolojik ya da inanç temeline dayalı iddialarına
kulaklarımı kaparım ve sadece siyasi hedeflerin ne olacağını ararım. Bana göre
İslamcı bir örgütün Vatikan'a, solcu bir örgütün kapitalizme hizmet etmesi
mümkündür ve gerçek amacın ancak ulaşılan sonuçlarla belirleneceğine ve bu
sonuçlara göre eylemin gerçek failinin yani azmettiricisinin bulunabileceğine
inanırım.
Ankara'da gerçekleştirilen
eylemin Türkiye'yi Kuzey Irak'a müdahaleye mecbur bırakacağını ve bu amacı
gerçekleştirmek isteyen bir yabancı gizli servis tarafından planlandığını
düşünüyorum. İstenen sonucun sadece Irak'la ilgili olmadığını, bölgedeki yeni
yapılanmada bizden beklenen rolü de belirlediği kanısındayım.
Bir ülke politikalarını bu gibi
eylemlere göre belirlerse ya da bunlardan etkilenirse benzer provokasyonlarla
her zaman karşılaşır. Eğer dünyayı yıksanız ben hazırladığım planın dışına
çıkmayacağım derseniz bu eylemlerin bir anlamı kalmaz ve muhtemelen sona erer.
Üçüncü Bölüm SİYASETİ KİM BELİRLİYOR?
DÖNEMEÇ
Genelkurmay bildirisi ve Çağlayan
mitingi siyasette bir dönüm noktası oldu.
Bundan sonra geriye dönmek ve bu
iki olayı yok saymak mümkün değildir. Üstelik bundan sonra kimin haklı kimin
haksız olduğunu tartışmanın da faydası olmayacaktır. Yapılması gereken karşı
tarafı suçlamak değil, sürecin kontrol altında tutulmasına katkı sağlamak
olmalıdır.
Çok kısa bir süre öncesine kadar
toplumda farklılık olarak gözlenen ayrışma çok hızlı bir biçimde karşıtlığa ve
kutuplaşmaya dönüşmüştür. Taraflardan birinin çözüm olarak gördüğünü diğeri
kabul edilemez saymaktadır. Bu bir çatışma demektir ve taraflardan birinin
yenilgiyi kabul etmesiyle sonuçlanır.
***
Yapılacak bir seçimin gerginliği ortadan
kaldıracağı düşüncesi sorgulanmaya değer. Çünkü Genelkurmay bildirisinin
çizdiği sınırlar şarta bağlı değildir her halde gerçekleşmesi beklenmektedir.
Kaldı ki kutuplaşmanın olduğu bir ortamda, seçim sürecinde, çeşitli
provokasyonların olması da sürpriz sayılmaz. Seçimi gerginliği ortadan kaldıracak
bir çare olarak görmek yerine önce gerginliği çözmek, daha sonra seçime gitmek
daha doğru bir strateji olacaktır. Eğer toplumun geneli ya da hiç değilse büyük
çoğunluğu tarafmdan kabul edilecek bir cumhurbaşkanı seçilseydi siyasal iktidar
kendi açısından çok daha avantajlı bir konumda olacaktı. Ama iktidar kendi
hanesine bir kazanç yazılacak bu yolu denemedi, onu karşı tarafa verilecek bir
taviz olarak algıladı. Bugünkü durumla böyle bir tavrın yaratacağı ortamı
kıyaslamak neyin daha isabetli olacağını göstermeye yeter
Var olan şartlarda yapılacak bir
seçim kutuplaşmayı ve gerginliği azaltmak bir yana onu daha da
keskinleştirecektir. Demokrasiye müdahale edildiği, eğer Anayasa Mahkemesi
oylamanın iptali yönünde karar alırsa buna yönelik eleştiriler kaçınılmaz
olarak seçim malzemesi haline gelecek ve yaratacağı olumsuz iklimi seçim
sonrasına taşıyacaktır. Buna kaybeden tarafın kızgınlığı da eklenirse sükunet
beklerken fırtınayla karşılaşmak mümkündür. Bu nedenlerle seçim öncesi bir
barış ve sükunet ortamı yaratmak ve seçimleri daha sonra yapmak gerekir.
Konu taraflar arasında iyi niyet
ve samimiyetle tartışılmalı ve bir uzlaşma sağlanmalıdır. Sorunu sadece
cumhuriyetin temel ilkeleriyle sınırlı saymak yeterli olmaz. Farklılıkların
önemli bir boyutu da uygulanan dış politika ve ekonomik yaklaşımdan
kaynaklanmaktadır. Irak'taki durumla ilgili olarak hükümetle TSK arasında tam
bir uzlaşma sağlanmalı, AB'nin Silahlı Kuvvetlerin etkinliğini sınırlamak için
bir bahane olarak kullanılmasından vazgeçilmelidir.
Asker-sivil dengesinin zaman
içinde ve kendiliğinden oluşmasına izin verilmeli ve bu konudaki zorlamaların
sorun yaratacağı anlaşılmalıdır. Ekonomide, uygulanan küreselleşme
politikasının evrensel bir doğru olduğu iddiasından vazgeçilmeli ve bunun
sadece çeşitli alternatifler arasındaki bir tercih olduğu göz önünde tutularak
modelde gerekli düzeltmelerin yapılmasına imkan sağlanmalıdır, Bundan sonra
seçimler bir düğün havasında yapılabilir.
SEÇİM SÜRECİ
Seçim kararından sonra
ülkemizdeki gelişmelerin ne yönde olacağını tahmin etmek kolay değil. Biz
dünyadaki genel ekonomik eğilimlerle pek fazla ilgilenmiyoruz.
2001 yılında yaşadığımız krizi
önceden hazırlanmış bir operasyon olarak görmek yerine MGK'da-ki bir
tartışmanın sonucu olarak görüyoruz ama bir anayasa kitapçığını elle
itilmesinin büyük bir krize neden olmasına rağmen Genelkurmay bildirisinin
piyasaları etkilememesine şaşırmıyoruz. Kimlerden oluştuğunu bilmediğimiz bir
gücün petrol fiyatlarını piyasa şartlarından bağımsız olarak üç katına
çıkardığını ve burada oluşan büyük fonları istediği gibi kullanabildiğini, bu
fonlardan bir kısmının aynı güç tarafından ülkemize tahsis edildiğini göz ardı
edip uyguladığımız ekonomik politikaya övgüler diziyoruz.
Yani biz dışımızda oluşan
şartları olduğu gibi kabul edip onun çizdiği sınırlar içinde yaşamaya razı
oluyoruz. Bir süre sonra aynı güç yepyeni şartlar yaratabilir ve büyük bedeller
ödetebilir. Her sarhoşluğun bir de ayılma zamanı vardır.
Seçimde oyu veren halktır ama onu
yönlendiren odaklar da vardır. Sansasyonel bir olay oyları bir mecraya doğru
yöneltebilir. Mesela Öcalan'ın yakalanması bir iktidarı şekillendirmiş, aynı
iktidar bir ekonomik krizle siyaset sahnesinden silinmiştir. 28 Şubat görünüşte
irticaya karşı bir tavır olmakla beraber yeni siyasi yapının yolunu açmıştır.
Sonuç öngörülmemiş midir yoksa proje bütünüyle uygulanmış mıdır sorusunun
cevabı bilinemez.
***
Önümüzdeki seçimi büyük ölçüde
etkileyecek sansasyonel bir olay beklenebilir mi yoksa şartlarda önemli bir
değişme olmadan seçim gerçekleştirilebilecek mi sorusu irdelememiz gereken ilk
konudur. Eğer seçim sonuçlarını etkilemek isteyen güç iktidarı değiştirmek istiyorsa
sorumluluğunu iktidara yükleyebileceği ciddi bir . olay gerçekleşmeli ve
görünen alternatifin bu sorunu çözecek taraf olduğu intibaı yaratılmalıdır.
Dünya üzerinde ekonomiye yön
veren çevreler bunun ekonomik alanda olmasına izin vermeyecek gibi görünüyorlar
ve böyle bir beklenti ancak siyaset ve güvenlik alanında olabilir.
İktidar değişimi ancak bir
alternatifin yaratılmasıyla mümkün olur. Bu alternatif sadece eleştiren değil
çözüm üreten bir odak olmalıdır. Bugüne kadar böyle bir oluşum
gerçekleştirilmemiştir ve süre çok sınırlı olduğu için mevcut yapılarla seçimin
yapılacağı anlaşılmaktadır.
Ancak hiçbir şeyin
değişmeyeceğini düşünmek de yanlıştır. Bir değişim öngörülüyorsa mevcut siyasi
iktidarın kadroları ve buna bağlı olarak izlenen politikalar değiştirilebilir.
***
Siyasi kutuplaşmaların görüntüsü
ideolojik farklılık olmasına rağmen özde siyasidir ve bugünkü gerginliğin
nedeni de Türkiye'nin dünya üzerindeki konumundaki belirsizlikten
kaynaklanmaktadır.
Bu nedenle seçimin iktidarı
değiştirmek amacı taşımadığını ama AKP'yi yeniden tanımlayacağını düşünüyorum.
Bu gerçekleşirse ideolojik tartışmalar unutulacak ve bir takım rötuşlarla
laik-İslamcı farklılığının üstü örtülecektir. Olmazsa kavga artarak devam
edebilir.
SANAL SİYASET
Türkiye'de siyasi mücadelenin devletle millet
arasında olduğu ve halkın üzerine bir kabus gibi çöken devlet vesayetinden
kurtulma çabası içinde olduğu söylenir.
Bu mücadelenin halkın lehine
sonuçlanması halinde tüm sorunlarımızın çözüleceği, çünkü halka dayanan
yönetimlerin mutlaka en doğru kararları alacağına inanılır.
Bu nedenle siyasi partiler ne
ülkenin sorunlarıyla ne de dünyadaki gelişmelerle ilgili tek söz söylemezler ve
siyasetin halk dalkavukluğundan ibaret olduğuna inanırlar.
Bu model tümüyle yanlıştır ve tüm
çabalara rağmen ülkemizde bir halk-devlet çatışması yaratılamamıştır. Bu
farklılığı derinleştirmek için kullanılan devletin dine karşı olduğu söyleminin
de etkileri sınırlı kalmıştır. Halk devletsiz bir milletin var olamayacağının
bilincindedir ve karşı çıktığı devletin varlığı ve etkinliği değil yanlış
uygulamalarıdır.
Millet-devlet çatışmasının
simgeleri ordu ve siyaset kurumudur ve bunların farklı iki gücü temsil ettiği
inancının yayılması istenmektedir. Bunların birbirinden farklı olamayacağı
söylemi bir propaganda sayılmakta ve ayrışmanın fiilen var olduğu
söylenmektedir.
Eğer ordu kendisine yönelik
eleştirileri asker düşmanlığı, orduyu yıpratma gayreti olarak algılamayıp
bunlardan ders çıkarsaydı sorun bugüne kadar çözülmüş olurdu. Ancak hiçbir
doğru gerekçesi olmayan darbeleri savunmak zorunda olduğunu zannetmesi ve
yapılan her müdahalenin gerekli olduğunu savunması ve halkın buna inanmaması
araya bir mesafe koymuş, halkın başka örgütlü güçlere yönelmesine sebep
olmuştur.
Ordu önce şu sorunun cevabını
vermelidir ve bu cevap gerçeğe tekabül etmelidir:'"Siyasi eylemlerimiz
ordu üzerinden siyaset yapanların amaçlarının gerçekleşmesine mi hizmet
etmiştir yoksa ülke sorunlarının objektif olarak değerlendirilmesi sonucunda
alınan kararlar mı uygulanmıştır?
" Mesela 28 Şubat irticaa
karşı yapılan bir eylem midir, yoksa Siyasal İslam'ın uluslararası rolünde
yapılan bir değişiklik midir?
Bu kimin tercihidir?
Sorunu orduyla sınırlı tutmayıp devletin tüm
kademelerindeki siyasi analiz ve değerlendirmelerin belli güç odaklarının
etkisinden kurtarılması gerekir. Bir ülkede çıkan olan her1 devletin
görüşlerini yansıtan, onların yönlendirmelerine hizmet eden medya kuruluşları
ve kanaat önderlerinin bulunması kaçınılmazdır.
Bunlar halkın tercihleri üzerinde
etkili olurlar ve bunu engellemek mümkün değildir. Ancak her ülke buna karşı
gereken tedbirleri alır. Mesela ABD'de lobi şirketi kurmak ve bunların siyaseti
etkilemeye çalışması serbesttir ama bürokrasiye müdahaleye asla izin verilmez.
Devletin analiz ve karar mekanizmaları yabancılara kapalı olmalıdır.
Türkiye'de çatışma devletle
millet arasında değildir ve olmayacaktır. Bu nedenle siyasi partilerin milleti
temsil ettiği ve devletin gücünü zayıflatmakla görevli olduğu iddiasına
katılmıyorum ve halk dalkavukluğu yapıp iktidara geleceğini sananların hayal
kırıklığı yaşayacaklarına inanıyorum. Türkiye yumruklarını kendi bedenine
sallayan bir ülke olmayacaktır.
ESİR ALMA STRATEJİSİ
Genel eğilim bir kişinin ya da
siyasi hareketin hasmını yok etmesi biçimindedir ama bu yol dünya siyasetinde
kullanılmaz. Onun yerine hasmı esir almak, onun birikimlerini kendi amaçlarınız
için kullanmak tercih edilir. Mesela Stalinle Lenin'in yoldaş olduğu ve aynı
yolu izledikleri iddiası yanlıştır. Stalin Lenin'in gerçek hasmıdır ve onun
adını kendi amaçları için kullanmıştır. Aynı analiz çerçevesinde İnönü'nün
Atatürk'ün silah arkadaşı olduğu ve birbirini tamamladıkları, bana göre bir efsanedir
ve onlar çok farklı iki çizgiyi temsil ederler. İnönü, kendi düşüncelerine
Atatürkçülük kıyafeti giydirerek, siyasi hasmını amaçlarının gerçekleşmesi için
kullanmıştır. Tarihçi değilim ve bunu kanıtlayacak belgeler sunamam. Sadece
genel izlenimlerimi aktarıyorum.
Yanılgı farklılıkların ve
benzerliklerin ideolojik kriterlere göre belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Benzer ideolojileri paylaşanların birbirlerine yakın, karşıtların uzak olduğu
kabul edilir ve her zaman yanlış sonuçlara varılır. Dünya ölçeğinde
liberallerin birbiriyle dost ama komünistlerle hasım olduğu varsayılmış ve
büyük bir zaman dilimi bu modele göre açıklanmıştır. Dağılan Sovyet
İmparatorluğunu tamamen tasfiye etmek yerine ABD'nin desteğiyle ayakta
kalmasının sağlanması izah edilememiştir.
Dinleri, ekonomik görüşleri,
medeniyetleri benzeyen Avrupa ve ABD'nin birbirinin dostu olması bir zaruret
sayılmış ve onların ilişkisine hiçbir olumsuz sıfat yakıştırılamamıştır. Buna
karşılık İslam dünyasıyla Batının birbirine karşıt olması doğal sayılmış ve
bunun din farklılığından kaynaklandığına inanılmıştır.
Özetle dünyada stratejik,
ekonomik ve siyasi hesap yapılmamakta sosyal ve kültürel benzerlikler ülkelerin
hangi safta yer alacağını kesinlikle belirlemektedir.
Eğer bu konuda aykırı örnekler
görülürse bunlar liderlerin bireysel kaprisleriyle izah edilmiş ve normal dışı
sayılmıştır. Mesela Refah çizgisiyle AKP arasındaki ideolojik benzerlik, hatta
ayniyete rağmen ayrışmalarının sadece uygulamadan ve kişilerin davranışlarından
kaynaklandığı düşünülmüştür. Son günlerde meydanlara kadar taşan birleşme
talepleri bu düşüncenin bir ürünüdür ve mademki benziyorlar, öyleyse
birleşmeleri gerekir denmektedir.
Bilmeceyi çözmek için farklı bir
yol önereceğim. Her oluşum zıddıyla varlığını sürdürür. Karşıt gördüğünüz iki
hareketin birbirinin varlık gerekçesi mi yoksa gerçek karşıtı mı olduğunu
anlamak gerekir. Bazen hasım gördüğünüz iki oluşum birbirinin vazgeçilmez
desteği olabilir. Bir siyasi hareketin karakteri ideolojisine değil siyasi
hedeflerine bakılarak belirlenmelidir. Zıt gördüğünüz müttefik, hasım
gördüğünüz dost olabilir.
Önümüzdeki günlerde
birleşmelerini bekledikleriniz ayrı düşebilir ama yan yana koyamayacağınız
hareketler işbirliğine girebilirler. Bunları kişisel sebeplerle açıklamaktan başka
bir yolunuz olmayacak. Oysa benzerlik ve farklılıkları başka alanlarda,
siyasette ararsak ve ideolojiyi bir örtü sayarsak olanları daha kolay açıklayabiliriz.
GÖREV BİTMİŞ
Terörle Mücadele Koordinatörü E.
Org. Edip Başer bugüne kadar önemli işler yapıldığını ama artık yapılacak bir
şey olmadığı için görevi haziran ayında bırakabileceğini söyledi. Neler
yapıldığını kamuoyu bilmiyor ve gizli olduğu gerekçesiyle açıklanmıyor. Ancak
bir konuda yapılan bir şeyler varsa, en azından, bazı sonuçları görülebilirdi
ama değişen bir şey olduğuna dair herhangi bir işaret yok. Çatışmalar ve
karşılıklı kayıplar aynı düzeyde sürüyor.
Geçmişte PKK'nın lideri,
örgütlenmesi, hedefleri hakkında, doğru ya da yanlış bir şeyler bilinirdi.
Şimdi bunların hiçbirisi bilmiyoruz, sadece bu örgüte atfedilen bir takım
eylemlerden söz ediyoruz. Örgüt bir bilmeceye dönüştü ve kimse ne çözebiliyor
ne de çözüme götürecek bir ipucu verebiliyor.
Asıl cevaplandırılması gereken
soru ABD'nin çekilmesinden sonra bölgede oluşacak siyasi yapının niteliğinin ne
olacağı. Irak'ın bütünlüğünün sağlanması ve tek devlet olarak kalması mümkün
görünmüyor. Şeklen böyle bir yapı oluşturulsa bile çok kısa sürede bu yapının
çökmesi ve ülkenin parçalanması kaçınılmaz. Bizi doğrudan ilgilendiren Kürt
yönetiminin geleceği ve niteliği. Barzani'nin temsil ettiği aşiret yapısı
sürdürülebilecek mi?
Karşı güç olarak ortaya çıkması muhtemel olan
İslamcı siyasi hareket kiminle birlikte hareket edecek?
PKK örgüt olarak dağıtılsa bile onu
desteklemiş olan kitleler hangi gruba katılacaklar ya da yeniden ayrı bir
siyasi hareket haline dönüşecekler mi?
Bugün bölgeye hakim görünmesine rağmen en az
şanslı olan siyasi güç Barzani'nin temsil ettiği siyasi hareket olarak
görünüyor. Bağımsız bir Kürt devleti kurmaktan başka siyasi amacı olmayan bu
hareket bölge ülkelerinin tamamını karşısına almış ve sadece ABD desteğiyle
hedefine varacağını düşünmüş ama bu destek fiilen ortadan kalkınca ne
yapacağını hesaplamamıştır. Şimdi öngörmediği bu durumla karşılaşmanın zamanı
gelmiş ve Avrupa ülkelerinden destek aramaya başlamıştır. Bu ters reaksiyonlara
sebep olacak bir tavırdır ve muhtemelen ABD desteğini de yitirmesine yol
açacaktır. Önümüzdeki günlerde çatışmaların Kuzey Irak'a sıçramasıyla bölge
güvenli olma özelliğini de kaybedebilir ve tüm süreç yeniden başlayabilir.
İranla ABD'arasındaki çatışmanın
süreceği varsayımı yanlış olabilir. İki ülkede de bu gerginliğin ortadan
kalkmasına yardım edecek güçlü tarihi ve güncel dinamikler vardır. Ancak İran
ekonomisinin dışa bağlı olmaması, zengin enerji kaynaklarının varlığı,
kontrolünü riskli hale getireceği için ABD onu dengeleyebilecek bir güç
arayacak ve önemli ekonomik ipoteklere sahip olduğu Türkiye'yi uygun bir aktör
olarak görecektir.
Kuzey Irak'taki siyasal yapının
bu amaca hizmet edecek biçimde oluşması ve birkaç gücün rekabet içinde bölgeyi
yönetmesi beklenir. Barzani taraftarlarıyla PKK unsurlarının bütünleşmesi, onun
karşısında İran'ın ve Türkiye'deki İslamcı hareketlerin desteklediği siyasi
güçlerin bulunacağı bir yapı en muhtemel gelişme olabilir.
ÇATIŞMA ALANI OLMAK
Türkiye dünya üzerindeki
çatışmalarda kendisinin bir taraf olduğunu zanneder ama her zaman taraf olmak
yerine çatışmanın alanı olmak konumuna düşer. Bunun en önemli kriteri ülkedeki
güçlerin aynı yönde mi hareket ettiği yoksa birbirlerinin karşısında mı
olduğuna bakmaktır. Eğer bu güçler farklı amaçlara sahipse o ülke çatışmanın
alanı haline dönmüş demektir.
Bunu söylerken, bazılarının
düşündüğü gibi, herkesin tornadan çıkmış gibi birbirine benzemesini ve aynı
şeyleri söylemesini kastetmiyorum. Bir ülkedeki tüm güçler ve halk, bir
orkestranın enstrümanları gibi, farklı sesler çıkarırlar ama bu seslerin bütünü
tek bir besteyi çalar. Bu orkestranın şefi kim olacak sorusu meselenin en can
alıcı noktasıdır. Bazıları mademki egemenlik kayıtsız şartsız milletindir,
öyleyse şef onun temsilcilerinin olması gerekir derler.
Yani önce millet vardır ve o
kendi devletini yaratır, bir millet nasıl bir devlet yönetimi istiyorsa öyle
bir devlet gerekir derler. Bu her zaman doğru değildir ve mesela Amerikan
milleti yoktur ve devlet hiçbir kritere uymamasına rağmen bir millet
yaratmıştır. Bu devlet yok olursa bir Amerikan milletinden söz edilemeyecektir.
Devlet soyut bir kavramdır ve
bazı kişilerin onu temsil ettiğinden söz edilemez.
Yani devlet ne askerdir ne
cumhurbaşkanıdır ne de siyasi iktidardan ibarettir.
Bir arada yaşama iradesine sahip,
gelecek tasavvurları aynı olan ve dünya üzerinde bir misyonları olduğunu
düşünen insanların oluşturduğu fiili bir yapılanmadır. Devleti sadece iktisadi
çıkarlar peşinde koşanların ya da soy, din, ideoloji gibi ortak yanları
nedeniyle bir araya gelenlerin oluşturduğu bir yapı olarak düşünmek yanlıştır.
Yani devlet bir fikirdir ve onu benimseyen herkes onun bir parçasıdır.
Türkiye imkanları göz önünde tutulursa
bir devlet olmanın, dünya üzerinde önemli roller oynayacak bir güç oluşturmanın
tüm gereklerine sahiptir ama herkesin izleyeceği bir fikir oluşturamamıştır.
Tartıştığımız konular, yani
demokrasi, dindarlık ya da laiklik, soy ve inanç farklılıkları meselenin özü
değil ayrıntılarıdır ve bunları tartışanların ortak bir gelecek tasavvuru
bulunmamaktadır. Yani nasıl var olacağımızın hesabını yapmadan nasıl
yaşayacağımızı, nelere sahip olmak istediğimizi tartışıyoruz.
Birbirine benzer hiçbir yanı
olmayan insanları temsil eden bir devlet, yani ABD, tüm dünyaya şekil vermek
iddiasındadır ve onu bir fikir etrafında birleşen güçler olarak
tanımlayabiliriz. İngiltere, sahip olduğu şeylerin çok ötesindeki etkisini,
yönetme becerisinden almaktadır.
Bir ülkedeki güç odakları eğer,
"Ülkeyi benim değil dışımdaki şu kişi ya da grubun yönetmesi daha doğru
olur" diyebiliyor ve tercihini bu yönde kullanıyorsa bir devlet fikri
oluşmuş demektir. Ama başarılı bir iş adamı ülkeyi bir ticarethane, asker bir
savaş alanı, akademisyen bir tartışma ortamı olarak görüyor ve yönetime kendi
damgasını vurmak istiyorsa başarı mümkün değildir.
Devlet adamlığı bunlardan farklı
bir kategoridir ve insanlar ameliyat olmak için nasıl doktora gidiyorsa ülkeyi
yönetmek için devlet adamı bulmak zorundadır.
Bunun yolu benden başka kimiyi
yönetir sorusunu sorup bunun cevabı olan kişiye rol vermektir. Ülkeyi ancak ben
yönetirim diyorsanız yanlış yoldasınız.
DEVLET VE MİLLET
Önümüzdeki seçim ülkemizde iyiye
gidişin simgesi olmayacak gibi görünüyor. Bu kanıya seçim sonuçlarım tahmin
ederek ve oluşacak iktidarın niteliğine bakarak varmıyorum. Ancak seçim
propagandasının ana temasının halkın egemenliği ve buna karşılık devletin
etkisinin azaltılması üzerine yoğunlaşacağını görerek ürperiyorum. Devlet iyiye
gidişin, demokrasinin ve halkın beklentilerinin önünde, bir engel olarak
sunulacak ve devletle halk birbirinden farklı hatta rakip olarak
gösterilecektir. Bir seçim için bundan daha kötü bir strateji belirlenemezdi ve
biz bunu becerdik.
Herkes şunu bilmelidir ki, hiçbir
toplumda devlet yok edilemez. Onu yok ettiğinizi sandığınız zaman bir başka
gücün onun yerini aldığını önce fark etmeyebilirsiniz ama bir süre sonra bir
gücün, üstelik size tamamen yabancı olan birinin iliklerinize kadar egemen
olduğunu görürüsünüz. Bu nedenle devletin etkisinin azaltılması yönündeki
söylemlerin gerçekte var olanın yerine bir başkasının konulması amacını
taşıdığı açıktır.
Bu durum önümüzdeki seçimin
yönetimin değişmesinden öte bir anlam taşıdığı ve egemenliğin el değiştirmesini
hedeflediği anlamını taşır. Bugün yaşadığımız gerginliğin ve demokrasi dışı
sayılan ihtimallerden söz edilmesinin nedeni budur. Çünkü seçimlerle yönetim
değiştirilebilir ama egemenlik her zaman güçle elde edilir. Seçimlerle
değiştiği zannedildiği zaman bile arka planda bir güç vardır.
Egemenliğin el değiştirmesi ya da
niteliğinin farklılaşması doğaldır. Ancak bir gücü bertaraf ederken yerine
neyin konulduğunun bilinmesi ve bu sürecin dünya şartlarıyla uyumlu olması
gerekir. Devlet egemenliği yerine halkın tercihlerinin ikame edildiği
biçimindeki iddia geçersizdir. Çünkü yeni egemen güç de devlet tarafından
temsil edilecektir. Yani devletin etkisi bertaraf edilmiş olmayacak sadece bir
gücün yerine başkası konulmuş olacaktır. Eğer ülke içinde devletin etkisi
azalmışsa bu gücü dışardan birilerinin kullandığı sonucu doğar.
Türkiye'de devlet-millet
karşıtlığı yaratmanın gereği yoktur. Böyle bir ikilem ancak egemenliğin yabancı
bir güç tarafından kullanılması halinde geçerli olur.
Ülkemizde devletin yapısının değişmesinin
ve yeni dünya şartlarına uygun bir yapının oluşturulmasının gerektiği doğrudur
ancak bunun kadar doğru olan başka bir şey de uluslararası güçlerin ülkemizdeki
egemenliğe talip olduğudur.
Yapacağımız şey değişim sürecinde
egemenliğin başka ellere geçmesine imkan vermemektir. Bunun yolu devlet-millet
ayırımı yapmak yerine birlikte yeni bir yapı oluşturmaktır. Bu, kadroların
değişmesiyle değil düşüncenin değişmesiyle gerçekleştirilir. Bu konuda kendi
düşüncelerimi özetlemek istiyorum.
İlk işimiz halkı, milleti yeniden
tanımlamaktır. Bana göre birlikte yaşama iradesine sahip, gelecek tasavvurları
aynı olan insanlar milleti oluşturur. Yani milletin tanımında din, dil, soy
gibi sosyolojik faktörler değil insanların zihninde oluşan birliktelikler belirleyicidir.
Devlet bu amaçları
gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan örgüttür ve imkanların elverdiği ölçüde
güçlü kılınmalıdır. Zayıf bir devletin güçlü halkı olamaz.
Devlet hiçbir ekonomik, siyasal
doktrine göre yapılanmak zorunda değildir. Kendi yolunu şartlara ve hedeflerine
göre belirler. Benzeyerek değil yaratarak var olunur.
FARKLIYIZ
ABD eski Dışişleri Bakanı Henry
Kissenger'in Bilderberg toplantısı nedeniyle ülkemize gelişi ve sözleri bir
magazin haberi kadar bile ilgi görmedi. Siyaset seçim hazırlıkları, partilerin
birleşmesi ya da işbirlikleri düzeyinde konuşuldu. Dış politika terör
eylemleri, askerlerimize yönelik tacizlerin gölgesinde şekillendi.
Oysa Kissenger dünya
dengelerinden ve ülkemizin burada oynayabileceği rolden söz ediyordu. Bu konuda
ne farklı bir model ne de kabule işaret eden bir tavır sergilenmedi. Mesela
eğer AB üyeliği gerçekleşmezse boşluğun ABD ittifakı ile doldurulabileceğini
söylüyordu. Bu söz bile üzerinde ciddi tartışmalara yol açması gereken bir
yaklaşımdı. Kissenger AB ve ABD'nin iki farklı adres olduğunu söylüyordu ve
bizim yıllardır AB üyeliğimizi ABD'nin desteklediği biçimindeki ikisini
birbirinden ayrı görmediğimiz anlayışımızla çelişkiliydi. Çin için, "Ya anlaşırız
ya da savaşırız" sözlerinin ne anlama geldiği, hangi konuda bir uzlaşma
istendiği, savaşın sebebinin ne olacağı bilinmiyordu. Acaba uzlaşma ya da
ihtilaf Uzak Doğu'daki nüfuz bölgeleri için mi yoksa uygulanacak ekonomik politikalarla
mı ilgiliydi?
Karşılaşılan problem, geçmişte olduğu gibi,
coğrafya üzerinde miydi yoksa dünyadaki mücadelenin sebepleri aynı olmakla
birlikte, kullanılan araçlar mı değişmişti?
Yani ekonomi artık arka plandaki bir sebep olmaktan
çıkıp bir savaş aracı haline mi gelmişti?
Çin ile ABD arasında bir çatışma çıkarsa
cephede askerler mi görecektik yoksa ekonomik araçlar bir silah olarak mı
kullanılacaktı. Eğer böyleyse Çin ne yapabilir, ABD nasıl karşılık verirdi?
Rusya ile bir yakınlaşmanın tarihi tersine
çevirmek olacağını söylüyordu. Bu Rusya'ya karşı bir tavır olarak mı
algılanmalıydı yoksa iki tarafın üzerinde uzlaştığı bir denge modelinin sonucu
muydu?
İkinci Dünya Savaşı'nda müttefik olan bu iki
ülkenin dünyayı paylaştıktan sonra iki hasım haline gelmesine benzer bir durum
mu vardı yoksa henüz bu paylaşım gerçekleşmemiş miydi?
Türkiye siyaseti dünya ölçeğinde ve stratejik
boyutta düşünmemeye kesin kararlı gözüküyordu. Davranışımız etkilere tepki
göstermek şeklinde özetlenebilirdi.
Sarkozy'den Barzani'ye kadar
değişen çizgide kim ne beyanat verirse onu kendi süzgecimizden geçiriyor, olumlu
bulduğumuzu alkışlıyor, beğenmediğimize tepki gösteriyorduk. Olumluluk ya da
olumsuzluğun kriteri de belli değildi.
Ancak bizim için asıl önemli olan
ekonomiyi siyasetten bağımsız görmek, sermaye hareketlerinin sadece ekonomik
hesaplar sonucunda yönlendiğini düşünmektir. Yani eğer teşhisim doğruysa ve
ekonomi bir mücadele aracı olarak kullanılıyorsa, izlediğimiz ekonomik politika
hem ittifaklarımızı hem de bu mücadelede sahip olduğumuz gücü gösterir. Bizim
politikamız tarafsızdır, sadece ekonomik gerekçelerle hareket ediyoruz
biçimindeki sözlerimiz kabul edilmez. Ayrıca iç politikadaki yakınlaşma ve
ayrışmalar bu açıdan değerlendirilirse görünenden farklı bir tabloyla
karşılaşılır. Sağla solun birbirine karıştığı bir ortamda, insanlar farkına
varmasa bile, başka bir kritere göre saflarını yeniden belirliyorlar.
Türkiye etnik ve inanç
farklılıklarının ortaya çıkmasının tehlikeli olacağını ve bunları bastırmanın
güvenliğimiz açısından gerekli olduğunu düşündü Var olanı yok edemediği için
yok saymayı denedi. Bir tarafın kaygıları öbür tarafta bir umut olarak yeşerdi
ve baskılar ortadan kalkarsa yeni bir ufkun açılacağı duygusu yarattı.
Kürtlerin bir bölümü bir devlet kurmayı düşlerken kendilerini baskı altında
hisseden dindarlar ya da farklı mezhepten olanlar egemen olmaları halinde daha
mutlu olacaklarını düşündüler. Bir kap içinde biriken buharın bir delik bulduğu
zaman rasgele dağılması gibi herhangi bir projeye dayanmayan ve sadece bireysel
umutları aksettiren hedefler peşinde koştular. Egemen güçler bunları kontrol
etmek, yeni bir mecraya doğru akıtmak yerine bastırmaya çalıştı.
Bir yandan Kürtler'in kimlik
taleplerini ayrılıkçılık olarak değerlendirdi, diğer yandan İslamcı hareketi
rejime karşı bir tehdit olarak gördü. Alevilik ise milli birliği bozan bir akım
sayıldı.
KAYGILARIMIZ YERSİZ MİYDİ?
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturulan ve
bir tercihten çok bir mecburiyeti ifade eden ideolojiyi değiştirmeyi,
geliştirmeyi, günün şartlarına göre yeniden belirlemeyi göze alamadı ve bunu
bir kuruluş ve varoluş şartı saydı. Böyle bir değişimi kutsal varoluşa bir
ihanet olarak gördü.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
kurulan denge SSCB'deki yıkılış ya da bana göre değişim, yeni bir dünya
düzeninin kurulmasını gerektiriyordu ve bunun Türkiye'nin kıyılarını yalayıp
geçmesi söz konusu bile değildi. Türkiye'nin çok kültürlü bir yapıya dönüşmesi
iç dinamiklerin değil dünya şartlarının bir gereği olarak ortaya çıktı.
Türkiye kuruluşundan beri dört
akımı tehdit olarak algıladı: Komünizm, Gericilik, Kürtçülük ve Türkçülük
sürekli takip edilen ve bastırılan ideolojiler oldular.
Mesela 12 Eylül döneminde
Türkçülük bölücü bir hareket sayılıyordu.
Tüm gayretlerimize rağmen
Komünizm dışındaki tehdit saydıklarımızı yenemedik, o da zaten yeryüzünü terk
etmişti. Bu sonucu doğuran stratejik düzeyde yaptığımız hataydı, yani
ideolojileri hasım sayıp siyaseti,bir kenara bırakmaktı.
Kürt kimliği siyasi bir sonuç
yaratabilir mi, eğer yaratırsa bu Türkiye'den kopmak biçiminde mi olur, yoksa
Türkiye ülke dışındaki Kürtler için bir çekim merkezi mi olur?
İslamcılık din örtüsü altında küresel
ekonomiyle bir bütünleşme ve demokrasi sloganıyla var olan ideolojinin değişim
aracı mıydı?
Bütün bu akımlar dünya üzerindeki değişimin ve
yeniden şekillenmenin bir yansımaları mıydı?
Bu sorulara cevap arayıp yeni bir strateji
belirlemek yerine değişmemeyi varlığımızın güvencesi saydık, daha doğrusu böyle
düşünenlerden oluşan güçlü bir cephe oluştu.
İzlediğimiz yol başarı şansı en
az olanıydı. Eğer bir saldırıya uğruyorsanız ona karşı koymakla yetinemezsiniz.
Bir projeyi engellemenin en iyi hatta tek yolu alternatif bir proje oluşturmak
ve bunu gerçekleştirmektir. Yani sizin de bir Kürt ve İslam projeniz olmalıdır.
Şu sırada aday listeleri
oluştururken ve ön sıralardaki yerleri kapma mücadelesi verirken, sizi böyle
gereksiz konularla rahatsız ettiğim için özür dilerim.
Başarı seçim kazanmaktır gerisi
hikayedir.
SİYASÎ DİREKTİF
Türkiye'nin Kuzey Irak'a
müdahalesinin beklendiği şu günlerde TSK siyasi bir direktif verilmesinin şart
olduğunu ifade ediyor. Ancak sorunun genel algılamanın dışında boyudan var ve
müdahalemizin terörün etkisizleştirilmesinden ibaret sayılması doğru
anlaşılmasını engelliyor.
ABD'nin dünya ölçeğinde
uyguladığı politikanın tek gerekçesi terörü önlemek. Bu gerekçeyle
Afganistan'dan başladı ve ara durak olarak Irak'ı seçti, şimdi nereye gideceği
belli değil. Oysa ben, 11 Eylül'den beri terörün sistem dışı aktörlerin eylemi
olmadığını, dünyada bozulan dengelerin yeniden kurulması için devletler tarafından
yaratılan örtülü operasyonlar olduğunu savundum ve aynı kanaati sürdürüyorum.
Aynı şey Türkiye için de geçerli ve başlangıçta bölgesel bir örgüt olan PKK
giderek uluslararası modelin bir parçası haline dönüştürüldü ve Türkiye ile
ilgili operasyonlarda El-Kaide'nin dünya üzerinde oynadığı rolü oynuyor. Bu açıdan
analizimi terörle sınırlı tutamam ve varılmak istenen siyasi hedeflerin ne
olduğunu saptamam gerekir.
Türkiye görünen gerekçeler
üzerinden siyaset yürüttüğü için ABD ile herhangi bir diyalog kurması söz
konusu değil. Mesela reddedilen 1 Mart tezkeresinin aynı akıbete uğradığı ve
tarafların farklı modeller kurduğu anlaşılıyor. Ben tezkereye karşı çıktım ve
ABD'nin Irak'la sınırlı olmayan hatta ondan tamamen ilgisiz talepler ileri
sürdüğünü, Irak'ta ciddi bir çatışmanın olmayacağını ve bunun için Kuzey'de bir
cepheye gerek olmadığını söyledim ve harekatın adını "Çatapat
Harekatı" koydum. Bana göre müzakereler ABD'nin bölgesel projeleri üzerinde
yapılmalı ve bu konuda mutabakat sağlanmalıydı.
Şu anda da benzer bir durum
karşısındayız ve terör eylemleri, onun yarattığı toplumsal travmalar ön plana
çıktığı için siyasi hedefler göz ardı ediliyor.
ABD, Irak'ın bölünmesini
sağlayacak bir politika izliyor ve bu harekatın başından beri değişmeyen bir
çizgi. Biz ise sürekli Irak'ın toprak bütünlüğünden söz ediyoruz ve ABD'nin
hedefleriyle çatışıyoruz. ABD, Kürtleri bir ara aşama olarak görüyor ve bu
bölünmede önemli bir rol oynayacağını düşünüyor ama onların kuracağı bir
devletle Ortadoğu'da gücünü sürdürmesi mümkün değil. Biz Irak'ı bölen ABD'nin bu
süreci ülkemize de yayacağından endişe ediyoruz.
Böyle bir proje ancak ABD'nin
Ortadoğu'daki varlığını bir ABD-İran ittifakına bağlamasıyla mümkündür ve bu
konu, görünen ABD-İran zıtlaşmasına rağmen, gündemdedir ama ABD için güvenli
bir seçenek olarak görünmemektedir.
Teröre endeksli bir politika
bölgedeki ve onunla yakından ilişkili dünya dengelerini görmemizi engelliyor ve
bizi sağırlar diyalogunun bir tarafı haline getiriyor. Yapacağımız şey terörün
bir örtü olduğunu kabul etmek ve onun gizlenen hedeflerini anlayıp tavrımızı
buna göre belirlemektir. Yani ABD ile terörü değil Irak'ın geleceğini, Kuzey
Irak'ın statüsünü, ülkemizin yerini ve rolünü konuşmak gerekir. Ayrıca
bölgedeki tek aktörün ABD olmadığını, diğerlerinin bu politikaya alternatifler
peşinde olduğunu ve onların da terörü kendi hedefleri istikametinde
kullandığını bilmemiz gerekir.
Terörü bir yana bırakalım. 12
Eylül 1980 öncesindeki gibi, siyasi hedefe varılırsa, o bir gecede biter.
RÜZGARIN EFENDİSİ
Uygun rüzgarlarda yelken açmak, keyifli bir
yolculuk anlamına gelir. Şartlar değişir ve aykırı hava koşulları oluşursa,
usta bir yelkenci olsanız bile, bir felaketle karşılaşmanız mümkündür. Bunu
bilenler bir yandan yelken kullanma yeteneklerini geliştirirken diğer yandan
rüzgara hükmetmeyi öğrenirler ve rüzgarın efendisi olurlar. Rüzgarın efendileri
sadece kendi hava koşullarını yaratmakla kalmaz rakiplerinin hatta
yandaşlarının rüzgarlarına da yön verirler.
Onlar sadece rüzgarın değil
kaderimizin de efendisi olmuşlardır.
Günün birinde terör artar, şehit
cenazeleri insanların yüreğini yakmaya başlarsa milliyetçilik artar, ekonomik
kriz oluşursa iktidarları destekleyenler hasım haline dönüşür. Eğer bütün
bunları kontrol eden bir güç yoksa kader deyip geçersiniz, ama birileri ortamı
belirleyen bir güç haline gelmişse ve istedikleri zaman uygun ya da dayanılmaz
ölçüde kötü hava şartları yaratabiliyorsa, yelkenlinin dümeninde olmanızın
herhangi bir anlamı kalmaz.
Sık kullandığım bir sözü tekrar
etmek istiyorum. Eğer günün birinde bahçenizde başı ezilmiş bir yılan
görürseniz Allah razı olsun deyip geçmeyin. Bugün yılanın başını ezen yarın
sizinkini de ezer. Bunu yapanı mutlak bulun ya da bilin.
Türkiye'de esen rüzgarların
efendileri vardır ama her yelkenci başarısını yetenekleriyle,
başarısızlıklarını diğerlerinin kötülükleriyle açıklar. Kimse, "Beni
rüzgarın efendileri buraya getirdi. Getiren isterse götürür de. Bu nedenle ilk
işim bu efendilerin etkisini yok etmek" demez. Herkesin arzusu
dümendekinin gemisini devirmesi ve efendilerin kendisine uygun rüzgarlar
estirmesidir.
Hem iktidardakiler hem de talip
olanlar ekonominin iplerinin dışarıda olduğunu bilirler ve ters bir rüzgarın
estirilmemesi için ödünler verirler ama her ödün rüzgarın efendisinin daha da
belirleyici hale gelmesine neden olur. • Rüzgarın efendisinin en önemli
destekleyicisi ters yönde estirdiği fırtınalardır. Aşırı vatanseverler her
zaman dümendeki kişinin rotasında gerekli düzeltmeleri yapmasını ve önceden
planlanan yönde ilerlemesini sağlar. Bir rahibin, Ermeni bir gazetecinin öldürülmesiyle
ülkeyi kurtaracağını sananlar karşı taraf değil efendilerin düzeltme ve
düzenleme operasyonlarında kullandıkları safdillerdir. Başarılı iş adamlarımız
şartlara uygun hareket edenlerden, iyi gazetecilerimiz paranın yönüne
uyanlardan, iyi bürokratlarımız günün modası düşüncelerin dışına
çıkamayanlardan oluşuyorsa, bilim adamlarımız bolca dip notuyla yazdıkları
kitaplarla ve yazılarla aykırı olmadıklarını ispata çalışıyorsa, en aykırılar
resmi ideolojinin sıkı bir savunucusu oluyorsa ve farklılık evrensel denen
taklitçilikle değişmeye direnmek arasındaysa rüzgarın efendileri başka
yerlerdedir.Tüm servetini ileri teknoloji uğruna kaybetmeyi ve Boğaz'daki
yalısından gecekonduya taşınmayı göze alan ve bunu zenginlik sayan iş adamları,
yaşamı maddi şartlarını ve şöhretini artırmaktan ibaret saymayan düşünenleri,
terör karşısında büyük bir mücadele yaptığını söylemeyip bunlar bana vız gelir,
üzerime atılan her terör okunu bir bumeranga dönüştürüp atana iade ederim diyebilen
askeri, başarı şartlara uymak değil onu yaratmaktır diyebilen siyasetçisi
olmayan bir ülke rüzgarın efendisi olamaz.
ÖRTÜLÜ OPERASYONLAR
Dünyada yeni bir mücadele türünün uygulandığı
gözleniyor. Yeni bir denge kurulurken milyonlarca askerin, onu destekleyen
ileri teknoloji ürünü silahların olmadığı ama benzer sonuçlar yaratacak bir
çatışmada bir avuç teröristin rol aldığı yeni bir mücadele biçimi deneniyor.
Irak'ın işgali sürecince herhangi bir çatışma olmazken işgal sonrasında adına
terörist denilen bazı grupların eylemleri sonucu belirliyor. Burada iki soruya
cevap bulmamız gerekiyor: Terörist olarak adlandırılan bu gruplar devletlerin
kontrolü dışında mıdır yoksa onlar tarafından mı kullanılmaktadır?
Eğer büyük güçlerin kontrolü dışında iseler
kaygı duymamıza gerek yoktur. Bunlar bazı acılara neden olsalar bile eylemleri
siyasi bir sonuç doğurmaz ve doğal bir afete benzetilebilir. Mesela El-Kaide ne
ABD'nin ne de başka bir ülkenin yönetimini ele geçiremez ya da geçirdiği anda,
bildiğimiz savaş yöntemleriyle birkaç saat içinde yok edilirler.
İkinci soru eğer bunlar
devletlerin kontrolünde iseler -ki ben olayların başlangıcından beri böyle
olduğunu düşünüyorum- bu savaşın hedefi olan ülkeler nasıl bir savunma modeli
geliştirdiler?
Bu savaşın birinci özelliği baskın tarzında
yapılmış olmasıdır. Yani saldırıya maruz kalan taraf bilmediği, öngörmediği bir
anda yabancısı olduğu bir savaş türüyle karşılaşmış ve onu anlamaya bile vakit
bulamamıştır. Tüm değerlendirmeler teröristin eylemleri ve ilan ettiği
hedeflerin analiziyle sınırlıdır. Bunların ya inançları ya da sınırlı siyasi
amaçlar için mücadele ettiği düşünülmektedir. Bu yaklaşım başlı başına
mücadeleyi kaybetmek için yeterlidir ve eylemlerin sonucunda ortaya çıkacak
tablo kendisini savunduğunu zannedenler açısından büyük bir sürpriz olacaktır.
El-Kaide ABD'yi yıkmayacak, dinci teröristler Pakistan'da yönetimi ele
geçirmeyecek, PKK Türkiye'yi bölmeyecek ama hiç öngörülmeyen başka şeyler
olacaktır.
Önce bu savaş türünün teorik bir modeli
kurulmalıdır. Bir devlet bu yeni savaş türünü kullanarak siyasi hedeflerine
varmak istemektedir ve cephedeki teröristler büyük mücadelenin tek aracı .
değildir ve onun çok küçük bir parçasını oluşturur. Mesela ABD için böyle bir
model şöyle oluşturulabilir: ABD kendisine rakip olabilecek iki odak olduğunu
düşünmektedir. Bunlar siyasi bütünlüğünü sağlamış, ekonomik olarak güçlü ve
bağımsız bir askeri gücü olan AB ya da gelişmiş bir Çin'dir. Bunları kontrol
etmek onun asıl hedefidir ve bu amaçla onların enerji kaynakları üzerinde
denetim kurmayı hedeflemiştir.
Ortadoğu'da bu yeni güç
odaklarıyla bağımsız ilişkiler kuracak ve onların enerji ihtiyacını
karşılayacak ülkeleri etkisizleştirmek istemektedir. Eğer terör eylemleri ve
küçük çaplı savaşlar bu sonuca hizmet ediyorsa olay terör boyutunu aşar ve
stratejik bir hamleye dönüşür.
Türkiye böyle bir mücadeleye
hazır değildir. Çünkü modelini teröristlerle sınırlı tutmaktadır ve genel bir
siyasi değerlendirme ve bunun içinde kendisine yönelik politikanın ne olacağını
bilmemektedir. Terörün eyleminden ve söyleminden hareketle değerlendirme yapmak
yetersiz kalmaktan öte bilememek demektir. İlk işimiz şu soruya cevap
bulmaktır: Nasıl bir Türkiye öngörülüyor?
Eylemler bizi nereye sürüklüyor ya da nasıl
düşünmemiz isteniyor?
Ayrıca böyle bir mücadele sadece silahlı
kuvvetlerle yürütülmez. Bu amaçla yeni bir yapı oluşturmak gerekir.
UYARI LEVHASI
Genel gidiş olumlu görünse bile
ciddi bir uyarının göz ardı edilmesi beklenmeyen olumsuzluklara neden olabilir.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananları halkın tercihlerini belirleyen en
önemli neden saymak diğer tüm etkenlerin ve yapılanların değerini sıfıra
indirmekle kalmaz, yeni döneme damgasını vurur ve tüm tartışmalar bu konu
etrafında şekillenir.
Herhangi bir makama gelmeyi bir
hak olarak düşünmek yapılabilecek ilk yanlıştır.
Bir makama hak eden değil en
uygun olan kişi getirilir. Geçmişte, bugüne benzemese bile, cumhurbaşkanlığı
makamını bir hak olarak gören Özal ve Demirel hak ettiklerini düşündükleri yere
geldiler ama her ikisi de arkalarında siyasi misyonlarının enkazını bıraktılar.
Özal bıraktığı yere dönmeye uğraşırken hayata veda etti, Demirel ise hala
arayışını sürdürüyor. Siyasette başarı bir yere gelmek ya da bir seçim kazanmak
değildir. Eğer bu konuda başarılı olur ama siyasi misyonunuz yok olursa
karşınızdakiler kazanmış olur.
MHP'nin Gül'ün cumhurbaşkanlığı
yoluna kırmızı halılar sermesi ve bunun demokrasinin bir gereği olduğunu
söylemesi, bir art niyet taşımasalar bile, bir tuzak olarak algılanabilir.
Sonuçta AKP sürecin intikamını almış ve karşısındaki güçleri yenmiş
sayılacaktır. Çatışmaması gerekenler mücadeleye başlamışsa kimin kazandığının
önemi kalmaz ve sonuçta mutlaka ülke kaybeder. Kimsenin ülkemiz kaybetti ama
demokrasi kazandı diye sevineceğini düşünmüyorum. Kaldı ki MHP'nin kararının
kurumsal olmaması, yani yetkili kurullarında tartışıldıktan sonra eğilimin
belirlenmemesi 2002'deki erken seçim kararını hatırlatıyor. Sonuç en fazla
MHP'yi yaralamıştı ve bugün alınan kararın da benzeşeceğini düşünüyorum.
Bir yanlışı düzeltmenin yolu onun
intikamını almak değildir. Yanlışı doğuran şartlar ne ise onun kaldırılması
gerekir. Bir çatışmada karşıdakini yenmeye uğraşmak içgüdüsel bir davranıştır
ama hiçbir zaman bir sorunun çözümü olamaz. Zaten bugüne kadar benzer
davranışlar sergilediğimiz için Güneydoğu sorununu çözmedik ve başlangıç
noktasından çok daha kötü duruma getirdik. Bazen rövanş almanın genel bir huy
haline geldiğini düşünüyor ve acaba bunu Anayasaya koyacağımız bir maddeyle
yasaklasak mı diyorum(!).
Cumhurbaşkanlığı seçiminde kriter
adı geçen kişilerin liyakati, bu makamı hak edip etmemesi, onu destekleyen
siyasi gücün yeterli olup olmaması değildir.
Önümüzdeki süreçte sorun
yaratmayan, aksine var olanları etkisiz hale getirecek bir kişinin seçilmesi
gerekir. Eğer hem içerde gerilimi artıracak hem de dünyada bizim için
hazırlanan yaftayı kolaylıkla göğsümüze asacakları bir kişiyi seçersek başarılı
olmuş sayılmayız. Bu kişinin adını belirlemeden önce profilini çizmemiz
gerekir. Kişi ülkemiz için ileri sürülen askeri vesayet altındaki bir demokrasi
imajını desteklememelidir. Ayrıca din ağırlıklı bir yönetim intibaını da
vermemelidir. Ülkemizdeki farklı inanç, ideoloji ve soylardan hiçbirine yandaş
diğerine karşı görünmemelidir. Ülkemizde böyle bir bilge kişi bulunamıyorsa,
dizimizi dövmekten başka çaremiz kalmamış demektir.,
Dördüncü Bölüm KİM GALİP?
İKİLEM
Son seçimleri yorumlayanlar
halkın devlete karşı bir tavrı sergilediğini düşündüler hatta bunun halkın
devlete verdiği bir muhtıra olduğunu söylediler.
Onlara göre halk güçlü bir devlet
istemiyordu. Kendisini halkın üstünde gören, her şeyin en doğrusunu bildiğini
ileri süren, yalnız tarihi değil günümüzü de kendi değer yargılarına göre
yorumlayan bürokratik yapıya karşı tavır alıyordu.
Halk aş ve ekmek istiyor ve bunu
kim verirse onun arkasından gidiyordu. Ne kaynağını sorguluyor ne de bunun
karşılığında feda ettiklerinin hesabını yapıyordu. Egemenlik ve bağımsızlık
onun gündeminde yer tutmuyordu.
Bu gözlemin ve buna dayanarak
yapılan analizlerin doğru bir tarafı yoktu. Halk devleti savunduğunu söyleyerek
siyaset yapanlardan çok daha fazla güçlü bir devletten yanaydı. Ancak bunu
sözle savunmakla gereklerini yerine getirmek arasında bir fark olduğunu ve
sadece sözlerin bu amacı gerçekleştirmediğini seziyordu. Yani devlet-millet
ikilemi ne gerçekleri yansıtıyor ne de bunlardan birinin ikinci plana atılması
ülkenin yararına oluyordu. Doğru çözüm zayıf bir devletten geçmiyordu. Aksine
halk ancak güçlü bir devletin varlığıyla daha mutlu olabilirdi. Ama devletin
görevlerinin yeniden tanımlanması ve buna uygun bir yapının gerçekleştirilmesi
gerekiyordu. En büyük heyecanı askerinin güçlü ve başarılı olmasıyla duyan bir
halkı asker karşıtı hale getirmek ne mümkün olabilirdi ne de böyle bir ülke
geleceğinden emin olabilirdi.
Geçmişte yaşanan müdahaleler
yanlış değerlendirmelerin sonucuydu ama bu değerlendirmenin tek sorumlusunun
darbeyi yapanlar olduğu da söylenemezdi. Halkı yönlendirenler, aydınlar, medya
öyle tablolar çiziyor, öyle analizler yapıyordu ki, bir askerin buna kayıtsız
kalması mümkün değildi.
Sorun ne halkta ne de
bürokrasideydi. Her ikisine de dünyayı anlatan, onların düşüncelerine yön veren
güçler aslında düşünce üretmiyor, gelişen olayların senaryosunu yazıyordu.
Bu konuda devletin müdahalesi
demokrasi dışı sayılıyordu ve bu iddia haksız sayılmazdı. Devlet kamuoyunu
yönlendirmek istediğinde yaptığı şey resmi ideolojinin yüzeysel sloganlarını
tekrarlamaktan ibaretti. Hiçbir müdahale döneminde dünyadaki şartlar, ülkemize
yönelik uluslararası projeler tartışılmadı. Sadece iç düşmanlardan söz edildi
ve düşmana karşı ne yapılacaksa onlar yapıldı.
Eksiğimiz düşünceydi ama biz
insanların iyi ya da kötü mü olduğunu sorguladık ve çoğu zaman bize yönelik
projelerin iyi saydığımız düşüncelerin içinde saklandığını fark edemedik. Ne
olduğunu merak etmedik, hasım saydıklarımızın stratejileri hakkında hiçbir
bilgimiz yoktu. Bir zamanlar düşman saydıklarımızın sağ kalanları, ülkenin
düşünce hayatında ve yönetiminde etkili oldular ama bunu bir yenilgi saymadık,
sadece bu kişilerin değiştiğini düşündük.
Kimsenin düşüncelerini
yasaklamaktan yana değilim. Başkaları adına hareket edenlerin önü de
kesilmemelidir ama bağımsız düşünenleri korumak, halkı yönlendiren odakların
bağımsızlığını sağlamaya çalışmak gerekir. Ancak bu çok zordur, çünkü her
iktidar kendisini savunan ve övenler bağımsız, diğerleri satılmış sayar. Devlet
burada gereklidir ve kendi doğrularını değil düşünenleri korur. Düşünce
düzeyinde yenemediğiniz hiçbir gücü zor kullanarak alt edemezsiniz.
ELEŞTİRİ
Bir arkadaşım olaylara bakışımın
yanlış olduğunu söyledi. Ona göre sonuçlara bakarak bir eylemi
gerçekleştirenlerin niyetlerini, projelerini anlamaya çalışmak doğru değildi.
Bu kişi çok farklı nedenlerle bir karar alabilir ve uygular ama gerçekleşen
sonuç onun hiç hesap etmediği biçimde oluşabilirdi.
Mesela Bahçeli'nin
cumhurbaşkanlığı konusundaki tavrı benim öngördüklerinden çok farklı nedenlere
dayanabilir ama sonuç benim düşündüğüm gibi olabilirdi. Sebeple sonuç arasında
kurduğum bağ insanların rasyonel davrandığı varsayımına dayanıyordu. İnsanlar
rasyonel davranmayabilir ya da onun rasyoneli ile benimki birbirinden farklı
olabilirdi. Ayrıca tüm dünyada da bir kaos egemendi ve kimse gerçekleşenleri
planlamıyordu. Sadece olaylara tepki gösteriyor ve hiç öngörmediği sonuçlar
ortaya çıkıyordu. Ben ise bunları sanki önceden planlanmış gibi algılıyordum Dünyanın
tek süper gücü sayılan ABD için de aynı şey geçerliydi. Sistem egemen düşünceyi
tekrarlayanları ödüllendiriyor, onları ön plana çıkarıyor ve sadece onların
görüşleri kamuoyuna yansıyordu. Statik bir dünyada bunun zararı yoktu ama
değişen şartlarda olayların doğru algılanması imkansız hale geliyordu. Bugün tüm
dünya bu belirsizliği yaşıyordu. Dünya yeniden insanların öngörüleri istikametinde
şekillenmiyor, bireysel davranışların ortak çizgisinde ve hiç kimsenin öngörmediği
biçimde oluşuyordu. Belki insanları aşan soyut bir iradeden söz edilebilirdi.
Bu sırada Herald Tribune'den
Charlie Rose'un üç dev dediği Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, eski
Güvenlik Konseyi Danışmanı Brent Scowcroft ve Zbigniew Brezinski'nin katıldığı
tartışmayı yeni okumuştum. Bunlar dünyanın geleceğini ve ABD'nin oynayacağı
rolü tartışıyorlardı. Sorun bozulan dengelerin yeniden nasıl şekilleneceği ve
ABD'nin karşılaşacağı sorunların nasıl çözüleceğiydi.
Arkadaşım haklı da olabilirdi, haksız
da. Bunlar sistemin adamları olarak dünyadaki yeni dinamiklerin dışında bir
analiz yapıyor olabilirlerdi ya da dünyayı yeniden şekillendirmekte rol
oynayabilirlerdi. Başka birileri de bu işe soyunmuş olabilirdi.
Scowcroft'un bir sözü dikkatimi
çekiyor. "Çünkü devlet dışı aktörlerin büyümesi sonucu ulusal sınırlar
aşınıyor. Farklı bir dünyada yaşıyoruz" diyor. Dünyada etkin olan bu yeni
güç acaba benim 1.1 Eylülden beri sözünü ettiğim küresel sermaye olabilir mi
yoksa başka bir şeyden mi bahsediyor sorusuna takılıyorum.
Tartışmanın konusu siyaset ve
ekonomi olmasına rağmen ekonomiden pek fazla söz edilmiyor. Oysa Dünyadaki
geçerli ekonomik ilişkilerin değiştiğini ve bunun sonucu olarak ekonomik
teorinin de yeniden yazılması gerekeceğini düşünüyordum ama beni
yüreklendirecek bir ipucuna rastlamadım.
Tartışmadan ülkemizin çatışma
bölgesinde sayıldığını da anladım. Birileri bunu bir tehlike sayabilir ama eğer
dışında kalmak mümkün değilse ve bu bizim için bir kaderse onu iyi yöneterek
bugünkünden çok daha iyi konumda olacağımızı düşündüm. Ayrıca bunu bir
hayalperestlik sayanlara da katılmıyorum.
SORULAR
Son günlerde etrafa saçılan
haberler bilgi vermekten çok soruya neden oluyor.
Irak'ta kaybolan 190 bin ABD
silahının PKK'ya ulaştığı haberi, silahı alanlarla silahların sayısı arasındaki
büyük fark ve ABD'nin bu kadar çok silahın akıbetinden habersiz olmasının
garabeti nedeniyle bir yanılgı içinde olmamız ihtimalini güçlendiriyor. Üstelik
bazı yorumcuların bu silahların ABD'ne karşı direnenler tarafından kullanılabileceğini
söylemeleriyle ABD'nin ne kadar perişan halde olduğunun kanıtı sayılabiliyor.
Ayrıca direnişlerde bombalar kullanılması, silahla yapılan saldırıların hemen
hiç görülmemesi olayı daha karmaşık hale getiriyor. Kaybolan silahların akıbeti
çözümsüz bir bilmeceye dönüşüyor.
Ancak bu silahların bir kısmının
öldürülen PKK militanlarında bulunması iddia sahiplerinin elini güçlendiriyor.
Buna rağmen soruların hepsi cevaplandırılmış değil. PKK eylemlerinin Tunceli ve
kuzeyinde yoğunlaşması, Karadeniz'e kadar uzanması eylemleri başka bir örgütün
yapmış olması ihtimalini güçlendiriyor.
Acaba birileri bu kişilerin
ellerine ABD silahı vererek kamuoyunun PKK'yı ABD'nin desteklediği biçimindeki
yargısını güçlendirmek mi istiyor?
Böyleyse bunu kim yapıyor?
Bu operasyonu yapan ABD içindeki muhalif bir
kanat mı yoksa başka bir ülke mi?
ABD neden bir terör örgütünün eline kendi
silahlarını vererek ülkemizdeki ABD karşıtlığını körüklüyor. Kalaşnikoflar
pazarlarda çerez fiyatına satılırken bu yola neden başvuruyor?
Bunlara bakarak ABD'nin Türkiye karşıtı eğilimleri
bilerek ve isteyerek tahrik ettiği söylenebilir mi?
Ayrıca ABD olmayan orduları en gelişmiş
silahlarla teçhiz ediyor. Suudi Arabistan ve çevresindeki küçük nüfuslu
ülkelere büyük miktarda silah satışı planlıyor. Bu silahları hem asker sayısı
hem de eğitim düzeyleri nedeniyle bu ülkelerin kullanabilmesi söz konusu değil.
İlk akla gelen bölgede artan petrol fiyatları nedeniyle oluşan fonları, silah
satışı yoluyla ülkesine çekmek ve böylece silah endüstrisini desteklemek. Ancak
söz konusu para ABD'nin yıllık yabancı sermaye kullanımıyla kıyaslandığında
problemi çözecek boyutta görünmüyor. Acaba bu silahların, bir çatışma anında,
ABD ya da bir müttefik gücün askerleri tarafından kullanılması düşünülüyor
olabilir mi?
Biz de bu hesabın içinde miyiz, diye sorsak
aşağıdaki haberler bu ihtimali tamamen çürütüyor.
Birbiriyle zıt iki haber aynı
anda gündemi işgal ediyor. Bir yandan Türkiye ile ABD'nin PKK'ya karşı ortak
bir harekat düzenleyeceği söylenirken diğer yandan Türkiye'nin Kuzey Irak'a
müdahalesinin bir Türk-Amerikan çatışmasına neden olabileceği, Türkiye'nin
NATO'dan ayrılabileceği ve başka bir ittifak sistemi içinde yer alabileceği
söyleniyor.
Barzani Türkiye'nin Kuzey Irak'a
müdahalesine karşı ve tehditler savuruyor.
Türkiye'nin müdahalesinin tek
nedeni PKK. Siz Barzani'nin yerinde olsaydınız bu sebebi ortadan kaldırmaz
mıydınız?
Yani eğer PKK'yı kontrol ediyorsanız onun eylem
yapmasını engeller, hasmıysanız desteğinizi çekmez miydiniz?
Her soruya kendi içinde cevap vermeye
çalışarak bir sonuca varamayız. Ben bunlara kapsayıcı bir model içinde cevap
arayacağım ama komplo teorisi üretiyor ithamını göze almam gerekiyor.
BÜYÜK OYUN Benzerine çok
rastlanan bir Amerikan filminde kumarbazlar poker oynamaktadır.
Oyunculardan kovboy olanı sürekli
kaybederken diğerlerinin önündeki dolarlar bir kuleye dönüşür. Oyunun sonuna
doğru kovboy silahını önüne koyar ve ben kazandım diyerek tüm paraları toplar.
Silah çekmek oyunun kurallarına aykırıdır ama büyük oyunun kuralları pokerden
farklıdır ve güçlü olan kazanır.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle
dünyadaki güç mücadelesi bir poker oyununa dönüştü ve ekonominin kuralları tek
belirleyici olarak algılandı. Genel kanı herkesin bu kurallara uyacağı,
kimsenin silahına davranmayacağı biçimindeydi. Paraya hükmedenler sürekli
kazanıyor diğerleri önemsizleşiyordu. Zaten silah kullananlar da bir avuç
teröristten ibaretti ve onların kazanımları oluşmakta olan dengeleri
etkilemiyordu. Benim gözüm kovboyların ellerindeydi ve ne zaman silahlarına
davranacak diye bekliyordum.
Mesela AB ve Japonya'yı hep saf
oyuncular olarak gördüm. ABD ve Rusya, masanın bir yanında, pokere dalmış
görünüyor ve silahlardan hiç söz etmiyordu. Ancak eğer bunlar silahına
davranırsa AB, Japonya ve benzerleri ellerini havaya kaldırıp teslim olmaktan
başka bir şey yapamazlardı. Bazıları ekonomisiz bir silahın anlamı olmayacağını
, ekonomideki başarısızlığın silahsızlık sonucunu doğuracağını düşünüyordu.
Oysa para ve ekonomik kurallar bir kurguydu ama silahlar gerçekti.
Türkiye ekonomi oyununu çok sevdi
ve ekonomiyi paradan ibaret saydı. Paran varsa ya da bir şekilde elde ediyorsan
sorun yoktu. Neye ihtiyacın varsa alabilirdin.
Ben eski kuşak bir iktisatçı
olarak mal ve madde temelinde analizler yapıyordum.
Mesela AB'ne hep acıyarak baktım.
Güçlü bir ekonomileri olmasına rağmen temel girdi olan enerji kaynaklarını ve
pazarlarını siyasi açıdan kontrol edemiyordu. Rus doğal gazıyla ısınıyor,
ABD'nin kontrolündeki bölgelerden petrol sağlıyordu. Bunlarla bir ihtilafa
düşerse donmuş ve durmuş bir AB ile karşılaşabilirdik. Herkes pokerin
kurallarına göre oynanacağını ve kimsenin silahına davranmayacağını
düşünüyordu. Kimse tüm dünyadaki savunma harcamalarının yarısını yapan ABD'nin
bunu neden yaptığını sorgulamadı.
Herkes'kaynaklarını refahı için
kullanırken ABD ve Rusya'nın neden silah geliştirmek için bu kadar fedakarlığa
katlandığının sebebini merak etmedi. Böyle bir sorunun karşılığı haydut
devletlerin olası saldırılarına karşı hazırlıklı olmak gerektiği biçimindeydi.
İntihar bombacılarına, geri teknoloji ürünü silahlara karşı en modern
teknolojinin ürünü silahlar üretiliyordu ve bunu kimse anlamsız bulmuyordu.
Türkiye demokrasi, özgürlükler
gibi önemli konularla uğraştığı için bunlara zaman ayırmadı. Uğraşanlar PKK'nın
çizdiği sınırların dışına çıkamadı. Bu konuları önemsiz saydığımı zannetmeyin.
Sadece bunların yanında başka sorunlar olduğunu ve bunun belirleyici olduğunu
söylemek istiyorum. Ayrıca analizlerimi tek bir ülke ölçeğinde değil bloklar ve
cepheler düzeyinde yapıyorum.
Şunları soruyorum: Birilerinin
masaya silahı sürmeye hazırlandığını seziyorum.
Siz de aynı düşüncede misiniz?
Dünya ölçeğinde yerinizi belirlediniz mi?
Girmek istediğiniz AB'nin geleceğini nasıl
tasavvur ediyorsunuz?
MİLLET VE DEVLET
Türkiye'de devlet-millet ilişkisi
çözülmemiş bir sorun olarak görülüyor. Siyasi iktidarlar devlet kurumlarının
kendi görüşleri yönünde şekillenmemesini bir eksiklik ya da yanlışlık olarak
görüyorlar. Üstelik bazıları, daha ileri giderek, bu kurumların demokratik
kurallara göre yapılandırılmasını savunuyorlar. Yani mesela askerler, ülkedeki
siyasi görüşlere göre tavır alabilmeli, belki de kendi aralarında
örgütlenebilmelidir.
Bu telafisi imkansız olumsuz
sonuçlar doğurur. Tartışmanın göbeğindeki ordunun tüm davranışları, yemek yiyişinden
yıkanışına kadar, belli kurallara bağlanır.
Yapılan törenler, hatta dost ve
düşmanı belirleyen renkler bile belli bir amaca yöneliktir. Bunlar değişmez
kurallar değildir ama bu değişim siyasi iktidarların çizgisine göre oluşmaz.
Amaç devletin uzun vadeli projeleriyle uyumlu bir yapı oluşturmaktır. Bir
ülkede bir gün Yeşiller olarak adlandırılan bir siyasi akım iktidara gelebilir
ama onların insan davranışları konusundaki rahatlığı devlet kurumlarında
benimsenemez. Ya da dini hassasiyetleri yüksek bir iktidarın asker davranışlarını
kendisininkine benzetmesi beklenemez. Yani siyasi iktidarlar dalgalı bir seyir
izlerken devlet bir çizgiyi temsil eder.
Türkiye'deki sorun devletin
çizgisinin değişen şartlara rağmen aynı kalmasıdır..
Cumhuriyetin kuruluşuyla oluşan
bu çizginin bugün de sürdürülmesi bizi dünyadan kopuk hale getirmektedir.
Geçmişte bölgesinin sorunlarına kayıtsız, içe kapanık ve savunma anlayışının
hakim olduğu ve bu nedenle homojen bir toplum yaratmaya yönelen ideoloji artık
yetersiz kalmaktadır. Ülkemizin çevresinden de sorumlu olmasını gerektiren
şartların ortaya çıkışı, dünyada kurulu düzenin bozulup yenisinin şekillenmekte
oluşu, uluslararası ilişkilerde ekonominin öne çıkması yeni bir devlet
anlayışını gerekli kılmaktadır.
Bu durumda devletin zayıflaması
ve etkisizleşmesi gerektiği biçimindeki görüşler kesinlikle yanlıştır. Aksine
daha güçlü bir devlet yapılanmasına ihtiyaç vardır ama bu devletin rolü ve
görevlerinde önemli farklılaşma olmalıdır. Yeni devlet teknik ve entelektüel
düzeyi yüksek kişilerden oluşmalı ve yeni roller üstlenmelidir. Geçmişte
yabancıyı düşman ya da en azından şüpheli sayan anlayış değişmeli, belirlediği
hedef ya da politikalarla uyuşan ya da ona karşı çıkanları ayırabilen bir kadro
oluşturulmalı, yeni mücadele aracı olan ekonomik konuları sadece ekonomik
kriterlerle değil güvenlik ve politik hedefler açısından da değerlendiren
bürokratik yapılar oluşturulmalıdır.
Türkiye uzun vadeli planlar
yapmadığı, gelecek tasavvurunu şekillendirmediği için buna uygun bir devlet
yapısı kuramamakta, geçmişin mirasını kullanmak zorunda kalmaktadır. Mesela
AB'üyeliğini değişmez bir hedef sayarak devleti buna göre şekillendirseydik,
ordumuzu buna göre maddi ve manevi yönden teçhiz etseydik şimdi tam bir kaos
yaşayacaktık. Yani devletin hedefleriyle siyasi iktidarların hedefleri her
zaman aynı olmayabilir.
Ülkeye yön veren çekirdek bir
kadro geleceğin Türkiye'sini tanımlamalı ve bu hedefe uygun olarak devlet
düzgün bir rota izlenerek yeniden şekillendirilmelidir. Ondan sonra da siyasiler
devletin yakasını bırakmalı ve rota değişmeleri devlet içinde, yabancı
etkilerden arınmış, çıkar hesaplarıyla kirlenmemiş, bilgisizlik ve ön
yargılarla zedelenmemiş olarak yapılmalıdır.
SORUN NE?
Ülkemizde Silahlı Kuvvetlerle siyaset arasında
bir farklılığın olduğu ve bunun bazı dönemlerde gerginliğe dönüştüğü biliniyor
ama nedenleri bilinmiyor. Genel kanı askerlerin belli bir eğitimden geçtiği ve
bu eğitimin demokrasi dışı yolları açık tuttuğu biçiminde ama bu kanaatin doğru
yanı yok. Başka bir ülkeden örnek vererek eğitimin yarattığı şartlanmışlığın ne
kadar anlamsız olduğunu görebiliriz. Rusya'da rejim değişene kadar komünist
eğitimden geçmemiş tek bir fert bile yoktu ve insanlar doğumdan ölüme kadar
belli bir dünya görüşüne göre şartlandırılır ve aksinin fısıldanması bile büyük
bir cürüm sayılırdı. Her ülkenin ordusu ülkenin adıyla anılırken Rus Ordusunun
adı Kızıl Ordu idi ve bu ismi rejiminden almıştı. Ama bu durum çok kısa bir
sürede değişti ve komünizmin izi bile kalmadı. Gelir adaletsizliğinin en
yıkıcısı bu ülkede yaşanırken bir grup insan kapitalizmin beşiği sayılan
ülkelerdekileri kıskandıracak bir lüksü yaşadılar. Ülkedeki tüm insanların
beynindekiler silinmiş ve eskisiyle bağdaşmayan bir düşünce yapısı
oluşturulmuştu. Kimse değişmeyen bir şeyin olup olmadığını sorgulamadı.
Ülkemizde din kaynaklı
düşüncenin başlangıcı ile bugünkü uygulamalarının ne kadar benzeştiği
incelenmeye değer. Geçmişte Batıcılığı temsil eden bürokrasiyle tutuculuğu
temsil eden halkın davranışlarının yer değiştirmesi ve bürokrasinin Batı
karşıtı bir yerde durmasının sebepleri ne olabilir?
Bunlardan şu sonuca varabiliriz: Çok
önemsediğimiz ideolojilerin siyasette hiçbir anlamı yok. Bugün kimliğimizin ve
kişiliğimizin bir parçası saydığımız düşünceler bir gün içinde değersiz sözlere
dönüşebilir. Yani siyaset ideoloji ve inanca dayalı değildir, onu belirleyen
başka faktörler vardır.
Her ordu; düşünce, eğitim,
teşkilat ve teçhizat açısından, ülkesinin hedeflerini gerçekleştirecek biçimde
yapılandırılır. Öyleyse ilk belirlenecek şey ülkenin siyasi hedefidir. Bugün
Ordunun hedefi ülkenin siyasi sınırlarını korumak, içerde ve dışarıda güvenliği
sağlamak olarak belirlenmiştir. Ancak bu siyasi hedef hem belirsiz hem de
yetersizdir. Dünyada ve bölgede yeni dengeler kurulurken, ülkemizin dünya
üzerindeki rolü ve konumu yeniden tanımlanırken bu hedef çok fazla bir anlam
ifade etmemektedir.
Şimdi herhangi bir iddiayı
içermeyen, sadece bir örnek olarak ileri süreceğim bir model üzerinde Ordunun
nasıl yapılandırılacağını tartışalım. Diyelim ki ülkemiz bölgesinde sadece
sınırlarını korumakla yetinmeyecek çevredeki oluşumlarda ve değişmelerde etkin
rol oynayacak. Bu durumda çeşitli etnik ve dini gruplarla ya çatışmak ya da
onlarla birlikte olmak zorunda kalacak. Böyle bir durumda sadece ülkesine bağlı
ve onun çıkarlarını koruyan bir tavır sürdüremez ve tüm bölgeye yönelik bir
politikası olması ve buna uygun söylemler geliştirmesi gerekir. Ayrıca teçhizat
ve yapılanmasının buna uygunluğu sağlanmalıdır.
Siyasetçi ile Ordu arasındaki
farklılık her iki tarafın da değişen şartlara uygun bir hedef belirlememesinden
kaynaklanıyor. Çocukluk çağında askeri okula giren bir insanın, hiçbirimizden
farklı değilken, sonradan bu ölçüde farklı hale gelmesini eğitim ve
şartlanmışlıkla açıklamak yanlıştır. Burada değişecek olan sadece askerler
değil, belki de daha büyük ölçüde, aydınlar ve siyasetçilerdir.
İLHAM
Medyadaki cumhurbaşkanlığı tartışmalarını
izlerken bunun siyasi bir yanının olmadığı düşüncesine kapılıyorum. Sözlerimin
yanlış anlaşılmasını istemediğim için siyasetten ne kastettiğimi ve bunun genel
algılamadan hangi açıdan farklı olduğunu açıklamam gerekir. Tartışmalar genelde
baş örtüsünden başlayıp bu makamın kimin hakkı olduğuna uzanan bir çizgide
sürdürülüyor. Halkın iradesinin nasıl yorumlanması gerektiğine kadar uzanıyor.
Seçilecek kişi kim olursa olsun dış politikamıza, ekonomideki uygulamalarımıza
ne fiili ne de sembolik olarak bir katkısı olmayacak gibi bir hava yaratılıyor.
Zaten seçim sürecinde de bu konular gündemde değildi ve bir yanda cumhuriyetin
temel ilkeleri diğer yanda özgürlük ve demokrasi, serbest piyasa ekonomisi,
dünyayla bütünleşme söylemleri arasında bir yarış söz konusuydu. Bazılarına
göre halkın demokrasiyi sahiplenmek adına bürokratik müdahalelere karşı çıkması
sonucun tek belirleyicisi oldu.
ABD ile Rusya arasındaki
silahlanma yarışı bizi ilgilendirmezdi. Parası olan isterse silah alır isterse
başka şeylere harcardı. Zaten bunların birbirleriyle hasım mı oldukları yoksa
ortak bir projeyi mi gerçekleştirdikleri bilinmiyordu.
Türkiye üzerinden geçerek Avrupa
ülkelerine doğalgaz sağlayacak projelere her ikisi de karşı çıkıyor ama
uçakları Atlantik üzerinde it dalaşına giriyordu.
Petrol fiyatlarının yüksek
tutulması ve bunun Rus ekonomisini güçlendirmesi tamamen piyasa şartlarının bir
sonucuydu. ABD'nin bunu bilerek yaptığını düşünmek komploculuk sayılıyordu.
Dünya para sistemi üzerinde
dolaşan ve bir fırtına habercisi sayılan gelişmeler piyasa ekonomisinin doğal
bir sonucuydu. Bunun . ülkemizi etkileri, sağlam ekonomik yapımız nedeniyle,
sınırlı kalacaktı. Kaldı ki bu gibi gelişmeler doğal afetlerden farksızdı ve
yaşadığımız kuraklık gibi bir şeydi.
Bizim ilgi alanımız demokrasi,
özgürlükler, halkın iradesine saygı gösterilmesi ya da karşı tarafın, kendi
yorumuna göre, cumhuriyetin temel ilkelerinin korunması talebi oldu. En ciddi
tartışmalar başörtüsü, Atatürk ilkelerinin Anayasada kalıp kalmaması,
seçimlerde halkın verdiği mesajın anlamının ne olduğu üzerinde sürdürüldü.
Seçeceğimiz cumhurbaşkanı bizim
ilgi alanımız açısından bir anlam ifade etmeliydi. Ya çatıştığımız konularda
bir tarafın zaferi anlamını taşımalı ya da beraberlik demek olan uzlaşmanın
simgesi olmalıydı. Üstelik bu bir barış değil, nihai hesaplaşmanın ileri bir
tarihe ertelenmesiydi.
Bazen çok fazla hesap yapmanın
bir anlamı da olmuyordu. Herkes MHP ile DTP'nin çatışacağını hesaplarken iki
tarafa birden ilham geliyor, samimi biçimde el sıkışıyorlar ama taraflardan
biri Başbakana bu jesti bile fazla buluyordu. Bunu yapan MHP Mecliste
çoğunluğun sağlanmasının yolunu ardına kadar açıyordu.
Nasıl olsa bir cumhurbaşkanı
seçeceğiz. Ulaşılan sonuç tartıştığımız konular çerçevesinde değerlendirilecek
ve kimin haklı kimin haksız olduğunu, hangi tarafın demokrasinin kurallarını
ihlal ettiğini söyleyeceğiz. Bir de Türkiye'nin dünya üzerindeki rolü ve konumu
açısından seçilen kişinin ne anlama geldiğini düşünsek nasıl olur?
ANALİZ
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci
konusunda söyleyeceklerim birinin lehine bir başkasının aleyhine
yorumlanabilir. Oysa cumhurbaşkanlığına seçilecek kişi, kim olursa olsun, beni
kişisel olarak ilgilendirmiyor. Ne kimseden bir beklentim var ne de uğrayacağım
kayıplar üzüntü yaratacak düzeyde olabilir. Analizlerimin doğruluğu sadece
kişisel bir tatmin sağlar.
Bu tartışmalarda bir boyutun
ihmal edildiğini düşünüyorum. Seçilecek kişi ülkemizin izleyeceği politikalar
açısından ya da dünya ölçeğinde etkin olan güçlerin Türkiye üzerindeki
projelerine etkisi bağlamında bir anlam ifade eder mi?
Ne kastettiğimi somut bir örnekle açıklamak
istiyorum. 2002 seçimleri Sayın Gül'ün başbakanlığı ile sonuçlanmış ama Sayın
Erdoğan meclis dışında kalmıştı Var olan hukuk içinde bu durumun değişmesi
mümkün görünmüyordu. Ancak CHP'nin de baş rolü oynadığı bir süreç Gül'ü
yerinden etti ve Erdoğan'ı başbakan yaptı. Bu sadece, CHP'nin iddia ettiği
gibi, demokrasinin gereğini yerine getirmek için mi yapılmıştı?
Oysa aynı CHP, Gül'ün cumhurbaşkanlığını
engellemek için tartışmalı bir süreci başlattı ve başarılı oldu. Bu defa
demokrasi kaygısı taşıdığı da söylenemiyordu.
Gelişmeler demokrasi için sarf
edilen gayretlerden kişisel pazarlıklara kadar uzanan bir çizgide
değerlendirildi ama kimse bunun siyasi boyutuyla ilgilenmedi.
Yani Gül'ün izleyeceği
politikaların önünün kesilmesi gibi bir niyetin olup olmadığı sorgulanmadı.
Bugün bile ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Bryza'nın Gül'ün adaylığına karşı
çıkışı ülkemizde bir gerginliğe neden olacağı endişesiyle izah edildi. Böyle
bir seçimin kendilerini ilgilendiren tek yanı müttefiki Türkiye'nin
istikrarının bozulacağı endişesinden ibaret sayıldı.
Çevremiz için kıyamet senaryoları
yazılırken, ABD'nin Irak'tan çekilmesiyle kanlı bir iç savaşın başlayacağı ve
bunun, biz de dahil, tüm çevre ülkeleri içine çekeceği söylenirken sadece
başörtüsü ile açıklanan bir sorunla uğraşmamız anlamlı olabilir mi?
Ayrıca başbakanlığı aşıp cumhurbaşkanlığı
kapısına dayanan başörtüsü çıtasının yükseltileceğine, başı açık bir
cumhurbaşkanı eşi olsa bile, Çankaya kapısının herkese açılacağını düşünüyorum.
Bu durumda seçimden sonra bir
gerginliğin -olup olmaması, sanıldığının aksine, yönetici kadronun izleyeceği
politikanın nasıl algılandığına bağlı olacaktır ve bunu sadece cumhurbaşkanlığı
değil hükümetin yapısı da belirleyecektir.
Bu nedenle uzlaşmayı farklı
tanımlıyorum ve bunun siyasi partiler arasında olmasının gerekmediğini, dünya
dengeleriyle uyumlu bir kişinin seçilmesi halinde herhangi bir gerginliğin söz
konusu olmayacağını söylüyorum.
Bu konuda iki farklı strateji
uygulanabilir: Ya cumhurbaşkanlığına uluslararası siyaset açısından nötr bir
kişi seçilir. Yâni bu makam siyaset dışı bırakılır.
Ya da izleyeceğimiz siyaseti
temsil edecek ve dünyaya bunu ilan edecek bir kişi bu makama getirilir.
Sorun hiçbir biçimde ne demokrasi
ne de başörtüsüdür. Türkiye'nin bu sorunların üstünde olduğunu kanıtlayacağını
umuyorum.
DALGALANMA
Ekonomide gözlenen dalgalanma
acaba siyaseti etkiler mi?
Dalgalanma dünya ölçeğinde olduğuna göre bunun
siyasi sonuçları da aynı boyutta olur mu?
Kimsenin ilgilenmediği bu konuyu irdelemeye
çalışacağım.
Önce bir soruyla başlayalım.
Geçmişte askeri darbeler sık gözlenirken son zamanlarda halk hareketleri ve
bunun sonucu olarak renkli devrimler moda oldu.
Acaba siyasi iktidarın el
değiştirmesinde mevsimsel döngüler mi söz konusu?
Yani şimdi halk hareketlerinin mevsimi mi
geldi?
Bu baharın ve yazın bir de kışı var mı?
Darbelerin arka planında devlet örgütlenmeleri
ve bunları temsil eden gizli servisler varken renkli devrimlerin arkasında
küresel sermaye ve onların yönlendirdiği örgütler bulunuyordu. Sermaye bazen
devrimler yapıyor, çoğunlukla iktidarları belirleyen güç olarak algılanıyordu.
Mesela geçmişte CIA'nın desteklediği basın kuruluşları ve medyadaki etkinliği
kitaplara konu olurken son zamanlarda bunlardan söz edilmez oldu ama medyaya
egemen olan sermaye grupları tartışılmaya başlandı.
Ekonomideki dalgalanma küresel
sermayenin gücünü ve etkinliğini sınırlıyor mu?
Geçmişte olduğu gibi devletin
belirleyiciliğinin baskın olduğu bir döneme mi giriyoruz yoksa gözlenen durum
geçici mi?
Sermaye toparlanıp eski gücüne kavuşabilir mi?
Son zamanlarda ABD ve Rusya'da gözlenen askeri
hazırlıklar, Soğuk Savaş dönemini hatırlatan gelişmelerle ekonomik
dalgalanmanın ve sermaye kesiminin büyük ölçekli ve nerede duracağı belli
olmayan güç kaybının yan yana gelişi bir tesadüf mü yoksa belli bir projenin
parçaları mı?
Önce bu dalgalanmadan kimlerin kaybedeceğini
düşünelim. Borçlu iflas edince alacaklı kaybeder. Kaybedenler tasarruf
sahipleridir ve bunlar Çin, Japonya, Ortadoğu'daki petrol devletleri ve biraz
da Avrupa'dır. Bu tasarrufların sahibi olmayan, ancak bunları kullanan ve yön
veren finans kuruluşları biraz varlık ama daha çok etkinliklerini kaybederler.
ABD ekonomisinin reel kaybı olmaz. Rusya etkilenmez, çünkü dış ticareti
vazgeçilemez olan enerjiye dayanıyor.
Küresel sermayenin kullandığı
enstrümanlar değer kaybeder, ama asıl önemlisi, içine gireceği derin bunalım
nedeniyle siyasi etkinliği büyük ölçüde azalır.
Tabloyu tamamlamak için bölgesel
bir çatışmaya ihtiyaç vardır. Mesela ABD ile İran'ı karşı karşıya getirecek bir
çatışma olursa ABD halkı uğrayacağı refah kaybını bununla izah eder.
Sonuç olarak sermayenin siyasal
etkinliğini kaybedeceği ve devlet örgütlerinin, geçmişte olduğu, belirleyici
rol oynayacağı bir döneme gireceğimizi düşünüyorum.
Böyle bir model kurarken nerede
hata yapabileceğimi de hesaplıyorum. Analizim bir ön yargıya dayanıyor ve
yıllardır tek taraflı bir kaynak transferine, yani Çin, Japonya, Ortadoğu ve
Avrupa'nın tasarruflarının kullanımına dayanan ekonomik yapının sürmeyeceğine
inanıyorum. Önümüzdeki ?
dönemin sadece siyasi dengenin yeniden
kurulmasıyla sonuçlanmayacağını, dünya ölçeğinde yeni bir ekonomik yapının da
birlikte kurulacağını düşünüyorum. Eğer birileri sürekli tasarruf edip
diğerleri bunu kullanmaya devam edebilirse benim modelim çöker.
Eğer model değişirse ülkemiz
bundan çok etkilenir.
KİMLİK
Kimlik üzerinden yapılan siyaset
siyasetin kendisi değil örtüsüdür. Yani insanların inançlarını, soylarını
yüceltip onları korumak ya da üstün kılmak amacını taşıyan siyasi eylemler
sadece bir araçtır. Bir ülkenin kendine özgü bir hedefinin ve buna ulaşmak için
bir eylem planının olup olmadığını anlamanın en kolay yolu o ülke içinde
farklılaşmanın ve siyasal mücadelenin kimlik üzerinden yapılıp yapılmadığına
bakmaktır.
Dünya üzerinde rol oynayan,
etkili sayılan ülkelerde siyasi farklılaşma kimliklere göre belirlenmez. Onları
analiz ederken ekonomik politikalarından, dünyaya bakışlarından, siyasal
hedeflerinden söz edilir. Mesela Sarkozy'nin Fransa için ne ifade ettiği onun
Macaristan'dan göç etmiş bir Yahudi oluşu değil, uygulayacağı politikalarla
değerlendirilir.
Türkiye kimlik siyaseti
bataklığından kurtulamamıştır. Ne siyasal partiler ne de siyasi önderler
ülkemizin geleceği konusunda fazla bir şey söylemez; inancına, kökenine göre
sınıflandırılır. Hem genel hem de cumhurbaşkanı seçimlerinde politikalar değil
kimlikler ön plandaydı ve bugün cumhurbaşkanı adayının ne kadar laik olduğunu
anlamaya çalışıyoruz.
Bu konuda iki yaklaşım vardır:
Bazıları ne yaptığının ya da ne yapacağının önemi yok. Bana kim olduğunu söyle
yeter der. Diğerleri, kim olduğunu önemi yok, ne yapacağını söyle der. Biz
birinci kategoriye dahiliz ve insanları soyuna, inancına göre sınıflandırır,
bizden saydığımızın peşinden gider, onun her yaptığının doğru olduğunu
düşünürüz. Bu tavrımızı bilenler hemen uygun bir kimliğe bürünür ve projelerini
rahatlıkla uygularlar. Mesela darbe yapacaklar için en uygun kimlik
Atatürkçülüktür.
Bu kimlik kullanılarak ülke
liberal bir çizgiye getirilmiş, dinci gelişmenin önü açılmıştır.Kullanılan
metodu şöyle özetleyebiliriz: Kullanmak istediğin gücün postuna bürün, onların
sloganlarını tekrarla ve istediğin politikayı uygula. Kimse senin
politikalarınla ilgilenmez ve sen istediğini rahatlıkla gerçekleştirirsin.
Zaten ülkemizde politikalar tartışma konusu olmaz. En çok okunan yazarlarımız
bile sadece kimlik üzerine yazanlar ya da siyasi magazin peşinde koşanlardır.
Ülkemizdeki en önemli sorun
sayılan Kürt sorununun tartışılan boyutu kimlik üzerinedir. DTP bu sorunun
öncelikli olduğunu ve siyasi tavırlarını buna göre belirleyeceğini söylüyor. Ne
bölgenin ekonomik yapısı, ne de Ortadoğu'daki yeni yapılanma ve Türkiye'nin
oynayacağı rol tartışma konusu olmuyor. Onlar da yapmak fiilini unutmuş, sadece
almak fiilini biliyor görünümündeler.
Irak'ta siyaset kimlik üzerine
yapılıyor ve insanlar kitleler halinde ölüyor.
Üstelik bu ölümler daha iyi bir
gelecek vaat etmiyor. Devletsiz kalmış bir halkın ne olacağının somut bir
simgesi halindeler.
Herkes kimlik üzerine siyaset
yapadursun, ben herkesi kucaklayan, onları her türlü kötülükten koruyan,
halkının duygularına saygılı ama çok güçlü bir devletin hasretini yaşıyorum.
Güçlü zalim olmaz, zulüm zayıfın silahıdır ve sadece akıllı olan güçlüdür.
STRATEJİ
Bir olay, sebepleri ve
sonuçlarıyla, akla uygun cereyan etmelidir. Genelde böyle bir uyum aranmaz ve
olay nasıl anlatılıyorsa öyle kabul edilir. Bir olay dünya ölçeğinde sonuçlar
yaratıyorsa bunu planlayanların da dünyaya yön veren güçler olduğunu düşünürüm.
Eylül saldırıları ABD'nin büyük ölçekli operasyonlarına neden oldu ama
arkasındaki gücün bir hayalet olduğuna inanıldı. Oysa yeni bir çatışma
stratejisiyle karşı karşıya kalmıştık ve taraflarını tayin edemiyorduk.
Bu olay iki türlü
açıklanabilirdi: Ya geleneksel silahlı güçlere, yani ordulara, bir alternatif
olarak, onları anlamsız hale getirecek, baş edemeyecekleri bir güç
yaratılmıştı. Yani terörizmi kullananlar geleneksel silahlı kuvvetleri kontrol
edemeyen ama bunları etkisizleştirerek yeni bir güçle savaşı sürdürmek isteyenler
olabilirdi. Bu yeni odak için en güçlü aday küresel sermayeydi ve terörü kullanarak
mücadelenin çatışma boyutunu bu güçle yürütüyor olabilirdi.
İkinci ihtimal tam ters sonuçlara
götürüyordu. Orduları kontrol eden güçler parayı kullanarak dünyaya egemen
olmak isteyen güçlere karşı silahlı kuvvetleriyle mücadele edemiyordu. Çünkü ne
saldırılacak bir karşı güç, ne de yok edilecek hedefler vardı. Yeni bir
strateji belirlendi ve terör geleneksel orduların yanına ek bir güç olarak
dahil edildi. Yani kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yanına bir de terör
eklenmişti.
Somut bir örnek durumu daha iyi
açıklayabilir: Çin ekonomisi küresel sermaye tarafından destekleniyor ve büyüme
rekorları kırıyordu. Diğer yandan Çin'in önümüzdeki yirmi yıl içinde ABD için
hem askeri hem de ekonomik açıdan büyük bir tehdit olacağı öngörülüyordu. Aynı
gücün kendi hasmını yaratması, hatta büyük ölçüde desteklemesi mümkün müydü?
Biz bunu yadırgamadık ve insanın kendi katilini
yaratabileceğini kabul ettik.
Sermayeyi kontrol edenler böyle
bir tehdidin varlığına inanmadılar. Onların kuracakları düzende savaş olmayacaktı.
Bu nedenle askeri bir tehditten söz etmek gereksizdi. Ekonomik tehdit bir
fanteziye dönüşmüştü. Tek bir ekonomik gücün kontrol ettiği dünyada böyle bir
şey söz konusu olamazdı. Tehdit iki farklı güç arasında geçerliydi. Güç tek
olunca tehdit fiilen mümkün değildi. Geleneksel güçlerin stratejisi, ekonomiyi
kontrol edenlerin egemen oldukları ya da olacakları alanları fethetmek, bunun
için terörizmi bir bahane olarak kullanmak, sermayenin demokrasi, özgürlük,
insan hakları gibi sloganlarını, terör tehdidiyle anlamsız hale getirmek olarak
belirlendi. İnsanların güven içinde olma arzusunun her şeyin önünde olduğunu
biliyor ve sermayenin vaatlerini, yarattıkları güvensizlik ortamıyla anlamsız
hale getiriyorlardı. Sermayenin ılımlı İslam modeli radikal İslam'la ve
Müslümanlar arasındaki mezhep çatışmalarıyla yıkıldı.
Şimdi şu soruyu cevaplandırmaya
çalışıyorum: Son zamanlarda uç veren ekonomik sorunlar ekonominin kontrol
edilemeyen dinamiklerinin doğal bir sonucu mu yoksa büyük çatışmanın yeni bir
aşaması mı?
Yani sermaye siyasal planda başarısızlığa uğratıldıktan
sonra şimdi de sahip olduğu ekonomik gücü, en azından etkin olma imkanını
kaybediyor mu?
Kusura bakmayın. Aşıklar sensiz yaşayamam
derler ben de modelsiz düşünemem.
BİZ ASLINDA KİMİZ?
Bu günlerde kim olduğumuz konusunda
tartışmalar yapılıyor. Kimin Kürt, kimin aslen Türk olduğu sorgulanıyor. Soy ve
inançlara saygılı olduğunu sandığımız Osmanlının gerçekte Türk karşıtı, Alevi
düşmanı olduğu yazılıyor.
Gerçekte kimliğimiz tercihimiz
değil kaderimizdir. Soyumuzu doğa kanunları, inançlarımızı, sanılanın aksine,
siyaset belirler. Kimse bir inancın neden aynı siyasi yapı içinde tek başına
egemen olduğunu sorgulamaz ama onu kendisinin ayrılmaz bir parçası sayar.Onun
için mücadele eder, canını verir. Dindeki yorum farklılıklarının, mezheplerin
siyasi farklılıklar sonucu oluştuğunu, itikatla ilgili olmadığını düşünmez.
Aynı inancı ya da ideolojiyi
paylaşanlar, siyaset yollarını ayırınca, mezhepler ya da aynı ideolojinin
farklı yorumları maskesi altında bölünürler. Bu bölünme öyle şiddetli olabilir
ki farklı köklerden gelenlerle ittifak yapılabilirken aynı düşüncenin değişik
yorumları amansız düşmanlara dönüşebilirler.
Siyaset öyle güçlüdür ki
kardeşleri düşman, en aykırıları birer sevgiliye dönüştürebilir. Osmanlının
millet-i sadıka saydığı ve halkın iç içe yaşadığı Ermeniler günün birinde
amansız bir düşman sayılabilir. Soğuk Savaş dolaşırken şimdi kucak kucağa
yaşarız. Kimse şu soruyu sormaz: düşmanlıkların halklar arasında mı yoksa
başkalarına karşı hangi duyguları beslemememiz gerektiğine yönetenler mi karar
verir?
Devletimin düşman saydığını dost ilan etmek
gibi bir niyetim yok. Ama genel tanımlamalarla başkalarını mahkum etmem. Mesela
Ermeniler, Rumlar ya da Hıristiyanlar Museviler gibi ifadelerle düşmanımı tanımlamam.
Çatışma yönetimler arasındadır ve kendi yönetimimizi desteklemeyi, gerekirse
onun için savaşmayı görev sayarım ama vuruştuklarım benim kişisel düşmanım
değildir.
Bunu yönetenler çok iyi bilir ama
halka başka şeyler telkin ederler. ABD ile Japonya acımasızca savaşmış, her iki
taraftan yüz binlerce insan ölmüş ama savaşın hemen arkasından ABD Japonya'ya
hem teknoloji hem de sermaye vererek Japon mucizesini yaratmıştır. Yani eski
düşman en iyi dost olmuştur. Buna karşılık Nazilere karşı omuz omuza savaştığı
Sovyetler bir günde düşman haline gelmiştir.
İnsanların kimlikleri üzerinden
değerlendirme yapan, siyaset oluşturan kişilere şüpheyle bakarım. Bunlar
gerçekte önceden planlanmış bir siyasi projeye göre halkı yönlendirmek için,
bilim ya da düşünce kisvesi altında, bu siyasetlere zemin hazırlarlar. Tüm
yorumları bu projeyi destekleyecek biçimdedir.
Bugünlerde birileri Kürtleri ve
Alevileri kimlik siyasetinin içine çekmeye çalışıyor ve siyasetin kimlikten
ibaret olduğu izlenimini yaratıyor. Yani ne dünyadaki değişmelerin ne de bunun
içinde ülkemizin yerinin öneminden söz ediliyor.
Sonuçta kimlik siyasetinin içinde
bocalayan ülkemiz geleceğini belirleme imkanını önemli ölçüde kaybedecek ve
başkalarının projelerini kabule mecbur kalacaktır. Kimlik mücadelesi yapanlar
da Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilir ama bir şeyi
öğrenirler: Karşılarındaki güç Türkiye değil projenin asıl sahipleridir ve
hepimiz kaybederken onlar kazanırlar.
YANILMAK
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde
adayın AKP tarafından belirlenmesini ancak adayın karşı tarafın itiraz
edemeyeceği bir kişi olması ve Türkiye'nin geleceğe yönelik tavrının bir
simgesi olması gerektiğini savundum. Temennimi tahmine dönüştürdüğüm için de
yanıldım.
Tartışmalar laiklik-dindarlık
ekseninde sürdürülüyordu ama bunun önemsiz olduğunu, asıl sorunun dünyada
kurulmakta olan yeni dengedeki rolümüz olacağını, daha doğrusu ideoloji örtüsü
altındaki siyasal yönün belirleyici olduğunu düşünüyordum. Refah çizgisi ile
AKP arasındaki farkın ideolojik olmaktan çok siyasal olmasını tipik bir örnek
olarak görüyordum.
Dünyanın Batısında, yani
yaşadığımız bölgedeki sorun Avrupa'nın geleceğiydi.
Avrupa bağımsız bir güç odağı mı
olacaktı yoksa, eskiden olduğu gibi, ABD'nin egemenlik alanındaki bir bölge
olmaya devam mı edecekti?
ABD ve AB'nin farklı birer güç odağı olması
ABD'yi nasıl etkileyecekti?
Genel eğilim bu iki güç arsında bir rekabet
olmadığı, demokrasi, insan hakları, liberal ekonomi gibi ortak değerlerin
onların rekabetine engel olacağı biçimindeydi ve onları kardeş sayıyordu.
ikinci Dünya Savaşı sonrasından
beri ülkemizdeki tüm siyasal gelişmeleri ABD ile Avrupa arasındaki farklılık ve
rekabetle açıklamış birisi olarak, analizlerimi yine aynı çerçeveye oturtmam
yanlış bir önyargının uzantısı mıydı?
Ben de, herkes gibi, başörtüsü, dindarlık,
laiklik gibi kavramlarla mı uğraşmalıydım?
Sorunumuz Cumhuriyetin temel ilkelerinin
tehdit altında olması ya da halkın tercihlerinin bürokrasinin engeliyle
karşılaşması mıydı?
Yeni kabineyi değerlendirirken bakanların özgeçmişlerine
bakmalı ve ne kadar başarılı olacaklarını kişisel yetenekleriyle mi
açıklamalıydım yoksa bu kişilerin hangi siyasetin simgesi sayılacağını mı
sorgulamalıydım?
Siyasal uzlaşmanın ülkemizin manevra alanını
genişleteceğini, oluşacak şartlara göre tavır almamıza imkan vereceğini
düşünüyordum Gerçi gelecek için tahminim AB'nin gerçekleşemeyeceği/ABD ve Rusya
ekseninde oluşacak bir dengenin, dünyanın yeni yüzünü belirleyeceği yönündeydi.
Ama karşı görüşte olanlara da açık bir kapı bırakılmış olacaktı.
Çatışma da çözüme giden bir
yoldur. Sonuçta taraflardan biri tasfiyeye uğrar ve diğer taraf kesin bir
egemenlik sağlar. Çatışmanın tercih edilmesi kaybeden tarafın tamamen
etkisizleştirilmesinin istendiği anlamına gelir. Bugün gözlediğimiz yumuşama
eğilimleri çatışmanın taktik evrelerinden biri olabilir ya da yeni bir uzlaşma
arayışına işaret edebilir.
Gelecek için öngörümü şöyle
özetleyebilirim: Laiklik-dindarlık eksenindeki çatışma alt düzeyde
sürdürülecek, ekonomi ve bölgesel çatışmalar ön plana çıkacaktır. ABD'nin,
parasal sorunlar karşısında, iç üretimi ve büyümeyi teşvik edecek politikalar
izleyeceğini ve beklenen ekonomik daralmayı ülkesi dışına taşıyacağını
sanıyorum. Bu parasal ekonomiden reel ekonomiye dönüş anlamını da taşıyacaktır.
ABD ile Rusya arasında başlayan silahlanma yarışı bu politikayı destekleyecek,
aynı zamanda uygun bir moral ortam hazırlayacaktır.
Türkiye'nin, dünyayı yeniden
şekillendirmeye çalışan karargahlarda en önemli konulardan birisi olduğunu
zannediyorum.
FANTEZİ
Bugünlerde ülkemizde liberalizm
ve demokrasi rüzgarları eserken bu kavramları sorgulamak aykırı sayılacağı için
yazımın başlığını fantezi olarak seçtim. Bu, yenilgiyi peşin kabul etmek
anlamına da gelir.
Egemen anlayışı, iyi bir müziğin
bestesinin olmaması, bir şefin yönettiği orkestra tarafından çalınmaması ve her
enstrümanın çaldığı taksimlerin bütününün en güzel müzik olacağı düşüncesine
benzetiyorum. Elbette bir orkestra şefi olacaktır ama o değneğiyle sadece
herkesin istediğini çalmasını sağlayacaktır.
Frak giymese de olur, koyu renk
bir elbise de idare eder. Enstrüman çalanların önüne notalar koymak, bir
bestecinin eserini çalmaya zorlamak özgürlüklere müdahaledir ve ancak
diktatörlüklerde böyle bir yola sapılır.
Büyük güç olmanın nasıl mümkün
olduğunu düşünmeye başladım ve bir fantezi geliştirdim. Devlet içinde oluşan
bir grup ya da bir akıl büyük güç olmanın nasıl mümkün olacağını tartışır ve
bir yol haritası çizer. İçlerinden biri suyun bir yerde duramayacağını ve
akması gerektiğini söyler diğeri, "Bırakınız aksınlar. Ama biz onların
akacağı kanalları hazırlayalım" der ve öyle yaparlar.
Artık bir, kural ortaya
çıkmıştır. Suların akışına karışılmayacak ancak akacağı kanallar yönetenler
tarafından kazılacak tır.
Bir başkası insanların
davranışının nasıl kontrol edileceğini ve uygulanacak plana uygun
davranmalarının sağlanacağını sorar. Diğeri, "Geleceğini bir türbeye bez
bağlayarak ya da kutsal bir mahalde mum yakarak güvence altına alacağına inananları
yönetmekten daha kolay ne olabilir?
İnsanlar tek başına bir şey yapamaz. Onları
bir örgütün içinde toplarız ve bir ideoloji veririz. Önemli olan örgütü ve
ideolojisini bizim kontrol etmemizdir" der.
Yönetici aklın içinde bir Kutsal
Oluşturma Birimi kurulur ve din, soy ve değerler kullanılarak projeye uygun
ideolojiler hazırlanır. Bu konuda ince eleyip sık dokumaya gerek yoktur. Futbol
maçlarına ölmeye gidenler kutsal zırhına bürünmüş .düşünceler için gözlerini
bile kırpmazlar.
Ele geçirilecek ülkelerde bir
yandan yeni örgütler kurulurken diğer yandan var olanlar kontrol altına alınır.
Örgütlenme ve düşünce özgürlüğünün insanların en doğal hakkı olduğu ve buna
karşı koymanın toplumu geri bırakacağı zaten bilinir hale gelmiştir.
Osmanlı'nın
son günlerinde İngiltere'de şöyle bir konuşma gerçekleşmiş olabilir.
Birisi, "Almanlar da bu
ülkede çok iyi örgütlendiler. Projemiz tehlikeye giriyor" derken
diğeri, "Bizim
istediğimiz de buydu zaten. Artık Osmanlı bitti, sadece Almanlar ve biz varız.
Eğer tek başımıza olsaydık Osmanlı bizimle uğraşırdı ve belki de kaybederdik.
Oysa onlar bir taraftan biz diğer taraftan yıkıyoruz. Zaten örgütlerimize
talimat verdik. Almanlarla uğraşmayın, Osmanlıyı bitirin yeter"
diyor.
Bir kitapta İngilizlerin kullandığı Afgani isimli bir
ajanın aslında Mason olduğunu ama Yaratana inanmadığı için locadan kovulduğunu
okuyunca bu konuda ne kadar pervasız ve becerikli olduklarını anladım. Çünkü bu
zat İslam mütefekkiri olarak tanınıyordu.
Bir bestekarımızın olmasını ve
orkestramızın bu besteyi çalmasını diliyorum.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar