Print Friendly and PDF

RÜYA ...Nurdoğan RİGEL




  

Kızılderililer yeni doğan bebeğin beşiğinin üze­rine üç kartal tüyünden yapılmış bir “Rüya Koruyu­cusu” asarlar. Bununla bebeğin güzel rüyalarla uyumasını sağladıklarına, bebeği kabuslardan koru­duklarına inanırlar.

“Medya Ninnileri”nin devamı niteliğindeki bu çalışmada yer alan makalelerde, rüyasız uykuları­mızın toplumsal ve bireysel sonuçları irdeleniyor.

Freud’dan bu yana düşler bir temsil aracı ola­rak dünyamızı zenginleştirir, hakkımızda ipuçları verir. Bilinçaltı üretimi olan düşlerimiz, bizi açıklar.

Şimdi ise tüketimimiz bizi açıklıyor. Self-imaj dediğimiz kendimiz hakkında zihnimizde oluşan görüntü, zamanımızı nasıl tükettiğimizle, özellikle de medya tüketimimizle ortaya çıkıyor. Düşlerin, rahatlatıcı, sağıltıcı yönünü yaşamın hızı içinde ya­rarlanılır kılamadığımız için medyanın kurgu düşle­rine sığınıyoruz.

Psikologlar bilinçaltının düş üretimi ile ilgilenir­di. Şimdilerde ise medya tüketimimizle ilgileniyorlar. Hangi TV programlarını izliyorsunuz? Ne tür filmleri seviyorsunuz? gibi. ABD’de bazı filmler psikolojik te­davide kullanılıyor. Psikologlar rüyalarımızda yakala­yamadıkları ipuçlarını yapay rüyalarla medyaya kaçı­şımızı inceleyerek bulmaya çalışıyorlar.

Medya analizcileri, psikografik, demografik ve sosyografik incelemelerle profesyonel iletimlerin üzerimizde daha etkili olması için çaba harcıyorlar.

İletişim alanımızı kişilerarasından, kitleye çe­ken medyasfer ile çevrelendikçe, düşlerimizi gelişti­recek insan sıcağından uzaklaştık ve rüyalarımızı koruyamadık.

Yatak odalarımızda rüyasız uykularımızı ko­rumaları (!) için artık TV’miz, internet ekranımız var. Yanıbaşımızda dizi dizi video kasetlerimiz, CD’lerimiz DVDlerimiz var. Kurgu rüyalarımız hazır.

Sonuçta, Medya Ninnileri ile uyuduğumuz için Rüya Körleşmesi’yle uyanıyoruz.

Nurdoğan RİGEL Ağustos 2000

Sh: 11-12

RÜYA KÖRLEŞMESİ

Gelmiş geçmiş en büyük dâhilerden biri olan Leonardo da Vinci, "ortalama insanın görmeden baktı­ğını, duymadan dinlediğini, hissetmeden dokunduğu­nu, tad almadan yediğini, fiziki bilince erişmeden hare­ket ettiğini, koku bilincine ulaşmadan nefes aldığını ve düşünmeden konuştuğunu" söylüyor.

Vinci'nin burada dile getirdiği duyusal körlüğü yaşayan insan, iç dünyası ile dış dünyadaki gerçek­liğin dengesini yitirmiş. İnsanoğlu yarı cehennem yarı dünya dekorlarından oluşan bir sahnede, tüm yanılsamaların, düşüncelerin, egemen değer yargıla­rının çöküşünü yaşıyor. Elias Canetti'nin "kör­leşme" adını verdiği bu dönüşüm, insanoğlunun duyularını dumura uğratarak, bazen kendi yarattığı, bazen de kendisi için yaratılan bir sanal gerçekliğin içinde kayboluşunu gösterir.

İç iletişimini yitirmiş, ruhunu besleyen duy­gulara yönelik algılamanın kapısını kilitlemiş insan, dış dünya gerçekliğinin aşın ve yapay ışığının ya­rattığı körleşmeyi önce rüyalarla yaşıyor. Dış dün­yadan gelen, büyük bir yüzdesi tasarımlanmış ileti­lerden oluşan iletişim sağanağı altındaki günümüz insanı, iç iletişimini besleyen rüyalarından da kop­tuğunda, yaratıcılığını, üretkenliğini de yavaş yavaş yitiriyor.

"British Columbia Üniversitesinde 1960'lann başlarında gerçekleştirilen bir çalışmada öğrenciler psikoloji derslerinde rüyalarını incelemişler. İlk dersler­de rüya görmeyen öğrenciler varken, yıl sonuna doğru rüyalarını anlatanların sayısı birkaç kişiden tüm sınıfa yükselmiş. Psikometrik testlerde de self imaj (kişinin zihninde kendisi için oluşturduğu görüntü) gelişmiş, notları yükselmiş, akademik performansları artmış. Öğrencilerin hem kendileriyle ilgili ifadeleri, hem de ya­ratıcı ifadeleri büyük oranda ilerleme kaydetmiş. Araştırmada, rüya görmeye verilen önemin artmasının kişi­nin genel durumunu iyileştirdiği ve yaratıcılığını artır­dığı sonucuna varılmış."

Ruh bilimciler ise rüyaları geçmişin ve bilin­çaltının bir tortusu, sağıltımı olarak ele alıyorlar. (Freud, Adler, Jung) Rüyaların önemi konusunda en iyi bilinen görüş, Sigmund Freud’un geliştirdiği psi­kanalizci rüya kuramıdır. Freud'a göre, rüyada gö­rülen olaylar, bilinçdışı arzuların örtülü olarak dışa vurumundan başka birşey değildir. Sıklıkla cinsel­likle ilgili yasaklanmış dürtüleri simgeleyen bu ar­zular normal olarak bilincin dışında tutulur, bastı­rılır. Uyku sırasında bastırmanın gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da, rüya gören ki­şinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla ka­bul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştür­mede uyku sırasında algılanan duyu uyaranların­dan önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yer­leşmiş anılardan yararlanılır. Psikanalizde de rüya­lar yorumlanarak bilinç dışının incelenmesine önem verilir. Rüyaları basınç altındaki ruhun sağaltım mekanizması olarak gören Freud, bu sistemi şöyle açıklıyor: "Rüya bizi uykumuzu bozmak için ziyaret etmez. Aksine, onu korumak için gelir. Onun varol­mayanı gösteren hayalleri sayesinde basınç altında­ki ruh gerilimleri boşalır. Böylece, sabahleyin dinçleşmiş olan vücut, boğulan bir ruh yerine, temiz­lenmiş ve hafiflemiş bir ruh bulur."

Freud'u izleyenlerden Alfred Adler, rüyaların geçmişten çok geleceğin planlanmasına yardımcı olma işlevini üstlendiğini iddia eder. Adler’e göre rüyalar aynı zamanda geleceğini, kendisine güvenlik verecek bir amaca doğru yöneltmeye, tasarlamaya, planlamaya çalışan bir organizmanın faaliyetidir. Adler, rüyaları "dün" ile "yarın" arasında bir köprü olarak görür. "Bir insanın genellikle hayata karşı takındığı tavrı bilirsek, şimdi ile sonra arasında ne şekilde köprü kurduğundan haberimiz olursa, rü­yalarını anlayabiliriz, bu noktadan geçerli bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Başka bir deyişle, tüm rüya­ların temelinde hayata karşı takınılmış genel tavrnı bulunduğunu söyleyebiliriz. "

Rüyalarla ilgili en geniş kapsamlı araştırmaları gerçekleştiren Carl Gustav Jung'a göre, rüyalardaki simge ve semboller tek başına incelendiğinde, her kişi için özel anlamlar taşıdıkları, kişinin kendini rüyaları aracılığıyla bu simge ve sembollere yansıttı­ğı ortaya çıkar. Jung, simgesel, doyumsal görü­nümler, düşünceler, yargılar, kavramlar, zorlamalar ve eğilimlerin bilinçaltına itildiğini, rüyalarla da bi­linçaltı etkinliklerinin gün ışığına çıktığım belirtiyor. Jung, ayrıca rüyaları, fizyolojik belirtiler olarak ka­bul ediyor ve bir ruhbilimci yaklaşımıyla, rüyaların ruhsal hastalıkların tanımı için gerekli bir veri ola­rak kullanıldığını söylüyor.

Dış dünyadan gelen güdüleyici mesajlarla sa­rılmış bir insanın, iç tepisel olarak rüyalarına dönüş yapması doğaldır. Ancak bir gün içinde medyaya ayrılan zaman dilimindeki artış, bir ölçüde de, uyku saatinin azalması anlamına geliyor. Beş safhadan oluşan ve REM safhasında görülen rüyalarını hatırlandığı uyku süresinde, her 90. dakikada bir 10 da­kika sadece REM dönemi olarak geçiyor. Uykudaki REM safhaları azaldıkça, kişinin rüyalarını hatırla­ma oranı da düşer. Medyaya verdiği zamanları, ken­di seçimiymiş gibi farkına varmadan rüyalarından çalan günümüz insanı, aynı zamanda bir "rüya körleşmesi" sürecine giriyor. Sabahları rüya görme­den uyananların sayısı artıyor. Çünkü REM sayısı azaldıkça, rüya görerek, ruhunu dinçleştirmiş, ta­zelemiş olanların sayısı da azalıyor.

Kısa bir süre de olsa dünyayı gören, ancak da­ha sonra görme duyusunu herhangi bir nedenle yi­tirenlerin bir süre daha rüya görmeyi sürdürdükleri bilinir. "Ancak bu kişiler gün gelir (tıp da neden, nasıl bilmiyor) rüya göremez olurlar. Rüyalar körleri yavaş yavaş terk eder. Önceleri son günlerde pek rüya görmedikleri bilincine varırlar, sonra giderek, rüya görmediklerini fark ederler. Her sabah bir gün öncesinden daha kötü, daha karamsar, daha yıkık uyanırlar ve anlarlar ki, artık bir daha rüya görme­yecekler. Ve beynin kıvrımlarında bütün görüntüler teker teker yok olup gider. Ebedi bir karanlık; İkinci Körlük"

Körlerin karanlık dünyalarına renk veren rü­yaların yok oluşuyla yaşadıkları ikinci körlüğü, tekno rüyaları tercih eden, görme duyusuna sahip olan, ancak sadece bakan kitle, kendi tercihi olarak yaşıyor.

British Columbia Üniversitesi'ndeki araştırma­nın ortaya koyduğu şekliyle rüyalar hatırlandıkça ve üzerinde konuşuldukça kişinin iç iletişimini, yaratı­cılığım, dolayısıyla zekasıyla ruhuyla görmesini sağ­lıyor. Fakat günlük yaşam rutin içindeki insanın ne rüya görmeye ne de hakkında konuşmaya vakti var.

"Doktora tezleri için Konya köylerinde dolaşan Kaliforniyalı bir çift, köylülerle konuşarak rüyalarını toplamışlar. Michigan Üniversitesi Çağdaş Sanat ve Antropoloji Bölümü dünya çapında bir rüya arşivi ge­liştirmek için çeşitli ülkelerden seçtikleri köylerde ilk çalışmalarına başlamışlar. ABD'de üniversiteler hangi araştırma için kimden ne kadar para aldıklarını bildirmek zorundalar. Böylece rüya projesini destekle­yenler arasında Microsoft, IBM, Wamer Brothers, Disney, Sony ve Benetton'un olduğu biliniyor. Bu fir­malar yoksul halkların rüyalarını toplamak için mil­yarlar harcıyor. Arşivde şimdiye kadar bir milyona yakın rüya birikmiş. Rüya başına 100 dolar civarında telif ücreti ödeniyor. Projenin arkasında dünyanın sayılı çok uluslu şirketlerinin varlığı yeni bir sanayii­nin kurulmakta olduğunun habercisi mi?"

Gündüz Vassaf’ın bir Amerikan gazetesindeki habere dayanarak verdiği bu bilgi, çok uluslu şir­ketlerin milyarları için Üçüncü Dünya ülkelerini kullanmaları açısından oldukça düşündürücü. Ya gelişmişlik düzeyi arttıkça yaşanan rüya körleşme­sini önlemek için daha yapacakları çok şey, gide­cekleri çok yolları olan Üçüncü Dünya ülkelerini insanlarının yoksulluktan doğabilecek bilinçaltı ya­ratıcılıklarını sömürüyorlar ya da önce rüyalarını satın alıp sonra da ruhlarını ele geçirecekler. Çünkü buna benzer bir işlem Vietnam'da bir kez yaşanmış. "Önce iyi Vietnamca bilen ABD li akademisyenler köyleri dolaşıp destanları, efsanevi kahramanlarını, uğur ve uğursuzluk simgelerini mitolojik korkularını araştırırlar. Sonra Pentagon bu verileri psikolojik savaş aracı olarak kullanır. Köylülerin moralini çö­kertmek için gece karanlığında helikopterlerle yapı­lan akınlarda semalardan mitolojik tanrılar ve efsa­nevi yaratıkları köylülere seslenir. Savaşın uğur­suzluk getireceğini, toprağın bereketini alacağını, daha büyük felaketlere neden olacağını söyler.

Tüm bu veriler ışığında rüyalarımızı korumalıyız.

Rüyasızlaştırılarak yaratılan körlüğe düşme­mek, yaratıcılığımızı yitirmemek gün içinde otomati­ğe bağlanmış alışkanlıklar ya da mekanik davra­nışlarla geçen yaşamı renklendirecek rüyalar için medyadan değil beynimizin sınırsız gücünden ya­rarlanmalıyız. Doğal kaynaklarını sömürgelere tes­lim eden az gelişmiş ülkeler şimdi de rüya kaynak­ları için aynı hatayı yapıyorlar. Biz ise sadece Batı formatlı tekno rüyalarla kendi dünyamızın merkezi­ni şaşırıyoruz.

Kaynaklar

Tony Buzan, Raymorıd Keene, Delariın El Kita­bıSabah Yayınları, İstanbul, 1996, s. 36.

Elias Canetti, Körleşme, Payel Yayınları, İstan­bul 1984

Buzan, Keene, A.g.e., s. 29.

Stefan Zıveig, Sigmund Freud Cinselliğin Yer­yüzüBroy Yayınları, İstanbul, 1991, s. 69.

Alfred Adler, İnsan Tabiatını Tanımaİş Ban­kası Yayınları, Ankara, 1994, s. 167.

Carl Gustav Jung. Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi,

Say Yayınları, İstanbul, 194, ss. 163-184.

Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi, Ayrıntı Yayınları, İs­tanbul, 1996, ss. 194-196.

Sh: 3-8

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

 

MEDYA NİNNİLERİ

“Zeus, Hera, Apollon, Artemis, Hermes, Eros”. Bu isimlerin hepsi mitolojideki Olimpos Dağı’nın tanrılarına ait. Hiç kimsenin tırmanamadığı Olimpos Dağı’nda, yıldızlar ve bulutlar arasında yaşayan bu tanrıların hayalleri, yeryüzüne çeşitli sanatçıların ellerinden çıkmış, heykeller ya da resimlerle iniyor. Ve belli bir görüntü kazanıyordu.

Görsel sanatlar ilerledikçe ve kitleselleştikçe günümüz insanı da tıpkı mitolojide olduğu gibi, Tanrılar Dağı’nı çağa uyarlayarak yarattı. Olimpos’un tanrılarını, insanların hayalleri biçim­lendirirken, Hollywood dağının tanrıları da, insanla­rı düş dünyasına çekmek için oluşturuldu.

Çağdaş Olimpos’un tanrıları artık Madonna, Michael Jackson, Marilyn Monroe, Elvis Presley, Silvester Stallone, Elizabeth Taylor...

Olimpos tanrılarını görünür kılan ressamların heykeltraşların yerini ise medya endüstrisinin pat­ronları alıyor. Washington Post’tan Richard Harwood’un verilerine baktığımızda, medya endüst­risi konusunda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

Bir yılda 8760 saat var. Bu zamanın büyük bölümünü, geleneklerimiz alışkanlıklarımız içinde bazen düşünerek, bazen hayal kurarak (özellikle cinsellik hakkında) harcıyoruz. Tatiller, hafta sonla­rı, hastalanmalar çıkarıldığında bir yılda 1824 saat mesleğimizle ilgili olarak çalışıyoruz. Her gün 7.5 saatten yılda 2 bin 730 saatimiz uykuda geçiyor. Medyaya bir yılda verebileceğimiz 3 bin 256 saatimiz kalıyor. Yani günde ortalama 9 saat.

İşte bu hesaplanan süre büyük bir iş alanı do­ğuruyor: Medya Endüstrisini, elektronik ekipmanlar ve uzayla bağlantılı bu iş alanı, ABD’nin 9. büyük endüstrisi durumunda. 1991 rakamlarıyla medya harcamaları sadece ABD’de 109 milyar doları bulu­yor. Bu demektir ki bir kişinin cebinden medya için yılda 353 dolar çıkıyor. Reklamcılar her yıl üretilen mal ve hizmetlere müşterinin dikkatini çekmek için medya sahiplerine 80 milyar dolar ödeyerek yer ve zaman kiralıyorlar.”

Medya kişilerin zihinlerine binlerce imajı, gö­rüntüyü naklediyor. Uyku ve iş zamanları dışında içine girdiğimiz bu dünya, aynı zamanda düşüncele­rimize olduğu kadar hayallerimize de hükmediyor. Ayrıştırarak bizlere gerçekle düş arası yeni bir ya­şam atmosferi sunuyor. Kendi tanrılarını yaratan medya, hepsine bir görev yüklüyor. Marilyn Monroe+ Madonna = Cinsellik. Michael Jackson + Elvis Presley = Müzik. Silvester Stallone = Güç. Elizabeth Taylor = Sonsuz güzellik ve sağlık tanrı ve tanrıçaları olarak düş dünyamıza kanalize oluyorlar. Radyo, TV, sinema, gazete ve dergiler bu medya tan­rılarının maceralarıyla dolu. Bireysel olarak bakıldı­ğında, izleyiciye, dinleyiciye ulaşılmazı gösteren, dinleten, bu belli imaj yüklenmiş medya tanrılarının görevi: Kitlelere gerçek yaşamın güçlüğünü unutturmak, hayatı hazır düşlerle kolaylaştırmak, kaçışı sağlamak.


Çalışmak ve uyumak dışında kalan zamanımı­zı, tatlı tatlı bizden çalan medya, düşüncelerimizi zorlamadan neredeyse hiç devreye sokmadan, bu işi yapma çabasına, hep görselliği kullana^ ak girişiyor.

Fotoğraf, sinema, TV hep bu çabanın sonucu içerik ve teknik olarak gelişiyor. Bu arada unuttu­ğunuz bir başka alanda gelişme var. Çizgi roman ve çizgi filmlerle yıllardır hayal dünyamızı hiç zorlama­dan yaşamımıza giren çizgi kahramanlar.

Doğan, yaşayan, ölümsüzleşen medya tanrıla­rının yanında, hiç yaşlanmayan, ölmelerine izin ve­rilmeyen, çizgi kahramanlar da giderek çağdaş in­sanın ‘masal saatleri’nde kendilerine ait zamanlar yaratmışlar.

Günümüz insanı medya endüstrisinin elinde ar­tık. Gerçek yaşamın sıkıntılarını, düş dünyasını uyuşturan yumuşaklığında uyutuyor. Medya endüstrisi sanki dev bir marina. Herkese algılamasına ya da dal­galardan kaçışma uygun bir çekek yeri sunuyor.

Bir illüzyonun içinde kaybolurken, yanımızda çizgi kahramanlarımız var. Belki çocukluğumuzun tasasız yıllarından geliyor onlarla arkadaşlığımız. Çizgi kahramanlar artık gazete, dergi haberlerine de konu olabiliyor rahatlıkla. Çünkü gazete ve dergile­rin yayın sorumluluklarının da çocukluk arkadaşı onlar. Bizden birileri. Yakın dostlarımız gibiler. Tanıyanları, sevenleri milyonlarca. Bu nedenle haber özelliğini de rahatça taşıyabiliyorlar. Böylece yeni bir haber kaynağı çeşidi ortaya çıkıyor; çizgi kahra­manlar. Günlük maceralarla yaşamımıza giren bir başka çizgi kahraman, “Hasbi Tembeler”in eski Sovyetler’deki Glasnost politikasını ileri sürerek, günlük nöbetlerin artık kaldırılması isteğiyle çavuşuna baş­vurması, haber olarak Türk basınında ilk kez Güneş gazetesinde yer almıştı. Giderek daha sık periyodlarla, çizgi kahraman haberlerini basından izler hale geldik. Örneğin Temel Reis’in uzatmalı sevgilisi Safinaz’ın kürtaj haklarını savunması.

Daha sonra Basri ve Fatoş’un, geleneksel Ame­rikan ailesinin çağdaş yaşamına uygun hale gelme çabaları, haber olarak gazete sayfalarına girdi. Fatoş ev ekonomisine katkıda bulunmak için yakın arka­daşı Maviş ile birlikte “catering” şirketi kurdu. Böylece her ikisi de klasik, dedikodu üreterek gün geçi­ren ev kadını tiplemesine son vermiş oldular.

Çizgi kahramanlar öylesine bizle iç içeler ki, Süpermen’in öldürüleceği ile ilgili haberler üzerine ABD’nin Metropolis Kenti halkı, büyük bir panik yaşadı. 1979 yılından bu yana her yıl ‘Süpermen Günleri’nin düzenlendiği çizgi kahramanının doğdu­ğu bu kent, neredeyse yasa büründü. Ölümsüz do­ğan çizgi arkadaşlarımızı bırakmaya, gönlümüz el vermiyor. Yapımcı De Comics şirketinin “Süpermen öldürülecek” kararına karşı çıkan halk, “Biz onu hep canlı ve güçlü görmek istiyoruz” diyor.

“Bu çizgi kahramanların, yaşanılan gerçekle ilgisi yok. Çizilen mekânlar ve tipler, gerçekliğin algılanma­sını değil, yaşanan zamandan kaçışı sağlıyor.”

Kitle kültüründe herşey standartlaşıyor, klişele­şiyor. Formül haline getirilip, basit mesaj bombardı­manı sağlanıyor. Okuması, seyretmesi, dinlenmesi kolay mesajları, çözümlemek için düşünce mekaniz­mamızı devreye sokmuyoruz. Ve masal dünyasının yumuşaklığını, her zaman gerçeğin sert rüzgârına tercih ediyoruz. Bu psikolojik çözümlemenin bilincin­de olan medya endüstrisi, hemen ardarda çizgi kah­ramanlar yaratmayı amaçlıyor. Öyle ki, artık siyasi liderler de çizgi roman kahramanı haline getiriliyor.

ABD eski Başkanı George Bush’un yaşamının, Malibu Yayınevi tarafından çizgi roman haline getirile­ceğinin açıklanması, bu görüşü doğrulayan en güzel örneklerden birini oluşturuyor. Bush’un 1988 yılı se­çim kampanyaları sırasında vergilerle ilgili sloganı, “Dudaklarımı okuyun” şimdi eski başkanın çizgi ro­manının adı olacak. Yayınevinin yöneticisi Scott Rosenberg, “Bush’u sevmeyenler onun hakkındaki tüm komik karikatürleri öğrenecekler” diyor.

Bu fiilin üzerinde durmak gerekiyor: Öğrene­cekler. Evet, Bush’un araştırmaya dayalı biyografile­rini okuyarak, bu bilgilere ulaşmak yerine, çizgi ro­manla hem eğlenecekler, hem de eski başkan hak­kında bilgilenecekler.

İtalya’da Mafya cinayetlerinin artmasıyla bir­likte çocukları bu konuda eğitmek, en azından Mafya’ya karşı bilgilenerek, savunmalarını sağlamak için, İtalyan Epoca dergisi de çizgi romanın sevimli­liğine sığındı. Söz konusu dergi, iki Mafya uzmanına hazırlattığı hikayeleri resimli hale getiriyor. Bu çizgi roman, derginin promosyon eki olarak veriliyor.'

Çizgi romanların neden bu kadar sevilerek okunduğu konusunda, ünlü kitle iletişim kuramcısı Wilbur Schramm’ın, “The Process and Effects of Mass Communication” adlı eserinde, çizgi romanlar konusuna değinen, Katherine Wolf ile Majorie Fis­ke’nin düşüncelerini aktaralım:

“Normal bir çocuk, genelde egosunu güçlen­dirme aracı olarak gördüğü çizgi hikayeleri okuyan, hızlı bir okuyucudur. Çocuk, çizgi kahramanlarda ego deyimini bir takım yansımalarla genişletmeye çalışır. Daha sonra maceracılık aşamasında yenile­meyen bir kahramanda egosunu tatmin eder. Son olarak da, kendi ayakları üzerinde durur ve hayatın kendisi demek olan gerçek maceranın hakiki çizgi kahramanlarını benimser. Yetişkinlerin, çizgi kah­ramanları aynen çocuklar gibi tutku ile okumala­rındaki tek neden, onları bir rahatlama ve gevşeme aracı olarak kullanmalarıdır.

Sağlıklı ruhsal yapıya sahip çocuklar için, çizgi romanlar egolarını güçlendirme ve eğlenme aracıdır. Bazı çocuklar ise hayatın gerçekleri için kendilerini güçlendirme isteği duymazlar. Herhangi bir sorum­luluk üstlenmeye, hem yeteneksiz, hem de isteksiz­dirler. Onlar için çizgi kahramanlar bir kaçış meka­nıdır. Pek çok içinden çıkılmaz sorunu çözmek ama­cıyla, güçlerini kullanan çizgi kahramanlar, çocuk­ların, günlük hayatlarında endişeye kapılmadan, problemlerin üstesinden gelmelerine yardım ederler. Çocuklar için çizgi kahramanlar bir uyum meka­nizması gibidir”

Çizgi kahramanlar çocuklara öylesine yakın­dırlar ki, içlerindeki durumları açıklamak için de, yine onları kullanırlar. Örneğin, ülkemizdeki bir özel TV kanalında pazar günleri gösterilen bir komedi dizisinde, 13 yaşındaki bir dizi film kahramanı, içinde bulunduğu mutlu anı anlatmak için, “Kendimi şu anda Daltonlardan biri gibi hissediyorum” diye­biliyor. Bu cümlesiyle aile bireylerinin birbirlerine yakınlığından duyduğu sevinci açıklamak istiyor. Kendince mutluluğunu anlatacağı mesajı çizgi kah­ramanlardan örnekleyerek veriyor.

Tüm bu verileri düşündüğümüzde, medya en­düstrisinin yarattığı masallarla nasıl çevrelendiğimi­zi görebiliyoruz. Biraz da, “Çocuklarımızı masalsız bırakmayın” diyen Münihli psikolog Ulrich Diekmenyer’e kulak verelim. Diekmenyer, masal­larla uyuyan çocukların hayal güçlerinin geliştiğini belirterek, anne babalara uyarıda bulunuyor.

Peki, TV karşısında, ya da elinde gazetesiyle uyuya kalan yetişkinlerin hayal dünyasını, konfeksi­yon ürünleri gibi tek tipleştiren medya patronlarına kim uyarıda bulunacak?

Ninni ile rahatlatılan, masal ile başka dünyala­ra taşınarak sakinleştirilen çocuklara karşılık, anne babalar da son moda müzik parçaları eşliğinde, TV’den yenidünyalara yelken açıyorlar. Bu arada da uyuşturulan kitlelerin üzerinde, medya patronları ve siyasi güç odakları, el ele gönül birliği içinde, gün­lük ve uzun vadeli kararlarını demokrasinin hiçbir kuralına uymadan, uyuklayan kitlelerin uyanık ön­derleri olarak uyguluyorlar. Kitle iletişim araçların­dan gelen en temel mesaj; “İYİ UYKULAR”.

Yararlanılan Kaynaklar

Intemational Herald Tribüne, Paris, 9 Eylül 1992.

Milliyet, İstanbul, 26 Temmuz 1992.

Cumhuriyet, İstanbul, 10 Eylül 1992.

Ahmet Oktay, Toplumsal Değişme ve BasınBilim/ Felsefe / Sanat Yayınları, İstanbul, 1991, s. 103.

Milliyet, İstanbul, 14 Eylül 1992.

Sabah, İstanbul, 11 Eylül 1992.

Wilbur Schramm, The Process and Effect of Mass Communication, University of Iüinois Press, Urbana, 1954, s. 48-49.

Tele On, “Gümüş Kaşıklar”, 20 Eylül 1992.

Günaydın, İstanbul, 14 Eylül 1992.

Sh: 9-15

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

İLETİŞİMDEN YALITIMA YA DA YALNIZLIK VADİSİNDE KAYBOLMA

1970'lerdeki kitle haberleşme araçları, 1980' lerde kitle iletişim araçlarına, 1990'larda ise medya­ya dönüştü.

Bu kavramsal değişimde kitle kelimesinin düşü­şü ilk anda görülüyor. Çünkü artık kitleler çözülüşle­rini tamamladı. (Özkök, 1985) Bireyle bağını kuran medyayı, tasarlanmış iletilerin tüketimi anında ince­lersek, tekbaşınalaştırılmış hedefleri görebiliriz.

İletişim Bilimci John Fiske, medyayı; kitap, ga­zete, radyo, TV ve sinema olarak sıralamış ve tüketi­ci gereksinimlerini de kişisel ve toplumsal olarak ikiye ayırarak temellendirmiş. (Fiske, 1996; 38) Ta­sarımlanmış ileti sunan bu araçları tüketim anında gözlemleyelim.

Kitap, günümüzde hiç bir okur, okuma eylemi esnasında, kitabını kitle ile grup ile ya da bir başka­sı ile paylaşmaz. Tek başına olmayı özellikle ister.

Gazetenizi okurken, yanınızdaki kişinin, gözucuyla olsun gazetenize ortak olmasına katla­namazsınız. Herkes gazetesini rahatsız edilmeyeceği bir ortamda okumayı planlar.

Arkadaşınızla, eşinizle, ailece, grup halinde, gazete okumayı düşünemezsiniz. Gazeteye ayıraca­ğınız 10-20 dakikalık zaman diliminde yalnız olmayı istersiniz.

Çevrenizde kulaklıklarını takmadan radyo dinleyen birine artık rastlamıyoruz. Ancak, otomobil radyoları kulaklıksız dinleniyor. Bu durumda, ya otomobilinizde yalnızsınız, ya da diğer yolcuların itiraz etmeyeceği bir kanal bulmuşsunuz demektir.

TV, evlerin salonlarındaki hâkimiyetini çok­tandır yitirdi. Tek kanallı dönemde, tüm aile bireyle­rini biraraya getiren, neredeyse izleme davranışını günün belli saatlerinde ailece yaşanan bir ritüele çeviren TV, günümüzde odalarda tek başına izleni­yor. Çok kanallı yapı, TV izleme davranışını değiş­tirdi. TV'nin karşısında da artık yalnız kaldık.

Sinemada ise filmi, bir salonda onlarca kişiyle birlikte izliyoruz. Ancak ışıklar söndürülüp, film başladığında kendinizi düşünün. Filmin tasarım­lanmış iletileri karşısında yapayalnızsınız. Önce ka­ranlık nedeniyle, daha sonra da sinema perdesinin 120 derecelik bir açıyla görüşünüzü kaplaması ne­deniyle, diğerlerinin varlığını unutuverirsiniz.

Öyle ki, filmin finali sizi ağlattı ise ışıklar yandı­ğında, yine gözyaşlarınızla yalnız kalmak, görünmez olmak için siyah gözlüklerinizi telaşla takarsınız.

Bireyin aydınlanma çağından sonraki ikinci keşfini yaşıyoruz. Medya bizi kitleden çıkarıyor ve tekbaşınalaştırıyor. İletişim süreci söz konusu oldu­ğunda ise iletilerin hedef alıcı üzerindeki etkisiyle birlikte kaynağı besleyici yankıya gereksinim vardır. Hedef alıcı, iletinin üzerindeki etkisini yankı yoluyla kaynağa ilettiğinde en basit şekliyle iletişim süreci gerçekleşir.

Oysa günümüzde, başta medya olmak üzere kimse bizden yankı (geri besleme) istemiyor. Niçin her gazetede okuyucu mektupları köşesi yok? TV’lerde ya da radyolarda beğenmediğiniz bir prog­ram, diyalog ya da konuşma ile ilgili olarak tepkinizi ifade etmek istediğinizde telefonlarda muhatap bu­labilir misiniz? İleti tüketicileri, görüntü tüketicileri olarak bize kimse fikrimizi sormadığı gibi eleştirile­rimizi de istemiyor. İletişim, çoktan "ileti sağanağı"na dönüştü.

Toffler, medyanın yarattığı sağlıksız bir psikosferin insanı yalnızlaştırdığını söylüyor. (Toffler, 1981; 413) Bu yalnızlık içinde artık ileti­şimden değil, yalıtımdan söz etmenin zamanıdır. Aslında her birimiz için son derece tanıdık olan ya­lıtımın farklı şekillerde kullanımını, Irvan Yalom üç tipe ayırarak anlatıyor; Kişilerarası, Kişinin Kendi İçinde ve Varoluşsal Yalıtım. (Yalom, 1999;556)

Kişilerarası yalıtım; genellikle yalnızlık olarak yaşanır, kişilerden uzak olmayı ifade eder. Birçok faktörün işlevidir; coğrafik yalıtım, uygun sosyal becerilerin eksikliği, yalanlıkla ilgili çatışmalı duy­gular veya doyurucu sosyal etkileşime engel olan kişilik tarzı. Yakınlığı destekleyen kurumlardaki (geniş aile, komşuluk, din kurumlan, yerli dükkan­lar, aile doktoru) azalma, kişilerarası yalıtımı, karşı konulmaz biçimde artırmıştır.

Kişinin Kendi İçindeki Yalıtım; Bu mekanizma­da hoş olmayan bir yaşantı duygudan arındırılır ve çağrışım bağlantıları bozulur, böylece sıradan dü­şünce sürecinden soyutlanır.

Varoluşsal Yalıtım; Bireyler sık sık başkaların­dan ve kendi parçalarından soyutlanırlar, fakat bu ayrılmaların altında varoluşa ait temel bir yalıtım yatmaktadır.

Varoluşsal yalıtım, insanın kendisi ve başka biri arasındaki kapatılamayan uçuruma gönderme yapmaktadır. Varoluşsal yalıtım, pek çok giriş yolu olan yalnızlık vadisidir.

Derin yalnızlık, insanın kendini yaratma hare­ketinin yapısında vardır. Kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu, varoluşa maruz kalmak zo­rundadır. (Yalom1999:560-563)

Erich Fromm ise yalıtımın temel anksiyete (kaygı) kaynağı olduğuna inanır. Heiddegger e göre kaygı, bu boşlukla tanışmış ve yüzleşmiş insanın ruh halidir. (Deren, 1999; 101)

Kaygının diğer düşünürü Kierkegaard ise, "dün­yada yalnız, Tanrı tarafından unutulmuş, bu koskoca hanedeki milyonlar ve milyonlar arasında atlanmış olma olasılığının tasan her insanın derinlerinden bir yerde yaşar. Kişi, arkadaş ya da akrabalıkla bağlı bir kalabalığa bakarak, tasasını uzakta bir yerde saklı tutar, ne var ki tasa hala oradadır ve bütün bunlar (kendisinden) alınsa nasıl hissedeceğini düşünmek bile istemez "der. (Aktaran: Deren, 1999:102)

Medya, bireyi önce kişilerarası iletişimin insan sıcağından çıkardı. İnsan insana iletişimden boşa­lan zamanlara, medya taşındı. Ancak medya ile ge­çirilen zamanlar, tüketim anı birlikteliği, omuz omu­za iken şenlikliydi. Şimdi ise tüketim anının yalnız­lığı, yalıtılmışlığı kaygıyı beraberinde getirdi.

Varoluşsal kaygı, uygarlaşmanın sonucu ola­rak ortaya çıktığı kadar, giderek onun bedeli de ol­makta ve insanın derin özünü meydana getirmekte­dir. Süregiden kaygıları onu zehirlemekte, kirlet­mekte. Kaygı, sahnenin tamamını kaplamış esas öge olunca; başrole çıkabilmek için kendini ikiye böl­meye razı olan insan, tekrar tekleşmekte ve ruhu­nun derinliklerinde bedenden arınarak, rüyalarına kaçmaktadır.

Kaygı, düşe doğru kaçışa neden olmakta, düşler çoğu maddileşerek uygarlığı daha da katmerlendirmekte ve düşe kaçış daha da aranılır hale gelmektedir. Bu sarmal beden ile ruhun bölün­mesinden de beter bir düş-gerçek bölünmesini varo­luşun bir unsuru haline getirmekte ve insan düşleri­nin işlevinde anı, elinde bulunan, sahip olduğu yega­ne gerçekliği ıskalamakta veya anı sıkılarak yaşa­makta; ya ürettiği mitik geçmişin, ya da ürettiği düş­sel geleceğin hayalini anın gerçeğine tercih etmekte ve sonuçta gerçekten gittikçe koparak düşe teslim ol­maktadır. (Kılıçbay, 1999; 126-127)

Bu teslimiyette, Atilla Atalay'ın deyimiyle, "Yal­nızlık Aletleri"ne ihtiyacımız var. Medya, hem yalnızlı­ğımızı, yalıtım ortamına geçişimizi yoğunlaştırıyor, hem de çıkış için yine kendisine dönmemizi buyuru­yor. Zaten tüm çıkışlar tutulmuş artık.

Yalnızlığın, kaygı uyandırıcılığın iletişimle ilgili temel kaynakları; kişilerarası iletişimin ortadan kalkması, iletişimin tek yönlü hale gelerek, bir ileti sağanağına dönüşmesi, iletilerin tüketimi anında fiziksel olarak yalnızlaşma ve enformasyonun bü­tünsel bir bilinç yaratma olanağını ortadan kaldır­masıdır. (Özkök, 1985; 337-340)

Yalnızlığın, yalıtımın ve kaygının getirdiği bo­ğulma hissini (Jacoby,1996;19) paylaşanların sayısı arttıkça, yalnızlık vadisinden, duygu ötesi topluma (Mestrovic,1999) geçiş yapacağız. Genç Werther’in varoluşun acılarının bakışına yansıdığı anlardaki gibi, beynin boşalmış enerjisinin gözlere yansıyan duygusuzluğunu taşıyacağız.

Yeni binyılda bizi bekleyen içsel tehlikeler uç vermeye başladı. Belki de, Cappola'nın filmi Apocalypse Now'ı (1979) (Şimdi Kıyamet) yaşıyoruz ve iç dünyamızda kıyametler kopuyor.

Yararlanılan Kaynaklar

Calvino, Italo(1994), Amerika DersleriÇeviren; Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul.

Fiske, John (1996), İletişim Çalışmalarına Giriş, Çeviren; Süleyman İrvan,Ark Yayınları, Ankara.

Yalom Irvan (1999), Varoluşçu Psikoterapi, Çeviren; Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabala Yayınları, İstanbul

Deren, Seçil, Angst ve Ölümlülük:, Doğu Batı Dergi­si, Yıl: 2, Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan 1999, Ankara.

Kılıçbay, Mehmet Ali, Uygarlığın Ödülü Olarak Kaygı, Doğu Batı Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan 1999, Ankara Özkök, Ertuğrul, (1985), Kitlelerin Çözülüşü, Tan Yayınları, Ankara.

Jacoby ,Russell (1996), Belliğini Yitiren Toplum, Çeviren: Hakan Atalay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

Mestrovic, Stjepan, (1999), Duygu Ötesi Toplum, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Aynntı Yayınları, İstanbul

Hensley, Dennis, (1998), Millennium ApproachesAvon Book, Neıv York. Toffler, Alvin (1981), Üçüncü Dalga, Çeviren: Ali Seden, Altın Kitaplar, İstanbul.

Goethe, Johann Wolfgang, (1992), Genç Werther’in Acılan, Çeviren: Nihat Ülner, öteki Yayınları, Ankara.

Sh: 53-59

 

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

 

GÜLÜN ADI: AMERİKAN GÜZELİ

İtalya'da Bologna Üniversitesi'nde öğretim üye­si, semiolog, tarihçi, filozof, estetikçi, Orta Çağ uz­manı ve James Joyes üzerine derin araştırmalar yapmış çok yönlü bir bilimadamı olan Umberto Eco'nun 1980'de yayınlanan ilk romanı Gülün Adı, bugüne kadar 20'yi aşkın dile çevrildi, tüm dünya­da olağanüstü bir ilgi uyandırdı. Eco'yu dünyaya tanıttı. Kitabının ilk baskısından üç yıl sonra Eco Alfabeta'nın Haziran 1983 de yayınlanan 49'uncu sayısında, çeşitli ülkelerden okurların kendisine yönelttikleri soruları yanıtlarken, kitabın adına da değinir.

Gerçekten de, ilk anda şaşırtıcı ipucu vermeyen Eco'nun "Açık Yapıt" özelliklerini hatırlatan bir ad, "Gülün Adı". Eco, romanın, "yorum üreten bir makine" olduğunu, ama bir romanın ille de bir adı olması ge­rektiğini belirterek, bu adı, kendisine, 12. yüzyılda ya­şamış bir Benedikten olan Bemardo Lorliacense'nin bir dizesinin esinlediğini anlatır. Bir rastlantı sonucu bul­duğu bu adı niçin seçtiğini Eco şu sözcüklerle dile geti­riyor; "Çünkü gül simgesel bir şeydir ve öylesine an­lamlarla yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı yoktur; gizemlidir ve bir gül, güllerin yaşantılarını yaşamıştır. Bir zamanlar ünlü kentler, güzel prensesler her şey hiçe dönüşür, yitip giden bütün nesnelerden elimizde sadece adlan kalır."

2000 yılı Oscar törenlerinin, 5 Oscar kazana­rak, (en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyun­cu, en iyi özgün senaryo, en iyi görüntü yönetmeni) yıldızı olan Sam Mendes'in yönettiği "Amerikan Gü­zeli" de sadece gülün adı. Amerikalıların kan kırmızı güle verdikleri bir isim sadece. Gül, filmin afişinde ve öykü içinde görsel şiirselliği sürdürme gibi gö­revleri de üstlenmiş.

Eco'nun romanı içindeki öykülemenin mekanı, olan manastır da yanarak yok olduğu için geriye sadece adı kalır. Yokluğu, ya da yok oluşu manastırı daha da ünlü, efsanevi kılar. Eco romanını Postille (Sonrası) adlı bir şiirin altılı dizesi ile bitirir;

Sen ki ey gül, çayırda kızarıp kurumlanıyorsun Kıpkırmızı, bürünmüş allara kır, şen ve hoş ama mutsuz olacaksın nice güzel olsan da

Bu dizeler, "Amerikan Güzeli”nin de bir film olarak, çözümlemesine ya da okunmasına yardım ediyor. Filmin Amerikan yaşam tarzını simgeleyen yapısına ışık tutuyor. Çünkü bu yaşam stili dünya­da pek çok kişi için "en güzel" olsa da içindekileri hep mutsuz ediyor.

Filmde röntgenci komşu çocuğunu canlandı­ran Ricky'nin üçüncü gözü gibi kullandığı video kamerasına takılan görüntülerden biri olan, rüzgar­da kurumuş yapraklarla dönerek uçuşan bir plas­tik torba, gösterge olarak temel mesajı üstleniyor.

Ricky, bu görüntüyü "hayatın anlamı" olarak yorumluyor ve plastik torbanın da içinde uçuştuğu mini girdap için "benimle dans ediyor" diyor. Ricky, böylece doğalın içindeki yapaylığın kendi yaşamı olduğunu anlatıyor. Ricky'nin kamerasındaki gö­rüntüde, girdap içinde uçuşan sadece yapraklar olsa, her şey doğal akışında gidiyor izlenimi bıraka­cak. Ancak plastik torba, doğanın kendi içindeki bu oyununun aktörleri olan yapraklara uyum sağla­yamıyor. Yapraklar aynı anda birliktelik içinde yük­selip alçalırken, plastik atık torba, uyumu bozuyor, görüntü estetiğini ortadan kaldırıyor. Ancak yine de bu estetik görüntünün içindeymiş gibi yapıyor. Tıp­kı Ricky'nin babasının, annesinin, kız arkadaşının, kız arkadaşının annesinin yaptığı gibi. Özelde Ricky'nin, genelde senaryodaki tüm karakterlerin yaşamı bu görüntüde saklı; doğal akış içindeki ya­pay yaşamlar. Filmde herkes" mış gibi" yaşıyor. Ricky, babasına itaat ediyormuş gibi, Ricky'nin ba­bası Hitler kalıntılarından yeniden yapılandırılmış bir maço erkek karakterine dönüştürülmüş gibi. Annete Bennig, ailesine eşine bağlı, başarılı ve mutlu bir kadınmış gibi.

Öyküdeki tek doğal karakter (Lester) Kevin Spacey. Yaşamlarını sistemin kurallarına göre kur­gulayıp oynayan bu insanlar içinde, tek göründüğü gibi olan, sistemin önerdiği ve yücelttiği kurgusallığı reddeden karakter Spacey.

Erich Fromm, "Modern dünyada, insanın kişi­lik pazarında ne sattığı oynadığı rol konusundaki yeteneğince belirlenir. Bu rolün ardında ne türden bir kişinin bulunduğu hiç sorun değildir. Çünkü kişi, pazarda sağladıklarıyla ilgilenmektedir." der. Fromm, bu rollerin sonrasının insanda bir boşluk yarattığından söz ediyor. Spacey de bunu ilk yaşa­yanlardan oluyor. Kurgudan boşaldığı andan itiba­ren sistemin kendisinden beklediği ve karşılığında da "Amerikan Yaşamı”nın görkemini sunduğu her türlü rolden sıyrılıyor ve kendi oluyor. İlk olarak bu yaşamı kendisine sağlayan işinden ayrılıyor, daha sonra statüsü ve yaşına uygun olmayan bir otomo­bil satın alıyor ve eşinin çok değer verdiği, ev deko­rasyonunu zengin kılan yan göstergelerden, pahalı İtalyan kumaşı kaplı koltuğunda, her an dökülerek, leke bırakacağı tehlikesini(!) gözardı ederek, şam­panya içiyor. Kurgudan kaçışını, kutluyor.

"Bütün bunlar aslında, modernleşmenin hızlı temposuna bir tepki, gündelik şimdinin, her şeyi girdap gibi içine çeken boş uzamından dışarı çıkma ve bir zaman ile bellek duygusu talep etme çaba­sı"*. Öyküleme içinde karakterler gündelik yaşam­ları ile karşımıza çıksalar bile kişisel tarihleriyle ön plandalar. Kişisel tarihleri ise sistemin, "Gündelik hayatları nasıl yoksullaştırdığının" ortak payda­sında birleşiyor. Bu ortaklığın dışına kayarak gün­delik yaşamından başlayıp, geri kalan yaşamını da basit sarmalın dışında, sisteme aykırı olarak sür­dürmek isteyen Spacey'e cezası, sistemin bekçisi Hitler artığınca veriliyor. Ancak onun cinayet senar­yosunu ise gelecekte bu kurgunun içinde olmayı sürdürecek gençler, ailelerin çocukları hazırlıyor.

Spacey nin ölüm sahnesindeki gülüşü ise yö­netmen Mendes'in tiyatro yönetmenliğinden gelişi ile açıklanabilir. Çünkü, bu teatral yapı, Dante'nin İlahi Komedya sında Cennet’in 21. kantosunun di­zelerinde Beatrice'in ölümünü aktaran bölümü anımsatıyor.

Dante 24 yaşında ölen sevgilisini göğün en yüksek katında görüyor. Her yeni göğe yükseldiğin­de güzelliği artan Beatrice'in öncülüğünde, tüm gökleri çevreleyen, birbiri içine geçmiş göklerden geçerler. Yıldızların üzerinde salt ışıktan oluşan gö­ğün en yüksek katı Arşı  ala vardır. Dante yükselen bir ışık ırmağı ve bir sürü melek görür, Tanrı'nın sevgili kullarının ruhlarının basamak basamak di­zilerek oluşturduğu kutsal gülü görür. Ucu görül­meyen Kutsal Gül üzerlerini örter. Tam o sırada Beatrice onu son bir gülümseme ve son bir bakışla terk eder. Beatrice'in bir anda Gülün üst katlarına çıkması, gülümsemenin ve bakışın o denli kısa, öy­lesine kaçamak olması, yüzünü bir daha geri çevir­memek üzere sonsuz kaynağa döndürmesi ile, Dante'nin yüreğinde tüm dünyanın kabuğu tutuşur. Dante'nin içi Cehenneme dönerken, Beatrice Cen­nete gider.7

Spacey’nin de neredeyse izleyiciyi rahatlatan, ölüm anındaki gülümsemesi, Beatrice’in Cennet'e gidişini muştulayan gülümsemesiyle eş anlamı ka­zanıyor. Tüm dünyanın "cennet bir yaşam" olarak tanıdığı Amerikan yaşam tarzını, yani cehennemi, yaşayanlara bırakarak, Spacey de cennete gidiyor.

Sonuçta "Amerikan Güzeli” sadece bir gülün adı. Tıpkı Amerikan günlük yaşamının çekiciliği gibi cezbedici. Fakat çekiciliğini, çarpıcılığım borçlu ol­duğu kırmızı rengini, sistemin içinde yok ettiği bi­reylerin hayat suyundan alıyor. Geriye ise sadece adı kalıyor.


Kaynaklar

Umberto Eco, Gülün AdıCan Yayınları, Çeviren: Şadan Karadeniz, 10.Baskı, İstanbul 1999, ss. 17-21

Erich Fromm, Kendini Savunan İnsanÇeviren: Necla Arat, Say Yayınları, İstanbul, 1991, s.83

Andreas Huyssen, Alacakaranlık AnılanÇe­viren: Kemal Atakan, Metis Yayınları, İstanbul 1999,s .43.

Henri Lefebvre, Modem Dünyada Gündelik Ha­yat, Çeviren: Işın Gürbüz, Metis Yayınları, İstan­bul, 1999, ss.40-43.

Jorge Luis Borges, Dantevari Denemeler, Shakespeare'in Belleği, Çeviren: Peral Bayaz Charum, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, ss. 65-69

Sh: 107-112

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

SİNEMADA MODELLEME TEORİSİ

Dünyamızı artık, Alvin Toffler’in yaklaşımı ile Üçüncü Dalga toplumunun bireyleri yönetiyor. Kitle İletişim Araçları sayesinde bilgi ve imgeler çevremizi hızla sarıyor. Güç, bilgiyi elinde tutanların, kitle ile­tişim araçlarını yönetenlerin tekelinde.

Batıda ünlü ekonomi dergilerinin her yıl yap­tıkları “Dünyanın En Zenginleri” ya da “ABD’nin En Zenginleri” sıralamasında listenin ilk sıralarını med­ya zenginleri alıyor. “Ünlü Forbes Dergisi’nin en son düzenlediği ‘ABD’nin en zengin 10 milyarderi’ listesindekilerin yedisinin serveti, ya kitle iletişiminden, ya iletişimden ya da bilgisayarlardan gelmektedir.”

Güç değişimi, bilgi yönünde yeni bir döngü ka­zanmakta. Bunu dünyada ilk fark eden ulus Japonlar olduğundan, bugün Japonya değişik bir ‘Ekonomik Çıkartmayı’ Hollywood’a yapıyor. Bilgiye yön vermek için kitle iletişim araçlarının yönetimine gelmek gere­kiyor. Bunun için Japon firmaları, ekonomik güçleri­ni, Hollywood’a akıtıyor. Bilgiye yön vermek için kitle iletişim araçlarının yönetimine gelmek gerekiyor. Bu­nun için Japon firmaları, ekonomik güçlerini, Hollywood’un, simgeler dünyasının yönetimini ele geçirmekle pekiştiriyorlar. “Sony firması, Columbia Film Şirketini 5 milyar dolara satın alıp, Hollywood’un en geniş film kütüphanesini ele geçirdiğinde (Bu arada ‘Rıhtımlar Üzerinde’, ‘Casus Lawrence’, ‘Kramer Kramer’e Karşı’, gibi kaliteli film­lerin yanı sıra, 220 sinema salonuyla 23.000 TV dizi­sini ele geçirdi) gösteri sanayi kökünden sarsılmıştı.”

Sony firması ayrıca Hollywood’un firma ismi, ses ve film yıldızı Barbara Streisand ile de milyon­larca dolarlık bir sözleşme yaparak sanatçıyı kendi­sine bağımlı hale getirdi. Böylece, Japonların dün­yaya hayaller imal edip süren Hollywood’dan sadece stüdyolar satın almakla kalmayacakları anlaşılıyor.

Kitle iletişim araçları, bilgi, aynı zamanda imge satarak, yayarak toplumun motivasyon potansiyeli­ni yönlendirme hakkını ellerinde tutuyor. İzleyici hiç farkına varmadan, kitle iletişim araçlarından yayı­lan bilgilerle, başka toplumların, başka kültürlerin, hayat standartları, yaşam biçimleri, birbirleriyle ilişkileri, davranış kalıplan, sosyal sorunları ve tüketim alanları konusunda bilgilerle donanıyor.

TV programları, reklamlar ve sinema filmlerin­de gösterinin, dramanın yanı sıra bir de bilinç altı bilgilenme bölgesi vardır. Konunun, verilen mesajın özü olmasa da yan mesajcıkları vardır, bu bilgi bombardımanında.

“Bu katmanda, geri plan ayrıntılar yer alır. Manzara, otomobiller, sokak sahneleri, mimari yapı, telefonlar, telesekreter makinaları. Ayrıca da pek az farkına varılan davranış biçimleri. Örneğin, kahra­manın bir kafeye girip oturunca, garson kadınla arasında geçen konuşmalar, bilerek kapsama alman içeriğin tersine, bu bilmeyerek verilen ayrıntılar ço­ğu zaman günlük hayat gerçeklerini bize asıl yan­sıtan bölümdür. Buna ek olarak en vahşi polisiye filmler bile o sıra geçerli olan modaya, sekse, dine, paraya ve politikaya dönük popüler tutumları iletmektedir. İzleyici bunların hiçbirini görmezlikten gelmez ve unutmaz. Hepsi zihnin bir bölümünde kişinin dünya hakkındaki genel bilgi bankasının parçası haline gelir. Kendimizi genellikle parçalı ve kaleidoskopik bir imgeler kasırgasıyla karşı karşıya bulmaktayız.” Yan mesajların oluşturduğu imgeler kasırgası bizi modellemeye doğru götürmektedir. Birey bazına indirgediğimizde modelleme kişide bir hedef yaratır. Bunu bilgilenme, yoğunlaşma, strateji oluşturma ve son olarak eylem tamamlar. “Kişilerin belirli bir sonucu üretmek için tam ve kesin olarak neler yaptığının açığa çıkartılmasına modelleme di­yoruz.”

Bu tanım çerçevesinde baktığımız zaman si­nema filmleri yarattıkları karakterlerle modellemeyi en kolay yoldan izleyiciye veriyorlar. Sanatların dü­zenlenişi içinde ele aldığımızda da “sinema gerçek insanlarca taklit edilen ‘gerçek hareket' olarak sınıflandırılıyor”

Diğer bir deyişle sinemanın yarattığı bu yarı gerçeklik içinde, bize gelen modellerden etkilenme­mek mümkün değil. Bir zamanlar James Dean’in asiliği, İngrid Bergman ve Rita Hayward’ın gizemli hareketlerinde yatan büyüksellikleri, hep toplum için yeni modellerdi.

Modellemenin bireyin iç iletişimindeki önemi ye­ni anlaşılmaktadır. “Bütün büyük kaşifler, yeni bir şey bulabilmek için diğerlerinin keşiflerini modellemişlerdir. Her çocuk çevresindeki dünyayı modeller. Çevremizi nasıl algıladığımız dünyaya ilişkin görüş ve modellerimiz belirler. Tanıdığımız kişilerden, kitaplardan filmlerden, TV’den dünyaya ilişkin bir imaj oluşturur ve dünyada nelerin mümkün olduğunu belirleriz. ‘Ölüm Tacirleri’ filminde, Kamboçya Savaşı­nın tahribi ve korkunç kaosun tam ortasında yaşayan 12-13 yaşlarında bir çocuğun bulunduğu bir sahne vardı. İleri derecede hayal kırıklığına uğramış bu ço­cuk, elindeki makinalı tüfekle bililerine ateş ediyordu. Bir çocuk böyle şeyler yapacak duruma nasıl gelir? Birincisi o kadar çok hayal kırıklığına uğramıştır ki, kişiliğinin derinliklerinde yatan korkunç şiddet arzu­suna ulaşabilecek duruma gelmiştir. İkincisi öyle bir kültürün içinde yaşamaktadır ki, savaş içine işlemiş ve makinalı tüfek ile etrafı tahrip etmek ona normal davranış olarak görünmeye başlamıştır. Sonuçta baş­kalarının böyle yaptığını görerek, onlar gibi davran­maya kalkmıştır.”

Kamboçyalı çocuk, modelleme davranışının si­nema içindeki en güzel örneklerinden biridir. Sine­ma sahnesinde yaratılan kişiler, zamanla kendileri­ne biçilen karakterin mesaj taşıyıcıları olur ve gö­rüntüleri ile etkilenmeye başlarlar. Sylvester Stallone, yarattığı “Rambo” modelinin seyirci üze­rindeki etkisinden, kendi görüntüsü üzerindeki olumsuzluklarından sıyrılmak için komedi filmlerine yönelmeye başladı ve modellemesini değiştirdi.

Kitle iletişim araçları ve özellikle de sinema filmlerinin yarattığı yoğun duygulanımdan gelen etki, modellemeden kaynaklanıyor. Duyguların ha­rekete geçirilmesiyle güdelemeye hazırlanma olan etki, sinema salonunda çok daha fazla. Seyirci iki saat boyunca gerçeğin dünyasından imgeler dünya­sına geçiyor, hem de görsel işitsel olarak tam bir tecrit içinde verilen mesaj m içine girerek.

Bilgi ve imgelerin ele geçirilmesinin yarattığı güç buradan geliyor. Sinema perdesinde kitlenin tüketimine, daha çok benimsemesine sunulan her model, bir duygusal mesaj da taşıyor ki, bunlar ara­sında en tehlikelisi şiddettir.

“İletişim araçları, yaşamlarını sürdürebilmek için heyecan verici çeşitli olaylara gereksinim du­yarlar. Bu bakımdan, şiddet onların yaşamsal gıdası gibidir. Kitle iletişim araçları tarafından iletilen do­laylı bilgilerin büyük kısmı görüntülüdür ve bizim olayları sanki oradaymışız gibi algılamamızı sağlar. Görüntüler olayların aslının aynı birer kopyası gibi­dirler. Bu yüzden de şiddetin öğrendiğimiz ve hayal ettiğimiz kadarı önem kazanıyor”. Stallone, nasıl bir “Rambo” modeli ile şiddeti çağrıştırıyorsa. Arnold Schwarzeneger Terminatör’ ile aynı etkiyi yaratıyor. Michael Douglas ise “Temel İçgüdü”'de bu kez sekste şiddeti modelliyor.

Pekiyi, seyirci kitlesi bu modelleri nasıl yo­rumluyor, kendi hayal dünyasında?

Tabii ki, tehlikeli davranışları gerekçelendiren bu yapımlar, seyircinin yaşama bakışını değiştir­mekte. Sevgi artık seks için gerekli, sekste zevk vermek için şiddet içermeli.

Bu yıl sinema dünyasına kazandırılmasının 50. yılı nedeniyle ABD’de pek çok sinema salonunda bir kez daha oynatılan, TV kanallarında tekrar tek­rar hatırlanan “Casablanca”daki Ingrid Bergman ile Humphrey Bogartin simgeselleşmiş sevgi dolu sa­rılmalarının yerini, 1992 lerin baş sinema yapıtla­rında, şiddet içeren sözde sevgi sahneleri alıyor.

Düş dünyamızın patronları, bize sevgiyi, gerçek sevgiyi modellemek için sadece iki ayının başrolünü oynadığı “Ayı” filmini, “Bu bir sevgi filmidir” tanıtım sloganıyla bırakıyorlar. Yumuşacık, sıcak, şefkat ve güvenlik veren sevgiyi modellememiz için 2000’li yıllarda sevginin dünyasına model olarak sadece “Ayı” filmi kalacak.

Yararlanılan Kaynaklar

Alvin Toffler, Yeni GüçlerYeni Şoklar, Altın Ki­taplar, İstanbul, 1992, ss.39.

Anthony Robbins, Sınırsız Güç İnkılap Kitabevi, İstanbul 1992.

Christopher Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik, Pay el Yayınevi, İstanbul, 1988, ss.197.

Robbins, A.g.e., ss.37-75.

Yves Michaud, Şiddet, İletişim Yayınları, İstan­bul, 1992, ss.54.


Sh: 113-118

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

 

GERÇEĞİN İTME, ÇİZGİ ROMANIN ÇEKME GÜCÜ- (Düş Tembelleri)

Çocukluk günlerimizin masal saatleri, artık mutlu aile filmlerinde, uyku öncesine sıkıştırılmış zamanlar olarak karşımıza çıkıyor.

Anne ya da babanın dizinin sıcaklığında dinle­diğimiz masallar, düş dünyamızda nasıl da simgeler bırakırdı. Masal kitapları araşma serpiştirilmiş “Çizmeli Kedi”nin kurnaz bakışı, “Pamuk Prenses”in masum güzelliği, “Kurbağa Prens”in nilüfer yaprak­lan üzerindeki tacı, masal süresince hayallerimizde hareketlenir, kurgulandırdı.

“Onlar ermiş muradına...” diye başlayan, ma­salın sona erdiğini, düşlerimizi artık kurgulamamıza gerek kalmadığını belirten cümle, yavaş yavaş masal ortamından, gerçek yaşama geçmemiz gerektiğini hatırlatırdı.

Masallar hiç bitmesin, anne babamızın sıcaklı­ğım hep yanı başımızda hissedelim ister, “bir tane daha” diye tuttururduk. Belki de o masallar nede­niyle, “hayatımın hangi dönemine tekrar yaşamak isterim?” diye kendimi sınadığımda, hep çocuklu­ğumu geri isterken yakalanırım.. Gerçeklerin algılanamadığı, düşlerin etkisinde yaşanan çocukluğun sorumsuz, sorunsuzluğu tüm çekiciliği ile geri gelip, yaşanan zaman dilimini, geçmişimizin anılarına dolu dizgin götürür.

“Kırık At”ın öyküsü, üzerinde salınacağım bir oyuncak ata sahip olma isteğimi nasıl da tutuştur­muştu. Sonra “Ayşegül” serisi okuma kitapları. “Canlı Alfabe”deki Ali ile Ayşe’nin hem okumayı öğreten, hem de çevremizdeki renkliliği sayfalara taşıyan resimleri, düş dünyamızın kapılarından giriverirdi.

“Teksas” ve “Tommiks” ile tanıştığımızda ise çocukluktan ilk gençlik dönemine geçiş sürecindeydik. Adeta hayal gücümüzü canlandırmada, Jules Verne ile dönüşümlü olarak devreye giriyorlardı. Yaşanılan zamanı, mekanı unutturmada düş kura­rak, düşünmeyi öğrenmeye hazırlamada en yakın dostlarımız oldular.

TV hayatımızın günlük akışı içinde hızla yer almaya başlayınca bu kez düşlerimize rehber olan masallar, okuma kitapları ve macera romanlarına yüz vermez olduk. Çünkü, Pamuk Prenses’i, Yedi Cüceler ile hayalimizde kurgulamamıza gerek yoktu. Ekranda zaten hareket halindeydiler. Artık “Düş Tembelleri” olma yolundaydık. Hazır bilgi, hazır dü­şünce hazır düşler dünyasındaydık. “Yürüme koş”, “Hızlı ye”, Hızlı tüket” ve “Düş kurma, kurguyu sey­ret”, mesajlarını alıyoruz çevremizden.

Jorge Luis Borges’ın “Düşsel Varlıklar Kita­bında, bir bölümü mitolojiden geliştirilmiş, yaklaşık 120 düş ürünü varlığın hikayesiyle karşılaşıyoruz. J. Borges’in babasının kütüphanesinde bulup tutkun olduğu “Binbir Gece Masallarında, Şehrazat, ma­sallarıyla tüm kadınlara düşman olan hükümdarın kalbini kazandığı gibi yeni masal kutusu TV’de, beşikten mezara herkesin kişisel dünyasını aldı.

Düşlere, masallara hep ihtiyaç duyduk. İngilizlerin Charles Dickens’ı (1812-1870) ise neredeyse döneminin Şehrazat’ıydı. Dickens, 1835’de iki ciltlik “Sketches by Boz” (Bozun Skeçleri)ni fasikül halin­de yayınladı. “Postanın geleceği günler okuyucular hiçbir zaman evlerinde oturup, postacının paketler halinde ‘Boz’un yeni çıkan mavi fasiküllerini getir­mesini bekleyemezlerdi. Hepsi yaşlısı, genci her ay belirli günde, iki fersah yol katedip postayı karşıla­maya koşuyorlardı: Sırf fasiküllerini bir an önce alabilmek için. Ve daha evlerine dönerken okumaya başlıyorlardı. Biri ötekinin omuzunun üzerinde, gözlerini o ünlü sayfalara dikmiş. Bir kısmı yüksek sesle okuyor ve yalnızca en iyi kalpli olanları, gani­metlerini karılarına ve çocuklarına bir an önce ulaştırabilmek için tabana kuvvet koşuyordu. Dickens, eserlerini yüksek sesle halka okumaya ka­rar verdiği, böylece okuyucuları ile ilk defa karşı karşıya geldiği zaman, İngiltere’nin altı üstüne gel­miş, halk salonlara hücum etmiş ve her yer tıklım tıklım dolmuştu. Dickens’in hayranlarının bir kısmı sütunlara tırmanmış, bir kısmı ise sırf o kadar sev­dikleri yazarın sesini işitebilmek için, sürünerek kürsünün altına girmeye çalışmıştı. Amerika’da kı­şın en dondurucu soğuğunda, insanlar gişelerin önünde evlerinden getirdikleri şiltelerin üzerinde uyumuşlardı. Büyük salonlar küçük gelmiş ve Brooklyn’de yazara, konferans salonu olarak, bir kilise verilmişti. Vaiz kürsünün üzerinden Oliver Twist’in ve küçük Nell'in serüvenlerini okumuştu.”

Roman Polanksi'nin son filmlerinden Bitter Moon’da (Acı Ay) bir sahnede, yapıtın özetini veren, “Sıkıcı bir yolculuğu keyifli geçirmek için fantezilere ihtiyacımız var” cümlesi, aynı zamanda insanların bazen uzun, bazen de kısa bir yolculuk olan yaşam­da, düşlere gereksinim duyduklarını aktarıyordu.

Dickens da yıllar öncesinin masalcısı olarak kitleleri peşinden sürüklemişti. Yazdıklarını seslen­diren Dickens’in eserleri, günümüzde defalarca TV dizisi olarak kurgulandı, canlandırıldı. Bu kez izleyi­ci kitlelerini görsel işitsel olarak etkisi altına aldı. Onlara hayali beyninde kurgulamadan, ekranda görmenin kolaycılığım gösterdi.

Gerçeğin karabasanından kurtulmaya çabala­manın başlangıcını, masallar oluşturuyordu. Çağlar öncesinden günümüze gelen mitolojik anlatılar, ef­saneler, ya da adı ne olursa olsun hepsi insanın hayal ürünü olan ancak amacı, gerçekliği durdura­rak hayale geçit veren bu çabalara görsellik, tekno­lojik gelişme ile birlikte girdi.

Dr. Joachim Koch, “Dünya illüzyonlarla oyna­maktan başka bir şey değildir. Kendinizi, bu gerçek­likten daha fazlası var diyeceğiniz noktadan asla kurtaramayacaksınız. O yüzden yaşamın formülünü not ediniz. Çok basit ama sizin yanı başınızda ya­şanması en güç şey; (gerçeklik + illüzyon = gerçek gerçeklik). Bu, varolmuş, varolan ve varolacak olan bütün gerçeklikleri, bütün gerçekliklerden önce, sonra veya aynı anda yapılacak bütün illüzyonlarla birlikte, gerçekliğin bir tek gerçek formülü demek anlamına gelir. Eğer bakışınızı gerçekliklere yönel­tirseniz, gerçek gerçekliğiniz illüzyonsuz kalacak” diyor,

Gerçek ile hayalin birbirini tamamladığı bir dünya ile çevriliyiz. Yaratılmış illüzyonlar bize ger­çekliği hatırlatıyor. Ya da illüzyonları tercih edip, gerçekle burun buruna gelmekten sürekli kaçar du­ruma geliyoruz. Ama hayallerle ancak gerçeğe ula­şabiliyoruz, onu algılayabiliyoruz. İllüzyon olmasa gerçekliği fark edemeyeceğiz.

Bir de bakıyoruz ki, teknoloji bize masalları artık medya ile sunuyor. Anne-babanın büyük an­nelerin, dedelerin masal anlatan seslerinin yerini TV’deki görüntüler alıyor. Dickens’ın sesi ekranda görüntü olarak kalkıp geliyor. Medya görsel çarpıcı­lığı, sesin kişiyi mesajın içine alan yapısını kullana­rak destekliyor. Buna da, yaşam yolculuğunun ilk basamakları çocuklukta başlıyor. Nintendolar, Sega’lar yeni hayal ticaretinin teknolojiden yarar­landırılmış son halkaları.

Çok değil, 10-15 yıl önce, çocuklar, sokak aralarında “dekmancılık” oynarlardı. Oyuncak taban­calarla “öldün, seni öldürdüm” haykırışları arasın­da, enerjilerini boşaltmanın bir yoluydu oyunun hızı. Ancak 19901ı yıllara geldiğimizde, çocuklar sokak aralan yerine ekranlarda bu oyunu gerçek­leştiriyorlar. Bir çeşit etkileşimli (interactive) çizgi film olan Segalar ve Nintendolar çocuğun boş za­man aktivitelerini, giderek bir tutku derecesinde kaplıyor.

Etkileşimli olmaları, yani verilen komuta göre hareket etmeleri, bu oyunların çizgi filmlerden en büyük farklılıkları. Aynı zamanda da etkileyici yönle­ri. Bu elektronik oyunların pazar paylarının hızla büyümesi de üreticileri hızlandırıyor. Örneğin son olarak, piyasaya sürülen ‘Sonic Hedgehog’ (Oklu Kir­pi) henüz bir yaşında bir çizgi film karakteri. Kısa sürede üreticisine 1.5 trilyon lira kazandırmayı ba­şarmış. Ninja Kaplumbağaları, Simpson Ailesi, hep bu etkileşimli çizgi filmlerin çekici karakter oyuncuları. Bir yaşındaki ‘Oklu Kirpi’ ile bilgisayar ekranında oynamayı seven, sadece küçükler değil. Dünyaca ünlü, büyük büyük adamlar da ‘Oklu Kirpi’ ile dost olmuşlar. ABD’nin eski Başkanı George Bush, Kör­fez Savaşı’nın efsanevi ismi General Norman Schwarzkopf, Humeyni tarafından başına ödül ko­nan yazar Salman Rushdie, bu isimlerden birkaçını oluşturuyor. Medyaya ayırdığımız süre arttıkça, gerçekten kaçışımız da hızlanıyor. Bu hızı da etkile­şimli çizgi film kahramanlarında buluyoruz. Sanki Alvin Toffler’in ünlü eseri “Şok”ta sözünü ettiği ‘hız ve geçicilik’ kuralını, şimdi etkileşimli çizgi film kahra­manlarının, hayal dünyasına girerek yaşıyoruz.

Matt Groennig’in yarattığı ABD doğumlu ama tüm dünyada “İşte Bizim Aile” diye izlenen çizgi film Simpsonlar da günlük hayat rutinimizdeki gerçeği­mizi, illüzyonlarla tıpkı bir ayna gibi tekrar bize geri yansıtıyor. “Simpsonlar, ‘Sokaktaki Adam’ ya da sade vatandaş denilen insanlardan. Zaten isimleri de “Simple” (Sade) sözcüğünü çağrıştırıyor. George Bush ve Cumhuriyetçiler Simpsonlar’dan 1980’li yılların egemen değerlerine karşı çıktıkları için hoş­lanmıyorlar. Ama sadece ABD’de değil, gösterildiği her ülkede Simpson severlerin sayısı hızla yükseli­yor. Çünkü herkes kendinden bir parçanın yansı­masını, bu çizgi ailede görüyor ve rahatlıyor. Galiba ailelerin büyük çoğunluğu Simpsonlar gibi. İnsanı deli eden, ama kendimizi onları sevmekten alıkoya­madığımız insanlar. Sevecen, agresif, cömert, bencil. “Benim ailem de Simpsonlar gibiydi” diyor, yaratıcı­ları Matt Groennig.

Groennig’in burada yakaladığı tema yine aynı, hayatın gerçeğini illüzyonlarla karmalayarak, bize kendimizi göreceğimiz bir ayna sunuyor. Böylece daha iyi anlıyoruz, güzel çirkin herkesin ayna karşı­sında geçirdiği saatlere neden hiç acımadığını. Her vitrinde, her otomobil camında yansıyan aksimize nasıl bir göz atmadan geçip gidemediğimizi. Ayna yansıyan görüntümüzü nasıl ki, makyajla, son mo­da giysilerle çevremize görünmek istediğimiz şekilde, değiştirerek kendi gerçeğimizden kaçarsak, bize benzeyen illüzyonlara da tutkun olarak, onlarla bir çeşit ortaklık kuruyoruz. Onlar bizim yerimize karar verip, düşünüyor, hızla hareket ediyorlar biz de koltuğumuzda rahatlıyoruz. İşte hayal ile gerçeğin bütünleşmesini böylece yaşıyoruz.

TV kanallarında yıllardır gösterilen “Bizimkiler” adlı dizi neden en fazla izleyici çeken yapıt, hiç dü­şündünüz mü? Bu dizide milyonları ekran karşısına toplayan sadece ayna etkisinin çekim gücüdür. Toplumun her kesiminden birileri ekranda aynen bizim gibi yaşıyor. Aynı bizim düşündüklerimizi bir­birlerine söylüyor. Dizi film, seyirciye ayna tutuyor ve rahatlatıyor.

Tüm veriler gösteriyor ki, çizgi 20001i yılların egemen sanat dalı olacak. Çizgi filmlere talep hızla artıyor. “Avrupa televizyonlarında programlardaki çizgi film süreleri 1992’de toplam 29 bin 200 saate fırladı. Artık, bilgisayar tekniğine dayanan bu sanat dalı, 21’inci yüzyılda öyle bir egemenlik kuracak ki, kimse eline fırça almayacak.” Bilgisayar, fırçanın rötuşlarını, tuşlara taşıyacak.

Şöyle bir baktığımızda görüyoruz ki, çizgi film kahramanları beyaz perde ve televizyon ekranlarını yavaş yavaş ele geçiriyorlar. Çizgi film kahramanları, ünlü aktörlere açıkça meydan okuyorlar. “Çizgi film üreten ve bunları ihraç eden ülkelerin başında Ja­ponya geliyor. Japonya piyasada bulunan çizgi filmlerin, yüzde 56.6’sım üretiyor. Yüzde 22.5’i AB ülkelerinde, yüzde 20.9’u ise ABD’de üretilip, dünya piyasasına sunuluyor. Çizgi film piyasasında, yılda yaklaşık 1.8 milyar ABD doları ciro yapılıyor. Çizgi film üretiminde filmin bir dakikası 10-15 bin dolara mal oluyor.” Çizgi film (animasyon) dünyasının en önemli ismi Walt Disney’i ve kahramanlarını da bu­rada anmadan geçemeyeceğiz. “Walter Disney, 1901 Şikago doğumlu. Çizgi hikaye ve çizgi filmlerin ya­şamış en büyük ismi. Miki Fare’nin, Vakvak Amca’nın, Varyemezin, Küçük Domuzlar in yaratıcısı. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Pinokyo, Bambi, Kül Kedisi, Dumbo, Alice Harikalar Diyarında çizgi filmlerinin yapımcısı. Enerjik kahramanlarını serü­venleri her hafta 50’yi aşkın ülkede, 18 ayrı dilde, milyonlarca okur kitlesi tarafından izleniyor. Sevimli karakterlerine yalnız hikaye ve filmlerde değil, gece lambalarından, gömleklere, afişlerden, çıkartmalara kadar her yerde rastlamak mümkün. Kısacası ya­şamımızın her boyutuna girmiş Disney.”*

Evlilik, hayatın bir gerçeğidir. Ancak verdiği mutluluk nedeniyle hayal edilen bir gerçekliktir. İşte bir İngiliz çift de, evlilik mekanı olarak hayal beldesi, Florida’daki ‘Disney World’u seçmiş. Laura Browne ile Robble Carter mutluluklarını, gözlemci ortaklar başta Mickey Mouse olmak üzere, diğer Disney kah­ramanları ile paylaşmışlar, gerçek düğün davetlileri yerine.

Oscar heykelciliğini de alan “Güzel ve Çirkin” adlı çizgi film, bütün zamanların en çok video kaseti satılan filmi oldu. (Bu sıralama sadece çizgi filmler arasında değil, bütün filmler dahil) “Güzel ve Çirkin” 20 milyon kaset satışıyla 50 yıllık Fantazya’yı 14 milyonda bıraktı. Üçüncüsü ise yine bir çizgi film, 101 Dalmaçyalı. 13.4 milyon kaset sattı. Çizgi fılmler dünyada en çok satılan filmlerde ilk üç sırayı alıyor. Çizgi film dışında en çok satan film, ancak dördüncü sırayı 12 milyonla alabilen E.T. oldu.

Videoya başvuranlar çoğunlukla kurgusallığı, çizgi filmin masal ortamında yaşamak istiyor. Ra­kamlar da bu isteğin bir göstergesini oluşturuyor. İçinde yaşanılan gerçekten her zaman için masalın, hayalin, rüya ile karışık ortamı baskın çıkıyor.

Günlük gazetelerde okuduğumuz haberler, TV’den izlediğimiz diziler, filmler, savaşlar, cesetler, kan artık yavaş yavaş drama ile gerçeği karıştırma­mıza neden oluyor. Hazır çorba, hazır yemek, hızlı yaşam derken gerçeğin nerede başlayıp, hayalin ya da oyunlaştırılmış kurgulanmış görüntülerin nerede bittiğini kestiremez haldeyiz. Hayallerimiz hazır, dü­şüncelerimiz de öyle, Bireyden bir katkıya gerek yok. Sadece tepkilerimiz ve tepkisizliğimizle önemliyiz.

Teknoloji bize, kalıp hayaller veriyor, karşılı­ğında da seyreden, gerçeğin hızına hayalinin ufkunu oturtamayan bireyler oluşturuyor.

Miami’de, 210 genç kafadarın çıkardığı bir ga­zete, sürekli hayal ürünü haberler hazırlayarak, kı­sa sürede 1 milyon tirajı yakalıyor. Bu gençler, ger­çekle hayalin sınırını karıştırmış günümüz insanına sadece istediğini verdiği için başarılı.

Bilim adamları da gerçek üstü çalışmalar için araştırmaya zaman ve para harcamaktan çekinmiyor­lar. Uzaydaki yaratık araştırmaları için, 10 yıllık bir program dahilinde 100 milyon dolar harcamayı planlı­yorlar.  Yaratıkların keşfinin hayali bile, uğruna har­canan zaman ve paranın büyüklüğünü unutturuyor. Anthony Robbins, “Sınırsız Güç” adlı eserinde “İşinizi oyuna çevirin böylece sonsuz bir tatile çıkarsınız hem de stressiz yaşarsınız” diyor. Acaba hepimiz içgüdüsel olarak yaşamımızın stresini, gerçekleri oyunlaştırarak ya da oyunlaştırılmış imajlara sığınarak mı yok ediyo­ruz? Günlük hayatın rutini içindeki gerçeklerden an­cak medyanın hayal dünyasıyla çıkabiliyoruz. Yaşamın yakalanamayan artı değerlerini hazır hayallerin avuntusuyla unutuyoruz.

Bir de, hayallerin mesajlarını çözümlemek ko­lay da gerçeğinkiler biraz düşünmek istiyor. O da bize zor geliyor.

Ülkemizde bir özel TV kanalında yayınlanan, amacı genç kız ve erkekleri birbirleriyle bir yarışma ortamında tanıştırarak, bir günlüğüne de olsa, farklı bir atmosfer yaşatmak olan, bir yarışma programının perde arkasında yaşanan bir diyalog, insanlarımızın gerçek ile kurgu hayali nasıl karıştırdıklarını gösteri­yor. Yarışmaya annesiyle gelen bir genç kız seçileme­yince annesi, teselli etmek yerine, “Bak yine evde kaldın” diye söylenip, kızcağızı hoyratça çekiştiriyor.

Yine bir başka TV yarışmasında, kurgunun içi­ne yerleştirilen bir parodi var. Yarışmanın her bölü­münde kayınvalidesinden dert yanan sunucu, bu kez sözde seti basan kayınvalidesinden, izleyiciler önün­de dayak yiyor. Yarışmacılardan bir hanım ise bu olay karşısında hafif bir şaşkınlık geçirerek sunucu­ya, “Evladım ama sen de kadının üzerine çok fazla gittin” diyebilecek kadar drama ile gerçeğin smınnı algılayamaz duruma geldiğini gösteriyor.

Bir dönem ekranlarda izlediğimiz “Doktorlar” dizisinde rol alan sanatçılara, hastalığını yazıp, reçete isteyen izleyicilerde de, aynı karmaşa söz konusu.

Gerçek ile kurgunun iç içe girmesi ve insanın bunların ayırdına varamamasının çok daha çarpıcı bir örneğini Brezilya’nın ünlü beyaz dizilerinden biri olan “Vücut ve Ruh” dizisindeki rol arkadaşları ya­şadı. Dizinin başrol oyuncularından 22 yaşındaki Daniela Prez, dizideki sevgilisi rolünde olan 23 ya­şındaki Guilherme de Padua’nın senaryo gereği baş­kasını (kurgusal olarak)/sevmesine katlanamamıştı. Çünkü senaryodaki rol ile hayattaki gerçeğin örgüsü birbirine karışmıştı.

Daha üst düzeyde bir hayal gerçek karmaşası 1992 yılında, ABD eski Başkan Yardımcısı Dan Quayle sayesinde yaşandı. CBS tarafından çekimi yapılan ve başrol oyuncusu Candice Bergen’in, evli­lik dışı bebek dünyaya getiren, televizyon muhabiri bir ‘solo anne’yi canlandırdığı dizi. Murphy Brown, eski Başkan Yardımcısı Quayle’i çok kızdırdı. Quayle, “Aile, toplumun temelidir. Murphy’nin solo annelik kararı, babaların önemini hiçe sayıyor ve yeni bir yaşam tarzı olarak lanse ediliyor.” diye dizi­de canlandırılan karaktere şiddetle çattı. Daha da ileri giden Quayle olayı bir seçim malzemesi haline getirdi. ABD günlerce Murphy Brown’ı ve bebeği­ni konuştu. Yine aynı tuzak işlemişti. Bu kez bir Başkan Yardımcısı hayal ile gerçeğin içinden çıka­maz hale gelmişti.

Haftalık mizah gazetesi Hıbır’da yaratıcısı Atilla Atalay olan düşsel kahraman Eray’ın, okuyucusu ile kurduğu ilişki birçok gerçek köşe yazarını imrendi­recek nitelikte. “Atalay’ın masasında duran tele­sekreter sürekli mesaj kaydediyor. Türkiye’nin her yerinden Eray’a mesaj bırakılıyor. Hatta Singa­pur’dan, Pakistan’dan, Brezilya, Hollanda, İngiltere, İsviçre ve Rusya’dan Eray’a kart yollayan bile var. Bu yoğun ilgi Atalay’ın masasının arkasındaki dos­yaları doldurmuş. Tipik okuyucu mektupları kolek­siyonu değil bunlar. İçlerinde sadece mektup yok. Eray için defterler dolduranlardan tutun da çıktığı dağ gezisinde onun için gökten kopardığı yıldızı zarfa koyup gönderene kadar her şey var Eray’ın “Sevgi Galerisi’nde”

Bir hayal ürünü kahramana verdiğimiz ilgi ve sevgiyi çoğu zaman yalanlarımızdan sakınırken, gerçekten kopuşumuzu somutlaştıran, kesinleştiren bu kaçışa pupa yelken koşuyoruz.

Masallar rüyaya bir geçiş dönemi hazırlığıdır. Uykunun zeminini hazırlar. Günde yaklaşık 10 saat çalışıp 6 saat TV veya diğer medya ile ilgilenip 8 saat uyuyoruz.

Yaşamımızın bu düzenlenişi içinde en çok za­man verdiğimiz bölüm mü gerçeğimiz oluyor? Medya ve uyku toplamına baktığımızda 14 saat. Masal na­sıl ki uyku öncesi hazırlığı ise medya da, kendimizi uykunun kollarına bırakmadan önceki zamanları­mızı alıyor. O zaman medyada mesajın kurgulan­masının masallardan esinlenmesi son derece doğal.

Tekrar gerçeğin sorgusuna geçersek, uykunun içini dolduran bir başka iç iletişim şekli, rüyaların, tüm ilginç özelliklerine rağmen şunu belirtmek ge­rekir ki; “Eğer rüya görüyorsak, bu rüya yüzde yüz gerçektir ve uyanık halimizin gerçekleri tam olarak geçerlidir. Rüyada ‘sanki imiş’ gibi durumlar yoktur. Rüya, gerçek bir yaşayıştır”. Bir adım daha ileriye giderek şunu da sorabiliriz. Gerçek nedir? Rüyada gördüklerimizin gerçek olmadıklarım ama uyanık iken gördüklerimizin gerçek olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Bu sorunu bir Çin şairi şöyle açıklıyor: “Geçen gece rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Ama şimdi bir kelebek olduğunu düşünen bir insan mı ya da insan olduğunu düşünen bir kelebek mi olduğumu kestiremiyorum” Rüyalarımız hayatın bir gerçeği ise günümüz insanını uykuya hazırlayan medyanın içerdiği veriler de gerçeğin uzantısı, dola­yısıyla hayal ürünü, kurgulanmış görüntüler, veri­lerle yaşamımıza giren medya da gerçeğimizi kolay­laştıran fantezi ortamını sunuyor. Biz de bu su­numdaki masalımsı çekiciliğin yörüngesine giriyo­ruz. Hayatımızı kolaylaştırıyoruz.

Yararlanılan Kaynaklar

Jorge Luis Borges, Düşsel Varlıklar Kitabı, Çe­viren: Bora Komçez, Mitos Yayınevi, İstanbul,1992.

Binbir Gece Masalları, Çeviren: Alim Şerif Onaran, Afa Yayınları, İstanbul, 1992.

Stefan Zweig, Dünya Fikir Mimarları. Cilt 2. Çeviren: Ayda Yörükan, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1991, ss. 347-49.

Dr Joachim Koch. Gerçekliğin Yayılması ya da İllüzyonlarla Oynama, Sinematek Aylık Haber Bülteni, İstanbul, Aralık 1992.

The Guardian, Londra 24 Kasım 1992.

Ekonomi Politika Dergisi, 27 Aralık 2 Ocak 1993 Sayı:5, İstanbul, ss. 36.

Hürriyet Gazetesi, İstanbul, 17 Kasım 1992.

Hürriyet Gazetesi, İstanbul 12 Ocak 1993.

Ve Sinema Dergisi, Kültür Emperyalizminin Sevimli AjanıSayı: 7, Mart 1989, Hil Yayınları, İstanbul, ss.20.

Milliyet Gazetesi, İstanbul, 1 Ocak 1993.

Sh: 119-131

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

SATILIK GERÇEK HEDİYESİ ŞİDDET

Enformasyon toplumunda kişileri, günlük ya­şamında işine yarasın, yaramasın, sürekli enformas­yon ile donatma eğiliminde olan medyanın yarattığı tüketim odaklı yaşam biçimine "popüler kültür" diyo­ruz. Sürekli tükettirmek zorunda olan meydanın baş­lıca görevi bireyin bilincini ele geçirmek.

Oysa medya, eğitme, bilgilendirme ve sonra da eğlendirmeyi hedef alan mesajlar vermeli. Günü­müzde ise eğlendirme ön plana geçti. Çünkü medya kâr etmek durumunda. Mesajlarını kolayca tükete­cek kitleyi arayan medyanın ilk yaptığı da tüketici­lerini eğlendirmek oluyor.

Eğlenmek, gönüllü olarak kişinin zamanının harcayabildiği eylemle gerçekleşir. Bu eylem, med­yamız TV veya sinema ise seyretmek, gazete, dergi kitap ise okumak ya da bakmak, radyo ise dinlemek oluyor.

Kişi eğlenirken, ağırlıklı olarak duygularını kullandığından düşünmeyi geri plana iter. Oliver Stone'un "Katil Doğanlar " filminde TV programcısı "Seyircilerin kafalarındaki boşluğu dolduralım" diye çırpınarak, program malzemelerini bulmaya çalışan muhabirlere yükleniyordu. Tüketicinin, seyircinin kafasındaki boşluk aşırı eğlendirilmeye alışmış, dü­şünmekten uzaklaştırılmış olmaktan kaynaklanıyor.

Buraya kadar, medyanın istediklerine bir göz atalım; para kazanacak, bunun için eğlendirecek, eğlendirirken de duygulandıracak (ya güldürecek, ya ağlatacak, ya da nefret ettirecek) medya bugüne ka­dar eğlendirirken, sürekli kurguyu kullandı. Şimdi denemesi gereken ise çarpıcı olmalı. Bunun için bir değişim gerekir. "Kurgunun olmadığı salt gerçeği satışa çıkarmak"

Satılık Gerçek

Medya olarak, bizden aldığı zamanın fazlalığı nedeniyle TV'yi incelersek, bir kanalın yayın saati içindeki "bu bir gerçektir" diyerek sunduğu prog­ramlar şunlar: "Haberler, haber programlar, reality showlar, talk showlar, açık oturumlar, spor karşı­laşmaları ve spor programları".

24 Eylül 1994 tarihinde 4 TV kanalını, TRT 1, ATV, Show TV ve Star’ı ele alarak, gerçeği verdikleri iddiasındaki programların genel yayın saati içindeki yüzdesini hesapladık. Gerçeğin söz konusu kanal­larda, genel yayın içinde yüzde 20 ile yüzde 5'lik bir bölümü kapsadığını gösterdi.

Bu programların izlenme oranlarının yüksekli­ği her birinin prime TV kanallarında yer almalarıyla ispatlanmış oluyor. İzleyici fazlalığı reklam geliri ar­tışını da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla gerçeği verenler, karşılığında kurguyu verenlere oranla da­ha fazla gelir elde ediyorlar. Kısacası, gerçek önce mesaj pazarında azaltılıyor, sonra da fiyatı yüksel­tilerek satılıyor. Çünkü ekonomi kurallarına göre pazarda az bulunanın her zaman fiyatı yüksek olur.

Gerçeğin satıldığı gibi aracıların da olayların kahramanlarının sırtından büyük paralar kazandığı

ABD'de ise aracı payı, gerçeğin fiyatını artırıyor. Olayı ilk bulan medya organizasyonu yayın haklarını da satın alıp, daha sonra diğer medya organizas­yonlarına satışım-dağıtımmı yapıyor.*

Gerçeği satan programlar içinde reality showları, Türkçe'ye çevirirsek "Gerçeğin Gösterileri"ni incelemeye aldık. Toplam 207 yetişkin üzerin­de, 15 Ocak15 Şubat 1994 tarihleri arasında İstanbul'da tesadüfi örnekleme yöntemiyle bir alan araştırması yaptık.

Reality showların TV'de izlenen diğer prog­ramlarla benzerliğini sorduğumuzda deneklerin yüzde 55.5'i "şiddet filmleri" yanıtını verdi. Bu yanıt, izleyicinin söz konusu yapımlardaki ana temayı çöz­düğünü gösteriyordu. Programların üzerlerindeki etkisi sorulduğunda da deneklerin yanıtları şöyle sıralanıyordu:

"Mutsuz ve karamsar oluyorum (yüzde 33.3), kanlı ve moral bozucu görüntülerde zapping yapıyo­rum (yüzde 25), bir film gibi izliyorum (yüzde 10.6), kötülere karşı nefretle doluyorum ve onları yok et­mek istiyorum( yüzde 9.6), bunlar hayatın gerçekleri deyip zevkle izliyorum (yüzde 5.7), uykumu olumsuz etkiliyor (yüzde 3.8) etkilenmiyorum (yüzde 12).’’

Şiddet Ekip Yeni Programlar Biçmek

Olumsuz etkilenmelerde öncelik mutsuz ve ka­ramsar olanlardaydı. İkinci sırada programdan ka­çarak, olumsuz etkilenmelere çözüm getirenler geli­yordu. Bir film gibi izlediklerini söyleyenler ise bu kez gördüklerinin kurgu olduğunu düşünerek, kötü etkilenmelerden kendilerini koruyorlar, gerçekten böylece kaçıyorlardı.

Olumsuz etkilenmenin kişiden çevresine doğru yayıldığı halkayı ise yüzde 9.6'lık oranla "kötülere karşı nefretle doluyorum, onları yok etmek istiyo­rum" yanıtı ortaya koyuyordu. Çünkü reality showlarda, şiddet filmlerinden farklı bir etkilenme söz konusu. Şiddet filminde senaryo öyle kurgulanır ki, haksızlığa neden olan kişi veya kişiler filmin son 3-5 dakikasında feci şekilde cezalarını bulurlar. Film süresince nefretle dolan seyirci, kötüler ceza­landırılınca rahatlamış olarak sinemayı terk eder. Ayrıca "kötüler cezalar mı bulurlar" mesajı da gerçek yaşamda kendisine kötülük edenlere karşı kişiyi yumuşatır. Kişi, kötülerin de cezalarını bir gün bu­lacaklarına inanmanın rahatlığını yaşar.

Oysa reality showlarda olayların oluşum süre­cinde haksızlığa uğrayan çoğunlukla, hayatını kay­bedenler, artık hak arama konumunda olamayan­lardır. Pek çok olayın suçlusu yakalanamamış, ya­kalansa da bu kez adalet mekanizması içinde ce­zası henüz verilmemiştir. Gerçeğin gösterilerinde kötüler cezalarım bulurken, seyirci görmüyor, gö­remiyor. Bu nedenle, nefretle öfkeyle dolan seyirci­nin şiddeti önce kendine yöneliyor, mutsuzlaşıyor, uyku düzeni bozuluyor. En dikkat çekici olanı da cezayı kendisi vermek istiyor. Nefretle dolan kişi, potansiyel bir şiddet uygulayıcısı durumuna geçiyor ve bazen de şiddeti yalan çevresine uygulayabiliyor. İşte böylece reality showlar için yeni program ko­nularına malzeme hazırlama döngüsü oluşuyor.

Et ve kanın getirdiği ölüm gerçeğini satan reality showlar şiddet ekip yeni programlar biçiyor­lar. Ancak bu hasat şiddet kültürünü doğurma san­cılarını da beraberinde getiriyor.

Yeni Saldırgan Tiplemesi

Araştırmamızda seyirci reality showlarda daha çok hangi konuların işlenmesi gerektiğine yanıt ve­rirken, neredeyse programın şablonunu tekrar çizi­yor. Seyircilerin yüzde 4l'i savaşı, yüzde 3l'i cina­yet, tecavüz, intihar, yaralama ve baskınları, yüzde 28'i de özel yaşamları seyretmek istiyor.

Böylece reality showlarla savaş, cinayet, teca­vüz ve özel yaşam gibi konulara ilgi duyan yeni bir izleyici tipi yaratılıyor. Her dört kelimenin özünde ise insanın yaşamına ve cesedine bile tecavüz var. Bu da yeni bir saldırgan seyirci tiplemesini getiri­yor. Pasif saldırgan tanımlamasına giren bu seyirci, savaşmıyor, savaşı seyrederken saldırganlaşıyor, tecavüz etmiyor ancak suça seyrederek ortak olu­yor, özel hayatlara da aynı şekilde izleyerek saldırı­da bulunuyor.

Sharon Stone un William Baldwin ile başrolü­nü paylaştığı Sliver adlı filmde, bir gökdelenin mi­ras yoluyla sahibi olan genç adam, kiraya verdiği her daireyi elektronik sistemlerle gözetleyerek, aile ilişkilerinde suçlu bulduğu kişileri öldürerek ceza­landırıyor. Kendi yalnızlığım, ailesizliğini evlerini gözetlediği ailelerle paylaşıyor, gözetleyerek kendisi­ne elektronik tanrı rolünü veriyor ve kötüyü de ce­zalandırarak görevini yapıyor. Film, reality showlarla uç veren, seyrederek saldıran, yeni saldır­gan tipinin daha ileri örneğini gözler önüne seriyor.

Araştırmamız çerçevesinde, deneklere bu tür programlan “niçin izlediklerini” sorduğumuzda da yeni saldırgan tiplemesine katkıda bulunan eğlence faktörü tekrar ortaya çıktı. Bu soruyu yanıtlayanla­rın yüzde 46.6'’sı bilgilenme, yüzde 42.8'i gerçekleri görme, yüzde 8'i daha iyi program olmadığından, yüzde 2.8 i de eğlenmek için izlediğini açıkladı. Bu­radaki eğlence unsuru ise et ve kandı. Ortaya çı­kan yeni izleyici tiplemesi medyanın genel mesa­jından kaçmıyor, sonuçta eğleniyor. Ancak bu kez eğlence malzemesi insana ait et ve kan oluyor.

Et ve Kan İle Eğlence

Ülkemizdeki reality showların ilki ve izlenme oranı en yüksek olanı "Sıcağı Sıcağına" fakültemiz öğrencilerinden Murat Caner ve İhsan Önder tara­fından Kasım-Aralık 1993 tarihlerinde dört hafta izlemeye alındı. Programda ele alman haberlerin dökümü, konu sınıflandırması yapıldı.

Dört haftada ekrana gelen 37 haberin 28 i ci­nayet, intihar, trafik kazası ve uyuşturucu kullanı­mı sonucu ölümü konu alıyordu. Bu haberlerin yüzde 75.7'sinin ana teması ölümdü. Geriye kalan 9 haberin üçü yaralama, ikisi polis operasyonu, di­ğerleri de hastalık, sakatlık, kayıp ve toplumsal so­runları ele alan haberlerden oluşuyordu.

Haberlerin "ölüm"ü odak noktası olarak alma­sı ve programın genel kulvarının gerçeğin gösterisi olması, hayatın en büyük gerçeği olan ölümün bu pazarda kullanımını ortaya koyuyor.

Görüldüğü gibi "Sıcağı Sıcağına" nın yayın stratejisi dehşet, kan, cinayetler, intiharlar, üzücü hastalıklar ve ölümün her türlüsü olarak özetlene­biliyordu. Programda bir de haber sıralaması var. En ilginç ve üzücü olan haber en sona saklanıyor. "Flaş haber" denilen bu haber izleyicinin ilgisini program sonuna kadar ayakta tutmak için sürekli fragmanlarla hatırlatılıyor.

Ekrana Sıçrayan Kan ve Deterjan

Ortalama süresi 70-80 dakika olan program, reklamlarla 4 kez kesiliyor. Bir programda ortalama 14 dakika reklam veriliyor. Dört haftalık izlenme süresinde 119 ürünün reklamı yapılıyor, bu ürün­lerde 35 reklam ile ilk sırayı deterjan ve şampuanlar alıyor. Bu da gösteriyor ki, reality showların psiko­lojik etkisinden yararlananları deterjan ve şampuan üreticileri oluyor. İster istemez akla şu soru geliyor: "Bu deterjan ve şampuanlar izleyicinin kirlenen bi­lincini de temizler mi? "

Reality showlar, kitle gazeteciliğini yayın kimli­ği olarak belirlemiş gazetelerin üçüncü sayfaların­dan görmeye alıştığımız polis, adliye haberlerinin TV'ye yansımalarını ekranlara getiriyorlar. Örneğin, "32. Gün", dış haber servislerinin haberlerinden oluşan gazete s ay faların m TV formatına uyarlan­mış halidir. Paparazzi programlan ise gazetelerin magazin servislerinin, dedikodu haberlerinin TV'deki karşılığıdır.

"Reality Showlar, gerçekliğin olduğu gibi akta­rımı ile gerçek habercilik yaptıkları iddiasında olup da, yaşananları, ürkütücü, dehşet verici, kan ve gözyaşı dolu kurgusal dramatize yöntemi ile seyirci­ye sunmanın, bu yolla seyirciyi etkileyip, izleyici kitlesini, dolayısıyla reklam gelirlerini arttırma kay­gısının ötesine geçemeyen bu programlar, meta pa­zarlamasının vahşet aşamasıdır. Müdavim haberleri, her türden sapıklık, psikopat cinayetler, aile dram­ları, yangınlar ve felaketler olan reality showların pazarlama yöntemi bu içeriğiyle, kamusal vicdan ve duygu sömürüsünü ilke edinmiş durumdadır. Bu vicdan ve duygu sömürüsünün yanı sıra, faili meç­hul cinayetler ve hırsızlık gibi polisiye olayları üstle149 nerek mesleki transferlerini gerçekleştiren showlar, söz konusu olaylara yaklaşım tarzlarının bir uzantı­sı olarak da muhbirlik, ödül, hafiyelik ve insan av­cılığını toplum içinde meşru ve yaygın bir kurum haline getirmek gibi tehlike oluşturmaktadırlar. Tabi bütün bu eğilimlerin bir tek nedeni var: İzleyici sa­yısı ve reklam gelirlerindeki artış.”

Aynı zamanda da şiddete yeni modeller getiren reality showlar, şiddetin haberlere de yansımasına ön ayak olmakta, haberciliğin kamusal önemini duygusal eğlencelikleri ön plana çıkartarak yok et­me sürecine getirmektedir. Çetin Altan’ın deyimiyle, "beyinsel onurumuz"u yükselten bilimsel bir başarı­nın haberi kitle gazetesinin arka sayfasında üç sü­tuna ve iç sayfalarda devam verilmeden sadece spot başlıklarla işlenirken, bir deli ile yapılan haber, birinci sayfada iki sütuna ve haber sayfasından de­vam verilerek yayınlanıyor. Aynı zamanda insanları çivileyerek öldürme yöntemini kullanan bu delinin sistemi ayrıntılarıyla anlatılarak, delinin "Çivi bula­mayınca kalemle aynı işlemi yapabileceği" anlatımı, kendi cümleleriyle veriliyor. Bu arada dikkat çek­mek gerekir ki, çivici delinin kalemle göz oyarak öl­dürme yöntemini, gerçeği pazara çıkartıp, şiddetle süsleyen eli kalemli medya daha önce keşfetmiş, çünkü medyanın toplumun beynini boşaltma yön­temi de "çivici deli"ninden pek farklı değil.

Bilgi Yoğun ve Duygu Yoğun Habercilik

Haber tarihsel süreç içinde önce gazetenin içe­riğini oluşturuyordu. Şimdi ise TV'nin de kullandığı malzeme oldu. Oysa TV eğlence programlarının merkezinde ortaya çıkmış bir araç. Bu arada haberi de kullanıyor. Ancak aracın eğlence unsuru ağırlıklı olması haberin içeriğinde ister istemez değişimlere neden oluyor.

Bu çerçevede Robert Mc Neil’in TV haberleri tanımına bakalım: "Temel fikir her şeyi kısa tutmak, kimsenin dikkatini dağıtmamak, ama onun yerine varyeteyle, yeniliklerle, hareketle durmadan tahrik etmektir. Fazla dikkat ayırmanız gerekmez. Bir ha­ber programını denetlemenin koşullan, en iyi habe­rin bir lokmalık olması. Karmaşıklıktan muhakkak kaçınılmalı, nüanslar atlanmalı, düşüncenin yerini görsel uyaranlar almalı, doğru sözlülük bir anakro­nizm olmalı."

Postman, TV haberciliğinde bilginin giderek azalmasını da şöyle eleştiriyor: "Amerikalıların Batı dünyasında en iyi eğlenen ve büyük olasılıkla en az bilgili halk olduğunu söyleyebiliriz. Bu saptamayı, TV'nin dünyaya açılan bir pencere olarak, Amerika­lıları bilgiye boğduğu şeklinde yaygın inanışa rağ­men yapıyorum. 'İran rehine krizi' adı verilen drama sırasında İran’la yaşanan gerginliği ele alalım.

Yıllardan beri TV'de bundan daha aralıksız bi­çimde izlenen başka olay olmadı. Bu durumda, Amerikalıların bu talihsiz olay hakkında bilinecek şeylerin çoğundan haberdar olduklarını varsayabili­riz. Ve bu varsayımlarla şu soruyu yöneltelim: Yüz Amerikalı içinde bir tanesi dahi, İranlıların hangi dili konuştuğunu, Ayetullah kelimesinin ne demek olduğunu ya da neyi içerdiğini, İranlıların dinsel inançlarının ilkelerinin ayrıntılarını, politik tarihle­rinin ana çizgilerini, Şah’ın kim olduğunu bilmedi­ğini söylemek abartı olur mu? Burada yaşanan sü­reç, TV’nin esasen dezenformasyon denebilecek bir enformasyon türü yaratarak bilgilenmenin anlamın­da değişiklik yapmasıdır. Dezenformasyon, yanıltıcı enformasyon, yani insanda bir şey hakkında bilgi sahibi olma illüzyonu yaratan, insanı bilgilenmekten uzaklaştıran enformasyon demektir. Haberler eğlen­ce biçiminde paketlenince bu sonuç kaçınılmaz oluyor."

Postman, sözde enformasyon toplumunun, belki de önceki yüzyılların tüm toplumlarından da­ha zayıf bir belleğe ve daha az tarih bilgisine sahip olduğunu belirterek, nedenlerini şöyle sıralıyor:

"Bu durum sansürden dolayı ya da İskende­riye'deki kütüphanemizin yanmış olmasından ötürü değil. Bu daha çok işittiklerimizi, gördüklerimizi ve okuduklarımızı seçme olanağından yoksun bırakan bir haber bombardımanıyla karşı karşıya kalmamız­dan ileri geliyor. O kadar çok haber var ki günlük yaşamımızda, adeta arka planda bir gürültü halini alıyor haberler. Her şey sanki buz üstüne yazılmış yazı gibi. Geriye dönük düşünce tarzı neredeyse olanaksız. Yeni ve hızlı olan her şey dikkatimizi uyandıracak ve şimdiki zamanı vurgulayarak geçmişi silecek. Tarihsel değerlendirme ve muhakeme duy­gumuz ortadan kalkmıştır.

Postman’ın dikkat çektiği gibi haberlerde bilgi yüzdesi azaldıkça yerini duygusallık dolduruyor. Duygusal haber ise Gündüz Vassaf ın sözünü ettiği hızın da etkisiyle bu kez tarihsel belleği olmayan verilerden öteye gitmiyor. Kalıcı olan tek şey var, geçicilik. Haberlerin görüntülerinden etkileniyoruz, ya sonra. Hepsini unutuyoruz. Çünkü yenileri geli­yor. Eskiyi hafızanın kaydetmesine gerek yok, zaten yer kalmıyor. Alvin Toffler'ın "hız ve geçicilik" kura­mı burada da geçerli oluyor. Haberler hızla geliyor ve hızla yerini başkalarına bırakarak gidiyor. Sonuç büyük bir boşluk oluyor. Habercilerin de görevi za­ten bu: Boşluğu doldurmak.

Bilgi yoğun haber, tarih hafızası olan, verdiği bilgi kalıcı ve tam olan, boşlukları bilgi ile donatıl­mış, kişinin zekâsına hitap eden, gerektiğinde gün­lük yaşam sorunlarını çözebilmede ve düşünce üretmede kullanılabilen mesaj tasarımıdır.

Duygu yoğun haber ise tarih hafızasına gerek olmayan, verileri anlık duygulanımlara neden olan, (gülümseme, hayret etme, üzülme, nefret etme) ki­şinin uzun ve kısa vadeli olarak karşılaşabileceği sorunları çözmekten uzak, sadece aşırı duygula­nımla, bulunan zaman dilimini ve mekânı bir süre için unutturan, düşünce üretmeye katkısı olmayan, tasarımlanmasında, kolay anlaşılma, kolay tüketil­me kaygısı taşıyan mesajdır.

Duygu yoğun haberlerin kolay tüketilmesi de haber pazarında daha fazla kullanımlarına neden olmaktadır. Reality showlar da duygu yoğun haber­ciliğin türevlerinden biridir.

Katil Doğanlar ve Medya

Oliver Stone'un bu kez de reality showları ka­merasına dolayıp üzerinde toplumu bir kez daha düşünmeye ittiği "Katil Doğanlar" filminde, olaylar örgüsü içinde katiller birer kahramana dönüştürü­lüyor. Katil Mickey ve Mallory doğduklarından bu yana TV ile beraber oldukları için hoşgörülüyorlar. Çünkü sadece yapıkları, önce çizgi romanlardan, sonra da TV'den öğrendikleri şiddeti topluma uygu­lamak. Öyle ki, seyirci bir süre sonra katillerden Mickey'yi isim benzerliğinin çağrışımıyla,

Disneyland'ın ünlü Miki Fare'si kadar sevimli bir kahraman olarak görebiliyor !

Film bir anlamda, şiddet olaylarını en verimli haber kaynağı olarak gören, renkli basın ve TV ka­nallarını eleştiren bir kara mizah. Film iki bölüme ayrılmış: İlk bölümde, çılgın ve silahlı bir çiftin, ba­tıda üç hafta süren hareketli bir seyahat sırasında 52 kişiyi katletmeleri yer alıyor. İkinci bölümde ise basının olaya el atması ve bir anda çılgın bir medya topluluğunun olayların üstüne gitmesi işleniyor. Seri cinayetleri sayesinde ünlenen katillerin sansas­yon peşinde koşan medya tarafından nasıl birer ikon haline getirildiği ve modern dünyanın bu ko­nuda nasıl sorumsuz tavır takındığı Stone'un üslû­bu ile anlatılıyor"

Filmdeki siyah beyaza geri dönüşler ve aralık­larla 1960'larda TV’nin ailenin oturma odasındaki tartışılmaz yeri ile katiller Mickey ve Mallory'nin birer TV çocuğu olduğu ve bu medyanın verdiği şid­det yüklü mesajlarla yetişerek bugüne geldiğini an­latan Stone, "Haberin değerinden çok, ölümlü, fela­ketli, irkiltici yanlarını gözlere sokmakta ustalaşan ve rating kaygısıyla her olayda kan, şiddet ve vahşet öğesini öne çıkaran TV kanallarının, seri cinayetler işleyen katillerden daha suçlu olduğunu gözler önüne seriyor."

Aksiyon hızını, saniyede değişen görüntü sayı­sıyla yakalayan ve rock ile heavy metal müziklerle filmin fonuna 75 parçayı monte eden Oliver Stone, filmin şiddet öğesinin hız ile geldiğini de ortaya koyu­yor. Hareketin, canlılığın, rengi kırmızı da, katillerin otomobillerinden, tişörtlerine, gözlüklerine kadar ta­şınarak, şiddetin rengi olarak karşımıza çıkarılıyor.

Körfez Savaşı'nı ya da karısıyla aşığını öldüren, ünlü spor yıldızı O.J. Simpson'ın yakalanışını nak­len ekrana getirmeyi başaran medyaya, filmin kötü adamı rolünü veren Oliver Stone, medyanın tem­silcisi olarak da, katilleri programına çıkartıp üne kavuşturan bir reality show muhabirini kullanıyor. "Amerikan Manyakları" adlı programın muhabir sunucusu olan gazeteci, izleyiciye "bir insan değil muhabir" dedirtecek kadar mesleğini yaparken in­sanlığa yabancılaşmış biridir. Şiddeti pazarlayanların davranış kalıplarını ortaya koyarak, katillerden Mickey'yi bulunduğu cezaevinde görüntüleyip, onunla röportaj yaparak, mesleğinde heyecanın ve ünün doruğunu yaşar. Hapishanede patlak veren isyan karşısında ise haberin içinde yaşıyor olmak tutkusu ile katillere yardım eder. Bu arada eline aldığı tabanca ile o da isyana katılır ve Mickey tara­fından "al sen bunu daha iyi kullanırsın" diye tek­rar mesleğinin demirbaşı, kamera eline tutuşturu­lur. Sonuçta her filmde olduğu gibi kötü olan ceza­landırılır. Bu kez kötü olan medyadır ve medyayı temsil eden muhabir, kendi eseri olan Mickey ve Mallory tarafından ölüme mahkum edilir.

Spartaküs'lere İhtiyaç Var

Şiddetin gerçekle karmalanıp eğlence olarak verilmesi, gladyatörleri anımsatıyor. Gladyatörler bir çeşit köle idi. Efendilerini eğlendirmek için yaşamlarını verirlerdi. Günümüzde BM İnsan Hakları Ev­rensel Bildirisi nin 4. maddesinde "Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz. Kölelik ve köle ticare­tinin her türü yasaktır" deniliyor.

Kölelik en basit anlatımla, kişinin zamanını ve enerjisini efendisi için harcamasıdır. Bu arada kişinin düşünmemesi, sadece uyması ve kabul etmesi istenir. İyi bir köle düşünce özürlü olmayı ön şart olarak kabul eder. Bu şartı medya bize uyguluyor. Çünkü reklama kiralanmış kişiler olarak bilincimiz medya endüstrisinin eline geçmiş durumda.

Efendimiz için düşünmeden seyrediyor ve ka­bul ediyoruz.

Öyleyse rahatlıkla "medya kölesi" deyimini medyanın mesajlarını bilinçsiz bir kabulle tüketen­ler için kullanabiliriz. Medya köleliğimizde tek fark, tasarımlanmış mesajların rıza ile tükettirilmesi olu­yor. Biraz düşünebilsek karşı da çıkabileceğiz.

Tekrar dönelim gladyatörlere; gladyatör oyun­larında, rol alan oyuncular ya da diğer bir deyişle kurbanlar, şiddetin dozunun ayarlanmasında us­taydılar. Seyircilere herhangi bir zarar gelmesi önle­niyordu ve heyecan/rahatlama, kurguları, ödülleri ile gerçek bir eğlence gösterisi oluyordu.

Gladyatör oyunlarında, yaralanan ve ölen gladyatörler için seyircilerin üzülmeleri gerekmezdi. Çünkü gladyatörler insan değil, arenada ölmek için yaratılmış hayvan sayılırdı.

Oysa gladyatörlerin arasından çıkıp zincirlerini kıran Spartaküs, "Bizi dövüşmeye zorluyorlar, fakat kendi hayatımız için değil de ölerek onları eğlendir­memiz için, neden?" diye sorabilecek kadar insandı.

Temiz Habercilik

"Neden?" sorusunu sorabilen Amerikan halkı medyayı harekete geçirebilmişe benziyor. Spartaküs'lerin sayısı çoğalınca ABD'de büyük TV şirketlerinin yerel istasyonları, "temiz habercilik" dönemini başlatıyorlar.

"Minneapolis, Sacramento ve Miami gibi kent­lerden başlatılan uygulamalara göre bundan böyle yerel haberlerde izleyiciye kurşunlanmış cesetler, kanlı kaldırımlar, mavi ışıklan ıslak caddelere yan­sıyan ambulans görüntüsü benzeri sahneler sunul­mayacak. Yeni TV haberciliği konseptine göre, vah­şet haberlerinin yerini daha ayrıntılı incelemeler, toplumsal sorunlara dönük araştırmalar alacak. Kirli görüntüler, ayıklanacak ve ekran temizlenecek. CBS'e bağlı Minneapolis WCCO TV yetkililerinden Mark Hooper, habercilikte değişimin nedenini, 'Halktan yoğun tepki alıyorduk. İnsanlar neden vahşet görüntüleri içermeyen haberler veremediği­mizi merak ediyordu. Artık değişiklik yapmalıydık.' diye açıklıyor.

ABD "neden?" sorusunun adresini bulmuş ve karşılığında da varmak istediği değişikliği medyaya yaptırıyor. Aynı demokratik yaklaşımın ülkemizde de yaşanacağı günlerin gelmesini bekliyoruz.

Kaynaklar

(*). Türkçe çevirisindeki ‘gerçeğin gösterisi’ ismi bile bu programlarda bir mantık hatası yapıldığını gösteriyor. Çünkü gerçek hiçbir zaman gösteri­ye çevrilemez. Doğaldır, kurgu kabul etmez. Eğer kurgulanır, oynanırsa, artık gerçek özelliği kalmamıştır.

US News and World Report,25 Haziran 1994.

Göksel Aymaz, Kitle İletişiminde Meta Seyri ve Reality Stıoıv, Evrensel Kültür, İstanbul, Mart 1994.

Meltem Pusat, Türk Doktorun Büyük Başarı­sı, Sabah Gazetesi,İstanbul 9 Ocak 1995

Elvan Feyzioğlu, Çivici Süleyman Çivileri Öz­lüyor, Milliyet Gazetesi, İstanbul, 9 Ocak 1995.

Neil Postman, TV: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994, s. 118

Postman, a.g.e, s. 119

Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992, ss. 84-88

Sinema Dergisi, İstanbul, 24 Aralık 1994.

Sungu Çapan, Şeytanınız Bol OlsunCumhuri­yet Gazetesi, İstanbul, 6 Ocak 1995.

 (**). Spartaküs, Roma'ya karşı ayaklanan kölelerin li­deriydi. Roma nın yedek askerlerindendi. Ordu­dan kaçınca köle durumuna düştü ve gladyatör olarak satıldı. M.Ö 73'te arkadaşlarıyla kaçtı. Özgürlüğe çağırdığı çok sayıda köle de ona ka­tıldı. Roma'ya karşı savaş açtı. Ordusu gittikçe büyüdü, 100 bin kişiye ulaştı. Bu Roma da panik yarattı. Ancak Konsüllerle girdiği çatışmada öl­dü ve ordusu dağıldı.

Nurçay Türkoğlu, Seyirlik Ölümler. Marmara İletişim Dergisi, Sayı:2, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, İstanbul, Nisan 1995

Hürriyet Gazetesi, İstanbul, 11 Ocak 1995.

Sh: 143-158

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

ETKİLEME ENDÜSTRİSİNİN KANUN SİMSARLARI: LOBİCİLER VE LOBİCİLİK

ABD’nin başkenti Washington’ın en eski otelle­rinden biri olan ‘Llard Otel’ lobilerinde çalışan ABD eski başkanı Ulysses Grant’a (1870lerde) borçluyuz lobicilik deyimini. 1816 yılında açılan Llard Otel’in müdavimlerinden olan Başkan Grant, Beyaz Saray protokolünden sıkıldığında, bu ortamda yeterince çalışamadığını düşünür ve rahatça işlerine konsant­re olabilmek için bazı günler bu otelin lobisine ka­çarmış. Savaş kahramanı, asker kökenli bir başkan olan Grant, böylece tüm formalite ilişkilerin çalış­malarını aksatmasından kurtulur, her türlü resmi­yetten uzak çalışırmış. Fakat Başkan’ın otelde oldu­ğunu haber alanlar, işlerini konuşmak için başka­nın yanma lobiye gelirlermiş. Bu kişilere önceleri “lobideki iş bitiriciler” denmeye başlamış ve zamanla bu deyim “lobicilik”e dönüşmüş.

Lobicilik, ikna, inandırma ve tanıtma teknikleri uygulayarak, karar verme mekanizmaları üzerinde baskı grubu oluşturma ve politik kararlan bir grubun veya bir ülkenin lehine ya da aleyhine değiştirebilme becerisidir. Çeşitli çıkar gruplan tarafından hükümet kararlarım etkilemeyi amaçlayan faaliyetlerdir.

Kişilerin veya özel çıkar gruplarının, siyasal karar alma süreçlerini etkilemek amacıyla başvur­dukları özel girişimler olarak da tanımlanan lobicili­ğin, bir iletişim tekniği olarak doğum yeri ABD’dir. Lobiciliğin çeşitli yöntemleri vardır. Lobiciler, kamu görevlilerine meclis komisyonlarında görüşünü an­latabilir, evinde, bürosunda, ikna etmek için uğra­şır, mektup yazıp, telefonla amaçlarına ulaşmaya çabalarlar.

Lobiciler üzerinde çalıştıkları konuda, hiçbir şekilde yoruma meydan bırakmayacak kadar açık ve doğru bilgi sahibidirler. Kanun yapıcılar için, kısa belgeler, analizler ve taslaklar hazırlarlar. Hepsi aynı zamanda çok usta birer halkla ilişkiler uzmanıdır. Konularında belli bir kamuoyu oluşturabilmek için gereken her türlü halkla ilişkiler yöntemini uygula­mayı bilirler. Eğitimlerine ve meslek gruplarına baktığımızda, birçoğunun hukuk eğitimi gördükleri­ni ve devlet yönetiminde görev aldıklarını görürüz. Ünlü eski siyasiler de bir süre sonra isimlerini lobi­cilik alanında paraya çevirirler.

Lobicilik demokratik sistemin yasal bir bütün­leyicisidir. Her ne kadar halk, lobiciyi hızlı konuşan ve seçimle iş başına gelmiş kişilerin, büyük şirketle­rin veya ticari kuruluşların başındakilerin kolunu bükmek için ortaya çıkmış biri olarak tanırsa da aslında gerçek çok farklıdır. Bugünün lobicisi sakin konuşan biri olabilir, iyi eğitim almış, istatistik ve araştırma raporlarıyla donanmış olabilir. Değişik gruplar için lobici olarak atanabilir. Örneğin: Sierra Club, İçkili Araba kullanmaya Karşı Olan Anneler, Bebek Emziği Üreticileri gibi.

Lobicilik yapan organizasyonlar, özel çıkar gö­zetirler. Çevreciler ve diğer aktif gruplar, kendilerini halkın çıkan için çalışan gruplar olarak adlandırırlar. Ama bu halkın, bu çıkarını kimin nasıl tanımladığına bağlıdır. ABD’de Redwood Milli Parkı’nın yapılması için gerçekleştirilen zorlu oylamada Sierra Club, bu parkın bölge sakinleri ve yerel hükümet için, sanayii kuruluşlarından daha yararlı olacağını söyleyerek oy kazanmıştır. Kongre iki tarafı dinledikten sonra, par­kın yapılmasının halkın çıkarına olacağına karar vermiştir. Aynı şekilde, mali güçlükler içinde bulu­nan Chrysler Şirketi için yapılan bir oylamada, oto­mobil işçileri halkın çıkan için şirketin iflasından yarar umulamayacağına Kongre’yi ikna etmişler ve Kongre de şirket lehine karar vermiştir.

Birleşmiş Milletlerin, Irak’a karşı saldırıyı tarihlemesinde en etkin rollerden birini üstlenen ve hazırladığı mizansenle, Washington’daki Kuveyt bü­yükelçisinin 13 yaşındaki kızını Amerikan televiz­yonlarında, “Kuveyt’te Irak askerleri yeni doğan be­bekleri kuvözlerinden çıkarıp ölüme terk ediyorlar” diye konuşturup, sözde Kuveyt’te yaşadıklarını göz­yaşları içinde anlattırarak, ABD’de olduğu gibi dün­yada da Irak Devlet başkanı Saddam Hüseyin’e kar­şı, önemli bir kamuoyunun oluşmasmı sağlayan “Hill and Knowlton” adındaki ünlü lobi şirketidir.

Şirketin Washington bürosunda 20 yıldır uz­man olarak çalışan Robert Gray, “Lobicilik artık kafa tütsüleme veya yandaşlık işi değil” diyor. Lobici Kongre’ye sizin tarafınızın diğerine kıyasla, daha faydalı olacağına dair dürüst ve ikna edici doneler verir. Gray, 1980lerde lobiciliğin basit bir etki sim­sarlığı olarak gösterilmesine tepki duyarak, üst ka­deme yöneticilerine ulaşmak amacıyla, 1986 yılı 24 Nisanında New York Times’ta bunu reddeden bir makale yayımladı. Gray’e göre, girişkenlik, lobicilik için kazanılmış en gerekli hammaddedir. Fakat abartılarak, sanki sadece gerekli olan özellikmiş gibi gösterilir. Sadece girişkenlikle hiçbir program ta­mamlanamaz, hiçbir boş yer doldurulamaz. Özel­likle lobicinin başarısı sadece bu özelliği ile garanti edilemez.

Lobicinin güvenirlilik kazanması yıllar alır. Bir zamanlar bir yerde eski bir yönetici olmak bunun için yeterli değildir. Karar vericilere yol gösterecek yetenekte olmalıdırlar. Örneğin, zehirli atık konu­sunda karar verme yetkisinde olanlar, hem çevreci­lere, hem de endüstri yetkililerine başvurmak, onları dinlemek zorundadır. Washington ayrıca Kongre dış yardım konusunda da oylama yapacağında, diğer devletlerin durumlarını dikkate almalıdır.

Lobicilik ve Etkileme Gücü

Lobiciler aldıkları para karşılığında geniş halk kitlelerini, hükümet yetkililerini etkilemek zorunda­dırlar. Reagan yönetimi sırasında Personel Şef Yar­dımcısı olan Michael Deaver 1985 yılında görevinden istifa etti ve Halk Sorunları Danışmanı adı altında lobiciliğe başladı. Birçok şirket ve hukuk bürosu adına çalışmasının yanı sıra, Güney Kore, Singapur ve Meksika içinde ticari lobi faaliyetlerinde bulundu. Ayrıca Amerikan endüstrisinin neden olduğu asit yağmuruna karşı lobi faaliyetleri düzenlendi.

Deaver, eski deneyimlerinden para kazanan ilk hükümet yetkilisi değildir. Washington’da 1986’da kayıtlı 8 bin 800 lobicinin büyük bölümü de, hükü­met yetkilisiydi. Deaver’i ise ayrıcalıklı kılan, Başkan Reagan’a yakınlığı ve göze batan davranışlarıydı.

Time dergisi 3 Mart 1986 tarihli nüshasında Deaver’i kapak yaptı. Limuzininde telefonla konuşurken görüntüledi ve “Bu Etki Simsarı kiminle konuşu­yor?” diye yazdı. Bu ve diğer yayınlar, 1987 ortasında Kongre araştırmasına neden oldu. Washington’daki lobi kuruluşları, Deaver’i lobicilik ve halkla ilişkiler imajını zedelemek, insanları sadece üst düzey yöneti­cilere ulaştırmakla suçladılar. Deaver, hareketlerin­den dolayı 1987 yılında üç kez Federal Mahkeme’ye verildi ve yalancılıkla suçlandı. Reagan’ın bir diğer Beyaz Saray yardımcısı Lyn Nofziger, 1987’de 6 kez yasal olmayan şekilde Wedtech Corporation adına lobicilik yapmakla suçlandı. Nofziger, eski bir muha­birdi ve Washington’da bir halkla ilişkiler şirketinin sahibiydi. Büyük miktarda Wedtech hissesini iflas kararı alınmadan hemen önce kanunsuz olarak sat­maktan 1988 yılında 90 gün hapis ve 30 bin dolarlık para cezasına çarptırıldı.

Bu örnekler de göstermektedir ki, lobicilik sa­dece etkileme gücü ve kanun yapıcılara yakın ol­makla örgütlenmiş bir meslek değildir. Kendi içinde kuralları vardır. Bu kurallara uyulmadığında her meslekte olduğu gibi çarklar kişiyi dışarı atar.

Lobiciliğin ABD’de yaygın olmasının nedeni uluslararası arenada ve yeni dünya düzeninde, pekçok gelişmekte olan ülkenin ekonomik ve sa­vunma amaçlı yardımlarda ABD’ye ihtiyaç duymala­rıdır. Ayrıca dünyadaki iletişim ağının düğmesi de aynı ülkenin elindedir. Bu güçten yararlanmak iste­ği, lobiciliği ABD’de giderek geliştirmektedir.

ABD’de her oy sahibi iki yılda bir milletvekilini Temsilciler Meclisine yollar. Her iki yılda bir Sena­törlerin üçte birini yeniler. Dört yılda bir devlet başkanını ve Yardımcısını seçer. Toplam 435 milletve­kili ve 100 Senatör Amerikalının çıkarlarını temsil eder.


Bireylerin veya grupların kanun yapıcıları et­kilemek için organize ettikleri her türlü girişim ola­rak özetlenebilen lobicilik, hükümetin çeşitli kade­melerinin karar vermelerinde etkili rol oynayan de­mokratik sistemin bütünsel ve meşru bir parçasıdır. Lobicilik bu etkinlik içinde her türlü teşkilatta yer alır. Akıcı ve etkileyici konuşan insanlardan oluşan lobiciler, güçlü ticari birliklerin veya şirketlerin önemli birer unsuru olmakla birlikte, gerçekte, sen­dikalar, baskı grupları, etnik topluluklar, barış ve çevre korumacılar, tüketici gruplar ve bir dizi özel çıkar grupları için çalışırlar. Faaliyet gösterdikleri iş alanının hacmi çok küçük de olabilir çok büyük de.

Lobiciler alanlarıyla ilgili geniş bilgiye sahip­tirler. Bu nedenle çoğu zaman karar alma organları arasında ve siyasi kişiler çevresinde, sürekli bilgile­rine başvurulan kişilerdir. Örneğin, ABD eski Baş­kanı Reagan, Irangate olayı ile ilgili olarak Senato Hukuk Komitesi’nde sorguya alındığında, Komite konuyla ilgili pek çok bilgiyi lobicilerden almıştır.

Lobicilik faaliyetleri, hem devlet düzeyinde, hem de yerel düzeyde yürütülür. Kaliforniya’da iş çevrelerinde hukuki işlerde her yıl 30 milyon dolar harcanır. Bu paranın büyük bir kısmı lobi şirketle­rine gider.

Bu harcamaların büyük bölümü lobicilerin maaşları, büro masrafları, yayınlar ve doğrudan mektup kampanyaları ile ilgilidir. Lobi şirketlerine en çok başvuran grupların başında Amerikan Ulusal Enerji Birliği gelir. Bu birlik, büyük petrol şirketle­rince finanse edilir. Demek 1983 yılında, doğal gaz fiyatlarında kontrolü kaldıran bir kanun çıkarılması konusunda 224 milyon doları, lobi faaliyetleri için harcamış ve bu alanda bir rekor kırmıştır.

Lobiciliğin büyük bölümü sanayi kesimlerinde yapılır. Mesela, kauçuk ve lastik üreticilerini temsil eden bir grup, ABD’de bebek biberonlarının yapısını değiştiren bir kanun tasarısını, dayanıklı olmayaca­ğı ve raf ömrü bulunmadığı gerekçesiyle engelle­mişlerdir.

Bir başka örnekte, ev aletleri şirketlerini temsil eden lobiciler bu aletlerin ithalini sınırlamışlardır. Bu alandaki en büyük ve etkili taktik “mektup kampan­yasıdır. Bu kampanyaları en iyi uygulayanlar, Greenpeace ve AT&T’dir. Bu kuruluşların hazırladığı şablon mektuplar, tüketiciye gönderilir. Tüketici de, görüşlerini yazıp, mektubu katlar ve üzerine pul masrafı ödenmiş ve gönderileceği adres belli olan zarfla, posta kutusuna, Washington’a gönderilmek üzere atar. Çok büyük hacimli bir mektup kampan­yasından, Senatör ya da Temsilciler Meclisi üyeleri­nin etkilenmemeleri mümkün değildir.

Bir Lobicinin Başvuracağı Önemli Etkileme Yön­temleri:

Kongre üyelerini etkilemek için, sık sık on­larla birlikte olup, konuşmalar yapmak (bilgilendirici).

Gerçekleri açığa çıkarıcı basın bültenleri ya­yınlamak.

Temsilcilerin radyo ve TV talk-showlarına çıkmaları ve görüşlerini açıklamaları için ülke çapmda "medya turları’ düzenlemek. Böyle bir grup üç yıl için­de ABD’de 48 eyalette (Alaska ve Hawaii dışında) 440 şehirde, 1300 radyo-TV programına çıkmıştır.

Hükümet liderlerine ve diğer siyasi yöneti­cilere ayda bir kez veya iki ayda bir kez faaliyet ra­poru niteliğinde, kapsamlı bilgi ve haber içeren ve­riler göndermek.

Tanıtım kampanyaları düzenlemek.

Çok geniş kapsamlı reklam kampanyaları yürütmek.

Etkileme yöntemlerini böylece sıraladıktan sonra bir lobicinin mesleki iç iletişimi çerçevesinde üzerine aldığı çalışmayı yürütebilmek için kendi kendine sormak zorunda olduğu ya da başka bir deyişle üzerinde düşünmesi gereken maddeleri de şöyle ele alabiliriz:

Müşterinin ya da şirketin konumu kendini savunmaya uygun mu? Eğer uygun değilse bu du­rumu değiştirebilmek için neler yapmalıdır?

Hem müşteri ya da şirket, hem de lobici belli bir itibar düzeyine sahip midir?

Lobicilikte anahtar kişiler belirlenmiş midir?

Lobici ve müşterisi olan şirket güvenilir istihba rat kaynaklarına sahip midir?

Kararlan etkileyecek doğru kişiler kimlerdir?

Çalışmadan kamuoyu ne ölçüde etkilenecektir?

Kamuoyunu etkileyecek unsurlar, kabul edilir veya makul müdür?

Strateji, zamanlama da dahil olmak üzere açıklığa kavuşturulmuş mudur?

Yapılan plan hem saldın, hem de savunma için gerekli elemanlan içeriyor mu?

Karşı    lobici grup ne yapabilir?

Temel sorulara onlar da cevap verebilmiş midir?

Onlarınstratejisi ve planı nedir?

Lobiciler Neler Yapabilirler?

Resmi toplantılara katılabilirler.

Hükümetin değişik danışma gruplarına bilgi sunabilirler.

Şehir veya eyalet vatandaşlık bürolarına hizmet verebilirler.

Sosyal kulüplere katılabilirler.

Kızılhaç gibi hayır kurumlarında hizmet ve­rip, onların yönetim kurumlarında görev alabilirler.

Her türlü toplantıda gönüllü görev yapabilirler.

Değişik iş projelerini koordine edebilir, gençlere yaz veya mevsimsel işler temin edebilirler.

Çevre korumacılık çerçevesinde zehirli mad­delerin temizlenmesi işinde görev alabilirler.

Festival sponsorluğu yapabilirler

(Tüm bu çalışmalar, lobicilerin Kongre’nin din­lenme salonunda kanun yapıcılarla yapacakları ko­nuşmalardaki bilgi alış verişine ek bir takım düzen­lemelerdir. Lobicinin her çevrede yeni bilgiler alması­na yardımcı olur.)


Lobi yapanlar için önceleri, “lobi-ajanı” ifadesi kullanılırken, 1879’da yalnızca “lobici” sözcüğü ge­çerli oldu. 1950 lerde gümrük vergileri yasaları çıkar­ken, Kongre’de sert tartışmalar dönemi ve endüstri­leşmenin gelişimi ile Washington’daki grupların faali­yetleri önemli düzeyde arttı. Bunlarla orantılı olarak rüşvet olaylarının sayısı da büyüdü. O günleri anla­tan bir tarihçi, “Washington, sahipleri lobicilerle ya­kın ilişkileri olan kumarhanelerle doldu. Milletvekille­ri ya da senatörler borca girince, lobiciler işe karışı­yor, mecliste istedikleri yönde oy sağlıyorlar” diyordu.

Aynı şekilde gerçekte eğlence yerleri olan “lüks oteller” de lobicilerle çalışıyorlardı. O günlerin ünlü lobicilerinden Sam Ward, milletvekilleri ve senatörler için düzenlediği parlak partilerle ün yapmıştı.

Bu tür faaliyetler, Kongre’de çeşitli zamanlarda çeşitli gelişmelere yol açtı, pek çok istismar sergilendi. Lobi faaliyetlerinin düzenlenmesine ilişkin, lobicilerin kayıtlanmasını, dolayısıyla harcamalarının açıklan­masını gerektiren ilk yasa, 1928 yılında Senato’da kabul edildi, ancak Temsilciler Meclisi’nde reddedildi.

1946 tarihli lobicilik faaliyetlerini düzenleyen yasa, on yıllık çelişkiler, soruşturmalar sonucu ortaya çıktı. Bu yasa belirsiz ve yalnızca Kongre’ye yönelik lobi faaliyetlerini kapsıyor, 1946 öncesi skandallarıyla ilgili komite toplantılarım içeriyordu. 1975 yılında da ‘Tabancı Ajansların Tescil Yasası” çıktı. Bu yasaya göre yabancı ülkeler adına faaliyet gösteren ve ge­çimlerini bu şekilde sağlayan lobicilerin ABD Adalet Bakanlığı’nda kayıtlı olmaları zorunluluğu getiriliyor­du. Bu yasada temel amaç, lobi faaliyetlerinin kontrolünden çok, lobicilerin kimliklerini açıklamalarını sağlamaktı.

Ancak lobi faaliyetleri ve rüşvet yine önleneme­mişti. Gazete manşetlerinde yer alan ünlü ABSCAM (Arap Gizli Operasyonu) olayında 6 Temsilciler Meclisi üyesi ile Senatör Arap şeyhi kılığına girmiş FBI görev­lilerinden ABD’ye göç edebilmeyi kolaylaştıran bir kanun teklifi karşılığında, rüşvet aldıkları iddiasıyla yargılanmışlar ve suçlu bulunmuşlardı.

Günümüzde Lobicilik

1980lerin başında ABD’de Kongre’ye karşı bin civarında “lobicilik firması”, kamuoyuna karşı 1700 civarında “halkla ilişkiler” şirketi bulunmuş, bu fir­malarda 89 binin üzerinde eleman çalışmıştır. Washington’da 6500 temsilci lobicilik faaliyetleri yürüt­müş, bu faaliyetlerde yılda ortalama 4 milyar dolar harcanmıştır. Dört bin ticari kuruluş temsilcisi, 500 özel konularda temsilci, 1500 lobici, yabancılar için faaliyet göstermiştir. Bin civarında Washingtonlu avukat temsilci durumunda aktif lobici olmuştur. Her bir Kongre üyesine 30 lobici düşmüştür.

Lobici sayısındaki artış çoğunlukla yeni istihba­rat kaynaklarının ve daha içerikli araştırmaların geli­şimine dayalıydı. Mahalli lobicilikteki gelişme de Washington daki lobici sayısının artışında bir başka etkendir. Bir diğer etken, Federal hükümetteki geli­şim ve değişmekte olan siyasi dinamizmdir.

Amerikalının meclise yolladığı milletvekillerin­den beklentilerinin yeterince karşılanmaması nede­niyle geleneksel siyasi particilik azalmakta, yerine faal özel kişiler ya da tek bir konuda uzmanlaşmış kuru­luşlar gelişmektedir.

Siyasi parti üyeleri belirli konularda değişik görüşlere sahip koalisyonlardır. Amerikalı vatandaş Washington’daki lobiciler kanalıyla hangi seçim böl­gesinden geldiklerine bakmaksızın, görüşlerini ilgili milletvekilleri ve senatörlere aktarmaktadır. Böylece milletvekilleri sadece oy şartına bağlı kalmaksızın, bu kuruluşlar aracılığıyla halkla sürekli ilgili tutul­maktadır.

Lobiciler yaptıkları çalışmalarla ilgili olarak üç temel gruba ayrılırlar.

Bilgi toplayıcılar: Hükümetle ilgili işlerde gizli ya da açık şekilde istihbarat yapanlardır. Gizli olanlar, müşterilerin özel amaçlan için yapılan bilgi toplama faaliyetleridir. Açık olanlar, kamuoyunu şekillendirmek amacıyla gerçekleştirilir.

Temsilci: Çoğu yasal danışmanlık çerçeve­sinde “hukuk firmalarıdır”. Bu kuruluşlar belirli konularda uzmanlaşmışlardır.

Bireysel Lobiciler: ABD Kongresi’nde resmen kayıtlı olanlar veya olmayanlar ya da ABD Adalet Bakanlığı’nda ajan olarak kayıtlı bulunanlardır. Temel amaçları, Kongre ve hükümet faaliyetlerini, müşterilerinin amaçlan doğrultusunda yönlendir­meye çalışmaktır.

Amerikalılar İçin Lobi Yapan Gruplar

AFL-CIO (American Federation of Labor Congress of Industrial Organizations) “Amerikan İşçi Sendikalan Federasyonu ve Sanayi Kuruluşları Bir­liği”; ABD’nin en başta gelen çıkar gruplarından olan bu kuruluşa, 106 sendika dahildir. 16 milyon üyesi vardır. Güçlü, siyasi bir kuruluştur.

Ticaret Odaları: Ekonomik kararlar üzerinde etkindirler. 70 binin üzerinde üyesi vardır.

Amerikan Petrol Endüstrisi: Exxon, Texaco, Mobil, Aramco gibi büyük petrol şirketleri birer ba­ğımsız lobi grubudur.

Silah Üreticileri: Lockheed Martin, General Dynamics, Boeing, Grumman gibi büyük silah üre­ticileri bir çeşit savunma lobisi oluşturmaktadırlar. Bu lobinin çalışmaları Pentagon’a (ABD Savunma Bakanlığı) yöneliktir. Tüm amaçlan Pentagon’u et­kilemektir. Bu nedenle Kongre üyeleriyle sıkı ilişki­ler içine girerler.

Ayrıca ABD’de silah endüstrisi olarak görülme­yen ancak ekonomik güçleri nedeniyle önemli birer lobi grubu oluşturan şirketler de vardır. Bunlar ara­sında General Electric, Westinghouse, Chrysler, American Telephone and Telegraph (AT&T) sayılabilir.

Yabancılar İçin Lobi Yapan Gruplar

İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yabancı ülke çıkarlan için lobi faaliyetleri, Washington’da yasama ve yürütme organlarında önemi giderek artan bir faktör haline gelmiştir.

Amerikan Kongresi ve yönetimine etki etmek isteyen yabancı misyonlar ile ABD’de mevcut etnik azınlıkların anavatanlarının isteklerini gerçekleştir­mek amacıyla kullandıkları her türlü araç, gereç ve personeli kapsamaktadır. En başta gelen çıkar, ekonomik yardım ve silah teminidir. Günümüzde ABD’de yaşayan etnik grupların, özellikle dış politi­ka üzerinde lobicilik faaliyetleri giderek artmaktadır. Etnik grupların gerçekleştirdikleri bu çalışma en saldırgan lobicilik türüdür. Hep kullandıkları taktik 203 hareket karşıtlarının fikirlerini değiştirmek ya da onlarla tartışmak yerine, yandaşlarının sayısını ço­ğaltmak olmuştur.

Etnik lobiciliği bu kadar saldırgan yapan duy­gusal yönü, ‘ana vatanın çıkarını koruma’ düşünce­sidir. Etnik grupların (Yunan, Ermeni, Yahudi, İran, Arap) Amerikan siyasileri üzerinde başarılı olmala­rının bir nedeni de, bu ülkede oy kullanabilme hak­kını elde etmiş olmalarıdır. Her biri, politikacılar için oyu kazanılacak seçmen durumundadır.

Yahudi Lobisi

ABD’deki etnik lobilerin başında yer alır. Et­kinliği nüfus yoğunluğuna ve maddi güçlerine da­yanır. ABD’nin önde gelen 4 televizyon şebekesinden ikisinin (NBC ve CBS) ortakları arasında Yahudi kökenli Amerikalılar vardır. Ayrıca ‘New York Times’ ve ‘Washington Post’ gibi etkin iki büyük Amerikan gazetesinin sahipleri de Yahudi’dir. Gazete ve tele­vizyon şebekelerinin patronları arasında yer almala­rı, aynı zamanda ellerinde kamuoyu oluşturma gü­cünü de taşıyor olmaları anlamına gelmektedir. El­lerindeki kitle iletişim araçları sayesinde, cemaatlerinin çıkarlarını korumak için gerekli kamuoyunun oluşturulmasına çaba gösterirler.

Yahudi asıllıların lobi faaliyetlerini yürüten başlıca kuruluşları AIPAC (Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi)dir. Amacı, ABD’nin İsrail ile ilişkile­rini güçlendirmek, bölgede potansiyel düşman ola­rak gördükleri Arap ülkeleriyle de ilişkilerin zayıf tutulmasını sağlamaktır. AIPAC, diğer Yahudi lobi organizasyonlarının da lideri pozisyonundadır. ABD’de istenilenin elde edilmesinin başlıca yolu lobi faaliyetlerine aktif katılımdan geçmektedir. Yahudi lobisinin etkinliğinin şöyle bir döngüsü var­dır: İsrail, ABD’deki birkaç zengin Yahudiye örneğin 10 milyon dolar göndermektedir. ABD kanunlarına göre, bir vakfa yardım edildiği takdirde bu miktar vergiden düşmektedir. Vergi oranı da yüzde 40’tır. Bu zengin Yahudiler, ülkeleri için çalıştıklarından dolayı belirli vakıflara 10 milyon değil, vergiden ka­zanacakları 4 milyon ile 14 milyon dolar verirler. Bu vakıflar, İsrail’den gelen 10 milyon dolan geriye Telaviv’e gönderirler. Böylece kanunun boşluğundan doğrudan ABD hâzinesinden ellerinde 4 milyon do­larlık bir fon oluşur. Bu rakamı büyütmek aynı yöntemle çok kolaydır. Bu paranın kullanılışı ise vakıfların Yahudiler aracılığıyla Kongre üyelerinin kampanyalarına biner dolarla katılmaları ve gereken diğer kuruluş veya örgütlerde nüfus elde edilmesi şeklinde sürer. Amerikan Kongre üyesi için kam­panyasına bin dolarlık katkı tahmin edilemeyecek kadar önemlidir. Hem maddi hem manevi desteğin gösterildiği anlamına gelir ve çok ciddiye alınır.

Arap Lobisi

ABD’de yaşayan Araplar yıllardır ülkelerini destekleyen etkin bir Arap Amerikan Lobisi oluş­turma çabasındadırlar. Bunun için petrodolarların da büyük yardımıyla ünleri devam eden eski Ameri­kalı politikacıları kiralarlar. Yahudi lobisinin en bü­yük organizasyonu AIPAC’i model olarak kurdukları Ulusal Arap Amerikan Birliği (NAAA) Arap ülkeleri ile ABD arasında yakın ekonomik ve askeri ilişkiler sağlanması ve ABD İsrail ilişkisinin yoğunluğunun azaltılmasına çalışır. Fakat Arap Lobisi, Yahudi Lo­bisi kadar etkin değildir. Çünkü Kongre üyeleri ve yardımcılarıyla günlük ilişkileri çok azdır. Arap bü­yükelçiliklerinde verilen, zenginlik ve ihtişam kokan göz alıcı davetler Arap Lobisinin başarısı için yeterli olmamaktadır.

İran Lobisi

Devrimden sonra İran dışında yaşayan İranlıların sayısı 5 milyonu bulmuştur. Bunların yaklaşık 3 milyonu ise ABD ve Kanada’da yaşamaktadır. ABD’de yaşayan İranlıların 1 milyonu Kaliforniya’da odaklaşmıştır. Kaliforniya’dan sonra en fazla yo­ğunlukta oldukları ikinci eyalet Florida’dır.

Kaliforniya’da yerel yönetimler için çalışan İranlı avukatlar çoğunluktadır. Ayrıca ABD’de İranlılara ait 4 TV istasyonu vardır. Genellikle İslam Cumhuriyeti muhalifleri tarafından kurulan bu is­tasyonlar (Camecam TV, Pers TV, Tapeş TV ve İran TV) Farsça yayın yapar. En etkinleri Camecam TV’nin Toronto’ya da yayını vardır. Bu arada ABD’de 10’a yakın Farsça yayın yapan radyo istasyonu da bulunmaktadır. Voice of America (VOA) radyosunda Farsça yayın yapan bölüm için program hazırlarlar. Ünlü İranlı modacı Bijan da moda üzerine Farsça bir TV istasyonu kurma çalışmaları içindedir. İranlıların ABD’de 20’den fazla Farsça yayınlanan gaze­teleri de vardır.

Yunan Lobisi

Yunanlılar ABD’de çeşitli amaçlarla cemiyetler (kilise, okul, hastane, yardım örgütleri) kurmuşlar­dır. Tüm bu çalışmalarda amaçları, Yunanistan’ın (anavatanın) savunmasına katkıda bulunmak ve Helenizm düşüncesini yaşatmaktır.

Yunan Lobisi anavatanlarına ABD yardımını sağlamaya çalışırken, bir taraftan da Türkiye aley­hine propaganda yaparak, ABD ile ilişkilerini zede­lemeye aynı zamanda da, dünya kamuoyunda kötü bir Türk imajı yaratmaya çalışırlar.

Yunanlıların Lobi kuruluşu AHİ (Amerikan Helen Enstitüsü) Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekatından 3 gün sonra kurulmuştur. ABD’deki tüm Rum derneklerinin bir koalisyonu gibi çalışır.

1975 baharında Türkiye aleyhine ABD silah ambargosunun getirilmesinde son derece etkili ol­muştur. Ayrıca 30 bin kişilik bir grupla Beyaz Saray önünde Türkiye aleyhine düzenledikleri gösterilerle kamuoyu yaratmaya çalışmışlardır. Yunan Lobisinin günlük, 10 haftalık, altı tane 15 günlük, 11 tane aylık, iki tane iki aylık dergileri 30 da radyo progra­mı vardır.

Ermeni Lobisi

Ermeniler, ABD’de özellikle iş alanlarında ba­şarılı olmuşlardır. Okullar kütüphaneler, hastane­ler, dini, kültürel özel burs sağlayan kuruluşlar ola­rak çeşitli alanlara yayılmışlardır. Üniversitelerde, “Ermeni Tarihi ve Ermeni Dili Kürsüleri” oluştura­rak cemaatlerini güçlendirme çabasına girmişlerdir.

Ermeni lobisinin başlıca amacı, Türk devletine 1915’de 1.5 milyon Ermeni’nin soykırım sonucu öldürüldüğü iddialarını kabul ettirmek, özür dilet­mek ve tazminat ödetmek, Doğu Anadolu’da “Erme­ni Toprakları” diye iddia ettikleri bölümün kendile­rine verilmesini sağlamak, bu topraklarda bağımsız bir Ermeni Devleti kurmaktır.


Yabancı hükümetler de, genellikle ABD li lobi­ciler tarafından temsil edilir. 1986 yılında Amerikan Hükümeti’nin “Korumacı Ticaret Politikasının iyi bir fikir olmadığını ispatlamak için Japonya 560 milyon dolan lobicilere ödedi. Yabancı ülke temsil­cileri anlaşmasında 100 kişi ve kuruluş Japonya’yı temsil etti. Bu herhangi bir yabancı devlet için bü­yük bir rakamdır.

Lobiciler ve korumacı kanun yapıcıları, koru­macılık teşebbüsleri aleyhine halkın da desteğini temin etmek için vergi ödeyen kesimden seçilmiş kimselere mektuplar yazılmasını istediler ve Ameri­kan seçmenine iki şekilde yaklaştılar. Birincisi: İs­tatistikler gösteriyor ki, 250 bin Amerikan vatandaşı yılda 4-5 milyon dolar ücretle Japon oto sanayiinde çalışıyor. İkincisi: Boorking Enstitüsü bulgularına göre korumacılık sistemi, Japon arabalar mm değe­rinde 2 bin 500 dolarlık artışa neden oluyor.

Bu örnek de gösteriyor ki, lobiciler topladıkları, tüm bilgileri toplumsal dinamikleri harekete geçire­cek şekilde, arkalarına kamuoyunun desteğini ala­rak gerçekleştiriyorlar. Birçok hükümetin diploma­tik çıkarlarının yanı sıra, ekonomik çıkarları da lo­biciler tarafından temsil edilir. Lobiciler böylece üst düzey yöneticilere ve kanun yapıcılara etki etmek için halktan, yani kamuoyundan sürekli bir taban oluşturmak durumundadırlar. Bu çalışmaları yabancı ülkeler için de sürdürürler.

Eski siyasilerin de çalışma alanı içinde olan lo­bicilik ABD’de son dönemde, Başkan Bili Clinton ile birlikte yeni düzenlemelerden geçirildi.

Clinton, lobicilik faaliyetlerine çekidüzen ver­mek için bir dizi yeni kural getirdi. Lobiciliğin ahlaki değer ve kurallarını yeniden tanımlayan düzenleme­ler bu alanda bir “devrim" olarak nitelendiriliyor. Clinton’un getirdiği yeni kurallara göre devlet me­murlarının lobicilik yapmaları, bu memurların dere­celerine koşut olarak çeşitli süreler için yasaklanıyor.

Seçim kampanyası döneminde ilk olarak ba­ğımsız aday Ross Perot’un ortaya attığı, Demokrat Başkan Bili Clinton’ın da “aynı şeyleri savunuyoruz” diyerek katıldığı, “yabancı ülkeler adına lobicilik yapan devlet memurları” tartışması ABD başkentini çalkaladı.

Clinton, lobi faaliyetlerini düzenlemek için şu kuralları getirdi:

Beyaz Saray’da görev yapacak olanlar, bu gö­revlerini bittiği günden başlayarak, 5 yıl süresince sorumluluk aldıkları devlet görevleri çerçevesinde hukuk ve danışmanlık hizmetleri veren lobi kuru­luşlarında görev alamayacaklar.

Bakanlar gibi üst düzey görevliler yabancı ülke hükümetleri için yaşam boyu lobicilik yapamayacaklar.

Üst düzey ticaret temsilcilerinin, görevlerinin bitmesinden sonra ömür boyu çok uluslu şirketler ve yabancı hükümetleri temsil etmeleri yasaklanacak.

Kuralları çiğneyenler hakkında kamu davası açılacak.

“Ahlaki Değer ve Kurallar” başlığı altında top­lanan ve lobiciliğe son yıllarda getirilmiş en kap­samlı ve ağır kurallar olarak nitelenen söz konusu •düzenlemeler, Clinton’ın tayin edeceği 3 bin 500 dolayındaki görevliden yaklaşık olarak 1100’ünü ilgilendiriyor.

Kamuoyunun tepkisi ile de karşı karşıya bulu­nan lobiler ve lobiciler, ABD siyaset tarihinin “en önemli ve ilginç isimleri” arasına gören bağımsız aday Ross Perot’la gündeme geldi. Perot, “Kendimizi birtakım yabancı çıkar gruplarının, lobicilerinin esiri yapmayalım, Washington’da bir alay insan var. Her şeyde onlar etkin oluyorlar. Washington dışındaki insanın mesajları da önemlidir” diye çıkmış, Demok­ratlar bu düşüncelerin seçmen çevresindeki etkisini fark ederek, “Biz de aym düşüncedeyiz” demişlerdi.

Clinton, lobiciliğin “Ahlaki Değer ve Kuralla­rında yapmayı vaat ettiği düzenlemenin ilk işaretle­rini, “geçiş dönemi” isimlerinin belirlenmesinde verdi.

Seçimden iki hafta sonra “geçiş ekibi”nin yö­netici kadrolarım açıklayan Bili Clinton, bu ekibe tütün şirketi RJR Nabisco’da Vemon Jordan ile Jimmy Carter döneminin Ulusal Güvenlik Danış­manı Warren Christopher’ı da seçti. Bu iki avukat da lobiciliğin önde gelen isimleriydi.

Clinton’un Little Rock’daki valilik karargâhın­da yapılan anlaşma uyarınca, her ikisi de şirketle­rinden süresiz olarak izin aldılar. Basının boy hedefi olan Jordan ve Christopher, şirketlerin idare top­lantılarına da katılmayacaklarım açıklamak zorunda kaldılar. Bir anlamda “milyonlarca dolara” geçici olarak veda ettiler.

ABD’de, Kongre’nin çalışmasını her kademe­sinde çok iyi bilen lobicilere şu ya da bu parti için çalışır demek olanaksız. Çünkü lobiciler için Cum­huriyetçi ya da Demokrat olmak çok önemli değil, her iki partiden kişilerle de rahatça görüşüp, çalış­ma yapabiliyorlar. Lobi firmaları kadrolarında Kong­re’deki Demokrat ağırlığa karşın, Cumhuriyetçileri de bulunduruyorlar. Milyarları olan çok uluslu şir­ketler ile yabancı devletlerin yanı sıra lobi firmaları, karar mekanizmalarını istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Bir anlamda bu mekanizmalar m direksiyo­nu görevini üstleniyorlar.

Bu arada Clinton, ekibinde ülkenin önde gelen lobi firmalarının ortaklarına yer verdi. Clinton’un ekibinde yer alan lobiciler arasında, Ticaret Bakanı Ronald Brown, Ulusal Güvenlik Danışman yardım­cısı Samuel Bergem, ABD Ticaret Temsilcisi Mickey Kantor yer alıyor. Clinton’a yakın bir danışman bu durumu şöyle açıklıyor: “Kampanya sırasında lobi­cilerin kötü olduğunu değil, Washington’daki yapı­nın bazı şeylerin yapılmasını engellediğini savun­duk. Bu insanları çoğu uygulamacıdır.”

ABD’nin tanınmış siyaset bilimcilerinden James Thurber ise “Din adamları ve akademisyen­lerden kurulmuş bir hükümeti kimse istemez. Hü­kümet etmesini bilen ve iyi bağlantıları olan, ancak daha önceki müşterilerle bağlantısı olmayan bir ki­şinin görev alması mümkün değil” diye konuştu.

ABD’de, hiçbir yönetimin süper lobici Howard Paster gibi insanlar olmadan başarılı olamayacağı savunuluyor. Yaklaşık 25 yıldır Washington’da Kongre ve sendikalara yönelik lobicilik yapan Paster’ın son olarak müşterilerinin büyük bir ço­ğunluğu ABD’nin önde gelen dev lobi şirketi, “Hill and Knowlton,,(*) ile çalışıyor.

Yararlanılan Kaynaklar

Dennis Wilcox, Philip Ault, Warren Agee, Public Relations Strategies and Tactics, Harper Roıv Publisher Inc, Neıv York, 1986.

Bums, Petason, Cronin, Government by the People, Prentice Hail, Neıv Jersey, 1978.

Nisa Bayramoğlu, ABD'de Lobi Faaliyetleri, Ankara, 1985.

Ted Klein, Fred Danzing, How To Be Heard, Mac Millian Publishing Co, Neıv York, 1974.

International Hearld Tribüne, Paris, 29 Aralık 1992.

Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul, 25 Aralık 1992.

(*} Hill and Knowlton aynı zamanda Türkiye adına yaklaşık 10 yıldır ABD’de lobicilik yapan bir kuruluştur. Hill and Knowlton’un Kongre’de Türkiye adına çalışmasının temel amacı, ülkemizin ABD’deki imajını düzeltmektir.

Sh: 191-212

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

MEDYA MASKESİ: İMAGOLOJİ

Çek asıllı Fransız yazar Milan Kundera, kendi­sini çok düşündüren imaj ve medya saltanatını ta­nımlamak için imagoloji terimini icat etti.

Önce fotojenik, sonra telejenik şimdi de medyatik olduk. Medyanın kurallarına uygun, fizik­sel ve düşünsel görüntüyü verebilmek için imagolojiye ihtiyacımız var. Çünkü imagoloji bir çe­şit medya maskesidir.

Ünlü Fransız reklamcı Jacques Seguela’nın “Yarın Çok Star Olacak”  adlı kitabında değindiği gibi, medyanın starlara ihtiyacı giderek artacak. Bu durumda da star pozisyonuna gelmek isteyenler, imajlarını inşa edecek imagologların kapılarını aşın­dıracaklar.

“Yıldızı Sönen Meslekler” ve “2000 Yılının Meslekleri” gibi iki kategori ayrımı yaparak gençlere mesleki gelecekleri konusunda rehber olan Ekono­mist Dergisi’nde “îmaj Mühendisliği” 2000 yılının meslekleri bölümünde yer alıyor ve fütürist bir yak­laşımla mesleğin açıklaması şöyle yapılıyor:

“... ‘imajınız siz demeksiniz’ görüşü yaygınlık kazanacak. Hemen herkesin profesyonel bir imaj danışmam olacak.”

İmagoloji, imaj yaratmak, görüntü eşliğinde ki­şi ile ilgili düşüncelerin oluşmasına yardım etme, kişiye marka kazandırma anlamını yükleniyor.

En etkin medya, gazete, radyo özellikle de TVyi ele alırsak, hepsi bir diğerinden etkileniyor. Medya­nın içini dolduran programların oyuncuları var. Her oyuncunun da bir imajı. Eğlence programları, dizi film ve sinema filmlerinde sanatçılar rol alır. Loko­motiftirler. Bu durumu da imajlarıyla yaratırlar. Haber programlarında da aktörler vardır. Her biri­nin görselliklerini tamamlayan düşünsel davranış ve konuşmaları kurgulanmış, hayal ürünüdür.

Haber programlan ilk anda gerçek bilgiyi sim­gelerler ve aktör kullanırlar. Haberlerin aktörü de bir gazetecilik deyimi ile haber kaynağıdır.

Kanadalı İletişim Bilimcisi Marshall Mc Luhan’ın ünlü teorisi “Araç Mesajdır”ın açıklamasını bir de imagoloji perspektifinde ele alalım.

İletişim sürecinde; verici, kanal, mesaj ve alıcı temeli vardır. Burada önemli olan mesajdır. Alıcı tarafın mesaja maruz kalmadan önce devreye sok­tuğu etkileşim, mesajı veren kanala karşı önyargı­dır. İşte imaj burada devreye girer. Hiç konuşmadan insanların dış görünüşlerine göre, haklarında hü­küm verebiliriz (doğru veya yanlış). Verdiğimiz bu ön karar doğrultusunda daha sonra kişinin mesaj mı değerlendiririz. Burada henüz iletişim olmadan dış görünümden gelen mesajlar vardır. Bu iletiler olumlu yönde ise iletişim başlandığında da verilen mesajlar hakkında, görüşümüz rahatlıkla pozitif yöne kayar. İşte henüz ana mesaj ortada yokken, mesajı taşıyacak aracın, yani kişinin görünümün­den, davranışlarından gelen mesajcıkların çözüm­lemesine hemen geçmiş oluruz ve ana mesajı bu yan mesajcıkların ipuçları doğrultusunda değerlendir­meye alırız. İmaj, iletişim sürecinin ilk adımı, verici (kaynak) ile başlar, kanal mesajla etkisinin doruğu­na çıkar.

İmaj inşasında dikkat edilmesi gereken temel noktalardan biri de ‘Beden Dili’ dir. “Karşı karşıya gelen iki kişi arasındaki ilk etkileşim, iletişim süre­cinin önemli bir belirleyicisidir. Bu etkiyi yaratan faktörler, karşılaşılan kişinin beden dilinden, kul­landığı kelimelere kişinin taşıdığı aksesuarlara için­de bulunduğu fizik ortamın nesnelerine kadar, geniş bir dağılım gösterir. İşte bütün bu faktörlerin bileş­kesi, ‘algılayan kişinin’ değerlerinde bir yer bulur ve bu çerçeve içinde yorumlanır. Algılayanın kişisel özellikleri ve toplumsal normları ile kalıplaşmış olan yargılar, etkileşim verilerine bağlı olarak iletişimin ilk anında bir karar verdirir ve insan karşısındaki kişiye zihninde bir etiket yapıştırır. İlk algılarımızın oluşturduğu yargının, iletişim biçimimiz ve o kişiye atfettiğimiz değerde önemli bir rol oynadığı bilinir.”

Ken Cooper ise imajı, izlenim olarak yorumlar. Cooper’a göre, başarılı bir izlenim oluşturmanın ilk kuralı, ‘tutarlı’ olmaktır. “Kimse beklenmeyen birşeyi sevmez. Şaşırdığınız zaman kalbiniz ne ya­par? Delirir. Eyleme geçmek istediğinizde vücudu­nuza kan pompalayarak hızlı hızlı çarpar. Biri üstü­nüze yürüyüp sizi tartakladığında kaslarınız -gerilir ve kalbiniz çarpar. Sürpriz güzel bile olsa vücudu­muzda bu tepkiler oluşur. İzlenim yaratmada bir başka kural da özelliklerinizi uyumlu bir hale getir­mektir. İki taraflı bir görüntüye sahip olma çok zor­dur. Seçtiğiniz özellikler birbirine uygun olmalı ve akılcı bir kalıp istiyorsanız, özelliklerinizin mantıklı olmasına dikkat edin. Bunu yaparken, basmakalıp bir görünüme girmemeye çalışın.”

İşte burada iletişim süreci içine giren imaj m maske olma özelliği devreye girer. Böylece medyatik olma hareketi başlar. Medya maskesi, dışarıdan ya­pılan bir makyaj gibi iletişim sürecine monte edilir. Bir ölçüde gerçekliği kuşatır. Doğallığı ortadan kal­dırır. Medyanın istediği görüntüyü yaratır.

“Schopenhauer ve Nietzsche insan düşünce­sinde, kişilikten kaynaklanan ve gerçeğin belli biçimde algılanmasına yol açan etkilerin bulunduğu­nu söyler. Schopenhauer bu yüzden gerçeğin bazen bir maske özelliği taşıyabileceğini belirtir. Gerçeğin bir maske halini almasından söz eden bir başka dü­şünür de Freud’dur. Freud da, bir anlamda Marx’ın görüşüne karşı çıkarak, gerçeğin kavranmasının kişinin toplumsal durumu ile ilgili bir dinamik tara­fından belirlenmediğini söyleyecektir. Çünkü ona göre gerçeğin, gerçek olarak algılanmasını engelle­yen bir maske bulunmaktadır.”

Yaşamımız içinde özellikle, sosyal olaylarla il­gili sürekli değişen maskelerimizi kullanırız. İşimiz­de, bir eğlence yerinde, cenazede, iş toplantısında, evimizde değişen rollerimize uygun maskelerimiz vardır. Sıradışı olmamak için, toplum formlarına uygun davranmak için bu maskeleri kullanmak zo­rundayız. Maskelerimiz aym zamanda rollerimizin de simgesidir.

İmagoloji ve İdeoloji

Çağımızın hızı içinde, ideolojiler de simgeleştiril­miş, hazmı kolaylaştırılmış düşünceleri içerir hale geldi. Bu konudaki yaklaşımları yine “İmagoloji”nin kelime olarak mucidi, Milan Kundera’dan öğreniyoruz.

“Siyaset adamı, gazeteciye bağımlıdır. Gazeteci kime bağımlıdır? Kendisine aylık ödeyenlere, onlara aylık ödeyenler de reklamlar için gazeteden yer radyo ve televizyondan zaman satın alan reklam ajanslarıdır.

Eski Sovyetler Birliği’nde komünizm reklamcı­ları, insanın ayak bastığı her yere astıkları milyon­larca Lenin afişi ile Lenin’i insanlara daha fazla yaklaştırmayı başardılar mı? Tartışılır. Reklamın biri pazarın, diğeri ideolojinin hizmetinde olduğun­dan, reklamın, propagandanın birbirinden ayn şey­ler olduğunu söyleyebilmemiz imkânsızdır. Rusya’da yaklaşık 100 yıl önce izlenen Marksistler, gizli gizli toplanıp, birlikte Marx’ın Manifesto’sunu incelermiş. Bu kişiler ideolojileri başka çevrelere yaymak için içeriğini yalınlaştırdılar. Yalınlaştırma sürüp gitti. Bir süre sonra bütün dünyada bilinen ve tanınan güçlü Marksizm, ideolojiden çıkıp 7-8 cılız slogana dönüştü. Marx’dan kalan resim ve simgeler oluştu. Bu simgeler, elinde çekiçle gülümseyen işçi, sarı ve siyah ırka elini uzatan beyaz insan ve uçurulan be­yaz güvercinler. Dünyada ideolojiden, imagolojiye giden hızlı bir değişim başladı. Reklam ajansları, devlet adamlarının iletişim danışmanları, yeni bir arabayı dizayn edenler, moda yaratıcıları, büyük ve ünlü terziler, kuaförler, fizik güzelliğin kurallarını belirleyen show business starları. Hepsi imagolojinin dallarından esinlenmeye başladılar.

İmagologlar hiç kuşkusuz bugün bilinen güçlü kurumların ortaya çıkmasından önce de vardı. Hitler’in bile kişisel imagologu oldu. Führer’in önünde dikilir, ona kitleleri coşturmak için tribünde yapması gereken hareketleri gösterirdi. O dönemde yapılan bu iş ve yapan gizli tutulurdu. Hitler’in imagologu gazetecilerin karşısına çıkıp, ellerini doğ­ru dürüst hareket ettiremeyen bir führer tanımlasaydı ertesi günü göremezdi.

Bugün imagologlar işlerini gizlemiyorlar. Tersi­ne işlerinden söz etmeye bayılıyorlar. İmagologlar, müşterilerinin kullanacağı sloganları ve formülleri, kravatının rengini nasıl belirlediklerini ulu orta ko­nuşmaktan zevk duyuyor. İmagoloji son yıllarda ideolojiye karşı gerçek bir zafer kazandı.

Bütün ideolojiler yenilgiye uğradı: Sonunda doğruların maskesi düşürüldü ve hayal olduğu or­taya çıktı. İnsanlar artık ciddiye almıyor ideolojileri.

İdeoloji ve imagoloji arasındaki ilişkilere şunu da eklemek gerekir. İdeolojiler savaşı, reformları devrimleri başlatan büyük çarklara benzerdi. İmagolojik çarklar dönüyor, ancak, tarih üzerinde bir etkisi yok. İdeolojiler tarihe aitti ama imagoloji tarihin saltanatının bittiği yerde başlıyor.”

Politikacı ve İmagoloji

İmaj, dış görünümden başlar, davranışlar, dü­şüncelerin dışa vurumu, konuşmalarla şekillenir. Buna dikkat eden ABD’nin yeni başkanının imagologları, eski Vali’yi önce dış görünümünden ele aldılar. Bili Clinton’un Forbes dergisinde yayınlanan fotoğrafları son beş ay içinde çekilmiş. Başkan Clinton’un mart, haziran ve ağustos aylarındaki du­rumunu gösteriyor. “Clinton mart ayında koyu kes­tane rengi saçlara sahip, haziran ayında saçı gümüş grisi. Ağustos ayında ise Tuz biber’ olarak tanımla­nan, siyah içine sarı ve beyaz serpiştirilmiş saçla­rıyla görüyoruz Clinton’u. İmaj yaratıcıları herhalde Bili Clinton’un mart ayındaki görünümünden mem­nun kalmadılar. Onun çok genç yüzünün güven vermediğini düşünüp, saçını gümüş grisine boyadı­lar. Daha sonra da Yaşlı Bush’dan farkının vurgu­lanması zamanı Ağustos’ta gelince de yeniden saçla­rını boyayarak, orta yaşlı ama dinamik görüntüyü sonunda buldular. Seçim sonucuna bakılırsa da başarılı oldular.”

Davranışlarını ele aldığımızda da, Clinton’un Amerikan ailesinin değerini ön plana çıkarma çaba­sını, eşi Hillary Clinton’un elini neredeyse hiç bı­rakmadan gezmesinde simgelediğini görüyoruz. Hillary Clinton’da imaj mühendislerinin çabaların­dan nasibini alıyor. Çok değil birkaç yıl önce göz­lüklü, saçma makyajına ve giyimine fazla önem vermeyen, ‘önemli olan kişinin beynidir’ düşünce­siyle, gücünü ve özgüvenini dış görünüşünden çok kafasının içindeki değerlerden alan Hillary Clinton, eşinin başkan adaylığı ile birlikte kendini imaj yaratıcılarının eline bırakıyor ve son derece güzel, bir kadın görünümüne bürünüyor. Bili Clinton ise 68 kuşağının simgesi olduğunu davranışlarıyla da vur­gular bir hava içinde spor yapan, başından sporcu kasketini eksik etmeyen sürekli hareket halinde, genç dinamik bir görünüm sergiliyor. Tüm bu dav­ranışların çözümlenmesine baktığımızda, yaratılan imaj doğrultusunda başkanın hareketlerinin sınır­landırıldığım görmemiz son derece kolay.

Gelelim Clinton’un konuşmalarına. İmaj mü­hendisleri konuşmaların hitab edilen topluluk üze­rindeki etkilerini sürekli ölçerek, konuşmalar içinde kullanılması gereken sözcükleri ya da etkisiz ol­dukları için gereksiz kalan kelimelerin sıralanmasını yapıyorlar. “Clinton’un konuşmalarında bu araştır­ma yapıldığında ‘değişim’ sözcüğü ilk sırada yer alı­yordu. Yine Başkan’ın 20 Ocak 1993 tarihinde Be­yaz Saray’a taşınması ve görevi devralması nede­niyle yaptığı konuşmanın içinde de ‘değişim’ kelime­si tam 9 kez kullanılmıştı. ‘Değişim artık bir klişeye dönüşmüştü. Ama tabii ki sadece ‘değişim’ sözcüğü ile oyların yüzde 42’sini alan bir yeni başkandan da konuşmasının daha farklı konularda olması bekle­nemezdi.”

Clinton’un kişisel imaj mm yeniden yaratılma­sında çalışan imagologlardan Stanley Greenberg, seçmenlerin üzerinde başkan adaylarının eğitimleri­nin de önemli bir unsur olduğunu belirtiyor. Burada Clinton’un, George Town, Oxford Üniversitesi ve Yale Hukuk Okulu mezunu olmasının kullanıldığını anlatan diğer imagologlar, Paul Begala ve James Carville, kampanyanın güçlü eğitiminin verdiği destekle ‘Biz kazanan insanlara ihtiyaç duyuyoruz stratejik mesajına oturtulduğunu açıklıyorlar. Ayrı­ca Clinton’un çalışan bir annenin çocuğu olarak büyükannesinin yanında büyümesinin ve yine çalı­şan bir kadınla evlenerek, günümüz ailesinin ortak özelliklerini yaşayarak, başarıya ulaşmasının ger­çekçiliği üzerine bir imaj oturtan uzmanlar, kam­panyada kullanılan mesajları da bu şablonda hazırladılar. Clinton’un yaşam öyküsü ile günümüz Amerika ailesine, en fazla da çalışan kadınların ço­ğunlukta olduğu ABD’de kadın nüfusuna etki eden bir başkan imajı geliştirildi. Clinton başarıları ile bir gerçekti ve çalışan Amerikan kadınının yetiştirdiği çocuklar için de bir model olabilirdi. Ülkemizde ise siyasilerin yaratılan imajlarının irdelenmesini en güzel şekli ile Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri’nde görüyoruz.

“Özal imajının yaratılmasında da İngilizce, bil­gisayar, korku ve hayal 4 anahtar sözcük oldu. Hal­kın yabancı dil saplantısını yakalatmış, çağı yakala­makta da bilgisayar devreye girmişti. 12 Eylül önce­si dönemde aşırı liberalleşme ve para kazanmak için her şey mübahtır anlayışıyla da, tüketim hayalleri körüklenerek, yeni bir imaj yaratılıyor. Bu arada Bijan’dan giyim, pijamalarla evde dolaşma, gazete­cilere eşofmanla poz verme, mayoyla fotoğraf çektirme. Tüm bu hareket ve görüntüler, gazetelerin birinci sayfalarında yer alıp kendinden söz ettirmeyi başarmasına neden oldu. ‘En çok konuşulan en çok tutulandır’ düşüncesi sayesinde Özal’ın imagologları başarıyı yakaladılar.

Mesut Yılmaz’a gelindiğinde ise iyi hazırlanmış “çağdaş politikacı” imajı oturtulmak istendi. Ger­çekler üzerinde değil, imajlar üzerine kurulu bir ha­yatın yaratılmasında medyanın rolünü tartışıyoruz. Mesut yılmaz ‘yükselen değerler’ adıyla, pazarlanan tek tip çağdaş kıyafetin politik yansımalarını yaka­layacaktı. Mesut Yılmaz vitrinde bir görüntü ola­caktı. Görüntü kelimesi burada çift vurgulu hem imaj üretme sanatının vazgeçilmez sermayesi oldu­ğu için, hem Mesut Yılmaz tipten kazandığı için. Yılmaz provası iyi yapılmış birkaç konuşma dışında ne söyledi. Akılda kalan ‘Aaa’ dedirten kaç cümlesi var. Yok gibi bir şey. Artık karayağız, bıyıklı, şivesi hafiften kayan bir ANAP’lının ön elemeyi kazanma şansı yoktu. Bu nedenle değişim konfeksiyonun a­tölyelerinde üretilen tek tip elbise Yılmaz’a giydirildi. Çünkü bıyıksız, lahmacun, Adana kebap yemiyor, İstanbul’da balık yiyordu. Ankara’da oturup, dünyaya Türkçe lisanda meydan okuyan standardın dışındaydı. Lisan biliyor yurtdışında konuşmalar ya­pıyordu. 50 yaşın altındaydı. Dünyayı medyanın ürettiği gözlüklerle izlemek zorunda kalan genç ku­şakların yarattığı oy potansiyeli dikkate alınırsa, gençlik ve dinamizmin altı kalın çizilmeli. Kurabiye tariflerinde ‘hamuru kulak memesi kıvamına getiriniz sonra istediğiniz şekil veriniz’ denir. Mesut Yıl­maz da o durumdadır. İmaj üretme organizasyonu, kurabiyeye şekil üzerine şekil verirken, bir yandan da sanki doğal bir değişime girmiş gibi övgüler yağ­dırıyor. Suskunluğunun yorumu, ciddi devlet ada­mı. Ancak gülümsemesi gerekiyor. Haftalarca uğra­şılıyor sonuçta gülüyor. İnönü 24 saatin 20’sinde gülüyor, kimse ilgilenmiyor. Bu kez de Yılmaz olur olmaz yerde gülerek puan kaybediyor. TV’deki açık oturumda kameranın kırmızı ışığını üzerinde gördü­ğünde gülüyor, hem de ilgisiz bir tartışmanın orta­sında. İmajın genç ve dinamik olması gerekiyor. Me­sut Yılmaz genç ama durgun, hareketsiz. Mesele dinamizm ise Demirel 30 yıldır koşuyor. Yılmaz’da pek hareket yok. Sonunda Abant Gölüne götürülü­yor, spor yaparken fotoğrafları çekiliyor. Kim dina­mik? sorusuna Yılmaz’ diye cevap veren kitle yara­tılıyor. Genç, dinamik, güleryüzlü oldu. Şimdi boyun eğmez imajı yaratılacak. Buna da haberle destek verilecek. Özal bir gezi otobüsünde karpuz yerken, Yılmaz camdan bakıyormuş. Bu ortaya atıldığında da ‘Boyun eğmiyor’ imajı tamamlanıyor”

Ülke İmajı

Kişilerin, politikacıların olduğu kadar ülkelerin de imajı vardır. Ülkelerin imajı tarihlerinden gelen ve insanlarıyla bütünleşen bir kimlik gibidir.

Bu konuda İstanbul Amerikan Basın ve Kültür Merkezi Müdiresi Harriet Elam’ın Mayıs 1992 tari­hinde, İletişim Zirvesi’ne sunduğu “Türkiye’nin Dı­şarıdaki İmajı” başlıklı bildirisinden uzunca bir alıntı vereceğim. Bu bildirinin bir Türk olarak, yapıl­ması gerekenleri sıralamaktan başımızı bir an olsun kaldırarak, biraz da, yabancı gözüyle Türkiye’yi görmemizi sağlayacağını umuyorum:

“Ülke imajı konusunda, bir fıkra ile başlamak istiyorum, Gelişmekte olan bir ülkenin vatandaşı hayatında ilk kez ABD’yi ziyaret etmektedir. Bir sü­permarketin sağlık ve parfümeri ile ilgili bölümün­deki raflardan birinde yeralan ürüne gözü takılır ve uzun süre bakar durur. Bu durumu farkeden mar­ket görevlisi, belki yardıma gereksinimi vardır dü­şüncesiyle yanaşır ve ‘Size yardımcı olabilir miyim?’ diye sorar. Adam hayretle karışık ‘Ülkenize geldi­ğimden beri, süt tozu, çay tozu ve kahve tozu içtim. Yumurta tozu ve patates tozu yedim. Birçok şeyin tozunu gördüm; ama bu kadarı da pes doğrusu’ der. Görevli daha bir merakla ‘Nedir o sizi hayrete düşü­ren şey?’ diye sorar. Bunun üzerine adam rafa yak­laşarak, sürekli bakmakta olduğu baby powder (bebek pudrası) yazan şişeyi görevliye gösterir.

Algılar, kişisel deneyimlere, dünyaya ilişkin bilgilere, kültürel geçmişe ve öğrenime dayanır. Sık sık bir şeyden emin olmadığımız zaman, algılarımıza dayanarak onun üzerine hayaller kurarız. Bu ha­yaller zamanla stereotype dediğimiz klişelere dönü­şebilir. Birçok kez, bir klişe seçer ve bunu bilmedi­ğimiz kişilerin hayaline bağlarız. O kişiyi daha iyi tanımaya başladığımız zaman hayali arındırırız. Bu­nu hepimiz yapıyoruz.

Bir an bebek tozunu görünce şaşkınlık geçiren adamın öyküsünü düşünün. Daha ABD’ye gelme­den önce adamın kafasında bir imaj vardı. Başından geçen bu deneyim, teknolojik alanda gelişmiş bir ülke hayalini yeniden onaylamış oluyordu. Bilgisi ve dünya deneyimi, her nasılsa bebek tozu konusu da onu yanlış sonuçlara götürdü. Bu yalnızca bir öykü olabilir, ancak düşlerin ve söylentilerin aslında kos­koca gözüken, ama küçücük olan bu dünyada nasıl oluştuğuna ilişkin güzel bir örnektir.

Günümüzde, hayal etmek ya da hayal kurmak büyük ölçüde planlama ve çalışmayla birlikte takip etme ve desteleme gerektirir. Bu çaba çok iyi koordine edilmelidir. Zamanında yapılmış taahhüt­ler ve para da gereklidir.

Türkiye’nin geçmişine ait tarih ve efsaneler, bugün Türkiye’nin dış ülkelerdeki imajının temeli­dir. Osmanlı döneminin reklamım ve tanıtımını yapmak için çok zaman ve kaynak harcanmıştır. Türkiye’nin laik bir Müslüman ülke olduğu bilin­mektedir. Türk mutfağının dünyanın en güzel mut­faklarından biri olduğu da biliniyor. Ve Türk konuk­severliği efsaneleşmiştir.

Dünyanın pek çok yerinde insanlar, Türkiye hakkında pek çok konuda, ya fazla bilgi sahibi de­ğildir ya da yanlış bilgilenmişlerdir. Aktörleri ve film yapımcıları dışarıda tanınmamaktadır. Ya da tanın­sa bile bu küçük bir çevreyi kapsamaktadır. Pek çok kişinin Truva’nın Türkiye’de olduğunu bilmemesi üzücüdür.

Türkiye gibi bir ülke, imajını nasıl güncelleşti­rebilir? İmaj değiştirmek ya da daha olumlu bir imaj yaratmak için, bir ülke yabancıların kendisine nasıl baktığı konusuna ilişkin araştırmalar yapmalıdır. Okullarda neler öğretiliyor? Sinemalarda ve televiz­yonda neler izleniyor? Müzik alanında neler dinleni­yor? Bunlara bir bakınız. İmaj yaratıcısı, önce izleyi­cilerin o ülke hakkında neler bildiğini anlamalı ve daha sonra neler bilmediğine yönelmelidir. İmaj ya­ratıcısı, izleyicisinin kişiliğine bakmalı ve tanıtımını ona göre ayarlamalıdır. İmaj yaratıcısı, izleyicinin neleri dinlemeye açık olduğunu ve hangi kitle ileti­şim türünü ya da hangi teknolojinin bu gruplara uygun olduğunu bilmek durumundadır. Örneğin Türkiye tanıtımını turistlere, işadamlarına, sanayi­cilere ya da öğretmenlere göre mi yapacaktır? Belirli bir yaş grubu mu temel alınacaktır? Bunların önce­den belirlenmesi gerekir. Sözgelimi, bir öğretim üye­sine değil de ortalama bir Amerikalıya etkili tanıtım yapılmak isteniyorsa, o zaman üstün teknoloji, vi­deo imajının kullanımı gerekir.

Turistler, örneğin bir ülkenin hükümet şeklini dinlemeye genelde pek fazla ilgi göstermezler. Onlar, Ege Bölgesi’nin doğal güzelliğini bilmeyi tercih ederler. Eğer Türkiye, kültürel yaşamını turistlere öğretmek istiyorsa, devlet Senfoni Orkestrasını ve dram sanatının üstün kalitesini sunmalıdır. Öte yandan, işadamları bir ülke ile iş yaparken karşıla­şacakları sınırlamaları ya da mevcut pazarlan öğ­renmek isteyecektir. Eğer Türkiye bu tür işbirliği ile ilgilenirse mevcut olanaklarını harekete geçirmelidir. Bir izlenim yaratmak, günümüz dünyasında enfor­masyon olarak adlandırılan, yeni bir bilim alanının bir parçasını oluşturmaktadır.

Örneğin Türkiye denildiği zaman, bugün bir çok Amerikalının aklına bir İslam ülkesi gelir. Fazla bilgi sahibi olmayanlar için ilk akla gelen düşünce de, bir Saddam Hüseyin modeli Irak, İran ya da Ku­veyt olur. Daha sonra da kökten dincilik ve bunun da yalnızca militan yönü akıllarına gelir. Türkiye geçmişte bir dünya liderliği konumuna geldiğine göre, Osmanlı İmparatorluğuna olduğu kadar, mo­dem Türkiye Cumhuriyeti’ne de daha dengeli bi­çimde yaklaşımda bulunmak gerekir. ”

Yararlanılan Kaynaklar

Jacques Seguela, Yarın Çok Star OlacakAfa Yayınları, İstanbul 1990.

Ekonomist Dergisi, İstanbul, 24 Ocak 1993.

Acar Baltaş, Zühal Baltaş, Bedenin Dili, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1992, ss.18-19.

Ken Cooper, Sözsüz İletişimİlgi Yayınevi, İs­tanbul 1989, ss.243-244.

Ertuğrul Özkök, Kitlelerin ÇözülüşüTan Yayınları, Ankara, 1985, s.331.

Milan Kundera, Ölümsüzlük, Afa Yayınları, İs­tanbul 1990, ss. 129-132.

Hürriyet Gazetesi, İstanbul, 14 Ocak 1993.

James Bames, Clinton's Moment, National Journal, Washington, 7 Temmuz 1992, sayı:28, ss. 1618-1619.

Can Kozanoğlu, Cilalı İmaj Devri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, ss. 14-23.

Harriet Elam, Türkiye’nin Dışarıdaki İmajı, ABD Haberleri Dergisi, Ankara, Sayı: 9, Eylül 1992, ss.5-8.

Sh:235-248

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

HABERDE FOTOĞRAFIN SESSİZ ÇIĞLIĞI

Haber ve fotoğraf tarihin ilmek ilmek örülmesine yardım eder. Haberi yazan ile fotoğraf makinasının deklanşörüne basanı, aynı düşünce heyecanlandırır; “Yapıtıyla tarihe mal olmak ve ölümsüzleşmek”. Gazeteciliğin “tarihe tanıklık etme” mesleği olmasının temelinde de bu felsefe vardır.

Çevresinde gördüklerinin çizgisel taklitleriyle oluşan mağara resimlerini yapan insan artık fotoğraf tekniğiyle gözün gördüğü her şeyin tıpkı basımını fotoğraf kartına aktarabiliyor.

Fotoğraf aynı zamanda insanın bencilliğini de doyuma ulaştırıyor. Görülen anı kendisine ait kılıyor. Çekilen fotoğraf artık denklanşöre basanın oluyor. Fotoğraf, tarihin mikro bir parçasına dokunma, sa­hip olma duygularını coşturuyor. Fotoğrafı gören için de, aynı hisler söz konusu. Akıp giden zamanla, ya­rın tarih olacak bir görüntü, bir film karesinde donu­yor. İnsanlar güneşin doğuşu ve batışını fotoğrafla görüntülemeye neden bu kadar düşkün olurlar hiç düşündünüz mü? Çünkü, güneşin doğuşu batışı “zamanın akıp gitme” özelliğini yansıtır. Güneşi gö­rüntülemek, aynı zamanda bu akıcılığı durdurmak isteğinden kaynaklanmaktadır.

"... Bir anı donduran, onu geleceğe aktaran fo­toğraf ister istemez dünyanın tanığı olur. Ünlü Ame­rikalı fotoğrafçı Steichen, ‘üretilen herhangi bir fotoğ­raf, deklanşöre basıldığı anda, tarihsel bir belgeye dönüşür’ derken, fotoğraf ile tarih arasındaki ilişkiyi vurgulamış olur ve şunları ekleme gereğini duyar: ‘Fotoğrafçı tarihçi demektir’. Ama bu tarihçi kimliği kabul ettiğimiz anda, fotoğrafçıya bir sorumluluk düştüğünü belirtmek zorunda kalırız. Gerçekten de yaşanan zamanın gerçeğini geleceğe doğru aktarmak zorundadır fotoğrafçı. Tıpkı tarihçi gibi. Ama çok farklı, tarihin yazılabildiği düşünüldüğü anda, tari­hin kendisi de tarihçinin yöntemi de sorgulanabilir duruma gelir. Nedir acaba tarihçinin bakışı ve nereye bakmaktadır? Tarihçinin önündeki bu olaylar ve ol­gular yığınıdır. Ama bu olgular öyle kaldıkları sürece tarih solmazlar. Olayların olguların tarih olabilmesi için geçmişin bugünle ve yarınla ilintili olması gere­kir. Çağımızın ünlü tarihçilerinden Carr’ın bir sözü­nü anabiliriz bu noktada, Tarihin olguları arı bir bi­çimde varolamazlar, her zaman kayıt tutanın zihnin­den kırılarak yansırlar!...”

Görsel olanla, yazılı olanın kavgası, günümüzde tüm coşkusuyla, “Televizyon çıktı, gazeteler batıyor, insanlar kitap okumuyor” şeklindeki kalıplaşmış na­karatlarla sürüp gidiyor.

Stefan Zweig, yıllar öncesinden hissettiği bu tartışmaya “Yarının Tarihi” adlı eserinde yazıyı savu­narak, şöyle giriyor: “Henüz hiçbir elektrikli ışık kay­nağı, incecik bir kitap cildi kadar parlak bir aydınlık yaratamamıştır. Basılı sözle ilişki kurulduğu anda, ruhu dolduran gücün yoğunluğu, başka hiçbir yapay güç akımıyla karşılaştırılabilecek gibi değildir.”

Gösterge bilimci-yazar Umberto Eco ise tartış­maya uzlaşmacı bir yaklaşımla şu boyutu getiriyor; “Unutmayalım ki, görüntü Leonardo da Vinci ya da Rafael’di. Bunların bize söylediklerini kelimeler an­latamaz. İnsanlık, ilk zamanlardaki tecrübelerinin izlerini, sözlü gelenekle korudu. Sonra yazı geldi. Matbaa bunu yaydı ve görünümüne devrimci bir ni­telik kazandırdı. Evet, bir bolluk tehlikesiyle karşı karşıyayız.”

İlkel insanın, resimlere benzeyen simgelerini, zaman içinde harflere dönüşme evriminin, yazının temelini oluşturduğunu biliyoruz. Yazıyı yaratan bu gelişim fotoğrafın yazıyla birlikteliğini günümüze ga­zete, dergi sayfalarıyla taşıyor. Bu beraberliğin artık tartışılmaz gerekliliği, görsel ile yazının birbirini ta­mamlayan ve güçlendiren etkileme araçları olduğunu ortaya koyuyor.

Fotoğrafın bulunuşunda etkili olan eylemin “görme” olduğundan yola çıkarak, biraz da bu konu­daki düşünceleri irdelememiz gerekir kanısındayım. Çetin Altan, günlük yazılarından birinde, fotoğraf makinasını, Japonların “Üçüncü Göz”leri gibi kul­landıklarından söz ediyordu.

John Berger de, “Görme Biçimleri” adlı eserin­de, “Görme konuşmadan önce gelmiştir, Çocuk ko­nuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki, başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelişir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler, dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Düşündüklerimiz ya da inan­dıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları Orta Çağ’da, ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz.

Yine de onlardaki bu cehennem kavramı, ya­nıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde, ateşi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur. Seven birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü vardır” diyor.

Görmenin uzantısı olarak hayatımıza giren fo­toğraf makinası aracılığıyla artık, bir çift gözün tanık olduğu zaman dilimi, başkalarının da görüşüne su­nulabilmektedir. Görüntünün anlamı böylece katla­narak büyümektedir. Görüntünün etkinliği, aynı za­manda her dilden, her kültürden kişiye anlam olarak ulaşabilmesinden gelmektedir.

Umberto Eco görüntü, dolayısıyla görme konu­sundaki bilinçlenmenin fotoğraf ile geldiğini savunu­yor. “Orta Çağ’ın evreni bir sanrılar evreniydi, dünya gizemli varlıklarla dolu bir simgesel ormandı, nesne­ler Bulmaca Dergisi’ni okuyup çözerek zamanını ge­çiren bir tanrının sonsuz anlatılan gibi görülüyordu.” Eco, fotoğrafın gerçek görme ile duyusal yanılsamaların ürünü görme arasında bir sınır çizgisi oluşturdu­ğunu belirtiyor.

Kitle Gazeteciliği ve Fotoğraf

Dünya Basın Tarihine bir göz attığımızda, ga­zetelerin yayın politikalarına göre fikir gazeteleri ve kitle gazeteleri olarak ikiye ayrılmalarının, 19.yüzyılda Amerikan gazeteciliği ile başladığını gö­rürüz. Avrupa basını daha çok fikir gazeteciliği üze­rinde çalışırken, Amerikan gazetecileri Hearst ve Pulitzer, kitle gazeteciliğinin ilk temsilcilerini oluş­turdular. Özellikle Hearst, New York’ta 1895 yılında satın aldığı “Moming Journal” adlı gazetesinde gör­selliğe önem vermeye başlamıştı. Bunun için de “...gazetesinde çarpıcı başlıklara, bol resimlere, hayal bilim karışımı makalelere ağırlık veriyor. ‘San Çocuk’ adlı bir çizgi roman kahramanın maceralarına geniş yer ayırıyordu... ”

Pulitzer ve Hearst, görsel malzemenin kendile­rine büyük okuyucu kitleleri kazandırdığının farkına varmışlardı. “...Bugün bize ulaşabilmiş en eski haber fotoğrafı, 1827’de çekilmiştir. İlk aktüalite fotoğrafı ise 4 gün süren bir yangından harap olmuş Hamburg şehrini yansıtan, bir Alman fotoğrafıdır.(1842) bu büyük yangının tanıklarının anlattıklarına dayana­rak çizilmiş bir resim de bir Londra gazetesinde ya­yınlanmıştır. . .”

Kitle gazeteciliğinin yaygınlaşmasıyla birlikte basında görüntü, haber kadar önemli bir konuma yerleşmişti. Medyanın birbiriyle yoğun rekabet orta­mında, görsel malzeme kullanımı önem kazandı. Ya­yın yönetmenleri, bu rekabete bir adım ileriye geç­mek için, fotoğraf kullanma işini yeniden düzenlemek zorunda kaldılar. Bu nedenle fotoğraf daha aktif ve seçici olmaya zorlandı. Pek çok gazetecinin bugün farkında olduğu gibi fotoğraf, haberi kuvvetlendire­cek noktalar ve çizgiler demetine dönüştürüldü.

“Ne tür fotoğrafın okuyucuda, ya da izleyicide derin etki yarattığı konusunda yapılan bir araştırma­da, sade bir görüntünün ya da karmaşık olmayan bir fotoğrafın başlıca tercih sebebi olduğu ortaya çıkmış­tı. Aynı konunun değişik ışıklandırmalarla alman görüntüleri, okuyucu ve izleyicilerde farklı yorumlara neden oluyordu. Fransa’da yapılan bir araştırma ise karmaşık fotoğraf ve grafiklerin daha çok, gazeteye ayıracak fazla zamanı olan yaşlı okuyucular tarafın­dan tercih edildiğini ortaya çıkarmıştır.”

Sürekli yayınlarda ise fotoğraf kullanımı farklı nedenlere dayanır. 1936’da Life Dergisi yayın yaşa­mına başlarken, amacını şöyle belirtmekteydi:

“Yaşamı görmek, dünyayı görmek, büyük olay­ların tanığı olmak, yoksulların yüzlerini, varsılların, davranışlarını gözlemek, garip şeyler görmek, m akmalar, ordular, kalabalıklar, ormanda ve ayda gölgeler, insanın çalışmasını görmek, tablolarını, ku­lelerini ve keşiflerini kilometrelerce uzakta olanları, duvarların ve odaların arkasında, içinde saklı olanla­rı, görülmesi tehlikeli olanları, erkeklerin sevdikleri kadınları ve bütün çocukları görmek, görmek ve görmekten zevk almak; görmek ve şaşırmak; görmek ve öğrenmek”.

Burada sözü edilen fotoğrafların içeriğinden al­gılanan eğlenceyi, Ahmet Oktay ise şöyle yorumluyor: “...Vurgulanan öge popüler kültürün egemen öğesi olan eğlencedir. Kitle o fotoğraflarla bakarken eğlen­mektedir. Türkiye’de fotoğraf, gazete tüketicilerinin üst gelir gruplarının yaşam biçimine özenmelerini sağlamakta, başka bir deyişle onların statü atlama umutlan beslenmelerine yol açmaktadır... ”

Basında haberi güçlendirmek için kullanılan fotoğrafın etkisi artık tartışılmaz konumdadır. Fotoğ­rafın zihinler de kalıcı etkisi habere oranla çok daha fazladır. Haberin özü dışında, okuyucu hiçbir cümle­sini ertesi gün tam olarak hatırlamaz. Ancak fotoğraf yarattığı etki nedeniyle yıllarca akıldan silinmez.

“1968 yılında ünlü TET Saldırısı sırasında Say­gon’da çekilen bir fotoğraf, o dönemlerde büyük yan­kılar uyandırmıştır. Saygon Polis Şefi Nguyen Ngoc Loan, Vietkong olduğu kuşkusuyla yakalanan bir genci, sokak ortasında kameraların önünde kafasına kurşun sıkarak öldürmüştü. Bu görüntü, 1968’in hareketli dönemlerinde genç dimağlarda kalın bir iz bırakmıştı. O an’ı donduran soluk bir fotoğraf, Say­gon polis şefi hala tabancasının tetiğini çekmek üzere tüm soğukkanlılığıyla karşımda duruyor. Genç Viet­namlI da yıllar sonra aynı umutsuz ifadeyle bekliyor, o son an’ı.”

Fotoğrafın, haberle olan birlikteliği, “Basın dör­düncü kuvvettir” sözünde, basının etkisinin itici gücü olmuştur. Bu yüzyılın başında Amerikalı Lewis W.Hine’in madenlerde ve tekstil iş kolunda çalıştırılan çocukların çalışma koşullarını yansıtan fotoğraflan yayımlandığında yasalar çıkarılmış; Bismarck’ın şarkıcı Pauline Lucca ile çekilmiş bir fotoğrafı Alman politika­sını sarsmış: 1962 de Kennedy’nin basın toplantısında gösterilen Küba’nın çok yüksekten çekilmiş ve Sovyetlerin çalışmalarını gösteren fotoğraflan, ABD dış politi­kasını etkilemiş, bir dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in bir şarkıcının evinden çıkarken çekil­miş fotoğrafları Bakanlıktan istifasına yol açmış: Viet­nam savaşı fotoğraflan ABD kamuoyunda savaşa karşı büyük tepki oluşturmuştur”

Ağustos 1991 tarihinde eski SSCB’ni eski baş­kanı Gorbaçov’a karşı yapılan darbeden sonra halkı sokaklara döken ve darbecilere karşı kışkırtan Boris Yeltsin’in tank üzerindeki bir tek kare fotoğrafı, tüm dünyanın beynine kazındı. Bu fotoğraf 77 yıllık bir süper gücün ortadan kalkmasının simgesi oldu.

Günümüzde bir çağın, yeni bir çağın başladığını bile tek tek tarihlerle değil, onları söze gerek bırak­madan açıklayan fotoğraflarla hatırlayacağız. Ama her zaman haberin, yani yazının desteğinde.

Tanrının Gözü: Fotoğraf Makinası

Fotoğrafın gazetecilikle olan birlikteliği konu­sunda Milan Kundera’nın Afa Yayınları tarafından dilimize çevrilen eseri “Ölümsüzlük”te, roman kah­ramanlarına yüklediği, fotoğrafla ilgili düşüncelerini geniş bir alıntı ile aktarmak istiyorum.

Agnes salonda bir koltuğa oturmuş, Paul’ü bekliyordu. Akşam yemeğine davetliydiler. Gün bo­yunca hiçbir şey yemediğinden kendisini biraz güç­süz hissediyor ve kalınca bir magazini karıştırarak açlığını yatıştırmaya çalışıyordu. Yazılan okuyama­yacak kadar yorgun olduğundan fotoğraflara (çok fotoğraf vardı ve tümü de renkliydi) bakmakla yetini­yordu. Orta sayfalar bir havacılık gösterisi sırasında meydana gelen bir felaketle ilgili yazı ve resimlere ayrılmıştı. Bir uçak alevler içinde seyircilerin üzerine düşmüştü. Her biri çift sayfaya konmuş büyük fotoğ­raflar vardı: Giysileri yanmış, derileri kavrulmuş, alevler içinde dehşete düşmüş insanlar sağa sola kaçı­şıyordu bu fotoğraflarda: Agnes gözlerini alamıyordu bunlardan ve sıkıcı bir gösteride oflayıp puflarken mutluluğun birden bire havadan ateşten bir uçak biçiminde indiğini gören fotoğrafçının nasıl çılgınca bir keyif duyduğunu düşünüyordu.

Sayfayı çevirdi, çıplak insanlarla dolu bir plaj fotoğrafı gördü. İri puntolarla dizilmiş bir başlıkta şunlar okunuyordu: ‘Buchingham albümünde göre­meyeceğiniz tatil fotoğrafları’ Yazı şu cümleyle biti­yordu: “Ve orada bir fotoğrafçı vardı. Prensesin iliş­kileri, dedikoduları yeniden renklendiriyor.” Bir ço­cuğun arkasına gizlenmiş bir fotoğrafçı. Her yanda bir göz, her yanda bir objektif var.


Agnes, yıllar öncesine çocukluk yıllarına gitti bir an ve Tanrı’nın kendisini sürekli gözlediği düşünce­siyle nasıl büyülenmiş olduğunu düşündü. Bu hazzı insanların görülmekten, istemeden görülmekten çok özel anlarında görülmekte, görülmekten ve görülerek tecavüze uğramaktan duydukları çılgınca zevki ilk kez kuşkusuz o zaman duymuştu. Dindar olan an­nesi onu yalan söyleme alışkanlığından, tırnaklarım kemirmekten, burnunu karıştırmaktan vazgeçirebilmek umuduyla Tanrı seni görüyor’ derdi. Ama bütü­nüyle ters teperdi bu.

İngiltere kraliçesinin kız kardeşini düşündü ve ‘Şimdi Tanrı’nın gözünün yerini fotoğraf makinası aldı’ diye mırıldandı. Yaşam herkesin katıldığı bir sefahat alemine dönüştü. Doğum yıl dönümünü kutlamak üzere Ekvator bölgesine gitmiş İngiltere prensesini bir plajda çırılçıplak görmek mümkündür. Görünüşte fotoğraf makinası yalnızca ünlü kişilerle ilgileniyor ama zevkle hiçbir ilgisi olmayan, yalnızca hiç kimsenin hiçbir yere kaçamayacağını ve herkesin herkese bağlı olduğunu büyük bir törenle bildiren bu genel sefahat alemine sizin de katılmanız ve ünlü olmanız için bir uçağın yakınlarınıza bir yere düşme­si ve gömleğinizin tutuşması yeterlidir.

Bir gün birisiyle buluşmuştu. Ama büyük bir otelin lobisinde kendisine sarılmış durumdayken bir­denbire, omuzundan geçirilmiş çaprazlamasına du­ran bir kayışa bağlı meşin çantasıyla blucinli ve deri ceketli biri çıkmıştı ortaya: Diz çökmüş ve gözünü fotoğraf makinasına dayamıştı. Agnes elini sallaya­rak, fotoğrafının çekilmesini istemediğini anlatmaya çalışmış, ama adam İngilizce bir şeyler mırıldandık­tan sonra gülerek ve pire gibi oradan oraya zıplaya­rak birkaç kez düğmeye basmıştı. Önemsiz bir oluntu: O gün otelde bir kongre vardı. Dünyanın çe­şitli ülkelerinden gelen bilginlerin hatıra fotoğrafları çektirme yeri amacıyla bir fotoğrafçı kiralanmıştı. Ama Agnes arkadaşıyla buluşmasıyla ilgili her hangi bir tanıklığın, herhangi bir yerde bulunması fikrine katlanamıyordu. Ertesi gün, otele gidip bütün fotoğ­raflarını satın aldı. Negatiflerini de istedi ama bu is­teği arşivlere yerleştirilmiş oldukları gerekçesiyle geri çevrildi.

Hiçbir tehlike olmamasına karşın yaşamının bir saniyesini bile bütün öteki saniyeler gibi zamanın akışı içinde hiçliğe dönüşmek yerine kopup ayrılma­sına ve bir gün budalaca bir rastlantının zorlama­sıyla iyi gömülmemiş bir ölünün mezardan çıkması gibi canlanması düşüncesiyle bunalıyor ve bu sap­lantıdan bir türlü kurtulamıyordu.

Siyaset ve kültüre daha fazla ağırlık veren bir başka dergi aldı eline. Sayfalar yüzler, yüzler, yüz­lerle doluydu. Derginin kitap tanıtma yazılarına ay­rılmış son bölümünde bile bütün yazılarla ilgili ya­zarların birer fotoğrafı konmuştu. Yazarlar çoğu za­man tanınmamış kişiler olduğundan bu fotoğrafların gerekliliği kabul edilebilirdi ama burnunu ve çenesini artık herkesin ezberlediği Cumhurbaşkanını beş ayrı fotoğrafının gerekliliği nasıl açıklanabilirdi? Elindeki dergiyi ilk sayfasından son sayfasına kadar, hesapla­yarak yeniden gözden geçirdi; 91 fotoğraf yalnızca bir yüz gösteriyordu; 41’inde yüz ve beden birlikte gözü­küyordu: 23 grup fotoğrafında 93 yüz ve insanların anlamsız ya da işlevinin olmadığı 11 fotoğraf. Dergide toplam 223 yüz vardı.

Sonra Paul geldi ve Agnes düşüncelerini anlattı ona.

Kocası:

Evet insan siyasete, başkalarının sorunlarına kayıtsız kaldıkça yüzlere takıyor. Çağımızın bireyci­liği bu dedi.

Bireycilik. Komadayken kamera seni filme alıyorsa bireycilik nerede? Tam tersine, bireyin artık kendisine ait olmadığı bütünüyle başkalarının malı olduğu çok açık. Çocukken anımsarım, birinin fo­toğrafı çekilmek istendiğinde, ondan izin alınırdı. Bana bile sorardı büyükler ‘Söyle bakalım küçük fotoğrafını çekebilir miyiz?’ Derlerdi. Ve sonra bir gün hiç kimse bir şey sormamaya başladı. Kamera hakkı bütün hakların üstüne çıkarıldı ve o günden sonra her şey bütünüyle değişti.”

Yararlanılan Kaynaklar

Ahmet Oktay, Toplumsal Değişme ve Basın,

Bilim, Felsefe, Sanat Yayınları. İnceleme Dizisi: İstanbul 1987. ss.96-97.

Cumhuriyet Gazetesi, İstanbul, 5 Temmuz 1992, ss.2.

Aktüel Dergisi, 22-26 Nisan 1992, ss.56, İstanbul

John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yayınları, İstanbul 1990, ss. 7-8, 20.

Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata, Adam

Yayınları, İstanbul, 1991, ss.188.

Nuri İnuğur, Basın ve Yayın Tarihi, ÜTİA Nıhad Sa­yar, Yaym ve Yardım Vakfi Yayınevi, İstanbul, 1978, ss.122.

Yazgülü Aldoğan Günümüz Türk Basını -3, A.Ü SBF Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllığı 1981, Anka­ra, 1981, ss.272.

Pamela Shoemaker, James Fosdick, Hoıv Varying Reproduction Methods Affects Response to Photograpfıs, Joumalism Quarterly, Colombia, Spring 1982, ss.13-14.

Yazgülü Aldoğan, A.g.e., ss.272.

Ahmet Oktay, A.g.e., ss.99.

Ertuğrul Özkök, Sanat İletişim ve İktidar, Tan

Yayınları, Ankara, 1982, ss. 167-168.

Yüzgülü Aldogan, A.g.e., ss.273.

Milan Kundera. Ölümsüzlük, Afa Yayınları, İs­tanbul 1990, ss.39-42.

Sh:259-270

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

 


KAYNAKLAR

Adler Alfred, İnsan Tabiatını Tanıma, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1994.

Alatlı Alev, Or'da Kimse Var mı?, Kitap-2, Boyut Yayınları, İstanbul, 1992.

Alatlı Alev, Schrödinger'in Kedisi (Kabus), Boyut Yayınları, İstanbul, 2000

Aldoğan Yazgülü, Günümüz Türk Basını-3, Ankara Üniversite­si Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu, Ankara 1981

Antonoff Michael, Living in a Virtual World. Popular Science Magazine. NevvYork, Haziran 1993.

Atiker Erhan, Modemizm ve Kitle Toplumu, Vadi Yayınları, Ankara, 1998.

Auge Marc, Unutma Biçimleri, Çeviren: Mehmet Sert, Om Ya­yınları, İstanbul, 1999

Aymaz Göksel, Kitle İletişimde Meta Seyri ve Reality Show,

Evrensel Kültür, İstanbul, Mart, 1994.

Baltaş Acar, Baltaş Zühal, Bedenin Dili, Remzi Kitabevi, İstan­bul, 1992.

Baraes James, Clinton’s Moment, National Journal, Washington, Sayı: 28.

Bayramoğlu Nisa, ABD deki Lobi Faaliyetleri, Ankara, 1985.

Berger John, Görme Biçimleri, Çeviren: Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul, 1990.

Bianchi Suzanne, John Robinson, What Did You Do Today? Children’s Use of Time, Family Composition and The Acçuisition of Social Capital, Journal of Marriage and The Family, National Council on Family Relations, Vol: 59, No:2, Main, May. 1997.

Biddick Kathleen. Fen Bilimleri ve Beşeri Bilimlerde Bellek İmparatorluğu, Cogito, Sayı: 13, Yapı Kredi Yayınları, İstan­bul, 1998

Binbirgece Masalları, Çeviren: Alim Şerif Onaran, Afa Yayınla­rı, İstanbul, 1992.

Bimbaum H.Jeffrey. The Lobbyists, The American Enterprise, Washington, Kasım-Aralık, 1992.

Birnbaum H.Jeffrey. The Lobbyists: How Injluence Peddlers Get Their Way in Washington. Times Books, Random House, Washington, 1992.

Blanc Henri Frederic, Uyku İmparatorluğu, Çeviren: Coşkun Deniz Ercan, Can Yayınları, İstanbul, 1994.

Bordwell David, Making Meaning, Harvard University Press, Cambridge, 1996.

Borges Jorge Luis, Düşsel Varlıklar Kitabı, Çeviren: Bora Komçez, Mitos Yayınları, İstanbul, 1992.

Borges Jorge Luis, Dantevari Denemeler, Shakespeare'in Belleği, Çeviren: Peral Bayaz Charum , İletişim Yayınları, İs­tanbul, 1999.

Buzan Tony, Keene Raymond. Dehanın El Kitabı, Çeviren: Sinem Gül, Sabah Yayınları, İstanbul, 1996.

Bums, Petason, Cronin, Government by the People, Prentice Hail, New Jersey, 1978

Calvino Italo, Amerika Dersleri, Çeviren: Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1994.

Ccinnetti Elias. Körleşme, Payel Yayınları, İstanbul, 1984 Chen Milton, The Smart Parents Guide to Kids TV, KQED Books, San Francisco, 1994.

Chomsky Noam, Medya Denetimi, Çeviren: Şen Süer, Tüm Zamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1993.

Cole Michael, Cole Sheila, The Making of Mind: A. R Luria: A Personal Account of Soviet Psychology, Harvard University Press, Cambridge, 1994.

Connerton Paul. Toplumlar Nasıl Anımsar? Çeviren: Alaaddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999.

Cooper Ken, Sözsüz iletişim, İlgi Yayınları, İstanbul, 1989 Cüceloğlu Doğan, İnsan İnsana, Altın Kitaplar, İstanbul, 1982.

Çiğdem Ahmet, Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.

David Ritchie, Information, Sage Publication. London, 1991. Dennis E. Everette. Reflections on The State of Field of Communication, University of Texas, Austin, 1994.

Deren Seçil, Angst ve Ölümsüzlük. Doğu-Batı Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan 1999, Ankara.

Eco Umberto, Gülün Adı, Çeviren: Şadan Karadeniz, Can Ya­yınları, 10. Baskı, İstanbul, 1999.

Eco Umberto, Açık Yapıt, Çeviren: Yakup Şahan, Kabalcı Ya­yınları, İstanbul, 1992.

Eco Umberto, Günlük Yaşamdan Sanata, Çeviren: Kemal Atakay, Adam Yayınları, İstanbul, 1991.

Elam Harriet, Türkiye'nin Dışarıdaki İmajı, ABD Haberleri Dergisi, Ankara, Sayı: 9, Eylül, 1992.

Ellul Jacques, Sözün Düşüşü, Çeviren: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1998

Erhat Azra. Mitoloji Sözlüğü, Remzi Yayınları, İstanbul, 1989. Fiske John, İletişim Çalışmalarına Giriş, Çeviren: Süleyman İrvan, Ark Yayınları, Ankara, 1996.

Foucault Michel, The Archeology of Knowledge, Pantheon Books, NewYork, 1972.

Freire Paulo, Macedo Donaldo. Okuryazarlık: Sözcükleri ve Dünyayı Okuma, Çeviren: Serap Ayhan, İmge Yayınları, Anka­ra, 1998.

Frolou Ivan, Felsefe Sözlüğü, Çeviren: Aziz Çalışlar, Cem Ya­yınları, İstanbul, 1997

Fromm Erich, Kendini Savunan İnsan, Çeviren: Necla Arat, Say Yayınları, İstanbul, 1991.

Fromm Erich, Rüyalar, Masallar, Mitoslar, Çeviren: Aydın Aytan, Kaan ökten, Arıtan Yayınları, İstanbul, 1990.

Fromm Erich, Sevme Sanatı, Çeviren: Nilhan Eray, Olgu Ya­yınları, İstanbul, 1993.

Gawoll Hans Jürgen. Nietzsche ve Avrupa Felsefesi, Afa Ya­yınları, İstanbul, 1996.

Gilligon James, Violence, Vintage Books, New York, 1996.

Goethe Johann Wolfgang, Genç Werther'in Acılan, Çeviren: Nihat Ülner, Öteki Yayınları, Ankara, 1992.

Hensley Dennis, Millennium Approaches, Avon Book, New York, 1998.

Huxley Aldous, Cesur Yeni Dünya, Çeviren: Ender Gürol, Gü­neş Yayınları, İstanbul, 1989.

Huxley Aldous, Yarın, Yarın, Yarın, Çeviren: Levent özşar, Ekim Yayınları, Bursa, 1995.

Huyssen Andreas, Alacakaranlık Anılan, Çeviren: Kemal Atakay, Metis Yayınları, İstanbul, 1999.

İnuğur Nuri, Basın ve Yayın Tarihi, İİTİA Nihad Sayar Yayın ve Yardım Vakfı Yayınevi, İstanbul, 1978.

İrvan Süleyman, Medya, Kültür, Siyaset, Ark Yayınları, Anka­ra, 1997 İstanbul, 1984.

Jacoby Russell, Belleğini Yitiren Toplum, Çeviren: Hakan Atalay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996.

Jensen Bruhn Klaus. News as Jdeology: Economic, Statistics and Political Ritual in TV Network News, Journal of

Communication, Winter, 1987, Vol: 37, Oxford University Press, New York.

Jory David, Jory Julia, Dictionary of Sociology, Harper Collins Publishers, Glasgow. 1995.

Jung Cari, Bilinç ve BiUnçattı İşlevi, Say Yayınları, İstanbul, 1994. Kapferer Jean Noel, Dedikodu, Söylenti, İletişim Yayınları, İs­tanbul, 1992.

Keane John, Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çeviren: Bülent Peker, Dost Yayınları, Ankara, 1998.

Keymen, Mutman, Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996.

Kılıçbay Mehmet Ali, Uygarlığın Ödülü Olarak Kaygı, Doğu-Batı Dergisi,Yıl: 2,Sayı: 6, Şubat, Mart, Nisan, 2000, Ankara. Koch Joachim, Gerçekliğin Yayılması Ya da İllüzyonlarla Oy­nama, Sinematek Aylık Haber Bülteni, İstanbul, Aralık 1992. Kozanoğlu Can, Cilalı İmaj Devri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992. Kundera Milan, Ölümsüzlük, Çeviren: İsmail Yerguz, Afa Ya­yınları, İstanbul, 1990.

Lefebvre Henri. Modem Dünyada Gündelik Hayat, Çeviren: Işın Gürbüz, Metis Yayınları, İstanbul, 1999.

Lingis Alphonso, Ortak Birşeyleri Olmayanların Ortaklığı, Çeviren: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997. Mestroviç Stjepan, Duygu Ötesi Toplum, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999.

Milbum A. Michael, Sosyal Psikolojik Açıdan Kamuoyu ve Siyaset, Çevirenler: Ali Dönmez, Veli Duyan, İmge Yayınları, Ankara, 1998

Moody Kate. Groıving Up on TV, The New York Times Books, New York. 1980.

Morley David, Robins Kevin. Kimlik Mekanları, Ayrıntı Yayın­ları, İstanbul, 1997.

Mutlu Erol. İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara, 1995. Nasbitt John. Global Paradoks, Avon Books, New York, 1994 Neumann Noelle Elisabeth. Kamuoyu, Çeviren: Murat Özkök, Dost Yayınları, Ankara, 1998.

Oktay Ahmet, Toplumsal Değişme ve Basın, BFS Yayınları, İstanbul, 1987.

O'Sullivan Tim. John Harley, Danny Saunders. Martin Montgomery, John Fiske. Key Concepts in Communication and Cultural Studies, Routledge, London, 1996.

Özakpınar Yılmaz, Hafıza Yanılmalarının Doğuşu ve İki Ayn Hafıza Kodu Teorisi, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1997. özakpınar Yılmaz, Hafıza, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1997.

Özkök Ertuğrul, Kitlelerin Çözülüşü Tan Yayınları, Ankara, 1985 Özkök Ertuğrul, Sanat, İletişim ve İktidar, Tan Yayınları, Ankara, 1982.

Palmer Echvard, TV and America's Children, Oxford University Press, NewYork, 1988

Pamuk Orhan. Beyaz Kale, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985.

Pavlik John, Dennis E.Everette, New Media Technology: Cultural and Commercial Perspective, Allyn and Bacon, Boston, 1996.

Piaget Jean, Epistomoloji ve Psikoloji, Çeviren: Seçkin Selvi, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1992.

Postman Neil, TV: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994

Said Edvvard. Orientalism, Penguin: Harmondsworth, 1978.

Sanders Barry. öküzün A'sı, Çeviren: Şehnaz Tahir, Aynntı Yayınları, İstanbul, 1999.

Schramm Wilbur, The Process and Effect of Mass

Communication, University of Illinois Press, Urbana, 1954 Seguela Jacques, Yann Çok Star Olacak, Afa Yayınları, İstan­bul, 1990.

Severin Verner, James Tankard, İletişim Kuramları, Çeviren­ler: Ali Atıf Bir, Serdar Sever, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994.

Shoemaker Pamela, Fosdick James. How Varying Reproduction Methods Affects Response to Photographs,

Joumalism Quarterly, Columbia, Spring, 1982.

Simmel Mario, Çalınmış Rüyalar, Çeviren: Ahmet Cemal, Ahmet Arpad, Altın Kitaplar, İstanbul, 1975.

Simon Herbert, Edebiyat Eleştirisi: Bilişsel Bir Yaklaşım Cogito, Sayı: 13, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998

Smith Conrad. Reporters, Neıvs Sources and Scientific Intervention; The Neıv Madrid Earthquake Prediction,

Public Understanding Science, Vol: 5, London, 1996.

Sözen Edibe, Medyatik Hafıza, Timaş Yayınları, İstanbul, 1997. Sözen Edibe. Söylem: Belirsizlik, Mübadele, Bilgi, Güç ve Refleksivite, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.

Toffler Alvin, Üçüncü Dalga, Çeviren: Ali Seden, Altın Kitaplar, İstanbul, 1984.

Toffler Alvin, Uyumlu Şirket, Çeviren: Yakut Güneri, İlgi Ya­yınları, İstanbul, 1989

Toffler Alvin, Yeni Güçler, Yeni Şoklar, Çeviren: Belkıs Çorakçe, Altın Kitaplar, İstanbul, 1992.

Tokgöz Oya, Temel Gazetecilik, Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Yayınları: 8, Ankara, 1987.

Tolstoy Lev, Diriliş, Çeviren: Nihal Talay, Cem Yayınları, İstan­bul, 1983.

Torrey Fuller, Out Of Shadoujs, John Wiley Sons, New York, 1997. Trent Judith, Friendenberg Robert, Political Campaign Communication. NewYork, 1991.

Türkoğlu Nurçay, Seyirlik Ölümler, Marmara iletişim Dergisi, Sayı: 2, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, İstanbul, Nisan 1995

Ünsal Yüksel, Bilimsel Reklam ve Pazarlamadaki Yeri, İstanbul, 1984

Vassaf Gündüz, Cehenneme övgü. Çevirenler: Ömer Madra, Zehra Gençosman, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992.

Vassaf Gündüz, Cennetin Dibi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996.

Virilio Paul, A Topographical Amnesia, The Visual Culture Reader, Routledge, London. 1999.

Webster Frank, Theories of Information Society, Routledge, London,1995

Wilcox Dennis, Ault Philip. Agee Varren, Public Relations Strategies and Tactics, Harper Row Publisher Inc, New York. 1986. Yalom Irvan. Varoluşçu Psikoterapi, Çeviren: Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1999.

Yener Tevfik. Filmler, Yalanlar, Eksikler, Çizgiler, Oscar TV Magazin, 19-25 Aralık 1992 Yıllığı, Ankara, 1981 Yüksel Haluk Ahmet, İkna Edici İletişim, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994.

Zerzan John, Gelecekteki İlkel, Çeviren: Cemal Atila, Kaos Yayınları, İstanbul, 2000

Zıllıoğlu Merih, iletişim Nedir?, Cem Yayınları, İstanbul, 1994. Zülal Aslı, Yaşam Kitabımız Bellek, Bilim Teknik Dergisi, Sayı: 389, Tübitak Yayınları, Ankara, Nisan 2000.

Zweig Stefan, Dünya Fikir Mimarları, Cilt: 2, Çeviren: Ayda Yörükan, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1991

Zweig Stefan, Sigmund Freud Cinselliğin Yeryüzü, Çeviren: Ali Avni öneş, Broy Yayınları, İstanbul, 1991

Kaynak: Doç. Dr. Nurdoğan RİGEL, RÜYA KÖRLEŞMESİ, Der Yayınevi-2000, İstanbul

 




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar