Print Friendly and PDF

Seçki -5-




KOMPLO TEORİLER VE İLLÜZYON 

Bu teoriler için aslında söylenecek çok şeyler vardır. Bu teorileri üretenlerin niyeti, kişileri ve cemiyetleri belirlenmiş hedefin merkezine doğru çekerek bataklık çukuruna düşürmektir. Her şeyi bir komplo illüzyonu içinde kaybedip dağıtabilmek mümkündür. En akıllı, tedbirli ve temkinli olduğunu zannedenler dahi bu illüzyona maruz kalıp aldanma ihtimali bulunmaktadır.  
Komplo teorisi üç kısımdan oluşur. Birincisi “Haber” bölümüdür. Teorisyen size aklınızda olmayan bir şeyi hatırlatır. Bu daha önce düşünülmemiştir. Son derece gerçekmiş gibi normal bir şey olduğunu kabul etmenizi ister. Fakat gerçek, farklıdır.
İkinci kısma “Eğriltme” denir. Teorisyen iddiasını alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür.  Çünkü dikkatler etkilenmiş ve dağılmıştır. Artık teoriyi bilmek değil, kandırmak isteyenin isteğine mahkûm olmuş bir düşünce yapısı ortaya çıkmıştır. Bununla yani kandırmak ve kandırılmakta yeterli değildir. Çünkü bir anlatılanların bir kısmının gerçek çıkması gerekir. İşte üçüncü kısım olan  “Prestij” in teorisyen tarafına geçmesi gerekir. Bu “Prestij =saygınlık, itibar, nüfuz, ün” olan kısımda artık kontrol teorisyeninin elindedir. Artık teoriyi çözmek yerine kandırılmak insanlara daha hoş gelmektedir. Gerçeklerle karşılaşmak yerine insanların olmayacak bir şeye inanması daha kolaydır. Çünkü gelecekte hata yaptığı açığa çıkınca aldatıldım demek şansını kaybetmek istemez.
Bu anlattıklarımızı misal olarak ABD'nin önemli strateji kuruluşu Stratfor'un sahibi analist George Friedman, 2050 yılına yönelik “The Next 100 Years: A Forecast for the 21st Century” (Önümüzdeki 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Tahminler) isimli bir kitabındaki öngörüleri verebiliriz.[1]
G. Friedman'ın gelecek öngörüsü hakkındaki ütobik düşüncelerine aldanmanın bedelinin ne kadar olacağını düşünmek gerekir. Düşünüldüğünde güçlü bir devletin strateji kuruluşunun uzmanı önceden gördüğü bazı şeyleri deşifre ederek bir yenilgiyi mi haber veriyor? Yoksa bir illüzyona doğru bazı devletlerin halkını çekerek onların hata yapma ihtimallerini yükselterek büyük lokma yapma peşinde midir? Bu gibi sorular sorulunca tedbir mahiyetli düşüncelerimizin artması gerektiği hatıra gelmektedir. Mesela Türkiye hakkındaki varsayımlarına baktığımızda umut verici sözler gerçekleşmesi sevinmemize sebep olur. Fakat bu bir illüzyonsa?
Kuvvetli olmanın birinci şartı kuvvetli beslenmedir. Kuvvetli beslenme ise kaliteli gıda ile olur. Bir çiftçinin hindiye verdiği gıdalar, hindiyi sevmesinden olduğunu düşünmek illüzyondur.
Yakın zamanlara kadar aşağılık kompleksi içinde olan milletimize birileri gelerek hayallerinde senelerce ABD hakkında düşündüğü süper devlet fikrini yıkacak söylemleri ile parıldayan, milliyetçi olduğu lanse edilen profesörün ağzından  “Aptal Amerika” gibi sözler ile bir şeyler duyulmaya başlayınca çok kişi şok olmaya başlamıştı. Bir şey bu arada unutuluyordu. Bu kişi uzun seneler Amerika’ya hizmet etmişti. Şimdi niye bu şekilde konuşuyordu. Çünkü bu bir illüzyondu. SSCB yıkılınca Amerika siyaset ve hedef kitle olarak yıllardır rakip olarak gördüğü ve gösterdiği kuvveti ve kolunu kaybedince yeni ve daha güçlü bir hedef bulması mı gerekiyordu. Bunun içinde potansiyel kitle olarak Türklerin seçilmiş olması için mi teorisyenleri bu saçma fikirleri ileri atmaktadır. Hiç insan kendini yesin diye aslan besler mi? Roma’da gladyatör ve aslanı besleyen yönetim arena duvarları arasında verdiği özgürlüğü hiç dışarı taşırmıyordu. Arena savaşların olduğu ve halkın illüzyona çarpıldığı yer olmaktan öteye çıkmadı.
 Konuyu aşağıda aldığımız alıntılarla daha iyi anlayabiliriz.
[1501'de İspanya'nın Katolik Krallarına gönderdiği bir mektupta Kristof Kolomb, (1451'e doğru-1506) şöyle demektedir:
“Önceden de söylediğim gibi, bu Hint Adaları girişimi için bana ne akıl ne matematik hesapları ne de dünya haritaları yardımcı olmuştur; yalnızca İşaya'nın söyledikleri gerçekleşmiştir.”
Kutsal Metinler tarafından esinlenmiş ve büyük yazgıların adamı olduğuna inanmış Büyük Amiral, bu özellikleriyle eski eskatolojik[2] beklentileri gerçekleştirecektir. Bartolome de Las Casas (1474-1566) sayesinde kurtarılan ve ölümünden sonra yayımlanan Diario de navegacion adlı eserinde, dinsel binyılcılık ve haçlı seferleri saplantısı alan tutkusuyla, ekonomik ve ticari hesaplarla (sözleşme yaparak Kolomb gelecekteki kârın onda birini daha baştan kendine ayırır) ve bir sömürge imparatorluğuna dayalı dünya hegemonyası kurmaya yönelik açık projesiyle çatışır. Hint Adaları'nın zenginliği, Hıristiyan evrenselciliğinin bayrağı altında insanlığı yeniden bir araya getirmek için, Kudüs ve İsa aleyhisselâmın mezarının kurtuluşu yönünde kullanılmalıdır. Böylelikle Kolomb kendisini, “İsrail Tanrısı”nın ismini ve şanını dünyanın öteki ucuna kadar taşımanın Tanrısal misyonuyla çevrilmiş hisseder. “Siyon Dağı'nın evini yeniden inşa etmek” gerekli diye haykırır. Altınla birlikte, “ruhlar cennete gönderilebilir.” Onun keşfi eksiksiz bir dirilişin Yeni Zamanı'nı ilan eder; orada insanlık, bir bütünlük içinde tek dini kucaklayarak yanılgıyla geçen yüzyıllardan ve ilk günahtan azade, çatışmasız bir bütünlük içinde tek bir çobanın asası altında buluşacaktır. Kolomb, Platonculuk ve Kutsal Kitapların çift yanlı geleneğinden esinlenmiş, müritleri ortak bir Tanrı aslanda buluşmuş mistik bir toplum hayal eden Aziz Augustinus'un Civitas dei'sine yönelir. Ayrıca Las Casas da Kıyamet tarafından ilan edilmiş mutluluk binyılına inancın etkisi altına girmekten kurtulamaz: O, Hıristiyanlığın mistik vücudunun bir parçası olan yerli halkta açılan yaralardan sorumlu olan kardeşlerinin, bu inancın gelişine engel olmalarına yanar.
Son günlerinde yerlilerin savunucusu olan Las Casas, “Eskisinin bir Türk kuşatmasıyla silinmiş olacağı gün, Hıristiyanlık dünyasından Yeni Dünya'ya genel bir eskatolojik aktarımın beklentisine katılacaktır.”][3]
 Yine Kolomb gibi [More ve Erasmus [insanlığın kurtuluşu] için Hıristiyanlığının yerine insan kardeşliği Hıristiyanlığını koymayı dilerler. İlk Hıristiyan meclislerinin ruhuna dönmenin, Platon'un communitas'ının ilk çağlardan kalma bilgisi ile Tanrıda insanı sevmeyi ya da caritas'ın hümanist ülküsünü birleştirme onurunu ifade ettiğini düşünürler. Aziz Yuhanna “Tüm insanlık tek bir aile olacak,” kehanetinde bulunuyordu. Bu tümce Hıristiyan Mesihçiliğinin küreselleşme projesini anlatmıştır.
Avrupalı bilincini taşıyan ilklerden olan Erasmus için, insan ve Hıristiyan olmanın gereği, halkları birbirine karşıt kılan ulusçuluğu ve ulusal dilleri tanımamaktır. Onun için yalnızca Latin dili, büyük bilginlerin kardeşliğiyle paylaşıldığı için, evrensel sıfatını hak eder. Onun mektup ağı sınır tanımaz. Hayatı boyunca,
“Dünya vatandaşı olmak istiyorum, herkesin yurttaşı ya da daha doğrusu herkese yabancı”
“Hiçbir zaman bir yere bir başkasından daha fazla bağlanmadım, benim için bütün dünya vatanımdı”
“Bir şehrin değil, dünyanın vatandaşı olmak istiyorum,” diye haykırmıştır.
Özgür şehirlerin cumhuriyetçi sistemi konusunda More'la aynı inancı öğretir. Querela Paris'le [Örselenen Barışın Şikâyeti] iki kısım oluşturan 1551'de yayımlanmış barışın kişileştirildiği Encomium Moriae'de [Deliliğe Övgü] İngilizlerin, İskoçların, Fransızların, Parislilerin, İtalyanların, Romalıların, Venediklilerin, Yunanlıların, Türklerin, Yahudilerin, İspanyolların ve Almanların özelliklerinden yola çıkarak kolektif biçim altında her ulusa şırınga edilen kendini sevmeyi tiye alır.”
Bu dünya vatandaşlığı arzusu, Hıristiyan hümanizminin insan uygarlığının birliğine inancının demirleme noktası olan eskatolojik vatana kavuşma umudundan ayrılamaz.
Evrensel Hıristiyan kenti sınırlıdır. İnananlar arasındaki birlik, haçlı seferlerinden beri imanın amansız düşmanları sayılan imansızları, Türkler ya da Müslümanları dışlayarak oluşur.
Erasmus, Deliliğe Övgü'sünde “Tüm bu gerçek barbarlar topluluğu insan türünün düşmanıdır,” der.
Erasmus 1517'de yayımlanan Querela Pacis'te “ Ancak Türklere karşı savaş ilan edildikten sonra ve “Avrupa'nın selameti adına” 1530'da Consultation au sujet de la guerre contre les Turcs [Türklere Karşı Savaş Konusunda İnceleme] adlı yapıtında savunma amaçlı bir savaş fikrini ileri sürer. Dahası şartlarını şöyle sıralar:
Kötülerle kötüler olarak savaşmamak gerekir, Türklerle haç çıkararak değil, Türk gibi savaşmak gerekir; savaş, insanlıktan uzaklaşmadan yapılmalı, barışçıl bir Hıristiyanlaştırmayı getirmelidir.][4]
[IV. Henri [5] Avrupa Federasyonu için üç kriteri yerine getirmesini öneriyordu:
Türklere karşı sürekli bir savaş için anlaşmak; kalıtsal monarşiler, seçimli monarşiler ve cumhuriyetler arasında eşit parçalar halinde paylaşılmış on beş ayrı “egemenlik”e dönüşmek; temsilcilerin ortak çıkarlar üzerinde tartıştıkları ve aralarında çıkan ayrılıkları değerlendirdikleri Yunan antikitesinin kent-devletler kuruluna benzer bir çeşit amfiktyonik [6] konsey yaratmak.][7]
Alıntılara bakınca aydınlarının örneklerini verdiğimiz düşmanca duygularla Türk düşmanlığını körükleyen ifadeler gerçek olan niyeti göstermektedir. Yayılmacı ve sömürgeci Hıristiyan birliği olan Avrupa tehlike olarak gördüğü Türk ve İslam dünyasına karşı Haçlı zihniyeti ile ayağa kalkmıştır. Onların Rönesansı birbirlerine olan düşmanlıklarının bitmesidir. Bu düşmanlık onlara uyanış kazandırmış ve bununla yenilenme içine girmiştirler. [8]
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Sen onların milletine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar asla hoşnut olmazlar. De ki: "Asıl hüda, Allah'ın hidâyetidir." Eğer sen sana gelen ilimlerden sonra, onların hevâlarına uyacak olsan, yemin olsun ki senin için Allah tarafından ne bir yar bulunur ne de bir yardımcı.”[9]
 “ Mü'minler, mü'minlerden başka kâfirleri dostlar edinmesinler. Her kim onu edinirse Allah Teâlâ'dan (nusrete nâiliyet) ilgisi kalmamış olur. Meğer ki, onlardan bir korunma için çekinecek olasınız. Allah Teâlâ ise sizi Zât-ı Ulûhiyyeti hakkında tahzir buyurur. Ve nihâyet gidiş de Allah Teâlâ'yadır.”[10]
Onun için G. Friedman’ın Türkiye için söylenen sözlerin arka planını düşünmek gerekmektedir. Aslında dünya düzeninin temelinde “dengeler kanunu” vardır. Eğer yalnız kalırsan yani düşmanın yok olursa, sende yok olursun demektir. Çünkü Allah Teâlâ dünya düzenini çiftler ile teşekkül ettirmiştir.
O zât-ı ilâhî (noksanlardan) münezzehtir ki, yerin bitirdiklerinden ve (insanların) kendi nefislerinden ve bilmedikleri şeylerden (nice) çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.”[11]
Tek olmak, yok olmak demektir. Teklik ancak ilahlık vasfına râci bir konudur. Yetiştirme ve gelişme usullerinde zıtlık prensibinin kaybolması yok olma ile eş değerdir. Varlığın değer bulması ölümün hakikati karşında ancak değer kazanır. Bu nedenle ölümdeki gereklilik varlıktan daha üstündür. Eğer ölüm olmasa idi var olmanın hiçbir kıymeti yoktur. Allah Teâlâ bile beşeri yaratıp kendi zatının gerçekliğini açığa çıkarmıştır. Mahlûkatın varlığı zâtı karşısında bir değer ifade etmediği bilinen gerçektir. Ancak sürekli yok olup var olmalar, O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecelli etmesine sebep olmaktadır.[12] Bunu da kendi dilemektedir. Meşiet[13] de Allah Teâlâ’nın ayrı bir sıfatıdır.
Bir gün ki, (kabirlerinden) hârice çıkarlar, onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir?
Vâhid, kahhâr olan Allah'ındır.” [14]
İleri sürülen komplo teoriler karşısında güven bunalımı yaşayan insanlar istenilen şekilde istenilen hayata sanki tepeden bırakılan taşlar gibi beğenmedikleri hayatı dahi kolayca kabullenmek için fazlalıklarını terk etmeye başlarlar. Neyin ne kadar doğru ve yanlış olduğuna kafa dahi yormak ihtiyacı hissetmezler. Artık bilginin değil komplonun esiri olurlar. Komplo teoriler ise gerçeğin gizli hedefte gizlendiği bataklıklar gibidir. Çektiğinin bir daha kurtuluşa dönüşüne engel olur.
[Fransız toplumunu, içinde bulunduğu kaostan kurtaran Napolyon, propagandayı en etkin biçimde kullanan liderlerdendir. Napolyon kısa süre içerisinde, basının, kitleleri etkilemede çok önemli bir silah olduğunu öğrenmiştir. Onun döneminde, basın yoluyla propaganda en yaygın şekliyle kullanılmaya başlanmıştır.
Napolyon,  Mısır seferine çıkmadan önce Roma'da ele geçirdiği bir Arapça matbaayı da yanında götürmüştür. İskenderiye'ye ulaştığında, ahaliye Arapça olarak yayınladığı beyannamede, padişahın dostu olarak geldiğini, İslam dinini beğendiğini ve amacının sadece Fransa'nın Mısır'daki ticaretine zarar veren, halka zulüm eden Kölemenleri cezalandırmak olduğunu söylemiştir. Bu ilan besmele ile başlıyor, Arapça “Allah’tan başka tanrı yoktur” ibaresi ile noktalanıyordu.][15]
Komplolar ile yapılması ve hedeflenen işlerin uygulanmasına alt zemin hazırlanmaktadır. Bu şekilde daha az bir gayret ve emekle isteklere kavuşulmaktadır.
Sun Tzu, “Harp Sanatı” adlı eserinde “harp sanatında uzman olanlar, düşman ordusuna savaşmadan boyun eğdirirler. Onlar taarruz etmeksizin şehirleri ele geçirirler ve uzun bir harekât yapmaksızın bir devleti devirirler” demektedir (Tzu, 1992: 24).[16]
Bilgiler sürekli komplo teoriler içinde erimeye başlayınca sonsuz bir inançsızlık ve güvensizlik ortamı oluşur. Her şeyde şüphe aramak artık normal hal alır. Gizli ve illegal yapılanmalar ile neticesi birleşmeler kaybolup kırılmalar ve kopmalar oluşur.
Son zamanlarda Zeitgeist: The Movie' belgesel filmi hakkındaki bir görüşü dile getirelim.
[Ezoterizm[17] ile komplo teorileri arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Nitekim son dönemde insanları meşgul eden Zeitgeist: The Movie' belgesel filminde bu durum son derece barizdir. Filimde “Perde arkasındakiler” den bahsedilmekte, İmparatorluk denilen sistemin CFR, Bilderberg, Üçlü Komisyon gibi örgütler tarafından yönetildiği ileri sürülmektedir. Bunların amacı herkese bir çip yerleştirmek ve “tek dünya devleti”ni kurmaktır. 
Aslında filmdeki ABD karşıtlığıyla çelişen ilginç vurgular bulunmakta, sistem eleştirisi bir noktadan sonra güzellemeye dönmektedir. Bunlara göre ABD'nin, yaşanan bütün bu işlerde hiç suçu yoktur. ABD'nin ne yapacağına sistemin ekonomik-politik ihtiyaçları değil, bir avuç insan karar vermektedir. Söz konusu insanlar perde arkasında saklanmaktadır ve ABD'nin yaptığı bütün kötü işlerin günahı bunların boynunadır. Örneğin 11 Eylül'ü, “Mağaralarda yaşayan bir Arap”ın gerçekleştirmesi mümkün değildir. Saldırıyı sistem yapmıştır. Ona karşı koymak mümkün değildir.
Örneğin ABD Irak'ta da zafer kazanmıştır; ama öylesi işlerine geldiği için basına işgale karşı direnişin güçlü olduğuna dair haberlerin sızmasına müsaade etmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. ABD'de Milis Hareketi gibi aşırı sağcı grupların ABD'ye yönelik bir takım sözde eleştirileri bulunmaktadır. Ama bu eleştiriler dünyanın bu tarafında yapılanlardan çok farklıdır ve daha çok federal hükümet kurumuna yöneliktir. Bu Neonazi özentisi gruplar arasında Zeitgeist'ın kaynak olarak gösterdiği isimlerin etkisi büyüktür. Bu gruplar aynı zamanda “Yeni Dünya Düzeni”ni de eleştirmektedir. Doğal olarak bu eleştiri de bizlerin yaptığından çok farklıdır. Örneğin Fransız ve Ekim devrimlerinin İlluminati, CFR ve Üçlü Komisyon tarafından düzenlendiğini, Yeni Dünya Düzeni'nin ve Tek Dünya Devleti'nin asıl amacının ABD'yi sosyalistleştirmek olduğunu iddia etmektedir.][18]
Hülasa; [batı medeniyeti kendi çelişkileri yüzünden bir gün son bulabilir. Özellikle onun ekonomik düzenleri olan kapitalizm ve kolektivizm yoluyla doğayı ve insanı hoyratça sömürdüğü için kendi ortamını hızla yok etmektedir. Ancak, bu dışarıdan gelen bir tehdit değildir; içeriden kaynaklanmaktadır. Oysa Huntington Doğu’nun, Batı medeniyetini tehdit ettiğini ve bu yüzden son bulabileceğini ileri sürmektedir. Aslında böyle bir tehdit yoktur; ama emperyalizm bahaneler yaratarak İslam Dünyasını hedef göstermektedir.][19]
Ey güzel Allah Teâlâ’m bize istikamet ve aydınlık ver. Senin ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gösterdiğin yolda sabit olup aldanmaktan bizi korumanı diliyoruz.



HAK VE BATILIN SONSUZ MÜCADELESİ


Her ne kadar emperyalist güçler insanlığa komplo üzerine komplo kursalar da sonuçta mağlup olacakları kesindir. Çünkü Allah Teâlâ “Şüphesiz ki Allah, emrine gâlibdir, muktedirdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler!” [20] buyurdu.
Hak ve Batılın sonsuz mücadelesi var olagelmiştir. Durmayan bu savaşın galipleri Allah Teâlâ’ya inananlardır. Ancak olaylar ve zamanlara bakılınca bu galibiyetin çok zaman kesintiye uğradığı tespit edilmektedir. Belli bir zaman bir yükselme varken bir düşmenin başlaması nedenini bulup dini kalkınmanın önünü açmak gerektiği hissedilmektedir.
Aslında dünyada İslam’ın yükselişi de İslam’ın kendi dinamikleriyle olmamıştı. Mesela Sovyetleri kuşatmak için yaratılan yeşil kuşak projesi olmasaydı, bugün etrafta bu kadar dindar adam görmezdik. Ama artık küresel sermayenin, yeşil kuşak ve siyasal İslam içindeki gücü görüldüğü için yeşil kuşak'ı ve siyasal İslam’ı bitirme projelerine dönüş yapmak için düzen kurmaya yeniden başladılar. Çünkü bu yok etme planları ile kendilerinide korumak ve kuvvetlendirmek kolaylaşacaktır.
[Arnold Toynbee, bu konuda ilgi çekici bir teorisi vardır:
“İnsanın başarılı olması için, her zaman bir challenge ve bir response (meydan okuma ve karşılık) gerekir; eğer insan meydan okumaya boyun eğmezse, verdiği karşılık bizzat onun uygarlığının tabanını geleceğini yaratır.” Bu yaratma bazen yok etmeye doğru götürür.
Bu nedenle bu teorinin sonuna kadar gidilecek olursa, acaba meydan okuma ne kadar büyükse, insanın karşılığının da o kadar güçlü olacağı gibi bir sonucuna varılacaktır?
En azından, daha iyi bir karşılığın bulunmasına kadar.][21]
Doğru olmanın verdiği kazançların yanında şartların varlığı da önem arz etmektedir. Çünkü kâinatta Allah Teâlâ Hak ve batıl arasında mücadelede taraf tutarken batılın gayretini de baltalamaz. Fakat onun karşılığı olan cezayı da yeri gelir dünyada yeri gelir ahirette verir. Hakk yolunda olanlara ayrıcalıklı istismar hakkınıda kullanmaz. Avantajlar ihsan edilmişse bunun karşılığında batıl ehline de başka bir yönden ikrâmı ilâhisinide vermiştir.
Ahlâk ve din kuralları, hayat ve ölüm karşısındaki tutumlar, çalışma kavrayışı, çaba sarf etmenin değeri, insanın rolü; bunların her biri artık İslam’la hiçbir ilgisi olmayan davranışlar olarak görülmekle beraber ondan türemiştir. Ancak bunun böyle olması, Hakkın batılın gelişmesinde ki eğilimini, teknolojik yönünde ilerlemesini engellememektedir.
Unutulmaması gereken İslâm’ın galibiyetinin Allah Teâlâ tarafından istenmesidir. Ancak bu muzafferiyet bizlerin gayreti neticesinde olacağını bilmemiz gerekir. Yoksa batılın inancındaki teslimiyeti hak yol karşısında batıl olması nedeniyle mağlup olmadığı gerçeğini tarih göstermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “Müminler saadete ermişlerdir.” [22] Ayeti gelecek ayetlerden bağımsız düşünüldüğünde iman edenler denildiğinde inancında “mümin” olanlar kurtulur demektir. Gelecek ayetler ile beraber düşünülünce “fiiliyata geçen iman sahipleri” nin varis olacağından bahsedilmektedir.
[İlk çıktığı dönemde teknolojik durumu iyi olmayan İslam âlemi, ona hayat veren, hareket getiren kervan yollar olmasaydı, ilk dönemdeki hızlı gelişimi olmayabilirdi. Yollar onun zenginliği, varlık nedeni, uygarlığıdır. Yüzyıllar boyunca, yolların sayesinde "egemen" bir konumda kalacaktır. Bu Allah Teâlâ’nın o dönem için bağışladığı bir ikramdır. Ancak Müslümanlık, Amerika'nın keşfine kadar, Eski Dünya'ya egemen olmakta, bu dünyanın o sıralardaki "dünyevî" tarihini kurala bağlamaktadır. Yani, Eski Dünya'nın bölümlerini oluşturan büyük kültür alanlarını temasa geçiren -Uzakdoğu, Avrupa, Kara Afrika-, tek başına İslamiyet’tir. Razı olmadığı veya hiç değilse göz yummadığı hiçbir şey geçememektedir.][23]
Zamanımızda ise bu avantajların yanında dinin güçlü etkisi zayıflayınca çok şeyler kaybedilmiştir. Bu kaybedişe son zamanlarda ise bu antisemitik (Yahudi aleyhtarı) görüşün karşısında Anti-İslam görüşler piyasaya sürülerek bütün kötülük sebebi olarak beyinlere işlenmeye başlamıştır. Çünkü emperyalist emeller karşısında İslâm’ın engel olacağını düşünmektedir. Ancak bu komplo görüşe karşı kendimizi geliştirmemiz ve içtimai hayatta terakki edebilmemiz için inanç seviyemizin terakki etmesi gayret etmemiz lazımdır. Niçin mi?
Kapitalist sistem karşısında zayıf kalan komünizm yerine hayatta kalabilmek için İslâm’ı öngörenlerin bir sebebi olsa gerekir. Çünkü onların başarılarını kat kat daha artırmak için ortaya çıkan dinsiz sosyalizm sonucunda kuvvetlerini daha artırdılar. Fakat Karl Marks’ın çok önceleri kabul ettiği fakat sonra dine karşı tavır alarak kendi sistemini emperyalist emellere mahkûm edişi ile unutulan büyük engel yıkım ile tekrar hatırlanıldı. O da İslâm’ın kendisi idi.
Marx, dinin toplumları uyutmak için uydurulan bir afyon olduğunu söylerken, İslamiyet için farklı düşünmüştür. Şunları söyler:
“Bütün tek Tanrılı dinler kurulu düzene karşı oluştu, örgütlendi, gelişti. Arabistan çöllerinde inanılmaz bir yoksulluk ve yozluk vardı. Müslümanlık bir isyan bayrağı olarak doğdu. Aşırı faizci sermaye, her yere, her şeye hâkimdi. Tefeciler, ülkenin insanını soyup soğana çeviriyorlardı. Ama fakirin, fukaranın, göçebenin, yoksulun kendisine şemsiye ve kalkan olarak kullanacağı bir felsefesi ve ideolojisi yoktu, Müslümanlık bunu sağladı.”[24]
İnsan tarihinde değişmeyen tek olgu değişimin kendisidir. Özellikle sistemlerinin sürüklediği aşırılıkları ve karmaşık ortamın oluşturduğu yeni dengeleri sağlamada, öncelikle öğrenmeli ve zaman kaybetmeden ulusal gelişim ve yönelimimizi belirlemeliyiz. 
İnsanın kendini yetiştirme hususunda hassasiyeti kendini aştığı kadar kendini de büyük ölçüde tutarlı kılması da gerekecektir. Çünkü başarı iç ve dışın aynı duygu ve düşüncede olması ile mümkündür. Gazzali’ye Sûfi meşrep kardeşi Ahmed’in onu kast ederek okuduğu;
Ey yumuşamaz taş!
Daha ne zamana kadar demiri bileyeceksin; ama kendin keskin olmayacaksın?”[25]
[Bize öyle geliyor ki, bizim gayretimiz, insandaki cüz'î irade yanılgısını olduğu kadar, hareketlerinde kaçınılmaz olan determinizm [26] yanılgısını da ortadan kaldırmaktır. Böyle olunca isyan problemi, insanın ta içinde keşfedilmiş bir olgu, selametini belirleyecek bir seçim olarak ortaya çıkıyor. İsyan etmeyi istemek veya istememek, harekete geçmeyi istemek veya istememek, bu ikisinden birini seçmek gerekiyor. En iyisini seçmek için de, hep daha fazlasını istemek, elini daha ileriye uzatmak, kalbini genişletmek, bir yandan kendini âleme verirken öte yandan kendini âlemin merkezi hâline getirmek yeterlidir.][27]
Epiküros diyor ki; “Gerçek kâfir, kalabalıkların tapındıkları tanrıları inkâr eden değil; asıl, kalabalıkların inandıkları tanrıları doğrulayan kişidir” Aslında buradan çıkan mana Hz. Ali kerremallâhu vechenin
“Sakın Hakk´ı bazı kişilerle bilip tanımaya çalışma; önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk ehlini tanımaya çalış.”



RASPUTİN ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Grigori Rasputin Sibirya’nın Pakrovskoye köyünde (Tyümen şehri’ne 75 km uzaklıkta) 1869 yılında doğmuş, doğaüstü yetenekleri olduğuna inanılan, kimilerine göre ermiş, kimilerine göre kaçık papaz, kâhin, şifacı, kimilerine göre ise yalnız bir şarlatandı.
Rasputin’in tarih sahnesine çıkışı Petersburg’a varışından sonra şifacı ve kâhin özellikleriyle saraya girmesinden sonra olmuştur.
Çar Nikola ve Çariçe Aleksandra’nın oğulları Veliaht Aleksey hemofili hastalığına tutulmuştu. Bu hastalık o dönemde Avrupa kraliyet ailelerinde çok yaygındı. Doktorların tüm çabasına rağmen Aleksey’e iyileşmesi için bir şey yapılamıyordu. İşte bu çaresizlik içinde Rasputin, Çariçenin yakın çevresi tarafından saraya getirilmiş ve Rasputin’in müdahalesinden sonra Veliaht Aleksey iyileşmiştir.  İşte bundan sonra da Rasputin’in yıldızı parlamaya başlamıştır. Çar ve Çariçe tarafından çok saygı duyulan ve yakın çevrelerine alınan Rasputin, birçok konuda danışılan birisi haline gelmiştir.Rasputin’in bu konumu Saraydakileri rahatsız etmeye başlamıştır. Çariçeye olan yakınlığı ve saray çevresinde kadınlarla olan ilişkileri hakkında çıkan söylentiler,  her yerde dile getirilmeye başlanmıştır.  Bu sırada Rusya’nın Almanya ile savaşının,  Rusya aleyhine gelişiyor olması, Alman kökenli olan Çariçe hakkında olumsuz bir hava oluşmasına neden olmuştu. Çariçenin Rasputin ile olan ilişkisi bu havayı daha da kötü yönde etkiliyordu.
Çariçenin en yakın danışmanı olmuş ve politik ağırlığı daha da artmıştır. Savaş esnasında Çar Nikola’nın bizzat ordunun başına geçtiği dönemde kendilerini çaresiz hisseden Çar ile Çariçe, bu 'Ermiş'in mistik gücüne bel bağladı.
Çar, gerçekte hiçbir yeteneği olmadığı halde sahip bulunduğu Başkomutan sıfatıyla ordu genelkurmayına gittiği zaman, Rasputin'in telkin ve kışkırtmasıyla devletin içişlerini kendi kontrolüne aldı. Bu, kaderci ve iradesiz bir insan olan Nikolai'ye yakışan bir durumdu. Rasputin askeri meselelere de müdahale etti.
Bu durum sarayda ve politikacılarda varolan rahatsızlığı daha da büyütmüş, halk arasında yaşanan ekonomik sıkıntıların ve zorlukların altında da Rasputin’in olduğu şeklinde bir inanç oluşmuştu.
Çar Nikola’nın kuzenlerinden Prens Yusupov bu konuda bir grup arkadaşıyla birlikte plan yaptı. Rasputin’i davet ettikleri evde,  siyanürlü içki ve tatlı ile zehirlemeyi planlamışlardı. Bu denemeleri etki etmeyince, Rasputin’i silahla öldürmeye çalıştılar ancak bu da tam sonuç vermeyince,  sonunda Rasputin’i Neva nehrinin soğuk sularına atarak boğulmasını sağladılar.
Görüldüğü gibi Rasputin ölümüyle de efsane olmuştur. Ölümüyle ilgili İngilizlerin parmağı olduğu hatta Prens Yusupov’la birlikte İngiliz Gizli Servisi’nden Oswald Rayner isimli bir ajanın da Rasputin’in öldürülmesi esnasında orada olduğu söyleniyor.
Rasputin’in o dönemde ordunun savaştan çekilmesini telkin ettiğini ve İngiliz yanlısı Bakanları görevden aldırdığı söyleniyor. Rusya’nın savaştan çekilmesinin ise Almanların tüm güçleri ile batıya saldırmasına neden olacağı için İngilizlerin felaketi manasına geldiği düşünülüyordu.
Rasputin, Çarlık Rusyasının devrilmesindeki etkilerini bu yazıyala görmüş bulunuyoruz. Devletlerin kuvveti istikamet ile olacağı ve bunu başarmakta kişilerin ölüm ve hayat karşısındaki tepkileri ile orantılı olduğu görülmektedir. Çarın ve çariçenin zafiyetlerinden faydalanan şarlatan veya ermiş olduğu düşünülsün Rasputin yıkılışın bir yerinde bulunmaktadır. Hakikatte Rusya yıkıma doğru gidiyordu. Sebeplerden biride Rasputin olmuştu.
Devletler ve milletler kendilerinin olması gereken yerde bulamadıkları gün yıkılışa doğru giderler. Bu yıkılışta sebepler aramak ve bulmak kolaydır. Önemli olan dersler çıkarıp, ömrün uzun olması için gayret göstermek gerekir. Bize göre en önemli tedbirler din hüviyeti içerisindeki kişilerin özlerindeki doğruluğun seviyesinde aranması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat ne olmuştur ki, din temsilcileri bu durumu kendilerinden dahi saklamışlardır. Dinin maddiyatla ile olan ölçüsünde hep hatalı yorumlara gidilmiştir. Dinin maddi kazançta sermaye olarak kullanılması Allah Teâlâ tarafından yasaklı olduğunu bildikleri halde, bunu unutup din bezirganlığı yaparak, din adına insanlara ahkam kesmişlerdir. Sonuçta birileri tarafından satın alınmış bu Rasputinler tabiî ki bir felaketin temsilcisi olacaklardır.  
Nurettin Topçu, bu gerçeği dile getirirken şunları söylüyordu:
"Din bilgi kaynağı değil, kuvvet kaynağıydı. Dindar adam başkalarından çok şey bilen değil, daha çok kuvvetli olan insan"
"Şimdi son yıllarda dini neşriyat serbest olunca ortaya öyle bozuk, öyle çürümüş bir maya çıktı ki. Bu neşriyatın cehalet, ticaret ve düşüklükten berbat bir eser verdiğini hiç çekinmeden söyleyeceğim. Bunlar yirminci asrın buhranlı hayatının, halli fikir ve felsefe meziyetlerine şiddetli muhtaç olan meselelerinin karşısına, ilkçağların insanlarını bile güldürecek bir iptidailikle çıktılar. Kimi küçük çocuklar için masal olacak meseleler bunların sermayesidir. Lakin esas meseleleri ticaret yapmaktır."
"Bunlar cam arkasından sakal öperek hırka takdis etmede dindarlık var sandılar. İnsanın nefesinden şifa umdular. Medeni nikâhı eksik bulup imam nikâhında keramet aradılar. Tespih sayısında hikmet buldular. Günahları rakamlarla ölçtüler. Duaları sesli yaptılar. Merasimle ruhlarını tatmin ettiler. Böylelikle eşyanın hayatına sayıları tatbik etmekle muazzam bir dini matematik sistemi meydana çıktı. Bu matematiğe sadakat imamın şartı oldu. Dinden bütün ruh sıyrılarak kendisiyle hiç alakası kalmayan bir iskelete iman adı verildi."
Sonuç olarak düşünmeye başlama zamanını geçirmemeliyiz.  Çünkü egemen guruplar, kendi iktidarlarını sürdürmek için yaptıkları yanlışlarıyla yaşayamaz hale geldikleri zaman; maddî ve mânevî elit tabaka arasında şu veya bu biçim şeklinde bir kriz durumu ortaya çıkar. Bu nedenle devlet siyasetinde de bir kriz yaşanır, ezilen hangi taraf ise hoşnutsuzluk ve öfkesi ile birden bire bu krizin yol açtığı çatlaktan sızarak yıkıma doğru harekete geçer. Bu bir yıkılıştır. Onun için gerçekleri görme zamanı gelmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir benzetme yaparak çok güzel bir örnek verir: “Allah’ın sınırları üzerinde duran (onları) aşmayan kimse ile o sınırların içine düşen kimselerin benzeri, bir gemi halkının benzeri gibidir. Onlar gemi üzerinde kur'a çektiler. Bazısına geminin üstü düştü, bazısına da altı (ambar kısmı) isabet etti. Geminin alt kısmında bulunanlar su almak istedikleri zaman yukarıdakilere uğruyorlardı. Bunlar (kendi kendilerine) biz nasibimiz olan ambarda bir delik açsak (rahat eder) ve üstümüzdekilere de sıkıntı vermemiş oluruz dediler. Şimdi üst katta olanlar, aşağıda olanları bu talepleriyle baş başa bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Fakat onların bu istediklerine engel olurlarsa hem kendilerini ve hem de diğerlerini kurtarmış olurlar.” [28]

TASAVVUFÇU KALPLER


Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder vâiz,
Okur açmış kitâbını bu halkı ağladır vâiz.
 
İki bölmüş cihân halkın birini cennete salmış,
Eliyle kürsüden birin Tamû’ya sarkıdır vâiz. 
Sıçar ağzından ateşler yakar şeytân-ı mel’ûnu,
Sanasın yedi Tamûnun azâbı kendidir vâiz. 
Tamûya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer,
Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir vâiz. 
Yaraşur va’z ana hakkâ ki yanar yakılur her dem,
Niyâzî’nin hemen ancak cihanda adıdır vâiz.
 
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz

Dün bir mecliste idik.
Vaizin önüne oturduk.
Kariyerli Tasavvufçuydu. Bilgisi boyunu da aşmıştı. Kendiside tepesine oturmuş, bilgi ve hayat arasında kalmıştı. Bu nedenle aşağıları görmekte çok zorlanıyordu, hayattan kopmuştu. Tasavvuf hayatın kendisi idi. Fakat o hiç hayatı içinde değil, bilakis hayatı yönlendirici fikirlerini vaiz havasıyla veya talebeye fikir bombardımanı yapan edasındaydı. Aslında niyeti temizdi. Kendisi kopmuş gibi bir güzellikten bir güzelliğe uçan kelebek, etrafındaki çiçekler ise onun kanat çırpışlarıyla sallanıp bir arıya özlem duydukları görülüyordu.
Zaman değişmişti. Arı olmak yok artık, sadece güzelliğini etrafında büyütüp hayran bırakan kelebek olmak vardı.
Saatler geçti, gece sızlandı, bitiş düdüğünü bekler olduk. Çünkü çözüm ortada yoktu.
Peki, niye geldi bu insanlar?
Birini dinlemek için mi?
Kitabı olan insan niye yazdıklarını anlatır ki?
Boşuna emek sarf ediyor, olmak ne üzücü bir şey.
Niçin yaşadığı şeyleri anlatmıyor bu insanlar?
Tabi ki, yaşadıkları bir şeyleri yokta, ondan.
Tasavvuf ise kitabın dışına artık çıkmakta zorlanmakta, yaşanmak istese de,  bir sorunu var gibi.
Bilindiği üzere insan satışı sevendir. Anlatışlar, insanı da her zaman rahatlatır. Anlaşılıyor ki; insanların hayatı artık değersizleşti. Hakikatte ise tasavvufçular yaşanan şeyleri anlatarak bu yolu geliştirdiler.
Şimdilerde ise kitap çok, hoca, çok, şeyh ise gani;
Ne eksik?
Eksik olan ne mi?
Ciğer!
Ciğersiz duyguları olanların, insanlara vereceği bir şeyi olabilir mi?
Sonuçta bu gidişle bir şeyler karışacak. Sonra tekrar demir bilekli, taş kalpli Cengizler tekrar ortaya çıkacak, kimsede çare bulamayıp terk edecek bu güzellikleri. Fethullah Gülen Hocaefendi anlatıcılar gerçeğini çok güzel açığa vurmaktadır.
[Ben çok sukûtî insan tanıdım, geçenlerde bir yazıda da onlara dair ipuçları vermeye çalıştım. Konuşmaları icap ettiği yerde o in­sanların da bazen konuştukları olurdu, ama onların söz ve beyan­ları daha ziyade hallerinden süzülen manaları açmaya matuf, müphem hisleri şerh etme istikametinde ve gözsüzlere kapalı hakîkatleri avamîleşürme yönünde olurdu. Onlar halleriyle seslen­dirdikleri sükûtî hutbeleriyle herkesi mest ederlerdi. Onların hâl ve gönül derinliklerinden dolayı, dillerini bilen-bilmeyen hemen herkes ne demek istediklerini rahatlıkla anlar ve onlara büyülenirdi. Onların yanındayken “duydum, öğrendim ve inandım” ye­rine “gördüm, hissettim ve bende oldum” derdik. Konuşurken hikmet konuşurlardı. Sükût ederken de derin murakabe bakışla­rıyla insanın âdeta içini delerlerdi. Çok kaynağa uğradım, çok çeşmenin başına gittim, ama heyhat, hiçbirinde kovamı dolduramadım. Avare dolaştım, avare gezdim. Avare gezdiğime hâlim şa­hit değil mi? Ama laf ederken hikmet konuşan, sessiz dururken de tefekkür eden o sükutilerin sükûtu hâlâ üzerimde tesir icra eder. Onlarınki kristalleşmiş tefekkür, kristalleşmiş murakabe­dir.
Mesela; İhramcızâde İsmail Efendi[29] ile beraber olmuştum. Onca zaman içinde belki iki kelime ancak konuşmuştu. Ama boy­nunu bir yana kırıp boynu eğriymiş gibi, saygıyla duruşu, dizüstü oturuşu, mahcup tavrı ve her haline nüfuz eden, Allah’ın hu­zurunda olma havası bana çok tesir etmişti.
Hani hep deriz ya; “Çok güzel hutbeler dinledim, büyük ha­tiplerin sözlerine kulak verdim. Artık kulaklarım doydu. Fakat gözlerim aç. İslâm’ın lafını eden değil, onu yaşayan insan görmek istiyorum.” Maalesef, sözler, söz söyleyenden bîzâr. Hutbeler, ha­tipten bîzâr. Va’z u nasihatler vaizden bîzâr. Kimse kırılmasın, ben kendimi de dâhil ederek söylüyorum. Namaz kılan, Kur’an oku­yan, camide saf tutan insanların çehrelerinde haşyet görmüyo­rum. Allah’ın huzurunda duruyor oluşumuz halimize aksetmiyor, haşyet yok duruşumuzda. Kalpler ölmüş adeta. Saflar arasında müteharrik mezarlar gibi kıpırdanışlar durumumuza tam uyuyor. Bir cenaze yatıyor, kalkıyor, eğiliyor ve doğruluyor; çoğumuz ce­naze gibi Allah huzuruna geliyor ve cenaze gibi gidiyor. Ve dola­yısıyla da müslümanlar adına iyi bir görüntü olmuyor, hâlimiz kimseye bir şey ifade etmiyor.] [30]

ZAMANDAKİ GEÇMİŞ VE GELECEK


[(İnsana göre) kâinattan daha büyük, ya da eski bir şey yoktur.
Peki, biz nereden geldik?
Kâinat nasıl var oldu?
Kâinatta yalnız mıyız?
Oralarda bir yerlerde uzaylı var mı?
İnsan ırkının geleceği ne?
1920'lere kadar, insanlar kâinatın durağan olduğunu ve zamanla değişmediğini düşünüyordu. Daha sonra kâinatın genişlediği keşfedildi. Uzaktaki galaksiler bizden uzaklaşıyordu. Bu, galaksilerin bir zamanlar bize yakın oldukları anlamına geliyordu. Eğer geriye gidersek, 15 milyar yıl kadar önce, hepimizin birbirimizin üstünde olması lazım. Bu Big Bang idi, kâinatın başlangıcı.
Peki Big Bang'den önce bir şey var mıydı?
Eğer değilse, kâinatı kim yarattı?
Neden kâinat Büyük Patlama'dan sonra bu şekilde gelişti?
kâinat teorisinin ikiye ayrılabileceğini düşünülmektedir.
Birincisi, kanunlar. Bir zamandaki tüm durumlar verilince, kâinatın evrimini belirleyen Maxwell denklemleri[31] ve genel görecelilik.
Ve ikinci kısım, kâinatın ilk hali ile ilgili soru sorulmuyordu. İlk kısımda çok iyi gelişme kat ettik ve evrim kanunları hakkında en uç durumlar hariç her şart için bilgiye sahibiz. Fakat daha yakın zamana kadar, kâinatın ilk hali hakkında çok az bilgiye sahip idik. ][32]
 Stephen Hawking’in bahsettiği sorunlar ile zamanın da kendi içindeki bilmecesi hala devam etmektedir. Çünkü her şeyi yaratan Allah Teâlâ hakkında yeterli bilgi bulmak mümkün olmayınca başlangıcında ve geleceğinde bir insanlık açısından bilinmezi olacağı kesindir.
“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır.”   
“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıy) ım. Gece ve gündüz benim elimdedir” [33]
[Pek çok ilim adamı şu soruların cevabını aramıştır:
“Allah Teâlâ’daki tekillik nereden geliyor?”
“Allah Teâlâ’dan önce bir şey varmı?”
“Kâinatın sınırının ötesinde ne var? ve en önemlisi “Kâinat hayatını başlatan şey nedir ne niçin bunu yapmıştır?” Bilim cevap veremez. Din en azından bir yön gösterir.] [34]
 [Zaman bilim için çok önemlidir. Zamanın gerçekliğini inkâr, sıradan saat zamanı içinde yaşayan kimselerin hep aklını karıştırmıştır.] [35]
 [Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz gelmemiştir, geçmişin artık varlığı kalmamış­tır, şimdiki zaman da ortalıkta değildir. Oysa bizler zaman­dan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki şeylerin ileride olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şim­diki şeylerin ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var olmama savına direnişi geçici olarak des­tekleyenin, dilin kullanımı olduğunu görmek de dikkate de­ğer bir özelliktir. Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yat­kın bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konu­sundaki bir sava temel oluşturur: “Zamandan söz edince, onu anlıyoruz kesinlikle; bir başkasının ondan söz ettiğini duyunca da yine anlıyoruz” (Augustinus, İTİRAFLAR 24,176).
“Nedir ger­çekten zaman? Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir soran olur da açıklamaya kalkarsam, bilmiyorum” (Augustinus, İTİRAFLAR 14, 17).
Böylece ontolojik paradoks, dili yalnızca o kuşkucu delille karşı karşıya getirmekle kalmaz, dili de ken­di kendisiyle karşıt duruma sokar:
“geçmiş olmak”, “birden­bire meydana gelmek”, “olmak” gibi fiilerin olumluluğu, “... artık yok”, “... henüz olmamış”, “... hep ... değil” gibi belir­teçlerin olumsuzluğuyla nasıl bağdaştırılabilir? Demek ki so­runun sınırları bellidir:
“Eğer geçmiş artık yoksa gelecek he­nüz olmamışsa, şimdi de hep şimdi değilse, bu durumda za­man nasıl var olabilir ki?
Bu başlangıç paradoksu üstünde distentio tema'sının do­ğacağı ana paradoks yükselir. Olmayan bir şey nasıl ölçülebi­lir? Ölçme paradoksu doğrudan doğruya zamanın var olma ve var olmama paradoksu tarafından üretilmiştir. Burada da dil görece olarak güvenilir bir rehberdir. Uzun zaman ve kısa zaman diyoruz, bir biçimde uzunluğu gözlemliyor ve ölçümler yapıyoruz (bkz. İTİRAFLAR 15, 19'da ruhun kendi kendine seslenişi: “Sa­na zamanın yavaş ve ağır ilerleyişini algılama ve ölç­me yeteneği verilmiştir. Ne yanıt vereceksin bana?”). Üstelik yalnızca geçmiş ve gelecekle ilgili olarak uzun ya da kısa ol­duklarını söyleyebiliriz. Aporinin “çözüm”ünü öne almak için şöyle diyebiliriz: İnsanlar geleceğin kısaldığını, geçmişin ise uzadığını dile getirirler. Ama dil, ölçme işini doğrulamak­la sınırlar kendini; nasıl olduğuna ise, yine yanıt veremez; “nasıl oluyor da...”, “hangi sıfatla” (sed quo pacto, 15, 18) diye sorar yalnızca.] [36]
“Kâinatta geçmiş ve geleceğin birlikte var olduğu hipotezini öne sürebiliriz. İşte bu nokta da, şu sorular ortaya çıkabilir:
Geçmiş ve gelecek birlikte varsa, şimdiki zaman var mıdır?
Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki uçlarıysa, şimdiki zaman denilen şeyi nereye koymak gerektir?
Acaba şimdiki zaman dediğimiz şey, durmaksızın değişen, tek tek anlardan mı oluşmaktadır?
Acaba biz insanların zaman gerçeği;   hep şimdi, şu anda yaşadığımız kısa kısa anlardan mı meydana çıkı­yor?
Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:
Yok, olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah Teâlâ’ya perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. [37]
[Muhakkak tüm zıtlar nihai zeminde birdir] [38] Kuantum Kuramına göre de evrende süreksiz bir bütün­lük vardır ve her geçmiş gelecek ile anında etkileşir. Bu ku­ramda zaman kavramı yerine “an” kavramı kullanıldığı­nı görerek anlıyoruz!
'Şimdiki an' içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem geçmişten hem de gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü akan bir zaman kavramı, bizim için sa­dece pratik önemi olan bir yaklaşımdan iba­rettir. Gerçekte zaman, süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde bir bütün­dür ve bir an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması zorunlu değildir. An adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta sıfıra yakın olmakla birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre Kuantum kuramındaki Planck[39] sabiti ile orantılı olup Planck zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu Planck süreleri arasında bir var ol­makta, bir yok olmaktadır.”   [40]
 Kur’ân-ı Kerim’de gelmiş olan ayetlerdeki zaman anlayışı da konu hakkında bize yeterli bilgi vermektedir. Yani insanın anladığı zaman ile veya bir şeyin diğer şey ile zaman farkı çok bariz şekilde görülmektedir. Üzeyir aleyhisselâm hakkında gelen ayetler ;
Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki:
“Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki:
“Ne kadar kaldın?” O:
“Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi. (Allah ona:)
“Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?” dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki:
“(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir. ”  [41]
İnsan, yiyecek ve merkebi üçleminde zaman nasıl  farklı tecelli ettiği ve algılanıldığı anlaşılmaktadır. Yine Ashab-ı Kehf hakkındaki ;
“Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. [42]
“Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki:
“Ne kadar kaldınız?” Dediler ki:
“Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki:
“Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” [43]
“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki:
“Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [44]
Bu ayetler ile geçmiş ve gelecek zamanın içinde kaybolup gitmektedir. Hakikatte zaman kavramının en temel gerçeklerinden biri de geleceğin geçmişten farklı gözükmesidir. Fakat kâinat bilimi açısından bakıldığından geçmiş ve gelecek aynı gözükebilmektedir. Bu durumdan da anlaşıldığına göre kâinatın doğru gözlemlenemediğidir.
[“Duyularımız yeterince hassas olsaydı, hareketsiz haldeki sarp kayalığı dans eden bir kaosu algılardık.”[45]    ] [46] Bu bakışa sahip olmak çok zordur. Bu nedenle geleceğin sıkıştığı yerde zamanın geriye doğru akmaya başlaması ile gelecek geride kalmayıp geçmişin önüne geçer. Yukarıda bahsedilen engel olmamış olsaydı bu daha iyi fark edilecekti.
Mesela Dünya yüzeyi üzerinde belli bir yöne veya geleceğe gidildiğinde, hiçbir zaman aşılamaz bir engelle karşılaşılmaz ya da bir kenardan aşağı düşülmez; sonunda başlanılan yere geri dönüleceği görülmektedir.
Geçmiş başlangıç noktası olarak tanımlandığı sürece, dünya üzerindeki hareket bizi geleceğini belirlediğimiz noktaya götürürken yine geçmişe tekrar götürür. Dünya üzerindeki şartlarda çizgiden dışarıya taşmak gibi bir durum söz konusu değildir; çünkü çember boyutludur. Öte yandan, ilerlediğiniz yol zamanın sınırlarıdır. Zaman yoksa sınırlarınızın sınır olduğunu anlamanız mümkün olabilir mi? Dolayısıyla elbette ki sınırı yoktur dersiniz, fakat sınırları vardır.
[Bu çeşitliliğin ve birliğin birliği içinde kişi çeşitliliğe baktığında tarihte, değişimden ve olaylardan söz edebilir. Ama birlik penceresinden bakılınca hiçbir şeyin olmadığı her şeyin zaten öylece var olduğu sonucuna varılıyor. ] [47]
[Görünmeyen düzende zaman ve uzay içinde ayrım yoktur. Dolayısıyla ayrım yapmamızın nedeni bizim temel gerçeklik olarak görünür dünyaya büyük ölçüde bağlanmamızdır. Görünür dünyadaki ana esas, bir şekilde görece ayrı olan ve fakat etkileşim içindeki birimlerin varlığıdır. Görünmeyen gerçeklikte her şey birbirine nüfuz etmiş, birbiriyle bağlantılı halde birdir. Mamafih insanlığın bilinci derinlerde birdir. Bu bariz bir kesinliktir, çünkü vakumda bile madde birdir ve eğer bunu göremiyorsak gözlerimizi buna kapadığımızdan dolayıdır. ] [48]
Sonuç olarak, alıntılardan anlaşılacağı üzere zamanı algılamak geçmiş ve gelecekle, dışıyla algıladığımızdır. Zamanı kürenin yüzeyleri gibi açınca, geçmiş ve gelecek kendi üzerine kapanmış bir yüzey gibi olduğu görülür.
[Şimdiki zaman sadece arada bir nokta olarak görünse geçmişin mevcut olduğu, şimdinin sınırlı bir süreye sahip bulunduğu ve geleceğin henüz var olmadığı bir zaman kavramına ulaşabilir.] [49] Ancak geçmiş ve gelecek için ayrımı düşünmek saat zamanı için kolay olurken Allah Teâlâ için bu çeşit ayrım olmamaktadır.

TOPLUMLARIN ECELİ


Toplumlar için câri olan bir hüküm vardır. Bu ise toplumun canlılık özelliği göstermesi, doğması, yaşaması ve ölmesidir. Canlılık özelliği olan topluluklar için kullanılan “ecel” kavramı bu özelliğinin devam edişinin sınırını Allah Teâlâ’nın topluma bırakarak adalet ve imtihan sıfatları ile tecelli ettirmiştir. Bu durumu en güzel şekilde Bedîuzzaman Said Nursi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz açıklamıştır.
 [Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev’-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah….][50]
[Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.] [51]
[Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.] [52]
Buradaki sözlerden anlaşılan kıyametin vaktinden önce kopabilir veya tehir olacağıdır. Toplumların ecellerinde zamanın göreceli olduğu anlaşılmaktadır.
 [Dünya hayatında toplumsal cezalandırma konusunda dikkate alınması gereken bir diğer kavram da “mühlet ve ecel” kavramlarıdır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de ; “…şayet yaptıkları yüzünden onları (hemen) muaheze edecek olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi fakat kendilerine tanınmış belli bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır…” [53] şeklindeki ayetlerden kavimlere bir mühletin verildiği, fakat bu mühletin izafî [54] olduğu zikredilmektedir. Ayrıca; 
“…eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti(işleri bitirilmişti)…”,[55]  “…eğer Rabbinden (azabın ertelenmesi ile ilgili) bir söz geçmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve isleri bitirilirdi)”[56].
Bu ve benzer ayetlerde[57] geçen “geçmiş sözden” maksadın: hesabın ve cezanın kıyamet gününe kadar tehir edilmiş olması veya kendilerine rasül göndermek gibi bir delile dayalı olmaksızın hiç kimsenin sorumlu tutulamayaca, cezalandırılmayacağı  şeklindeki bir sözün verildiği anlaşılmaktadır. Bu söze rağmen; yani: hesabın ve cezanın kıyamet gününe kadar ertelendiğine ve rasül gönderilmeden hiçbir topluma azap edilmeyeceğine dair Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu söze rağmen onlar hâlâ kitapta ayrılığa düşüp, kitabı yalanlıyorlarsa artık onların günahı kıyamete ertelenmeyecek kadar büyük, ağır ve haddi aşmış demektir. Onlar için dünyada helak kaçınılmaz ve ilahî azap gerçekleşmek durumundadır. Ayet; önce de zikredildiği gibi toplumsal yansımaları olan suçların öylesi vardır ki onların cezasının ahiret’e ertelenmeyecek kadar vahim ve yıkıcı olduğuna da işaret etmektedir. Bu bağlamda “…eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir erteleme sözü geçmemiş olsaydı aralarında hemen hüküm verilirdi…” [58] ayetlerden anlaşılan Allah’ın her ümmete bir ecel tayin ettigi,[59] onlara imtihanlarını verebilecekleri yeterli bir zaman bahşettiği, bununla birlikte, ifsat ve inkarlarını sürdürebilecekleri bir “sınır-ecel” tayin ettiği, ifsat ve inkarı gerçekleştirir gerçekleştirmez cezanın derhal verilmeyip ahirete erteleyeceğine dair bir sözün verildiği anlaşılmaktadır. Bütün bunlar sınırsız ve süresiz bir durumun söz konusu olduğunu ifade etmediği gibi, bilakis ecel ve sınır asılınca dünyada cezanın devreye gireceğine işaret etmektedir. Zira inkâr ve ifsat toplu olarak yapılıyorsa helakin kaçınılmaz olduğu da bir sünnetullah gereğidir. Dolayısı ile  “Allah’ın bu hususta koyduğu kanun (sünnetullah), hüküm olmamış olsaydı” anlamını da taşımakla birlikte dünya hayatında azabın sonsuza kadar ertelenmediği de anlaşılmaktadır. Kısaca ayet
“Bir kavim hak yoldan sapar ahlakları bozulur, hareketleri de muğlâklaşırsa Allah Teâlâ onlara; onları zillete düşürecek şeyleri musallat kılar ve onların azabını hesap gününe de ertelemez.” şeklinde anlaşılmalıdır. Ayrıca “Her ümmetin süresi vardır” ifadesinde geçen “ecel”in sadece yıl, ay, gün sınırlanmış bir zaman birimi olarak tanımlanması, bütün olarak ifadenin de sırası gelen her topluluğun mutlaka ortadan kaldırılması, helak edilmesi gerekir şeklinde anlaşılması mümkün görünmemektedir. Aksine ifade; kendisini gösterebilmesi için, her bir topluluğa verilmiş olan imkânların bir ahlakî sınırının bulunduğunu belirtmektedir. Bu sınır iyi amellerle kötü amellerin nispetine göre tespit edilmektedir. Nitekim bu durum, Allah Teâlâ’nın bir topluluğa iyi işleri kötü işlerine nispetle daha aşağı seviyeye düşünceye kadar müsamaha ettiğini, sınır asılınca o günahkâr ve rüsvay topluluğa artık hiçbir mühlet vermediğinden de anlaşılmaktadır. Sınırı aşan bu tür toplumların helakin, azabın bir sekliyle dünya hayatında cezalandırılarak yok olup gittikleri izlenmektedir. Bu sebeple ecel kavramında, tabii olarak zaman birimi bulunuyor olsa da asıl vurgunun ahlâkî sınıra, yani sınırlama yapıldığı görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim bu durumu söyle açıklamaktadır:
“Helak ettiğimiz hiç bir ülke yoktur ki, onlar hakkında kader olmamış olsun. Hiç bir toplum/ümmet ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” [60] bu ve “her ümmetin bir ecelinin olduğu” ifadesiyle anlatılmak istenen şey; işin geldiği andaki, noktadaki durumudur. Birinci ayet işin geriye dönülemez bir noktaya gelindiğini yansıtmaktadır. Bu noktaya gelmeden önce, ecelin öne alınması ve bu noktadan sonra da geriye bırakılması mümkün değildir. Bu sürecin seyrini belirleyen, ömrünü tüketen veya uzatan, toplumun bizzat kendisidir. Ecel ise belirlenen sürenin sonu olduğundan, ecel çizgisine gelip dayanan toplum için artık geriye dönüş yolları kapanmıştır. Bunun sebebi, toplumsal olayların meydana çıkısının bir süreci gerekli kıldığındandır. Bu süreç tamamlanmadan olayın ortaya çıkışı veya süreç bittikten sonra olayın geri alınması diye bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla ECEL, SÜRECİN SONU, ZİRVESİ, SINIRI, YANİ ULAŞILABİLECEK SON NOKTA, BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA, SÖZ KONUSU TOPLUM İÇİN ZAMANIN DURDUĞU ANDIR. ] [61]
Dünya şartlarına göre tekâmül zaman almaktadır. Onun için güzelleşmiş halimizi ve iyi insanları korumak hepimizin üzerine büyük bir borçtur.
Ey Allah Teâlâ’m! Senden sana sığınıyoruz. Gelecek ecellerimizi uzun vadeye yayda dinin ve insanlık için hizmet edelim.


GEÇMİŞE MUHTAÇ OLMA


Geçmişimizden kopmak istesek dahi geçmiş bizim geleceğimizdir. Üzüntülerimiz ve sevinçlerimiz geçmişlerimizle beraber gelmektedir. Bugünün yarın için olan geçmiş durumu karşısında sorumsuz olamayacağımız gibi tedbirsiz hareket etmekte büyük hasretlere sebep olacaktır.
[Geçmişe hakkını teslim etmek gerekmektedir. Geçmiş felsefi anlamda ne iyi ne de kötüdür. Ama gereklidir. Bir forma sahip olmak zorundayız -tamamen örtük düzen içinde yaşayamayız- Geçmiş artık uyum sağlayamıyorsa ölmeye hazır olmak zorundadır, ama o hâlâ ayakta kalmaya eğilim gösterir ve bu rahatsız edicidir. Ancak doğru şekilde anlaşılan geçmişin kendisi yeterince faydalıdır. Gördüğünüz gibi, geçmiş de yenilenmemizde rol oynayabilmektedir. Mutlak yenilenme -geçmişsiz mutlak yenilik olsaydı hiçbir şey olamazdı çünkü her şey tam oluşma anında yok olurdu. Eğer her şey bütünüyle yeni olsaydı hiçbir şey varlığını sürdüremezdi. O zaman geçmişle ilişki kurmanın doğru yolu geçmişi göz ardı etmemek isteriz tamda ona bağlanmaktan kaçınırız. Eğer geçmişten gelen bir şey karışıklık ve çatışma doğuruyorsa onun bir kenara atılması gerekir diye düşünülebiliriz. ] [62]
Büyük düşünmek için geçmişimizi gelecekle harman etmemiz gerekmekte olduğunu anladığımıza göre tedbiri elden bırakmak bir nevi ahmaklık gibidir. Allah Teâlâ milletimize büyük düşünen ve güzeli tavsiye eden kullar ihsan buyursun. Bu yardım üzerimize ihsan olmadığında küçülen insanların büyük işlerde aklı karışır ahmaklığı vizyona koyarlar. Ahmaklığı Hz. İsa aleyhisselâm dahi tedavi edememiştir. Akıl bir nimettir. Fakat hilebazlığa yönel akılda başa beladır.
 [İşte; ecdadında büyükler bulunmazsa, insan ister istemez küçük doğar, millet küçük yaşar. Ancak ecdatta büyüklükler olduğu halde insan onlardan nasipsiz kalırsa o bayağı insandır, ruh ve duygusunu benimsemiştir ve eğer ecdadındaki büyükleri çiğnerse, çiğnetirse o insan ruh âleminde canidir, elleri mukaddesat denen şey, fert olan varlığımızdan başlayarak Allah Teâlâ’ya doğru yönelmek için, bizi maziye tırmandıran ve orada benliğimize ulaştıran basamaklardır. Mazideki ruh kuvvetlerinin fethi, kendini yetiştirmede olan ferdin zaferidir.][63]
 “Her şeyin birbirine muhtaç olduğu fikrinden hareketle sınıflar ve unsurların ince sınırları aşılmadan bağlantılarını sağlamak üzere hareket edilmelidir.”
“Geçmişe muhtaç olma” ilişkilerin gelişme ve devamında gereklidir. Çünkü her şeyin aynı vasıfta olmadığı gibi farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Bir şey başka bir şeye muhakkak bir yönden bağımlıdır.
 “Özgürlük” adı altında geleceği geçmişinden “koparma”ların yanlış olacağı unutulmamalıdır. Yalnızlaşma geleceğin gelişimine en büyük darbeyi vuracaktır. Ayrılma fikirden gerçeğe seyrinde aldığı hız karşısında bocalayan geleceğin dönüşümünü tekrar sağlaması çok zor olduğunu düşünürsek tarihi gözden geçirmek çok önemli olacaktır. Temeli isyan üzerine kurulmuş bütün hareketler hayat girdaplarında acıları beraber getirdiği gibi milletleri ve devletleri yıkarken büyük balıkların hiç etkilenmediği unutulmamalıdır.

Fâilâtün,  fâilâtün,  fâilâtün,
Yüzün suyu değer cihanı bütün
Verirlerse dünyayı sen alma satın
Yüz aklığı iki cihana değer
Hak kul elinden intikamını kul eli ile alır
İlm-i Hakk-ı bilmeyenler anı kul yaptı sanır.
Cümle eşya Hakk’tandır kul eli ile işlenir
Emr-i Bâri olmayınca sanma bir çöp deprenir.
Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse
Ne taş kıymet kazanır, ne de kâse kıymetten düşer



KÜRESELLEŞME


Zamanımızda ülkeler el değiştirerek başka bir devlete katılması yerine şimdi, sınırları genişletmek, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırılmaktadır. Çünkü çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sinsi ve maskeli bir “emperyalizm” şekline başvurulmaktadır. “Modern emperyalizm” denilen bu şekil iktisadi ve kültür hayatı bakımından bir ülkeyi kendine bağlamak suretiyle menfaat sağlamaktadır. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri bu yolla kendilerine bağımlı hâle getirmektedirler. İnsanlarını kendi kültür ve ideolojileriyle yetiştirdikleri için felsefe, siyasi görüş ve yaşayış bakımından kendilerinden ayrılamaz hâle getiriyorlar. Bunun adına da KÜRESELLEŞME deniyor.
[Küreselleşme konusunda müthiş bir anlama ve yorumlama karmaşası vardır. Çağımızın moda söylemi ve gündem sözcüğü küreselleşmeye farklı anlam yüklemeleri yapılıyor. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, her şey birbirine karıştırılıyor ve gerçekler gerçekdışı gibi sunulmaya çalışılıyor.
Küreselleşme, Batı dünyasının sosyal, ekonomik, politik ve kültürel temelleri olan kapitalizm ve emperyalizmin yeni adıdır. Küreselleşme, kapitalizmle yaşıttır ve onunla eş anlamlıdır, dolayısıyla iddia edilenlerin tersine yeni bir süreç değildir.
Küreselleşme, 16. yüzyılda temellenen, ancak 19. yüzyılda dünya toplumlarına önemli ölçüde nüfuz eden kapitalizmin, günümüzde yerküreyi kaplaması ve dünyanın tamamına yayılmasıdır. Küreselleşmenin öznesi, Amerika ve Avrupa Birliği'dir. Küreselleşme, onların çıkarları doğrultusunda, dünyayı küçülten, ekonomi, politika ve kültür gibi ana öğeleri ulus-devlet üstü bir noktaya taşıyan, toplumlar üzerinde denetim kuran ve özellikle Batı-dışı mazlum toplumları tarih sahnesinden yok etmeye çalışan bir süreçtir. Kısaca, küreselleşme bütün toplumları yakından ilgilendiren ve insanlığın başına büyük belalar açan “YENİ KAPİTALİZM”dir.
Küreselleşme, kapitalizmin dönüm noktalarından biridir. Bu dönüm noktaları; kapitalizmin ve Avrupa'nın yerküreyi kuşatmasının sonucu olan modern kutuplaşmanın eşzamanlı doğumu, merkantilist (ticari anlayış) geçiş döneminin bitişi, Sovyetizmin sonu ve yeni bir küreselleşme aşamasının başlangıcıdır. Küreselleşme, 19. yüzyıl vahşi kapitalizminin restorasyonudur, laissez faire [64] ideolojisi ve politikasının zaferidir. Küreselleşme, dünyanın yeni liberal değerlerle beslenen ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik sürecidir. Küreselleşme, sermayenin Batı'da, özellikle Amerika'da birikmesine kaynaklık eden, dünya ölçeğinde kaosa, eşitsiz gelişmeye ve kutuplaşmaya yol açan bir süreçtir.
Kısaca, küreselleşme, kapitalizmin günümüzdeki boyutu ve görünümü, onun dünyaya dağılıp yayılması, esnemesi, dünyayı kuşatması ve en ileri aşaması olan emperyalizmin yeni adıdır.
Günümüzde küreselleşme adı altında kendisini kamufle eden kapitalizm, esas olarak insandan ziyade sermaye ve kârı önemsemektedir. Kapitalizmde amaç sermayeyi mümkün olabildiğince arttırmaktır. Bunun için de insanın emeğinin sömürülmesi, onun kendisine, işine, çevresine ve topluma yabancılaştırılması, ayrıca fiziksel olarak çöküntüye uğratılması ve bedeninin tahrip edilmesi oldukça önemsenir. Kapitalizmin temel dayanağı olan sermaye, özü itibariyle, “ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar” [65]
Yine, kapitalizmin varlığı, üretilen metaların satılmasına bağlıdır. Bunun için de kapitalizm, insanları, sürekli olarak tüketime yönlendirir. Kapitalizmin biçimlendirdiği sistemde insanlar aşırı derecede tüketen obur yaratıklar olarak görülür. Hatta kapitalizme bedeni oburlaştırma tasarımı da denebilir. Kapitalizm, yarattığı tüketim kültürü sayesinde insanları oburlaştıran bir sistemdir.
Küreselleşme çağında bireylerin yaşamının anlamı ve mutluluğu, tüketime bağlı hale gelmiştir. Birey, tüketiyorsa vardır, anlamlıdır ve mutludur, tüketmiyorsa yoktur, anlamsızdır ve mutsuzdur.
[İşte, çağımızda bedenin önemli bir öğe haline gelmesi, kapitalizmin bu mantığı ve doğasının bir sonucudur. Küreselleşmenin ördüğü tüketim toplumlarında tüketen esas öğe, bedendir ve bu yüzden beden büyük önem kazanmıştır. Başka bir deyişle, tüketim toplumunun temel bileşeni, bedendir. Tüketim kültürü, doğrudan bedeni hedef seçmiştir. Küreselleşmenin inşa ettiği dünyamızda birey, tüketici konumuna indirgenmiştir: “TÜKETİYORUM, ÖYLEYSE VARIM”, ana slogan haline gelmiştir. Ama bedeni sürekli tüketen birey, dış dünyadaki gerçekliği fark edemediği için de şizofrendir.][66]
Descartes'in “düşünüyorum, öyleyse varım” ya da bunun tam tersi bir algılama olan marxistlerin “varım öyleyse, düşünüyorum” söylemleri/kavrama biçimleri, artık yok gibi. Bu, bireylerin dış dünyayla bağlarının kopması, kendi, dışındaki gerçekliklerle anlamlı bağıntı kuramaması ve gerçeklik duygusunu yitirmesi olduğu için tam bir şizofreni durumudur.
KÜRESELLEŞME ÇAĞI, KİŞİLİK BOZULMALARININ ÖNE ÇIKTIĞI ŞİZOFREN ÇAĞIDIR. Küreselleşmeyle birlikte kişiliğin sadece bir bölümü hastalığa yakalanmamıştır (nevrozlar), genel kişiliğin bozulması (psikozlar) söz konusudur. Kısaca, Foucault'nun [67] dediği gibi, ruhsal hastalıklar, kişilik bozulmalarının hacmine göre nevrozlar ve psikozlar olarak ikiye ayrılır. Şizofren durum ise psikozlar içine dâhildir.
Şizofreni, ya da zihnin yarılması, insanın gerçeklerden uzaklaşarak, kendine özgü bir dünyada yaşadığı; düşünüş ve davranışlarda önemli bozukluklarla kendini gösteren bir rahatsızlıktır.
Şizofrenlerde çağrışım zinciri gevşemiştir, konuşmaları kopuk kopuk ve tutarsızdır.
Şizofrenler bir konu üzerinde tam olarak dikkatlerini toplayamazlar ve onlarda dikkatin seçiciliği bozuktur.
Şizofrenlerin hareketleri, tepkisizliğe kadar gidebilir. Şizofrenler, üretken olamazlar ve dış dünyayla ilişkilerinde içlerine kapanırlar.
Şizofrenlerde kendilik duygusu bozulur. Şizofrenler, kendi kimlikleri ve varlıklarının anlamını karıştırırlar.
Kapitalizmin günümüzdeki biçimi olan küreselleşme ile şizofreni arasında bağ kurmak mümkündür. Çünkü şizofreniyi inceleyen psikanaliz de, insanlığın başına makro sorunlar açan kapitalizm de bunalımların sistemidir, ikisinin de varlığını sürdürmesi, bunalımlara bağlıdır. Eş deyişle, gerek psikanaliz gerekse kapitalizm, problemler, krizler ve olumsuzluklarla yaşarlar, bunalımlar onların yaşama iksiridir. “Lucrece'in demiş olduğu gibi,
İktidarların hastalıklı kişilere ihtiyaçları vardır ki, bunlar hastalıklarını sağlıklı kişilere geçirebilsinler' söylemi kapitalizm için de psikanaliz için de geçerlidir. Yani kapitalizm bunalımları ve çelişkileri sonucu yıkılacaktır tezi burada bir duvara toslar. ... Asla kimse çelişkiden ölmedi”.
Kısaca, kapitalizm ve psikanaliz, bunalımlara gereksinim duyarlar. Örneğin, hastalık “yenilemediği vakit, 'yönetilmesi' gereken bir şeydir ve zorunlu olarak insani ilişkileri buna yerleştirmek lâzımdır”
Hayatımızı ekonomik olduğu kadar, siyasal, teknolojik ve kültürel yönleriyle çok boyutlu bir olgu olarak değerlendirilen küreselleşmenin çevresiyle etkileşim içinde olan bireyin ruh sağlığıyla ve dini hayatımızı da etkilemektedir. Bu etkilenmenin boyutları bazen kontrol edilmesi zorlaşan bir durum almaktadır. “ÖTEKİ VE DİĞERİ” kavramları kaybolduğu zamanımızda her şey birbirine kenetlenince sonuçlara ulaşmak ve inanmak zorlaşmaya da başlamıştır.
[Peter Beyer’e göre KÜRESELLEŞME 1960’lı yıllardaki bazı batılı teologların (İlâhiyatçıların) düşündüğü gibi TANRI’NIN ÖLÜMÜNE DEĞİL, ŞEYTANIN BELİRSİZLEŞMESİNE SEBEP OLMUŞTUR. KÜRESEL TOPLUMLARDA TANRI HALA DİRİDİR, FAKAT ONDAN KORKMAK GÜÇLEŞMİŞTİR. Dolayısıyla küreselleşme sürecinin kötü ve şeytanın dini yapıdan çıkarması veya belirsizleştirmesi geleneksel dinleri değişime zorlamıştır. Bu da dindarları kötülüğün ve şeytanın yer aldığı geleneksel yapının devamını ifade eden muhafazakâr ve şeytanın ve kötülüğün belirsizleşmesinin kabullenmesine vurgu yapan liberal[68] tercih arasında ciddi bir ikileme sevk etmiştir. Çünkü küreselleşme ahlaki kuralların varlık bilimi temellerini oluşturan iyi-kötü ayırımının belirsizleşmesine yol açmıştır. Zira günümüz küreselliğinin çok-kültürlü yapısının bir sonucu olarak din, dinin çoğulculuk bağlamında izafileşmiştir.][69]
Anlattığımız şekilde yaratılışın din, millet ve devlet etmenleri içinde bağımsız olması deformasyona uğrayarak tabii zenginliği, sanal zenginlikler içinde “buhran çılgınlığına” dönüştürerek kontrol edilen insanlar sayısının artmaması için “KÜRESELLEŞME” hikâyesinden kurtulmak gerekir.
Çok gelişmiş karşısında gelişimi tam sağlayamamış topluluklar “AŞAĞILIK KOMPLEKSİ” ile “YETERSİZLİK” “TÜKENİŞ” in etkisi altına eritilmesi, daha fazla kayıpların oluşmasına sebep olur. Hayalleri kalmayan nesiller, “HİÇ” olup, kölelik düzeninin bireyleri olmanın kaçınılmazı olacağı kesin görünmektedir.



SIRAT KÖPRÜSÜ (HIRS VE İTİDAL)


İnsan, fıtratındaki hırsından dolayı yükselme arzularıyla doludur. Hırs, son dönem insanında ise daha geçerli hüviyete bürünmüştür. Koşuşturmaca içinde geçen hayatımız bu hasleti daha fazlaca kamçılamakta olup, sersemleşmiş bir haleti ruhiye içine de itmektedir. İnsanın hırsı tek amaç olunca, bu hıza yetişmek için fedakârlıklarını sonuna kadar kullanmaktan kaçınmadığını görmekteyiz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs".[70]
"Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah Teâlâ tevbe edenleri affeder."[71]
İnsan hırsının kurbanı olsa da, olmasa da kavuşacağı kesin sonuç yok olmaktır. Yokluk bilincine kavuşan kişi için ümitler sonsuz olmadığı gibi kavuşmak ve mağdur olmak aynı değerdedir. Her zaman yükselmek düşüncesinde olan insan için bulunduğu hale şükretmesi, durumu itibarıyla sabırlı olup arzulara esir olmaması belki daha iyi olacaktır. Çünkü şartları zorlamak insanı etrafıyla çaresizliğe ve başarısızlığa sevk edecekse bu yükselmenin ve kavuşmanın getirisi hakkında ne düşünülebilir. Yani kavuştuğun her yükselme kişi açısından bir yok olma zincirini harekete geçirmektir.
Bir soru soracak olursak; her yükselmek ve kavuşmak yokluğa erişmek mi demektir?
Evet her yükseliş acizliğin farkına varmakta bir engeli kaldırır. Her kalkan aslında huzur verecek sanılırken acımızın artmasına sebep olmaktadır. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir. Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır.” [72]
Allah Teâlâ’dan korkmanın artışı ancak kendi yeteneksizliğine, acizliğine kavuştuğu zaman, insan benliğinden ancak kurtulmuş olur. Ancak bunu bulmak ise hem lütuf ve hayatın tadını kaybetmeyi yanında getirir.
“Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!” [73]
Artık dünya hayatı ona zevk vermez olmuştur. Bu meseleden hareketle insanın maddiyat ve maneviyat yolunda istemekle değil, ihsan yolu ile yükselmeyi talep etmelidir. Eğer bir kişi Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme dost olmak arzusunu içinde bulsa ve talep etse onun ilk karşılaşacağı sıkıntılara düşmek olacağıdır.
"Bir adam Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem'e; "ben seni seviyorum" deyince, Rasûlüllah;
 "Öyleyse fakirliğe hazırlan" buyurdu. Adam:
"Ben Allah Teâlâ'yı da seviyorum" deyince: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
" O halde belaya da hazırlan”, buyurdu. [74]
Sıkıntıya uğramak insana zarar vermez. Ancak sabır etme durumuna gelmekte zordur. Ancak ümitlerini kaybettiğine inanan ve olabileceği konumu fark eden kavuştuğu son yeteneksizlik ve acizlik konumu onu “kulluk” makamına getirir. Bu geliş ise onun benlikten kurtuluşu ve razı olma yolunu açar.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Allah üç şeyle imtihan eder;
Sıkıntı, Fakirlik ve hırs” [75]
Bahsedilen üç hal ile kurtuluşu bulmak mümkün olduğu kadar, kaybolmak yani heder olmakta ihtimalini de içinde barındırır. Ancak görülen odur ki hırslı olmak ile bazı şeylere kavuşmaktayız.
Yunus Emre’nin bahsettiği sırat köprüsünün hırs olabileceğini düşünebiliriz. Kıldan ince kılıçtan keskince olan bu halleri iyi anlamak bizler açısından önemlidir. Hırslar sütanne gibidir. Emmekle doyulmaz, fakat kavuşamadığın hırsın üzüntüsü ise hiç çekilmez durumdur. Ancak hırslar kurtuluşa doğru gidişin anahtarlarını taşır. Çünkü hırsla son çıkılacak makam yokluk ve acizliktir. Her çıkış doyum vermediğinden yeteneksizliğe kadar ulaşmaya çalışırız. Bu ise her şekilde kişiye ve diğer insanlara örnek olacak halleri ortaya çıkarır. Hırsla kavuşulacak son makamda ancak yokluk vardır.
Hulasa; her halimizde maddî ve manevi hallerimizde hırslı olmaktan çok orta yolu tutmak daha emniyetlidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin orta yolu tavsiye buyurması emniyet içindir. Çünkü maddî ve manevî yolların kurbanları vardır. Bunlar kontrol edilmeyen hırsların sonucudur. Maddî yolda hırsın zararı heder olarak kabul edildiği kadar manevî alandaki takdir edilmektedir. Ancak bu takdir edilen hırsın sonuçları ağır olduğu için talep edilen manevi hallerde, örnek şahısların özelliklerini uygulamada şeytanın ve nefsin hilelerinden emniyette olmak için itidalli olmak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tabiiyetin gereğidir.
“Doğrusu Biz, sorumluluğu (emaneti) göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir; onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim ve çok cahildir. (kabulüne rağmen emanete hıyanet etmektedir)” [76]
Burada bahsedilen cahillik için insanın hırsı olduğunu düşünebiliriz. İnsan eğer hırslı olmasaydı, bu cahilliğe meyletmezdi. Allah Teâlâ kullarına zulmettiğine göre burada teklif edilen emanete rağbet ederken insan neye razı oldu diye sorulabilir.
Âdem aleyhisselâma verilen bilgide insan bir şeyin farkında idi.
“Allah hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” [77] 
Bu meyanda hırslı olmak ile itidal üzere olmamızda kaderimizdir. Bize düşen sonunda aciz bir kul olduğumuzu bilmektir.
"Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete eren kimselerdir" [78]


 



[1] 2020: Rusya çökecek. Türkiye en büyük 10’uncu ekonomi olacak. Çin büyük bir kriz yaşayarak dağılacak.
2030:Dünya ABD kaynaklı büyük ekonomik krizle yeniden sarsılacak 
2040: Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak. Bölgesinde askeri müdahaleler yapacak. ABD-TÜRKİYE arasındaki gerilim artacak
2050: Türkiye, ABD, Polonya ve Japonya arasında 3. Dünya Savaşı çıkacak. 50.000 kişi ölecek.
2060: Enerji Devrimi Gerçekleşecek. 
2080: Petrol rezervleri bitecek, yerine uzay temelli enerjiler dünyada kullanılmaya başlayacak.
2100: Meksika ABD’ye savaş açacak. - NATO bitecek. Avrupa’daki Almanya Fransa ittifakı çökecek. Avrupa Birliği bitecek, hâkimiyet Polonya’ya geçecek.
- Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak.
- Başkent Ankara’dan İstanbul’a taşınacak.
- Karadeniz ve Akdeniz artık bir Türk gölü haline gelecek.
- Neo Osmanlı senaryosu gerçek olacak. Türkiye Osmanlının sahip olduğu topraklara yeniden hükmedecek
-Dünyadaki herkes Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenecek.
[2] Eskatologya: isim, felsefe (eskatolo'gya) Yunanca:  İnsanın ve dünyanın sonunu, öbür dünyayı anlatmaya çalışan tanrı bilimi kolu.
[3] (Armand MATTELART, 2005), s.24-25
[4] (Armand MATTELART, 2005), s.32-34
[5] Bearn prensi ve Fransa kralı IV. Henri (d. 13 Aralık 1553, Pau, Bearn, Navarre - 14 Mayıs 1610, Paris, Fransa)1589-1610 yılları arasında Fransa kralı, 1572-1610 yılları arasında Naverra Kralı. Bourbon hanedanından gelen ilk kraldır. Nantes Fermanı'nı yayımlayarak (1598) Fransa'da din ayrımcılığına geçici de olsa son vermiştir. 1610'da akıl hastası bir papaz tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.
[6] Amfiktyon: Eski Yunan'da, Delphoi'de barışı korumakla görevli delege,
[7] (Armand MATTELART, 2005), s.72
[8] [Gabriel Tarde, 1839'da yayımlanmış olan ulusların doğal hukukunun tarihiyle ilgili toplumbilimsel incelemesinde, "Grotius'un eserlerinde "Rönesans'ın Romalılıştırma, Hıristiyanlaştırma, feodalleştirme, insancıllaştırma gibi büyük öykünmeli dalgaların arka arkaya gelmesi sayesinde Avrupa halklarının XVII. yüzyılda eriştikleri ortak medeniyet derecesiyle açıklar.](Armand MATTELART, 2005)
[9] Bakara, 120
[10] Al-i İmran, 28
[11] Yâsin, 36
[12]  “O, her gün bir işle (meşgul)dür.” Rahman, 29
[13] Meşiet: dileme, irade, arzu, matlub, murad, istek.
[14] Mü’min, 16
[15]  BEKTAŞ, Arsev; Siyasal Propaganda, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002, s. 90
[16] (ÇİÇEK, 2006 ), s. 82
[17] Esoteric: (s.) belirli bir grup tarafından anlaşılan veya onlara hitap eden, hususi, özel, anlaşılması zor; gizli, saklı, mektum.
[18] HEPKON, Haluk, “Zeitgeist Kova Çağı Muhalefeti” Teori Dergisi Mart 2009 – SAYI: 232 http: // genclikcephesi. blogspot. com 
[19]  ACAR, Sadık,  Medeniyetler Çatışması mı, Menfaatler Çatışması mı?, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü  s. 15
Armand MATTELART trc: Şule ÇİLTAŞ Gezegensel Ütopya Tarihi Kehanetsel Kentten Küresel Topluma (Histoire de I’utopie planetaire De la cite prophetüque o la societe globale ) [Kitap]. - İstanbul : Ayrıntı, 2005.
ÇİÇEK J. Ütgm. Erdogan Günümüzde Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik Operasyonlar Teorisi [Kitap]. - Ankara : Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-220011, 2006 .

[20] Yusuf, 21
[21]Bkz: (Fernanad BRAUDEL, 2006), s.41
[22] Müminûn, 1
[23] bkz: (Fernanad BRAUDEL, 2006), s. 97
[24] ARSLANOĞLU, İbrahim: Kurumlar Sosyolojisi Ders Notları. Ankara, 2001, s. 55
[25] ZERRİNKUB, Hüseyin,  Medreseden Kaçış, İmam Gazzâli’nin Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, Anka Yayınları, İstanbul, 2001, s.130–136
[26] Determinism: Doğa'daki her olayın, dolayısıyla insanın tüm faaliyet ve davranışlarının kendi iradesi dışında seyreden bazı faktörlere tabi olduğunu ileri süren teori, gerekircilik.
[27] (TOPÇU, 1995), s. 205
KAYNAKÇA
Fernand BRAUDEL, t. A. (2006). Uygarlıkların Grameri. İstanbul: İmge.
SARTRE, J.-P. t. (1998). Özgür Olmak Antisemit'in Portresi,. İstanbul: 3. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
TOPÇU Nurettin, H. E.-I. (1999). Yarınki Türkiye. İstanbul: Dergâh Yayınları.
TOPÇU, N. t.-M. (1995). İsyan Ahlâkı —Conformisme et Revolte. İstanbul: Dergah Yayınları.

[28] Buhari, Şirk,6; Tirmizî,  Fiten, 13
[29] Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Sivasî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (d. 1880-hyt. 2 Ağustos 1969)
[30] (M.Fethullah GÜLEN, Ümit Burcu, İstanbul, 2005)

[31] Maxwell denklemleri, James Clerk Maxwell' in toparladığı dört denklemli, elektrik ve manyetik özelliklerle bu alanların maddeyle etkileşimlerini açıklayan bir settir. Bu dört denklem sırasıyla, elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss Yasası), manyetik alanın kaynağının, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve değişken elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve değişken manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday' ın İndüksiyon Yasası) gösterir.
[32]“Stephen Hawking kâinat hakkında büyük sorular soruyor” http://www.ted.com, TED Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009
[33] Müslim. Elfâz. 5; İbn. Hanbel. II/237.272
[34] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.32
[35] (Renée WEBER, 2001 ),s.33
[36] (Paul RICŒUR, 2007), s. 33
[37] Mesnevi, c.I, b.2200
[38] (Renée WEBER, 2001 ),s.47
[39] Max Karl Ernst Ludwig Planck (23 Nisan 1858, Kiel - 4 Ekim 1947,  Göttingen), Alman fizikçi. 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi.
"Kuantum Kuramı"nı geliştirmiştir. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen "Planck sabiti"ni ve "Planck ışınım yasası"nı buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.
[40] (ÖZDER, 2006), s.153-155
[41] Bakara, 259
[42] Kehf, 11-12
[43] Kehf,19
[44] Kehf, 25-26
[45] F. Nietzche
[46] (Renée WEBER, 2001 ),s.217
[47] (Renée WEBER, 2001 ),s.49
[48] bkz:(Renée WEBER, 2001 ),s.60
[49] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.228-229
ÖZDER Cengiz Kuantum Felsefesi ve Mutluluk [Kitap]. - İstanbul : Okyanus, 2006.
Paul RICŒUR trc. Mehmet-Sema RIFAT Zaman ve Anlatı [Kitap]. - İstanbul : YKY, 2007.
Renée WEBER trc:Orhan DÜZ Kesişmeler Bilim Adamı Ve Bilgelerle Diyaloglar (dialogues with scientists and sages) [Kitap]. - İstanbul  : İnsan , 2001 .


[50] Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 37
[51] Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 43
[52] Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 57
[53] Kehf, 55-59; Fâtır, 45.
[54] Hac, 42-48.
[55] Hûd, 110.
[56] Yûnus, 19.
[57] Tâhâ, 129; Fussilet, 45.
[58] Şûrâ, 14-21; Ra’d, 32.
[59] Ra’d, 38.
[60] Hicr, 4-5.
[61] KÜÇÜK Ahmet Kur’ân’da Toplumsal Sınanma Ve Sonuçları [Kitap]. - Konya  : Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim Dalı Tefsir Bilim Dalı Doktora Tezi-211060 , 2006 .s, 239-241
[62] bkz:Renée WEBER trc:Orhan DÜZ Kesişmeler Bilim Adamı Ve Bilgelerle Diyaloglar (dialogues with scientists and sages) [Kitap]. - İstanbul  : İnsan , 2001 .,s.121-122
[63] Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 58.
[64] Laissez faire: (Fr.) hükümetin sanayi ve ticaret işlerine müdahale etmemesi prensibi.
[65]MARX, Karl; Kapital I-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1986, s.247
[66] KIZILÇELİK, Prof. Dr. Sezgin; Küreselleşme, Beden Ve Şizofreni” C. Ü. Tıp Fakültesi Dergisi 25 (4), 2003 Özel Eki; 8. Halk Sağlığı Günleri, (Halk Sağlığı Ve Sosyal Bilimler, 23 - 25 Haziran 2003 Sivas)
[67] FOUCAULT, Michel; Psikoloji ve Ruhsal Hastalık, Çeviren: Muhsin Hesapçıoğlu, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 27-28
[68] Liberal: s. liberal, özgür düşünceli, hür, serbest fikirli, cömert, bol, oldukça büyük, serbest, genel
[69] M. Naci KULA; 21-23 Eylül 2003 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi, “Küreselleşme ve Din “ isimli sempozyumunda tebliğ olarak sunulan metnin makalesi; Çoştu, Yakup; “Hemojenlik ve Heterojenlik Arasında Küreselleşme Din İlişkisi, İslamiyat VI, 2003, sayı: 2, s. 73, 74;
[70] [Buharî, Rikâk 5; Müslim, Zekât 115, (1047); Tirmizî, Zühd 28. (2340), : İbnu Mâce, Zühd 27, (4234).
[71] [Buhârî, Rikâk 10; Müslim, Rikak 116, (1048); Tirmizî, Zühd 27, (2338).]
[72] Fatır, 28
[73] Meryem, 23
[74] Tirmizî, Zühd, 36

[75] Iraki, IV/223, Beyrut,    1992
[76] Ahzab, 72
[77] Talak, 7
[78] Haşr, 9

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar