Print Friendly and PDF

TANRI BU VARLIĞI NİÇİN YARATTI?

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: M. Şerafeddin YALTKAYA
“Cihanın izhar olunmasında hikmet Allah’ın ezeldeki ilmi layezalde [ezeli ilminde] husul bulmak” ve İlmî vücut aynî vücude inkîIap ederek ilm ayin ve ayan olmaktır.
“Her ne kadar gebe kadın-karnında çocuk olduğunu ve bunu acılar ve ağrılar ile doğuracağını bilirse de doğurmadıkça doğurmak sıkıntısı ne olduğunu bilmez..[Yani nasıl olur diye kendi zatı bilmek istedi]
[ (Ankaralı) “Şeyh İsmail Efendi” nin mesnevi şerhi C. 2 S. 164]
**
Bu sorguya eski ve yeni mütefekkirler türlü türlü cevaplar vermişlerdir.
Semavî kitaplarda dahi bunun cevabı bir değildir.
En eski kitap olan ( Tevrat) ın birinci (Tekvin) kısmında Tanrının; yaratılmışları altı günde yarattığı bildirilirken gündüz ve gece; yer ve gök ve başka şeylerin var edilmeleri ve nihayet altıncı günde Tanrının kendisine benzemek üzere kendi sıfatında yaratmış olduğu insanın var edilmesi yalnız Tanrının [şu olsun, bu olsun] diye kendi iradesinin neticesi olarak gösterilmiştir. Bu yaratılmışların yaratılmalarında ayrıca bir sebep ve hikmet bildirilmemiştir.
Bu kitaba göre insanların ilk babaları olan ( Adem ) yer yüzünün toprağından yaratılmış ve burnundan hayat nefhası üfürülmek suretiyle  ruh sahibi olmuş ve (Adn ) de yapılan bahçeye yerleştirilmiş idi. Görünüşü güzel ve mahsulleri iyi ve tatlı olan her türlü ağaçlarının altında gür gür nehirler akan bu bahçede (Adem) her ağacın meyvasından yiyecek; yalnız bahçenin ortasındaki ( hayır ve şerri bilmek ağacı ) nın meyvasını yemeyecek idi.
( Şeytan ) a ve karısı (Havva) ya uyarak bu ağacın meyvasından yediğinin cezası olarak ( Adem) ve (Havva) (Adn) bahçesinden çıkarıldılar. Ve yine ceza olarak ( Adem) e [ ömrünün bütün günlerinde meşakkatle ve alın teri ile ekmek yiyeceği ] bildirildi.
Buraya dek bu kitaptan kısaca aldığımız parçalardan anlaşıldığı veçhile Tanrının mahlûkları yaratması bir sebep ve illete binaen değil; salt dilemesiyle olmuş ve de insanın hayatın ağırlıkları altına girmesi bir hatasının cezası olmak üzere vuku bulmuştur.
(İncil) e gelince: Bunda ( Polis ) in ( Korintos ) lılara ikinci mektubunun on birinci babındaki şu: “Çünkü sizi bir ere yani Mesih’e pak bakire arzetmek için nişanladım» cümle ile (Matta) ( )nin yirmi ikinci babındaki şu:
“Ve İsâ onlara hitaben tekrar temsiller ile söyleyerek dediki: [ Melekûtüssemavat — göklerin hanlığı ] oğluna düğün yapan bir padişaha benzer. Kullarını; davetlileri düğüne çağırmak için gönderdi.... ve devamı… düğün tafsilatını gösteren kısmın ve de ( Yuhana ) rüyasının yirmi birinci babındaki şu:
“Sonra son yedi belalar ile dolu yedi kadehi tutan yedi melekten biri yanıma gelip bana hitaben; gel sana kuzunun zevcesi olan gelini göstereyim dedi...» cümlelerin tefsirlerinden Hristiyan kelamcıları bir aşk ve sevda romanı çıkarmışlar ve demişlerdir:
“Kuzu İsâ daima baba ile ananın yanında bulunmaktan» bıkıyor. Derdine ilaç ve aşk u sevdasına amaç istiyor. Kendisini sıkıntıdan kurtaracak bir yâr arıyor. Kendisinin evlenmek zamanı da gelmiş ve hattâ geçmiştir de...»
“Fakat buna bir dildar ve bir zevce-i vefakâr nerden» “bulmalı?!. Henüz güzeller ve güzellik perisi olan ( Venüs )» “dan bir nişan yok...»
“İşte bunun için ( baba ) bir emir vererek yedi göğü yaratıyor ve bunları nurdan yaratılmış melekler ile dolduruyor ve güzel ve zarif bir âlem var ediyor. Bunlar hep kuzunun» “eylenmesi ve avunması için yara diliyor. Fakat; Kuzu bunların hiç biriyle avunmuyor. Ne göklerin kerrubilerinin tazimleri ve ne başka meleklerin tesbihleri buna hoş gelmiyor.»
“Bizim; ufacık küremiz var olur olmaz kuzu kerrubîlerin» kanatları üzerinde buraya iniyor. Burada gördüğü şeyler,,  arasında bir manzara kendisinin hayret ve istiğrakını mucip oluyor. Oda şudur:,,
“Bir yeşillik içinde akmakta olan bir ırmağın kıyısında,, “bir güvercin ve ağzı açık müthiş bir yılan ve burada otlayan ve meleyen bir kuzu. .
(Mesih ) güvercinde (          ruhu’l Kuds ) i ve,, “yılanda ( İblis ) i ve kuzuda kendisini görmüş idi ,,
“Yılan kuzuyu yütmek istiyorsa da güvercinin gagasından korkuyor. Kuzu ise daima meliyor, aradığını istediğini bir türlü bulamıyor ve otlaya otlaya ve koklayaya koklaya ilerliyor ve daima meliyor kuzu bu halde ilerledikçe yılan müdafaa vaziyetinde bulunmasına rağmen geriye çekiliyor “Meğer yılanın gerisinde bir ağacın arkasında hüsnile ( Venüs) ı gölgede bırakacak bir güzel varmış ki onun yüzünün güzelliğinin ve onun tenasübü azâsının ve yedi türlü nuranî renklerinin ve esrarengiz tezyinatının medihaları yalnız ( Süleyman) ın ud ve keman ile inşat ettiği neşidelerinde bulunabilir.,,
“İşte kuzu (Mesih) ya lâyık bir gelin.. .,,
“Kuzu; bu güzeli meleklerin kanatlarına bindireceği sırada birde baktı ki ne kuzu ve ne güvercin ve ne de yılan var!... Kuzu; sevdiği, sevebileceği maşukasının ruhnuvaz suretini görmüştü bunu (Ruh’ul Kuds) de görmüş idi. Bundan dolayı derhal ilk çift yaratılıyor ve bütün melekler ve gök askerleri onlara secde ediyorlar.,,
Dernek ki bu kitaba ve bu kitabın tefsir ve te’vilîerine göre bu varlık kuzunun hatırı için yaratılmıştır. Hilkatin gayesi kuzu ve onun gelini olan güzel kızdır ki buda Hıristiyanlarca ( kilise ) den ibarettir [[1]]
Kuran-ı Kerim’de bu varlığın ne için var edildiği hakkında bir ayet yoktur yalnız [51. sure ve 56. ayet] te [gerek perilerin/cinlerin ve gerek insanların Tanrıya ibadet etmeleri için yaratılmış oldukları bildirilmektedir ki bunda Tanrının müsbet ve menfi hükümleri ve şeriatı ile insanlar âmil olarak ıztırarî olan kulluklarının aynı zamanda hava ve heves daiyesinden kurtularak ihtiyarî olması maksadı İlâhisi vardır. Ve [20. sure, 132. ayet] te dahi bu mana mevcuttur, Ve [23. sure ve 115. ayet] [Siz; zannettiniz mi ki biz sizi boş yere yarattık. Ve siz dönüp bize gelmeyeceksiniz?!..] ayetten dahi Tanrının insanları yaratması dünyadaki amellerine mukabil ahrette mükâfat ve mücazatlandırılmaları sebebine mebni olduğu anlaşılmaktadır ki bu mananın dahi yukarı ki manayı itmam etmekte olduğu izaha mühtac değildir. [[2]]
[ 75. sure 36. ayet ] de dahi [ insan kendisini başı boş bırakılırım zanneder ? ..] diye insanın teklif ve mücazat ve mükâfata maruz olduğu beyan buyurulmuştur.
Bu suale cevap vermiş olan mütefekkirlerimizden tarih itibarile en eski olarak bildiğimiz zat (İbn-i Sina 428—370 h ) dır.
(Ragıp paşa) kütüphanesinde (1461) numaralı kıymettar bir mecmua dahilinde  namındaki (El Mecalisi Seb’a beyneş şeyh vel Amiri) namındaki risalede (ibn-i sina) ile (Amiri) isimli bir zat arasında şöyle bir muhavere vardır. S — mucidin halkı icadına sebep nedir?..
C — Bir şeyin diğer bir şeye karşı zahir olması zaille olurki bize zatlarda zahir ve münceli olan eşyanın zuhurları bu kabilden dir. [Gözümüzle Gördüğümüz ve elimizle tuttuğumuz şeyleri his ve idrâk etmemiz gibi ki elimizle tuttuğumuz meselâ bir kalem bize, Zatile mütecellidir. Eser ve sıfatıyla değil..]
Böyle zatiyle zahir ve mütecelli olmazsa kendisinden sadır olan eserlerde zahir olur, bir müesirin Bize kendisinden sudur iden eserile zahir ve mütecelli olması gibi.
Evvel ve hak olan zatın bize hissen zahir olması caiz değildir; ancak mef’ul ve mahlûk! olan şeyler ile bize zahir olur. Bu zatın zuhuru kendi asar ve masnuatının husul ve zuhuruna müteâllik olunca kendisi asla zahir olmamağı ihtiyar edebilir idi ki bu şıkka göre biz kendisini hiç bilememiş olduğumuz  o gibi bizce kendisinin vücud ve hikmeti dahi tahakkuk etmiş olurdu.„
Bu şık olduğu gibi bunun nekizi [bozan-yok sayan] olan şık dahi olabilir  idi ki vaki de budur. Zuhurun ihtiyar olunması elbette olunmamasından eşreftir. Zira zuhur vucuda müşabihtir nekiz ve mukabili ise ademe benzer. Hak ve hakiki hakim ise imkânın iki tarafından daima efzal ve eşref olan şıkkı tercih ve ihtiyar eder. Vucut ve atasının tamamını ifaza ve kudretinin kemâlini izhar ve ibraz eyler ve kendisi hakkında imkân şıklarının eşref ve efzalinî bırakıp ahassu erzelini ihtiyar etmek caiz olmaz. Çünkü o; hak ve hakiki hakimdir.
Şu halde mucidin yaratılmışları yaratmasının sebebi zuhur ve ademi zuhur taraflarından efzal ve eşref olan tarafın ihtiyar olunmuş olmasıdır.
(ibni sina) dan sonra bu hususta yazı yazmış olduğunu bildiğimiz zat (Hayyam 515 — 410 h) dır.
(473 h) de kendisine ( Muhammed b. Seyyid Er Rahim Nesevi) namında (İbni Sina) öğrencilerinden  fazıl bir zat bir mektup yazarak Tanrının alemi yaratmasındaki hikmeti sormuş ve hassatan insanın ne için yaratıldığını ve ne için ibadetle mükellef kılındığım da buna ilâve etmiş idi. (Hayyam) bu zata cevap olmak üzere bir risale kaleme almış idi.
Bu risale o asrın teşrifat adetlerine binaen bir çok dualar ve senalardan sonra şöyle başlar.
Sizce her keşten ziyade zahirdir ki (Kevn) ve (Teklif) meseleleri halli müşkül olan meselelerdendir. Bunların ikisi de nazar ve tefekkür erbabı katında ihtilâfı bais olmuş olan kaziyelere istinat eden türlü türlü çetin ve çetrefil kıyaslara ihtiyaç arzeden kısımlara ayrılırlar. Ve bu iki mesele (İlm-i A’la) ve (Hikmeti Evveli) nin en nihaî meselelerindendir. Ve bu meselelere dair söz söylemiş olan kimselerin sözleri biribirinden pek çok farklıdır. 
Binaenaleyh bu hususta söylenilecek sözün güç olacağı ve zihin yormadan anlaşılamayacağı tabiidir. Fakat siz; beni bu hususta söz söylemek şerefine nail etmiş olduğunuzdan şimdiye kadar benim tarafımdan ve benden evvel üstadlarımın taraflarından bu iki mesele hakkında icra edilmiş olan bahis ve tetkiklerin — vaktin darlığına ve ayni zamanda senin zekâ ve hadisinin az söz ile çok mana anlayacağına ve bunlardan başka bu baptaki sözlerim ifadeden ziyade istifadeye mün’atıf bulunduğuna binaen — hülâsalarını arz edeceğim:
Hikmette kullanılan zatî ve hakikî matlepler [İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye] üç tanedir ki bunlar diğer matlapların analarıdır. Bu üç matlap şunlardır:
1          — Bir şeyin sübutu ve tahakkuku olup olmadığını sormağa mahsus olan matlaptır meselâ: Akıl mevcut mudur değilimdir? denilince cevap olarak evet mevcuttur denilmiş olsa bu sual ve cevap ile aklın (inniyet) ve tahakkuku sorulmuş ve bunun inniyet ve tahakkuku olduğu söylenilmiş olur.
2          — Bir şeyin mahiyet ve hakikatından sorgu sormağa mahsus olan matlaptır. Meselâ: Aklın mahiyeti nedir? diye soran kim şeye karşı aklın hadd ü tarifi veya resmi tam veya nakısı veya lafzî tarifi ile bunun mahiyet ve hakikati hakkında söz söyleriz ki bu matlap; cevap veren kimsenin cevabını birinci matlapta olduğu gibi nefy veya isbat taraflarına hasretmez.
Cevap veren kimse için bu matlapta saha açıktır. Bahsin mevzuu olan şeyin tahdid ve tarifi olmak üzere istediği ve dilediği gibi söz söylemekte serbesttir.
3— Bir şeyin mevcudiyetinin sebep ve hikmetini anlamak için sorulan suale mahsus olan matlaptır. Meselâ: Akıl ne için mevcuttur diyecek olursak bu sual ile aklın mevcudiyet ve ademi mevcudiyetini ve yahut mahiyet ve hakikatini anlamak için değil  ne için ve ne sebebe binaen mevcut olduğunu anlamak ve bilmek için sorgu sormuş oluruz ki bu süal dahi ikinci sual gibi cevap veren kimsenin cevabını iki nekiz den birine yani ya nefye veya isbata hasretmez. Ve aynı zamanda ikinci sual le bu üçüncü sual arasında daha bir çok cihetlerle münasebetler vardır ki bunlar (mantık) kitaplarının (Burhan)a ait kısımlarında bildirilmiştir.
Bu üç matlabın üçününde bir çok taksimleri vardır ki bunların burada söylenilmesine lüzum yoktur. Yalnız ikinci matlabın birinci taksiminin neticesi olan iki kısmını söyleyelim:
A — Bir şeyin mahiyet ve hakikatinden hakikî surette bahseden kısımdır ki bu matlap; tabiatiyle bir şeyin sübutu ve tahakkuku olup olmadığını sormağa mahsus olan birinci matlaptan müteehhirdir. Zira: bir şeyin vücut ve sübutu olduğu bilinmedikçe o şeyin hakikatinden sorgu sorulmaz.
B — Bir şeyin mahiyet ve hakikatından hakikî surette değil; resmî surette bahseden kısımdır ki bu kısım her hangi bir ismin delâlet ettiği manayı şerh ve izahtan ibarettir vede bu kısım bir şeyin sübut ve tahakkuku olup olmadığını sormağa mahsus olan birinci matlaptan tertipçe müteehhir değil; tertipçe ona mukaddemdir.
Meselâ: biz (Anka) nın ne olduğu hakkında söz söyleyen kimsenin söylediği sözleri ve bu hususta verdiği izahatı dinlemeden (Anka) nın vücudü hakkında menfi ve müsbet bir hüküm veremeyiz. İkinci matlabın birinci taksiminin neticesi olan bu iki kısmı biri birinden iyice ayıramayan (mantık) cıların bazıları ikinci matlabın birinci matlaptan müteehhir ve bazıları dahi ikinci matlabın birinci matlaba mütekaddim olduğuna zahip olmuşlardır ki müteehhir olduğunu söyleyenlerin sözü bir şeyin mahiyet ve hakikatinden hakikî surette bahsedilmiş olduğuna göre doğru olacağı gibi mütekaddim bulunduğunu söyleyenlerin sözü de bir şeyin hakikatinden resmî surette bahsedilmiş olmasına göre doğru olur»
Üçüncü matlaba gelince: bu; diğer iki matlaptan müehhardir. Çünkü: biz', bir şeyin tahakkuk ve sübutunu ve hakikat ve mahiyetini bilmedikçe o şeyin ne için mevcut olduğunu araştıranlayız.
Bu üç matlaptan başka (Keyf ) ve (Kem) ve ( Meta ) ve ( Eyne) ve başkaları gibi yedi matlap daha vardır, ki bunların her hangi bir şeye tari olan arazlara müteveccih olmakla yukarıda zikrettiğimiz üç hakikî ve zatî matlaplara dahil olduklarından ayrıca zikredilmelerine lüzum görmemekteyiz.
Zahirdir ki: Mevcutların hiç biri bir nevi tahakkuk ve sübuttan hali değildir. Herhangi bir şeyin mağdumiyetten çıkıp mevcut olması demek bir nevi inniyet ve tahakkuka malik olması demektir. Aynı zamanda herhangi bir suretle olursa olsun tahakkuk ve subuta malik olan bir şeyin bir hakikat ve mahiyeti de vardır ki o şey başka şeylerden bu hakikat ve  mahiyetile ayrılır. Bir şey başka bir şeyden ayrılmayacak ve başlı başına taayûn eylemiyecek olursa mevcut değil; mağdum olmuş olur. Hakikî ve zatî matlaplardan olan bu (inniyet) ve (mahiyet) matlaplarından hiç bir mevcudun hali olması mümkün değilse de bunların üçüncüsü olub bir şeyin mevcudiyetinin sebep ve hikmetini anlamaya mahsus olan () mattabından hali mevcutların bulunmaları mümkündür ki bunlar da mevcut olmamaları mümkün olmayan   (Vacib) şeylerdir ki bunların mevcut olmamalarının kabulu muhali istilzam eyler. Ve hakikî surette bu sıfat üzere [mevcut olmaması mümkün olmamak] bulunan şeyin mevcudiyetinin sebep ve illeti olmaz. Böyle olan bir şeyin varlığı kendisinin zatiyle vaciptir ki bu da yalnız her vara varlık veren ve vergisiyle ve hikmetiyle her hayır kendisinden taşmış olan tanrıdır.
Şunu da ilâve edeyim ki:
Eşyanın mevcudiyetlerinin sebep ve illetleri bir silsile teşkil etmek suretiyle ilerler ve en sonda bu silsile nihaî bir sebep ve illette durur ki artık bu nihaî illetin üstünde başka bir sebep ve illet yoktur. Meselâ (A) ne için (B) dir?.. Sualine karşı çünkü [C] dir denilmiş ve buna da ne için [C] dir denilerek çünkü (D) dır diye sual ve cevap devam etmiş olsa en nihayette herhangi bir şeyin sebep ve illeti artık kendisinin üstünde bir sebep ve illet bulunmayan nihaî bir sebep ve illete dayanmak zaruridir.
Bu sual ve cevap namütenahi gidecek olursa ya (teselsül) ve ya (devr)  lâzım gelir ki bunların ikisi de muhaldir.   
Şu halde bütün mevcutların illet ve sebepleri kendisinin üstünde illet ve sebep olmayan bir illet ve sebebe dayanır ki bunun vücudu zatiyle vaciptir ve her cihet ve her cepheden kendisinde birlik vardır ve her türlü eksiklikten beridir. Ve mevcutların hepsinin sonu o olduğu gibi önü de odur.
Netice olarak şu anlaşıldık i üçüncü matlap; yani bir şeyin mevcudiyetinin sebep ve hikmetini anlamak için sorulan sualden ibaret olan matlap her mevcude tatbik olunamaz. Bu matlap; yalnız; mevcut olmamalarından mühâl lâzım gelmeyen mevcutlara tatbik olunur vacip ve vacip olduğu için vahid olan mevcudun sebebi mevcudiyeti sorulmaz...
Şimdiye kadar bahsettiğimiz mukaddemeleri göz önünde tutarak maksadımız olan (Kevn) ve (Teklif) meselelerine gelelim: (kevn) lafzının bir kaç türlü manası vardır. Ben burada; bu manalardan bizim maksadımıza taallûk edeni ele alacağım ki oda: 
Vücudü mümkün olmakla [yani vacip olmamakla] mevcut olmamasından mühâl lâzım gelmeyen şeylerin varlıkları manasın dan ibarettir şüphe yoktur ki bu varlıkların var olduklarında hiçbir kimse tereddüde düşüp [varlık mevcut mudur değil midir?.. ] diye mevcudatın sübut ve tahakkuklarından süal sormaz. Nerede kaldı ki mevcudatın var olduklarına dair delil ve burhan istesin!..
Bu varlığın var olmasındaki sebep ve hikmete gelince:— ki birinci mebdein katından aşağı doğru muntazam bir ter  tip ile mevcudatın enine ve boyuna taşmasıdır. -Böyle bir sual her zaman sorulabilir.
Bundaki illet ve sebep; birinci mebdein tam ve halis olan cudidir ki her mümkün andan vücude gelmiş ve andan feyezan etmiştir. Birinci mebdein cudi, her mevcudun sebebi vücududur. Hakkın varlığı hakkında [Hakk ne için vardır?!.] denilerek varlığının illet ve sebebi sorulamayacağı gibi bu cudi ve başka sıfatlarının varlıkları hakkında da illet ve sebep sorulamaz.
Yalnız şu sorulabilir ki :     
salt hakkın cudi neticesi olarak vücut bulmuş olan mevcutlar ne için aynı şeref derecesinde değildirler?! .. İşte (kevn) meselesinin kollarından olan bu mesele pek çok kimseleri hayrette bırakmıştır; daha doğrusu bu meselede şaşmıyan hiç bir âkil kalmamıştır.
Ben ve son zaman âlimlerinin en fazılı üstadım Şeyhur reis Ali Hüseyin b. Abdullah b. Sina el Buhari bu meseleyi çok iyi düşünmüş ve en son muhakememizde aldanmış olmamız ihtimali olmakla beraber — kanaatimizi bir neticeye bağlamıştık. Burada son derecede kısa bir tarzda biraz bu kanaatimizden bahsedeyim: Hakkın bu var etmiş olduğu mevcutları aynı zamanda ibda etmemiş olduğu hakkında hakikî ve yakinî bürhan vardır. Hak bu var etmiş olduğu mevcutları kendi katından aşağıya doğru her dereke bir derece şereften düşerek nüzul tarikiyle ibda etmiştir. En evvel ibda edilmiş olan mevcut; kendisine en yakın olmakla mevcudatın en şerifi olan (Akl-ı mahz) dır.
Bundan sonra, derece derece sukut vaki olarak en sonda fesada maruz olan kâinatın tine ve hamiresi vücude gelmiştir.
Bu inme kavsinden sonra çıkma kavsi yani icat başlıyarak inme de eşreflen ahasse doğru her derece kendisinin üstündeki dereceden ahas ve üstündeki derece eşref olduğu gibi bu çıkma kavsinde dahi her üstteki derece alttaki dereceden eşref ve alttaki derece ahas olarak ahasden eşrefe doğru hareket ede ede mürekkep mevcutların en şerifi ve kevn ve fesat aleminin en sonu olan insanda nihayet bulur. İbda aleminde mebdee en yakın olan mevcut; mevcutların en şerifi olduğu gibi icat aleminde ele mürekkep olan mevcutların en şerifi kevn ve fesada maruz-olan tine ve hamireden en uzak olanıdır, hak; bu mürekkrebatı— iki zıddın ve biribirine taban tabana karşılıklı olan iki şeyin bir zamanda ayni cihetten ayni şeyde bulunmamaları zaruri olmakla — ayrı ayıt zamanlarda vücude getirmeği takdir etti.
Şunuda söyleyelim ki:
Bir kimse: Vücutları birbirlerine karşı olan yani birinin varlığı diğerinin varlığına karşı olamakla biribirlerinin varlıklarına mani olan mütemani ve mütezat şeyleri Hakk
Ne için halk etmiştir, diyecek olursa cevabımız şudur.
Az şer vuku bulacağı mahzuruna binaen çok hayrı imsak etmek çok şerdir...
Hakkın külli hikmeti ve külli cudü her şeyin kendi cinsine mahsus olan zati kemâlini vermiş ve bu hususta hiç bir buhul ve imsâkta bulunmamıştır.
Şu kadar var ki mebdei evvele yakınlık ve uzaklık itibarile şeref hususunda mevcudat muhtelif derecelerde bulunmaktadırlar ki bu da hakkın buhlinin değil; sermedi hikmetinin neticesidir.
(Teklif) meselesine gelelim:
(Kevn) meselesine bakacak olursak bu (teklif) meselesi ondan çok daha kolaydır.
(kevn) kelimesinde olduğu gibi (teklif) kelimesinde dahi muhtelif ilim zümrelerine göre muhtelif manalar vardır.
Hakimlere göre (teklif): tanrıdan sadır olmuş olan emirlerdir ki bunlar insanları gerek dünya ve gerek uhrada müsteid oldukları kemâle sevk ve isal ettikleri gibi ayni zamanda bu emirler insanları akli kuvvetlerine ittibadan meneden bedenî kuvvetlerine düşkün olmaktan ve kötülüklerden ve biri birlerine karşı zulüm ve Gevretmekten alıkoyarlar.
Zahirdirki insanlar mukadder olan kemallerini ve nevilerinin baka bulmasını biri birlerine yardım etmek sayesinde temin ederler. Hakk; insan nevinin bekasını böyle bir birlerine mukabele ile yardım etmek suretine bağlamıştır. Gıda, libas ye meskene muhtaç olan insanlar bu ve başka ihtiyaçlarını temin etmek için biri birlerine yardım etmeğe başlamışlar ve muhtelif insanlar muhtelif ihtiyaçların teminine çalışmışlar ve çalışmakta bulunmuşlardır. Bu vaziyetten aralarında nısfet ve adaletin temin ve tevzii lüzumu dahi kendiliğinden baş göstermiş ve âdil kanunlara ihtiyaç hasıl olmuştur.
İnsanlar arasında adaleti temin edecek kanunları yapacak zatıd akılca insanlara faik olması lâzım olduğu gibi vicdanca da insanlardan üstün bulunması lâzımdır. Bu zatın; dünyaya müteallik işlerin ancak zarurî ve hayatî olanlarından başka başa geçmek ve saire gibi hasis işlerde gönlü olmaması ve ortaya koyduğu kanunlarda Tanrının rızasını istemekten başka bir kasti bulunmaması lâzımdır. Ve hiç bir kimseyi başka bir kimseye ve hiç bir kavmi diğer bir kavme tercih etmeksizin bu kanunların hükmünü de herkes hakkında ayni surette tatbik eylemesi gerektir ki bu zat dahi mertebece kendisinden aşağı bulunanların mazhar olamadıkları melekûti görmek ve vahye mazhar olmak şerefiyle mümtaz olan zattır. Bu vasıfları haiz olan zat; kendisinin Tanrı katından gönderilmiş olduğunu teyid zimnında mucizeler gösterir ve kendisinin itaate istihkakı olduğunu ispat eder.
Malûmdur ki insanlar arasında hayır ve şerri kabulde derece farkları vardır. Rezilet ve fazileti kabul de böyledir. Bu farkın menşeide mizaç ve ruhî halettir. İnsanların çoğu kendilerine karşı başkalarının vazifelerini ispatda mübalaga etmelerine rağmen başkalarının kendilerinde olan bir hakkını kabule yanaşmazlar. Bu türlü kimseler kendilerini başkalarından fazla görürler ve başa geçmeğe ve hayra malik bulunmağa başka kimselerden ahak ve elyak sayarlar. Binaenaleyh insanlar arasında kanunlar vaz edecek olan zatın; şeraitin hükmünü nasin umumi arasında gerek vâz ve hitabet ve gerek burhan ve delil ve gerek zecr ve kıtal ve gerek inzar ve tahvif ve gerek telif tarîklerde icraya muktedir olması lâzımdır ki böyle hiç bir vecihle hiç bir kimse karşısında aciz olmıyacak olan zatta ancak mûeyyed olan zattır.
Bu vasıfları haiz bir zat; bir Peygamber her zamana tesadüf etmeyeceğinden her hangi bir Peygamberin vaz etmiş olduğu adil kanunların izmihlâlleri mukadder olan zemane dek bir müddet durmaları elzem olmuştur ki bunların durmaları dahi bu kanunların sahibi tarafından insanların daima vaz ve tezkir kuvveti altında bulundurulmalarına bağlı olduğundan bunun temini için muhtelif ibadetler farz kılınmış ve vaz ve tezkirin kuvvetlenmesi için bu ibadetlerde tekerrür bulunmuştur. 
Şuda malûm ola ki Tanrının ve Peygamberin buyruklarına ve yasaklarına itaatten üç faide ve menfaat hasıl olmaktadır
A — Nefsin şehvetlerden alıkonmasıyla terbiye edilmesi ve aklî kuvveti bulandıran gazabın kuvvetten men kılınması
B — İbadetlere muvazebet ve devam ile fanilerden bakiye doğru yönelmek
C — Âdil kanunların hükümlerinin devamını temin etmek^ ve netice olmak üzere de âlemin nizamına halel gelmemek.
(Hayyam)ı dinledikten sonra bu hususta söz(h.674-604 Mevlana Celaleddin Rumi) nindir. Bu zat şarkın her tarafında sevile sevile okunmuş olan (mesnevi) sinde diyor:
Bu layezalde cereyan etmekte olan şuunun ezeldeki ilmi suretlerden başka bir şey olmaları itibarile bunların vücude gelmelerinde bir faide tasavvur edemeyen kimseye hitaben gene diyor:
(Mesnevi) nin başka bir yerindede şöyle söylüyor:
Buyurmuş olduğunu peygamberimiz beyan eylemiştir.,,
(Mesnevi) nin üçüncü cildinde de aşağıdaki sözleri söylüyor:
Bizim kelâmcılarımızdan bir zümreye göre bu mesele bahse mevzu olamaz. Bunlar; dikkatlerini kâinatta görülen şer üzerinde teksif ile meselâ: dinî ve ruhanî hayatımıza; cismanî hayatımızın zehirleri kadar muzir olan şeytanın yaratılması ve ayni zamanda kıyamete kadar sağ bırakılması ve ilk çiftin cennet hayatından,-uzaklaştırılarak bunların çocuklarının bu şer âlemine atılmaları ve meselâ ufacık çocukların ve geldikten sonra bir darbe ile mahvu harap olması ve bunlar gibi hayatın ve dinin türlü türlü şuunu karşısında cevap bulamayarak ve bulunan cevapları da cevap saymayarak Tanrının fîîllerinde hikmet ve sebep-aramak kapısını kapamağı daha doğru bulmuşlar ve Tanrı her yaptığı işi bir hikmet ve bir sebebe binâen değil, yalnız dilemesile ve ihtiyarile yapmıştır. Demişlerdir.
Kaynak: M. Şerafeddin YALTKAYA , TANRI BU VARLIĞI NİÇİN YARATTI, İstanbul Darül Fünun İlahiyyat Fakültesi Kelam Tarihi Müderrisi İstanbul Burhaneddin Matbaası 1933, İstanbul


[1] Bizde dahi peygamberimiz Hıristiyanlıktaki ( kuzu ) vaziyetinde gösterilmek üzere [Levlâke… — eğer sen olmayaydın... Eğer sen olmaya idin . Ben; gökleri yaratmaz idim]  diye kutsî bir hâdis rivayetleri gelmiş isede bu lafızlar ile sahih hadis yoktur. "("Sağan Ç0ğan ) lı (Hasan b. Muhammed) in (Mevzuat) ı bildiren eserinin yedinci sahifesine bakınız. (Mısır) basması. 
[2] Sofuların kitaplarında [ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim. Binaenaleyh beni bilsinler diye halkı yarattım]
Suretiyle kutsi bir hadis rivayet edilirsede  (İbni Teymiyye) bunun peygamberimizin sözü olmadığını söylemiş ve (Zerkeşi) ve (İbni Hacer) gibi büyük muhaddisler dahi kendisini teyit etmiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar