Print Friendly and PDF

1984 NİNETEEN EİGHTY-FOUR



Yönetmen: Michael Radford
Ülke:İngiltere
Tür:Dram | Romantik | Bilim-Kurgu
Vizyon Tarihi: 10 Ekim 1984 (İngiltere)
Süre: 113 dakika
Dil: İngilizce
Senaryo: George Orwell | Michael Radford 
Müzik: Dominic Muldowney
Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins           
Yapımcılar: Al Clark | John Davis | Robert Devereux
Oyuncular: John Hurt, Richard Burton, Suzanna Hamilton
Özet
Distopik bir evrende geçen film 3. Dünya Savaşı'nın henüz sonlandığı dünyamızda geçer. Dünyanın en büyük devleti olan Okyanusya, günümüz Londra'sının yerine kurulmuştur. Okyanusya deyim yerindeyse tam bir korku imparatorluğudur. Bu ülkede yaşayan herkes, yönetim diktesinin buyurduğu her şeye harfi harfine uymak zorundadır. Bu evrende ne kitap okumak serbesttir ne de aşık olmak... Hükümetin haberleşme ve sansür işlerinin yürütüldüğü bakanlıkta çılan Winston Smith, diğer çalışanlar gibi görevi gereğince halkı farklı yalanlarla uyutmak ve sahte gerçeklikler yaratmak zorundadır. Ancak Okyanusya'ya ait her şeyin kocaman bir yalandan ibaret olduğunu öğrendiği an vatanseverliğini ve hayatını üzerine kurduğu bu sahte dünyayı sorgulamaya başlar.
George Orwell'ın 1984 klasik romanından beyaz perdeye uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Michael Radford bulunuyor.
George Orvvell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı roma­nı, birçok kişinin hayatının farklı dönemlerinde değişik etkiler, farklı izlenimler uyandırmış kitaplardandır. Orwell’in romanı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adını taşıdı­ğı için, 1984 yılı, yıllar öncesinden bir söylence olup çıkmıştı. Oysa Orwell, başlangıçta, öykünün geçtiği yıl olarak 1980’i seç­miş, kitabın tamamlanması biraz da hastalığı yüzünden uzadık­ça ilkin 1980'i 1982 olarak değiştirmiş, daha sonra da 1984'te karar kılmıştı. [1] Sonradan, romanına 1984 yılını tarih biçme­sinin nedenini yakın dostu, yazar Julian Symons’a açıklarken, “Kitabın yazımını 1948 yılında tamamladığım için, 1948’in son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar verdim,” diyecekti.
Michael Radford'ın kitabın filmini 1984 yılında çekmeyi seçmesi nasıl bir rastlantı değilse, belli ki Erdal Öz’un romanın Türkçesini Can Yayınlarından ilk kez 1984’te yayımlaması da yalnızca bir rastlantı değildi. Şimdi düşünüyorum da, yazarlı­ğının yanı sıra çok iyi bir yayımcı olan Erdal Öz, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, öykünün geçtiği yıl gelip çattığında basmaktan derin bir haz duymuştu herhalde.
Nasıl yayımlandı?
George Orwell, Hayvan Çiftliği’nin de, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün de hem pek çoklarınca yanlış anlaşılabileceği hem de İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında sosyalizmi açık düşürmek isteyen tutucu çevrelerce saptırılıp kullanılaca­ğı konusunda yakınları ve dostlarınca az uyarılmamıştı. Ama bu öngörünün de ötesinde, 1984 yılını bile çoktan geride bı­raktığımız günümüzde, Orvell’ın güncel kaygıları umursama­yan gözüpek seçimini daha da haklı ve değerli kılan bir durum söz konusuydu.
Orvvell, 1943 Kasımı’nda yazmaya başladığı Hayvan Çiftliği'ni üç ayda bitirmişti. Ne ki, kitap, yalnızca OrvveU’ın “Sol”da konuşlanan yayımcısı Victor Gollancz tarafından değil, “Sağ”da yer alan T.S. Eliot’ın yayın yönetmenliğindeki Faber&Faber, dahası Jonathan Cape tarafından da geri çevri­lecekti.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün, Alfred A. Knopf’a bağlı Everyman’s Library’den çıkan 1992 basımına kapsamlı bir ön­söz yazan Julian Symons’ın verdiği bilgiye göre, Gollancz, Hay­van Çiftliği’in okuduktan sonra, “bu nitelikte bir genel saldırı”yı yayımlamasının olanaksız olduğunu söylemişti. Jonathan Cape, kitabı Haberalma Bakanlığındaki bir dostuna göstermiş, o da Sovyetler Birliği’yle ilişkilere zarar verebilecek bir kitabı ya­yımlamamasını “rica etmişti” Cape’ten. Eliot ise, kitabı övmek­le birlikte, Orvvell’ın dönemin siyasal konumunu eleştirmek için “doğru bir bakış açısı seçmediğini” ileri sürmüştü. Sonun­da, kitabı yayımlamayı, daha önce Orvvell’ın Katalonya'ya Selam adlı yapıtını yayımlamış ve pek çoklarından “Troçkici” damgası yemiş olan Secker&YVarburg üstlenecek, ama o da çe­kindiği için kitabın basımını savaşın bitiminden üç ay sonraya erteleyecek, 1945 Ağustosu’na kadar geciktirecekti....
Orvvell, Hayvan Çiftliği'nden kazandığı parayla, İskoçya'nın batı kıyısı açıklarında, Hebridler’deki Jura adasında bir ev almıştı. 1946 yazında Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü bu evde yazmaya başladığında, bir yandan da verem tedavisi görüyor, sık sık hastaneye yatıyordu. Romanın ilk taslağını 1947 güzü­nün başlarında tamamlamış, sağlığının adamakıllı kötülediği ve acı çektiği 1948'in yaz ve güzü boyunca kitabın tümünü gözden geçirerek yeniden daktiloya çekmişti.
O sıralar, Julian Symons’a yazdığı bir mektupta, “Yeni ki­tabım, roman biçiminde bir ütopya,’’ diyordu. Evet, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu, bellekten yoksun bı­rakılmış, her türlü muhalefetin yok edildiği bir toplum tehli­kesine karşı bir uyan niteliğindeki Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, en genel anlamıyla bir “ütopya”dır( ama Orvvell'ın bu yapıtı­nı “karşı-ütopyacı bir roman” olarak nitelemek sanırım daha doğru olacaktır. Bilindiği gibi, Platon’un Devlet’inde, Thomas More’un Ütopyasında, Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde, Francis Bacon'ın Yeni Atlantis'inde toplumsal, eko­nomik, felsefi ya da dinsel açıdan “kusursuz bir düzen” betimle­nir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ise, tıpkı Jack London'ın Demir Ökçesi, Yevgeni Zamyatin’in Biz'i, Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünyası gibi bir karşı-ütopyadır. Ütopyalarda insanlığa sunulan bir “düş”tür, karşı-ütopyalarda ise bir “karabasan”.
Öte yandan, kimilerince ileri sürüldüğü gibi bir “bilim­kurgu romanı” da, “sosyalizme karşı doğrudan bir saldırı” da değildi Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Daha çok, dönemin toplumunun bağrında yatan olası tehlikelerin bir izdüşümüydü. Nitekim, Orvvell, ABD’deki bir sendikacıya yazdığı mektupta, “[Kitapta] anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olaca­ğına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim,” diyordu.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te anlatılan toplum düzeni, bir “büyük gözaltı” dır. Güç ve iktidarın sınırsızca uygulandığı, bellek, düşünce, dil ve aşkın iğdiş edilerek özgürlüklerin tümden ortadan kaldırıldığı bu “büyük gözaltı”nı en sağlıklı yorumla­yanlardan biri de, kanımca, Erich Fromm’dur:
“George Orvvell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise, tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir ya­nındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varma­yacaklarıdır. (...) Orvvell, öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi, bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır; ama Batı toplumunun daha önce­ki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize, bu umudun an­cak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi, (...) bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir. Orwell’ın bu yapıtı gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır; okuyu­cu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yeti­nir ve bizi de [Batı] kastettiğini görmezse çok yazık olur...”'
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'le ilgili temel sorulardan bi­rinin yanıtı, belki de Fromm’un bu sözlerinde saklıdır. Kitabı çevirirken de hep sordum kendi kendime: Orvvell, bu yapıtını, salt Stalin’in “sosyalist uygulamalarına, 1930’lar ve 1940’ların Sovyetler Birliği’nde oluşturulan baskı yönetimine karşıt düşüncelerin ürünü olarak kaleme almış olsaydı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazılışından altmış yılı aşkın bir süre sonra, başka bir deyişle sosyalizmin en azından Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulandığı biçimiyle ortadan kalk­tığı günümüzde, bir modern klasik niteliği kazanarak okurları derinden etkilemeyi sürdürebilir miydi? Kitabın satırları arasında ilerledikçe, bu sorunun ardından bir başka soru daha takıldı kafama: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yalnızca, gelecekte oluşabilecek totaliter bir otomatlar toplumuna yönelik duyarlı, bilgece bir uyan mıydı, yoksa bu roma­nın betimlediği karabasanlarda, içinde yaşadığımız günümüz toplumlanmn, gerçek dünyanın görünen/görünmeyen, belli/ belirsiz, açık/örtük izleri ile gizlerine mi tanık oluyorduk?
Bana kalırsa, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, kuşkusuz, insan­lığı bekleyen bir “total totalitarizm” tehlikesine karşı edebiya­tın bağrından yükselen bir uyarı çığlığıdır. Ama aynı zaman­da, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak, iktidarı sürdürmek uğruna uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, budunsal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır. Orwell’ın romanı, “geniş zaman’’lı ve evrensel olmasının yanı sıra, “şim­diki zaman’’lı ve günceldir de. Miladi 1984 yılı çoktan gelip geçmiş olmasına karşın, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün geçtiği 1984 yılı, hem içinde yaşadığımız bir karabasan hem de her an yaşayabileceğimiz olası bir korkulu düş olarak önümüzde durmaktadır. Orwell’ın yapıtını, yayımlandığı günden bu yana elimizden bırakamamamızın nedeni de bu olsa gerektir.
Orwell’ın betimlediği dünyada, gerçekliğin denetim al­tında tutulabilmesi için, bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun yaratılması büyük önem taşır. İktidarı ellerinde tutanlar, kitlelere sürekli hükmedebilmek için, Eskisöylem'de “gerçeklik denetimi”, Yeni söylem’de “çiftdüşün” denen bir iş­lem geliştirmişlerdir:
“... Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uy­durulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa kar­şı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması ge­rekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemi işle­min kendisine de uygulamak...”
Winston’ın “Gerçek Bakanlığı” ndaki küçük odasında bulu­nan basınçlı boruların birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayıları, birinden de yazılı mesajlar gelir. Mesajlarda, nelerin nasıl düzeltileceği yazılıdır. Örneğin, Times gazetesinin belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzeltmeler bir araya getirilir getirilmez o sayı yeniden basılır, asıl sayı yok edilir ve arşivde asıl sayının yerini düzeltilmiş sayı alır. Üstelik bu değiş­tirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayın­lar, broşürler, posterler, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğ­raflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için de geçerlidir. Giderek geçmiş, günü gü­nüne, dakikası dakikasına “güncellenir”. Böylece, hem Parti’nin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlan­mış olur hem de günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan silinir. Artık tüm tarih, “gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir palimpsest'“e dönüşmüştür. Yok edilmesi gereken belgeler ise, bellek deliği denen bir yarıktan içeri atılır ve binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boylar.
İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt kalmayınca, en be­lirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilir ki?
Kaldı ki, belleğinizde kalanlar ve bildikleriniz de 101 Numaralı Oda’daki “işlemler’le tertemiz edilecek, tüm bunların sonucunda toplumun ve bire­yin belleğinden geriye hiçbir şey kalmayacak, tekmil tarih ve geçmiş Parti’nin istemine uygun bir biçime bürünecektir.
Kuşkusuz, bir de “düşüncesuçu” vardır. Sözgelimi, günce tutmak bile tehlikeli bir suçtur. Düşünce Polisi sürekli ense­nizdedir. Tutuklamalar her zaman geceleyin yapılır. Ansızın ir­kilerek uyanırsınız, hoyrat bir el omzunuzu sarsar, gözlerinize ışıklar tutulur, yatağınızı acımasız yüzler çevreler. Çoğu zaman ne yargılama olur ne de bir tutuklama raporu tutulur. Ortadan kayboluverirsiniz. Adınız kayıtlardan silinir, yaptığınız her şe­yin kaydı yok edilir, bir zamanlar var olduğunuz bile yadsınır, sonra da tümden unutulur. Kökünüz kazınır, külünüz havaya savrulur; onların deyişiyle “buharlaşırsınız”...
Duvarlara asılı posterlerdeki Büyük Birader’in gözü hep üstünüzdedir. Ama yalnızca posterlerden bakan o yüz değil. Her eve yerleştirilmiş olan tele-ekranlar, aynı anda hem yayın yapabilir hem de görüntü ve sesleri kayda alır. Tele-ekranın gö­rüş alanı içinde bulunduğunuz sürece hem işitilebilir hem de görülebilirsiniz. Gel gör ki, ne zaman izlenip ne zaman izlen­mediğinizi anlamanız olanaksızdır. Düşünce Polisi'nin, kimi ne kadar sıklıkla izlediği bilinemez; alıcıyı istedikleri zaman çalıştırabilirler. Daha da ürküncü, söylediklerinizin her an işiti­lebileceği, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gö­rülebileceği varsayımı içgüdüsel bir alışkanlık olup çıkar, artık hep bu varsayımla yaşamak zorundasınızdır ve yaşarsınız da...
Burada ilginç olan, Orwell’in, Büyük Birader’in gözünün hep insanların üstünde olduğu bir toplum düzenini anlatır­ken, bize, bugün yaşadığımız toplumda hep duyduğumuz bir kaygıyı da anımsatmasıdır: İktidarı ellerinde tutanların uygula­dıkları baskıların da ötesinde, “Başkaları ne der?” kaygısı... Dü­şünmenin, yerleşik anlayışa karşı düşüncelerimizi dile getir­menin, alışılmış davranışlara aykırı davranışlarda bulunmanın, dahası egemen ahlaka ters düşen aşklara kapılmanın eşiğine geldiğimizde, “Çoğunluk ne der?” sorusunu aklımıza düşüren kaygı... Okyanusya'da simgeleşen egemen toplum düzeni, bir anlamda, “mahalle baskısı”nın siyasal iktidarı ele geçirmiş bir yansıması, sistemleştirilmiş bir biçimidir belki de...
İnsanların Okyanusya'daki yaşamlarına bir karabasan gibi çöken korku, kaygı ve tedirginlik, benim aklıma hep Franz Kafka’inn Dava adlı romanını getirmiştir. Banka memuru Joseph K.’nın bir sabah tanımadığı kişilerce uyandırılarak bilme­diği bir suçtan tutuklanmasıyla başlayan, gizlerle dolu bir yargı düzeneğinin içinde yitip gitmesiyle süren Datça'nın satırlarında dile getirilen elle tutulmaz, gözle görülmez korkulu düş, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün sayfalarında tüm bir toplumun yaşa­mak zorunda kaldığı somut bir düzene dönüşmüştür sanki.
Okyanusya’da, düşünmek bile suçtur, ama “düşüncesuçu” işlemeye bile olanak bırakmayacak bir yöntem daha vardır. Okyanusya’nın resmî dili olan Yenisöylem, yönetimin ide­olojik gereksinimlerini karşılama amacıyla oluşturulmuştur. Yenisöylem’in amacı, yalnızca egemen ideoloji İngsos’un (İn­giliz Sosyalizmi) sadık izleyicilerinin dünya görüşü ve düşün­sel alışkanlıklarına uygun düşecek bir anlatım ortamı sağlamak değil, aynı zamanda bütün öteki düşünce biçimlerini olanaksız kılmaktır. İnsanlar sözcüklerle düşündüklerine göre, Yenisöy­lem tümden benimsendiği ve Eskisöylem tümden unutuldu­ğunda, her türlü “sapkın düşünce” olanaksız kılınmış olacaktır.
Yenisöylem’in sözdağarcığı, bir Parti üyesinin dile getir­mek isteyebileceği her anlamı tümüyle doğru ve çoğu zaman da çok ustaca karşılayacak, buna karşılık tüm öteki anlamlan ve onlara dolaylı yöntemlerle ulaşma olasılığını ortadan kaldı­racak biçimde oluşturulmuş; bu da, bir ölçüde yeni sözcükler icat ederek, ama daha çok, istenmeyen sözcükleri ayıklayarak ya da bu tür sözcükleri sapkın anlamlarından ve her türlü ikin­cil anlamlarından elden geldiğince arındırarak gerçekleştiril­miştir.
Örnek vermek gerekirse: “Özgür” sözcüğü Yenisöylem'den çıkarılmış değildir, ama yalnızca “Sokağa çıkmakta özgürsün” ya da “Ormanda özgürce gezebilirsin” gibi deyişlerde kullanılabil­mektedir. Eskiden olduğu gibi “siyasal özgürlük” ya da “düşün­sel özgürlük” anlamında kullanılamamaktadır, çünkü siyasal ve düşünsel özgürlükler artık birer kavram olarak bile kayıplara karışmış, o yüzden de adlandırılmalarına gerek kalmamıştır.
Ama bu kadarla da yetinilmemiş, egemen öğretiden sa­pan sözcüklerin kaldırılması dışında, sözcük sayısını azaltmak başlı başına bir amaç olarak görülmüş, vazgeçilebilecek hiçbir sözcük yaşatılmamıştır. Yenisöylem, insanların düşünce ufkunu genişletecek biçimde değil, daraltacak biçimde düzenlenmiştir.
Okyanusya’da, insanlara getirilen en ağır baskılardan biri de cinsellik alanındadır. Parti’nin amacı, yalnızca kadınlarla er­kekler arasında sonradan denetleyemeyeceği bağlılıkların oluş­masını önlemek değildir. Asıl amaç, sevişmekten zevk almayı tümden yok etmektir. Erotizm “düşman” olarak görülür. Parti üyeleri arasındaki evliliklerin bir kurul tarafından onaylanması gerekir. Gerçi bu kural hiçbir zaman açıkça dile getirilmez, ama birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi uyandıran çiftlerin evlenmesine de izin verilmez. Evliliğin kabul gören tek bir amacı vardır, o da Parti 'ye hizmet edecek çocuklar dün­yaya getirmektir. O yüzden, cinsel ilişkiye, “lavman yapmaktan farksız, hiç de iç açıcı olmayan sıradan bir işlem” olarak bakılır. Üstelik bu da açıkça dile getirilmez, çocukluklarından başlaya­rak dolaylı bir biçimde Parti üyelerinin beyinlerine işlenir.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, okuyucuyu, geçmişin, belle­ğin, düşünmenin, dilin, başkaldırının, aşk ve erotizmin yok edildiği bir toplumda yaşanan insanlık karabasanıyla yüz yüze getirdiği içindir ki, yazıldığı ve yayımlandığı dönemin güncel­liklerinin çok ötesinde bir yapıttır. Bu karabasanın ürkünç labirentinde yolumuzu ararken, içinde yaşadığımız gerçek dün­yanın önyargıları, hoşgörüsüzlükleri, bağnazlıkları, baskı ve zorbalıkları, kayıtsızlık ve horgörüleri çıkar karşımıza. Evet, Orvvell'ın bu kitabı yalnızca geleceğe ilişkin değil, günümüze ilişkin de bir uyarıdır. Belki de, gelecek şimdi olduğunda artık çok geç olacağına ilişkin bir uyarı.
CELÂL ÜSTER, Aralık 2010
Kitle iletişim araçları ve teknoloji aracılığıyla yönlendirme olgusu, özellikle bilgi çağının temelini oluşturan bilişim teknolojileri göz önü­ne alındığında çeşitli düşünürler tarafından ihtiyatla karşılanmıştır (Avcı, 1990, s. 132-133). 1984, tota­liter yapıdaki liderlerin teknoloji yardımıyla dünyayı kontrol edebilecekleri bir yapıya dönüştürmeleri temasını işler (Batur, 1998, s. 12).
Orwell, devletin her şeyi denetim al­tında tuttuğu, en küçük bir aykırı­lığa ve bireyselliğe izin vermediği, resmi ideolojinin bütün tarih ve dili kendine göre kurguladığı bir toplum ütopyasından bahseder. Romanda, insanları sürekli gözetleyip baskı ve denetim altında tutan “Ağabey” adında bir merkezi güç bulunmak­tadır. Romanda sürekli denetimin sağlanmasında aracı olan “tele ekran” adlı bir teknoloji de bulun­maktadır. Hatıra defterine farkına varmadan “Kahrolsun Ağabey” yazan Winston, yazmış olduklarını yırtıp bu işten tamamen vazgeçmeyi düşünür, ancak bu artık imkânsızdır (1984, s.22-23):
“...hiç fark etmezdi Düşünce Polisi nasıl olsa yakalaya­caktı onu. Çünkü bütün diğer suçları da içine alan en büyük cürmü işlemişti; 'düşünme suçu' dedikleri şeyi”.
Orwell sistemin ideal adamı Tom Parsons ve ailesini şöyle tanımlar (1984, s.26-29):
“...Şişmanca, fakat çevik bir adamdı. Son derece aptal, bön, işlerin iç yüzünü katiyen me­rak etmeyen ve Partiye düşünce polisinden bile daha fazla dayanak teşkil eden sadık kölelerden biri... Bu çocuklar kadıncağıza hayatı ze­hir ediyor olmalılar, diye düşündü ’ Winston. Birkaç yıl sonra da inançsızlık belirtileri yakalamak için annelerini gece gündüz gözetlemeye başlayacaklardı....”
Bu arada, toplumsal hafızaya sis­tematik bir şekilde müdahale yapıl­maktadır (1984, s.37):
“... Hem on­dan başka herkes Partinin yalan­larını kabul ettikten ve bütün kayıt­lar da aynı şeyi doğruladıktan sonra yalan tarihe geçiyor ve 'gerçek' ha­line gelmiyor muydu? Parti sloganı 'geçmişe hükmeden geleceğe de hükmeder; bugüne hükmeden geçmişe de hükmeder' diyordu. Ama buna rağmen geçmiş hiçbir zaman değişikliğe uğramış değildi. Çünkü bugün doğru olan her zaman için doğruydu zaten. Çok basitti bu: Bütün gereken hafızaya hâkim ol­maktan ibaretti. Buna 'gerçeğe hük­metme' deniyordu...”
Nitekim Winston da çeşitli zamanlarda istatistik­ler başkanın yaptığı konuşmaları “düzeltme” ile ilgili bir görevde bu­lunmaktadır (1984, s.41).
Orwell'in kendi deneyim ve gö­zlemleri ağırlıklı olarak Stalin Döne­mi Sovyetler Birliği ve Mussolini İtalya'sına aittir. 1984'u yazarken sadece bu totaliter rejimleri öne çıkardığı düşünülebilirse de, Hayvan Çiftliği (Orwell, 2004) gibi benzer bir konuyu ele aldığı romanı da dikkate alındığında, kendisinin kap­samı daha geniş tutmayı düşündüğü kuvvetle muhtemeldir. Demokratik ve Liberter bir sosyalist olarak Orwell kapitalist toplumlar içindeki belirli otoriter eğilimlerin farkınday­dı. Öngörememiş olduğu şey, de­mokratik süreçler hâlâ yerinde du­rurken yeni teknolojilerin sonunda totalitarizme yönelme eğilimindeki gözetime izin verebileceğiydi. Yani kadife eldiven her zaman demir yumruğu saklayabilirdi. Orwell'in zamanından bu yana elektronik teknolojilerin dikkate değer ölçüde artması, Orwell'in yaklaşımının bi­raz güncelleştirilmeye ihtiyacı olduğu anlamına gelir, ama onu geçersiz kılmaz (Lyon, 1997, s.91).
Kaynak:
Bilim ve Gelecek, Aylık Bilim, Kültür, Politika Dergisi, Kasım 2004, s.7-8
Partinin elemanı Düşünce Polisi ve işkenceci “O’Brien” ile düzene itiraz eden vatandaş “Winston” arasında geçen konuşmalardan.
“Her şeyden önce bilmelisin ki, burada şehit olmak diye bir şey yoktur. Geçmişte din adına yapılan gaddarlık­ları okumuşsundur. Ortaçağ’da Engizisyon diye bir şey vardı. Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadı­lar. Engizisyon’un diri diri yaktığı her sapkının yerine binlercesi ortaya çıktı.
Neden?
Çünkü Engizisyon, düş­manlarını meydanlarda, hem de hâlâ nedamet getirme­mişlerken öldürdü; daha doğrusu, onları nedamet getir­medikleri için öldürdü. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu’nun oluyordu. Sonraları, yirminci yüzyılda totaliter denenler ortaya çıktı. Alman Nazileri ve Rus Komünist­leri. Ruslar sapkınlığı Engizisyon’dan daha acımasızca bastırdılar. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmışlardı; en azından, şehitler yaratmamak gerektiğini öğrenmişlerdi. Kurbanlarını halk mahkemesine çıkarmadan önce onur­larını yerle bir ediyorlardı. İşkence yaparak, hücreye ata­rak dirençlerini kırıp öyle bir sindiriyorlardı ki, acınası, umarsız birer şamar oğlanına dönüyordu hepsi; sonun­da, ne istenirse itiraf ediyorlar, birbirlerini ihbar ederek, suçlayarak paçalarını kurtarmaya çalışıyorlar, merhamet dilenmeye başlıyorlardı. Ama yine de, yalnızca birkaç yıl sonra aynı olayın tekrarlanmasına engel olunamadı. Ölenler birer şehit olup çıkmışlar, gözden düşürülüp saygınlıklarını yitirdikleri unutuluvermişti.
Peki, niçin bir kez daha böyle olmuştu?
Bir kere, işkence altında konuşturuldukdan ve itiraflarının doğru olmadığı açıkça bilindiği için. Oysa biz böyle hatalar yapmayız. Burada ağızlardan çıkan itirafların hepsi doğrudur. Doğru olma­larını sağlarız. En önemlisi de, ölülerin ayağa kalkıp kar­şımıza dikilmelerine izin vermeyiz.  Gelecek kuşakların senin hakkını teslim edeceğini aklından bile geçirme, Winston. Gelecek kuşaklar senin adını bile duymayacak. Tarihten silineceksin. Seni gaza dönüştürüp stratosfere yollayacağız. Geriye hiçbir şey kalmayacak senden; ne nüfus kütüğünde bir ad ne de belleklerde yaşayan bir anı. Geçmişten silindiğin gibi, gelecekten de silineceksin. Hiç var olmamış olacaksın!”
Winston, bir an, öyleyse bana neden işkence yapıyor­lar ki, diye aklından geçirdi.
O’Brien, Winston aklından geçeni yüksek sesle söylemiş gibi, birden durdu. Gözleri­ni kısarak o kocaman, çirkin yüzüyle Winston'ın tepesi­ne dikildi.
“Seni önünde sonunda yok edeceğimize göre, söyle­yeceğin ya da yapacağın hiçbir şeyin bir şey değiştirme­yeceğini düşünüyorsun,” dedi.
“O zaman da, seni neden önce sorgulamaya kalktığımızı merak ediyorsun. Aklın­dan geçen bu, öyle değil mi?”
“Evet,” dedi Winston.
O’Brien hafifçe gülümsedi.
“Sen çürük malsın, Winston. Temizlenmesi gereken bir lekesin. Demin, bi­zim geçmişteki zorbalardan farklı olduğumuzu söyleme­dim mi sana? Biz zoraki boyun eğilmesinden de, kölece boyun eğilmesinden de hoşlanmayız. Bize özgür iraden­le teslim olmalısın. Biz, sapkınları bize direniyor diye yok etmeyiz; direndikleri sürece asla yok etmeyiz. İnanç­larından döndürür, kafalarının içini ele geçirip yeniden biçimlendiririz. İçlerindeki tüm kötülükleri, tüm yanıl­gıları silip atar, lafta değil, canıgönülden saflarımıza katıl­malarını sağlarız. Öldürmeden önce bizden biri yaparız. Ne kadar gizli ve güçsüz olursa olsun hiçbir yanlış dü­şüncenin bu dünyada barınmasına katlanamayız. Ölüm anında bile herhangi bir sapmaya izin veremeyiz. Eski­den sapkın diri diri yakılmaya giderken bile sapkınlığın­dan vazgeçmez, vazgeçmek şöyle dursun, övünerek ilan edermiş sapkınlığını. Rusya’daki temizlik hareketlerinin kurbanları bile kurşuna dizilmeye giderken asi düşünce­lerini kafalarının içinde korurlarmış. Oysa biz beyni tuz­la buz etmeden önce kusursuz bir hale getiririz. Eski des­potluklar, ‘Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın’ diye buyuruyordu. Totaliterler, ‘Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın’ diye dayatıyorlardı. Biz ise, insanlara, 'Sen as­lında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun, şuna inanıyor­sun diye bastırıyoruz. Buraya getirdiğimiz hiç kimse bize karşı koyamaz. Herkes pirüpak edilir. Hani şu ma­sum olduklarına inandığın üç alçak hain vardı ya, Jones, Aaronson ve Rutherford, sonunda onları bile yola ge­tirdik. Sorgulamalarına ben de katılmıştım. Yavaş yavaş çözüldüklerini, yalvarıp yakardıklarını, ağlayıp sızladık­larını gördüm; üstelik acıdan ya da korkudan değil, sırf pişmanlıktan. Onlarla işimiz bittiğinde birer insan müs­veddesine dönmüşlerdi. Yaptıklarına üzülüyor ve Büyük Birader’e sevgi duyuyorlardı, hepsi o kadar. Onu ne ka­dar çok sevdiklerini görmek insanın yüreğine işliyordu. Zihinleri tertemiz olmuşken ölebilmek için, bir an önce kurşuna dizelim diye yalvarıyorlardı.”
“ Winston, Yelkenleri suya indirerek paçayı kurtaracağını sanı­yorsan yanılıyorsun, Yoldan çıkanlar hiçbir za­man bağışlanmaz. Yaşamana izin versek bile, bizden asla kurtulamazsın. Bu işin sonu yok. Şimdiden bilesin. Seni öyle bir ezeceğiz ki, geri dönüşün olmayacak. Başına öy­le işler gelecek ki, bin yıl yaşasan düzelemeyeceksin. Bir daha asla normal bir insanın duyumsadıklarını duyumsayamayacaksın. Yüreğindeki her şey ölmüş olacak. Bun­dan sonra sevgi nedir, dostluk nedir bilmeyeceksin; ne yaşama sevinci ne gülüp eğlenmek ne merak ne cesaret ne de dürüstlük, hepsinden yoksun kalacaksın. Bomboş bir adam olacaksın. Sıkıp içini boşalttıktan sonra, içine kendimizi dolduracağız.”
******
O’Brien sol elinin parmaklarını kaldırmış, ama baş­parmağını kapatmıştı.
“Beş parmak var. Beş parmağı görüyor musun?”
“Evet.”
Ve bir an için, zihni yerine gelinceye kadar, gerçek­ten de beş parmak gördü. Tastamam beş parmaktı gördüğü. Sonra her şey yeniden normale döndü, eski korku, nefret ve şaşkınlık doludizgin geri geldi. Ama bir anne kadar olduğunu bilmiyordu, belki otuz saniye kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde görmüştü; O’Brien’ın her yeni uyarısı beynindeki boşluğun bir bö­lümünü doldurmuş ve mutlak gerçek olup çıkmıştı; öyle ki, gerekirse iki kere iki beş edebildiği gibi üç de edebi­lirdi. O’Brien daha elini indirmeden her şey silinip git­mişti; gerçi yeniden göremiyordu, ama anımsayabiliyor­du, tıpkı bir insanın çok eskiden, bambaşka biriyken ya­şadığı bir olayı olanca canlılığıyla anımsaması gibi.
‘‘Gördün mü,” dedi O’Brien, “pekâlâ olabiliyormuş
**********
Winston, yorgun bir sesle.
“Kim olduğu­mun farkındayım. Doğdum, öleceğim. Kollarım ve ba­caklarım var. Boşlukta bir yer kaplıyorum. Başka hiçbir somut nesne benimle aynı anda aynı yeri kaplayamaz. Peki, Büyük Birader’in de bu anlamda var olduğu söyle­nebilir mi?”
“Hiç önemli değil. Büyük Birader var.”
“Peki, Büyük Birader bir gün ölecek mi?”
“Tabii ki ölmeyecek. Nasıl ölebilir ki? Başka soru?” “Kardeşlik diye bir örgüt var mı?”
“Bunu asla öğrenemeyeceksin, Winston. Seninle işi­miz bittiğinde seni salıversek de, doksan yaşına kadar da yaşasan, bu sorunun yanıtının Evet mi, yoksa Hayır mı olduğunu asla öğrenemeyeceksin. Ömrün boyunca ka­fanda, çözülmemiş bir bilmece olarak kalacak.”
************
O’Brien “Yeniden bütünlenmen üç aşamadan oluşuyor,” “Öğrenme, kavrama ve kabullenme. Artık ikin­ci aşamaya geçmenin vakti geldi.” dedi
Winston artık Partiye karşı savaşamazdı. Kaldı ki, Parti haklıydı. Haklı olması olağandı: Ölümsüz, kolektif beyin nasıl yanılabi­lirdi ki? Parti’nin kararlarını dışarıdan hangi ölçütlerle değerlendirebilirdiniz? Akıllılık, çoğunluğa bakılarak öl­çülebilirdi. Onların düşündükleri gibi düşünmeyi öğren­mek gerekiyordu. Ancak!..
Kurşunkalem eline kalın gelmeye başlamıştı, par­makları arasında zor tutuyordu. Aklına gelen düşüncele­ri yazmaya koyuldu. İlkin eğri büğrü büyük harflerle şu­nu yazdı:
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
Sonra hemen altına ekledi:
İKİ KERE İKİ BEŞ EDER.
Ama sonra kendini frenler gibi oldu. Sanki bir şey­den çekiniyormuşçasına, kafasını toplayamıyordu. Ar­dından ne geleceğini bildiğini biliyor, ama bir türlü anımsayamıyordu. Sonunda, kendiliğinden değil de, akıl yürüterek anımsayabildi. Şöyle yazdı:
TANRI İKTİDARDIR.

Her şey o kadar ba­sitti ki! Bir kez teslim olmayagör, gerisi kendiliğinden ge­liyordu. Hani, çok güçlü bir akıntıya karşı yüzmeye çalı­şırken birden vazgeçip kendini akıntıya bırakırsın ya, öyle bir şeydi işte. Değişen, yalnızca senin tutumundur: Önceden belirlenmiş olan şey olmuştur, o kadar. Artık neden baş kaldırmış olduğunu bile bilemiyordu. Her şey çok basitti, ancak!..
Her şey doğru olabilirdi. Doğa yasalan dedikleri, tam bir saçmalıktı. Yerçekimi yasası tam bir saçmalıktı. O'Brien, “İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden” demişti.
Winston, bundan şu sonucu çıkarıyor­du: “Eğer o. yerden yükseldiğini düşünüyorsa ve ben de aynı anda onun yerden yükseldiğini gördüğümü düşünü­yorsam, o zaman bu olay gerçekten oluyor demektir.” Ama ansızın, tıpkı batık bir geminin su yüzeyinde belirivermesi gibi, zihninde bir düşünce beliriverdi: “Aslında böyle bir şeyin olduğu yok. Onu hayal ediyoruz. Bu bir sanrı.’’ Ne ki, aklına düşen bu düşünceyi hemen bastırdı. Hile ortadaydı. Böyle bir düşünce, insanın kendisi dışında bir yerde “gerçek” şeylerin olduğu “gerçek” bir dünyanın var olduğunu öngörüyordu. Ama böyle bir dünya nasıl var olabilirdi ki? Herhangi bir şeyle ilgili, kendi zihnimi­zin dışında nasıl bir bilgimiz olabilirdi ki? Her şey zihinde olup biter. Ve zihinlerde olan her şey gerçekte de olur.
Hileyi ortaya koymakta hiçbir güçlük çekmediği gibi, kendini bu hileye kaptırma tehlikesi de yoktu. Yine de, bunun kendisi tarafından düşünülmemiş olması ge­rektiğini fark ediyordu. Tehlikeli bir düşünce belirir be­lirmez, zihin kör bir nokta oluşturmalıydı. İşlem kendili­ğinden, içgüdüsel olmalıydı. Buna Yenisöylem’de suçdur­durum diyorlardı.
Kendini suçdurduruma alıştırmak için çalışmaya başladı. Kendi kendine, “Parti’ye göre, dünya düzdür”, “Parti’ye göre, buz sudan ağırdır' diye önermelerde bu­lunuyor, sonra da kendini, bu savlara ters düşen görüşle­ri görmezlikten ya da anlamazlıktan gelmeye alıştırıyor­du. Aslında hiç kolay değildi. Akıl yürütme ve doğaçla­ma konusunda çok güçlü olmayı gerektiriyordu. Örne­ğin, “iki kere iki beş eder” gibi bir önermenin ortaya çı­kardığı aritmetik sorunlarını düşünsel olarak kavraması çok zordu. Bir yandan mantığı büyük bir incelikle kulla­nırken, bir yandan da en kaba mantık hatalarının ayırdına varmama konusunda çok yetenekli olmayı gerektiri­yordu. Zekilik kadar aptallık da gerekliydi, ama aptalca davranmak da zekice davranmak kadar zordu.
Bu arada, bir yandan da, kendisini nc zaman kurşuna dizeceklerini merak ediyordu. O’Brien, “Her şey sana bağ­lı,” demişti; ama kendisini kurşuna dizmelerini bilinçli ola­rak hızlandırmayacağını biliyordu. On dakika sonra da olabilirdi, on yıl sonra da. Onu yıllarca hücre hapsinde tu­tabilirler, bir çalışma kampına gönderebilirler ya da bazen yaptıkları gibi, bir süreliğine salıverebilirlerdi. Kurşuna dizmeden önce, tutuklanışı ve sorgulanışı sırasında yapı­lanların baştan sona yeniden uygulanması da pekâlâ müm­kündü. Kesin olan bir tek şey vardı, o da ölümün beklediği bir anda gelmeyeceğiydi. Şimdiye kadarki yapılagelişe ba­kılırsa, arkadan vurdukları anlaşılıyordu; gerçi bundan hiç söz edilmiyordu, açıkça söylendiği hiç duyulmamıştı, ama her nasılsa biliniyordu: Koridorda bir hücreden öbürüne giderken, hiç uyarmadan enseden vuruyorlardı.
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK KUVVETTİR
Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır. Büyük Birader yanlışlık yapmaz, tüm güç onun elindedir. Her başarı, her zafer, her buluş, bütün bilgi, bütün mutluluk, bütün erdem onun önderliği altında var olur ve ondan esin alır. Kimse bugüne kadar Büyük Biraderi görmüş değildir. Kendisi posterlerde bir yüz, tele ekranda bir sestir. Ne zaman doğduğu bilinmez, ama asla ölmeyeceği ortadadır. Parti, kendisini Büyük Birader imgesi arkasına gizleyerek
dünyaya açılmaktadır. Bu imgenin işlevi, sevgi, korku ve saygı gibi, bir kuruluştan çok bir kişinin üzerinde daha kolaylıkla yoğunlaşabilecek duygular için bir odak noktası oluşturmaktır. Büyük Biraderin altında İç Parti bulunur, Okyanusya nüfusunun yüzde ikisinden az olan, altı milyonluk bir üye sayısı vardır. İç Partiden sonra Dış Parti gelir. İç Parti devletin beyniyse, Dış Parti elleri sayılabilir. Onun altındaysa, ülke nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan aptallar ordusu - proleterler - bulunmaktadır. Eski sınıflandırmada, proleterler alt sınıfa karşılık gelirler. Sürekli el değiştiren ekvator ülkelerindeki kölelerse, bu yapının sürekli ya da gerekli bir parçası değildirler.

Kaynak:
George ORWELL, İngilizce aslından çeviren Celâl Üster, Can Sanat Yayınları Şubat 2011,İstanbul


[1] t. Nineteen Eighty-Four, George Orwell, Penguin Books, 1990, “A Note on the Text” (Metne ilişkin Bir Not), Peter Davison, s. v.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar