RÜYA ...Nurdoğan RİGEL
Kızılderililer yeni doğan bebeğin beşiğinin üzerine üç kartal tüyünden
yapılmış bir “Rüya Koruyucusu” asarlar. Bununla bebeğin güzel rüyalarla
uyumasını sağladıklarına, bebeği kabuslardan koruduklarına inanırlar.
“Medya Ninnileri”nin devamı niteliğindeki bu çalışmada yer alan
makalelerde, rüyasız uykularımızın toplumsal ve bireysel sonuçları
irdeleniyor.
Freud’dan bu yana düşler bir temsil aracı olarak dünyamızı zenginleştirir,
hakkımızda ipuçları verir. Bilinçaltı üretimi olan düşlerimiz, bizi açıklar.
Şimdi ise tüketimimiz bizi açıklıyor. Self-imaj dediğimiz kendimiz hakkında
zihnimizde oluşan görüntü, zamanımızı nasıl tükettiğimizle, özellikle de medya
tüketimimizle ortaya çıkıyor. Düşlerin, rahatlatıcı, sağıltıcı yönünü yaşamın
hızı içinde yararlanılır kılamadığımız için medyanın kurgu düşlerine
sığınıyoruz.
Psikologlar bilinçaltının düş üretimi ile ilgilenirdi. Şimdilerde ise
medya tüketimimizle ilgileniyorlar. Hangi TV programlarını izliyorsunuz? Ne tür
filmleri seviyorsunuz? gibi. ABD’de bazı filmler psikolojik tedavide
kullanılıyor. Psikologlar rüyalarımızda yakalayamadıkları ipuçlarını yapay
rüyalarla medyaya kaçışımızı inceleyerek bulmaya çalışıyorlar.
Medya analizcileri, psikografik, demografik ve sosyografik incelemelerle
profesyonel iletimlerin üzerimizde daha etkili olması için çaba harcıyorlar.
İletişim alanımızı kişilerarasından, kitleye çeken medyasfer ile
çevrelendikçe, düşlerimizi geliştirecek insan sıcağından uzaklaştık ve
rüyalarımızı koruyamadık.
Yatak odalarımızda rüyasız uykularımızı korumaları (!) için artık TV’miz,
internet ekranımız var. Yanıbaşımızda dizi dizi video kasetlerimiz, CD’lerimiz
DVDlerimiz var. Kurgu rüyalarımız hazır.
Sonuçta, Medya Ninnileri ile uyuduğumuz için Rüya Körleşmesi’yle
uyanıyoruz.
Nurdoğan RİGEL Ağustos 2000
Sh: 11-12
RÜYA KÖRLEŞMESİ
Gelmiş geçmiş en büyük dâhilerden biri olan Leonardo da Vinci, "ortalama
insanın görmeden baktığını, duymadan dinlediğini, hissetmeden dokunduğunu,
tad almadan yediğini, fiziki bilince erişmeden hareket ettiğini, koku
bilincine ulaşmadan nefes aldığını ve düşünmeden konuştuğunu" söylüyor.
Vinci'nin burada dile getirdiği duyusal körlüğü yaşayan insan, iç dünyası
ile dış dünyadaki gerçekliğin dengesini yitirmiş. İnsanoğlu yarı cehennem yarı
dünya dekorlarından oluşan bir sahnede, tüm yanılsamaların, düşüncelerin,
egemen değer yargılarının çöküşünü yaşıyor. Elias
Canetti'nin "körleşme" adını
verdiği bu dönüşüm, insanoğlunun duyularını dumura uğratarak, bazen kendi
yarattığı, bazen de kendisi için yaratılan bir sanal gerçekliğin içinde
kayboluşunu gösterir.
İç iletişimini yitirmiş, ruhunu besleyen duygulara yönelik algılamanın
kapısını kilitlemiş insan, dış dünya gerçekliğinin aşın ve yapay ışığının yarattığı
körleşmeyi önce rüyalarla yaşıyor. Dış dünyadan gelen, büyük bir yüzdesi
tasarımlanmış iletilerden oluşan iletişim sağanağı altındaki günümüz insanı,
iç iletişimini besleyen rüyalarından da koptuğunda, yaratıcılığını,
üretkenliğini de yavaş yavaş yitiriyor.
"British Columbia Üniversitesinde 1960'lann başlarında
gerçekleştirilen bir çalışmada öğrenciler psikoloji derslerinde rüyalarını
incelemişler. İlk derslerde rüya görmeyen öğrenciler varken, yıl sonuna doğru rüyalarını
anlatanların sayısı birkaç kişiden tüm sınıfa yükselmiş. Psikometrik testlerde
de self imaj (kişinin zihninde kendisi için oluşturduğu görüntü) gelişmiş,
notları yükselmiş, akademik performansları artmış. Öğrencilerin hem
kendileriyle ilgili ifadeleri, hem de yaratıcı ifadeleri büyük oranda ilerleme
kaydetmiş. Araştırmada, rüya görmeye verilen önemin artmasının kişinin genel
durumunu iyileştirdiği ve yaratıcılığını artırdığı sonucuna varılmış."
Ruh bilimciler ise rüyaları geçmişin ve bilinçaltının bir tortusu,
sağıltımı olarak ele alıyorlar. (Freud,
Adler, Jung) Rüyaların önemi konusunda en iyi bilinen görüş,
Sigmund Freud’un geliştirdiği psikanalizci rüya kuramıdır. Freud'a göre,
rüyada görülen olaylar, bilinçdışı arzuların örtülü olarak dışa vurumundan
başka birşey değildir. Sıklıkla cinsellikle ilgili yasaklanmış dürtüleri
simgeleyen bu arzular normal olarak bilincin dışında tutulur, bastırılır.
Uyku sırasında bastırmanın gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa
da, rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul
edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan
duyu uyaranlarından önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş
anılardan yararlanılır. Psikanalizde de rüyalar yorumlanarak bilinç dışının
incelenmesine önem verilir. Rüyaları basınç altındaki ruhun sağaltım
mekanizması olarak gören Freud, bu sistemi şöyle açıklıyor: "Rüya bizi uykumuzu bozmak için
ziyaret etmez. Aksine, onu korumak için gelir. Onun varolmayanı gösteren
hayalleri sayesinde basınç altındaki ruh gerilimleri boşalır. Böylece,
sabahleyin dinçleşmiş olan vücut, boğulan bir ruh yerine, temizlenmiş ve
hafiflemiş bir ruh bulur."
Freud'u izleyenlerden Alfred Adler, rüyaların geçmişten çok geleceğin
planlanmasına yardımcı olma işlevini üstlendiğini iddia eder. Adler’e göre
rüyalar aynı zamanda geleceğini, kendisine güvenlik verecek bir amaca doğru
yöneltmeye, tasarlamaya, planlamaya çalışan bir organizmanın faaliyetidir.
Adler, rüyaları "dün" ile "yarın" arasında bir köprü olarak
görür. "Bir insanın genellikle hayata karşı takındığı tavrı
bilirsek, şimdi ile sonra arasında ne şekilde köprü kurduğundan haberimiz
olursa, rüyalarını anlayabiliriz, bu noktadan geçerli bir takım sonuçlar
çıkarabiliriz. Başka bir deyişle, tüm rüyaların temelinde hayata karşı
takınılmış genel tavrnı bulunduğunu söyleyebiliriz. "
Rüyalarla ilgili en geniş kapsamlı araştırmaları gerçekleştiren Carl Gustav
Jung'a göre, rüyalardaki simge ve semboller tek başına incelendiğinde, her kişi
için özel anlamlar taşıdıkları, kişinin kendini rüyaları aracılığıyla bu simge
ve sembollere yansıttığı ortaya çıkar. Jung, simgesel, doyumsal görünümler,
düşünceler, yargılar, kavramlar, zorlamalar ve eğilimlerin bilinçaltına
itildiğini, rüyalarla da bilinçaltı etkinliklerinin gün ışığına çıktığım
belirtiyor. Jung, ayrıca rüyaları, fizyolojik belirtiler olarak kabul ediyor
ve bir ruhbilimci yaklaşımıyla, rüyaların ruhsal hastalıkların tanımı için
gerekli bir veri olarak kullanıldığını söylüyor.
Dış dünyadan gelen güdüleyici mesajlarla sarılmış bir insanın, iç tepisel
olarak rüyalarına dönüş yapması doğaldır. Ancak bir gün içinde medyaya ayrılan
zaman dilimindeki artış, bir ölçüde de, uyku saatinin azalması anlamına
geliyor. Beş safhadan oluşan ve REM safhasında görülen rüyalarını hatırlandığı
uyku süresinde, her 90. dakikada bir 10 dakika sadece REM dönemi olarak
geçiyor. Uykudaki REM safhaları azaldıkça, kişinin rüyalarını hatırlama oranı
da düşer. Medyaya verdiği zamanları, kendi seçimiymiş gibi farkına
varmadan rüyalarından çalan günümüz insanı, aynı zamanda bir "rüya
körleşmesi" sürecine giriyor. Sabahları rüya görmeden
uyananların sayısı artıyor. Çünkü REM sayısı
azaldıkça, rüya görerek, ruhunu dinçleştirmiş, tazelemiş olanların sayısı da
azalıyor.
Kısa bir süre de olsa dünyayı gören, ancak daha sonra görme duyusunu
herhangi bir nedenle yitirenlerin bir süre daha rüya görmeyi sürdürdükleri
bilinir. "Ancak bu kişiler gün gelir (tıp da neden, nasıl bilmiyor) rüya
göremez olurlar. Rüyalar körleri yavaş yavaş terk eder. Önceleri son günlerde
pek rüya görmedikleri bilincine varırlar, sonra giderek, rüya görmediklerini
fark ederler. Her sabah bir gün öncesinden daha kötü, daha karamsar, daha yıkık
uyanırlar ve anlarlar ki, artık bir daha rüya görmeyecekler. Ve beynin
kıvrımlarında bütün görüntüler teker teker yok olup gider. Ebedi bir karanlık; İkinci Körlük"
Körlerin karanlık dünyalarına renk veren rüyaların yok oluşuyla
yaşadıkları ikinci körlüğü, tekno rüyaları tercih eden, görme duyusuna sahip
olan, ancak sadece bakan kitle, kendi tercihi olarak yaşıyor.
British Columbia Üniversitesi'ndeki araştırmanın ortaya koyduğu şekliyle
rüyalar hatırlandıkça ve üzerinde konuşuldukça kişinin iç iletişimini, yaratıcılığım,
dolayısıyla zekasıyla ruhuyla görmesini sağlıyor. Fakat günlük yaşam rutin
içindeki insanın ne rüya görmeye ne de hakkında konuşmaya vakti var.
"Doktora tezleri için Konya köylerinde dolaşan
Kaliforniyalı bir çift, köylülerle konuşarak rüyalarını toplamışlar. Michigan
Üniversitesi Çağdaş Sanat ve Antropoloji Bölümü dünya çapında bir rüya arşivi
geliştirmek için çeşitli ülkelerden seçtikleri köylerde ilk çalışmalarına
başlamışlar. ABD'de üniversiteler hangi araştırma için kimden ne kadar para
aldıklarını bildirmek zorundalar. Böylece rüya projesini destekleyenler
arasında Microsoft, IBM, Wamer Brothers, Disney, Sony ve Benetton'un olduğu
biliniyor. Bu firmalar yoksul halkların rüyalarını toplamak için milyarlar
harcıyor. Arşivde şimdiye kadar bir milyona yakın rüya birikmiş. Rüya başına
100 dolar civarında telif ücreti ödeniyor. Projenin arkasında dünyanın sayılı
çok uluslu şirketlerinin varlığı yeni bir sanayiinin kurulmakta olduğunun habercisi
mi?"
Gündüz Vassaf’ın bir Amerikan gazetesindeki habere dayanarak verdiği bu
bilgi, çok uluslu şirketlerin milyarları için Üçüncü Dünya ülkelerini
kullanmaları açısından oldukça düşündürücü. Ya gelişmişlik düzeyi arttıkça yaşanan rüya körleşmesini önlemek için daha
yapacakları çok şey, gidecekleri çok yolları olan Üçüncü Dünya ülkelerini
insanlarının yoksulluktan doğabilecek bilinçaltı yaratıcılıklarını
sömürüyorlar ya da önce rüyalarını satın alıp sonra da ruhlarını ele
geçirecekler. Çünkü buna benzer bir işlem Vietnam'da bir kez yaşanmış.
"Önce iyi Vietnamca bilen ABD li akademisyenler köyleri dolaşıp
destanları, efsanevi kahramanlarını, uğur ve uğursuzluk simgelerini mitolojik
korkularını araştırırlar. Sonra Pentagon bu verileri psikolojik savaş aracı
olarak kullanır. Köylülerin moralini çökertmek için gece karanlığında
helikopterlerle yapılan akınlarda semalardan mitolojik tanrılar ve efsanevi
yaratıkları köylülere seslenir. Savaşın uğursuzluk getireceğini, toprağın
bereketini alacağını, daha büyük felaketlere neden olacağını söyler.
Tüm bu veriler ışığında rüyalarımızı korumalıyız.
Rüyasızlaştırılarak yaratılan körlüğe düşmemek, yaratıcılığımızı
yitirmemek gün içinde otomatiğe bağlanmış alışkanlıklar ya da mekanik davranışlarla
geçen yaşamı renklendirecek rüyalar için medyadan değil beynimizin sınırsız
gücünden yararlanmalıyız. Doğal kaynaklarını sömürgelere teslim eden az
gelişmiş ülkeler şimdi de rüya kaynakları için aynı hatayı yapıyorlar. Biz ise
sadece Batı formatlı tekno rüyalarla kendi dünyamızın merkezini şaşırıyoruz.
Kaynaklar
Tony Buzan, Raymorıd Keene, Delariın El Kitabı, Sabah Yayınları, İstanbul, 1996,
s. 36.
Elias Canetti, Körleşme, Payel Yayınları, İstanbul 1984
Buzan, Keene, A.g.e., s. 29.
Stefan Zıveig, Sigmund Freud Cinselliğin Yeryüzü, Broy Yayınları, İstanbul, 1991,
s. 69.
Alfred Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1994, s. 167.
Carl Gustav Jung. Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi,
Say Yayınları, İstanbul, 194, ss. 163-184.
Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996,
ss. 194-196.
Sh: 3-8
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000,
İstanbul
MEDYA NİNNİLERİ
“Zeus, Hera, Apollon, Artemis, Hermes, Eros”. Bu isimlerin hepsi
mitolojideki Olimpos Dağı’nın tanrılarına ait. Hiç kimsenin tırmanamadığı
Olimpos Dağı’nda, yıldızlar ve bulutlar arasında yaşayan bu tanrıların
hayalleri, yeryüzüne çeşitli sanatçıların ellerinden çıkmış, heykeller ya da
resimlerle iniyor. Ve belli bir görüntü kazanıyordu.
Görsel sanatlar ilerledikçe ve kitleselleştikçe günümüz insanı da tıpkı
mitolojide olduğu gibi, Tanrılar Dağı’nı çağa uyarlayarak yarattı. Olimpos’un
tanrılarını, insanların hayalleri biçimlendirirken, Hollywood dağının
tanrıları da, insanları düş dünyasına çekmek için oluşturuldu.
Çağdaş Olimpos’un tanrıları artık Madonna, Michael Jackson, Marilyn Monroe,
Elvis Presley, Silvester Stallone, Elizabeth Taylor...
Olimpos tanrılarını görünür kılan ressamların heykeltraşların yerini ise
medya endüstrisinin patronları alıyor. Washington Post’tan Richard Harwood’un
verilerine baktığımızda, medya endüstrisi konusunda karşımıza şöyle bir tablo
çıkıyor:
“Bir yılda 8760 saat var. Bu zamanın büyük bölümünü, geleneklerimiz
alışkanlıklarımız içinde bazen düşünerek, bazen hayal kurarak (özellikle
cinsellik hakkında) harcıyoruz. Tatiller, hafta sonları, hastalanmalar
çıkarıldığında bir yılda 1824 saat mesleğimizle ilgili olarak çalışıyoruz. Her
gün 7.5 saatten yılda 2 bin 730 saatimiz uykuda geçiyor. Medyaya bir yılda
verebileceğimiz 3 bin 256 saatimiz kalıyor. Yani günde ortalama 9 saat.
İşte bu hesaplanan süre büyük bir iş alanı doğuruyor: Medya Endüstrisini,
elektronik ekipmanlar ve uzayla bağlantılı bu iş alanı, ABD’nin 9. büyük
endüstrisi durumunda. 1991 rakamlarıyla medya harcamaları sadece ABD’de 109
milyar doları buluyor. Bu demektir ki bir kişinin cebinden medya için yılda
353 dolar çıkıyor. Reklamcılar her yıl üretilen mal ve hizmetlere müşterinin
dikkatini çekmek için medya sahiplerine 80 milyar dolar ödeyerek yer ve zaman
kiralıyorlar.”
Medya kişilerin zihinlerine binlerce imajı, görüntüyü naklediyor. Uyku ve
iş zamanları dışında içine girdiğimiz bu dünya, aynı zamanda düşüncelerimize
olduğu kadar hayallerimize de hükmediyor. Ayrıştırarak bizlere gerçekle düş
arası yeni bir yaşam atmosferi sunuyor. Kendi
tanrılarını yaratan medya, hepsine bir görev yüklüyor. Marilyn Monroe+ Madonna = Cinsellik.
Michael Jackson + Elvis Presley = Müzik. Silvester Stallone = Güç. Elizabeth
Taylor = Sonsuz güzellik ve sağlık tanrı ve tanrıçaları olarak düş dünyamıza
kanalize oluyorlar. Radyo, TV, sinema,
gazete ve dergiler bu medya tanrılarının maceralarıyla dolu. Bireysel olarak
bakıldığında, izleyiciye, dinleyiciye ulaşılmazı gösteren, dinleten, bu belli
imaj yüklenmiş medya tanrılarının görevi: Kitlelere gerçek yaşamın güçlüğünü
unutturmak, hayatı hazır düşlerle kolaylaştırmak, kaçışı sağlamak.
Çalışmak ve uyumak dışında kalan zamanımızı, tatlı tatlı bizden çalan
medya, düşüncelerimizi zorlamadan neredeyse hiç devreye sokmadan, bu işi yapma
çabasına, hep görselliği kullana^ ak girişiyor.
Fotoğraf, sinema, TV hep bu çabanın sonucu içerik ve teknik olarak
gelişiyor. Bu arada unuttuğunuz bir başka alanda gelişme var. Çizgi roman ve
çizgi filmlerle yıllardır hayal dünyamızı hiç zorlamadan yaşamımıza giren
çizgi kahramanlar.
Doğan, yaşayan, ölümsüzleşen medya tanrılarının yanında, hiç yaşlanmayan,
ölmelerine izin verilmeyen, çizgi kahramanlar da giderek çağdaş insanın
‘masal saatleri’nde kendilerine ait zamanlar yaratmışlar.
Günümüz insanı medya endüstrisinin elinde artık. Gerçek yaşamın
sıkıntılarını, düş dünyasını uyuşturan yumuşaklığında uyutuyor. Medya
endüstrisi sanki dev bir marina. Herkese algılamasına ya da dalgalardan
kaçışma uygun bir çekek yeri sunuyor.
Bir illüzyonun içinde kaybolurken, yanımızda çizgi kahramanlarımız var.
Belki çocukluğumuzun tasasız yıllarından geliyor onlarla arkadaşlığımız. Çizgi
kahramanlar artık gazete, dergi haberlerine de konu olabiliyor rahatlıkla.
Çünkü gazete ve dergilerin yayın sorumluluklarının da çocukluk arkadaşı onlar.
Bizden birileri. Yakın dostlarımız gibiler. Tanıyanları, sevenleri milyonlarca.
Bu nedenle haber özelliğini de rahatça taşıyabiliyorlar. Böylece yeni bir haber
kaynağı çeşidi ortaya çıkıyor; çizgi kahramanlar. Günlük maceralarla
yaşamımıza giren bir başka çizgi kahraman, “Hasbi Tembeler”in eski
Sovyetler’deki Glasnost politikasını ileri sürerek, günlük nöbetlerin artık
kaldırılması isteğiyle çavuşuna başvurması, haber olarak Türk basınında ilk
kez Güneş gazetesinde yer almıştı. Giderek daha sık periyodlarla, çizgi
kahraman haberlerini basından izler hale geldik. Örneğin Temel Reis’in uzatmalı
sevgilisi Safinaz’ın kürtaj haklarını savunması.
Daha sonra Basri ve Fatoş’un, geleneksel Amerikan ailesinin çağdaş
yaşamına uygun hale gelme çabaları, haber olarak gazete sayfalarına girdi.
Fatoş ev ekonomisine katkıda bulunmak için yakın arkadaşı Maviş ile birlikte
“catering” şirketi kurdu. Böylece her ikisi de klasik, dedikodu üreterek gün
geçiren ev kadını tiplemesine son vermiş oldular.
Çizgi kahramanlar öylesine bizle iç içeler ki, Süpermen’in öldürüleceği ile
ilgili haberler üzerine ABD’nin Metropolis Kenti halkı, büyük bir panik yaşadı.
1979 yılından bu yana her yıl ‘Süpermen Günleri’nin düzenlendiği çizgi kahramanının
doğduğu bu kent, neredeyse yasa büründü. Ölümsüz doğan çizgi arkadaşlarımızı
bırakmaya, gönlümüz el vermiyor. Yapımcı De Comics şirketinin “Süpermen öldürülecek” kararına karşı çıkan
halk, “Biz onu hep canlı ve güçlü görmek istiyoruz” diyor.
“Bu çizgi kahramanların, yaşanılan gerçekle ilgisi yok. Çizilen mekânlar ve
tipler, gerçekliğin algılanmasını değil, yaşanan zamandan kaçışı sağlıyor.”
Kitle kültüründe herşey standartlaşıyor, klişeleşiyor. Formül haline
getirilip, basit mesaj bombardımanı sağlanıyor. Okuması, seyretmesi,
dinlenmesi kolay mesajları, çözümlemek için düşünce mekanizmamızı devreye
sokmuyoruz. Ve masal dünyasının yumuşaklığını, her zaman gerçeğin sert
rüzgârına tercih ediyoruz. Bu psikolojik çözümlemenin bilincinde olan medya
endüstrisi, hemen ardarda çizgi kahramanlar yaratmayı amaçlıyor. Öyle ki,
artık siyasi liderler de çizgi roman kahramanı haline getiriliyor.
ABD eski Başkanı George Bush’un yaşamının, Malibu Yayınevi tarafından çizgi
roman haline getirileceğinin açıklanması, bu görüşü doğrulayan en güzel
örneklerden birini oluşturuyor. Bush’un 1988 yılı seçim kampanyaları sırasında
vergilerle ilgili sloganı, “Dudaklarımı okuyun” şimdi eski başkanın çizgi romanının
adı olacak. Yayınevinin yöneticisi Scott Rosenberg, “Bush’u sevmeyenler onun
hakkındaki tüm komik karikatürleri öğrenecekler” diyor.
Bu fiilin üzerinde durmak gerekiyor: Öğrenecekler. Evet, Bush’un
araştırmaya dayalı biyografilerini okuyarak, bu bilgilere ulaşmak yerine,
çizgi romanla hem eğlenecekler, hem de eski başkan hakkında bilgilenecekler.
İtalya’da Mafya cinayetlerinin artmasıyla birlikte çocukları bu konuda
eğitmek, en azından Mafya’ya karşı bilgilenerek, savunmalarını sağlamak için,
İtalyan Epoca dergisi de çizgi romanın sevimliliğine sığındı. Söz konusu
dergi, iki Mafya uzmanına hazırlattığı hikayeleri resimli hale getiriyor. Bu
çizgi roman, derginin promosyon eki olarak veriliyor.'
Çizgi romanların neden bu kadar sevilerek okunduğu konusunda, ünlü kitle
iletişim kuramcısı Wilbur Schramm’ın, “The Process and Effects of Mass
Communication” adlı eserinde, çizgi romanlar konusuna değinen, Katherine Wolf
ile Majorie Fiske’nin düşüncelerini aktaralım:
“Normal bir çocuk, genelde egosunu güçlendirme aracı olarak gördüğü çizgi
hikayeleri okuyan, hızlı bir okuyucudur. Çocuk, çizgi kahramanlarda ego
deyimini bir takım yansımalarla genişletmeye çalışır. Daha sonra maceracılık
aşamasında yenilemeyen bir kahramanda egosunu tatmin eder. Son olarak da,
kendi ayakları üzerinde durur ve hayatın kendisi demek olan gerçek maceranın
hakiki çizgi kahramanlarını benimser. Yetişkinlerin, çizgi kahramanları aynen
çocuklar gibi tutku ile okumalarındaki tek neden, onları bir rahatlama ve
gevşeme aracı olarak kullanmalarıdır.
Sağlıklı ruhsal yapıya sahip çocuklar için, çizgi romanlar egolarını
güçlendirme ve eğlenme aracıdır. Bazı çocuklar ise hayatın gerçekleri için
kendilerini güçlendirme isteği duymazlar. Herhangi bir sorumluluk üstlenmeye,
hem yeteneksiz, hem de isteksizdirler. Onlar için çizgi kahramanlar bir kaçış
mekanıdır. Pek çok içinden çıkılmaz sorunu çözmek amacıyla, güçlerini
kullanan çizgi kahramanlar, çocukların, günlük hayatlarında endişeye
kapılmadan, problemlerin üstesinden gelmelerine yardım ederler. Çocuklar için
çizgi kahramanlar bir uyum mekanizması gibidir”
Çizgi kahramanlar çocuklara öylesine yakındırlar ki, içlerindeki durumları
açıklamak için de, yine onları kullanırlar. Örneğin, ülkemizdeki bir özel TV
kanalında pazar günleri gösterilen bir komedi dizisinde, 13 yaşındaki bir dizi
film kahramanı, içinde bulunduğu mutlu anı anlatmak için, “Kendimi şu anda
Daltonlardan biri gibi hissediyorum” diyebiliyor. Bu cümlesiyle aile
bireylerinin birbirlerine yakınlığından duyduğu sevinci açıklamak istiyor.
Kendince mutluluğunu anlatacağı mesajı çizgi kahramanlardan örnekleyerek
veriyor.
Tüm bu verileri düşündüğümüzde, medya endüstrisinin yarattığı masallarla
nasıl çevrelendiğimizi görebiliyoruz. Biraz da, “Çocuklarımızı masalsız
bırakmayın” diyen Münihli psikolog Ulrich Diekmenyer’e kulak verelim. Diekmenyer, masallarla uyuyan çocukların hayal
güçlerinin geliştiğini belirterek, anne babalara uyarıda bulunuyor.
Peki, TV karşısında, ya da elinde gazetesiyle uyuya kalan yetişkinlerin
hayal dünyasını, konfeksiyon ürünleri gibi tek tipleştiren medya patronlarına
kim uyarıda bulunacak?
Ninni ile rahatlatılan, masal ile başka dünyalara taşınarak
sakinleştirilen çocuklara karşılık, anne babalar da son moda müzik parçaları
eşliğinde, TV’den yenidünyalara yelken açıyorlar. Bu arada da uyuşturulan
kitlelerin üzerinde, medya patronları ve siyasi güç odakları, el ele gönül
birliği içinde, günlük ve uzun vadeli kararlarını demokrasinin hiçbir kuralına
uymadan, uyuklayan kitlelerin uyanık önderleri olarak uyguluyorlar. Kitle
iletişim araçlarından gelen en temel mesaj; “İYİ UYKULAR”.
Yararlanılan Kaynaklar
Intemational Herald Tribüne, Paris, 9 Eylül 1992.
Milliyet, İstanbul, 26 Temmuz 1992.
Cumhuriyet, İstanbul, 10 Eylül 1992.
Ahmet Oktay, Toplumsal Değişme ve Basın, Bilim/ Felsefe / Sanat
Yayınları, İstanbul, 1991, s. 103.
Milliyet, İstanbul, 14 Eylül 1992.
Sabah, İstanbul, 11 Eylül 1992.
Wilbur Schramm, The Process and Effect of Mass
Communication, University of Iüinois Press, Urbana, 1954, s. 48-49.
Tele On, “Gümüş Kaşıklar”, 20 Eylül 1992.
Günaydın, İstanbul, 14 Eylül 1992.
Sh: 9-15
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000,
İstanbul
İLETİŞİMDEN YALITIMA YA DA YALNIZLIK VADİSİNDE KAYBOLMA
1970'lerdeki kitle haberleşme araçları, 1980' lerde kitle iletişim
araçlarına, 1990'larda ise medyaya dönüştü.
Bu kavramsal değişimde kitle kelimesinin düşüşü ilk anda görülüyor. Çünkü
artık kitleler çözülüşlerini tamamladı. (Özkök, 1985) Bireyle bağını kuran
medyayı, tasarlanmış iletilerin tüketimi anında incelersek,
tekbaşınalaştırılmış hedefleri görebiliriz.
İletişim Bilimci John Fiske, medyayı; kitap, gazete, radyo, TV ve sinema
olarak sıralamış ve tüketici gereksinimlerini de kişisel ve toplumsal olarak
ikiye ayırarak temellendirmiş. (Fiske, 1996; 38) Tasarımlanmış ileti sunan bu
araçları tüketim anında gözlemleyelim.
Kitap, günümüzde hiç bir okur, okuma eylemi esnasında, kitabını kitle ile
grup ile ya da bir başkası ile paylaşmaz. Tek başına olmayı özellikle ister.
Gazetenizi okurken, yanınızdaki kişinin, gözucuyla olsun gazetenize ortak
olmasına katlanamazsınız. Herkes gazetesini rahatsız edilmeyeceği bir ortamda
okumayı planlar.
Arkadaşınızla, eşinizle, ailece, grup halinde, gazete okumayı
düşünemezsiniz. Gazeteye ayıracağınız 10-20 dakikalık zaman diliminde yalnız
olmayı istersiniz.
Çevrenizde kulaklıklarını takmadan radyo dinleyen birine artık
rastlamıyoruz. Ancak, otomobil radyoları kulaklıksız dinleniyor. Bu durumda, ya
otomobilinizde yalnızsınız, ya da diğer yolcuların itiraz etmeyeceği bir kanal
bulmuşsunuz demektir.
TV, evlerin salonlarındaki hâkimiyetini çoktandır yitirdi. Tek kanallı
dönemde, tüm aile bireylerini biraraya getiren, neredeyse izleme davranışını
günün belli saatlerinde ailece yaşanan bir ritüele çeviren TV, günümüzde
odalarda tek başına izleniyor. Çok kanallı yapı, TV izleme davranışını değiştirdi.
TV'nin karşısında da artık yalnız kaldık.
Sinemada ise filmi, bir salonda onlarca kişiyle birlikte izliyoruz. Ancak
ışıklar söndürülüp, film başladığında kendinizi düşünün. Filmin tasarımlanmış
iletileri karşısında yapayalnızsınız. Önce karanlık nedeniyle, daha sonra da
sinema perdesinin 120 derecelik bir açıyla görüşünüzü kaplaması nedeniyle,
diğerlerinin varlığını unutuverirsiniz.
Öyle ki, filmin finali sizi ağlattı ise ışıklar yandığında, yine
gözyaşlarınızla yalnız kalmak, görünmez olmak için siyah gözlüklerinizi telaşla
takarsınız.
Bireyin aydınlanma çağından sonraki ikinci keşfini yaşıyoruz. Medya bizi
kitleden çıkarıyor ve tekbaşınalaştırıyor. İletişim süreci söz konusu olduğunda
ise iletilerin hedef alıcı üzerindeki etkisiyle birlikte kaynağı besleyici
yankıya gereksinim vardır. Hedef alıcı, iletinin üzerindeki etkisini yankı
yoluyla kaynağa ilettiğinde en basit şekliyle iletişim süreci gerçekleşir.
Oysa günümüzde, başta medya olmak üzere kimse bizden yankı (geri besleme) istemiyor.
Niçin her gazetede okuyucu mektupları köşesi yok? TV’lerde ya da radyolarda
beğenmediğiniz bir program, diyalog ya da konuşma ile ilgili olarak tepkinizi
ifade etmek istediğinizde telefonlarda muhatap bulabilir misiniz? İleti
tüketicileri, görüntü tüketicileri olarak bize kimse fikrimizi sormadığı gibi
eleştirilerimizi de istemiyor. İletişim, çoktan "ileti sağanağı"na
dönüştü.
Toffler, medyanın yarattığı sağlıksız
bir psikosferin insanı yalnızlaştırdığını söylüyor. (Toffler, 1981; 413)
Bu yalnızlık içinde artık iletişimden değil, yalıtımdan söz etmenin zamanıdır.
Aslında her birimiz için son derece tanıdık olan yalıtımın farklı şekillerde
kullanımını, Irvan Yalom üç tipe ayırarak anlatıyor; Kişilerarası,
Kişinin Kendi İçinde ve Varoluşsal Yalıtım. (Yalom, 1999;556)
Kişilerarası yalıtım; genellikle yalnızlık olarak yaşanır, kişilerden uzak
olmayı ifade eder. Birçok faktörün işlevidir; coğrafik yalıtım, uygun sosyal
becerilerin eksikliği, yalanlıkla ilgili çatışmalı duygular veya doyurucu
sosyal etkileşime engel olan kişilik tarzı. Yakınlığı destekleyen kurumlardaki
(geniş aile, komşuluk, din kurumlan, yerli dükkanlar, aile doktoru) azalma,
kişilerarası yalıtımı, karşı konulmaz biçimde artırmıştır.
Kişinin Kendi İçindeki Yalıtım; Bu mekanizmada hoş olmayan bir
yaşantı duygudan arındırılır ve çağrışım bağlantıları bozulur, böylece sıradan
düşünce sürecinden soyutlanır.
Varoluşsal Yalıtım; Bireyler sık sık başkalarından ve kendi
parçalarından soyutlanırlar, fakat bu ayrılmaların altında varoluşa ait temel
bir yalıtım yatmaktadır.
Varoluşsal yalıtım, insanın kendisi ve başka biri arasındaki kapatılamayan
uçuruma gönderme yapmaktadır. Varoluşsal yalıtım, pek çok giriş yolu olan
yalnızlık vadisidir.
Derin yalnızlık, insanın kendini yaratma hareketinin yapısında vardır. Kendinin
farkında olmayla lanetlenen insanoğlu, varoluşa maruz kalmak zorundadır. (Yalom, 1999:560-563)
Erich Fromm ise yalıtımın temel anksiyete (kaygı) kaynağı olduğuna inanır.
Heiddegger e göre kaygı, bu boşlukla tanışmış ve yüzleşmiş insanın ruh halidir.
(Deren, 1999; 101)
Kaygının diğer düşünürü Kierkegaard ise, "dünyada yalnız, Tanrı
tarafından unutulmuş, bu koskoca hanedeki milyonlar ve milyonlar arasında
atlanmış olma olasılığının tasan her insanın derinlerinden bir yerde yaşar.
Kişi, arkadaş ya da akrabalıkla bağlı bir kalabalığa bakarak, tasasını uzakta
bir yerde saklı tutar, ne var ki tasa hala oradadır ve bütün bunlar
(kendisinden) alınsa nasıl hissedeceğini düşünmek bile istemez "der. (Aktaran:
Deren, 1999:102)
Medya, bireyi önce kişilerarası iletişimin insan sıcağından çıkardı. İnsan
insana iletişimden boşalan zamanlara, medya taşındı. Ancak medya ile geçirilen
zamanlar, tüketim anı birlikteliği, omuz omuza iken şenlikliydi. Şimdi ise tüketim
anının yalnızlığı, yalıtılmışlığı kaygıyı beraberinde getirdi.
Varoluşsal kaygı, uygarlaşmanın sonucu olarak ortaya çıktığı kadar,
giderek onun bedeli de olmakta ve insanın derin özünü meydana getirmektedir.
Süregiden kaygıları onu zehirlemekte, kirletmekte. Kaygı, sahnenin tamamını
kaplamış esas öge olunca; başrole çıkabilmek için kendini ikiye bölmeye razı
olan insan, tekrar tekleşmekte ve ruhunun derinliklerinde bedenden arınarak,
rüyalarına kaçmaktadır.
Kaygı, düşe doğru kaçışa neden olmakta, düşler çoğu maddileşerek uygarlığı
daha da katmerlendirmekte ve düşe kaçış daha da aranılır hale gelmektedir. Bu
sarmal beden ile ruhun bölünmesinden de beter bir düş-gerçek bölünmesini varoluşun
bir unsuru haline getirmekte ve insan düşlerinin işlevinde anı, elinde
bulunan, sahip olduğu yegane gerçekliği ıskalamakta veya anı sıkılarak yaşamakta;
ya ürettiği mitik geçmişin, ya da ürettiği düşsel geleceğin hayalini anın
gerçeğine tercih etmekte ve sonuçta gerçekten gittikçe koparak düşe teslim olmaktadır.
(Kılıçbay, 1999; 126-127)
Bu teslimiyette, Atilla Atalay'ın deyimiyle, "Yalnızlık
Aletleri"ne ihtiyacımız var. Medya, hem yalnızlığımızı, yalıtım ortamına
geçişimizi yoğunlaştırıyor, hem de çıkış için yine kendisine dönmemizi buyuruyor.
Zaten tüm çıkışlar tutulmuş artık.
Yalnızlığın, kaygı uyandırıcılığın iletişimle ilgili temel kaynakları;
kişilerarası iletişimin ortadan kalkması, iletişimin tek yönlü hale gelerek,
bir ileti sağanağına dönüşmesi, iletilerin tüketimi anında fiziksel olarak
yalnızlaşma ve enformasyonun bütünsel bir bilinç yaratma olanağını ortadan
kaldırmasıdır. (Özkök, 1985; 337-340)
Yalnızlığın, yalıtımın ve kaygının getirdiği boğulma hissini
(Jacoby,1996;19) paylaşanların sayısı arttıkça, yalnızlık vadisinden, duygu
ötesi topluma (Mestrovic,1999) geçiş yapacağız. Genç Werther’in varoluşun
acılarının bakışına yansıdığı anlardaki gibi, beynin boşalmış enerjisinin
gözlere yansıyan duygusuzluğunu taşıyacağız.
Yeni binyılda bizi bekleyen içsel tehlikeler uç vermeye başladı. Belki de,
Cappola'nın filmi Apocalypse Now'ı (1979) (Şimdi Kıyamet) yaşıyoruz ve iç
dünyamızda kıyametler kopuyor.
Yararlanılan Kaynaklar
Calvino, Italo(1994), Amerika Dersleri, Çeviren; Kemal Atalay, Can
Yayınları, İstanbul.
Fiske, John (1996), İletişim Çalışmalarına Giriş, Çeviren;
Süleyman İrvan,Ark Yayınları, Ankara.
Yalom Irvan (1999), Varoluşçu Psikoterapi, Çeviren; Zeliha
İyidoğan Babayiğit, Kabala Yayınları, İstanbul
Deren, Seçil, Angst ve Ölümlülük:, Doğu Batı Dergisi, Yıl: 2, Sayı:
6, Şubat, Mart, Nisan 1999, Ankara.
Kılıçbay, Mehmet Ali, Uygarlığın Ödülü Olarak Kaygı, Doğu Batı
Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan 1999, Ankara Özkök, Ertuğrul,
(1985), Kitlelerin Çözülüşü, Tan Yayınları, Ankara.
Jacoby ,Russell (1996), Belliğini Yitiren Toplum, Çeviren: Hakan
Atalay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
Mestrovic, Stjepan, (1999), Duygu Ötesi Toplum, Çeviren: Abdullah
Yılmaz, Aynntı Yayınları, İstanbul
Hensley, Dennis, (1998), Millennium Approaches, Avon Book, Neıv York. Toffler,
Alvin (1981), Üçüncü Dalga, Çeviren: Ali Seden, Altın Kitaplar, İstanbul.
Goethe, Johann Wolfgang, (1992), Genç Werther’in Acılan, Çeviren:
Nihat Ülner, öteki Yayınları, Ankara.
Sh: 53-59
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
GÜLÜN ADI: AMERİKAN GÜZELİ
İtalya'da Bologna Üniversitesi'nde öğretim üyesi, semiolog, tarihçi,
filozof, estetikçi, Orta Çağ uzmanı ve James Joyes üzerine derin araştırmalar
yapmış çok yönlü bir bilimadamı olan Umberto
Eco'nun 1980'de yayınlanan ilk romanı Gülün Adı, bugüne kadar 20'yi aşkın dile
çevrildi, tüm dünyada olağanüstü bir ilgi uyandırdı. Eco'yu
dünyaya tanıttı. Kitabının ilk baskısından üç yıl sonra Eco Alfabeta'nın
Haziran 1983 de yayınlanan 49'uncu sayısında, çeşitli ülkelerden okurların
kendisine yönelttikleri soruları yanıtlarken, kitabın adına da değinir.
Gerçekten de, ilk anda şaşırtıcı ipucu vermeyen Eco'nun "Açık
Yapıt" özelliklerini hatırlatan bir ad, "Gülün Adı". Eco,
romanın, "yorum üreten bir makine" olduğunu, ama bir romanın ille de
bir adı olması gerektiğini belirterek, bu adı, kendisine, 12. yüzyılda yaşamış
bir Benedikten olan Bemardo Lorliacense'nin bir dizesinin esinlediğini anlatır.
Bir rastlantı sonucu bulduğu bu adı niçin seçtiğini Eco şu sözcüklerle dile
getiriyor; "Çünkü gül simgesel bir şeydir ve öylesine anlamlarla
yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı yoktur; gizemlidir ve bir gül, güllerin
yaşantılarını yaşamıştır. Bir zamanlar ünlü kentler, güzel prensesler her şey
hiçe dönüşür, yitip giden bütün nesnelerden elimizde sadece adlan kalır."
2000 yılı Oscar törenlerinin, 5 Oscar kazanarak, (en iyi film, en iyi
yönetmen, en iyi erkek oyuncu, en iyi özgün senaryo, en iyi görüntü yönetmeni)
yıldızı olan Sam Mendes'in yönettiği "Amerikan Güzeli" de sadece
gülün adı. Amerikalıların kan kırmızı güle verdikleri bir isim sadece. Gül,
filmin afişinde ve öykü içinde görsel şiirselliği sürdürme gibi görevleri de
üstlenmiş.
Eco'nun romanı içindeki öykülemenin mekanı, olan manastır da yanarak yok
olduğu için geriye sadece adı kalır. Yokluğu, ya da yok oluşu manastırı daha da
ünlü, efsanevi kılar. Eco romanını Postille (Sonrası) adlı bir şiirin altılı
dizesi ile bitirir;
Sen ki ey gül, çayırda kızarıp kurumlanıyorsun Kıpkırmızı, bürünmüş allara
kır, şen ve hoş ama mutsuz olacaksın nice güzel olsan da
Bu dizeler, "Amerikan Güzeli”nin de bir film olarak, çözümlemesine ya
da okunmasına yardım ediyor. Filmin Amerikan yaşam tarzını simgeleyen yapısına
ışık tutuyor. Çünkü bu yaşam stili dünyada pek çok kişi için "en
güzel" olsa da içindekileri hep mutsuz ediyor.
Filmde röntgenci komşu çocuğunu canlandıran Ricky'nin üçüncü gözü gibi
kullandığı video kamerasına takılan görüntülerden biri olan, rüzgarda kurumuş
yapraklarla dönerek uçuşan bir plastik torba, gösterge olarak temel mesajı
üstleniyor.
Ricky, bu görüntüyü "hayatın anlamı" olarak yorumluyor ve plastik
torbanın da içinde uçuştuğu mini girdap için "benimle dans ediyor"
diyor. Ricky, böylece doğalın içindeki yapaylığın kendi yaşamı olduğunu
anlatıyor. Ricky'nin kamerasındaki görüntüde, girdap içinde uçuşan sadece
yapraklar olsa, her şey doğal akışında gidiyor izlenimi bırakacak. Ancak
plastik torba, doğanın kendi içindeki bu oyununun aktörleri olan yapraklara
uyum sağlayamıyor. Yapraklar aynı anda birliktelik içinde yükselip
alçalırken, plastik atık torba, uyumu bozuyor, görüntü estetiğini ortadan
kaldırıyor. Ancak yine de bu estetik görüntünün içindeymiş gibi yapıyor. Tıpkı
Ricky'nin babasının, annesinin, kız arkadaşının, kız arkadaşının annesinin
yaptığı gibi. Özelde Ricky'nin, genelde senaryodaki tüm karakterlerin yaşamı bu
görüntüde saklı; doğal akış içindeki yapay yaşamlar. Filmde herkes" mış
gibi" yaşıyor. Ricky, babasına itaat ediyormuş gibi, Ricky'nin babası
Hitler kalıntılarından yeniden yapılandırılmış bir maço erkek karakterine
dönüştürülmüş gibi. Annete Bennig, ailesine eşine bağlı, başarılı ve mutlu bir
kadınmış gibi.
Öyküdeki tek doğal karakter (Lester) Kevin Spacey. Yaşamlarını sistemin
kurallarına göre kurgulayıp oynayan bu insanlar içinde, tek göründüğü gibi
olan, sistemin önerdiği ve yücelttiği kurgusallığı reddeden karakter Spacey.
Erich Fromm, "Modern dünyada, insanın kişilik pazarında ne
sattığı oynadığı rol konusundaki yeteneğince belirlenir. Bu rolün ardında ne
türden bir kişinin bulunduğu hiç sorun değildir. Çünkü kişi, pazarda
sağladıklarıyla ilgilenmektedir." der. Fromm, bu rollerin
sonrasının insanda bir boşluk yarattığından söz ediyor. Spacey de bunu ilk yaşayanlardan
oluyor. Kurgudan boşaldığı andan itibaren sistemin kendisinden beklediği ve
karşılığında da "Amerikan Yaşamı”nın görkemini sunduğu her türlü rolden
sıyrılıyor ve kendi oluyor. İlk olarak bu yaşamı kendisine sağlayan işinden
ayrılıyor, daha sonra statüsü ve yaşına uygun olmayan bir otomobil satın
alıyor ve eşinin çok değer verdiği, ev dekorasyonunu zengin kılan yan
göstergelerden, pahalı İtalyan kumaşı kaplı koltuğunda, her an dökülerek, leke
bırakacağı tehlikesini(!) gözardı ederek, şampanya içiyor. Kurgudan kaçışını,
kutluyor.
"Bütün bunlar aslında, modernleşmenin hızlı temposuna bir tepki,
gündelik şimdinin, her şeyi girdap gibi içine çeken boş uzamından dışarı çıkma
ve bir zaman ile bellek duygusu talep etme çabası"*. Öyküleme içinde
karakterler gündelik yaşamları ile karşımıza çıksalar bile kişisel
tarihleriyle ön plandalar. Kişisel tarihleri ise sistemin, "Gündelik
hayatları nasıl yoksullaştırdığının" ortak paydasında birleşiyor. Bu
ortaklığın dışına kayarak gündelik yaşamından başlayıp, geri kalan yaşamını da
basit sarmalın dışında, sisteme aykırı olarak sürdürmek isteyen Spacey'e
cezası, sistemin bekçisi Hitler artığınca veriliyor. Ancak onun cinayet senaryosunu
ise gelecekte bu kurgunun içinde olmayı sürdürecek gençler, ailelerin çocukları
hazırlıyor.
Spacey nin ölüm sahnesindeki gülüşü ise yönetmen Mendes'in tiyatro
yönetmenliğinden gelişi ile açıklanabilir. Çünkü, bu teatral yapı, Dante'nin
İlahi Komedya sında Cennet’in 21. kantosunun dizelerinde Beatrice'in ölümünü
aktaran bölümü anımsatıyor.
Dante 24 yaşında ölen sevgilisini göğün en yüksek katında görüyor. Her yeni
göğe yükseldiğinde güzelliği artan Beatrice'in öncülüğünde, tüm gökleri
çevreleyen, birbiri içine geçmiş göklerden geçerler. Yıldızların üzerinde salt
ışıktan oluşan göğün en yüksek katı Arşı ala vardır. Dante yükselen
bir ışık ırmağı ve bir sürü melek görür, Tanrı'nın sevgili kullarının
ruhlarının basamak basamak dizilerek oluşturduğu kutsal gülü görür. Ucu görülmeyen
Kutsal Gül üzerlerini örter. Tam o sırada Beatrice onu son bir gülümseme ve son
bir bakışla terk eder. Beatrice'in bir anda Gülün üst katlarına çıkması,
gülümsemenin ve bakışın o denli kısa, öylesine kaçamak olması, yüzünü bir daha
geri çevirmemek üzere sonsuz kaynağa döndürmesi ile, Dante'nin yüreğinde tüm
dünyanın kabuğu tutuşur. Dante'nin içi Cehenneme dönerken, Beatrice Cennete
gider.7
Spacey’nin de neredeyse izleyiciyi rahatlatan, ölüm anındaki gülümsemesi,
Beatrice’in Cennet'e gidişini muştulayan gülümsemesiyle eş anlamı kazanıyor.
Tüm dünyanın "cennet bir yaşam" olarak tanıdığı Amerikan yaşam
tarzını, yani cehennemi, yaşayanlara bırakarak, Spacey de cennete gidiyor.
Sonuçta "Amerikan Güzeli” sadece bir gülün adı. Tıpkı Amerikan günlük
yaşamının çekiciliği gibi cezbedici. Fakat çekiciliğini, çarpıcılığım borçlu olduğu
kırmızı rengini, sistemin içinde yok ettiği bireylerin hayat suyundan alıyor.
Geriye ise sadece adı kalıyor.
Kaynaklar
Umberto Eco, Gülün Adı, Can Yayınları, Çeviren: Şadan
Karadeniz, 10.Baskı, İstanbul 1999, ss. 17-21
Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, Çeviren: Necla Arat, Say Yayınları,
İstanbul, 1991, s.83
Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anılan, Çeviren: Kemal Atakan, Metis
Yayınları, İstanbul 1999,s .43.
Henri Lefebvre, Modem Dünyada Gündelik Hayat, Çeviren: Işın
Gürbüz, Metis Yayınları, İstanbul, 1999, ss.40-43.
Jorge Luis Borges, Dantevari Denemeler, Shakespeare'in
Belleği, Çeviren: Peral Bayaz Charum, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999,
ss. 65-69
Sh: 107-112
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
SİNEMADA MODELLEME TEORİSİ
Dünyamızı artık, Alvin Toffler’in yaklaşımı ile Üçüncü Dalga toplumunun
bireyleri yönetiyor. Kitle İletişim Araçları sayesinde bilgi ve imgeler
çevremizi hızla sarıyor. Güç, bilgiyi elinde tutanların, kitle iletişim
araçlarını yönetenlerin tekelinde.
Batıda ünlü ekonomi dergilerinin her yıl yaptıkları “Dünyanın En
Zenginleri” ya da “ABD’nin En Zenginleri” sıralamasında listenin ilk sıralarını
medya zenginleri alıyor. “Ünlü Forbes Dergisi’nin en son düzenlediği ‘ABD’nin
en zengin 10 milyarderi’ listesindekilerin yedisinin serveti, ya kitle
iletişiminden, ya iletişimden ya da bilgisayarlardan gelmektedir.”
Güç değişimi, bilgi yönünde yeni bir döngü kazanmakta. Bunu dünyada ilk
fark eden ulus Japonlar olduğundan, bugün Japonya değişik bir ‘Ekonomik
Çıkartmayı’ Hollywood’a yapıyor. Bilgiye yön vermek için kitle iletişim
araçlarının yönetimine gelmek gerekiyor. Bunun için Japon firmaları, ekonomik
güçlerini, Hollywood’a akıtıyor. Bilgiye yön vermek için kitle iletişim
araçlarının yönetimine gelmek gerekiyor. Bunun için Japon firmaları, ekonomik
güçlerini, Hollywood’un, simgeler dünyasının yönetimini ele geçirmekle
pekiştiriyorlar. “Sony firması, Columbia Film Şirketini 5 milyar dolara satın alıp,
Hollywood’un en geniş film kütüphanesini ele geçirdiğinde (Bu arada ‘Rıhtımlar
Üzerinde’, ‘Casus Lawrence’, ‘Kramer Kramer’e Karşı’, gibi kaliteli filmlerin
yanı sıra, 220 sinema salonuyla 23.000 TV dizisini ele geçirdi) gösteri sanayi
kökünden sarsılmıştı.”
Sony firması ayrıca Hollywood’un firma ismi, ses ve film yıldızı Barbara
Streisand ile de milyonlarca dolarlık bir sözleşme yaparak sanatçıyı kendisine
bağımlı hale getirdi. Böylece, Japonların dünyaya hayaller imal edip süren
Hollywood’dan sadece stüdyolar satın almakla kalmayacakları anlaşılıyor.
Kitle iletişim araçları, bilgi, aynı zamanda imge satarak, yayarak toplumun
motivasyon potansiyelini yönlendirme hakkını ellerinde tutuyor. İzleyici hiç
farkına varmadan, kitle iletişim araçlarından yayılan bilgilerle, başka
toplumların, başka kültürlerin, hayat standartları, yaşam biçimleri,
birbirleriyle ilişkileri, davranış kalıplan, sosyal sorunları ve tüketim
alanları konusunda bilgilerle donanıyor.
TV programları, reklamlar ve sinema filmlerinde gösterinin, dramanın yanı
sıra bir de bilinç altı bilgilenme bölgesi vardır. Konunun, verilen mesajın özü
olmasa da yan mesajcıkları vardır, bu bilgi bombardımanında.
“Bu katmanda, geri plan ayrıntılar yer alır. Manzara, otomobiller, sokak
sahneleri, mimari yapı, telefonlar, telesekreter makinaları. Ayrıca da pek az
farkına varılan davranış biçimleri. Örneğin, kahramanın bir kafeye girip
oturunca, garson kadınla arasında geçen konuşmalar, bilerek kapsama alman
içeriğin tersine, bu bilmeyerek verilen ayrıntılar çoğu zaman günlük hayat
gerçeklerini bize asıl yansıtan bölümdür. Buna ek olarak en vahşi polisiye
filmler bile o sıra geçerli olan modaya, sekse, dine, paraya ve politikaya
dönük popüler tutumları iletmektedir. İzleyici bunların hiçbirini görmezlikten
gelmez ve unutmaz. Hepsi zihnin bir bölümünde kişinin dünya hakkındaki genel
bilgi bankasının parçası haline gelir. Kendimizi genellikle parçalı ve
kaleidoskopik bir imgeler kasırgasıyla karşı karşıya bulmaktayız.” Yan
mesajların oluşturduğu imgeler kasırgası bizi modellemeye doğru götürmektedir.
Birey bazına indirgediğimizde modelleme kişide bir hedef yaratır. Bunu
bilgilenme, yoğunlaşma, strateji oluşturma ve son olarak eylem tamamlar.
“Kişilerin belirli bir sonucu üretmek için tam ve kesin olarak neler yaptığının
açığa çıkartılmasına modelleme diyoruz.”
Bu tanım çerçevesinde baktığımız zaman sinema filmleri yarattıkları
karakterlerle modellemeyi en kolay yoldan izleyiciye veriyorlar. Sanatların düzenlenişi
içinde ele aldığımızda da “sinema gerçek insanlarca taklit edilen ‘gerçek
hareket' olarak sınıflandırılıyor”
Diğer bir deyişle sinemanın yarattığı bu yarı gerçeklik içinde, bize gelen
modellerden etkilenmemek mümkün değil. Bir zamanlar James Dean’in asiliği,
İngrid Bergman ve Rita Hayward’ın gizemli hareketlerinde yatan büyüksellikleri,
hep toplum için yeni modellerdi.
Modellemenin bireyin iç iletişimindeki önemi yeni anlaşılmaktadır. “Bütün
büyük kaşifler, yeni bir şey bulabilmek için diğerlerinin keşiflerini
modellemişlerdir. Her çocuk çevresindeki dünyayı modeller. Çevremizi nasıl
algıladığımız dünyaya ilişkin görüş ve modellerimiz belirler. Tanıdığımız
kişilerden, kitaplardan filmlerden, TV’den dünyaya ilişkin bir imaj oluşturur
ve dünyada nelerin mümkün olduğunu belirleriz. ‘Ölüm Tacirleri’ filminde,
Kamboçya Savaşının tahribi ve korkunç kaosun tam ortasında yaşayan 12-13
yaşlarında bir çocuğun bulunduğu bir sahne vardı. İleri derecede hayal
kırıklığına uğramış bu çocuk, elindeki makinalı tüfekle bililerine ateş
ediyordu. Bir çocuk böyle şeyler yapacak duruma nasıl gelir? Birincisi o kadar
çok hayal kırıklığına uğramıştır ki, kişiliğinin derinliklerinde yatan korkunç
şiddet arzusuna ulaşabilecek duruma gelmiştir. İkincisi öyle bir kültürün
içinde yaşamaktadır ki, savaş içine işlemiş ve makinalı tüfek ile etrafı tahrip
etmek ona normal davranış olarak görünmeye başlamıştır. Sonuçta başkalarının
böyle yaptığını görerek, onlar gibi davranmaya kalkmıştır.”
Kamboçyalı çocuk, modelleme davranışının sinema içindeki en güzel
örneklerinden biridir. Sinema sahnesinde yaratılan kişiler, zamanla kendilerine
biçilen karakterin mesaj taşıyıcıları olur ve görüntüleri ile etkilenmeye
başlarlar. Sylvester Stallone, yarattığı “Rambo” modelinin seyirci üzerindeki
etkisinden, kendi görüntüsü üzerindeki olumsuzluklarından sıyrılmak için komedi
filmlerine yönelmeye başladı ve modellemesini değiştirdi.
Kitle iletişim araçları ve özellikle de sinema filmlerinin yarattığı yoğun
duygulanımdan gelen etki, modellemeden kaynaklanıyor. Duyguların harekete
geçirilmesiyle güdelemeye hazırlanma olan etki, sinema salonunda çok daha
fazla. Seyirci iki saat boyunca gerçeğin dünyasından imgeler dünyasına
geçiyor, hem de görsel işitsel olarak tam bir tecrit içinde verilen mesaj m
içine girerek.
Bilgi ve imgelerin ele geçirilmesinin yarattığı güç buradan geliyor. Sinema
perdesinde kitlenin tüketimine, daha çok benimsemesine sunulan her model, bir
duygusal mesaj da taşıyor ki, bunlar arasında en tehlikelisi şiddettir.
“İletişim araçları, yaşamlarını sürdürebilmek için heyecan verici çeşitli
olaylara gereksinim duyarlar. Bu bakımdan, şiddet onların yaşamsal gıdası
gibidir. Kitle iletişim araçları tarafından iletilen dolaylı bilgilerin büyük
kısmı görüntülüdür ve bizim olayları sanki oradaymışız gibi algılamamızı
sağlar. Görüntüler olayların aslının aynı birer kopyası gibidirler. Bu yüzden
de şiddetin öğrendiğimiz ve hayal ettiğimiz kadarı önem kazanıyor”. Stallone, nasıl bir “Rambo” modeli ile
şiddeti çağrıştırıyorsa. Arnold Schwarzeneger Terminatör’ ile aynı etkiyi
yaratıyor. Michael Douglas ise “Temel İçgüdü”'de bu kez sekste şiddeti
modelliyor.
Pekiyi, seyirci kitlesi bu modelleri nasıl yorumluyor, kendi hayal
dünyasında?
Tabii ki, tehlikeli davranışları gerekçelendiren bu yapımlar, seyircinin
yaşama bakışını değiştirmekte. Sevgi artık seks için gerekli, sekste zevk
vermek için şiddet içermeli.
Bu yıl sinema dünyasına kazandırılmasının 50. yılı nedeniyle ABD’de pek çok
sinema salonunda bir kez daha oynatılan, TV kanallarında tekrar tekrar
hatırlanan “Casablanca”daki Ingrid Bergman ile Humphrey Bogartin simgeselleşmiş
sevgi dolu sarılmalarının yerini, 1992 lerin baş sinema yapıtlarında, şiddet
içeren sözde sevgi sahneleri alıyor.
Düş dünyamızın patronları, bize sevgiyi, gerçek sevgiyi modellemek için
sadece iki ayının başrolünü oynadığı “Ayı” filmini, “Bu bir sevgi filmidir”
tanıtım sloganıyla bırakıyorlar. Yumuşacık, sıcak, şefkat ve güvenlik veren
sevgiyi modellememiz için 2000’li yıllarda sevginin dünyasına model olarak
sadece “Ayı” filmi kalacak.
Yararlanılan Kaynaklar
Alvin Toffler, Yeni Güçler, Yeni Şoklar, Altın Kitaplar, İstanbul, 1992, ss.39.
Anthony Robbins, Sınırsız Güç İnkılap Kitabevi, İstanbul 1992.
Christopher Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik, Pay el Yayınevi,
İstanbul, 1988, ss.197.
Robbins, A.g.e., ss.37-75.
Yves Michaud, Şiddet, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, ss.54.
Sh: 113-118
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
GERÇEĞİN İTME, ÇİZGİ ROMANIN ÇEKME GÜCÜ- (Düş Tembelleri)
Çocukluk günlerimizin masal saatleri, artık mutlu aile filmlerinde, uyku
öncesine sıkıştırılmış zamanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Anne ya da babanın dizinin sıcaklığında dinlediğimiz masallar, düş
dünyamızda nasıl da simgeler bırakırdı. Masal kitapları araşma serpiştirilmiş
“Çizmeli Kedi”nin kurnaz bakışı, “Pamuk Prenses”in masum güzelliği, “Kurbağa Prens”in
nilüfer yapraklan üzerindeki tacı, masal süresince hayallerimizde
hareketlenir, kurgulandırdı.
“Onlar ermiş muradına...” diye başlayan, masalın sona erdiğini,
düşlerimizi artık kurgulamamıza gerek kalmadığını belirten cümle, yavaş yavaş
masal ortamından, gerçek yaşama geçmemiz gerektiğini hatırlatırdı.
Masallar hiç bitmesin, anne babamızın sıcaklığım hep yanı başımızda
hissedelim ister, “bir tane daha” diye tuttururduk. Belki de o masallar nedeniyle,
“hayatımın hangi dönemine tekrar yaşamak isterim?” diye kendimi sınadığımda,
hep çocukluğumu geri isterken yakalanırım.. Gerçeklerin algılanamadığı,
düşlerin etkisinde yaşanan çocukluğun sorumsuz, sorunsuzluğu tüm çekiciliği ile
geri gelip, yaşanan zaman dilimini, geçmişimizin anılarına dolu dizgin götürür.
“Kırık At”ın öyküsü, üzerinde salınacağım bir oyuncak ata sahip olma
isteğimi nasıl da tutuşturmuştu. Sonra “Ayşegül” serisi okuma kitapları.
“Canlı Alfabe”deki Ali ile Ayşe’nin hem okumayı öğreten, hem de çevremizdeki
renkliliği sayfalara taşıyan resimleri, düş dünyamızın kapılarından
giriverirdi.
“Teksas” ve “Tommiks” ile tanıştığımızda ise çocukluktan ilk gençlik
dönemine geçiş sürecindeydik. Adeta hayal gücümüzü canlandırmada, Jules Verne
ile dönüşümlü olarak devreye giriyorlardı. Yaşanılan zamanı, mekanı unutturmada
düş kurarak, düşünmeyi öğrenmeye hazırlamada en yakın dostlarımız oldular.
TV hayatımızın günlük akışı içinde hızla yer almaya başlayınca bu kez
düşlerimize rehber olan masallar, okuma kitapları ve macera romanlarına yüz
vermez olduk. Çünkü, Pamuk Prenses’i, Yedi Cüceler ile hayalimizde
kurgulamamıza gerek yoktu. Ekranda zaten hareket halindeydiler. Artık “Düş
Tembelleri” olma yolundaydık. Hazır bilgi, hazır düşünce hazır düşler
dünyasındaydık. “Yürüme koş”, “Hızlı ye”, Hızlı tüket” ve “Düş kurma, kurguyu
seyret”, mesajlarını alıyoruz çevremizden.
Jorge Luis Borges’ın “Düşsel Varlıklar Kitabında, bir bölümü mitolojiden geliştirilmiş,
yaklaşık 120 düş ürünü varlığın hikayesiyle karşılaşıyoruz. J. Borges’in
babasının kütüphanesinde bulup tutkun olduğu “Binbir Gece Masallarında,
Şehrazat, masallarıyla tüm kadınlara düşman olan hükümdarın kalbini kazandığı
gibi, yeni masal kutusu TV’de, beşikten mezara herkesin
kişisel dünyasını aldı.
Düşlere, masallara hep ihtiyaç duyduk. İngilizlerin Charles Dickens’ı
(1812-1870) ise neredeyse döneminin Şehrazat’ıydı. Dickens, 1835’de iki ciltlik
“Sketches by Boz” (Bozun Skeçleri)ni fasikül halinde yayınladı. “Postanın
geleceği günler okuyucular hiçbir zaman evlerinde oturup, postacının paketler halinde
‘Boz’un yeni çıkan mavi fasiküllerini getirmesini bekleyemezlerdi. Hepsi
yaşlısı, genci her ay belirli günde, iki fersah yol katedip postayı karşılamaya
koşuyorlardı: Sırf fasiküllerini bir an önce alabilmek için. Ve daha evlerine
dönerken okumaya başlıyorlardı. Biri ötekinin omuzunun üzerinde, gözlerini o
ünlü sayfalara dikmiş. Bir kısmı yüksek sesle okuyor ve yalnızca en iyi kalpli
olanları, ganimetlerini karılarına ve çocuklarına bir an önce ulaştırabilmek
için tabana kuvvet koşuyordu. Dickens, eserlerini yüksek sesle halka okumaya karar
verdiği, böylece okuyucuları ile ilk defa karşı karşıya geldiği zaman,
İngiltere’nin altı üstüne gelmiş, halk salonlara hücum etmiş ve her yer tıklım
tıklım dolmuştu. Dickens’in hayranlarının bir kısmı sütunlara tırmanmış, bir
kısmı ise sırf o kadar sevdikleri yazarın sesini işitebilmek için, sürünerek
kürsünün altına girmeye çalışmıştı. Amerika’da kışın en dondurucu soğuğunda,
insanlar gişelerin önünde evlerinden getirdikleri şiltelerin üzerinde
uyumuşlardı. Büyük salonlar küçük gelmiş ve Brooklyn’de yazara, konferans
salonu olarak, bir kilise verilmişti. Vaiz kürsünün üzerinden Oliver Twist’in
ve küçük Nell'in serüvenlerini okumuştu.”
Roman Polanksi'nin son filmlerinden Bitter Moon’da (Acı Ay) bir sahnede, yapıtın
özetini veren, “Sıkıcı bir yolculuğu keyifli geçirmek için fantezilere
ihtiyacımız var” cümlesi, aynı zamanda insanların bazen uzun, bazen de kısa bir
yolculuk olan yaşamda, düşlere gereksinim duyduklarını aktarıyordu.
Dickens da yıllar öncesinin masalcısı olarak kitleleri peşinden
sürüklemişti. Yazdıklarını seslendiren Dickens’in eserleri, günümüzde
defalarca TV dizisi olarak kurgulandı, canlandırıldı. Bu kez izleyici
kitlelerini görsel işitsel olarak etkisi altına aldı. Onlara hayali beyninde kurgulamadan,
ekranda görmenin kolaycılığım gösterdi.
Gerçeğin karabasanından kurtulmaya çabalamanın başlangıcını, masallar
oluşturuyordu. Çağlar öncesinden günümüze gelen mitolojik anlatılar, efsaneler,
ya da adı ne olursa olsun hepsi insanın hayal ürünü olan ancak amacı,
gerçekliği durdurarak hayale geçit veren bu çabalara görsellik, teknolojik
gelişme ile birlikte girdi.
Dr. Joachim Koch, “Dünya illüzyonlarla
oynamaktan başka bir şey değildir. Kendinizi, bu gerçeklikten daha fazlası
var diyeceğiniz noktadan asla kurtaramayacaksınız. O yüzden yaşamın formülünü
not ediniz. Çok basit ama sizin yanı başınızda yaşanması en güç şey;
(gerçeklik + illüzyon = gerçek gerçeklik). Bu, varolmuş, varolan ve varolacak
olan bütün gerçeklikleri, bütün gerçekliklerden önce, sonra veya aynı anda
yapılacak bütün illüzyonlarla birlikte, gerçekliğin bir tek gerçek formülü
demek anlamına gelir. Eğer bakışınızı gerçekliklere yöneltirseniz, gerçek
gerçekliğiniz illüzyonsuz kalacak” diyor,
Gerçek ile hayalin birbirini tamamladığı bir dünya ile çevriliyiz.
Yaratılmış illüzyonlar bize gerçekliği hatırlatıyor. Ya da illüzyonları tercih
edip, gerçekle burun buruna gelmekten sürekli kaçar duruma geliyoruz. Ama
hayallerle ancak gerçeğe ulaşabiliyoruz, onu algılayabiliyoruz. İllüzyon
olmasa gerçekliği fark edemeyeceğiz.
Bir de bakıyoruz ki, teknoloji bize masalları artık medya ile sunuyor.
Anne-babanın büyük annelerin, dedelerin masal anlatan seslerinin yerini
TV’deki görüntüler alıyor. Dickens’ın sesi ekranda görüntü olarak kalkıp
geliyor. Medya görsel çarpıcılığı, sesin kişiyi mesajın içine alan yapısını
kullanarak destekliyor. Buna da, yaşam yolculuğunun ilk basamakları çocuklukta
başlıyor. Nintendolar, Sega’lar yeni hayal ticaretinin teknolojiden yararlandırılmış
son halkaları.
Çok değil, 10-15 yıl önce, çocuklar, sokak aralarında “dekmancılık”
oynarlardı. Oyuncak tabancalarla “öldün, seni öldürdüm” haykırışları arasında,
enerjilerini boşaltmanın bir yoluydu oyunun hızı. Ancak 19901ı yıllara
geldiğimizde, çocuklar sokak aralan yerine ekranlarda bu oyunu gerçekleştiriyorlar.
Bir çeşit etkileşimli (interactive) çizgi film olan Segalar ve Nintendolar
çocuğun boş zaman aktivitelerini, giderek bir tutku derecesinde kaplıyor.
Etkileşimli olmaları, yani verilen komuta göre hareket etmeleri, bu
oyunların çizgi filmlerden en büyük farklılıkları. Aynı zamanda da etkileyici
yönleri. Bu elektronik oyunların pazar paylarının hızla büyümesi de
üreticileri hızlandırıyor. Örneğin son olarak, piyasaya sürülen ‘Sonic
Hedgehog’ (Oklu Kirpi) henüz bir yaşında bir çizgi film karakteri. Kısa sürede
üreticisine 1.5 trilyon lira kazandırmayı başarmış. Ninja
Kaplumbağaları, Simpson Ailesi, hep bu etkileşimli çizgi filmlerin çekici
karakter oyuncuları. Bir yaşındaki ‘Oklu Kirpi’ ile bilgisayar
ekranında oynamayı seven, sadece küçükler değil. Dünyaca ünlü, büyük büyük
adamlar da ‘Oklu Kirpi’ ile dost olmuşlar. ABD’nin eski Başkanı George Bush,
Körfez Savaşı’nın efsanevi ismi General Norman Schwarzkopf, Humeyni tarafından
başına ödül konan yazar Salman Rushdie, bu isimlerden birkaçını oluşturuyor.
Medyaya ayırdığımız süre arttıkça, gerçekten kaçışımız da hızlanıyor. Bu hızı
da etkileşimli çizgi film kahramanlarında buluyoruz. Sanki Alvin Toffler’in
ünlü eseri “Şok”ta sözünü ettiği ‘hız ve geçicilik’ kuralını, şimdi etkileşimli
çizgi film kahramanlarının, hayal dünyasına girerek yaşıyoruz.
Matt Groennig’in yarattığı ABD doğumlu ama tüm dünyada “İşte Bizim Aile”
diye izlenen çizgi film Simpsonlar da günlük hayat rutinimizdeki gerçeğimizi,
illüzyonlarla tıpkı bir ayna gibi tekrar bize geri yansıtıyor. “Simpsonlar,
‘Sokaktaki Adam’ ya da sade vatandaş denilen insanlardan. Zaten isimleri de
“Simple” (Sade) sözcüğünü çağrıştırıyor. George Bush ve Cumhuriyetçiler
Simpsonlar’dan 1980’li yılların egemen değerlerine karşı çıktıkları için hoşlanmıyorlar.
Ama sadece ABD’de değil, gösterildiği her ülkede Simpson severlerin sayısı
hızla yükseliyor. Çünkü herkes kendinden bir parçanın yansımasını, bu çizgi
ailede görüyor ve rahatlıyor. Galiba ailelerin büyük çoğunluğu Simpsonlar gibi.
İnsanı deli eden, ama kendimizi onları sevmekten alıkoyamadığımız insanlar.
Sevecen, agresif, cömert, bencil. “Benim ailem de Simpsonlar gibiydi” diyor,
yaratıcıları Matt Groennig.
Groennig’in burada yakaladığı tema yine aynı, hayatın gerçeğini
illüzyonlarla karmalayarak, bize kendimizi göreceğimiz bir ayna sunuyor.
Böylece daha iyi anlıyoruz, güzel çirkin herkesin ayna karşısında geçirdiği
saatlere neden hiç acımadığını. Her vitrinde, her otomobil camında yansıyan
aksimize nasıl bir göz atmadan geçip gidemediğimizi. Ayna yansıyan görüntümüzü
nasıl ki, makyajla, son moda giysilerle çevremize görünmek istediğimiz
şekilde, değiştirerek kendi gerçeğimizden kaçarsak, bize benzeyen illüzyonlara
da tutkun olarak, onlarla bir çeşit ortaklık kuruyoruz. Onlar bizim yerimize
karar verip, düşünüyor, hızla hareket ediyorlar biz de koltuğumuzda
rahatlıyoruz. İşte hayal ile gerçeğin bütünleşmesini böylece yaşıyoruz.
TV kanallarında yıllardır gösterilen “Bizimkiler” adlı dizi neden en fazla
izleyici çeken yapıt, hiç düşündünüz mü? Bu dizide milyonları ekran karşısına
toplayan sadece ayna etkisinin çekim gücüdür. Toplumun her kesiminden birileri
ekranda aynen bizim gibi yaşıyor. Aynı bizim düşündüklerimizi birbirlerine
söylüyor. Dizi film, seyirciye ayna tutuyor ve rahatlatıyor.
Tüm veriler gösteriyor ki, çizgi 20001i yılların egemen sanat dalı olacak.
Çizgi filmlere talep hızla artıyor. “Avrupa
televizyonlarında programlardaki çizgi film süreleri 1992’de toplam 29 bin 200
saate fırladı. Artık, bilgisayar tekniğine dayanan bu sanat dalı, 21’inci
yüzyılda öyle bir egemenlik kuracak ki, kimse eline fırça almayacak.” Bilgisayar,
fırçanın rötuşlarını, tuşlara taşıyacak.
Şöyle bir baktığımızda görüyoruz ki, çizgi film kahramanları beyaz perde ve
televizyon ekranlarını yavaş yavaş ele geçiriyorlar. Çizgi film kahramanları, ünlü aktörlere açıkça meydan
okuyorlar. “Çizgi film üreten ve bunları ihraç eden ülkelerin başında Japonya
geliyor. Japonya piyasada bulunan çizgi filmlerin, yüzde 56.6’sım üretiyor.
Yüzde 22.5’i AB ülkelerinde, yüzde 20.9’u ise ABD’de üretilip, dünya piyasasına
sunuluyor. Çizgi film piyasasında, yılda yaklaşık 1.8 milyar ABD doları ciro
yapılıyor. Çizgi film üretiminde filmin bir dakikası 10-15 bin dolara mal
oluyor.” Çizgi film (animasyon) dünyasının en önemli ismi Walt Disney’i ve
kahramanlarını da burada anmadan geçemeyeceğiz. “Walter Disney, 1901 Şikago
doğumlu. Çizgi hikaye ve çizgi filmlerin yaşamış en büyük ismi. Miki Fare’nin,
Vakvak Amca’nın, Varyemezin, Küçük Domuzlar in yaratıcısı. Pamuk Prenses ve
Yedi Cüceler, Pinokyo, Bambi, Kül Kedisi, Dumbo, Alice Harikalar Diyarında
çizgi filmlerinin yapımcısı. Enerjik kahramanlarını serüvenleri her hafta
50’yi aşkın ülkede, 18 ayrı dilde, milyonlarca okur kitlesi tarafından
izleniyor. Sevimli karakterlerine yalnız hikaye ve filmlerde değil, gece
lambalarından, gömleklere, afişlerden, çıkartmalara kadar her yerde rastlamak
mümkün. Kısacası yaşamımızın her boyutuna girmiş Disney.”*
Evlilik, hayatın bir gerçeğidir. Ancak verdiği mutluluk nedeniyle hayal
edilen bir gerçekliktir. İşte bir İngiliz çift de, evlilik mekanı olarak hayal
beldesi, Florida’daki ‘Disney World’u seçmiş. Laura Browne ile Robble Carter
mutluluklarını, gözlemci ortaklar başta Mickey Mouse olmak üzere, diğer Disney
kahramanları ile paylaşmışlar, gerçek düğün davetlileri yerine.
Oscar heykelciliğini de alan “Güzel ve Çirkin” adlı çizgi film, bütün
zamanların en çok video kaseti satılan filmi oldu. (Bu sıralama sadece çizgi
filmler arasında değil, bütün filmler dahil) “Güzel ve Çirkin” 20 milyon kaset
satışıyla 50 yıllık Fantazya’yı 14 milyonda bıraktı. Üçüncüsü ise yine bir
çizgi film, 101 Dalmaçyalı. 13.4 milyon kaset sattı. Çizgi fılmler dünyada en
çok satılan filmlerde ilk üç sırayı alıyor. Çizgi film dışında en çok satan
film, ancak dördüncü sırayı 12 milyonla alabilen E.T. oldu.
Videoya başvuranlar çoğunlukla kurgusallığı, çizgi filmin masal ortamında
yaşamak istiyor. Rakamlar da bu isteğin bir göstergesini oluşturuyor. İçinde
yaşanılan gerçekten her zaman için masalın, hayalin, rüya ile karışık ortamı
baskın çıkıyor.
Günlük gazetelerde okuduğumuz haberler, TV’den izlediğimiz diziler,
filmler, savaşlar, cesetler, kan artık yavaş yavaş drama ile gerçeği karıştırmamıza
neden oluyor. Hazır çorba, hazır yemek, hızlı yaşam derken gerçeğin nerede
başlayıp, hayalin ya da oyunlaştırılmış kurgulanmış görüntülerin nerede
bittiğini kestiremez haldeyiz. Hayallerimiz hazır, düşüncelerimiz de öyle,
Bireyden bir katkıya gerek yok. Sadece tepkilerimiz ve tepkisizliğimizle
önemliyiz.
Teknoloji bize, kalıp hayaller veriyor, karşılığında da seyreden, gerçeğin
hızına hayalinin ufkunu oturtamayan bireyler oluşturuyor.
Miami’de, 210 genç kafadarın çıkardığı bir gazete,
sürekli hayal ürünü haberler hazırlayarak, kısa sürede 1 milyon tirajı
yakalıyor. Bu gençler, gerçekle hayalin sınırını karıştırmış günümüz insanına
sadece istediğini verdiği için başarılı.
Bilim adamları da gerçek üstü çalışmalar için araştırmaya zaman ve para
harcamaktan çekinmiyorlar. Uzaydaki yaratık araştırmaları için, 10 yıllık bir
program dahilinde 100 milyon dolar harcamayı planlıyorlar. Yaratıkların
keşfinin hayali bile, uğruna harcanan zaman ve paranın büyüklüğünü
unutturuyor. Anthony Robbins, “Sınırsız Güç” adlı eserinde “İşinizi oyuna
çevirin böylece sonsuz bir tatile çıkarsınız hem de stressiz yaşarsınız” diyor.
Acaba hepimiz içgüdüsel olarak yaşamımızın stresini, gerçekleri oyunlaştırarak
ya da oyunlaştırılmış imajlara sığınarak mı yok ediyoruz? Günlük hayatın
rutini içindeki gerçeklerden ancak medyanın hayal dünyasıyla çıkabiliyoruz.
Yaşamın yakalanamayan artı değerlerini hazır hayallerin avuntusuyla unutuyoruz.
Bir de, hayallerin mesajlarını çözümlemek kolay da gerçeğinkiler biraz
düşünmek istiyor. O da bize zor geliyor.
Ülkemizde bir özel TV kanalında yayınlanan, amacı genç kız ve erkekleri
birbirleriyle bir yarışma ortamında tanıştırarak, bir günlüğüne de olsa, farklı
bir atmosfer yaşatmak olan, bir yarışma programının perde arkasında yaşanan bir
diyalog, insanlarımızın gerçek ile kurgu hayali nasıl karıştırdıklarını gösteriyor.
Yarışmaya annesiyle gelen bir genç kız seçilemeyince annesi, teselli etmek
yerine, “Bak yine evde kaldın” diye söylenip, kızcağızı hoyratça çekiştiriyor.
Yine bir başka TV yarışmasında, kurgunun içine yerleştirilen bir parodi
var. Yarışmanın her bölümünde kayınvalidesinden dert yanan sunucu, bu kez
sözde seti basan kayınvalidesinden, izleyiciler önünde dayak yiyor.
Yarışmacılardan bir hanım ise bu olay karşısında hafif bir şaşkınlık geçirerek
sunucuya, “Evladım ama sen de kadının üzerine çok fazla gittin” diyebilecek
kadar drama ile gerçeğin smınnı algılayamaz duruma geldiğini gösteriyor.
Bir dönem ekranlarda izlediğimiz “Doktorlar” dizisinde rol alan
sanatçılara, hastalığını yazıp, reçete isteyen izleyicilerde de, aynı karmaşa
söz konusu.
Gerçek ile kurgunun iç içe girmesi ve insanın bunların ayırdına
varamamasının çok daha çarpıcı bir örneğini Brezilya’nın ünlü beyaz
dizilerinden biri olan “Vücut ve Ruh” dizisindeki rol arkadaşları yaşadı.
Dizinin başrol oyuncularından 22 yaşındaki Daniela Prez, dizideki sevgilisi
rolünde olan 23 yaşındaki Guilherme de Padua’nın senaryo gereği başkasını
(kurgusal olarak)/sevmesine katlanamamıştı. Çünkü senaryodaki
rol ile hayattaki gerçeğin örgüsü birbirine karışmıştı.
Daha üst düzeyde bir hayal gerçek karmaşası 1992 yılında, ABD eski Başkan
Yardımcısı Dan Quayle sayesinde yaşandı. CBS tarafından çekimi yapılan ve
başrol oyuncusu Candice Bergen’in, evlilik dışı bebek dünyaya getiren,
televizyon muhabiri bir ‘solo anne’yi canlandırdığı dizi. Murphy Brown, eski
Başkan Yardımcısı Quayle’i çok kızdırdı. Quayle, “Aile, toplumun temelidir.
Murphy’nin solo annelik kararı, babaların önemini hiçe sayıyor ve yeni bir
yaşam tarzı olarak lanse ediliyor.” diye dizide canlandırılan karaktere
şiddetle çattı. Daha da ileri giden Quayle olayı bir seçim malzemesi haline
getirdi. ABD günlerce Murphy Brown’ı ve bebeğini konuştu. Yine aynı tuzak
işlemişti. Bu kez bir Başkan Yardımcısı hayal ile gerçeğin içinden çıkamaz
hale gelmişti.
Haftalık mizah gazetesi Hıbır’da yaratıcısı Atilla Atalay olan düşsel
kahraman Eray’ın, okuyucusu ile kurduğu ilişki birçok gerçek köşe yazarını
imrendirecek nitelikte. “Atalay’ın masasında duran telesekreter sürekli mesaj
kaydediyor. Türkiye’nin her yerinden Eray’a mesaj bırakılıyor. Hatta Singapur’dan,
Pakistan’dan, Brezilya, Hollanda, İngiltere, İsviçre ve Rusya’dan Eray’a kart
yollayan bile var. Bu yoğun ilgi Atalay’ın masasının arkasındaki dosyaları
doldurmuş. Tipik okuyucu mektupları koleksiyonu değil bunlar. İçlerinde sadece
mektup yok. Eray için defterler dolduranlardan tutun da çıktığı dağ gezisinde
onun için gökten kopardığı yıldızı zarfa koyup gönderene kadar her şey var
Eray’ın “Sevgi Galerisi’nde”
Bir hayal ürünü kahramana verdiğimiz ilgi ve sevgiyi çoğu zaman
yalanlarımızdan sakınırken, gerçekten kopuşumuzu somutlaştıran, kesinleştiren
bu kaçışa pupa yelken koşuyoruz.
Masallar rüyaya bir geçiş dönemi hazırlığıdır. Uykunun zeminini hazırlar.
Günde yaklaşık 10 saat çalışıp 6 saat TV veya diğer medya ile ilgilenip 8 saat
uyuyoruz.
Yaşamımızın bu düzenlenişi içinde en çok zaman verdiğimiz bölüm mü
gerçeğimiz oluyor? Medya ve uyku toplamına baktığımızda 14 saat. Masal nasıl
ki uyku öncesi hazırlığı ise medya da, kendimizi uykunun kollarına bırakmadan
önceki zamanlarımızı alıyor. O zaman medyada mesajın kurgulanmasının
masallardan esinlenmesi son derece doğal.
Tekrar gerçeğin sorgusuna geçersek, uykunun içini dolduran bir başka iç
iletişim şekli, rüyaların, tüm ilginç özelliklerine rağmen şunu belirtmek gerekir
ki; “Eğer rüya görüyorsak,
bu rüya yüzde yüz gerçektir ve uyanık halimizin gerçekleri tam olarak
geçerlidir. Rüyada ‘sanki imiş’ gibi durumlar yoktur. Rüya, gerçek bir
yaşayıştır”. Bir adım daha ileriye giderek şunu da sorabiliriz. Gerçek nedir? Rüyada gördüklerimizin
gerçek olmadıklarım ama uyanık iken gördüklerimizin gerçek olduğunu nasıl iddia
edebiliriz? Bu sorunu bir Çin şairi şöyle açıklıyor: “Geçen gece rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Ama
şimdi bir kelebek olduğunu düşünen bir insan mı ya da insan olduğunu düşünen
bir kelebek mi olduğumu kestiremiyorum” Rüyalarımız hayatın bir
gerçeği ise günümüz insanını uykuya hazırlayan medyanın içerdiği veriler de
gerçeğin uzantısı, dolayısıyla hayal ürünü, kurgulanmış görüntüler, verilerle
yaşamımıza giren medya da gerçeğimizi kolaylaştıran fantezi ortamını sunuyor.
Biz de bu sunumdaki masalımsı çekiciliğin yörüngesine giriyoruz. Hayatımızı
kolaylaştırıyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar
Jorge Luis Borges, Düşsel Varlıklar Kitabı, Çeviren: Bora
Komçez, Mitos Yayınevi, İstanbul,1992.
Binbir Gece Masalları, Çeviren: Alim Şerif Onaran, Afa Yayınları, İstanbul,
1992.
Stefan Zweig, Dünya Fikir Mimarları. Cilt 2. Çeviren: Ayda
Yörükan, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1991, ss. 347-49.
Dr Joachim Koch. Gerçekliğin Yayılması ya da İllüzyonlarla Oynama,
Sinematek Aylık Haber Bülteni, İstanbul, Aralık 1992.
The Guardian, Londra 24 Kasım 1992.
Ekonomi Politika Dergisi, 27 Aralık 2 Ocak 1993 Sayı:5, İstanbul, ss. 36.
Hürriyet Gazetesi, İstanbul, 17 Kasım 1992.
Hürriyet Gazetesi, İstanbul 12 Ocak 1993.
Ve Sinema Dergisi, Kültür Emperyalizminin Sevimli Ajanı, Sayı: 7, Mart 1989, Hil
Yayınları, İstanbul, ss.20.
Milliyet Gazetesi, İstanbul, 1 Ocak 1993.
Sh: 119-131
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
SATILIK GERÇEK HEDİYESİ ŞİDDET
Enformasyon toplumunda kişileri, günlük yaşamında işine yarasın,
yaramasın, sürekli enformasyon ile donatma eğiliminde olan medyanın yarattığı
tüketim odaklı yaşam biçimine "popüler kültür" diyoruz. Sürekli
tükettirmek zorunda olan meydanın başlıca görevi bireyin bilincini ele
geçirmek.
Oysa medya, eğitme, bilgilendirme ve sonra da eğlendirmeyi hedef alan
mesajlar vermeli. Günümüzde ise eğlendirme ön plana geçti. Çünkü medya kâr
etmek durumunda. Mesajlarını kolayca tüketecek kitleyi arayan medyanın ilk
yaptığı da tüketicilerini eğlendirmek oluyor.
Eğlenmek, gönüllü olarak kişinin zamanının harcayabildiği eylemle
gerçekleşir. Bu eylem, medyamız TV veya sinema ise seyretmek, gazete, dergi
kitap ise okumak ya da bakmak, radyo ise dinlemek oluyor.
Kişi eğlenirken, ağırlıklı olarak duygularını kullandığından düşünmeyi geri
plana iter. Oliver Stone'un "Katil Doğanlar " filminde TV programcısı
"Seyircilerin kafalarındaki boşluğu dolduralım" diye çırpınarak,
program malzemelerini bulmaya çalışan muhabirlere yükleniyordu. Tüketicinin,
seyircinin kafasındaki boşluk aşırı eğlendirilmeye alışmış, düşünmekten
uzaklaştırılmış olmaktan kaynaklanıyor.
Buraya kadar, medyanın istediklerine bir göz atalım; para kazanacak, bunun
için eğlendirecek, eğlendirirken de duygulandıracak (ya güldürecek, ya
ağlatacak, ya da nefret ettirecek) medya bugüne kadar eğlendirirken, sürekli
kurguyu kullandı. Şimdi denemesi gereken ise çarpıcı olmalı. Bunun için bir
değişim gerekir. "Kurgunun olmadığı salt gerçeği satışa çıkarmak"
Satılık Gerçek
Medya olarak, bizden aldığı zamanın fazlalığı nedeniyle TV'yi incelersek,
bir kanalın yayın saati içindeki "bu bir gerçektir" diyerek sunduğu
programlar şunlar: "Haberler, haber programlar, reality showlar, talk
showlar, açık oturumlar, spor karşılaşmaları ve spor programları".
24 Eylül 1994 tarihinde 4 TV kanalını, TRT 1, ATV, Show TV ve Star’ı ele
alarak, gerçeği verdikleri iddiasındaki programların genel yayın saati içindeki
yüzdesini hesapladık. Gerçeğin söz konusu kanallarda, genel yayın içinde yüzde
20 ile yüzde 5'lik bir bölümü kapsadığını gösterdi.
Bu programların izlenme oranlarının yüksekliği her birinin prime TV
kanallarında yer almalarıyla ispatlanmış oluyor. İzleyici fazlalığı reklam
geliri artışını da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla gerçeği verenler,
karşılığında kurguyu verenlere oranla daha fazla gelir elde ediyorlar.
Kısacası, gerçek önce mesaj pazarında azaltılıyor, sonra da fiyatı yükseltilerek
satılıyor. Çünkü ekonomi kurallarına göre pazarda az bulunanın her zaman fiyatı
yüksek olur.
Gerçeğin satıldığı gibi aracıların da olayların kahramanlarının sırtından
büyük paralar kazandığı
ABD'de ise aracı payı, gerçeğin fiyatını artırıyor. Olayı ilk bulan medya
organizasyonu yayın haklarını da satın alıp, daha sonra diğer medya organizasyonlarına
satışım-dağıtımmı yapıyor.*
Gerçeği satan programlar içinde reality showları, Türkçe'ye çevirirsek
"Gerçeğin Gösterileri"ni incelemeye aldık. Toplam 207 yetişkin üzerinde,
15 Ocak15 Şubat 1994 tarihleri arasında İstanbul'da tesadüfi örnekleme
yöntemiyle bir alan araştırması yaptık.
Reality showların TV'de izlenen diğer programlarla benzerliğini
sorduğumuzda deneklerin yüzde 55.5'i "şiddet filmleri" yanıtını
verdi. Bu yanıt, izleyicinin söz konusu yapımlardaki ana temayı çözdüğünü
gösteriyordu. Programların üzerlerindeki etkisi sorulduğunda da deneklerin
yanıtları şöyle sıralanıyordu:
"Mutsuz ve karamsar oluyorum (yüzde 33.3), kanlı ve moral bozucu
görüntülerde zapping yapıyorum (yüzde 25), bir film gibi izliyorum (yüzde
10.6), kötülere karşı nefretle doluyorum ve onları yok etmek istiyorum( yüzde
9.6), bunlar hayatın gerçekleri deyip zevkle izliyorum (yüzde 5.7), uykumu
olumsuz etkiliyor (yüzde 3.8) etkilenmiyorum (yüzde 12).’’
Şiddet Ekip Yeni Programlar Biçmek
Olumsuz etkilenmelerde öncelik mutsuz ve karamsar olanlardaydı. İkinci
sırada programdan kaçarak, olumsuz etkilenmelere çözüm getirenler geliyordu.
Bir film gibi izlediklerini söyleyenler ise bu kez gördüklerinin kurgu olduğunu
düşünerek, kötü etkilenmelerden kendilerini koruyorlar, gerçekten böylece
kaçıyorlardı.
Olumsuz etkilenmenin kişiden çevresine doğru yayıldığı halkayı ise yüzde
9.6'lık oranla "kötülere karşı nefretle doluyorum, onları yok etmek istiyorum"
yanıtı ortaya koyuyordu. Çünkü reality showlarda, şiddet filmlerinden farklı
bir etkilenme söz konusu. Şiddet filminde senaryo öyle kurgulanır ki,
haksızlığa neden olan kişi veya kişiler filmin son 3-5 dakikasında feci şekilde
cezalarını bulurlar. Film süresince nefretle dolan seyirci, kötüler cezalandırılınca
rahatlamış olarak sinemayı terk eder. Ayrıca "kötüler cezalar mı
bulurlar" mesajı da gerçek yaşamda kendisine kötülük edenlere karşı kişiyi
yumuşatır. Kişi, kötülerin de cezalarını bir gün bulacaklarına inanmanın
rahatlığını yaşar.
Oysa reality showlarda olayların oluşum sürecinde haksızlığa uğrayan
çoğunlukla, hayatını kaybedenler, artık hak arama konumunda olamayanlardır.
Pek çok olayın suçlusu yakalanamamış, yakalansa da bu kez adalet mekanizması
içinde cezası henüz verilmemiştir. Gerçeğin gösterilerinde kötüler cezalarım
bulurken, seyirci görmüyor, göremiyor. Bu nedenle, nefretle öfkeyle dolan
seyircinin şiddeti önce kendine yöneliyor, mutsuzlaşıyor, uyku düzeni
bozuluyor. En dikkat çekici olanı da cezayı kendisi vermek istiyor. Nefretle
dolan kişi, potansiyel bir şiddet uygulayıcısı durumuna geçiyor ve bazen de
şiddeti yalan çevresine uygulayabiliyor. İşte böylece reality showlar için yeni
program konularına malzeme hazırlama döngüsü oluşuyor.
Et ve kanın getirdiği ölüm gerçeğini satan reality showlar şiddet ekip yeni
programlar biçiyorlar. Ancak bu hasat şiddet kültürünü doğurma sancılarını da
beraberinde getiriyor.
Yeni Saldırgan Tiplemesi
Araştırmamızda seyirci reality showlarda daha çok hangi konuların işlenmesi
gerektiğine yanıt verirken, neredeyse programın şablonunu tekrar çiziyor.
Seyircilerin yüzde 4l'i savaşı, yüzde 3l'i cinayet, tecavüz, intihar, yaralama
ve baskınları, yüzde 28'i de özel yaşamları seyretmek istiyor.
Böylece reality showlarla savaş, cinayet, tecavüz ve özel yaşam gibi
konulara ilgi duyan yeni bir izleyici tipi yaratılıyor. Her dört kelimenin
özünde ise insanın yaşamına ve cesedine bile tecavüz var. Bu da yeni bir
saldırgan seyirci tiplemesini getiriyor. Pasif saldırgan tanımlamasına giren
bu seyirci, savaşmıyor, savaşı seyrederken saldırganlaşıyor, tecavüz etmiyor
ancak suça seyrederek ortak oluyor, özel hayatlara da aynı şekilde izleyerek
saldırıda bulunuyor.
Sharon Stone un William Baldwin ile başrolünü paylaştığı Sliver adlı
filmde, bir gökdelenin miras yoluyla sahibi olan genç adam, kiraya verdiği her
daireyi elektronik sistemlerle gözetleyerek, aile ilişkilerinde suçlu bulduğu
kişileri öldürerek cezalandırıyor. Kendi yalnızlığım, ailesizliğini evlerini
gözetlediği ailelerle paylaşıyor, gözetleyerek kendisine elektronik tanrı
rolünü veriyor ve kötüyü de cezalandırarak görevini yapıyor. Film, reality
showlarla uç veren, seyrederek saldıran, yeni saldırgan tipinin daha ileri
örneğini gözler önüne seriyor.
Araştırmamız çerçevesinde, deneklere bu tür programlan “niçin
izlediklerini” sorduğumuzda da yeni saldırgan tiplemesine katkıda bulunan
eğlence faktörü tekrar ortaya çıktı. Bu soruyu yanıtlayanların yüzde 46.6'’sı
bilgilenme, yüzde 42.8'i gerçekleri görme, yüzde 8'i daha iyi program
olmadığından, yüzde 2.8 i de eğlenmek için izlediğini açıkladı. Buradaki
eğlence unsuru ise et ve kandı. Ortaya çıkan yeni izleyici tiplemesi medyanın
genel mesajından kaçmıyor, sonuçta eğleniyor. Ancak bu kez eğlence malzemesi
insana ait et ve kan oluyor.
Et ve Kan İle Eğlence
Ülkemizdeki reality showların ilki ve izlenme oranı en yüksek olanı
"Sıcağı Sıcağına" fakültemiz öğrencilerinden Murat Caner ve İhsan
Önder tarafından Kasım-Aralık 1993 tarihlerinde dört hafta izlemeye alındı.
Programda ele alman haberlerin dökümü, konu sınıflandırması yapıldı.
Dört haftada ekrana gelen 37 haberin 28 i cinayet, intihar, trafik kazası
ve uyuşturucu kullanımı sonucu ölümü konu alıyordu. Bu haberlerin yüzde
75.7'sinin ana teması ölümdü. Geriye kalan 9 haberin üçü yaralama, ikisi polis
operasyonu, diğerleri de hastalık, sakatlık, kayıp ve toplumsal sorunları ele
alan haberlerden oluşuyordu.
Haberlerin "ölüm"ü odak noktası olarak alması ve programın genel
kulvarının gerçeğin gösterisi olması, hayatın en büyük gerçeği olan ölümün bu
pazarda kullanımını ortaya koyuyor.
Görüldüğü gibi "Sıcağı Sıcağına" nın yayın stratejisi dehşet,
kan, cinayetler, intiharlar, üzücü hastalıklar ve ölümün her türlüsü olarak
özetlenebiliyordu. Programda bir de haber sıralaması var. En ilginç ve üzücü
olan haber en sona saklanıyor. "Flaş haber" denilen bu haber
izleyicinin ilgisini program sonuna kadar ayakta tutmak için sürekli
fragmanlarla hatırlatılıyor.
Ekrana Sıçrayan Kan ve Deterjan
Ortalama süresi 70-80 dakika olan program, reklamlarla 4 kez kesiliyor. Bir
programda ortalama 14 dakika reklam veriliyor. Dört haftalık izlenme süresinde
119 ürünün reklamı yapılıyor, bu ürünlerde 35 reklam ile ilk sırayı deterjan
ve şampuanlar alıyor. Bu da gösteriyor ki, reality showların psikolojik
etkisinden yararlananları deterjan ve şampuan üreticileri oluyor. İster istemez
akla şu soru geliyor: "Bu deterjan ve şampuanlar izleyicinin kirlenen bilincini
de temizler mi? "
Reality showlar, kitle gazeteciliğini yayın kimliği olarak belirlemiş
gazetelerin üçüncü sayfalarından görmeye alıştığımız polis, adliye
haberlerinin TV'ye yansımalarını ekranlara getiriyorlar. Örneğin, "32.
Gün", dış haber servislerinin haberlerinden oluşan gazete s ay faların m
TV formatına uyarlanmış halidir. Paparazzi programlan ise gazetelerin magazin
servislerinin, dedikodu haberlerinin TV'deki karşılığıdır.
"Reality Showlar, gerçekliğin olduğu gibi aktarımı ile gerçek
habercilik yaptıkları iddiasında olup da, yaşananları, ürkütücü, dehşet verici,
kan ve gözyaşı dolu kurgusal dramatize yöntemi ile seyirciye sunmanın, bu
yolla seyirciyi etkileyip, izleyici kitlesini, dolayısıyla reklam gelirlerini
arttırma kaygısının ötesine geçemeyen bu programlar, meta pazarlamasının
vahşet aşamasıdır. Müdavim haberleri, her türden sapıklık, psikopat cinayetler,
aile dramları, yangınlar ve felaketler olan reality showların pazarlama
yöntemi bu içeriğiyle, kamusal vicdan ve duygu sömürüsünü ilke edinmiş durumdadır.
Bu vicdan ve duygu sömürüsünün yanı sıra, faili meçhul cinayetler ve hırsızlık
gibi polisiye olayları üstle149 nerek mesleki transferlerini gerçekleştiren
showlar, söz konusu olaylara yaklaşım tarzlarının bir uzantısı olarak da
muhbirlik, ödül, hafiyelik ve insan avcılığını toplum içinde meşru ve yaygın
bir kurum haline getirmek gibi tehlike oluşturmaktadırlar. Tabi bütün bu
eğilimlerin bir tek nedeni var: İzleyici sayısı ve reklam gelirlerindeki
artış.”
Aynı zamanda da şiddete yeni modeller getiren reality showlar, şiddetin
haberlere de yansımasına ön ayak olmakta, haberciliğin kamusal önemini duygusal
eğlencelikleri ön plana çıkartarak yok etme sürecine getirmektedir. Çetin
Altan’ın deyimiyle, "beyinsel onurumuz"u yükselten bilimsel bir
başarının haberi kitle gazetesinin arka sayfasında üç sütuna ve iç sayfalarda
devam verilmeden sadece spot başlıklarla işlenirken, bir deli ile yapılan
haber, birinci sayfada iki sütuna ve haber sayfasından devam verilerek
yayınlanıyor. Aynı zamanda insanları çivileyerek öldürme yöntemini kullanan bu
delinin sistemi ayrıntılarıyla anlatılarak, delinin "Çivi bulamayınca
kalemle aynı işlemi yapabileceği" anlatımı, kendi cümleleriyle veriliyor.
Bu arada dikkat çekmek gerekir ki, çivici delinin kalemle göz oyarak öldürme
yöntemini, gerçeği pazara çıkartıp, şiddetle süsleyen eli kalemli medya daha
önce keşfetmiş, çünkü medyanın toplumun beynini boşaltma yöntemi de
"çivici deli"ninden pek farklı değil.
Bilgi Yoğun ve Duygu Yoğun Habercilik
Haber tarihsel süreç içinde önce gazetenin içeriğini oluşturuyordu. Şimdi
ise TV'nin de kullandığı malzeme oldu. Oysa TV eğlence programlarının
merkezinde ortaya çıkmış bir araç. Bu arada haberi de kullanıyor. Ancak aracın
eğlence unsuru ağırlıklı olması haberin içeriğinde ister istemez değişimlere
neden oluyor.
Bu çerçevede Robert Mc Neil’in TV haberleri tanımına bakalım: "Temel
fikir her şeyi kısa tutmak, kimsenin dikkatini dağıtmamak, ama onun yerine
varyeteyle, yeniliklerle, hareketle durmadan tahrik etmektir. Fazla dikkat ayırmanız
gerekmez. Bir haber programını denetlemenin koşullan, en iyi haberin bir
lokmalık olması. Karmaşıklıktan muhakkak kaçınılmalı, nüanslar atlanmalı,
düşüncenin yerini görsel uyaranlar almalı, doğru sözlülük bir anakronizm
olmalı."
Postman, TV haberciliğinde bilginin giderek azalmasını da şöyle
eleştiriyor: "Amerikalıların Batı dünyasında en iyi eğlenen ve büyük
olasılıkla en az bilgili halk olduğunu söyleyebiliriz. Bu saptamayı, TV'nin
dünyaya açılan bir pencere olarak, Amerikalıları bilgiye boğduğu şeklinde
yaygın inanışa rağmen yapıyorum. 'İran rehine krizi' adı verilen drama
sırasında İran’la yaşanan gerginliği ele alalım.
Yıllardan beri TV'de bundan daha aralıksız biçimde izlenen başka olay
olmadı. Bu durumda, Amerikalıların bu talihsiz olay hakkında bilinecek şeylerin
çoğundan haberdar olduklarını varsayabiliriz. Ve bu varsayımlarla şu soruyu
yöneltelim: Yüz Amerikalı içinde bir tanesi dahi, İranlıların hangi dili
konuştuğunu, Ayetullah kelimesinin ne demek olduğunu ya da neyi içerdiğini, İranlıların
dinsel inançlarının ilkelerinin ayrıntılarını, politik tarihlerinin ana
çizgilerini, Şah’ın kim olduğunu bilmediğini söylemek abartı olur mu? Burada
yaşanan süreç, TV’nin esasen dezenformasyon denebilecek bir enformasyon türü
yaratarak bilgilenmenin anlamında değişiklik yapmasıdır. Dezenformasyon,
yanıltıcı enformasyon, yani insanda bir şey hakkında bilgi sahibi olma
illüzyonu yaratan, insanı bilgilenmekten uzaklaştıran enformasyon demektir.
Haberler eğlence biçiminde paketlenince bu sonuç kaçınılmaz oluyor."
Postman, sözde enformasyon toplumunun, belki de önceki yüzyılların tüm
toplumlarından daha zayıf bir belleğe ve daha az tarih bilgisine sahip
olduğunu belirterek, nedenlerini şöyle sıralıyor:
"Bu durum sansürden dolayı ya da İskenderiye'deki kütüphanemizin
yanmış olmasından ötürü değil. Bu daha çok işittiklerimizi, gördüklerimizi ve
okuduklarımızı seçme olanağından yoksun bırakan bir haber bombardımanıyla karşı
karşıya kalmamızdan ileri geliyor. O kadar çok haber var ki günlük yaşamımızda,
adeta arka planda bir gürültü halini alıyor haberler. Her şey sanki buz üstüne
yazılmış yazı gibi. Geriye dönük düşünce tarzı neredeyse olanaksız. Yeni ve
hızlı olan her şey dikkatimizi uyandıracak ve şimdiki zamanı vurgulayarak
geçmişi silecek. Tarihsel değerlendirme ve muhakeme duygumuz ortadan
kalkmıştır.
Postman’ın dikkat çektiği gibi haberlerde bilgi yüzdesi azaldıkça yerini
duygusallık dolduruyor. Duygusal haber ise Gündüz Vassaf ın sözünü ettiği hızın
da etkisiyle bu kez tarihsel belleği olmayan verilerden öteye gitmiyor. Kalıcı
olan tek şey var, geçicilik. Haberlerin görüntülerinden etkileniyoruz, ya
sonra. Hepsini unutuyoruz. Çünkü yenileri geliyor. Eskiyi hafızanın
kaydetmesine gerek yok, zaten yer kalmıyor. Alvin Toffler'ın "hız ve
geçicilik" kuramı burada da geçerli oluyor. Haberler hızla geliyor ve hızla yerini
başkalarına bırakarak gidiyor. Sonuç büyük bir boşluk oluyor. Habercilerin de
görevi zaten bu: Boşluğu doldurmak.
Bilgi yoğun haber, tarih hafızası olan, verdiği bilgi kalıcı ve tam olan,
boşlukları bilgi ile donatılmış, kişinin zekâsına hitap eden, gerektiğinde günlük
yaşam sorunlarını çözebilmede ve düşünce üretmede kullanılabilen mesaj
tasarımıdır.
Duygu yoğun haber ise tarih hafızasına gerek olmayan, verileri anlık
duygulanımlara neden olan, (gülümseme, hayret etme, üzülme, nefret etme) kişinin
uzun ve kısa vadeli olarak karşılaşabileceği sorunları çözmekten uzak, sadece
aşırı duygulanımla, bulunan zaman dilimini ve mekânı bir süre için unutturan,
düşünce üretmeye katkısı olmayan, tasarımlanmasında, kolay anlaşılma, kolay
tüketilme kaygısı taşıyan mesajdır.
Duygu yoğun haberlerin kolay tüketilmesi de haber pazarında daha fazla
kullanımlarına neden olmaktadır. Reality showlar da duygu yoğun haberciliğin
türevlerinden biridir.
Katil Doğanlar ve Medya
Oliver Stone'un bu kez de reality showları kamerasına dolayıp üzerinde
toplumu bir kez daha düşünmeye ittiği "Katil Doğanlar" filminde,
olaylar örgüsü içinde katiller birer kahramana dönüştürülüyor. Katil Mickey ve
Mallory doğduklarından bu yana TV ile beraber oldukları için hoşgörülüyorlar.
Çünkü sadece yapıkları, önce çizgi romanlardan, sonra da TV'den öğrendikleri
şiddeti topluma uygulamak. Öyle ki, seyirci bir süre sonra katillerden
Mickey'yi isim benzerliğinin çağrışımıyla,
Disneyland'ın ünlü Miki Fare'si kadar sevimli bir kahraman olarak
görebiliyor !
Film bir anlamda, şiddet olaylarını en verimli haber kaynağı olarak gören,
renkli basın ve TV kanallarını eleştiren bir kara mizah. Film iki bölüme
ayrılmış: İlk bölümde, çılgın ve silahlı bir çiftin, batıda üç hafta süren
hareketli bir seyahat sırasında 52 kişiyi katletmeleri yer alıyor. İkinci
bölümde ise basının olaya el atması ve bir anda çılgın bir medya topluluğunun
olayların üstüne gitmesi işleniyor. Seri cinayetleri sayesinde ünlenen
katillerin sansasyon peşinde koşan medya tarafından nasıl birer ikon haline
getirildiği ve modern dünyanın bu konuda nasıl sorumsuz tavır takındığı
Stone'un üslûbu ile anlatılıyor"
Filmdeki siyah beyaza geri dönüşler ve aralıklarla 1960'larda TV’nin
ailenin oturma odasındaki tartışılmaz yeri ile katiller Mickey ve Mallory'nin
birer TV çocuğu olduğu ve bu medyanın verdiği şiddet yüklü mesajlarla
yetişerek bugüne geldiğini anlatan Stone, "Haberin değerinden çok,
ölümlü, felaketli, irkiltici yanlarını gözlere sokmakta ustalaşan ve rating
kaygısıyla her olayda kan, şiddet ve vahşet öğesini öne çıkaran TV
kanallarının, seri cinayetler işleyen katillerden daha suçlu olduğunu gözler
önüne seriyor."
Aksiyon hızını, saniyede değişen görüntü sayısıyla yakalayan ve rock ile
heavy metal müziklerle filmin fonuna 75 parçayı monte eden Oliver Stone, filmin
şiddet öğesinin hız ile geldiğini de ortaya koyuyor. Hareketin, canlılığın,
rengi kırmızı da, katillerin otomobillerinden, tişörtlerine, gözlüklerine kadar
taşınarak, şiddetin rengi olarak karşımıza çıkarılıyor.
Körfez Savaşı'nı ya da karısıyla aşığını öldüren, ünlü spor yıldızı O.J.
Simpson'ın yakalanışını naklen ekrana getirmeyi başaran medyaya, filmin kötü
adamı rolünü veren Oliver Stone, medyanın temsilcisi olarak da, katilleri
programına çıkartıp üne kavuşturan bir reality show muhabirini
kullanıyor. "Amerikan
Manyakları" adlı programın muhabir sunucusu olan gazeteci,
izleyiciye "bir insan değil muhabir" dedirtecek
kadar mesleğini yaparken insanlığa yabancılaşmış biridir. Şiddeti
pazarlayanların davranış kalıplarını ortaya koyarak, katillerden Mickey'yi
bulunduğu cezaevinde görüntüleyip, onunla röportaj yaparak, mesleğinde
heyecanın ve ünün doruğunu yaşar. Hapishanede patlak veren isyan karşısında ise
haberin içinde yaşıyor olmak tutkusu ile katillere yardım eder. Bu arada eline
aldığı tabanca ile o da isyana katılır ve Mickey tarafından "al sen bunu
daha iyi kullanırsın" diye tekrar mesleğinin demirbaşı, kamera eline
tutuşturulur. Sonuçta her filmde olduğu gibi kötü olan cezalandırılır. Bu kez
kötü olan medyadır ve medyayı temsil eden muhabir, kendi eseri olan Mickey ve
Mallory tarafından ölüme mahkum edilir.
Spartaküs'lere İhtiyaç Var
Şiddetin gerçekle karmalanıp eğlence olarak verilmesi, gladyatörleri
anımsatıyor. Gladyatörler bir çeşit köle idi. Efendilerini eğlendirmek için
yaşamlarını verirlerdi. Günümüzde BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi nin 4.
maddesinde "Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz. Kölelik ve köle
ticaretinin her türü yasaktır" deniliyor.
Kölelik en basit anlatımla, kişinin zamanını ve enerjisini efendisi için
harcamasıdır. Bu arada kişinin düşünmemesi, sadece uyması ve kabul etmesi
istenir. İyi bir köle düşünce özürlü olmayı ön şart olarak kabul eder. Bu şartı
medya bize uyguluyor. Çünkü reklama kiralanmış kişiler olarak bilincimiz medya
endüstrisinin eline geçmiş durumda.
Efendimiz için düşünmeden seyrediyor ve kabul ediyoruz.
Öyleyse rahatlıkla "medya kölesi" deyimini medyanın mesajlarını
bilinçsiz bir kabulle tüketenler için kullanabiliriz. Medya köleliğimizde tek
fark, tasarımlanmış mesajların rıza ile tükettirilmesi oluyor. Biraz
düşünebilsek karşı da çıkabileceğiz.
Tekrar dönelim gladyatörlere; gladyatör oyunlarında, rol alan oyuncular ya
da diğer bir deyişle kurbanlar, şiddetin dozunun ayarlanmasında ustaydılar.
Seyircilere herhangi bir zarar gelmesi önleniyordu ve heyecan/rahatlama,
kurguları, ödülleri ile gerçek bir eğlence gösterisi oluyordu.
Gladyatör oyunlarında, yaralanan ve ölen gladyatörler için seyircilerin
üzülmeleri gerekmezdi. Çünkü gladyatörler insan değil, arenada ölmek için
yaratılmış hayvan sayılırdı.
Oysa gladyatörlerin arasından çıkıp zincirlerini kıran Spartaküs,
"Bizi dövüşmeye zorluyorlar, fakat kendi hayatımız için değil de ölerek
onları eğlendirmemiz için, neden?" diye sorabilecek kadar insandı.
Temiz Habercilik
"Neden?" sorusunu sorabilen Amerikan halkı medyayı harekete
geçirebilmişe benziyor. Spartaküs'lerin sayısı çoğalınca ABD'de büyük TV
şirketlerinin yerel istasyonları, "temiz habercilik" dönemini
başlatıyorlar.
"Minneapolis, Sacramento ve Miami gibi kentlerden başlatılan
uygulamalara göre bundan böyle yerel haberlerde izleyiciye kurşunlanmış
cesetler, kanlı kaldırımlar, mavi ışıklan ıslak caddelere yansıyan ambulans görüntüsü
benzeri sahneler sunulmayacak. Yeni TV haberciliği konseptine göre, vahşet
haberlerinin yerini daha ayrıntılı incelemeler, toplumsal sorunlara dönük
araştırmalar alacak. Kirli görüntüler, ayıklanacak ve ekran temizlenecek. CBS'e
bağlı Minneapolis WCCO TV yetkililerinden Mark Hooper, habercilikte değişimin
nedenini, 'Halktan yoğun tepki alıyorduk. İnsanlar neden vahşet görüntüleri
içermeyen haberler veremediğimizi merak ediyordu. Artık değişiklik
yapmalıydık.' diye açıklıyor.
ABD "neden?" sorusunun adresini bulmuş ve karşılığında da varmak
istediği değişikliği medyaya yaptırıyor. Aynı demokratik yaklaşımın ülkemizde
de yaşanacağı günlerin gelmesini bekliyoruz.
Kaynaklar
(*). Türkçe çevirisindeki ‘gerçeğin gösterisi’ ismi bile bu programlarda bir mantık hatası
yapıldığını gösteriyor. Çünkü gerçek hiçbir zaman gösteriye çevrilemez.
Doğaldır, kurgu kabul etmez. Eğer kurgulanır, oynanırsa, artık gerçek özelliği
kalmamıştır.
US News and World Report,25 Haziran 1994.
Göksel Aymaz, Kitle İletişiminde Meta Seyri ve Reality
Stıoıv, Evrensel Kültür, İstanbul, Mart 1994.
Meltem Pusat, Türk Doktorun Büyük Başarısı, Sabah
Gazetesi,İstanbul 9 Ocak 1995
Elvan Feyzioğlu, Çivici Süleyman Çivileri Özlüyor, Milliyet
Gazetesi, İstanbul, 9 Ocak 1995.
Neil Postman, TV: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,
1994, s. 118
Postman, a.g.e, s. 119
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992,
ss. 84-88
Sinema Dergisi, İstanbul, 24 Aralık 1994.
Sungu Çapan, Şeytanınız Bol Olsun. Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul, 6 Ocak 1995.
(**). Spartaküs, Roma'ya karşı ayaklanan kölelerin lideriydi. Roma
nın yedek askerlerindendi. Ordudan kaçınca köle durumuna düştü ve gladyatör
olarak satıldı. M.Ö 73'te arkadaşlarıyla kaçtı. Özgürlüğe çağırdığı çok sayıda
köle de ona katıldı. Roma'ya karşı savaş açtı. Ordusu gittikçe büyüdü, 100 bin
kişiye ulaştı. Bu Roma da panik yarattı. Ancak Konsüllerle girdiği çatışmada öldü
ve ordusu dağıldı.
Nurçay Türkoğlu, Seyirlik Ölümler. Marmara İletişim Dergisi,
Sayı:2, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, İstanbul, Nisan 1995
Hürriyet Gazetesi, İstanbul, 11 Ocak 1995.
Sh: 143-158
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000,
İstanbul
ETKİLEME ENDÜSTRİSİNİN KANUN SİMSARLARI: LOBİCİLER VE LOBİCİLİK
ABD’nin başkenti Washington’ın en eski otellerinden biri olan ‘Llard Otel’
lobilerinde çalışan ABD eski başkanı Ulysses Grant’a (1870lerde) borçluyuz
lobicilik deyimini. 1816 yılında açılan Llard Otel’in müdavimlerinden olan
Başkan Grant, Beyaz Saray protokolünden sıkıldığında, bu ortamda yeterince
çalışamadığını düşünür ve rahatça işlerine konsantre olabilmek için bazı
günler bu otelin lobisine kaçarmış. Savaş kahramanı, asker kökenli bir başkan
olan Grant, böylece tüm formalite ilişkilerin çalışmalarını aksatmasından
kurtulur, her türlü resmiyetten uzak çalışırmış. Fakat Başkan’ın otelde olduğunu
haber alanlar, işlerini konuşmak için başkanın yanma lobiye gelirlermiş. Bu
kişilere önceleri “lobideki iş bitiriciler” denmeye başlamış ve zamanla bu
deyim “lobicilik”e dönüşmüş.
Lobicilik, ikna, inandırma ve tanıtma teknikleri uygulayarak, karar verme
mekanizmaları üzerinde baskı grubu oluşturma ve politik kararlan bir grubun
veya bir ülkenin lehine ya da aleyhine değiştirebilme becerisidir. Çeşitli
çıkar gruplan tarafından hükümet kararlarım etkilemeyi amaçlayan
faaliyetlerdir.
Kişilerin veya özel çıkar gruplarının, siyasal karar alma süreçlerini
etkilemek amacıyla başvurdukları özel girişimler olarak da tanımlanan lobiciliğin,
bir iletişim tekniği olarak doğum yeri ABD’dir. Lobiciliğin çeşitli yöntemleri
vardır. Lobiciler, kamu görevlilerine meclis komisyonlarında görüşünü anlatabilir,
evinde, bürosunda, ikna etmek için uğraşır, mektup yazıp, telefonla amaçlarına
ulaşmaya çabalarlar.
Lobiciler üzerinde çalıştıkları konuda, hiçbir şekilde yoruma meydan
bırakmayacak kadar açık ve doğru bilgi sahibidirler. Kanun yapıcılar için, kısa
belgeler, analizler ve taslaklar hazırlarlar. Hepsi aynı zamanda çok usta birer
halkla ilişkiler uzmanıdır. Konularında belli bir kamuoyu oluşturabilmek için
gereken her türlü halkla ilişkiler yöntemini uygulamayı bilirler. Eğitimlerine
ve meslek gruplarına baktığımızda, birçoğunun hukuk eğitimi gördüklerini ve
devlet yönetiminde görev aldıklarını görürüz. Ünlü eski siyasiler de bir süre
sonra isimlerini lobicilik alanında paraya çevirirler.
Lobicilik demokratik sistemin yasal bir bütünleyicisidir. Her ne kadar
halk, lobiciyi hızlı konuşan ve seçimle iş başına gelmiş kişilerin, büyük
şirketlerin veya ticari kuruluşların başındakilerin kolunu bükmek için ortaya
çıkmış biri olarak tanırsa da aslında gerçek çok farklıdır. Bugünün lobicisi
sakin konuşan biri olabilir, iyi eğitim almış, istatistik ve araştırma
raporlarıyla donanmış olabilir. Değişik gruplar için lobici olarak atanabilir.
Örneğin: Sierra Club, İçkili Araba kullanmaya Karşı Olan Anneler, Bebek Emziği
Üreticileri gibi.
Lobicilik yapan organizasyonlar, özel çıkar gözetirler. Çevreciler ve
diğer aktif gruplar, kendilerini halkın çıkan için çalışan gruplar olarak
adlandırırlar. Ama bu halkın, bu çıkarını kimin nasıl tanımladığına bağlıdır.
ABD’de Redwood Milli Parkı’nın yapılması için gerçekleştirilen zorlu oylamada
Sierra Club, bu parkın bölge sakinleri ve yerel hükümet için, sanayii
kuruluşlarından daha yararlı olacağını söyleyerek oy kazanmıştır. Kongre iki
tarafı dinledikten sonra, parkın yapılmasının halkın çıkarına olacağına karar
vermiştir. Aynı şekilde, mali güçlükler içinde bulunan Chrysler Şirketi için
yapılan bir oylamada, otomobil işçileri halkın çıkan için şirketin iflasından
yarar umulamayacağına Kongre’yi ikna etmişler ve Kongre de şirket lehine karar
vermiştir.
Birleşmiş Milletlerin, Irak’a karşı saldırıyı
tarihlemesinde en etkin rollerden birini üstlenen ve hazırladığı mizansenle,
Washington’daki Kuveyt büyükelçisinin 13 yaşındaki kızını Amerikan televizyonlarında, “Kuveyt’te Irak
askerleri yeni doğan bebekleri kuvözlerinden çıkarıp ölüme terk
ediyorlar” diye konuşturup, sözde Kuveyt’te yaşadıklarını gözyaşları
içinde anlattırarak, ABD’de olduğu gibi dünyada da Irak Devlet başkanı Saddam
Hüseyin’e karşı, önemli bir kamuoyunun oluşmasmı sağlayan “Hill and Knowlton”
adındaki ünlü lobi şirketidir.
Şirketin Washington bürosunda 20 yıldır uzman olarak çalışan Robert Gray,
“Lobicilik artık kafa tütsüleme veya yandaşlık işi değil” diyor. Lobici
Kongre’ye sizin tarafınızın diğerine kıyasla, daha faydalı olacağına dair
dürüst ve ikna edici doneler verir. Gray, 1980lerde lobiciliğin basit bir etki
simsarlığı olarak gösterilmesine tepki duyarak, üst kademe yöneticilerine
ulaşmak amacıyla, 1986 yılı 24 Nisanında New York Times’ta bunu reddeden bir
makale yayımladı. Gray’e göre, girişkenlik, lobicilik için kazanılmış en
gerekli hammaddedir. Fakat abartılarak, sanki sadece gerekli olan özellikmiş
gibi gösterilir. Sadece girişkenlikle hiçbir program tamamlanamaz, hiçbir boş
yer doldurulamaz. Özellikle lobicinin başarısı sadece bu özelliği ile garanti
edilemez.
Lobicinin güvenirlilik kazanması yıllar alır. Bir zamanlar bir yerde eski
bir yönetici olmak bunun için yeterli değildir. Karar vericilere yol gösterecek
yetenekte olmalıdırlar. Örneğin, zehirli atık konusunda karar verme yetkisinde
olanlar, hem çevrecilere, hem de endüstri yetkililerine başvurmak, onları
dinlemek zorundadır. Washington ayrıca Kongre dış yardım konusunda da oylama
yapacağında, diğer devletlerin durumlarını dikkate almalıdır.
Lobicilik ve Etkileme Gücü
Lobiciler aldıkları para karşılığında geniş halk kitlelerini, hükümet
yetkililerini etkilemek zorundadırlar. Reagan yönetimi sırasında Personel Şef
Yardımcısı olan Michael Deaver 1985 yılında görevinden istifa etti ve Halk
Sorunları Danışmanı adı altında lobiciliğe başladı. Birçok şirket ve hukuk
bürosu adına çalışmasının yanı sıra, Güney Kore, Singapur ve Meksika içinde
ticari lobi faaliyetlerinde bulundu. Ayrıca Amerikan endüstrisinin neden olduğu
asit yağmuruna karşı lobi faaliyetleri düzenlendi.
Deaver, eski deneyimlerinden para kazanan ilk hükümet yetkilisi değildir.
Washington’da 1986’da kayıtlı 8 bin 800 lobicinin büyük bölümü de, hükümet
yetkilisiydi. Deaver’i ise ayrıcalıklı kılan, Başkan Reagan’a yakınlığı ve göze
batan davranışlarıydı.
Time dergisi 3 Mart 1986 tarihli nüshasında Deaver’i kapak yaptı.
Limuzininde telefonla konuşurken görüntüledi ve “Bu Etki Simsarı kiminle konuşuyor?”
diye yazdı. Bu ve diğer yayınlar, 1987 ortasında Kongre araştırmasına neden
oldu. Washington’daki lobi kuruluşları, Deaver’i lobicilik ve halkla ilişkiler
imajını zedelemek, insanları sadece üst düzey yöneticilere ulaştırmakla
suçladılar. Deaver, hareketlerinden dolayı 1987 yılında üç kez Federal
Mahkeme’ye verildi ve yalancılıkla suçlandı. Reagan’ın bir diğer Beyaz Saray
yardımcısı Lyn Nofziger, 1987’de 6 kez yasal olmayan şekilde Wedtech
Corporation adına lobicilik yapmakla suçlandı. Nofziger, eski bir muhabirdi ve
Washington’da bir halkla ilişkiler şirketinin sahibiydi. Büyük miktarda Wedtech
hissesini iflas kararı alınmadan hemen önce kanunsuz olarak satmaktan 1988
yılında 90 gün hapis ve 30 bin dolarlık para cezasına çarptırıldı.
Bu örnekler de göstermektedir ki, lobicilik sadece etkileme gücü ve kanun
yapıcılara yakın olmakla örgütlenmiş bir meslek değildir. Kendi içinde
kuralları vardır. Bu kurallara uyulmadığında her meslekte olduğu gibi çarklar
kişiyi dışarı atar.
Lobiciliğin ABD’de yaygın olmasının nedeni uluslararası arenada ve yeni
dünya düzeninde, pekçok gelişmekte olan ülkenin ekonomik ve savunma amaçlı
yardımlarda ABD’ye ihtiyaç duymalarıdır. Ayrıca dünyadaki iletişim ağının
düğmesi de aynı ülkenin elindedir. Bu güçten yararlanmak isteği, lobiciliği
ABD’de giderek geliştirmektedir.
ABD’de her oy sahibi iki yılda bir milletvekilini Temsilciler Meclisine
yollar. Her iki yılda bir Senatörlerin üçte birini yeniler. Dört yılda bir
devlet başkanını ve Yardımcısını seçer. Toplam 435 milletvekili ve 100 Senatör
Amerikalının çıkarlarını temsil eder.
Bireylerin veya grupların kanun yapıcıları etkilemek için organize
ettikleri her türlü girişim olarak özetlenebilen lobicilik, hükümetin çeşitli
kademelerinin karar vermelerinde etkili rol oynayan demokratik sistemin
bütünsel ve meşru bir parçasıdır. Lobicilik bu etkinlik içinde her türlü
teşkilatta yer alır. Akıcı ve etkileyici konuşan insanlardan oluşan lobiciler,
güçlü ticari birliklerin veya şirketlerin önemli birer unsuru olmakla birlikte,
gerçekte, sendikalar, baskı grupları, etnik topluluklar, barış ve çevre
korumacılar, tüketici gruplar ve bir dizi özel çıkar grupları için çalışırlar.
Faaliyet gösterdikleri iş alanının hacmi çok küçük de olabilir çok büyük de.
Lobiciler alanlarıyla ilgili geniş bilgiye sahiptirler. Bu nedenle çoğu
zaman karar alma organları arasında ve siyasi kişiler çevresinde, sürekli
bilgilerine başvurulan kişilerdir. Örneğin, ABD eski Başkanı Reagan, Irangate
olayı ile ilgili olarak Senato Hukuk Komitesi’nde sorguya alındığında, Komite
konuyla ilgili pek çok bilgiyi lobicilerden almıştır.
Lobicilik faaliyetleri, hem devlet düzeyinde, hem de yerel düzeyde
yürütülür. Kaliforniya’da iş çevrelerinde hukuki işlerde her yıl 30 milyon
dolar harcanır. Bu paranın büyük bir kısmı lobi şirketlerine gider.
Bu harcamaların büyük bölümü lobicilerin maaşları, büro masrafları,
yayınlar ve doğrudan mektup kampanyaları ile ilgilidir. Lobi şirketlerine en
çok başvuran grupların başında Amerikan Ulusal Enerji Birliği gelir. Bu birlik,
büyük petrol şirketlerince finanse edilir. Demek 1983 yılında, doğal gaz
fiyatlarında kontrolü kaldıran bir kanun çıkarılması konusunda 224 milyon
doları, lobi faaliyetleri için harcamış ve bu alanda bir rekor kırmıştır.
Lobiciliğin büyük bölümü sanayi kesimlerinde yapılır. Mesela, kauçuk ve
lastik üreticilerini temsil eden bir grup, ABD’de bebek biberonlarının yapısını
değiştiren bir kanun tasarısını, dayanıklı olmayacağı ve raf ömrü bulunmadığı
gerekçesiyle engellemişlerdir.
Bir başka örnekte, ev aletleri şirketlerini temsil eden lobiciler bu
aletlerin ithalini sınırlamışlardır. Bu alandaki en büyük ve etkili taktik
“mektup kampanyasıdır. Bu kampanyaları en iyi uygulayanlar, Greenpeace ve
AT&T’dir. Bu kuruluşların hazırladığı şablon mektuplar, tüketiciye
gönderilir. Tüketici de, görüşlerini yazıp, mektubu katlar ve üzerine pul
masrafı ödenmiş ve gönderileceği adres belli olan zarfla, posta kutusuna,
Washington’a gönderilmek üzere atar. Çok büyük hacimli bir mektup kampanyasından,
Senatör ya da Temsilciler Meclisi üyelerinin etkilenmemeleri mümkün değildir.
Bir Lobicinin Başvuracağı Önemli
Etkileme Yöntemleri:
Kongre üyelerini etkilemek için, sık sık onlarla birlikte olup, konuşmalar
yapmak (bilgilendirici).
Gerçekleri açığa çıkarıcı basın bültenleri yayınlamak.
Temsilcilerin radyo ve TV talk-showlarına çıkmaları ve görüşlerini
açıklamaları için ülke çapmda "medya turları’ düzenlemek. Böyle bir grup
üç yıl içinde ABD’de 48 eyalette (Alaska ve Hawaii dışında) 440 şehirde, 1300
radyo-TV programına çıkmıştır.
Hükümet liderlerine ve diğer siyasi yöneticilere ayda bir kez veya iki
ayda bir kez faaliyet raporu niteliğinde, kapsamlı bilgi ve haber içeren veriler
göndermek.
Tanıtım kampanyaları düzenlemek.
Çok geniş kapsamlı reklam kampanyaları yürütmek.
Etkileme yöntemlerini böylece sıraladıktan sonra bir lobicinin mesleki iç
iletişimi çerçevesinde üzerine aldığı çalışmayı yürütebilmek için kendi kendine
sormak zorunda olduğu ya da başka bir deyişle üzerinde düşünmesi gereken maddeleri
de şöyle ele alabiliriz:
Müşterinin ya da şirketin konumu kendini savunmaya uygun mu? Eğer uygun
değilse bu durumu değiştirebilmek için neler yapmalıdır?
Hem müşteri ya da şirket, hem de lobici belli bir itibar düzeyine sahip
midir?
Lobicilikte anahtar kişiler belirlenmiş midir?
Lobici ve müşterisi olan şirket güvenilir istihba rat kaynaklarına sahip
midir?
Kararlan etkileyecek doğru kişiler kimlerdir?
Çalışmadan kamuoyu ne ölçüde etkilenecektir?
Kamuoyunu etkileyecek unsurlar, kabul edilir veya makul müdür?
Strateji, zamanlama da dahil olmak üzere açıklığa kavuşturulmuş mudur?
Yapılan plan hem saldın, hem de savunma için gerekli elemanlan içeriyor mu?
Karşı lobici grup ne yapabilir?
Temel sorulara onlar da cevap verebilmiş midir?
Onlarınstratejisi ve planı nedir?
Lobiciler Neler Yapabilirler?
Resmi toplantılara katılabilirler.
Hükümetin değişik danışma gruplarına bilgi sunabilirler.
Şehir veya eyalet vatandaşlık bürolarına hizmet verebilirler.
Sosyal kulüplere katılabilirler.
Kızılhaç gibi hayır kurumlarında hizmet verip, onların yönetim
kurumlarında görev alabilirler.
Her türlü toplantıda gönüllü görev yapabilirler.
Değişik iş projelerini koordine edebilir, gençlere yaz veya mevsimsel işler
temin edebilirler.
Çevre korumacılık çerçevesinde zehirli maddelerin temizlenmesi işinde
görev alabilirler.
Festival sponsorluğu yapabilirler
(Tüm bu çalışmalar, lobicilerin Kongre’nin dinlenme salonunda kanun
yapıcılarla yapacakları konuşmalardaki bilgi alış verişine ek bir takım düzenlemelerdir.
Lobicinin her çevrede yeni bilgiler almasına yardımcı olur.)
Lobi yapanlar için önceleri, “lobi-ajanı” ifadesi
kullanılırken, 1879’da yalnızca “lobici” sözcüğü geçerli oldu. 1950 lerde gümrük vergileri yasaları
çıkarken, Kongre’de sert tartışmalar dönemi ve endüstrileşmenin gelişimi ile
Washington’daki grupların faaliyetleri önemli düzeyde arttı. Bunlarla orantılı
olarak rüşvet olaylarının sayısı da büyüdü. O günleri anlatan bir tarihçi,
“Washington, sahipleri lobicilerle yakın ilişkileri olan kumarhanelerle doldu.
Milletvekilleri ya da senatörler borca girince, lobiciler işe karışıyor,
mecliste istedikleri yönde oy sağlıyorlar” diyordu.
Aynı şekilde gerçekte eğlence yerleri olan “lüks oteller” de lobicilerle
çalışıyorlardı. O günlerin ünlü lobicilerinden Sam Ward, milletvekilleri ve
senatörler için düzenlediği parlak partilerle ün yapmıştı.
Bu tür faaliyetler, Kongre’de çeşitli zamanlarda çeşitli gelişmelere yol
açtı, pek çok istismar sergilendi. Lobi faaliyetlerinin düzenlenmesine ilişkin,
lobicilerin kayıtlanmasını, dolayısıyla harcamalarının açıklanmasını
gerektiren ilk yasa, 1928 yılında Senato’da kabul edildi, ancak Temsilciler
Meclisi’nde reddedildi.
1946 tarihli lobicilik faaliyetlerini düzenleyen yasa, on yıllık
çelişkiler, soruşturmalar sonucu ortaya çıktı. Bu yasa belirsiz ve yalnızca
Kongre’ye yönelik lobi faaliyetlerini kapsıyor, 1946 öncesi skandallarıyla
ilgili komite toplantılarım içeriyordu. 1975 yılında da ‘Tabancı Ajansların
Tescil Yasası” çıktı. Bu yasaya göre yabancı ülkeler adına faaliyet gösteren ve
geçimlerini bu şekilde sağlayan lobicilerin ABD Adalet Bakanlığı’nda kayıtlı
olmaları zorunluluğu getiriliyordu. Bu yasada temel amaç, lobi faaliyetlerinin
kontrolünden çok, lobicilerin kimliklerini açıklamalarını sağlamaktı.
Ancak lobi faaliyetleri ve rüşvet yine önlenememişti. Gazete manşetlerinde
yer alan ünlü ABSCAM (Arap Gizli Operasyonu) olayında 6 Temsilciler Meclisi
üyesi ile Senatör Arap şeyhi kılığına girmiş FBI görevlilerinden ABD’ye göç
edebilmeyi kolaylaştıran bir kanun teklifi karşılığında, rüşvet aldıkları
iddiasıyla yargılanmışlar ve suçlu bulunmuşlardı.
Günümüzde Lobicilik
1980lerin başında ABD’de Kongre’ye karşı bin civarında “lobicilik firması”,
kamuoyuna karşı 1700 civarında “halkla ilişkiler” şirketi bulunmuş, bu firmalarda
89 binin üzerinde eleman çalışmıştır. Washington’da 6500 temsilci lobicilik
faaliyetleri yürütmüş, bu faaliyetlerde yılda ortalama 4 milyar dolar
harcanmıştır. Dört bin ticari kuruluş temsilcisi, 500 özel konularda temsilci,
1500 lobici, yabancılar için faaliyet göstermiştir. Bin civarında Washingtonlu
avukat temsilci durumunda aktif lobici olmuştur. Her bir Kongre üyesine 30
lobici düşmüştür.
Lobici sayısındaki artış çoğunlukla yeni istihbarat kaynaklarının ve daha
içerikli araştırmaların gelişimine dayalıydı. Mahalli lobicilikteki gelişme de
Washington daki lobici sayısının artışında bir başka etkendir.
Bir diğer etken, Federal hükümetteki gelişim ve değişmekte olan siyasi
dinamizmdir.
Amerikalının meclise yolladığı milletvekillerinden beklentilerinin
yeterince karşılanmaması nedeniyle geleneksel siyasi particilik azalmakta,
yerine faal özel kişiler ya da tek bir konuda uzmanlaşmış kuruluşlar
gelişmektedir.
Siyasi parti üyeleri belirli konularda değişik görüşlere sahip
koalisyonlardır. Amerikalı vatandaş Washington’daki lobiciler kanalıyla hangi
seçim bölgesinden geldiklerine bakmaksızın, görüşlerini ilgili milletvekilleri
ve senatörlere aktarmaktadır. Böylece milletvekilleri sadece oy şartına bağlı
kalmaksızın, bu kuruluşlar aracılığıyla halkla sürekli ilgili tutulmaktadır.
Lobiciler yaptıkları çalışmalarla ilgili
olarak üç temel gruba ayrılırlar.
Bilgi toplayıcılar: Hükümetle ilgili işlerde gizli ya da açık şekilde istihbarat
yapanlardır. Gizli olanlar, müşterilerin özel amaçlan için yapılan bilgi
toplama faaliyetleridir. Açık olanlar, kamuoyunu şekillendirmek amacıyla
gerçekleştirilir.
Temsilci: Çoğu yasal danışmanlık çerçevesinde “hukuk firmalarıdır”. Bu
kuruluşlar belirli konularda uzmanlaşmışlardır.
Bireysel Lobiciler: ABD Kongresi’nde resmen kayıtlı olanlar veya olmayanlar ya da ABD
Adalet Bakanlığı’nda ajan olarak kayıtlı bulunanlardır. Temel amaçları, Kongre
ve hükümet faaliyetlerini, müşterilerinin amaçlan doğrultusunda yönlendirmeye
çalışmaktır.
Amerikalılar İçin Lobi Yapan Gruplar
AFL-CIO (American Federation of Labor Congress of Industrial Organizations)
“Amerikan İşçi Sendikalan Federasyonu ve Sanayi Kuruluşları Birliği”; ABD’nin
en başta gelen çıkar gruplarından olan bu kuruluşa, 106 sendika dahildir. 16
milyon üyesi vardır. Güçlü, siyasi bir kuruluştur.
Ticaret Odaları: Ekonomik kararlar üzerinde etkindirler. 70 binin üzerinde üyesi
vardır.
Amerikan Petrol Endüstrisi: Exxon, Texaco, Mobil, Aramco gibi büyük petrol şirketleri birer bağımsız
lobi grubudur.
Silah Üreticileri: Lockheed Martin, General Dynamics, Boeing, Grumman gibi büyük silah
üreticileri bir çeşit savunma lobisi oluşturmaktadırlar. Bu lobinin
çalışmaları Pentagon’a (ABD Savunma Bakanlığı) yöneliktir. Tüm amaçlan
Pentagon’u etkilemektir. Bu nedenle Kongre üyeleriyle sıkı ilişkiler içine
girerler.
Ayrıca ABD’de silah endüstrisi olarak görülmeyen ancak ekonomik güçleri
nedeniyle önemli birer lobi grubu oluşturan şirketler de vardır. Bunlar arasında
General Electric, Westinghouse, Chrysler, American Telephone and Telegraph
(AT&T) sayılabilir.
Yabancılar İçin Lobi Yapan Gruplar
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yabancı ülke çıkarlan için lobi faaliyetleri,
Washington’da yasama ve yürütme organlarında önemi giderek artan bir faktör haline
gelmiştir.
Amerikan Kongresi ve yönetimine etki etmek isteyen yabancı misyonlar ile
ABD’de mevcut etnik azınlıkların anavatanlarının isteklerini gerçekleştirmek
amacıyla kullandıkları her türlü araç, gereç ve personeli kapsamaktadır. En
başta gelen çıkar, ekonomik yardım ve silah teminidir. Günümüzde ABD’de yaşayan
etnik grupların, özellikle dış politika üzerinde lobicilik faaliyetleri
giderek artmaktadır. Etnik grupların gerçekleştirdikleri bu çalışma en
saldırgan lobicilik türüdür. Hep kullandıkları taktik 203 hareket karşıtlarının
fikirlerini değiştirmek ya da onlarla tartışmak yerine, yandaşlarının sayısını
çoğaltmak olmuştur.
Etnik lobiciliği bu kadar saldırgan yapan duygusal yönü, ‘ana vatanın
çıkarını koruma’ düşüncesidir. Etnik grupların (Yunan, Ermeni, Yahudi, İran,
Arap) Amerikan siyasileri üzerinde başarılı olmalarının bir nedeni de, bu
ülkede oy kullanabilme hakkını elde etmiş olmalarıdır. Her biri, politikacılar
için oyu kazanılacak seçmen durumundadır.
Yahudi Lobisi
ABD’deki etnik lobilerin başında yer alır. Etkinliği nüfus yoğunluğuna ve
maddi güçlerine dayanır. ABD’nin önde gelen 4 televizyon şebekesinden ikisinin
(NBC ve CBS) ortakları arasında Yahudi kökenli Amerikalılar vardır. Ayrıca ‘New
York Times’ ve ‘Washington Post’ gibi etkin iki büyük Amerikan gazetesinin
sahipleri de Yahudi’dir. Gazete ve televizyon şebekelerinin patronları
arasında yer almaları, aynı zamanda ellerinde kamuoyu oluşturma gücünü de
taşıyor olmaları anlamına gelmektedir. Ellerindeki kitle iletişim araçları
sayesinde, cemaatlerinin çıkarlarını korumak için gerekli kamuoyunun
oluşturulmasına çaba gösterirler.
Yahudi asıllıların lobi faaliyetlerini yürüten başlıca kuruluşları AIPAC
(Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi)dir. Amacı, ABD’nin İsrail ile ilişkilerini
güçlendirmek, bölgede potansiyel düşman olarak gördükleri Arap ülkeleriyle de
ilişkilerin zayıf tutulmasını sağlamaktır. AIPAC, diğer Yahudi lobi
organizasyonlarının da lideri pozisyonundadır. ABD’de istenilenin elde
edilmesinin başlıca yolu lobi faaliyetlerine aktif katılımdan geçmektedir.
Yahudi lobisinin etkinliğinin şöyle bir döngüsü vardır: İsrail, ABD’deki
birkaç zengin Yahudiye örneğin 10 milyon dolar göndermektedir. ABD kanunlarına
göre, bir vakfa yardım edildiği takdirde bu miktar vergiden düşmektedir. Vergi
oranı da yüzde 40’tır. Bu zengin Yahudiler, ülkeleri için çalıştıklarından
dolayı belirli vakıflara 10 milyon değil, vergiden kazanacakları 4 milyon ile
14 milyon dolar verirler. Bu vakıflar, İsrail’den gelen 10 milyon dolan geriye
Telaviv’e gönderirler. Böylece kanunun boşluğundan doğrudan ABD hâzinesinden
ellerinde 4 milyon dolarlık bir fon oluşur. Bu rakamı büyütmek aynı yöntemle
çok kolaydır. Bu paranın kullanılışı ise vakıfların Yahudiler aracılığıyla
Kongre üyelerinin kampanyalarına biner dolarla katılmaları ve gereken diğer
kuruluş veya örgütlerde nüfus elde edilmesi şeklinde sürer. Amerikan Kongre
üyesi için kampanyasına bin dolarlık katkı tahmin edilemeyecek kadar
önemlidir. Hem maddi hem manevi desteğin gösterildiği anlamına gelir ve çok
ciddiye alınır.
Arap Lobisi
ABD’de yaşayan Araplar yıllardır ülkelerini destekleyen etkin bir Arap
Amerikan Lobisi oluşturma çabasındadırlar. Bunun için petrodolarların da büyük
yardımıyla ünleri devam eden eski Amerikalı politikacıları kiralarlar. Yahudi
lobisinin en büyük organizasyonu AIPAC’i model olarak kurdukları Ulusal Arap
Amerikan Birliği (NAAA) Arap ülkeleri ile ABD arasında yakın ekonomik ve askeri
ilişkiler sağlanması ve ABD İsrail ilişkisinin yoğunluğunun azaltılmasına
çalışır. Fakat Arap Lobisi, Yahudi Lobisi kadar etkin değildir. Çünkü Kongre
üyeleri ve yardımcılarıyla günlük ilişkileri çok azdır. Arap büyükelçiliklerinde
verilen, zenginlik ve ihtişam kokan göz alıcı davetler Arap Lobisinin başarısı
için yeterli olmamaktadır.
İran Lobisi
Devrimden sonra İran dışında yaşayan İranlıların sayısı 5 milyonu
bulmuştur. Bunların yaklaşık 3 milyonu ise ABD ve Kanada’da yaşamaktadır.
ABD’de yaşayan İranlıların 1 milyonu Kaliforniya’da odaklaşmıştır.
Kaliforniya’dan sonra en fazla yoğunlukta oldukları ikinci eyalet Florida’dır.
Kaliforniya’da yerel yönetimler için çalışan İranlı avukatlar
çoğunluktadır. Ayrıca ABD’de İranlılara ait 4 TV istasyonu vardır. Genellikle
İslam Cumhuriyeti muhalifleri tarafından kurulan bu istasyonlar (Camecam TV,
Pers TV, Tapeş TV ve İran TV) Farsça yayın yapar. En etkinleri Camecam TV’nin
Toronto’ya da yayını vardır. Bu arada ABD’de 10’a yakın Farsça yayın yapan
radyo istasyonu da bulunmaktadır. Voice of America (VOA) radyosunda Farsça
yayın yapan bölüm için program hazırlarlar. Ünlü İranlı modacı Bijan da moda
üzerine Farsça bir TV istasyonu kurma çalışmaları içindedir. İranlıların ABD’de
20’den fazla Farsça yayınlanan gazeteleri de vardır.
Yunan Lobisi
Yunanlılar ABD’de çeşitli amaçlarla cemiyetler (kilise, okul, hastane,
yardım örgütleri) kurmuşlardır. Tüm bu çalışmalarda amaçları, Yunanistan’ın
(anavatanın) savunmasına katkıda bulunmak ve Helenizm düşüncesini yaşatmaktır.
Yunan Lobisi anavatanlarına ABD yardımını sağlamaya çalışırken, bir
taraftan da Türkiye aleyhine propaganda yaparak, ABD ile ilişkilerini zedelemeye
aynı zamanda da, dünya kamuoyunda kötü bir Türk imajı yaratmaya çalışırlar.
Yunanlıların Lobi kuruluşu AHİ (Amerikan Helen Enstitüsü) Türkiye’nin 1974
Kıbrıs Barış Harekatından 3 gün sonra kurulmuştur. ABD’deki tüm Rum
derneklerinin bir koalisyonu gibi çalışır.
1975 baharında Türkiye aleyhine ABD silah ambargosunun getirilmesinde son
derece etkili olmuştur. Ayrıca 30 bin kişilik bir grupla Beyaz Saray önünde
Türkiye aleyhine düzenledikleri gösterilerle kamuoyu yaratmaya çalışmışlardır.
Yunan Lobisinin günlük, 10 haftalık, altı tane 15 günlük, 11 tane aylık, iki
tane iki aylık dergileri 30 da radyo programı vardır.
Ermeni Lobisi
Ermeniler, ABD’de özellikle iş alanlarında başarılı olmuşlardır. Okullar
kütüphaneler, hastaneler, dini, kültürel özel burs sağlayan kuruluşlar olarak
çeşitli alanlara yayılmışlardır. Üniversitelerde, “Ermeni Tarihi ve Ermeni Dili
Kürsüleri” oluşturarak cemaatlerini güçlendirme çabasına girmişlerdir.
Ermeni lobisinin başlıca amacı, Türk devletine 1915’de 1.5 milyon
Ermeni’nin soykırım sonucu öldürüldüğü iddialarını kabul ettirmek, özür diletmek
ve tazminat ödetmek, Doğu Anadolu’da “Ermeni Toprakları” diye iddia ettikleri
bölümün kendilerine verilmesini sağlamak, bu topraklarda bağımsız bir Ermeni
Devleti kurmaktır.
Yabancı hükümetler de, genellikle ABD li lobiciler tarafından temsil
edilir. 1986 yılında Amerikan Hükümeti’nin “Korumacı Ticaret Politikasının iyi
bir fikir olmadığını ispatlamak için Japonya 560 milyon dolan lobicilere ödedi.
Yabancı ülke temsilcileri anlaşmasında 100 kişi ve kuruluş Japonya’yı temsil
etti. Bu herhangi bir yabancı devlet için büyük bir rakamdır.
Lobiciler ve korumacı kanun yapıcıları, korumacılık teşebbüsleri aleyhine
halkın da desteğini temin etmek için vergi ödeyen kesimden seçilmiş kimselere
mektuplar yazılmasını istediler ve Amerikan seçmenine iki şekilde yaklaştılar.
Birincisi: İstatistikler gösteriyor ki, 250 bin Amerikan vatandaşı yılda 4-5
milyon dolar ücretle Japon oto sanayiinde çalışıyor. İkincisi: Boorking
Enstitüsü bulgularına göre korumacılık sistemi, Japon arabalar mm değerinde 2
bin 500 dolarlık artışa neden oluyor.
Bu örnek de gösteriyor ki, lobiciler topladıkları, tüm bilgileri toplumsal
dinamikleri harekete geçirecek şekilde, arkalarına kamuoyunun desteğini alarak
gerçekleştiriyorlar. Birçok hükümetin diplomatik çıkarlarının yanı sıra, ekonomik
çıkarları da lobiciler tarafından temsil edilir. Lobiciler böylece üst düzey
yöneticilere ve kanun yapıcılara etki etmek için halktan, yani kamuoyundan
sürekli bir taban oluşturmak durumundadırlar. Bu çalışmaları yabancı ülkeler
için de sürdürürler.
Eski siyasilerin de çalışma alanı içinde olan lobicilik ABD’de son
dönemde, Başkan Bili Clinton ile birlikte yeni düzenlemelerden geçirildi.
Clinton, lobicilik faaliyetlerine çekidüzen vermek için bir dizi yeni
kural getirdi. Lobiciliğin ahlaki değer ve kurallarını yeniden tanımlayan
düzenlemeler bu alanda bir “devrim" olarak nitelendiriliyor. Clinton’un
getirdiği yeni kurallara göre devlet memurlarının lobicilik yapmaları, bu
memurların derecelerine koşut olarak çeşitli süreler için yasaklanıyor.
Seçim kampanyası döneminde ilk olarak bağımsız aday Ross Perot’un ortaya
attığı, Demokrat Başkan Bili Clinton’ın da “aynı şeyleri savunuyoruz” diyerek
katıldığı, “yabancı ülkeler adına lobicilik yapan devlet memurları” tartışması
ABD başkentini çalkaladı.
Clinton, lobi faaliyetlerini düzenlemek
için şu kuralları getirdi:
Beyaz Saray’da görev yapacak olanlar, bu görevlerini bittiği günden
başlayarak, 5 yıl süresince sorumluluk aldıkları devlet görevleri çerçevesinde
hukuk ve danışmanlık hizmetleri veren lobi kuruluşlarında görev alamayacaklar.
Bakanlar gibi üst düzey görevliler yabancı ülke hükümetleri için yaşam boyu
lobicilik yapamayacaklar.
Üst düzey ticaret temsilcilerinin, görevlerinin bitmesinden sonra ömür boyu
çok uluslu şirketler ve yabancı hükümetleri temsil etmeleri yasaklanacak.
Kuralları çiğneyenler hakkında kamu davası açılacak.
“Ahlaki Değer ve Kurallar” başlığı altında toplanan ve lobiciliğe son
yıllarda getirilmiş en kapsamlı ve ağır kurallar olarak nitelenen söz konusu
•düzenlemeler, Clinton’ın tayin edeceği 3 bin 500 dolayındaki görevliden
yaklaşık olarak 1100’ünü ilgilendiriyor.
Kamuoyunun tepkisi ile de karşı karşıya bulunan lobiler ve lobiciler, ABD
siyaset tarihinin “en önemli ve ilginç isimleri” arasına gören bağımsız aday
Ross Perot’la gündeme geldi. Perot, “Kendimizi birtakım yabancı çıkar
gruplarının, lobicilerinin esiri yapmayalım, Washington’da bir alay insan var.
Her şeyde onlar etkin oluyorlar. Washington dışındaki insanın mesajları da
önemlidir” diye çıkmış, Demokratlar bu düşüncelerin seçmen çevresindeki
etkisini fark ederek, “Biz de aym düşüncedeyiz” demişlerdi.
Clinton, lobiciliğin “Ahlaki Değer ve Kurallarında yapmayı vaat ettiği
düzenlemenin ilk işaretlerini, “geçiş dönemi” isimlerinin belirlenmesinde
verdi.
Seçimden iki hafta sonra “geçiş ekibi”nin yönetici kadrolarım açıklayan
Bili Clinton, bu ekibe tütün şirketi RJR Nabisco’da Vemon Jordan ile Jimmy
Carter döneminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Warren Christopher’ı da seçti. Bu
iki avukat da lobiciliğin önde gelen isimleriydi.
Clinton’un Little Rock’daki valilik karargâhında yapılan anlaşma uyarınca,
her ikisi de şirketlerinden süresiz olarak izin aldılar. Basının boy hedefi
olan Jordan ve Christopher, şirketlerin idare toplantılarına da
katılmayacaklarım açıklamak zorunda kaldılar. Bir anlamda “milyonlarca dolara”
geçici olarak veda ettiler.
ABD’de, Kongre’nin çalışmasını her kademesinde çok iyi bilen lobicilere şu
ya da bu parti için çalışır demek olanaksız. Çünkü lobiciler için Cumhuriyetçi
ya da Demokrat olmak çok önemli değil, her iki partiden kişilerle de rahatça
görüşüp, çalışma yapabiliyorlar. Lobi firmaları kadrolarında Kongre’deki
Demokrat ağırlığa karşın, Cumhuriyetçileri de bulunduruyorlar. Milyarları olan
çok uluslu şirketler ile yabancı devletlerin yanı sıra lobi firmaları, karar
mekanizmalarını istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Bir anlamda bu
mekanizmalar m direksiyonu görevini üstleniyorlar.
Bu arada Clinton, ekibinde ülkenin önde gelen lobi firmalarının ortaklarına
yer verdi. Clinton’un ekibinde yer alan lobiciler arasında, Ticaret Bakanı
Ronald Brown, Ulusal Güvenlik Danışman yardımcısı Samuel Bergem, ABD Ticaret
Temsilcisi Mickey Kantor yer alıyor. Clinton’a yakın bir danışman bu durumu
şöyle açıklıyor: “Kampanya sırasında lobicilerin kötü olduğunu değil,
Washington’daki yapının bazı şeylerin yapılmasını engellediğini savunduk. Bu
insanları çoğu uygulamacıdır.”
ABD’nin tanınmış siyaset bilimcilerinden James Thurber ise “Din adamları ve
akademisyenlerden kurulmuş bir hükümeti kimse istemez. Hükümet etmesini bilen
ve iyi bağlantıları olan, ancak daha önceki müşterilerle bağlantısı olmayan bir
kişinin görev alması mümkün değil” diye konuştu.
ABD’de, hiçbir yönetimin süper lobici Howard Paster gibi insanlar olmadan
başarılı olamayacağı savunuluyor. Yaklaşık 25 yıldır Washington’da Kongre ve
sendikalara yönelik lobicilik yapan Paster’ın son olarak müşterilerinin büyük
bir çoğunluğu ABD’nin önde gelen dev lobi şirketi, “Hill and Knowlton,,(*) ile
çalışıyor.
Yararlanılan Kaynaklar
Dennis Wilcox, Philip Ault, Warren Agee, Public Relations Strategies and
Tactics, Harper Roıv Publisher Inc, Neıv York, 1986.
Bums, Petason, Cronin, Government by the People, Prentice Hail, Neıv
Jersey, 1978.
Nisa Bayramoğlu, ABD'de Lobi Faaliyetleri, Ankara, 1985.
Ted Klein, Fred Danzing, How To Be Heard, Mac Millian Publishing Co, Neıv
York, 1974.
International Hearld Tribüne, Paris, 29 Aralık 1992.
Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul, 25 Aralık 1992.
(*} Hill and Knowlton aynı zamanda Türkiye adına yaklaşık 10
yıldır ABD’de lobicilik yapan bir kuruluştur. Hill and Knowlton’un Kongre’de
Türkiye adına çalışmasının temel amacı, ülkemizin ABD’deki imajını
düzeltmektir.
Sh: 191-212
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000,
İstanbul
MEDYA MASKESİ: İMAGOLOJİ
Çek asıllı Fransız yazar Milan Kundera, kendisini çok düşündüren imaj ve
medya saltanatını tanımlamak için imagoloji terimini icat etti.
Önce fotojenik, sonra telejenik şimdi de medyatik olduk. Medyanın
kurallarına uygun, fiziksel ve düşünsel görüntüyü verebilmek için imagolojiye
ihtiyacımız var. Çünkü imagoloji bir çeşit medya maskesidir.
Ünlü Fransız reklamcı Jacques Seguela’nın “Yarın Çok Star
Olacak” adlı kitabında değindiği gibi, medyanın starlara ihtiyacı
giderek artacak. Bu durumda da star pozisyonuna gelmek isteyenler, imajlarını
inşa edecek imagologların kapılarını aşındıracaklar.
“Yıldızı Sönen Meslekler” ve “2000 Yılının Meslekleri” gibi iki kategori
ayrımı yaparak gençlere mesleki gelecekleri konusunda rehber olan Ekonomist
Dergisi’nde “îmaj Mühendisliği” 2000 yılının meslekleri bölümünde yer alıyor ve
fütürist bir yaklaşımla mesleğin açıklaması şöyle yapılıyor:
“... ‘imajınız siz demeksiniz’ görüşü yaygınlık kazanacak. Hemen herkesin
profesyonel bir imaj danışmam olacak.”
İmagoloji, imaj yaratmak, görüntü eşliğinde kişi ile ilgili düşüncelerin
oluşmasına yardım etme, kişiye marka kazandırma anlamını yükleniyor.
En etkin medya, gazete, radyo özellikle de TVyi ele
alırsak, hepsi bir diğerinden etkileniyor. Medyanın içini dolduran
programların oyuncuları var. Her oyuncunun da bir imajı. Eğlence programları,
dizi film ve sinema filmlerinde sanatçılar rol alır. Lokomotiftirler. Bu
durumu da imajlarıyla yaratırlar. Haber programlarında da aktörler vardır. Her
birinin görselliklerini tamamlayan düşünsel davranış ve konuşmaları
kurgulanmış, hayal ürünüdür.
Haber programlan ilk anda gerçek bilgiyi simgelerler ve aktör kullanırlar.
Haberlerin aktörü de bir gazetecilik deyimi ile haber kaynağıdır.
Kanadalı İletişim Bilimcisi Marshall Mc Luhan’ın ünlü teorisi “Araç
Mesajdır”ın açıklamasını bir de imagoloji perspektifinde ele alalım.
İletişim sürecinde; verici, kanal, mesaj ve alıcı temeli vardır. Burada
önemli olan mesajdır. Alıcı tarafın mesaja maruz kalmadan önce devreye soktuğu
etkileşim, mesajı veren kanala karşı önyargıdır. İşte imaj burada devreye
girer. Hiç konuşmadan insanların dış görünüşlerine göre, haklarında hüküm
verebiliriz (doğru veya yanlış). Verdiğimiz bu ön karar doğrultusunda daha
sonra kişinin mesaj mı değerlendiririz. Burada henüz iletişim olmadan dış
görünümden gelen mesajlar vardır. Bu iletiler olumlu yönde ise iletişim
başlandığında da verilen mesajlar hakkında, görüşümüz rahatlıkla pozitif yöne
kayar. İşte henüz ana mesaj ortada yokken, mesajı taşıyacak aracın, yani
kişinin görünümünden, davranışlarından gelen mesajcıkların çözümlemesine
hemen geçmiş oluruz ve ana mesajı bu yan mesajcıkların ipuçları doğrultusunda
değerlendirmeye alırız. İmaj, iletişim sürecinin ilk adımı, verici (kaynak)
ile başlar, kanal mesajla etkisinin doruğuna çıkar.
İmaj inşasında dikkat edilmesi gereken temel noktalardan biri de ‘Beden
Dili’ dir. “Karşı karşıya gelen iki kişi arasındaki ilk etkileşim, iletişim
sürecinin önemli bir belirleyicisidir. Bu etkiyi yaratan faktörler,
karşılaşılan kişinin beden dilinden, kullandığı kelimelere kişinin taşıdığı
aksesuarlara içinde bulunduğu fizik ortamın nesnelerine kadar, geniş bir
dağılım gösterir. İşte bütün bu faktörlerin bileşkesi, ‘algılayan kişinin’
değerlerinde bir yer bulur ve bu çerçeve içinde yorumlanır. Algılayanın kişisel
özellikleri ve toplumsal normları ile kalıplaşmış olan yargılar, etkileşim
verilerine bağlı olarak iletişimin ilk anında bir karar verdirir ve insan
karşısındaki kişiye zihninde bir etiket yapıştırır. İlk algılarımızın
oluşturduğu yargının, iletişim biçimimiz ve o kişiye atfettiğimiz değerde
önemli bir rol oynadığı bilinir.”
Ken Cooper ise imajı, izlenim olarak yorumlar. Cooper’a göre, başarılı bir
izlenim oluşturmanın ilk kuralı, ‘tutarlı’ olmaktır. “Kimse beklenmeyen birşeyi
sevmez. Şaşırdığınız zaman kalbiniz ne yapar? Delirir. Eyleme geçmek
istediğinizde vücudunuza kan pompalayarak hızlı hızlı çarpar. Biri üstünüze
yürüyüp sizi tartakladığında kaslarınız -gerilir ve kalbiniz çarpar. Sürpriz
güzel bile olsa vücudumuzda bu tepkiler oluşur. İzlenim yaratmada bir başka
kural da özelliklerinizi uyumlu bir hale getirmektir. İki taraflı bir
görüntüye sahip olma çok zordur. Seçtiğiniz özellikler birbirine uygun olmalı
ve akılcı bir kalıp istiyorsanız, özelliklerinizin mantıklı olmasına dikkat
edin. Bunu yaparken, basmakalıp bir görünüme girmemeye çalışın.”
İşte burada iletişim süreci içine giren imaj m maske olma özelliği devreye
girer. Böylece medyatik olma hareketi başlar. Medya maskesi, dışarıdan yapılan
bir makyaj gibi iletişim sürecine monte edilir. Bir ölçüde gerçekliği kuşatır.
Doğallığı ortadan kaldırır. Medyanın istediği görüntüyü yaratır.
“Schopenhauer ve Nietzsche insan düşüncesinde, kişilikten kaynaklanan ve
gerçeğin belli biçimde algılanmasına yol açan etkilerin bulunduğunu söyler.
Schopenhauer bu yüzden gerçeğin bazen bir maske özelliği taşıyabileceğini
belirtir. Gerçeğin bir maske halini almasından söz eden bir başka düşünür de
Freud’dur. Freud da, bir anlamda Marx’ın görüşüne karşı çıkarak, gerçeğin
kavranmasının kişinin toplumsal durumu ile ilgili bir dinamik tarafından
belirlenmediğini söyleyecektir. Çünkü ona göre gerçeğin, gerçek olarak
algılanmasını engelleyen bir maske bulunmaktadır.”
Yaşamımız içinde özellikle, sosyal olaylarla ilgili sürekli değişen
maskelerimizi kullanırız. İşimizde, bir eğlence yerinde, cenazede, iş
toplantısında, evimizde değişen rollerimize uygun maskelerimiz vardır. Sıradışı
olmamak için, toplum formlarına uygun davranmak için bu maskeleri kullanmak zorundayız.
Maskelerimiz aym zamanda rollerimizin de simgesidir.
İmagoloji ve İdeoloji
Çağımızın hızı içinde, ideolojiler de simgeleştirilmiş, hazmı
kolaylaştırılmış düşünceleri içerir hale geldi. Bu konudaki yaklaşımları yine
“İmagoloji”nin kelime olarak mucidi, Milan Kundera’dan öğreniyoruz.
“Siyaset adamı, gazeteciye bağımlıdır. Gazeteci kime
bağımlıdır? Kendisine aylık ödeyenlere, onlara aylık ödeyenler de reklamlar
için gazeteden yer radyo ve televizyondan zaman satın alan reklam ajanslarıdır.
Eski Sovyetler Birliği’nde komünizm reklamcıları, insanın ayak bastığı her
yere astıkları milyonlarca Lenin afişi ile Lenin’i insanlara daha fazla
yaklaştırmayı başardılar mı? Tartışılır. Reklamın biri pazarın, diğeri
ideolojinin hizmetinde olduğundan, reklamın, propagandanın birbirinden ayn şeyler
olduğunu söyleyebilmemiz imkânsızdır. Rusya’da
yaklaşık 100 yıl önce izlenen Marksistler, gizli gizli toplanıp, birlikte
Marx’ın Manifesto’sunu incelermiş. Bu kişiler ideolojileri başka
çevrelere yaymak için içeriğini yalınlaştırdılar. Yalınlaştırma sürüp gitti. Bir süre sonra bütün dünyada bilinen ve tanınan
güçlü Marksizm, ideolojiden çıkıp 7-8 cılız slogana dönüştü. Marx’dan kalan
resim ve simgeler oluştu. Bu simgeler, elinde çekiçle gülümseyen
işçi, sarı ve siyah ırka elini uzatan beyaz insan ve uçurulan beyaz
güvercinler. Dünyada ideolojiden, imagolojiye giden hızlı bir değişim başladı.
Reklam ajansları, devlet adamlarının iletişim danışmanları, yeni bir arabayı
dizayn edenler, moda yaratıcıları, büyük ve ünlü terziler, kuaförler, fizik
güzelliğin kurallarını belirleyen show business starları. Hepsi imagolojinin
dallarından esinlenmeye başladılar.
İmagologlar hiç kuşkusuz bugün bilinen güçlü kurumların ortaya çıkmasından
önce de vardı. Hitler’in bile kişisel imagologu oldu. Führer’in önünde dikilir,
ona kitleleri coşturmak için tribünde yapması gereken hareketleri gösterirdi. O
dönemde yapılan bu iş ve yapan gizli tutulurdu. Hitler’in imagologu
gazetecilerin karşısına çıkıp, ellerini doğru dürüst hareket ettiremeyen bir
führer tanımlasaydı ertesi günü göremezdi.
Bugün imagologlar işlerini gizlemiyorlar. Tersine işlerinden söz etmeye
bayılıyorlar. İmagologlar, müşterilerinin kullanacağı sloganları ve formülleri,
kravatının rengini nasıl belirlediklerini ulu orta konuşmaktan zevk duyuyor.
İmagoloji son yıllarda ideolojiye karşı gerçek bir zafer kazandı.
Bütün ideolojiler yenilgiye uğradı: Sonunda doğruların maskesi düşürüldü ve
hayal olduğu ortaya çıktı. İnsanlar artık ciddiye almıyor ideolojileri.
İdeoloji ve imagoloji arasındaki ilişkilere şunu da eklemek gerekir.
İdeolojiler savaşı, reformları devrimleri başlatan büyük çarklara benzerdi.
İmagolojik çarklar dönüyor, ancak, tarih üzerinde bir etkisi yok. İdeolojiler
tarihe aitti ama imagoloji tarihin saltanatının bittiği yerde başlıyor.”
Politikacı ve İmagoloji
İmaj, dış görünümden başlar, davranışlar, düşüncelerin dışa vurumu,
konuşmalarla şekillenir. Buna dikkat eden ABD’nin yeni başkanının imagologları,
eski Vali’yi önce dış görünümünden ele aldılar. Bili Clinton’un Forbes
dergisinde yayınlanan fotoğrafları son beş ay içinde çekilmiş. Başkan
Clinton’un mart, haziran ve ağustos aylarındaki durumunu gösteriyor. “Clinton mart ayında koyu kestane rengi
saçlara sahip, haziran ayında saçı gümüş grisi. Ağustos ayında ise Tuz biber’ olarak tanımlanan, siyah içine
sarı ve beyaz serpiştirilmiş saçlarıyla görüyoruz Clinton’u. İmaj yaratıcıları
herhalde Bili Clinton’un mart ayındaki görünümünden memnun kalmadılar. Onun
çok genç yüzünün güven vermediğini düşünüp, saçını gümüş grisine boyadılar.
Daha sonra da Yaşlı Bush’dan farkının vurgulanması zamanı Ağustos’ta gelince
de yeniden saçlarını boyayarak, orta yaşlı ama dinamik görüntüyü sonunda
buldular. Seçim sonucuna bakılırsa da başarılı oldular.”
Davranışlarını ele aldığımızda da, Clinton’un Amerikan ailesinin değerini
ön plana çıkarma çabasını, eşi Hillary Clinton’un elini neredeyse hiç bırakmadan
gezmesinde simgelediğini görüyoruz. Hillary Clinton’da imaj mühendislerinin
çabalarından nasibini alıyor. Çok değil birkaç yıl önce gözlüklü, saçma
makyajına ve giyimine fazla önem vermeyen, ‘önemli olan kişinin beynidir’
düşüncesiyle, gücünü ve özgüvenini dış görünüşünden çok kafasının içindeki
değerlerden alan Hillary Clinton, eşinin başkan adaylığı ile birlikte kendini
imaj yaratıcılarının eline bırakıyor ve son derece güzel, bir kadın görünümüne
bürünüyor. Bili Clinton ise 68 kuşağının simgesi olduğunu davranışlarıyla da
vurgular bir hava içinde spor yapan, başından sporcu kasketini eksik etmeyen
sürekli hareket halinde, genç dinamik bir görünüm sergiliyor. Tüm bu davranışların
çözümlenmesine baktığımızda, yaratılan imaj doğrultusunda başkanın hareketlerinin
sınırlandırıldığım görmemiz son derece kolay.
Gelelim Clinton’un konuşmalarına. İmaj mühendisleri konuşmaların hitab
edilen topluluk üzerindeki etkilerini sürekli ölçerek, konuşmalar içinde
kullanılması gereken sözcükleri ya da etkisiz oldukları için gereksiz kalan
kelimelerin sıralanmasını yapıyorlar. “Clinton’un konuşmalarında bu
araştırma yapıldığında ‘değişim’ sözcüğü ilk sırada yer alıyordu.
Yine Başkan’ın 20 Ocak 1993 tarihinde Beyaz Saray’a taşınması ve görevi
devralması nedeniyle yaptığı konuşmanın içinde de ‘değişim’ kelimesi
tam 9 kez kullanılmıştı. ‘Değişim artık bir klişeye dönüşmüştü. Ama tabii ki
sadece ‘değişim’ sözcüğü ile oyların yüzde 42’sini alan bir yeni başkandan da
konuşmasının daha farklı konularda olması beklenemezdi.”
Clinton’un kişisel imaj mm yeniden yaratılmasında çalışan imagologlardan
Stanley Greenberg, seçmenlerin üzerinde başkan adaylarının eğitimlerinin de
önemli bir unsur olduğunu belirtiyor. Burada Clinton’un, George Town, Oxford
Üniversitesi ve Yale Hukuk Okulu mezunu olmasının kullanıldığını anlatan diğer
imagologlar, Paul Begala ve James Carville, kampanyanın güçlü eğitiminin
verdiği destekle ‘Biz kazanan insanlara ihtiyaç duyuyoruz stratejik mesajına
oturtulduğunu açıklıyorlar. Ayrıca Clinton’un çalışan bir annenin çocuğu
olarak büyükannesinin yanında büyümesinin ve yine çalışan bir kadınla
evlenerek, günümüz ailesinin ortak özelliklerini yaşayarak, başarıya
ulaşmasının gerçekçiliği üzerine bir imaj oturtan uzmanlar, kampanyada
kullanılan mesajları da bu şablonda hazırladılar. Clinton’un yaşam öyküsü ile
günümüz Amerika ailesine, en fazla da çalışan kadınların çoğunlukta olduğu
ABD’de kadın nüfusuna etki eden bir başkan imajı geliştirildi. Clinton
başarıları ile bir gerçekti ve çalışan Amerikan kadınının yetiştirdiği çocuklar
için de bir model olabilirdi. Ülkemizde ise siyasilerin yaratılan imajlarının
irdelenmesini en güzel şekli ile Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri’nde
görüyoruz.
“Özal imajının yaratılmasında da İngilizce, bilgisayar, korku ve hayal 4
anahtar sözcük oldu. Halkın yabancı dil saplantısını yakalatmış, çağı yakalamakta
da bilgisayar devreye girmişti. 12 Eylül öncesi dönemde aşırı liberalleşme ve para kazanmak için
her şey mübahtır anlayışıyla da, tüketim hayalleri körüklenerek, yeni bir imaj
yaratılıyor. Bu arada Bijan’dan giyim, pijamalarla evde dolaşma, gazetecilere
eşofmanla poz verme, mayoyla fotoğraf çektirme. Tüm bu hareket ve
görüntüler, gazetelerin birinci sayfalarında yer alıp kendinden söz ettirmeyi
başarmasına neden oldu. ‘En çok konuşulan en çok tutulandır’ düşüncesi
sayesinde Özal’ın imagologları başarıyı yakaladılar.
Mesut Yılmaz’a gelindiğinde ise iyi hazırlanmış
“çağdaş politikacı” imajı oturtulmak istendi. Gerçekler üzerinde değil, imajlar üzerine
kurulu bir hayatın yaratılmasında medyanın rolünü tartışıyoruz. Mesut yılmaz
‘yükselen değerler’ adıyla, pazarlanan tek tip çağdaş kıyafetin politik
yansımalarını yakalayacaktı. Mesut Yılmaz vitrinde bir görüntü olacaktı.
Görüntü kelimesi burada çift vurgulu hem imaj üretme sanatının vazgeçilmez
sermayesi olduğu için, hem Mesut Yılmaz tipten kazandığı için. Yılmaz provası
iyi yapılmış birkaç konuşma dışında ne söyledi. Akılda kalan ‘Aaa’ dedirten kaç
cümlesi var. Yok gibi bir şey. Artık karayağız, bıyıklı, şivesi hafiften kayan
bir ANAP’lının ön elemeyi kazanma şansı yoktu. Bu nedenle değişim konfeksiyonun
atölyelerinde üretilen tek tip elbise Yılmaz’a giydirildi. Çünkü bıyıksız,
lahmacun, Adana kebap yemiyor, İstanbul’da balık yiyordu. Ankara’da oturup,
dünyaya Türkçe lisanda meydan okuyan standardın dışındaydı. Lisan biliyor
yurtdışında konuşmalar yapıyordu. 50 yaşın altındaydı. Dünyayı medyanın
ürettiği gözlüklerle izlemek zorunda kalan genç kuşakların yarattığı oy
potansiyeli dikkate alınırsa, gençlik ve dinamizmin altı kalın çizilmeli.
Kurabiye tariflerinde ‘hamuru kulak memesi kıvamına getiriniz sonra istediğiniz
şekil veriniz’ denir. Mesut Yılmaz da o
durumdadır. İmaj üretme organizasyonu, kurabiyeye şekil üzerine şekil verirken,
bir yandan da sanki doğal bir değişime girmiş gibi övgüler yağdırıyor.
Suskunluğunun yorumu, ciddi devlet adamı. Ancak gülümsemesi gerekiyor.
Haftalarca uğraşılıyor sonuçta gülüyor. İnönü 24 saatin 20’sinde
gülüyor, kimse ilgilenmiyor. Bu kez de Yılmaz olur olmaz yerde gülerek puan kaybediyor.
TV’deki açık oturumda kameranın kırmızı ışığını üzerinde gördüğünde gülüyor,
hem de ilgisiz bir tartışmanın ortasında. İmajın genç ve dinamik olması
gerekiyor. Mesut Yılmaz genç ama durgun, hareketsiz. Mesele dinamizm ise Demirel 30
yıldır koşuyor. Yılmaz’da pek hareket yok. Sonunda Abant Gölüne götürülüyor,
spor yaparken fotoğrafları çekiliyor. Kim dinamik? sorusuna Yılmaz’ diye cevap
veren kitle yaratılıyor. Genç, dinamik, güleryüzlü oldu. Şimdi boyun eğmez imajı yaratılacak. Buna
da haberle destek verilecek. Özal bir gezi otobüsünde karpuz yerken, Yılmaz
camdan bakıyormuş. Bu ortaya atıldığında da ‘Boyun eğmiyor’ imajı tamamlanıyor”
Ülke İmajı
Kişilerin, politikacıların olduğu kadar ülkelerin de imajı vardır.
Ülkelerin imajı tarihlerinden gelen ve insanlarıyla bütünleşen bir kimlik
gibidir.
Bu konuda İstanbul Amerikan Basın ve Kültür Merkezi Müdiresi Harriet
Elam’ın Mayıs 1992 tarihinde, İletişim Zirvesi’ne sunduğu “Türkiye’nin Dışarıdaki
İmajı” başlıklı bildirisinden uzunca bir alıntı vereceğim. Bu bildirinin bir
Türk olarak, yapılması gerekenleri sıralamaktan başımızı bir an olsun
kaldırarak, biraz da, yabancı gözüyle Türkiye’yi görmemizi sağlayacağını
umuyorum:
“Ülke imajı konusunda, bir fıkra ile başlamak istiyorum, Gelişmekte olan bir
ülkenin vatandaşı hayatında ilk kez ABD’yi ziyaret etmektedir. Bir süpermarketin
sağlık ve parfümeri ile ilgili bölümündeki raflardan birinde yeralan ürüne
gözü takılır ve uzun süre bakar durur. Bu durumu farkeden market görevlisi,
belki yardıma gereksinimi vardır düşüncesiyle yanaşır ve ‘Size yardımcı
olabilir miyim?’ diye sorar. Adam hayretle karışık ‘Ülkenize geldiğimden beri,
süt tozu, çay tozu ve kahve tozu içtim. Yumurta tozu ve patates tozu yedim.
Birçok şeyin tozunu gördüm; ama bu kadarı da pes doğrusu’ der. Görevli daha bir
merakla ‘Nedir o sizi hayrete düşüren şey?’ diye sorar. Bunun üzerine adam
rafa yaklaşarak, sürekli bakmakta olduğu baby powder (bebek pudrası) yazan
şişeyi görevliye gösterir.
Algılar, kişisel deneyimlere, dünyaya ilişkin bilgilere, kültürel geçmişe
ve öğrenime dayanır. Sık sık bir şeyden emin olmadığımız zaman, algılarımıza
dayanarak onun üzerine hayaller kurarız. Bu hayaller zamanla stereotype
dediğimiz klişelere dönüşebilir. Birçok kez, bir klişe seçer ve bunu bilmediğimiz
kişilerin hayaline bağlarız. O kişiyi daha iyi tanımaya başladığımız zaman
hayali arındırırız. Bunu hepimiz yapıyoruz.
Bir an bebek tozunu görünce şaşkınlık geçiren adamın öyküsünü düşünün. Daha
ABD’ye gelmeden önce adamın kafasında bir imaj vardı. Başından geçen bu
deneyim, teknolojik alanda gelişmiş bir ülke hayalini yeniden onaylamış
oluyordu. Bilgisi ve dünya deneyimi, her nasılsa bebek tozu konusu da onu
yanlış sonuçlara götürdü. Bu yalnızca bir öykü olabilir, ancak düşlerin ve
söylentilerin aslında koskoca gözüken, ama küçücük olan bu dünyada nasıl
oluştuğuna ilişkin güzel bir örnektir.
Günümüzde, hayal etmek ya da hayal kurmak büyük ölçüde planlama ve
çalışmayla birlikte takip etme ve desteleme gerektirir. Bu çaba çok iyi
koordine edilmelidir. Zamanında yapılmış taahhütler ve para da gereklidir.
Türkiye’nin geçmişine ait tarih ve efsaneler, bugün Türkiye’nin dış ülkelerdeki
imajının temelidir. Osmanlı döneminin reklamım ve tanıtımını yapmak için çok
zaman ve kaynak harcanmıştır. Türkiye’nin laik bir Müslüman ülke olduğu bilinmektedir.
Türk mutfağının dünyanın en güzel mutfaklarından biri olduğu da biliniyor. Ve
Türk konukseverliği efsaneleşmiştir.
Dünyanın pek çok yerinde insanlar, Türkiye hakkında pek çok konuda, ya
fazla bilgi sahibi değildir ya da yanlış bilgilenmişlerdir. Aktörleri ve film
yapımcıları dışarıda tanınmamaktadır. Ya da tanınsa bile bu küçük bir çevreyi
kapsamaktadır. Pek çok kişinin Truva’nın Türkiye’de olduğunu bilmemesi
üzücüdür.
Türkiye gibi bir ülke, imajını nasıl güncelleştirebilir? İmaj değiştirmek
ya da daha olumlu bir imaj yaratmak için, bir ülke yabancıların kendisine nasıl
baktığı konusuna ilişkin araştırmalar yapmalıdır. Okullarda neler öğretiliyor?
Sinemalarda ve televizyonda neler izleniyor? Müzik alanında neler dinleniyor?
Bunlara bir bakınız. İmaj yaratıcısı, önce izleyicilerin o ülke hakkında neler
bildiğini anlamalı ve daha sonra neler bilmediğine yönelmelidir. İmaj yaratıcısı,
izleyicisinin kişiliğine bakmalı ve tanıtımını ona göre ayarlamalıdır. İmaj
yaratıcısı, izleyicinin neleri dinlemeye açık olduğunu ve hangi kitle iletişim
türünü ya da hangi teknolojinin bu gruplara uygun olduğunu bilmek durumundadır.
Örneğin Türkiye tanıtımını turistlere, işadamlarına, sanayicilere ya da
öğretmenlere göre mi yapacaktır? Belirli bir yaş grubu mu temel alınacaktır?
Bunların önceden belirlenmesi gerekir. Sözgelimi, bir öğretim üyesine değil
de ortalama bir Amerikalıya etkili tanıtım yapılmak isteniyorsa, o zaman üstün
teknoloji, video imajının kullanımı gerekir.
Turistler, örneğin bir ülkenin hükümet şeklini dinlemeye genelde pek fazla
ilgi göstermezler. Onlar, Ege Bölgesi’nin doğal güzelliğini bilmeyi tercih
ederler. Eğer Türkiye, kültürel yaşamını turistlere öğretmek istiyorsa, devlet
Senfoni Orkestrasını ve dram sanatının üstün kalitesini sunmalıdır. Öte yandan,
işadamları bir ülke ile iş yaparken karşılaşacakları sınırlamaları ya da
mevcut pazarlan öğrenmek isteyecektir. Eğer Türkiye bu tür işbirliği ile
ilgilenirse mevcut olanaklarını harekete geçirmelidir. Bir izlenim yaratmak,
günümüz dünyasında enformasyon olarak adlandırılan, yeni bir bilim alanının
bir parçasını oluşturmaktadır.
Örneğin Türkiye denildiği zaman, bugün bir çok Amerikalının aklına bir
İslam ülkesi gelir. Fazla bilgi sahibi olmayanlar için ilk akla gelen düşünce
de, bir Saddam Hüseyin modeli Irak, İran ya da Kuveyt olur. Daha sonra da
kökten dincilik ve bunun da yalnızca militan yönü akıllarına gelir. Türkiye
geçmişte bir dünya liderliği konumuna geldiğine göre, Osmanlı İmparatorluğuna
olduğu kadar, modem Türkiye Cumhuriyeti’ne de daha dengeli biçimde yaklaşımda
bulunmak gerekir. ”
Yararlanılan Kaynaklar
Jacques Seguela, Yarın Çok Star Olacak, Afa Yayınları, İstanbul 1990.
Ekonomist Dergisi, İstanbul, 24 Ocak 1993.
Acar Baltaş, Zühal Baltaş, Bedenin Dili, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1992,
ss.18-19.
Ken Cooper, Sözsüz İletişim, İlgi Yayınevi, İstanbul 1989, ss.243-244.
Ertuğrul Özkök, Kitlelerin Çözülüşü, Tan Yayınları, Ankara, 1985, s.331.
Milan Kundera, Ölümsüzlük, Afa Yayınları, İstanbul 1990, ss. 129-132.
Hürriyet Gazetesi, İstanbul, 14 Ocak 1993.
James Bames, Clinton's Moment, National Journal, Washington, 7 Temmuz 1992,
sayı:28, ss. 1618-1619.
Can Kozanoğlu, Cilalı İmaj Devri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, ss.
14-23.
Harriet Elam, Türkiye’nin Dışarıdaki İmajı, ABD Haberleri Dergisi, Ankara, Sayı:
9, Eylül 1992, ss.5-8.
Sh:235-248
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
HABERDE FOTOĞRAFIN SESSİZ ÇIĞLIĞI
Haber ve fotoğraf tarihin ilmek ilmek örülmesine yardım eder. Haberi yazan
ile fotoğraf makinasının deklanşörüne basanı, aynı düşünce heyecanlandırır;
“Yapıtıyla tarihe mal olmak ve ölümsüzleşmek”. Gazeteciliğin “tarihe tanıklık
etme” mesleği olmasının temelinde de bu felsefe vardır.
Çevresinde gördüklerinin çizgisel taklitleriyle oluşan mağara resimlerini
yapan insan artık fotoğraf tekniğiyle gözün gördüğü her şeyin tıpkı basımını
fotoğraf kartına aktarabiliyor.
Fotoğraf aynı zamanda insanın bencilliğini de doyuma ulaştırıyor. Görülen
anı kendisine ait kılıyor. Çekilen fotoğraf artık denklanşöre basanın oluyor.
Fotoğraf, tarihin mikro bir parçasına dokunma, sahip olma duygularını
coşturuyor. Fotoğrafı gören için de, aynı hisler söz konusu. Akıp giden
zamanla, yarın tarih olacak bir görüntü, bir film karesinde donuyor. İnsanlar
güneşin doğuşu ve batışını fotoğrafla görüntülemeye neden bu kadar düşkün
olurlar hiç düşündünüz mü? Çünkü, güneşin doğuşu batışı “zamanın akıp gitme”
özelliğini yansıtır. Güneşi görüntülemek, aynı zamanda bu akıcılığı durdurmak
isteğinden kaynaklanmaktadır.
"... Bir anı donduran, onu geleceğe aktaran fotoğraf ister istemez
dünyanın tanığı olur. Ünlü Amerikalı fotoğrafçı Steichen, ‘üretilen herhangi
bir fotoğraf, deklanşöre basıldığı anda, tarihsel bir belgeye dönüşür’ derken,
fotoğraf ile tarih arasındaki ilişkiyi vurgulamış olur ve şunları ekleme
gereğini duyar: ‘Fotoğrafçı tarihçi demektir’. Ama bu tarihçi kimliği kabul
ettiğimiz anda, fotoğrafçıya bir sorumluluk düştüğünü belirtmek zorunda
kalırız. Gerçekten de yaşanan zamanın gerçeğini geleceğe doğru aktarmak
zorundadır fotoğrafçı. Tıpkı tarihçi gibi. Ama çok farklı, tarihin
yazılabildiği düşünüldüğü anda, tarihin kendisi de tarihçinin yöntemi de
sorgulanabilir duruma gelir. Nedir acaba tarihçinin bakışı ve nereye
bakmaktadır? Tarihçinin önündeki bu olaylar ve olgular yığınıdır. Ama bu
olgular öyle kaldıkları sürece tarih solmazlar. Olayların olguların tarih
olabilmesi için geçmişin bugünle ve yarınla ilintili olması gerekir. Çağımızın
ünlü tarihçilerinden Carr’ın bir sözünü anabiliriz bu noktada, Tarihin
olguları arı bir biçimde varolamazlar, her zaman kayıt tutanın zihninden
kırılarak yansırlar!...”
Görsel olanla, yazılı olanın kavgası, günümüzde tüm coşkusuyla, “Televizyon
çıktı, gazeteler batıyor, insanlar kitap okumuyor” şeklindeki kalıplaşmış nakaratlarla
sürüp gidiyor.
Stefan Zweig, yıllar öncesinden hissettiği bu
tartışmaya “Yarının Tarihi” adlı eserinde yazıyı savunarak, şöyle
giriyor: “Henüz hiçbir elektrikli ışık kaynağı, incecik bir
kitap cildi kadar parlak bir aydınlık yaratamamıştır. Basılı sözle ilişki
kurulduğu anda, ruhu dolduran gücün yoğunluğu, başka hiçbir yapay güç akımıyla
karşılaştırılabilecek gibi değildir.”
Gösterge bilimci-yazar Umberto Eco ise tartışmaya uzlaşmacı bir yaklaşımla
şu boyutu getiriyor; “Unutmayalım ki, görüntü Leonardo da Vinci ya da
Rafael’di. Bunların bize söylediklerini kelimeler anlatamaz. İnsanlık, ilk
zamanlardaki tecrübelerinin izlerini, sözlü gelenekle korudu. Sonra yazı geldi.
Matbaa bunu yaydı ve görünümüne devrimci bir nitelik kazandırdı. Evet, bir
bolluk tehlikesiyle karşı karşıyayız.”
İlkel insanın, resimlere benzeyen simgelerini, zaman içinde harflere
dönüşme evriminin, yazının temelini oluşturduğunu biliyoruz. Yazıyı yaratan bu
gelişim fotoğrafın yazıyla birlikteliğini günümüze gazete, dergi sayfalarıyla
taşıyor. Bu beraberliğin artık tartışılmaz gerekliliği, görsel ile yazının
birbirini tamamlayan ve güçlendiren etkileme araçları olduğunu ortaya koyuyor.
Fotoğrafın bulunuşunda etkili olan eylemin “görme” olduğundan yola çıkarak,
biraz da bu konudaki düşünceleri irdelememiz gerekir kanısındayım. Çetin
Altan, günlük yazılarından birinde, fotoğraf makinasını, Japonların “Üçüncü
Göz”leri gibi kullandıklarından söz ediyordu.
John Berger de, “Görme Biçimleri” adlı eserinde, “Görme konuşmadan
önce gelmiştir, Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var
ki, başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelişir. Bizi çevreleyen
dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama
sözcükler, dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Düşündüklerimiz
ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennemin
gerçekten var olduğuna inandıkları Orta Çağ’da, ateşin bugünkünden çok değişik
bir anlamı vardı kuşkusuz.
Yine de onlardaki bu cehennem kavramı, yanıkların verdiği acıdan olduğu
ölçüde, ateşi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur. Seven
birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla
karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü vardır” diyor.
Görmenin uzantısı olarak hayatımıza giren fotoğraf makinası aracılığıyla
artık, bir çift gözün tanık olduğu zaman dilimi, başkalarının da görüşüne sunulabilmektedir.
Görüntünün anlamı böylece katlanarak büyümektedir. Görüntünün etkinliği, aynı
zamanda her dilden, her kültürden kişiye anlam olarak ulaşabilmesinden
gelmektedir.
Umberto Eco görüntü, dolayısıyla görme konusundaki bilinçlenmenin fotoğraf
ile geldiğini savunuyor. “Orta Çağ’ın evreni bir sanrılar evreniydi, dünya
gizemli varlıklarla dolu bir simgesel ormandı, nesneler Bulmaca Dergisi’ni
okuyup çözerek zamanını geçiren bir tanrının sonsuz anlatılan gibi
görülüyordu.” Eco, fotoğrafın gerçek görme ile duyusal yanılsamaların ürünü
görme arasında bir sınır çizgisi oluşturduğunu belirtiyor.
Kitle Gazeteciliği ve Fotoğraf
Dünya Basın Tarihine bir göz attığımızda, gazetelerin yayın politikalarına
göre fikir gazeteleri ve kitle gazeteleri olarak ikiye ayrılmalarının,
19.yüzyılda Amerikan gazeteciliği ile başladığını görürüz. Avrupa basını daha
çok fikir gazeteciliği üzerinde çalışırken, Amerikan gazetecileri Hearst ve
Pulitzer, kitle gazeteciliğinin ilk temsilcilerini oluşturdular. Özellikle
Hearst, New York’ta 1895 yılında satın aldığı “Moming Journal” adlı gazetesinde
görselliğe önem vermeye başlamıştı. Bunun için de “...gazetesinde çarpıcı başlıklara,
bol resimlere, hayal bilim karışımı makalelere ağırlık veriyor. ‘San Çocuk’
adlı bir çizgi roman kahramanın maceralarına geniş yer ayırıyordu... ”
Pulitzer ve Hearst, görsel malzemenin kendilerine büyük okuyucu kitleleri
kazandırdığının farkına varmışlardı. “...Bugün bize ulaşabilmiş en eski haber
fotoğrafı, 1827’de çekilmiştir. İlk aktüalite fotoğrafı ise 4 gün süren bir
yangından harap olmuş Hamburg şehrini yansıtan, bir Alman fotoğrafıdır.(1842)
bu büyük yangının tanıklarının anlattıklarına dayanarak çizilmiş bir resim de
bir Londra gazetesinde yayınlanmıştır. . .”
Kitle gazeteciliğinin yaygınlaşmasıyla birlikte basında görüntü, haber
kadar önemli bir konuma yerleşmişti. Medyanın birbiriyle yoğun rekabet ortamında,
görsel malzeme kullanımı önem kazandı. Yayın yönetmenleri, bu rekabete bir
adım ileriye geçmek için, fotoğraf kullanma işini yeniden düzenlemek zorunda
kaldılar. Bu nedenle fotoğraf daha aktif ve seçici olmaya zorlandı. Pek çok
gazetecinin bugün farkında olduğu gibi fotoğraf, haberi kuvvetlendirecek
noktalar ve çizgiler demetine dönüştürüldü.
“Ne tür fotoğrafın okuyucuda, ya da izleyicide derin etki yarattığı
konusunda yapılan bir araştırmada, sade bir görüntünün ya da karmaşık olmayan
bir fotoğrafın başlıca tercih sebebi olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı konunun
değişik ışıklandırmalarla alman görüntüleri, okuyucu ve izleyicilerde farklı
yorumlara neden oluyordu. Fransa’da yapılan bir araştırma ise karmaşık fotoğraf
ve grafiklerin daha çok, gazeteye ayıracak fazla zamanı olan yaşlı okuyucular
tarafından tercih edildiğini ortaya çıkarmıştır.”
Sürekli yayınlarda ise fotoğraf kullanımı farklı nedenlere dayanır. 1936’da
Life Dergisi yayın yaşamına başlarken, amacını şöyle belirtmekteydi:
“Yaşamı görmek, dünyayı görmek, büyük olayların tanığı olmak, yoksulların
yüzlerini, varsılların, davranışlarını gözlemek, garip şeyler görmek, m
akmalar, ordular, kalabalıklar, ormanda ve ayda gölgeler, insanın çalışmasını
görmek, tablolarını, kulelerini ve keşiflerini kilometrelerce uzakta olanları,
duvarların ve odaların arkasında, içinde saklı olanları, görülmesi tehlikeli
olanları, erkeklerin sevdikleri kadınları ve bütün çocukları görmek, görmek ve
görmekten zevk almak; görmek ve şaşırmak; görmek ve öğrenmek”.
Burada sözü edilen fotoğrafların içeriğinden algılanan eğlenceyi, Ahmet
Oktay ise şöyle yorumluyor: “...Vurgulanan öge popüler kültürün egemen öğesi
olan eğlencedir. Kitle o fotoğraflarla bakarken eğlenmektedir. Türkiye’de
fotoğraf, gazete tüketicilerinin üst gelir gruplarının yaşam biçimine
özenmelerini sağlamakta, başka bir deyişle onların statü atlama umutlan
beslenmelerine yol açmaktadır... ”
Basında haberi güçlendirmek için kullanılan fotoğrafın etkisi artık
tartışılmaz konumdadır. Fotoğrafın zihinler de kalıcı etkisi habere oranla çok
daha fazladır. Haberin özü dışında, okuyucu hiçbir cümlesini ertesi gün tam
olarak hatırlamaz. Ancak fotoğraf yarattığı etki nedeniyle yıllarca akıldan
silinmez.
“1968 yılında ünlü TET Saldırısı sırasında Saygon’da çekilen bir fotoğraf,
o dönemlerde büyük yankılar uyandırmıştır. Saygon Polis Şefi Nguyen Ngoc Loan,
Vietkong olduğu kuşkusuyla yakalanan bir genci, sokak ortasında kameraların
önünde kafasına kurşun sıkarak öldürmüştü. Bu görüntü, 1968’in hareketli
dönemlerinde genç dimağlarda kalın bir iz bırakmıştı. O an’ı donduran soluk bir
fotoğraf, Saygon polis şefi hala tabancasının tetiğini çekmek üzere tüm
soğukkanlılığıyla karşımda duruyor. Genç VietnamlI da yıllar sonra aynı
umutsuz ifadeyle bekliyor, o son an’ı.”
Fotoğrafın, haberle olan birlikteliği, “Basın
dördüncü kuvvettir” sözünde, basının etkisinin itici gücü
olmuştur. Bu yüzyılın başında Amerikalı Lewis W.Hine’in madenlerde ve tekstil
iş kolunda çalıştırılan çocukların çalışma koşullarını yansıtan fotoğraflan
yayımlandığında yasalar çıkarılmış; Bismarck’ın şarkıcı Pauline Lucca ile
çekilmiş bir fotoğrafı Alman politikasını sarsmış: 1962 de Kennedy’nin basın
toplantısında gösterilen Küba’nın çok yüksekten çekilmiş ve Sovyetlerin
çalışmalarını gösteren fotoğraflan, ABD dış politikasını etkilemiş, bir
dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in bir şarkıcının evinden çıkarken
çekilmiş fotoğrafları Bakanlıktan istifasına yol açmış: Vietnam savaşı
fotoğraflan ABD kamuoyunda savaşa karşı büyük tepki oluşturmuştur”
Ağustos 1991 tarihinde eski SSCB’ni eski başkanı Gorbaçov’a karşı yapılan
darbeden sonra halkı sokaklara döken ve darbecilere karşı kışkırtan Boris
Yeltsin’in tank üzerindeki bir tek kare fotoğrafı, tüm dünyanın beynine
kazındı. Bu fotoğraf 77 yıllık bir süper gücün ortadan kalkmasının simgesi
oldu.
Günümüzde bir çağın, yeni bir çağın başladığını bile tek tek tarihlerle
değil, onları söze gerek bırakmadan açıklayan fotoğraflarla hatırlayacağız.
Ama her zaman haberin, yani yazının desteğinde.
Tanrının Gözü: Fotoğraf Makinası
Fotoğrafın gazetecilikle olan birlikteliği konusunda Milan Kundera’nın Afa
Yayınları tarafından dilimize çevrilen eseri “Ölümsüzlük”te, roman kahramanlarına
yüklediği, fotoğrafla ilgili düşüncelerini geniş bir alıntı ile aktarmak
istiyorum.
Agnes salonda bir koltuğa oturmuş, Paul’ü bekliyordu. Akşam yemeğine
davetliydiler. Gün boyunca hiçbir şey yemediğinden kendisini biraz güçsüz
hissediyor ve kalınca bir magazini karıştırarak açlığını yatıştırmaya
çalışıyordu. Yazılan okuyamayacak kadar yorgun olduğundan fotoğraflara (çok
fotoğraf vardı ve tümü de renkliydi) bakmakla yetiniyordu. Orta sayfalar bir
havacılık gösterisi sırasında meydana gelen bir felaketle ilgili yazı ve
resimlere ayrılmıştı. Bir uçak alevler içinde seyircilerin üzerine düşmüştü.
Her biri çift sayfaya konmuş büyük fotoğraflar vardı: Giysileri yanmış,
derileri kavrulmuş, alevler içinde dehşete düşmüş insanlar sağa sola kaçışıyordu
bu fotoğraflarda: Agnes gözlerini alamıyordu bunlardan ve sıkıcı bir gösteride
oflayıp puflarken mutluluğun birden bire havadan ateşten bir uçak biçiminde
indiğini gören fotoğrafçının nasıl çılgınca bir keyif duyduğunu düşünüyordu.
Sayfayı çevirdi, çıplak insanlarla dolu bir plaj fotoğrafı gördü. İri
puntolarla dizilmiş bir başlıkta şunlar okunuyordu: ‘Buchingham albümünde göremeyeceğiniz
tatil fotoğrafları’ Yazı şu cümleyle bitiyordu: “Ve orada bir fotoğrafçı
vardı. Prensesin ilişkileri, dedikoduları yeniden renklendiriyor.” Bir çocuğun
arkasına gizlenmiş bir fotoğrafçı. Her yanda bir göz, her yanda bir objektif var.
Agnes, yıllar öncesine çocukluk yıllarına gitti bir an ve Tanrı’nın
kendisini sürekli gözlediği düşüncesiyle nasıl büyülenmiş olduğunu düşündü. Bu
hazzı insanların görülmekten, istemeden görülmekten çok özel anlarında
görülmekte, görülmekten ve görülerek tecavüze uğramaktan duydukları çılgınca
zevki ilk kez kuşkusuz o zaman duymuştu. Dindar olan annesi onu yalan söyleme
alışkanlığından, tırnaklarım kemirmekten, burnunu karıştırmaktan
vazgeçirebilmek umuduyla Tanrı seni görüyor’ derdi. Ama bütünüyle ters teperdi
bu.
İngiltere kraliçesinin kız kardeşini düşündü ve ‘Şimdi
Tanrı’nın gözünün yerini fotoğraf makinası aldı’ diye mırıldandı. Yaşam herkesin katıldığı bir sefahat alemine dönüştü.
Doğum yıl dönümünü kutlamak üzere Ekvator bölgesine gitmiş İngiltere prensesini
bir plajda çırılçıplak görmek mümkündür. Görünüşte fotoğraf makinası yalnızca
ünlü kişilerle ilgileniyor ama zevkle hiçbir ilgisi olmayan, yalnızca hiç
kimsenin hiçbir yere kaçamayacağını ve herkesin herkese bağlı olduğunu büyük
bir törenle bildiren bu genel sefahat alemine sizin de katılmanız ve ünlü
olmanız için bir uçağın yakınlarınıza bir yere düşmesi ve gömleğinizin tutuşması
yeterlidir.
Bir gün birisiyle buluşmuştu. Ama büyük bir otelin lobisinde kendisine
sarılmış durumdayken birdenbire, omuzundan geçirilmiş çaprazlamasına duran
bir kayışa bağlı meşin çantasıyla blucinli ve deri ceketli biri çıkmıştı
ortaya: Diz çökmüş ve gözünü fotoğraf makinasına dayamıştı. Agnes elini sallayarak,
fotoğrafının çekilmesini istemediğini anlatmaya çalışmış, ama adam İngilizce
bir şeyler mırıldandıktan sonra gülerek ve pire gibi oradan oraya zıplayarak
birkaç kez düğmeye basmıştı. Önemsiz bir oluntu: O gün otelde bir kongre vardı.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen bilginlerin hatıra fotoğrafları çektirme
yeri amacıyla bir fotoğrafçı kiralanmıştı. Ama Agnes arkadaşıyla buluşmasıyla
ilgili her hangi bir tanıklığın, herhangi bir yerde bulunması fikrine
katlanamıyordu. Ertesi gün, otele gidip bütün fotoğraflarını satın aldı.
Negatiflerini de istedi ama bu isteği arşivlere yerleştirilmiş oldukları
gerekçesiyle geri çevrildi.
Hiçbir tehlike olmamasına karşın yaşamının bir saniyesini bile bütün öteki
saniyeler gibi zamanın akışı içinde hiçliğe dönüşmek yerine kopup ayrılmasına
ve bir gün budalaca bir rastlantının zorlamasıyla iyi gömülmemiş bir ölünün
mezardan çıkması gibi canlanması düşüncesiyle bunalıyor ve bu saplantıdan bir
türlü kurtulamıyordu.
Siyaset ve kültüre daha fazla ağırlık veren bir başka dergi aldı eline.
Sayfalar yüzler, yüzler, yüzlerle doluydu. Derginin kitap tanıtma yazılarına
ayrılmış son bölümünde bile bütün yazılarla ilgili yazarların birer fotoğrafı
konmuştu. Yazarlar çoğu zaman tanınmamış kişiler olduğundan bu fotoğrafların
gerekliliği kabul edilebilirdi ama burnunu ve çenesini artık herkesin
ezberlediği Cumhurbaşkanını beş ayrı fotoğrafının gerekliliği nasıl
açıklanabilirdi? Elindeki dergiyi ilk sayfasından son sayfasına kadar, hesaplayarak
yeniden gözden geçirdi; 91 fotoğraf yalnızca bir yüz gösteriyordu; 41’inde yüz
ve beden birlikte gözüküyordu: 23 grup fotoğrafında 93 yüz ve insanların
anlamsız ya da işlevinin olmadığı 11 fotoğraf. Dergide toplam 223 yüz vardı.
Sonra Paul geldi ve Agnes düşüncelerini anlattı ona.
Kocası:
Evet insan siyasete, başkalarının sorunlarına kayıtsız kaldıkça yüzlere
takıyor. Çağımızın bireyciliği bu dedi.
Bireycilik. Komadayken kamera seni filme alıyorsa bireycilik nerede? Tam
tersine, bireyin artık kendisine ait olmadığı bütünüyle başkalarının malı
olduğu çok açık. Çocukken anımsarım, birinin fotoğrafı çekilmek istendiğinde,
ondan izin alınırdı. Bana bile sorardı büyükler ‘Söyle bakalım küçük
fotoğrafını çekebilir miyiz?’ Derlerdi. Ve sonra bir gün hiç kimse bir şey
sormamaya başladı. Kamera hakkı bütün hakların üstüne çıkarıldı ve o günden
sonra her şey bütünüyle değişti.”
Yararlanılan Kaynaklar
Ahmet Oktay, Toplumsal Değişme ve Basın,
Bilim, Felsefe, Sanat Yayınları. İnceleme Dizisi: İstanbul 1987. ss.96-97.
Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul, 5 Temmuz 1992, ss.2.
Aktüel Dergisi, 22-26 Nisan 1992, ss.56, İstanbul
John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yayınları, İstanbul 1990, ss. 7-8, 20.
Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata, Adam
Yayınları, İstanbul, 1991, ss.188.
Nuri İnuğur, Basın ve Yayın Tarihi, ÜTİA Nıhad Sayar, Yaym ve Yardım Vakfi
Yayınevi, İstanbul, 1978, ss.122.
Yazgülü Aldoğan Günümüz Türk Basını -3, A.Ü SBF Basın Yayın Yüksek Okulu
Yıllığı 1981, Ankara, 1981, ss.272.
Pamela Shoemaker, James Fosdick, Hoıv Varying Reproduction Methods Affects
Response to Photograpfıs, Joumalism Quarterly, Colombia, Spring 1982, ss.13-14.
Yazgülü Aldoğan, A.g.e., ss.272.
Ahmet Oktay, A.g.e., ss.99.
Ertuğrul Özkök, Sanat İletişim ve İktidar, Tan
Yayınları, Ankara, 1982, ss. 167-168.
Yüzgülü Aldogan, A.g.e., ss.273.
Milan Kundera. Ölümsüzlük, Afa Yayınları, İstanbul 1990, ss.39-42.
Sh:259-270
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
KAYNAKLAR
Adler Alfred, İnsan Tabiatını Tanıma, İş Bankası
Yayınları, Ankara, 1994.
Alatlı Alev, Or'da Kimse Var mı?, Kitap-2, Boyut
Yayınları, İstanbul, 1992.
Alatlı Alev, Schrödinger'in Kedisi (Kabus), Boyut
Yayınları, İstanbul, 2000
Aldoğan Yazgülü, Günümüz Türk Basını-3, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu, Ankara 1981
Antonoff Michael, Living in a Virtual World. Popular
Science Magazine. NevvYork, Haziran 1993.
Atiker Erhan, Modemizm ve Kitle Toplumu, Vadi Yayınları,
Ankara, 1998.
Auge Marc, Unutma Biçimleri, Çeviren: Mehmet Sert, Om Yayınları,
İstanbul, 1999
Aymaz Göksel, Kitle İletişimde Meta Seyri ve Reality Show,
Evrensel Kültür, İstanbul, Mart, 1994.
Baltaş Acar, Baltaş Zühal, Bedenin Dili, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1992.
Baraes James, Clinton’s Moment, National Journal,
Washington, Sayı: 28.
Bayramoğlu Nisa, ABD deki Lobi Faaliyetleri, Ankara, 1985.
Berger John, Görme Biçimleri, Çeviren: Yurdanur Salman,
Metis Yayınları, İstanbul, 1990.
Bianchi Suzanne, John Robinson, What Did You Do Today? Children’s
Use of Time, Family Composition and The Acçuisition of Social Capital, Journal
of Marriage and The Family, National Council on Family Relations, Vol: 59,
No:2, Main, May. 1997.
Biddick Kathleen. Fen Bilimleri ve Beşeri Bilimlerde Bellek
İmparatorluğu, Cogito, Sayı: 13, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998
Binbirgece Masalları, Çeviren: Alim Şerif Onaran, Afa Yayınları, İstanbul, 1992.
Bimbaum H.Jeffrey. The Lobbyists, The American Enterprise,
Washington, Kasım-Aralık, 1992.
Birnbaum H.Jeffrey. The Lobbyists: How Injluence Peddlers Get Their
Way in Washington. Times Books, Random House, Washington, 1992.
Blanc Henri Frederic, Uyku İmparatorluğu, Çeviren: Coşkun
Deniz Ercan, Can Yayınları, İstanbul, 1994.
Bordwell David, Making Meaning, Harvard University Press,
Cambridge, 1996.
Borges Jorge Luis, Düşsel Varlıklar Kitabı, Çeviren: Bora Komçez, Mitos
Yayınları, İstanbul, 1992.
Borges Jorge Luis, Dantevari Denemeler, Shakespeare'in Belleği, Çeviren:
Peral Bayaz Charum , İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.
Buzan Tony, Keene Raymond. Dehanın El Kitabı, Çeviren:
Sinem Gül, Sabah Yayınları, İstanbul, 1996.
Bums, Petason, Cronin, Government by the People, Prentice
Hail, New Jersey, 1978
Calvino Italo, Amerika Dersleri, Çeviren: Kemal Atalay,
Can Yayınları, İstanbul, 1994.
Ccinnetti Elias. Körleşme, Payel Yayınları, İstanbul, 1984
Chen Milton, The Smart Parents Guide to Kids TV, KQED Books,
San Francisco, 1994.
Chomsky Noam, Medya Denetimi, Çeviren: Şen Süer, Tüm
Zamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1993.
Cole Michael, Cole Sheila, The Making of Mind: A. R Luria: A
Personal Account of Soviet Psychology, Harvard University Press,
Cambridge, 1994.
Connerton Paul. Toplumlar Nasıl Anımsar? Çeviren: Alaaddin
Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999.
Cooper Ken, Sözsüz iletişim, İlgi Yayınları, İstanbul,
1989 Cüceloğlu Doğan, İnsan İnsana, Altın Kitaplar, İstanbul,
1982.
Çiğdem Ahmet, Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, Vadi
Yayınları, Ankara, 1997.
David Ritchie, Information, Sage Publication. London,
1991. Dennis E. Everette. Reflections on The State of Field of
Communication, University of Texas, Austin, 1994.
Deren Seçil, Angst ve Ölümsüzlük. Doğu-Batı Dergisi, Yıl:
2, Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan 1999, Ankara.
Eco Umberto, Gülün Adı, Çeviren: Şadan Karadeniz, Can Yayınları,
10. Baskı, İstanbul, 1999.
Eco Umberto, Açık Yapıt, Çeviren: Yakup Şahan, Kabalcı Yayınları,
İstanbul, 1992.
Eco Umberto, Günlük Yaşamdan Sanata, Çeviren: Kemal
Atakay, Adam Yayınları, İstanbul, 1991.
Elam Harriet, Türkiye'nin Dışarıdaki İmajı, ABD Haberleri
Dergisi, Ankara, Sayı: 9, Eylül, 1992.
Ellul Jacques, Sözün Düşüşü, Çeviren: Hüsamettin Arslan,
Paradigma Yayınları, İstanbul, 1998
Erhat Azra. Mitoloji Sözlüğü, Remzi Yayınları, İstanbul,
1989. Fiske John, İletişim Çalışmalarına Giriş, Çeviren:
Süleyman İrvan, Ark Yayınları, Ankara, 1996.
Foucault Michel, The Archeology of Knowledge, Pantheon
Books, NewYork, 1972.
Freire Paulo, Macedo Donaldo. Okuryazarlık: Sözcükleri ve Dünyayı
Okuma, Çeviren: Serap Ayhan, İmge Yayınları, Ankara, 1998.
Frolou Ivan, Felsefe Sözlüğü, Çeviren: Aziz Çalışlar, Cem
Yayınları, İstanbul, 1997
Fromm Erich, Kendini Savunan İnsan, Çeviren: Necla Arat,
Say Yayınları, İstanbul, 1991.
Fromm Erich, Rüyalar, Masallar, Mitoslar, Çeviren: Aydın
Aytan, Kaan ökten, Arıtan Yayınları, İstanbul, 1990.
Fromm Erich, Sevme Sanatı, Çeviren: Nilhan Eray, Olgu Yayınları,
İstanbul, 1993.
Gawoll Hans Jürgen. Nietzsche ve Avrupa Felsefesi, Afa Yayınları,
İstanbul, 1996.
Gilligon James, Violence, Vintage Books, New York, 1996.
Goethe Johann Wolfgang, Genç Werther'in Acılan, Çeviren:
Nihat Ülner, Öteki Yayınları, Ankara, 1992.
Hensley Dennis, Millennium Approaches, Avon Book, New
York, 1998.
Huxley Aldous, Cesur Yeni Dünya, Çeviren: Ender Gürol, Güneş
Yayınları, İstanbul, 1989.
Huxley Aldous, Yarın, Yarın, Yarın, Çeviren: Levent özşar,
Ekim Yayınları, Bursa, 1995.
Huyssen Andreas, Alacakaranlık Anılan, Çeviren: Kemal
Atakay, Metis Yayınları, İstanbul, 1999.
İnuğur Nuri, Basın ve Yayın Tarihi, İİTİA Nihad Sayar
Yayın ve Yardım Vakfı Yayınevi, İstanbul, 1978.
İrvan Süleyman, Medya, Kültür, Siyaset, Ark Yayınları,
Ankara, 1997 İstanbul, 1984.
Jacoby Russell, Belleğini Yitiren Toplum, Çeviren: Hakan
Atalay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996.
Jensen Bruhn Klaus. News as Jdeology: Economic, Statistics and
Political Ritual in TV Network News, Journal of
Communication, Winter, 1987, Vol: 37, Oxford University Press, New York.
Jory David, Jory Julia, Dictionary of Sociology, Harper Collins
Publishers, Glasgow. 1995.
Jung Cari, Bilinç ve BiUnçattı İşlevi, Say Yayınları,
İstanbul, 1994. Kapferer Jean Noel, Dedikodu, Söylenti, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1992.
Keane John, Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çeviren: Bülent Peker,
Dost Yayınları, Ankara, 1998.
Keymen, Mutman, Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1996.
Kılıçbay Mehmet Ali, Uygarlığın Ödülü Olarak Kaygı, Doğu-Batı
Dergisi,Yıl: 2,Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan, 2000, Ankara. Koch Joachim, Gerçekliğin
Yayılması Ya da İllüzyonlarla Oynama, Sinematek Aylık Haber Bülteni,
İstanbul, Aralık 1992. Kozanoğlu Can, Cilalı İmaj Devri, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1992. Kundera Milan, Ölümsüzlük, Çeviren:
İsmail Yerguz, Afa Yayınları, İstanbul, 1990.
Lefebvre Henri. Modem Dünyada Gündelik Hayat, Çeviren:
Işın Gürbüz, Metis Yayınları, İstanbul, 1999.
Lingis Alphonso, Ortak Birşeyleri Olmayanların Ortaklığı, Çeviren:
Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997. Mestroviç Stjepan, Duygu
Ötesi Toplum, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,
1999.
Milbum A. Michael, Sosyal Psikolojik Açıdan Kamuoyu ve Siyaset, Çevirenler:
Ali Dönmez, Veli Duyan, İmge Yayınları, Ankara, 1998
Moody Kate. Groıving Up on TV, The New York Times Books,
New York. 1980.
Morley David, Robins Kevin. Kimlik Mekanları, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 1997.
Mutlu Erol. İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara, 1995.
Nasbitt John. Global Paradoks, Avon Books, New York, 1994
Neumann Noelle Elisabeth. Kamuoyu, Çeviren: Murat Özkök, Dost
Yayınları, Ankara, 1998.
Oktay Ahmet, Toplumsal Değişme ve Basın, BFS Yayınları,
İstanbul, 1987.
O'Sullivan Tim. John Harley, Danny Saunders. Martin Montgomery, John
Fiske. Key Concepts in Communication and Cultural Studies, Routledge,
London, 1996.
Özakpınar Yılmaz, Hafıza Yanılmalarının Doğuşu ve İki Ayn Hafıza
Kodu Teorisi, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1997. özakpınar
Yılmaz, Hafıza, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1997.
Özkök Ertuğrul, Kitlelerin Çözülüşü Tan Yayınları, Ankara,
1985 Özkök Ertuğrul, Sanat, İletişim ve İktidar, Tan
Yayınları, Ankara, 1982.
Palmer Echvard, TV and America's Children, Oxford
University Press, NewYork, 1988
Pamuk Orhan. Beyaz Kale, İletişim Yayınları, İstanbul,
1985.
Pavlik John, Dennis E.Everette, New Media Technology: Cultural and
Commercial Perspective, Allyn and Bacon, Boston, 1996.
Piaget Jean, Epistomoloji ve Psikoloji, Çeviren: Seçkin
Selvi, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1992.
Postman Neil, TV: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 1994
Said Edvvard. Orientalism, Penguin: Harmondsworth, 1978.
Sanders Barry. öküzün A'sı, Çeviren: Şehnaz Tahir, Aynntı
Yayınları, İstanbul, 1999.
Schramm Wilbur, The Process and Effect of Mass
Communication, University of Illinois Press, Urbana, 1954 Seguela Jacques, Yann
Çok Star Olacak, Afa Yayınları, İstanbul, 1990.
Severin Verner, James Tankard, İletişim Kuramları, Çevirenler:
Ali Atıf Bir, Serdar Sever, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994.
Shoemaker Pamela, Fosdick James. How Varying Reproduction Methods
Affects Response to Photographs,
Joumalism Quarterly, Columbia, Spring, 1982.
Simmel Mario, Çalınmış Rüyalar, Çeviren: Ahmet Cemal,
Ahmet Arpad, Altın Kitaplar, İstanbul, 1975.
Simon Herbert, Edebiyat Eleştirisi: Bilişsel Bir Yaklaşım Cogito,
Sayı: 13, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998
Smith Conrad. Reporters, Neıvs Sources and Scientific Intervention;
The Neıv Madrid Earthquake Prediction,
Public Understanding Science, Vol: 5, London, 1996.
Sözen Edibe, Medyatik Hafıza, Timaş Yayınları, İstanbul,
1997. Sözen Edibe. Söylem: Belirsizlik, Mübadele, Bilgi, Güç ve
Refleksivite, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.
Toffler Alvin, Üçüncü Dalga, Çeviren: Ali Seden, Altın
Kitaplar, İstanbul, 1984.
Toffler Alvin, Uyumlu Şirket, Çeviren: Yakut Güneri, İlgi
Yayınları, İstanbul, 1989
Toffler Alvin, Yeni Güçler, Yeni Şoklar, Çeviren: Belkıs
Çorakçe, Altın Kitaplar, İstanbul, 1992.
Tokgöz Oya, Temel Gazetecilik, Ankara Üniversitesi Basın
Yayın Yüksek Okulu Yayınları: 8, Ankara, 1987.
Tolstoy Lev, Diriliş, Çeviren: Nihal Talay, Cem Yayınları,
İstanbul, 1983.
Torrey Fuller, Out Of Shadoujs, John Wiley Sons, New York,
1997. Trent Judith, Friendenberg Robert, Political Campaign
Communication. NewYork, 1991.
Türkoğlu Nurçay, Seyirlik Ölümler, Marmara iletişim
Dergisi, Sayı: 2, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, İstanbul,
Nisan 1995
Ünsal Yüksel, Bilimsel Reklam ve Pazarlamadaki Yeri, İstanbul,
1984
Vassaf Gündüz, Cehenneme övgü. Çevirenler: Ömer Madra,
Zehra Gençosman, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992.
Vassaf Gündüz, Cennetin Dibi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,
1996.
Virilio Paul, A Topographical Amnesia, The Visual Culture
Reader, Routledge, London. 1999.
Webster Frank, Theories of Information Society, Routledge,
London,1995
Wilcox Dennis, Ault Philip. Agee Varren, Public Relations
Strategies and Tactics, Harper Row Publisher Inc, New York. 1986.
Yalom Irvan. Varoluşçu Psikoterapi, Çeviren: Zeliha İyidoğan
Babayiğit, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1999.
Yener Tevfik. Filmler, Yalanlar, Eksikler, Çizgiler, Oscar
TV Magazin, 19-25 Aralık 1992 Yıllığı, Ankara, 1981 Yüksel Haluk Ahmet, İkna
Edici İletişim, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994.
Zerzan John, Gelecekteki İlkel, Çeviren: Cemal Atila, Kaos
Yayınları, İstanbul, 2000
Zıllıoğlu Merih, iletişim Nedir?, Cem Yayınları, İstanbul,
1994. Zülal Aslı, Yaşam Kitabımız Bellek, Bilim Teknik
Dergisi, Sayı: 389, Tübitak Yayınları, Ankara, Nisan 2000.
Zweig Stefan, Dünya Fikir Mimarları, Cilt: 2, Çeviren:
Ayda Yörükan, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1991
Zweig Stefan, Sigmund Freud Cinselliğin Yeryüzü, Çeviren:
Ali Avni öneş, Broy Yayınları, İstanbul, 1991
Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA
KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar