Abdulbakiy Gölpınarlı
Ayağı Kaymış Bir Sufi Uzmanı
Abdulbakiy Gölpınarlı ( ö. 1982)
Abdulbaki Gölpınarlı Mevlevi bir muhitte
yetiştiğini ve yazılarındaki metodun ana hatlarını şöyle anlatır:
“Takdir bizi bu potada yoğurdu. Doğar doğmaz
bu havayı almaya başladık. Gözümüz Mevlevi yüzlerine, kulağımız ayin ve naat
nağmelerine açıldı. İnandık, inandırdık. Gördük, belledik. Duyduk, coştuk.
Ağladık, ağlattık. Nihayet zaman gözlerimizdeki buğuyu kaldırdı, bizi düşünce
sahasına attı. İnancımızı akılla tahlîle, duygumuzu gerçekle tenkide imkân
bulduk ve ancak bu yüzdendir ki yazılarımızda tarafsız bir incelemenin
sonuçları var. Hâsılı yazılarımızın bir kısmı tarihe, bir kısmı görgümüze
dayanmaktadır.”
Fakat Gölpınarlı, durumu bu şekilde izah
etmesine rağmen; Mevleviliği Alevilikle bir kabul etmesi, büyük sûfilere ve
genel olarak tasavvufa karşı ağır ithamlarda bulunması, onun bu sözlerine
özellikle tarafsızlık iddiasına gölge düşürecek niteliktedir.
Onun tarafsızlık anlayışının önemli ipuçlarından birisi; Peygamber
Efendimizden, “Muhammed” olarak bahsetmesinde gizlidir. Kendisinin bu yabancı tarzı bazı isimlerin imlasında da ortaya çıkar.
Fatımî devletinin kurucusu Ebu Ubeydullah el-Mehdi’nin ismini şöyle yazıya
geçirir: Abu-Ubeyd-Allah-al-Mehdi. Tabii
ki bu gibi basit örneklerden yola çıkarak olumsuz sonuçlara ulaşmak doğru
değildir. Fakat onun diğer görüşleriyle bu tavrı birleştirdirildiğinde daha
anlaşılır sonuçlara ulaşılabilmesi mümkün olacaktır.
Gölpınarlı, Oniki İmam isimli eserinde Şii
düşünceyi benimsediğini şöyle ortaya koyar: Hadislerde on iki imam tabiri
geçer. Eğer hilafet sırasıyla sayarsak Yezid de dâhil olur. Abbasoğullarının
sonuncusuna kadar da sayı çoktan aşar.
Dolayısıyla bahsedilen on iki imam Şii literatürde geçen on iki imamdır.
Gölpınarlı, Ehl-i Beyt imamlarının tasavvufa karşı olduklarını da
belirtir. Fakat bu iddiasını
delillendirme ihtiyacı hissetmez.
Gölpınarlı’nın tasavvuf konusundaki
bilgilerinin pek sağlam temellere oturmadığını söylemek, haksız bir itham
olarak telakki edilmemelidir. Çünkü onun birçok ifadesi bu iddiayı doğrular
niteliktedir. O, İslam tarihindeki mehdiler hakkında şunları söyler: Fatımiler’in
kurucusu Ebu Ubeydullah el-Mehdi, Baba İshak, Baba İlyas, Şeyh Bedrettin, Şah
İsmail bu mehdilerin başlıcalarındandır. Çoğu tarikat erbabı olan bu mehdilerin
tasavvufun yayılmasında büyük rolleri olmuştur. Yukarıda isimleri geçen heteredoks, isyancı
ve kan dökücü insanların tasavvufla alakaları olmadığı gibi, tasavvufun
yayılmasına hizmet etmedikleri de herkesçe bilinmektedir.
Abdulbaki Gölpınarlı sûfilerin bazı bilimsel
ve mantıksal yanılgıları olduğunu savunur. Ona göre silsilelerdeki tarihi
kopukluklar bunun bir delilidir. Mesela
Halvetiyye, Sühreverdiyye ve Mevleviyye
tarikatlarının kabul ettiği silsilede Hz. Ali’den sonra Hasan Basri gelir.
Fakat Hz. Ali’nin şehadetiyle Hasan Basri’nin ölümü arasında tam altmış sekiz
yıl bulunduğundan bu zatın Hz. Ali ile görüştüğü gerçekten şüphelidir.1 Lakin
burada dikkate alınmayan bir nokta vardır ki; sûfiler silsilelerindeki tüm
şahısların birbirleriyle görüştüğünü iddia etmezler. Kimi zaman silsilede
birbirini hiç görmeyen, aralarında zaman farkı bulunan kişiler peş peşe gelir.
Bu durumda, önceki kişinin sonrakini ruhaniyetiyle eğittiği kabul edilir. Bu
durum ‘üveysilik’ olarak tanımlanır.
Gölpınarlı, hiçbir tartışmaya yer vermeden
tasavvuf kelimesinin Yunanca bir kelime olan ‘sofos’ kelimesinden türediğini
savunur. Yine
o, tasavvufun felsefeyle karıştığını ve İsmaililerin tesiri altında Batıni
temayülleri benimsemeye başladığını söyler.
Bu yüzden ‘şeriatçılar’; kelama ve felsefeye olduğu gibi, hatta ondan da
daha şiddetli bir tarzda tasavvufa karşı koymaya çalıştılar.
Gölpınarlı, yabancı kaynaklara dayandırdığı
tasavvufi unsurları, ‘şeriatçı’ olarak isimlendirdiği Sünnî âlimlerin
kıstaslarıyla değerlendirmeye çalışma yoluna da başvurur. Ona göre;
Rical’ül-Gayb’ın miktarını bildiren sayılarda; eski dinlerin, Fisagorilerin,
hatta Mısır ve Hint inançlarının tesiri açıkça görünmektedir. Kutba, abdala,
diğerlerine ve bunların bulundukları yerlere, mazhar oldukları şeylere dair
peygambere isnat edilen hadisler uydurmadır.
Gölpınarlı, sûfileri sadece Sünnî hadis
kriterlerine göre değil, aynı zamanda onları Şiilerin hadis kriterlerine göre
de değerlendirir ve onları insafla asla bağdaşmayacak bir tarzda itham eder: "Şii
ve Sünnî, muteber hadis kitaplarının hiç birinde olmayan ve uydurulduğu andan
itibaren yine her iki mezhebin muhaddisleri tarafından yalanlanan rivayetleri,
tarikatçılar şüphe bile duymadan kabul ederler."
Gölpınarlı’nın ithamları bu kadarla sınırlı
değildir. O, tasavvufi tarikatların yaşam alanı olan tekkenin ilk kuruluşu
hakkında, asla hiçbir tarih kitabında bulunmayan şu talihsiz değerlendirmeyi
nakleder: Ebu Haşim-i Kufî, Şam gibi Roma medeniyetinin izlerini taşıyan bir
şehirde, camiye karşı ilk tekkeyi kurdu.
Hiçbir
tarihi veriye dayanmayan bu iddiayı geçerli saymak için; medresenin de camiye
karşı kurulan bir kurum olduğu iddiasını da doğru kabul etmek ihtiyacı hâsıl
olur ki; bu durumun binlerce yıl Müslümanlara hizmet edip, İslam kültürünün
yaşanmasını ve yaygınlaştırılmasını sağlayıp, Müslümanların dimağlarını ve
ruhlarını besleyen bu kurumlara yapılabilecek en büyük haksızlık olduğu
ortadadır.
Gölpınarlı sûfileri Kur’an’a göre de
değerlendirir ve onların birçok düşüncesinin Kur’an-ı Kerim’de bulunmadığını
savunur. Ona göre, mesela sûfilerin insana verdikleri
önem, hele onun kâinatın hülasası oluşu inancı, insan-ı kâmil telakkisi
Kur’an’da hiç yoktur.
Abdulbaki Gölpınarlı gibi Türkiye’de tasavvuf
tarihi araştırmacıları konusunda yetkili olduğu kabul edilen bir araştırmacının
tasavvuf ve sûfiler hakkında ağır ithamlarda bulunması gerçekten dikkatle
izlenmesi gereken bir husustur. Onun zikredilecek şu ifadeleri, insanı büyük
bir hayrete sevk edecek niteliktedir:
"Tasavvuf, zevke tapanları halk arasında
naz ehli erenlerden gösteren anlayışıyla cidden menfi ve çok kötü tesirler
yapmıştır. "
"Tasavvuf, şehvetle karışan sevgiyi
gerçek aşka giden bir yol kabul etmiş, raksı ve müziği helal kabul etmiş,
içkiyi kadınlı meclislere sokmuş, hayrı ve şerri izafi kabul etmiştir.
"
"Öyle sûfi vardır ki; kendisini zamanı
sahibi, vaktin peygamberi görür. Bu inancını anlaşılır bir şekilde açıklar.
Mehdiliğini ortaya atar. Ya can verir yahut zamanında saltanatını görür. "
"Öyle sûfi vardır ki; hayata, hayattaki
zevklere pek bağlıdır. Bu neşeye sahip olunca bütün suçları, yapılmaması
emredilen şeyleri hiçe sayar ve zaten de inancı dolayısıyla bunlar onca hiçtir
artık ve bütün buyrukları, âlemin düzenini temin içindir. Kendini zevke atar,
bu kayıtlardan üstün olduğuna inanır. "
Abdulbaki Gölpınarlı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi
Babailer zümresine dâhil eden görüşe destek verir ve Yunus Emre’yi de bu
zümreye dâhil etmek suretiyle bu düşünceyi bir adım daha ilerletir.
Gölpınarlı’nın Yunus Emre’yi Babailer zümresine ilhak ederken kullandığı
bilimsel metod ise kabul edilebilir gibi değildir:
"Bektaşi Vilayetnamesf ne göre Baba
Tapduk Hacı Bektaş halifesidir. Hacı Bektaş’ın Babailer isyanı sonucunda
öldürülen Baba İshak’ın halifesi olduğu muhakkak bulunduğundan ve Yunus da bir
şiirinde, Tapduk Emre’den ‘Baba Tapduk’ diye bahsettiğinden Yunus Emre’nin
Babailer zümresine mensup olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır.
Yine Gölpınarlı’nın ifadesiyle Vilayetname
yazarı Uzun Firdevsî Şems’le Mevlâna’yı Hacı Bektaş’ın halifesi sayar.
Bu durumda zikredilen akıl yürütme metodu
kullanılınca Mevlâna ve Şems de Babai sürmesine dâhil olmaktadır ki, bu durum
asla doğru kabul edilemez. Yazar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Babai zümresinden
olduğunu te’kid etmek üzere ondan ‘Baba Bektaş’ olarak bahseder.
Gölpınarlı Yunus Emre’yi Babai zümresine ilhak
etmekle kalmaz, onu Alevi- Bektaşi edebiyatının kaynağı olarak ilan eder. Bu durumu ise şöyle açıklar: "Tarihi
kaynaklar, Yunus’un ve arkadaşlarının Hacı Bektaş’ın da mensup bulunduğu
Babalılar zümresinden olduğunu açıkça göstermektedir. Babalılar zümresi ise
sonradan kurulan ve kuruluşunu ancak on altıncı yüzyılda tamamlayan
Bektaşiliğin aslıdır. Bu bakımdan Yunus’u Bektaşi şairleri arasına aldık.
" Yazarımız, Yunus Emre’yi
peşin bir hüküm ve kati bir kararla Alevi olarak kabul eder. Ancak onun aşırı
bir Alevi olmadığını şöyle dillendirir: Yunus, Batıni inançları, telakkileri,
gelenekleri benimsemekle beraber aşırı bir Alevi değildir. Ancak burada Yunus Emre’nin Alevî olup
olmadığından ziyade, Batıni inançları benimseyen bir kişinin nasıl aşırı bir
Alevi olmadığı sorusu akla gelmektedir.
Abdulbaki Gölpınarlı, Mevleviliği ve
Mevlevilikteki birçok hususu yabancı kaynaklara dayandırma konusunda ciddi bir
gayrete sahiptir. O, bu konudaki genel kanaatini şöyle ifade eder:
Mevlevilik’te asırlar boyunca ve nesilden nesile sürüp gelen birçok
geleneklerin izlerini bulabiliriz. Ona
göre Hurufiliğin Mevlevilik üzerinde epeyce tesiri olmuştur. Mevlevilik’te yemek yenirken konuşulmaması
Mazdeizm’den,
Mevlevi mutfağına balık girmemesi de Hint
dinlerinden1 kaynaklanır. Yine o, Mevlevilikteki Şii tesirinden ve Alevi temayülünden bahseder.
Abdulbaki Gölpınarlı Mevlana’yı ve Mevlevi
şahsiyetleri de oldukça farklı bir şekilde tanıtma yoluna gitmiştir. Heteredoks
kaynaklardan bulduğu bilgileri toplayarak Ulu Arif Çelebi’nin başından geçtiği
iddia edilen olayları ‘Ulu Arif Çelebi’nin Gönül Maceraları’ adıyla uzun uzun
anlatır. Mevlana hakkında benzeri
dokümanlar bulamaz, fakat onun hakkında da şu korkunç öngörüde bulunur:
“Mevlana şarap içtiyse bile apaçık
içmemiştir.”
Gölpınarlı’nın Mevleviliği son dönem
Bektaşiliği ile aynı mahiyette addetmesi akla hemen oryantalistlerin konuya
bakışını akla getirmektedir. Nitekim Fuad Köprülü oryantalistlerden Babinger’in
Mevleviliği Bektaşilikle aynı mahiyette addetmesini realiteye taban tabana zıt
bir iddia olarak niteler ve bu duruma
Mevleviliğin sürekli heteredoks zümrelere aleyhtar oluşunu, mevcut içtimai ve
siyasi nizamın muhafazasına çalışmasını delil olarak gösterir.
Abdulbaki Gölpınarlı’nın her şeye rağmen
gayr-ı İslâmî ve gayr-ı Sünnî kaynaklara dayandıramadığı tasavvufi kurumlar da
vardır. Nakşbendilik bunlardan birisidir. Fakat söz konusu sebepten olsa gerek
kendisi Nakşibendîlikten asla hazzetmez ve Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra
Bektaşi tekkelerinin Nakşibendî şeyhlerine devrini yanlış bir hareket olarak
görür. Onun şu ifadesi, Nakşbendilik
hakkındaki görüşünü, tasavvufa genel olarak bakışını ve kullandığı bilimsel
metodu en güzel bir şekilde ortaya koyacak niteliktedir: “Nakşbendilik,
tamamıyla Sünnî inanca sahip ve bilhassa İmam-ı Rabbani’den sonra büsbütün
softalaşan bir yoldur.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar