Print Friendly and PDF

ŞEYTANIN ŞİKÂYETİ ÜZERİNE




 “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.”
Hz. Ali kerremallahü vecheh radiyallâhu anh



Bir arkadaşın bizi  ziyareti ve rahatsız olduğunu beyan etmesi üzerine bu konuya değinildi. Ayrıca şeytanın bile rahatsız olduğunu o kişileri seyredince anladım.

“Youtube” de birkaç kişinin videolarına bakmamı istedi. Birisi ...., diğeri ise ..... Eserlerini görmedim. Bilgilerini parayla satıyorlar. Bana kalırsa bu işin ticareti olmamalı. Günümüzde meccanen bilgisini paylaşan pek az bulunuyor. -Neyse-

Birkaç videolarına baktım. Daha fazla bakmak gerekebilir ama ilk intiba bende şu şekilde hasıl oldu. Kafaları karışık ve daha çok karışacakta görünüyor. Mücadele ettikleri hakkında zayıf bilgileri ile nasıl başa çıkacaklar. Niyetleri halis olup olmadığını bilemem. Ahir zamanda şeytanın dahi uzak duracağı deccal ve süfyani ordusu olacağından bahsedildiğine göre onları bu guruba dahil etmek suizan olabilir. Ama görünüşte çok hadlerini aştıklarını da görebiliyoruz.

Bence insan nereden nasıl geldiğini bilmezken gideceği yer hakkında çok az bilgi verilmişken, ayrıca İslam’ın tanındığı bir ortamda Pascal kadar olamayışlarına üzülmek bile gerekmez.[1] Çünkü okuyoruz araştırıyoruz, diyen Tevrat Hamillerine taş çıkartıyorlar.  Bir vesveseden gayri…şeytan bile bu kadar cesaret edemedi.

Bunlar için tek varsayım kalıyor Deccale hizmet etmek…Onu da tam bilemediğimizden bu da bir varsayım kalıyor. Mehdi ve Hz. İsa olamayacakları zaten kesin. Onlar için dinler zaten copy-paste …

Unutmayalım ki “belalar ve sorumluluklar, her olgu, algı vb. artışın akabinde sorumluluk yükler insana”. Ben araştırdım demek ile kazanılan sorumluluk bir itâ-i ihsan olacağı gibi teklifi de yanında getirir.

 Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem  “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.”[1]

 Buyurduğu üzere, bazı bilgiler çalışılarak kazanılmakta veya  ilâhi bir ihsan olarak olabilir.

“Allah, bir kimseyi, kendisine verdiğinden fazlasıyla sorumlu tutmaz.” (Talak, 7) Örnek; Peygamberlik gibi…

Efendimiz salla'llâhü aleyhi ve sellem  "Herhangi bir konuyu size emredip yasaklamadığım sürece, siz de beni kendi halime bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşaya dalmaları helâk etti. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz." [2]

Bu uyarı tembih geçmiş milletlerin hatası nedeniyle olmuştur. Soranlar veya kafayı takanlar sanki ilk sordukları ile iktifa edecek olsalardı. Her soruları ikinci bir soruya gebe kaldı. İsrailoğullarının inek kesme meselesindeki tutumları gibi, az kalsın kesmeyeceklerdi.

“Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur'ân indirilirken sorarsanız size açıklanır..." (Maide, 5/101)

Şöyle ki:

İsrailoğulları, bazı rivayetlere göre “Bakara/İnek”yı derisi dolusunca (Yaratılış 26:1-7.) bazı rivayetlere göre ise üç misli altın vererek satın almışlardı. Bakara’nın bulunması, ücretinin fazla olması satın alınma süreci zor ve zahmetli olmasının yanında İsrailoğulları bulunan ineği kesmeye pek yanaşmamıştı.( Çıkış 22:25.)

Taberî’ye göre İsrailoğulları, fiyatının çok yüksek olması ve Allah Teâlâ’ın ölüyü dirilterek katilin kim olduğunu ölüye söyleterek kendilerini rezil edeceği endişesiyle neredeyse o ineği temin edip kesmeyeceklerdi.  Râzî de, kâde fiili hakkında izahat yaparak İsrailoğullarının ineğin kesilme işindeki kararsızlığın sebepleri hususunda âlimlerin ihtilaf ettiğini söylemiş, rezil olmaktan, dile düşmekten ve ineğin fiyatını çok yüksek bulduklarından zebh’ten geri durduklarını yazmıştır.

Müfessirlerin Beni İsrail’in bakarayı kurban etmeye yanaşmamalarının nedeni olarak genel kanaati, ineğin yüksek fiyatı ve ölünün dirilip katilini haber vermesi neticesinde rezil olacakları endişesi yönündedir. Bütün bunların yanında İsrailoğullarının inek kültüne olan tutkunlukları ve kolay kolay bu tutumlarından vazgeçemeyecekleri gerçeği de unutulmamalıdır. Bu husus Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “İnkarları yüzünden buzağı sevgisi kalplerine sindirilmişti.”  Beni İsrail’in ineğin kurban edilmesinde mütereddit davranması onların ineğe gönülden bağlı olmalarından kaynaklanıyordu. Onlara göre bu kurban sıradan bir kurban olmaktan öte tarihin kutsal olarak getirdiği bir değerin feda edilmesi anlamındaydı. Hz. Musa aleyhisselâm’dan sorup öğrendikleri halde kurban emrine uzak durarak işi uzatmak İsrailoğullarının bakarayı kurban etmedeki gönülsüzlüğünün göstergesidir. Ayetteki “neredeyse yapmayacaklardı”  ifadesi İsrailoğullarının tarihsel derinliği olan bir kutsal inancın, bir çırpıda yok olup gideceği endişesinden hareketle psikolojik bir çıkmaza girdiklerini göstermektedir.[3]

Yâni neredeyse emre uymamaları ile ilgili müfessirler tarafından ortaya konan değerlendirmelerden ineğin kendilerince kutsallığı yanında öldürülen kişi ile ilgili iddialarının ve gerçek fail hakkındaki yalan beyanlarının ortaya çıkıp utanacak olmaları” şeklindeki yaklaşımın daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır.

Şimdi bu kişiler veya muadilleri,  bilgileri ile daha fazla kulluk edecekleri yerine daha fazla rehavete düşmediklerini kim söyleyebilir?

Yaratılış felsefesi insan için düşünülmesi gereken cazip konulardandır. İnsan aklı, Allah Teâlâ’nın varlığında sonucu bulamaz ama, bunun dışında her şey hakkında kıyaslama ve dualiteye ihtiyaç duyar. Çünkü başka türlü ikna edici bir cevap bulamaz.

Bahse konu kişiler ve diğer düşünürlerin yaptığı en büyük hatalardan biri şeytanın karşılığı olarak Allah Teâlâ yı koymalarıdır. Aslında İblisin şeytanlaşma sürecinde kıyas ettiği Adem deki sır Hakikati Muhammediyeyi (övülmüş hakikat) taşıyacak birinin varlığından haberdar olmasıdır. Dolayısıyla bu sırra vakıf olunca İblis’in mücadelesi başlamıştır. Ve şeytanlaştığında zıt olarak Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellemi görmüş ve karşısına almıştır. Yaratıldığından beri yaşamadığı travmayı Allah Teâlâya aşkı ve sevgisi nedeniyle bir vefa olarak özümsemiştir. Bundan da rahatsız değildir. Ahmed Gazali’nin dediği gibi “Aşk üstadı” dır. Ve İblisin, şeytanlaşmış hali kıyamete kadar devam edecektir. Ondaki sorun kıyamet saatinden sonra karşılaşacağı azabın ne olacağı hakkında sorunlar yaşamaktadır. Varlıktan düşme hadisesi…

Bedîuzzamanın bu konuda bir mütalaası vardır.

“Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim’ dedi.” (Asa-yı Musa)

“İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu gibi, dünya ile de alâkadardır. Akrabasıyla yakın ilişkiler içerisinde olduğu gibi, nev-i beşer/insan türü ile de ciddî ve fıtrî münasebetleri vardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları/istekleri var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu/varlığı mı istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!..’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim.’ dedi.”( Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.)

Yine bu kişilerin durumu Hallac-ı Mansur’a da benzer. Onun “Tavasin Kitabı”na bakılması önerilir.

Bu meyanda tekrar edecek olursak sorular ve cevapları içinde boğulmuş bu kişiler her sözleri ile  sorumluluk yüklendiklerini unutmamalıdır.

Alanında son dönemde yeri doldurulamayacak kadar hizmeti ve araştırması bulunanan Abdulbakiy Gölpınarlı’nın “100 SORUDA TASAVVUF” eserindeki şu sorular onlar ve meraklı kişilere ışık tutacaktır.

Soru 53 : ……. tasavvuf bilgiyi nasıl görüyor?

Tasavvuf bilgiye düşman değildir. Hattâ yakıyn derecelerinin ilki, bilgiye dayanır. Ancak bilginin vehmi arttıracağı, şüpheyi uyandıracağı, insana bir varlık, benlik vereceği düşüncesiyle bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta olarak kabul eder. Burada, aklımıza gelen bir iki şeyi, konuyu tam aydınlatması bakımından hikâye edeceğiz;

Son zamanın kudretli sûfîlerinden ve Melâmet neş’esinin mümessillerinden Abdülkaadir-i Belhî (1341 H. 1923) «Niyâzî Mısrî’nin boğulduğu denize girdim; suyu, topuğumu aşmadı» buyurmuş. Niyâzî-i Mısrî, Mehdîlik iddia etmiş, İsâ olduğunu söylemiş, peygamberlik dâvâsına kalkışmış, aklî müvâzeneden yoksunluğu, kendisini ölümden kurtarmıştır (Niyâzî hakkında etraflı bir makalemiz çıkacaktır; şimdilik İslâm Ansiklopedisine yazdığımız «Niyazi» maddesine bakınız).

Fâtih türbedarı Ahmed Amiş Efendi (1338 H. 1920), kendisine intisap edenlere,

«Bundan böyle tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur'ân okuyun, hadîs okuyun, Mesnevi okuyun; başka kitapla uğraşmayın; tasavvuf kitapları yazanların çoğu, yoldayken yazdılar; neş’e ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır sizi; ama Mevlânâ, gitti, dönüp geldi, Mesnevî’sini sonra yazdı.» [Bir başka yerde de Niyazi Mısrî divanını okuyun, demiştir.] dermiş. Gene bu zatın, «Allah Muhyiddîn’e, benden ne istersin dese Muhyiddîn, beni dünyaya yolla, bütün yazdıklarımı toplayıp yakayım da sonra geleyim derdi» sözü, pek meşhurdur.

Rahmetli Tâhir’ül-Mevlevî (Tâhir Olgun, 1952), Diyânet işleri reisi rahmetli ŞerefeddinYaltkaya'yı (1947) pek sevmez, onun gururunu işaretle, «zannınca sefîne-i vücûd, rükûbuna mahsustur» yâni, varlık gemisi, ancak kendisinin binmesi için yapılmıştır sanır derdi. Yaltkaya bunu duymuş da demişti ki: Evet, ben hocayım, böyle zannederim; fakat o dervişlik dâvâsında; benim hakkımda böyle bir söz söylememesi gerekirdi.

Bilgi, insana bilmediğini, bilemeyeceğini öğrettikçe aczini gösterdikçe işe yarar, müsbet olur. Fakat Yunus Emre’nin,

Işkile gelen erenler içer ağ uy inûşider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider

dediği (Dîvân, s. 158),

Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şîmdiüç buçuk okuyan derin tanışman olur

beytinde söylediği gibi (tıpkı basım, s. 175, metin, «R» harfi, XLVII. şiir, 2. beyit, s. 63) azıcık bilgisine güvenip, «her bilgi sahibinin üstünde bilen var» âyetinden (XII, 76) gaflet ederek, gekgek geğiren kişi, bilgisizden çok daha beterdir. Kendine güvenip doğru diye yapacağı eğri iş, bilgisizin yapacağından çok daha kötü sonuçlar doğurur.

Tasavvuf bu yüzden bilgiyi yerer. Ama bilgiyi bir gaye değil de bir vasıta sayan kişi, sonunda acze, hayrete düşer; bilemediğinin sınırsızlığına karşı, bilmediğini bilir. Bu çeşit bilgiyi yermez tasavvuf. Bir de şu ver;

Bilgide, aşkta olduğu gibi bir üçlü vardır; Bilen, bilinen ve bilgi.Aşkta da seven, sevilen ve sevgi vardır. Âşık, sevdiğinin vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdiği de sevgi de yok olur gider. Bilen de, bilinene ulaşır, onda kendini yitirirse bilgi de kalmaz, bilen de. Tasavvuf, birliği amaç edinmiştir; İkiliyi, üçlüğü değil. Bu yöndendir ki bilgi, insana perde olur demişlerdir.[2]

- Efendimiz (asm) büyük bir ümitle Taife yaptığı bir yolculuğu vardır. Yolda uğradığı her kabileyi İslam'a davet etmiş, fakat onlardan hiçbiri bu daveti kabul etmemişti. Taif'e vardıklarında Sakif Kabilesi büyüklerinden üç kardeşe gittiler. Bunlar Abdiyaleyl, Mes'ud ve Habib b. Amr b.Umeyr es-Sakafı idi. Onlarla birlikte oturup, kendilerini İslam'a davet etti. Bu üç kardeşten biri:

 "Eğer Allah seni elçi olarak gönderdiyse Kabe'nin örtüsünü yırtarım." dedi. Diğeri:

"Allah senden başkasını bulamadı mı?" diye konuştu. Üçüncüsü de:

"Vallahi, seninle ebediyen konuşmam. Eğer resul isen sana cevap vermek büyük bir tehlikedir. Şayet Allah'a yalan uyduruyorsan, seninle konuşmam zaten uygun olmaz." dedi.

Hz. Peygamber (asm)'in bu gönül yaralayıcı küstahlık karşısındaki ıstırabının boyutunu Hz. Aişe’den öğreniyoruz. Hz. Âişe  anlatıyor: 

Rasûlullah’a (asm): "Uhud gününden daha sıkıntılı bir gün geçirdin mi?" diye sordum. Şöyle cevap verdi:

"Akabe günü kavminin yaptıkları, başıma gelenlerin en şiddetlisiydi. Şöyle ki:

"Kendimi İbn Abdiyaleyl b. Abdi Kulâl’e tanıttım. İsteğimi kabul etmedi. Üzgün bir halde yola koyuldum. Ancak Karnu’s-Seâlib’te kendime gelebildim. Başımı kaldırdığımda, bir bulutun bana gölge yaptığını ve o bulutun içinde Cebrâîl’i gördüm. Bana şöyle seslendi:" 

'Yüce Allah kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Onlar hakkında istediğini emretmen için sana dağlar meleğini gönderdi.' Dağlar meleği bana: 'Ya Muhammed! Allah kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Ben dağlar meleğiyim. Bana dilediğini emretmen için Allah beni sana gönderdi. İstiyorsan, şu iki yalçın dağı onların üzerine kapatayım.' dedi. Ben,'Hayır, ben böylesini istemem. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet edecek bir nesil çıkarmasını isterim.' dedim."

Taif dönüşü yaptığı şu dua da Efendimizin bu ıstırabının ne kadar büyük olduğunu gösteren bir kanıttır:

"Allah'ım! Kuvvetimin zayıflığını, çaresizliğimi ve halk üzerindeki güçsüzlüğümü ancak sana şikayet ederim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Güçsüzlerin Rabbi sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun? Beni asık suratla karşılayan yabancılara mı? Yoksa işimi eline teslim ettiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı gazap etmediysen, ben hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat afiyetin benim için daha engindir, daha hoştur. Gazabına uğramaktan veya azabına layık olmaktan, karanlıkları yırtıp aydınlatan, dünya ve ahireti selamete ulaştıran zatının nuruna sığınıyorum. Sadece sana iltica eder ve senin rızanı dilerim. Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur." (bk. Said Ramazan el-Butî, Fıkhu’s-Sîre, -Daru’l-Fikr, 1400/1980- s.136-140)

Bâyezîd-i Bistâmî’ye “her hangi bir kimse Hz. Peygamber’in haliyle hallenmiş midir?” diye soruldu. Bâyezîd-i Bistâmî ise 

“Ey miskin adam, Hz. Peygamber’in makamına ulaşan hiç oldu mu ki? Eğer mahlûkata, Hz. Peygamber’in hakikatinde bir zerre dahi aşikâr olsaydı, arştan yere kadar ne varsa yanar, kül olurdu” diyerek cevap verdi. ( Baklî, Mantıku ’l-esrâr bi-beyâni ’l-envâr, 99.)

Hz. Mustafa’nın [sallallahu aleyhi vesellem] ruhuna varınca, orada yüz bin ummana benzeyen nihayetsiz bir ateş ve binlerce nurdan perde gördü. Şayet ben bu ummanlardan ilkine bir adam atsaydım, tutuşup yanar ve (kül olup) kendimi rüzgâra verirdim. Heybet ve dehşetten öylesine hayretlere düşerdim ki mutlaka bir hiç olurdum. Hz. Muhammed’in [sallallahu aleyhi vesellem] çadırının ipini görmeyi, ne kadar istersem isteyeyim, Hz. Muhammed’e [sallallahu aleyhi vesellem] vâsıl olmaya cesaret edemezdim. Bununla beraber Hakk’a vâsıl oldum. Yani (Bâyezîd-i Bistâmî demek ister ki) herkes kendi miktarınca Allah Teâlâ’ya vâsıl olabilir. Zira Hakk küll ile yani herkesledir. Hz. Muhammed [sallallahu aleyhi vesellem] ise, önlerde özel bir (harim ve) haremdedir. Şüphe yok ki, “lâ ilâhe illallah” vadisini katetmeden, “Muhammedün Resûlullah” vadisine vasıl olamazsın. Hakikatte ise her iki vadi de birdir.( Attar, Evliya Tezkireleri, 273-74.)

Cebrail aleyhisselâm meleklerin peygamberi iken Azâzil’in düştüğü durumlardan her zaman rahatsız olmuş ve sıkıntısını içinde hissetmiştir. Öyle ki Kur’ân-ı Kerim’i indirdiği güne kadar kendini emniyette hissetmeyip, âlemlere rahmet olan Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem ile ancak huzura kavuşabilmiştir.

Bir gün Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem Cebrail'e:

"Yüce Allah, 'seni âlemlere rahmet için gönderdim' (Enbiya 107) buyuruyor. Bu rahmetten sen de istifade ettin mi?" demiş. O da:

"Evet, akıbetimden korkuyordum. Allah, bana: 'O elçi güçlü­dür, Arş'ın Sahibi katında yücedir. Orada (kendisine) itaat edilen ve güveni­lendir' (Tekvîr 81/20-21) şeklinde övgüde bulunduğu için sana iman ettim, demiş."[3]

İsmail Hakkı Bursevî kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu konuyu izah ederken şu görüşlere yer vermiştir:

“Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin rahmet oluşu mutlak, tam, kâmil, her şeyi içine alan, cami', gaybî, ilmî, aynî, vucûdî, şuhûdî, geçmiş ve gelecekle ilgili tüm kayıtları kuşatan, ruhlar ve cesetler âlemi gibi diğer tüm akıllılarla ilgili âlemleri de içine alan bir rah­mettir...

Ey akıllı insan, iyi düşün ve anla ki Yüce Allah Teâlâ bize şunu haber vermektedir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleminin nuru, Allah'ın ilk önce yarattığı şeydir. Daha sonra tüm mahlûkatı nurunun bir bölümünden Arş'tan toprağa kadar yarat­mıştır...” [4]

Yine tahrif edilen Yuhanna İncil'inde Hz. İsâ aleyhisselâm için söyleniyor denilse de "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım" müjdesine kavuşmuş Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkında da şu şekilde söylendiğini hatırlatmakta yarar görmekteyiz:

"...Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz ol­madı..."[5]

"...O, hep dünyadaydı, dünya O'nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O'nu (gerçeğiyle) tanımadı..."[6]

Yine Allah Teâlâ buyurdu ki; Bu sözlerle maksadımız şudur ki kıskançlık ve hased duygusu insanın fıtratından

 "Onlar mı Rabb'inin rahmetini taksim ediyorlar?"[7]

Ebu’l Leys Semerkandî, buradaki ifadeyi açıklarken "risâlet ve nübüvvetin anahtarları onların ellerinde mi ki onları diledikleri yere koyuyorlar? Risâlete, kulları­mızdan dilediğimizi ancak biz seçeriz" demiştir.[8]

Fahreddin Râzî, buradaki rahmet kelimesini izah ederken bu âyetin, bir önceki âyette müşriklerin "Kur'ân, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"[9] şeklindeki ifadelerinin cevabı olarak indirildiğini, dolayısıyla onların peygamber olarak bekledikleri kişilerin de Mekke'den Velîd b. Muğîre Tâif’ten de 'Urve b. Mes'ûd es-Sakafî olduğu ancak bu kişilerin Allah Teâlâ için bir mana ifade etmediğidir..[10]

Allah Teâlâ, Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemi kendisine rasül ve kul seçmiştir. Bu seçimde hata arayanlar dikkat etmelidir. O’nun habibini incitenler bir gün Hallac-ı Mansur’un akıbetine uğrayacağını bilmelidirler.

Mevlana Cami kaddesellâhü sırrahu’l azîz Nefehat'ında " Hallac ne için i'dam edilmişdi?”  konusunda bir rivayeti şu şekilde aktarıyor.

'Bir gün Hallâc'ın kalbinden şöyle bir hâtıra geçti ki, Hazreti Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem, mi'râc esnasında “niçin yalnız mü'minlerin affını diledi de bütün insanların affını dilemedi?”

O anda rûh-ı Nebî mütecessid (zahiren bedene bürünmüş) olarak kapıdan içeri girdi ve

"Bizim kalplerimiz Allah Teâlâ'nın ilham mahallidir, oraya her ne ilham edilirse öyle hareket ede­riz. Eğer bütün insânların afvını dilemem ilham edilmiş olsaydı öyle is­tirham ederdim" buyurdu. Bunun üzerine Hallaç, hata etmiş olduğunu an­ladı ve özür dilemek üzere başından sarığını çıkarıp tezellül (aşağılanma- özür) tavrı aldı.

Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz;

"Sarığını çıkarmak kâfî değil, benim rızâmı kazanmak için başını da vermelisin" buyurdu. Hallâc da bu teklife rızâ gösterdi. Onun için dâr üzerinde bulunduğu sırada,

"bu işin sebebini ve kimin muradı olduğunu biliyorum, fakat itâ'at ediyorum" demişti.[11]

Durumun inceliğini fark etmek gerektiğini daha iyi anlamış bulunmaktayız.

Fatih’in Hocası Hz. Akşemseddin, evliyaullahdan bu duruma düşmüşler hakkında buyurdu ki:

“Evliyadan bazıları zahir güzelliğe nazar etmezler, daima o mü­barek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü Evliyaullahın, Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna âşık olmaları gerekir ki Hakk’ın ina­yeti erişip “cemâl”e müşahit olanlar. Zira Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah” a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden mü­şahede edilmez.

Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dün­ya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mec­nun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Hâlbuki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların sultanıdır.

Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nu­rudur). O, zattan feyizlenir.

Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî'i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de “Cemâl ehli” derler. Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât'ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler. Zi­ra, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesin­den kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Hallac-ı Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye'ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep et­mezler.”

(Böyle hallerde) Rasûlu’llâh salla’llâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şühe­da mertebelerini bulurlar. [12]

Hallac, divanında der ki:

قَد كُنتُ في نِعمَةِ الهَوى بَطِراً

فَأَدرَكَتني عُقوبَةُ البَطَرِ

Farsça

در نعمت عشق مسرف بودهام "ناسياس بوده ام"

پس جزاى اين اسراف  " ناسپاسى" را خواهم چشيد

Türkçe

Ben aşk lütfu içindeydim "Cahillik ettim"

Bu yüzden bu "nankörlüğün" savurganlığının cezasını tadacağım.

Nihayeti kelama geçecek olursak şeytanın dahi bu saçma sapan fikirlerle aklı karışmışlara verdiği cevap şu şekilde olacaktır.

'Ben, dedi, sizden uzağım, ben sizin göremediğiniz şeyleri görüyorum, ben Allah’tan korkarım.' Öyle ya, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Enfal, 48).

“Hesaplar görülüp iş tamamlanınca şeytan onlara şöyle diyecek: 

'Allah size doğru vaadde bulundu. Ben de size bir şeyler vaad ettim, ama sözümden caydım. Doğrusu, benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm yoktu. Sadece ben sizi dâvet ettim, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni ayıplamayın, kendi kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben, sizin daha önce beni Allah’a şerik yapmanızı da reddetmiştim.'

Elbette, böyle zalimlerin hakkı gayet acı bir azaptır.” (İbrahim, 14/22)

Bizimde tavsiyemiz

Kelamın zirvesine çıkmış Gazâli’nin hocası İmâmu’l-Harameyn Cüveynî’nin “Nişabur’daki kocakarıların dini üzere ölüyorum” dediğini unutmayalım.

“Kocakarı imanı” “Kömürcünün İmanı”nın sırrı,  açmazların açılmazların çaresi olarak burada açığa çıkıyor.

“Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar ise onlara şöyle diyeceklerdir: “Andolsun, siz, Allah'ın yazısına göre, yeniden dirilme gününe kadar (anlamakta geç) kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." (Rûm, 56.)

Bugün olmuş Anadolu'nun birçok ilinde perşembe günlerini cumaya bağlayan günün ikindi ve yatsı namazından sonra tövbe-istiğfar duası yapılır.

"Amentü billah ve bimâ câe min indillah alâ muradillah

Amentu birasulillah ve bimâ câe min indi Rasulillha Alâ muradihi”

  Yani “Allah ve Resulü ne beyan ettiyse onların muradınca iman ettik”  

Hz. Mûsa aleyhisselâm zamanında Firavun’un yardakçıların­dan biri (Haman), Hz. Mûsa aleyhisselâmı taklit ederdi. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm vücudu kıllı, gö­bekli, başı dazlak bir zât-ı şerif idi. Haman,  bu nedenle, başına işkembe geçirir, karnına bir yastık koyar, elinde asayla Hz. Mûsa aleyhisselâmı taklit ederdi. Niye, çünkü Firavun’u güldürecekti. Hz. Mûsâ aleyhisselâm bu durumdan  haberdâr olup Allah Teâlâ ile konuşması sırasında,

“Yâ Rabbî ! Bunu kahret” dedi..Cenâb-ı Allah Teâlâ hitap etti ki;

“Kahretmem”“O, Firavun’u değil, seni taklit ediyor.” [13]

Allah Teâlâ " Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât Sûresi, 51/56) buyurmaktadır.   İbn Abbas  radiyallâhü anh bu ayetteki  “bana kulluk  etsinler”  sözünü "Beni bilsinler"  diye açıklamıştır. Bilmekte acziyetimiz mahlûk olmamızdır. Ancak Allah Teâlâ rahmetinden elçiler göndermeden bize teklif sunmadı.

En güzel ve nihayet olan Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin taklid etmek onun gibi yaşamak var iken, Sümer tabletleri, mitolojik varlıkların peşinden gitmeye gerek yoktur.

İhramcizade İsmail Hakkı

 



[1] Tanrı üzerine bahis

Pascal'dan başka birinin dini inancın rasyonelliğini oyun teorisi açısından tanımlaması olası değildir. Pascal şöyle tartışır: Tanrı ya vardır ya da yoktur. Tanrı'nın var olup olmadığını bilemeyiz. Ama bir seçim yapmalıyız çünkü bu bir ölüm kalım meselesi. Nasıl devam edilir?

 Pascal, geleneksel Tanrı'nın varlığını kanıtlama fikrini bahis mantığıyla değiştiriyor. Bahis yapmak ne zaman mantıklı?

 Bahis olası kazançla karşılaştırıldığında küçük olduğunda. Burada oran sınırlıdır: dünyevi yaşamımız, ancak sonsuz mutluluğun sonsuzluğunu kazanabilirsiniz. "Kazanmak ve kaybetmek için eşit bir şans" olduğunda ve bahis ile kazanma arasında büyük bir boşluk olduğunda, artık şüpheye yer yoktur: Tanrı üzerine bahse girmeniz gerekir. Bu onun var olduğunu kanıtlamaz, ancak varlığına inanmanın mantıklı olduğunu gösterir: “Kazanırsan her şeyi alırsın; Eğer kaybedersen

Hakkında

Blaise Pascal'ın Düşünceleri. Küçük denemeler. Mektuplar" AST, Puşkin Kütüphanesi, 2003.

Boris Tarasov "Pascal" Genç Muhafız, 2006.

 

[2]  Abdulbakiy GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı Ocak 1985, İstanbul Sh:94-96

[3] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V, 527. Tabresî de benzer ifadeler kullanarak bu konuşmayı nakletmiş, sonunda Cebrail'in:  "Allah, bana 'O elçi güçlüdür, Arş'ın Sahibi katında yücedir' kavliyle övgüde bulununca ben de sana iman ettim" dediğini belirtmiştir" (Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasan et-Tabresî, Mecme'u'l-Beyân Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1994, VII, 106).

[4] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 1985, V, 528

[5] Yuhanna, Yeni Ahit,Yeni Yaşam Yayınlan, İstanbul 2000, 1: 3.

[6] Yuhanna 1:6-10.

[7] Zuhruf 43/32.

[8] Semerkandî, Bahr’ul Ulum, III, 256.

[9] Zuhruf43/31.

[10] Râzî, Mefatihul Gayb, XXVII, 209.

[11] Bkz:Tahirü'l-Mevlevi'nin"Hallac-ı Mansur'a Dair" Risalesi

[12] Akşemseddin Makâmât-ı Evliya, 12. Bab

[13] İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13



[1] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519;Hâkim, el-Müstedrek, 3/343; Müsned, 1/172, 174, 180, 185, 6:369

[2] (Buhârî, İ'tisâm 2; Müslim, Hac 412, Fezâil 130-131)

İsrâîloğulları’ndan Âmil isminde çok zengin birisi ölü olarak bulundu. Öldüren, amcasının oğluydu. Sebepleri husûsunda şu rivâyetler vardır:

·        Onu, çok fakir ve cimri olan amcasının oğlu, servetine hased ederek öldürmüştü.

·        Âmil, bir kadınla evlenmiş, amcasının oğlu da o kadını almak için onu öldürmüştü.

Kâtil, onun ölüsünü iki köy arasına bıraktı. Tâ ki onlar, birbirlerine hasım olsunlar...

Halk, Hazret-i Mûsâ’ya mürâcaat edip kâtilin bulunmasını ve kısâs yapılmasını istediler. Mûsâ -aleyhisselâm- kâtilin kim olduğu meselesinde tereddütte kaldı ve bir netîceye varamadı. Bunun üzerine Allâh’a duâ etti. Allâh Teâlâ da bir inek kurban etmelerini emretti. Benî İsrâîl, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

“–Kâtil ile inek kesilmesi arasında ne alâka var? Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Hâlbuki bu îtirazlarıyla, farkında olmaksızın, Hakk’ın emrine olan teslîmiyetsizliklerinden imtihan vermeye başladılar.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- onlara:

“–Ben Rabbimin emrini bildiriyorum!” dedi.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Mûsâ kavmine:

«–Allâh size bir sığır kesmenizi emrediyor!» deyince:

«–Bizimle alay mı ediyorsun?» demişlerdi.

O da:

«–Câhillerden olmaktan Allâh’a sığınırım!» diye cevap vermişti.

(Bunun üzerine kavmi):

«–(O hâlde) bizim adımıza Rabbine duâ et; bize, onun ne olduğunu açıklasın!» dediler.

Mûsâ:

«–Allâh buyuruyor ki: O, ne yaşlı, ne de körpe; ikisi arası bir inektir. Size emredileni hemen yapın!» dedi.

Bu defâ:

«–Bizim için Rabbine duâ et; bize, onun rengini açıklasın!» dediler.

(Mûsâ):

«–O buyuruyor ki: Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini ferahlatan bir inektir.» dedi.” (el-Bakara, 67-69)

Yahûdîler, bu evsafta bir ineği, yetîmi olan bir kadında buldular. Kadın, kendisinin geçim kaynağı olduğu için ineğini satmak istemiyordu. Bu sebeple 1000 akçe istedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın:

“–Kadının istediği miktarı verin ve sığırı alın!” demesi üzerine İsrâîloğulları bin akçeye râzı oldular. Fakat bu sefer kadın, ücreti 2000 akçeye çıkardı.

Kavmi, ücreti çok yüksek bulduklarından bu sığırı almak istemedi ve tekrar Mûsâ -aleyhisselâm-’a mürâcaat edip:

“«–(Ey Mûsâ!) Bizim için, Rabbine duâ et de; onun nasıl bir sığır olduğunu açıklasın! Nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşâallâh emredileni yapma yolunu buluruz!» dediler.

(Mûsâ) dedi ki:

«–Allâh şöyle buyuruyor: O (sığır), henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.»

(Bu sefer İsrâîloğulları):

«–İşte şimdi hakîkati getirdin!» dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.” (el-Bakara, 70-71)

Az daha kesmeyeceklerdi, çünkü bu târifler de yine yetîmi olan kadının sığırını işâret etmekteydi. Üstelik kadın, ücreti iyice artırmış 10.000 akçeye yükseltmişti. Daha sonra da:

“–Hayvanı alacaksanız, onu kesersiniz ve derisini tulum yapıp içini altın ile doldurur bana verirsiniz! Ancak bu şekilde onu size satabilirim.” demişti.

Benî İsrâîl, tekrar Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a mürâcaat etti. O da:

“–Ne pahasına olursa olsun, alın!” dedi.

Bunun üzerine kavmi:

“–Öyleyse şimdi alalım, emir yerine gelsin; yoksa sonra ödeyemeyiz.” dediler. Nihâyet ineği aldılar.

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Hani siz bir adam öldürmüştünüz de, onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allâh, gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.” (el-Bakara, 72)

Fakat Benî İsrâîl bu sefer de ineğin ücretini ödemiyorlardı. Hazret-i Mûsâ:

“–Ücretini ödemezseniz, ölü dirilmez!” buyurdu.

Onlar da, çâresiz ineğin derisini tulum yapıp içini de altınla doldurarak kadına verdiler.

“«–Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun!» dedik. Böylece Allâh, ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (peygamberine verdiği mûcizelerini) gösterir.” (el-Bakara, 73)

Âyet-i kerîmede “Kesilen ineğin bir parçasıyla ölüye vurun!” denilmesi, hâdiseye dikkatleri daha çok çekmek içindir. Bunun için böyle bir merâsim yapılmış ve akabinde mûcize gerçekleşmiştir. Yoksa elbette ki Allâh Teâlâ, hiçbir sebep olmadan da kudreti ile ölüleri diriltmeye kâdirdir.

Nihâyet hayvanın dilini ölüye dokundurduklarında ölü, kanlar içinde kalktı. Hakîkati anlattı:

“–Beni amcaoğullarım öldürdü. Filân ve filân...” deyip isimlerini de bildirdikten sonra tekrar öldü.

Bu cinâyeti işleyen iki gence derhal kısâs tatbîk edildi.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar