ŞEYTANIN ŞİKÂYETİ ÜZERİNE
Bir arkadaşın bizi ziyareti ve rahatsız olduğunu beyan etmesi üzerine bu konuya değinildi. Ayrıca şeytanın bile rahatsız olduğunu o kişileri seyredince anladım.
“Youtube” de birkaç
kişinin videolarına bakmamı istedi. Birisi ...., diğeri ise ..... Eserlerini görmedim. Bilgilerini parayla satıyorlar. Bana kalırsa bu
işin ticareti olmamalı. Günümüzde meccanen bilgisini paylaşan pek az bulunuyor. -Neyse-
Birkaç
videolarına baktım. Daha fazla bakmak gerekebilir ama ilk intiba bende şu
şekilde hasıl oldu. Kafaları karışık ve daha çok karışacakta görünüyor. Mücadele
ettikleri hakkında zayıf bilgileri ile nasıl başa çıkacaklar. Niyetleri halis
olup olmadığını bilemem. Ahir zamanda şeytanın dahi uzak duracağı deccal ve
süfyani ordusu olacağından bahsedildiğine göre onları bu guruba dahil etmek suizan
olabilir. Ama görünüşte çok hadlerini aştıklarını da görebiliyoruz.
Bence insan
nereden nasıl geldiğini bilmezken gideceği yer hakkında çok az bilgi verilmişken,
ayrıca İslam’ın tanındığı bir ortamda Pascal kadar olamayışlarına üzülmek bile
gerekmez.[1]
Çünkü okuyoruz araştırıyoruz, diyen Tevrat Hamillerine taş çıkartıyorlar. Bir vesveseden gayri…şeytan bile bu kadar
cesaret edemedi.
Bunlar için tek
varsayım kalıyor Deccale hizmet etmek…Onu da tam bilemediğimizden bu da bir
varsayım kalıyor. Mehdi ve Hz. İsa olamayacakları zaten kesin. Onlar için
dinler zaten copy-paste …
Unutmayalım ki “belalar
ve sorumluluklar, her olgu, algı vb. artışın akabinde sorumluluk yükler insana”.
Ben araştırdım demek ile kazanılan sorumluluk bir itâ-i ihsan olacağı gibi
teklifi de yanında getirir.
Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler
peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları
takip edenlerdir.”[1]
Buyurduğu üzere, bazı
bilgiler çalışılarak kazanılmakta veya ilâhi bir ihsan olarak olabilir.
“Allah,
bir kimseyi, kendisine verdiğinden fazlasıyla sorumlu tutmaz.” (Talak, 7) Örnek; Peygamberlik
gibi…
Efendimiz salla'llâhü aleyhi ve sellem "Herhangi bir konuyu
size emredip yasaklamadığım sürece, siz de beni kendi halime bırakınız. Sizden
önceki ümmetleri çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşaya dalmaları
helâk etti. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle
sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine
getiriniz." [2]
Bu uyarı tembih
geçmiş milletlerin hatası nedeniyle olmuştur. Soranlar veya kafayı takanlar sanki
ilk sordukları ile iktifa edecek olsalardı. Her soruları ikinci bir soruya gebe
kaldı. İsrailoğullarının inek kesme meselesindeki tutumları gibi, az kalsın
kesmeyeceklerdi.
“Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden
sormayın. Eğer onları Kur'ân indirilirken sorarsanız size açıklanır..." (Maide, 5/101)
Şöyle ki:
İsrailoğulları, bazı rivayetlere göre “Bakara/İnek”yı derisi dolusunca
(Yaratılış 26:1-7.) bazı rivayetlere göre ise üç misli altın vererek
satın almışlardı. Bakara’nın bulunması, ücretinin fazla olması satın alınma
süreci zor ve zahmetli olmasının yanında İsrailoğulları bulunan ineği kesmeye
pek yanaşmamıştı.( Çıkış 22:25.)
Taberî’ye göre İsrailoğulları, fiyatının çok yüksek olması ve Allah Teâlâ’ın
ölüyü dirilterek katilin kim olduğunu ölüye söyleterek kendilerini rezil
edeceği endişesiyle neredeyse o ineği temin edip kesmeyeceklerdi. Râzî de, kâde fiili hakkında izahat
yaparak İsrailoğullarının ineğin kesilme işindeki kararsızlığın sebepleri
hususunda âlimlerin ihtilaf ettiğini söylemiş, rezil olmaktan, dile düşmekten
ve ineğin fiyatını çok yüksek bulduklarından zebh’ten geri durduklarını
yazmıştır.
Müfessirlerin Beni İsrail’in bakarayı kurban etmeye
yanaşmamalarının nedeni olarak genel kanaati, ineğin yüksek fiyatı ve ölünün
dirilip katilini haber vermesi neticesinde rezil olacakları endişesi
yönündedir. Bütün bunların yanında İsrailoğullarının inek kültüne olan tutkunlukları
ve kolay kolay bu tutumlarından vazgeçemeyecekleri gerçeği de unutulmamalıdır.
Bu husus Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “İnkarları yüzünden buzağı sevgisi
kalplerine sindirilmişti.” Beni İsrail’in ineğin kurban edilmesinde
mütereddit davranması onların ineğe gönülden bağlı olmalarından
kaynaklanıyordu. Onlara göre bu kurban sıradan bir kurban olmaktan öte tarihin
kutsal olarak getirdiği bir değerin feda edilmesi anlamındaydı. Hz. Musa aleyhisselâm’dan
sorup öğrendikleri halde kurban emrine uzak durarak işi uzatmak
İsrailoğullarının bakarayı kurban etmedeki gönülsüzlüğünün göstergesidir.
Ayetteki “neredeyse yapmayacaklardı” ifadesi İsrailoğullarının tarihsel derinliği
olan bir kutsal inancın, bir çırpıda yok olup gideceği endişesinden hareketle
psikolojik bir çıkmaza girdiklerini göstermektedir.[3]
Yâni neredeyse emre uymamaları ile ilgili müfessirler tarafından ortaya
konan değerlendirmelerden ineğin kendilerince kutsallığı yanında öldürülen
kişi ile ilgili iddialarının ve gerçek fail hakkındaki yalan beyanlarının
ortaya çıkıp utanacak olmaları” şeklindeki yaklaşımın daha isabetli olduğu
anlaşılmaktadır.
Şimdi bu kişiler veya muadilleri, bilgileri ile daha fazla kulluk edecekleri
yerine daha fazla rehavete düşmediklerini kim söyleyebilir?
Yaratılış felsefesi insan için düşünülmesi gereken cazip konulardandır. İnsan
aklı, Allah Teâlâ’nın varlığında sonucu bulamaz ama, bunun dışında her şey
hakkında kıyaslama ve dualiteye ihtiyaç duyar. Çünkü başka türlü ikna edici bir
cevap bulamaz.
Bahse konu kişiler ve diğer düşünürlerin yaptığı en büyük hatalardan
biri şeytanın karşılığı olarak Allah Teâlâ yı koymalarıdır. Aslında
İblisin şeytanlaşma sürecinde kıyas ettiği Adem deki sır Hakikati Muhammediyeyi
(övülmüş hakikat) taşıyacak birinin varlığından haberdar olmasıdır. Dolayısıyla
bu sırra vakıf olunca İblis’in mücadelesi başlamıştır. Ve şeytanlaştığında zıt
olarak Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellemi görmüş ve karşısına
almıştır. Yaratıldığından beri yaşamadığı travmayı Allah Teâlâya aşkı ve
sevgisi nedeniyle bir vefa olarak özümsemiştir. Bundan da rahatsız değildir.
Ahmed Gazali’nin dediği gibi “Aşk üstadı” dır. Ve İblisin, şeytanlaşmış hali
kıyamete kadar devam edecektir. Ondaki sorun kıyamet saatinden sonra
karşılaşacağı azabın ne olacağı hakkında sorunlar yaşamaktadır. Varlıktan düşme
hadisesi…
Bedîuzzamanın bu konuda bir mütalaası vardır.
“Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür
ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi
istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’
dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!’ çekti. ‘Cehennem
de olsa beka isterim’ dedi.” (Asa-yı Musa)
“İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar
olduğu gibi, dünya ile de alâkadardır. Akrabasıyla yakın ilişkiler içerisinde
olduğu gibi, nev-i beşer/insan türü ile de ciddî ve fıtrî münasebetleri vardır.
Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk
derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı
gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl
ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur,
çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları/istekleri var ki, ebedî saadetten
başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Söz’de işaret edildiği
gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene
ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi
istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu/varlığı mı
istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!..’ çekti. ‘Cehennem
de olsa beka isterim.’ dedi.”( Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.)
Yine bu kişilerin durumu Hallac-ı Mansur’a da benzer. Onun “Tavasin Kitabı”na
bakılması önerilir.
Bu meyanda tekrar
edecek olursak sorular ve cevapları içinde boğulmuş bu kişiler her sözleri
ile sorumluluk yüklendiklerini
unutmamalıdır.
Alanında son
dönemde yeri doldurulamayacak kadar hizmeti ve araştırması bulunanan Abdulbakiy
Gölpınarlı’nın “100 SORUDA TASAVVUF” eserindeki şu sorular onlar ve
meraklı kişilere ışık tutacaktır.
Soru 53 : ……. tasavvuf bilgiyi
nasıl görüyor?
Tasavvuf
bilgiye düşman değildir. Hattâ yakıyn derecelerinin ilki, bilgiye dayanır.
Ancak bilginin vehmi arttıracağı, şüpheyi uyandıracağı, insana bir varlık,
benlik vereceği düşüncesiyle bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta olarak kabul
eder. Burada, aklımıza gelen bir iki şeyi, konuyu tam aydınlatması
bakımından hikâye edeceğiz;
Son zamanın
kudretli sûfîlerinden ve Melâmet neş’esinin mümessillerinden Abdülkaadir-i Belhî
(1341 H. 1923) «Niyâzî Mısrî’nin boğulduğu denize
girdim; suyu, topuğumu aşmadı» buyurmuş.
Niyâzî-i Mısrî, Mehdîlik iddia etmiş, İsâ olduğunu söylemiş, peygamberlik
dâvâsına kalkışmış, aklî müvâzeneden yoksunluğu, kendisini ölümden kurtarmıştır
(Niyâzî hakkında etraflı bir makalemiz çıkacaktır; şimdilik İslâm
Ansiklopedisine yazdığımız «Niyazi» maddesine bakınız).
Fâtih türbedarı
Ahmed Amiş Efendi (1338 H. 1920), kendisine intisap edenlere,
«Bundan böyle
tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur'ân okuyun, hadîs okuyun, Mesnevi okuyun;
başka kitapla uğraşmayın; tasavvuf kitapları yazanların çoğu, yoldayken
yazdılar; neş’e ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır
sizi; ama Mevlânâ, gitti, dönüp geldi, Mesnevî’sini sonra yazdı.» [Bir başka yerde de Niyazi Mısrî divanını okuyun,
demiştir.] dermiş. Gene bu zatın, «Allah Muhyiddîn’e, benden ne istersin dese Muhyiddîn, beni
dünyaya yolla, bütün yazdıklarımı toplayıp yakayım da sonra geleyim derdi» sözü, pek meşhurdur.
Rahmetli
Tâhir’ül-Mevlevî (Tâhir Olgun, 1952), Diyânet işleri reisi rahmetli ŞerefeddinYaltkaya'yı
(1947) pek sevmez, onun gururunu işaretle, «zannınca
sefîne-i vücûd, rükûbuna mahsustur»
yâni, varlık gemisi, ancak kendisinin binmesi için yapılmıştır sanır
derdi. Yaltkaya bunu duymuş da demişti ki: Evet,
ben hocayım, böyle zannederim; fakat o dervişlik dâvâsında; benim hakkımda
böyle bir söz söylememesi gerekirdi.
Bilgi, insana
bilmediğini, bilemeyeceğini öğrettikçe aczini gösterdikçe işe yarar, müsbet
olur. Fakat Yunus Emre’nin,
Işkile gelen erenler içer ağ uy inûşider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
dediği (Dîvân,
s. 158),
Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şîmdiüç buçuk okuyan derin tanışman olur
beytinde
söylediği gibi (tıpkı basım, s. 175, metin, «R» harfi, XLVII. şiir, 2. beyit,
s. 63) azıcık bilgisine güvenip, «her bilgi sahibinin
üstünde bilen var» âyetinden (XII,
76) gaflet ederek, gekgek geğiren kişi, bilgisizden çok daha beterdir. Kendine
güvenip doğru diye yapacağı eğri iş, bilgisizin yapacağından çok daha kötü
sonuçlar doğurur.
Tasavvuf bu
yüzden bilgiyi yerer. Ama bilgiyi bir gaye değil de bir vasıta sayan kişi,
sonunda acze, hayrete düşer; bilemediğinin sınırsızlığına karşı, bilmediğini
bilir. Bu çeşit bilgiyi yermez tasavvuf. Bir de şu ver;
Bilgide,
aşkta olduğu gibi bir üçlü vardır; Bilen, bilinen ve bilgi.Aşkta da seven, sevilen ve sevgi vardır. Âşık, sevdiğinin vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdiği
de sevgi de yok olur gider. Bilen de, bilinene ulaşır, onda kendini yitirirse
bilgi de kalmaz, bilen de. Tasavvuf, birliği amaç edinmiştir; İkiliyi, üçlüğü değil.
Bu yöndendir ki bilgi, insana perde olur demişlerdir.[2]
- Efendimiz
(asm) büyük bir ümitle Taife yaptığı bir yolculuğu vardır. Yolda uğradığı her
kabileyi İslam'a davet etmiş, fakat onlardan hiçbiri bu daveti kabul etmemişti.
Taif'e vardıklarında Sakif Kabilesi büyüklerinden üç kardeşe gittiler.
Bunlar Abdiyaleyl, Mes'ud ve Habib b. Amr b.Umeyr
es-Sakafı idi. Onlarla birlikte oturup, kendilerini İslam'a davet
etti. Bu üç kardeşten biri:
"Eğer
Allah seni elçi olarak gönderdiyse Kabe'nin örtüsünü yırtarım." dedi.
Diğeri:
"Allah
senden başkasını bulamadı mı?" diye
konuştu. Üçüncüsü de:
"Vallahi,
seninle ebediyen konuşmam. Eğer resul isen sana cevap vermek büyük bir
tehlikedir. Şayet Allah'a yalan uyduruyorsan, seninle konuşmam zaten uygun
olmaz." dedi.
Hz. Peygamber
(asm)'in bu gönül yaralayıcı küstahlık karşısındaki ıstırabının boyutunu Hz.
Aişe’den öğreniyoruz. Hz. Âişe anlatıyor:
Rasûlullah’a
(asm): "Uhud gününden daha sıkıntılı bir gün geçirdin mi?" diye
sordum. Şöyle cevap verdi:
"Akabe
günü kavminin yaptıkları, başıma gelenlerin en şiddetlisiydi. Şöyle ki:
"Kendimi
İbn Abdiyaleyl b. Abdi Kulâl’e tanıttım. İsteğimi kabul etmedi. Üzgün bir halde
yola koyuldum. Ancak Karnu’s-Seâlib’te kendime gelebildim. Başımı
kaldırdığımda, bir bulutun bana gölge yaptığını ve o bulutun içinde Cebrâîl’i
gördüm. Bana şöyle seslendi:"
'Yüce
Allah kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Onlar
hakkında istediğini emretmen için sana dağlar meleğini gönderdi.' Dağlar meleği bana: 'Ya Muhammed! Allah kavminin sana
söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Ben dağlar meleğiyim. Bana
dilediğini emretmen için Allah beni sana gönderdi. İstiyorsan, şu iki yalçın
dağı onların üzerine kapatayım.' dedi. Ben,'Hayır, ben böylesini
istemem. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan Allah’a hiçbir şeyi ortak
koşmadan ibadet edecek bir nesil çıkarmasını isterim.' dedim."
Taif dönüşü
yaptığı şu dua da Efendimizin bu ıstırabının ne kadar büyük olduğunu gösteren
bir kanıttır:
"Allah'ım!
Kuvvetimin zayıflığını, çaresizliğimi ve halk üzerindeki güçsüzlüğümü ancak
sana şikayet ederim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Güçsüzlerin Rabbi
sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun? Beni asık suratla
karşılayan yabancılara mı? Yoksa işimi eline teslim ettiğin bir düşmana mı?
Eğer bana karşı gazap etmediysen, ben hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat afiyetin
benim için daha engindir, daha hoştur. Gazabına uğramaktan veya azabına layık
olmaktan, karanlıkları yırtıp aydınlatan, dünya ve ahireti selamete ulaştıran
zatının nuruna sığınıyorum. Sadece sana iltica eder ve senin rızanı dilerim.
Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur." (bk. Said Ramazan el-Butî, Fıkhu’s-Sîre, -Daru’l-Fikr,
1400/1980- s.136-140)
Bâyezîd-i
Bistâmî’ye “her hangi bir kimse Hz. Peygamber’in haliyle hallenmiş midir?”
diye soruldu. Bâyezîd-i Bistâmî ise
“Ey
miskin adam, Hz. Peygamber’in makamına ulaşan hiç oldu mu ki? Eğer mahlûkata,
Hz. Peygamber’in hakikatinde bir zerre dahi aşikâr olsaydı, arştan yere kadar
ne varsa yanar, kül olurdu” diyerek
cevap verdi. ( Baklî, Mantıku ’l-esrâr
bi-beyâni ’l-envâr, 99.)
Hz. Mustafa’nın
[sallallahu aleyhi vesellem] ruhuna varınca, orada yüz bin ummana benzeyen
nihayetsiz bir ateş ve binlerce nurdan perde gördü. Şayet ben bu ummanlardan
ilkine bir adam atsaydım, tutuşup yanar ve (kül olup) kendimi rüzgâra verirdim.
Heybet ve dehşetten öylesine hayretlere düşerdim ki mutlaka bir hiç olurdum.
Hz. Muhammed’in [sallallahu aleyhi vesellem] çadırının ipini görmeyi, ne kadar
istersem isteyeyim, Hz. Muhammed’e [sallallahu aleyhi vesellem] vâsıl olmaya
cesaret edemezdim. Bununla beraber Hakk’a vâsıl oldum. Yani (Bâyezîd-i Bistâmî
demek ister ki) herkes kendi miktarınca Allah Teâlâ’ya vâsıl olabilir. Zira
Hakk küll ile yani herkesledir. Hz. Muhammed [sallallahu aleyhi vesellem] ise,
önlerde özel bir (harim ve) haremdedir. Şüphe yok ki, “lâ ilâhe illallah”
vadisini katetmeden, “Muhammedün Resûlullah” vadisine vasıl olamazsın.
Hakikatte ise her iki vadi de birdir.( Attar, Evliya Tezkireleri, 273-74.)
Cebrail
aleyhisselâm meleklerin peygamberi iken Azâzil’in düştüğü durumlardan her zaman
rahatsız olmuş ve sıkıntısını içinde hissetmiştir. Öyle ki Kur’ân-ı Kerim’i
indirdiği güne kadar kendini emniyette hissetmeyip, âlemlere rahmet olan Rasûlu’llâh
salla’llâhü aleyhi ve sellem ile ancak huzura kavuşabilmiştir.
Bir gün Rasûlu’llâh
salla’llâhü aleyhi ve sellem Cebrail'e:
"Yüce
Allah, 'seni âlemlere rahmet için gönderdim' (Enbiya 107) buyuruyor. Bu
rahmetten sen de istifade ettin mi?" demiş.
O da:
"Evet,
akıbetimden korkuyordum. Allah, bana: 'O elçi güçlüdür, Arş'ın Sahibi katında
yücedir. Orada (kendisine) itaat edilen ve güvenilendir' (Tekvîr 81/20-21)
şeklinde övgüde bulunduğu için sana iman ettim, demiş."[3]
İsmail Hakkı
Bursevî kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu konuyu izah ederken şu görüşlere yer
vermiştir:
“Rasûlu’llâh
salla’llâhü aleyhi ve sellemin rahmet oluşu mutlak, tam, kâmil, her şeyi içine
alan, cami', gaybî, ilmî, aynî, vucûdî, şuhûdî, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm
kayıtları kuşatan, ruhlar ve cesetler âlemi gibi diğer tüm akıllılarla ilgili
âlemleri de içine alan bir rahmettir...
Ey
akıllı insan, iyi düşün ve anla ki Yüce Allah Teâlâ bize şunu haber
vermektedir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleminin nuru, Allah'ın ilk
önce yarattığı şeydir. Daha sonra tüm mahlûkatı nurunun bir bölümünden Arş'tan
toprağa kadar yaratmıştır...” [4]
Yine tahrif
edilen Yuhanna İncil'inde Hz. İsâ aleyhisselâm için söyleniyor denilse
de "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" müjdesine kavuşmuş Rasûlu’llâh
salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkında da şu şekilde söylendiğini hatırlatmakta
yarar görmekteyiz:
"...Her
şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz olmadı..."[5]
"...O,
hep dünyadaydı, dünya O'nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O'nu (gerçeğiyle)
tanımadı..."[6]
Yine Allah
Teâlâ buyurdu ki; Bu sözlerle maksadımız şudur ki kıskançlık ve hased duygusu
insanın fıtratından
"Onlar mı Rabb'inin rahmetini taksim
ediyorlar?"[7]
Ebu’l Leys
Semerkandî, buradaki ifadeyi açıklarken "risâlet ve nübüvvetin
anahtarları onların ellerinde mi ki onları diledikleri yere koyuyorlar?
Risâlete, kullarımızdan dilediğimizi ancak biz seçeriz" demiştir.[8]
Fahreddin Râzî,
buradaki rahmet kelimesini izah ederken bu âyetin, bir önceki âyette
müşriklerin "Kur'ân, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli
değil miydi?"[9]
şeklindeki ifadelerinin cevabı olarak indirildiğini, dolayısıyla onların
peygamber olarak bekledikleri kişilerin de Mekke'den Velîd b. Muğîre Tâif’ten
de 'Urve b. Mes'ûd es-Sakafî olduğu ancak bu kişilerin Allah Teâlâ için
bir mana ifade etmediğidir..[10]
Allah Teâlâ,
Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemi kendisine rasül ve kul seçmiştir. Bu
seçimde hata arayanlar dikkat etmelidir. O’nun habibini incitenler bir gün
Hallac-ı Mansur’un akıbetine uğrayacağını bilmelidirler.
Mevlana Cami
kaddesellâhü sırrahu’l azîz Nefehat'ında " Hallac ne için i'dam
edilmişdi?” konusunda bir rivayeti şu
şekilde aktarıyor.
'Bir gün
Hallâc'ın kalbinden şöyle bir hâtıra geçti ki, Hazreti Rasûlu’llâh salla’llâhü
aleyhi ve sellem, mi'râc esnasında “niçin yalnız mü'minlerin affını diledi
de bütün insanların affını dilemedi?”
O anda rûh-ı
Nebî mütecessid (zahiren bedene bürünmüş) olarak kapıdan içeri girdi ve
"Bizim
kalplerimiz Allah Teâlâ'nın ilham mahallidir, oraya her ne ilham edilirse öyle
hareket ederiz. Eğer bütün insânların afvını dilemem ilham edilmiş olsaydı
öyle istirham ederdim"
buyurdu. Bunun üzerine Hallaç, hata etmiş olduğunu anladı ve özür dilemek
üzere başından sarığını çıkarıp tezellül (aşağılanma- özür) tavrı aldı.
Hz. Rasûlu'llâh
salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz;
"Sarığını
çıkarmak kâfî değil, benim rızâmı kazanmak için başını da vermelisin" buyurdu. Hallâc da bu teklife rızâ gösterdi. Onun için dâr
üzerinde bulunduğu sırada,
"bu
işin sebebini ve kimin muradı olduğunu biliyorum, fakat itâ'at ediyorum" demişti.[11]
Durumun
inceliğini fark etmek gerektiğini daha iyi anlamış bulunmaktayız.
Fatih’in
Hocası Hz. Akşemseddin, evliyaullahdan bu duruma düşmüşler hakkında buyurdu ki:
“Evliyadan
bazıları zahir güzelliğe nazar etmezler, daima o mübarek ruha nazar ederler.
Hayran olurlar. Çünkü Evliyaullahın, Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin
mübarek ruhuna âşık olmaları gerekir ki Hakk’ın inayeti erişip “cemâl”e
müşahit olanlar. Zira Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah”
a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden müşahede edilmez.
Evliyanın bu
makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dünya sevgililerinin aşkından
âşık olanlar —Mecnun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Hâlbuki o (âşıkların)
maşukları bütün sultanların sultanıdır.
Sevgililer
sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf
aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî
nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nurudur). O, zattan
feyizlenir.
Her ne kadar,
bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî'i (beğenilen) değilse de
Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de “Cemâl ehli”
derler. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek
ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât'ı müşahade etmezler. Sadece
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun
için buna aşk makamı derler. Zira, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesinden
kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Hallac-ı Mansur’un
hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye'ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlu’llâh
salla’llâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep etmezler.”
(Böyle
hallerde) Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât
kılıcı ile helak eder. Şüheda mertebelerini bulurlar. [12]
Hallac,
divanında der ki:
قَد
كُنتُ في نِعمَةِ الهَوى بَطِراً
فَأَدرَكَتني
عُقوبَةُ البَطَرِ
Farsça
در
نعمت عشق مسرف بودهام "ناسياس بوده ام"
پس
جزاى اين اسراف " ناسپاسى" را خواهم چشيد
Türkçe
Ben aşk lütfu içindeydim "Cahillik ettim"
Bu yüzden bu "nankörlüğün" savurganlığının
cezasını tadacağım.
Nihayeti kelama
geçecek olursak şeytanın dahi bu saçma sapan fikirlerle aklı karışmışlara
verdiği cevap şu şekilde olacaktır.
'Ben,
dedi, sizden uzağım, ben sizin göremediğiniz şeyleri görüyorum, ben Allah’tan
korkarım.' Öyle ya, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Enfal, 48).
“Hesaplar
görülüp iş tamamlanınca şeytan onlara şöyle diyecek:
'Allah
size doğru vaadde bulundu. Ben de size bir şeyler vaad ettim, ama sözümden
caydım. Doğrusu, benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm yoktu. Sadece ben
sizi dâvet ettim, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni ayıplamayın, kendi
kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni
kurtarabilirsiniz. Ben, sizin daha önce beni Allah’a şerik yapmanızı da
reddetmiştim.'
Elbette,
böyle zalimlerin hakkı gayet acı bir azaptır.” (İbrahim, 14/22)
Bizimde
tavsiyemiz
Kelamın
zirvesine çıkmış Gazâli’nin hocası İmâmu’l-Harameyn Cüveynî’nin “Nişabur’daki
kocakarıların dini üzere ölüyorum” dediğini unutmayalım.
“Kocakarı
imanı” “Kömürcünün İmanı”nın sırrı, açmazların açılmazların çaresi
olarak burada açığa çıkıyor.
“Kendilerine
ilim ve iman verilmiş olanlar ise onlara şöyle diyeceklerdir: “Andolsun, siz,
Allah'ın yazısına göre, yeniden dirilme gününe kadar (anlamakta geç) kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat
siz bilmiyordunuz." (Rûm, 56.)
Bugün olmuş
Anadolu'nun birçok ilinde perşembe günlerini cumaya bağlayan günün ikindi ve
yatsı namazından sonra tövbe-istiğfar duası yapılır.
"Amentü
billah ve bimâ câe min indillah alâ muradillah
Amentu
birasulillah ve bimâ câe min indi Rasulillha Alâ muradihi”
Yani
“Allah ve Resulü ne beyan ettiyse onların muradınca iman ettik”
Hz. Mûsa
aleyhisselâm zamanında Firavun’un yardakçılarından biri (Haman), Hz. Mûsa
aleyhisselâmı taklit ederdi. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm vücudu kıllı, göbekli,
başı dazlak bir zât-ı şerif idi. Haman, bu nedenle, başına işkembe geçirir, karnına
bir yastık koyar, elinde asayla Hz. Mûsa aleyhisselâmı taklit ederdi. Niye,
çünkü Firavun’u güldürecekti. Hz. Mûsâ aleyhisselâm bu durumdan haberdâr olup Allah Teâlâ ile konuşması
sırasında,
“Yâ
Rabbî ! Bunu kahret” dedi..Cenâb-ı
Allah Teâlâ hitap etti ki;
“Kahretmem”“O,
Firavun’u değil, seni taklit ediyor.” [13]
Allah Teâlâ
" Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zâriyât Sûresi, 51/56) buyurmaktadır.
İbn Abbas radiyallâhü anh bu
ayetteki “bana kulluk etsinler”
sözünü "Beni bilsinler"
diye açıklamıştır. Bilmekte acziyetimiz mahlûk olmamızdır. Ancak Allah
Teâlâ rahmetinden elçiler göndermeden bize teklif sunmadı.
En güzel ve
nihayet olan Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin taklid etmek onun
gibi yaşamak var iken, Sümer tabletleri, mitolojik varlıkların peşinden gitmeye
gerek yoktur.
İhramcizade
İsmail Hakkı
[1] Tanrı üzerine bahis
Pascal'dan başka
birinin dini inancın rasyonelliğini oyun teorisi açısından tanımlaması olası
değildir. Pascal şöyle tartışır: Tanrı ya vardır ya da yoktur. Tanrı'nın var
olup olmadığını bilemeyiz. Ama bir seçim yapmalıyız çünkü bu bir ölüm kalım
meselesi. Nasıl devam edilir?
Pascal,
geleneksel Tanrı'nın varlığını kanıtlama fikrini bahis mantığıyla değiştiriyor.
Bahis yapmak ne zaman mantıklı?
Bahis olası
kazançla karşılaştırıldığında küçük olduğunda. Burada oran sınırlıdır: dünyevi
yaşamımız, ancak sonsuz mutluluğun sonsuzluğunu kazanabilirsiniz.
"Kazanmak ve kaybetmek için eşit bir şans" olduğunda ve bahis ile
kazanma arasında büyük bir boşluk olduğunda, artık şüpheye yer yoktur: Tanrı
üzerine bahse girmeniz gerekir. Bu onun var olduğunu kanıtlamaz, ancak
varlığına inanmanın mantıklı olduğunu gösterir: “Kazanırsan her şeyi alırsın;
Eğer kaybedersen
Hakkında
Blaise Pascal'ın
Düşünceleri. Küçük denemeler. Mektuplar" AST, Puşkin Kütüphanesi, 2003.
Boris Tarasov
"Pascal" Genç Muhafız, 2006.
[2] Abdulbakiy
GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı Ocak 1985, İstanbul Sh:94-96
[3] İsmail
Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V, 527. Tabresî de benzer ifadeler
kullanarak bu konuşmayı nakletmiş, sonunda Cebrail'in: "Allah, bana 'O elçi güçlüdür, Arş'ın
Sahibi katında yücedir' kavliyle övgüde bulununca ben de sana iman ettim"
dediğini belirtmiştir" (Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasan et-Tabresî, Mecme'u'l-Beyân
fı Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1994,
VII, 106).
[4]
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V, 528
[5] Yuhanna, Yeni
Ahit,Yeni Yaşam Yayınlan, İstanbul 2000, 1: 3.
[6] Yuhanna 1:6-10.
[7] Zuhruf
43/32.
[8]
Semerkandî, Bahr’ul Ulum, III, 256.
[9]
Zuhruf43/31.
[10] Râzî, Mefatihul
Gayb, XXVII, 209.
[11]
Bkz:Tahirü'l-Mevlevi'nin"Hallac-ı Mansur'a Dair" Risalesi
[12]
Akşemseddin Makâmât-ı Evliya, 12. Bab
[13] İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005,
s. 13
[1]
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519;Hâkim, el-Müstedrek, 3/343; Müsned, 1/172,
174, 180, 185, 6:369
[2]
(Buhârî, İ'tisâm 2; Müslim, Hac 412, Fezâil 130-131)
İsrâîloğulları’ndan Âmil isminde çok
zengin birisi ölü olarak bulundu. Öldüren, amcasının oğluydu. Sebepleri
husûsunda şu rivâyetler vardır:
·
Onu, çok
fakir ve cimri olan amcasının oğlu, servetine hased ederek öldürmüştü.
·
Âmil, bir
kadınla evlenmiş, amcasının oğlu da o kadını almak için onu öldürmüştü.
Kâtil, onun ölüsünü iki köy arasına
bıraktı. Tâ ki onlar, birbirlerine hasım olsunlar...
Halk, Hazret-i Mûsâ’ya mürâcaat edip
kâtilin bulunmasını ve kısâs yapılmasını istediler. Mûsâ -aleyhisselâm- kâtilin
kim olduğu meselesinde tereddütte kaldı ve bir netîceye varamadı. Bunun üzerine
Allâh’a duâ etti. Allâh Teâlâ da bir inek kurban etmelerini emretti. Benî
İsrâîl, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:
“–Kâtil ile inek kesilmesi arasında ne
alâka var? Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Hâlbuki bu îtirazlarıyla,
farkında olmaksızın, Hakk’ın emrine olan teslîmiyetsizliklerinden imtihan
vermeye başladılar.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- onlara:
“–Ben Rabbimin emrini bildiriyorum!”
dedi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mûsâ kavmine:
«–Allâh size bir sığır kesmenizi
emrediyor!» deyince:
«–Bizimle alay mı ediyorsun?»
demişlerdi.
O da:
«–Câhillerden olmaktan Allâh’a
sığınırım!» diye cevap vermişti.
(Bunun üzerine kavmi):
«–(O hâlde) bizim
adımıza Rabbine duâ et; bize, onun ne olduğunu açıklasın!» dediler.
Mûsâ:
«–Allâh buyuruyor ki: O, ne yaşlı, ne
de körpe; ikisi arası bir inektir. Size emredileni hemen yapın!» dedi.
Bu defâ:
«–Bizim için Rabbine duâ et; bize,
onun rengini açıklasın!» dediler.
(Mûsâ):
«–O buyuruyor ki: Sarı renkli, parlak
tüylü, bakanların içini ferahlatan bir inektir.» dedi.” (el-Bakara,
67-69)
Yahûdîler, bu evsafta bir ineği,
yetîmi olan bir kadında buldular. Kadın, kendisinin geçim kaynağı olduğu için
ineğini satmak istemiyordu. Bu sebeple 1000 akçe istedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın:
“–Kadının istediği miktarı verin ve
sığırı alın!” demesi üzerine İsrâîloğulları bin akçeye râzı oldular. Fakat bu
sefer kadın, ücreti 2000 akçeye çıkardı.
Kavmi, ücreti çok yüksek
bulduklarından bu sığırı almak istemedi ve tekrar Mûsâ -aleyhisselâm-’a
mürâcaat edip:
“«–(Ey Mûsâ!) Bizim
için, Rabbine duâ et de; onun nasıl bir sığır olduğunu açıklasın! Nasıl bir
inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşâallâh emredileni yapma yolunu buluruz!»
dediler.
(Mûsâ) dedi ki:
«–Allâh şöyle buyuruyor: O (sığır), henüz
boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest
dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.»
(Bu sefer İsrâîloğulları):
«–İşte şimdi hakîkati getirdin!»
dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler,
ama az kalsın kesmeyeceklerdi.” (el-Bakara, 70-71)
Az daha kesmeyeceklerdi, çünkü bu
târifler de yine yetîmi olan kadının sığırını işâret etmekteydi. Üstelik kadın,
ücreti iyice artırmış 10.000 akçeye yükseltmişti. Daha sonra da:
“–Hayvanı alacaksanız, onu kesersiniz
ve derisini tulum yapıp içini altın ile doldurur bana verirsiniz! Ancak bu
şekilde onu size satabilirim.” demişti.
Benî İsrâîl, tekrar Hazret-i Mûsâ
-aleyhisselâm-’a mürâcaat etti. O da:
“–Ne pahasına olursa olsun, alın!”
dedi.
Bunun üzerine kavmi:
“–Öyleyse şimdi alalım, emir yerine
gelsin; yoksa sonra ödeyemeyiz.” dediler. Nihâyet ineği aldılar.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Hani siz bir adam öldürmüştünüz de,
onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allâh, gizlemekte olduğunuzu
ortaya çıkaracaktır.” (el-Bakara, 72)
Fakat Benî İsrâîl bu sefer de ineğin
ücretini ödemiyorlardı. Hazret-i Mûsâ:
“–Ücretini ödemezseniz, ölü dirilmez!”
buyurdu.
Onlar da, çâresiz ineğin derisini
tulum yapıp içini de altınla doldurarak kadına verdiler.
“«–Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen
ineğin) bir parçasıyla vurun!» dedik. Böylece Allâh, ölüleri diriltir
ve düşünesiniz diye size âyetlerini (peygamberine verdiği
mûcizelerini) gösterir.” (el-Bakara, 73)
Âyet-i kerîmede “Kesilen
ineğin bir parçasıyla ölüye vurun!” denilmesi, hâdiseye dikkatleri
daha çok çekmek içindir. Bunun için böyle bir merâsim yapılmış ve akabinde
mûcize gerçekleşmiştir. Yoksa elbette ki Allâh Teâlâ, hiçbir sebep olmadan da
kudreti ile ölüleri diriltmeye kâdirdir.
Nihâyet hayvanın dilini ölüye
dokundurduklarında ölü, kanlar içinde kalktı. Hakîkati anlattı:
“–Beni amcaoğullarım öldürdü. Filân ve
filân...” deyip isimlerini de bildirdikten sonra
tekrar öldü.
Bu cinâyeti işleyen iki gence derhal
kısâs tatbîk edildi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar