Âdemden Önce 100 Bin Âdem
Peygamberimizin(salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hadis-i Deylemî’de geçen bir hadisi şerifte, “Adem’den
kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.” buyurduğu rivayet edilir.
Enes
bin Malik’in(r.a.) rivayet ettiği bir başka hadisi şerif de ise, “Allah Teâlâ
buyurdu ki, Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” ve
“Dünyanın ömrü âhiret günlerine göre 7 gündür” şeklinde buyrulmuştur.
Yukarıda
geçen mezkür hadisi şeriflere göre Hz. Ademden Kıyamete dek insanlığın ömrünün
7000 yıl olacağı belirtilmektedir. Lakin İbn-i Abbas’dan(r.a) rivayet edilen
İbn-i Arabi(k.s.) hazretlerinin Fütühatı Mekkiyesinde belirttiği bir hadisi
şerif de ise, “Allahü Teâlâ, 100 bin Âdem yaratmıştır.” şeklinde geçen hadisi
şerif zahirle çelişir gibi anlaşılmaktadır.
Hadis-i
şerifler arasında çelişme olduğu anlaşılırsa te’vil zorunlu olur. Bu yedi bin
yıl meselesi insanlığın bariz olarak bilenen tarihi olarak anlaşılırsa gerçek
insanlık tarihinin 7000 bin yıl olmadığı ve çok daha eski olduğuna hükmedilir.
Ama bunun tam olarak kaç yüz bin yıl olduğu bilmemiz mümkün değildir.. Nitekim
bugün ki fosil buluntuları 8-10 milyon yılın da ötelerini göstermektedir.
İnsanlık tarihi bu kadar eski mi denilirse, o bulunan insan iskeletini
oluşturan fosillerin hepsi Âdem’in zürriyeti sanılmamalı. Onlar Adem’den çok
önce yaşamış insan olmayan insansılardır.
Âdemden
önce yüz bin Ademin yaşadığı meselesine gelince, İmamı Rabbani hazretleri
Mektubât’ın 2. Cild 371. mektubunda yüz bin Ademin zahir âlemde yaşamadığını,
alemi misalde yaşadığını belirterek konuyu çok güzel açıklığa kavuşturmuştur.
Özetle şunu belirtelim ki, Hz. Adem’den başka Adem
gelmemiştir.
Mektubatı
Rabbani 2. Cild 371. Mektup İmamı Rabbani- mutluluk
MEVZUU
: a) Âlem-i misal sorusuna cevap..
b)
Tenasııha kail olan bir cemaatın reddi..
c)
Kûmun ve büruz..
Ve..
bu münasebetle bazı hususların beyanı..
***
NOT
: İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Taki’ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah’ın adı ile..
Âlemlerin
Rabbi Allah’a hamd olsun.. Salât ve selâm, Seyyid’ül-mürseline, onun pak
âline..
***
Yaratılışın
güzelliğinden, fıtratın üstünlüğünden sadır olan iltifat olarak gelen mübarek
mektubun mütalaası ile ‘teşerrüf ettik. Allah Teâlâ, size selâm ihsan eylesin..
***
O
mektupta yazdığına göre, Muhyiddin b. Arabî Fütuhat-ı Mekkiyesinde, Rasülullâh
“salla’llâhü aleyhi ve sellem” efendimizden rivayet edilen şöyle bir hadis-i
şerif yazmıştır:
— «Allah Teâlâ, yüz bin Âdem yaratmıştır.»
Bundan
sonra, misal âleminden bazı müşahedelerinden şöyle anlatmaktadır:
—
Kâbe-i Muazzama’nın tavafı sırasında bir topluluk zuhur etti. Onlar da Beyt’i
tavaf ediyorlardı; ama ‘ben onları tanıyamadım. Tavaf esnasında iki beyt
söylediler ki, onların biri şudur:
Tavaf
ettik tavafınız gibi yıllarca;
Bu
mukaddes Beyti ki, hep birden topluca..
Bu
beyti dinledikten sonra, hatırıma şöyle geldi: Bunlar misal âlemindendir. Bunun
üzerine, onlardan biri benim tarafıma yaklaşıp baktı ve şöyle dedi:
—
Ben, senin ecdadın cümlesindenim.. Bunun üzerine şöyle sordum:
—
Vefatın üzerinden kaç sene geçti?. Şu cevabı verdi:
—
Kırk bin seneden daha fazla..
Onun
bu cevabına hayret ederek şöyle dedim:
–
Eb’ül-beşer Âdem’in yaratılmasından bu yana, henüz yedi bin sene bile tamam
olmadı; nasıl olur?.
Muhyiddin
b. Arabî Hz. bundan sonra şöyle devam ediyor:
–
O vakit, hatıra geldi ki; anlatılan hadis-i şerif bu kavli teyid etmektedir..
Ey
Mahdum,
Sübhan
Allah’ın inayeti ile bu meselede Fakir’e zahir olan mana şudur:
Hazret-i
Âdem’in varlığından önce gelip geçen bütün âlemler. (Resulüllah efendimize ve
ona salât ve selâm olsun.)
vücud
olarak hepsi misal âleminde olup şehadet âleminde değillerdi.
O
ki: Şehadet âleminden vücud buldu; yeryüzünde hilâfete nail oldu; melâikenin
dahi secde ettikleri oldu.. bu: Yalnız Eb’ül-beşer Âdem idi..
Bu
babda netice söz şu ki:
Adem,
camiiyet sıfatı üzerine yaratıldığından; hakikatında onun latifeleri ve çokça
vasıfları vardı. Sübhan Hakkın vücud vermesi ile; şahsının vücuda gelmesinden
asırlarca evvel, vakitlerden her vakitte onun latifelerinden bir latife,
sıfatlarından bir sıfat vücud bulabilir. Onun sureti ile zuhur edip Âdem ismini
de alabilir. Bu suretten dahi, beklenen Âdem’den, vaki olacak olan vaki olur.
Hatta, ondan misal âlemine mahsus olmak üzere nesiller türeyip çocuklar dahi
zuhur eder. O âleme münasip bir şekilde surî ve manevî kemalâta dahi nail
olabilir. Sevaba, ikaba da müstahak olur. Hatta onun hakkında kıyamet dahi
kopar. Dolayısı ile cennetlikler cennette, cehennemlikler dahi cehenneme gider.
Bundan
sonra, Sübhan Allah’ın dileği ile, onun sıfatlarından bir sıfat veya latifelerinden
bir latife daha zuhur eder. Rasulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun.
Yani: O âlemde.. Birinciden zuhur edenler, yine bundan da zuhur eder.
Bunun
da devresi tamam olduktan sonra, üçüncü olarak sıfatlarından veya
latifelerinden biri tekrar zuhura gelir..
Bu
zuhur dahi tamam olduktan sonra, dördüncü bir zuhur olur..
Bu
durum, Allah Teâlâ’nın dilediği zamana kadar sürüp gider..
Onun
sıfatına ve letaifine taalluk eden misal âlemine bağlı zuhurat dairesi tamam
olduktan sonra; şehadet âleminde bu nüsha-i camiada iş sonunu bulur. Yani: Yüce
Sultan Allah’ın vücud vermesi ile.. Bu nüsha-i camia dahi, Yüce Allah’ın
inayeti ile muazzez ve mükerrem olur.
Eğer
yüz bin tane Âdem vücuda gelmiş ise., bu Âdem’in cüzlerinden, maddelerinden ve
vücudunun mukaddemilerinden ve mebde’lerinden başka değildir.
Şeyh’in
{Muhyiddin b. Arabi’nin) üzerinden kırk bin seneden fazla zaman geçmiş olarak
bulduğu kimse, misal âleminde ceddinin letaifinden bir latife idi.
Şeyh’in
şehadet âleminde vücudu vardı ve Beyt-i Şerifi tavaf ediyordu; »ama o sırada,
misal âleminde bulunuyordu. Çünkü, Kâbe-i Muazzama’nın misal âleminde bir
sureti ve bir benzeri vardır ki: O âlem halkının kıblesidir.
Fakir(İmam-ı
Rabbani kuddise sirruh), nazarımı bu hususta derin derin gezdirdim; onda çok
derinlere daldım. Derin derin düşündüm; ama şehadet âleminde nazarım bir başka
Âdem’e ilişmedi. Âlem-i misal oyunbazlarından başka bir şey de bulamadım. O
misali bedenin dediğine gelince.. yani onun:
—
Ben, senin ecdadının cümlesindenim.. Vefatımdan da kırk bin sene geçti.
Şeklinde
sarf ettiği sözüne.. Bu cümle delillerin delilidir ki:
Eb’ül-beşer
(insanların babası) Âdem’in vücudundan evvel gelen ademler, Âdem’in a.s. sıfat
ve letaif zuhurlarından bir zuhur idi.. Âdem’in a.s. yaratılışından ayrı olarak
yaratılan bir şey değildi. Aralarında mübayenet olan Âdem’e bu Âdem’in ne gibi
bir nisbeti olabilir?. Sonra. Şeyh’in ceddi nasıl olabilir?. Zira o, henüz yedi
bin seneyi dahi tamamlamış değildi. Kırk bin senenin ne yeri var?.
O
kimseler ki, kalbi erinde maraz vardır; bu hikâyeden tenasüh manası çıkarırlar
ve âlemin kıdemine kail olup kıyamet-i kübrayı inkâr ederler..
Bazı
mülhidler var ki, batıl olarak, şeyhuhet mesnedine (sığınağına) oturmuşlardır;
tenasühün cevazına hükmederler. Zannederler ki: Nefis kemal haddine
ulaşmadıkça, bedenlerde döner durur. Bu manadan olarak derler ki:
—
Nefis, kemal haddini bulduğu zaman, bedenlerde tekallübden fariğ olur. Hatta,
bedenlerle alâkası da kalmaz. Zira, onun yaratılmasından gaye kemalidir. Onun
kemali ki, müyesser oldu; maksad dahi hâsıl olmuş olur.
Bu
kavi, sarih küfürdür; tevatür ile dinde sabit olanı inkârdır. Her nefis ki,
kemal haddine ulaştı; o zaman cehennem kimin için olacak? Ve kim azap görecek?.
Onların
bu kavli, aynı zamanda cehennemi ve uhrevî azabı inkârdır. Keza, cesedlerin
haşrını dahi inkârdır. Zira, onların fasit kanaatine göre, nefsin cesede
ihtiyacı kalmamıştır ki: Cesetler haşrola.. Zira o, kemalâtına bir âlettir.
Bu
cemaatin itikadı, felsefecilerin de itikadına uyar. Zira, onlar dahi,
cesetlerin haşrını inkâr ederler. Sevabın ve azabın ruhanî olduklarına kail
olurlar.. Hatta, bunların itikadı, felsefecilerin itikadından daha kötüdür.
Zira, felsefeciler, tenasühü inkâr edip ona kail olanı reddederler. Ruhanî olan
azabı dahi sabit görürler. Halbuki bunlar, tenasühü isbat edip ünrevi azabı
dahi inkâr ederler. Bunlara göre azap yalnız dünya azabıdır. Bunu dahi, nefsin
terbiyesi için isbat ederler.
***
Burada
şöyle bir soru çıkabilir:
–
Emir’ül-müminin Hazret-i Ali’den (Kerremallâhü veçhe). ve bazı evliyaüllahtan
acaip garaip haller meydana gelmiştir. Bu olanlar şehadet âleminde vücuda
gelmiş ve kendileri unsurî vücudu bulmadan yıllarca evvel olmuştur. Tenasüh
cevazı olmayınca, böyle bir şey nasıl sahih olur?.
Bunun
için, şu cevabı veririm:
–
Bu türlü ameller ve fiiller ruhlarından gelmiştir. Allah Teâlâ’nın emri ile
cesetlerle cesetlenmişler ve o acaip işleri yapmışlardır. Ama, ruhlarının
taalluk ettiği bir başka ceset yoktur.
Tenasüh
o demektir ki: Ruh, bu bedene taallukundan evvel, bir başka bedenle taalluk
ede.. Amma bu bedenden ayrı ve bu bedenden başka.. Amma, ruh ki, nefsi ile
cesed oldu; o zaman tenasüh nasıl olur?.
Cinleri
görmez misin?. Değişik şekillere girerken birbirinden ayrı cesetler olurlar. Bu
hal içinde, onlardan acaip haller vaki olur; hayret edilecek işler görürler.
Yani: O şekillere ve cesetlere uyar biçimde.. Bunların hiç birinde de tenasüh
yoktur. Hatta hulul dahi yoktur.
Cin
tayfasında ki, Allah’ın kudreti ile çeşitli şekillere girmek ve görülmemiş
amelleri yapmak kudreti vardır. Böyle bir kudretin, kâmil zatların ruhlarına
verilmesinde neden taaccüp yeri olsun?. Sonra., bir başka bedene ne hacet..
Bazı
velî kullardan nakledilenler de bu Kabildendir. Meselâ: Bir saatte muhtelif
yerlerde hazır olurlar ve kendilerinden birbirinden ayrı işler vaki olur
Yine
orada, onların letaifi, biri birinden ayrı şekillere girerler. Muhtelif
cesetler haline gelirler.
Hindistan’da
durup da vatanından çıkmayan azizlerden birinin hali de böyledir. Mekke-i
Muazzama’dan bir cemaat gelip demişler ki:
–
Biz, falan şeyhi Mekke-i Mükerreme’nin hareminde gördük. Azizlerden sayılan o
zat için işaret etmişler; sonra devam etmişler:
—
Aramızda şöyle şöyle işler geçti.. Bir başka cemaat dahi şöyle demiş:
—
Biz, onu Rumelinde gördük.
Bir
başka taife ise.. ona Bağdad’da rastladıklarını söylemiş.
Bütün
bu olanlar, o şeyhin letaifinin muhtelif şekillere girmesinden olmuştur.
Çoğunlukla,
o şeyhin bu olanlara ıttılaı dahi yoktur; bu şekillenmeden haberdar değildir.
Dolayısı ile, öyle diyen cemaata şöyle der:
—
Bunlar bana bir töhmettir. Ben evden çıkmadım. Mekke-i Mükerreme haremini
görmedim. Rumelini ve Bağdad’ı da tanımam bilmem.
Hacet
erbabının korkulu ve tehlikeli zamanlarda ölü veya diri büyüklerden yardım
talebleri de bunun gibidir. Bu yardım talep ettikleri zaman, o büyükleri hazır
görürler ve o beliyyeyi kendilerinden defettiklerine şahid olurlar.
Bu
olan işlere; o büyük zatların bazen ıttılaı olur bazen da olmaz.
Bir
mısra:
Sizinle
aramızda ne var bir nisbetten gayrı..
Üstte
anlatılan da, o büyüklerin letaif teşekkülleridir.
Anlatılan
teşekkül, bazen şehadet âleminde olur; bazen da, misal âleminde..
Nitekim, bin kişi bir gecede, Rasülullâh “salla’llâhü
aleyhi ve sellem” efendimizi rüyada görürler. Hepsi de muhtelif surette görür
ve çeşitli şeyler alırlar.. Bunlar dahi, Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve
sellem”. efendimizin sıfat ve letaifinin teşekkülüdür. Allah Teâlâ, ona salât
ve selâm eylesin..
Müridlerin,
şeyhlerin misali suretlerinden istifadeleri dahi bu şekildedir. Onlardan
çeşitli şeyler alır ve müşkillerini hallederler.
***
Bazı
meşayihten nakledilen kûmun ve büruz dahi tenasuhla bağlantısı olan şeylerden
değildir. Zira, tenasuhta ruhun ikinci bir bedenle taalluku, hayat sübutu ve
hissin, hareketin husulü içindir. Yani: O bedene.. Büruzda garaz husulü için,
bir başka bedenle nefsin taalluku yoktur. Elbet bu taalluktan gaye o beden için
kemalâtın husulüdür; derecelere ulaşmasıdır.
Cin
tayfasından birini ele alalım ki; insan fertlerinden biri ile taalluk etmiş ve
onun şahsında meydana çıkmıştır. Ama, onun bu taalluku o ferd için hayat husulü
değildir. Çünkü o, daha önce de diri, hassas, mütaharrik idi. Yani: O cismin
onunla taallukundan evvel.. Bu taalluk neticesinde, o şahıstan meydana gelen
şeyler, o cinnin sıfatları, hareketleri ve sükûnlarıdır.
Halleri
istikamet üzere olan meşayih, kûmun ve büruz ibarelerini dile getirmemişlerdir.
Böyle bir şeyle, nakısları belâya ve fitneye atmamışlardır.
Fakir’in
katında dahi, (bilgisine göre) asla kûmun ve büruza hacet yoktur. Eğer kâmil
bir zat nakıslar.dan birini terbiye etmek isterse; yerinde olan odur ki: Allah
Teâlâ’nın kudreti ile, kendi kâmil sıfatlarını o nakıs müridde in’ikâs ettire.
Bu in’ikâsı dahi onda sabit ve istikrarlı kılar; ta ki o nakıs müridi noksandan
kemale ulaştıra.. Düşük sıfatlarından alıp iyi sıfatlara dahi çekebilir. Amma
arada asla ki’mun ve büruz olmadan..
Bir
âyet-i kerime meali:
—
«Bu, Allah’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın
sahibidir..» (62/4)
***
Bir
başka zümre de, ruhların nakline kail oldu. Bunun için şöyle dediler:
—
Kemal bulduktan sonra, ruh için bir kudret hâsıl olur. O kadar ki, isteyince
bedenini bırakır; bir başka bedene geçer. Bu manadan olarak, şöyle anlatıldı:
—
Kendisinde kemal ve bu kudretin bulunduğu büyüklerden biri; civarda bulunan bir
genç vefat edince, yaşlanmış olan kendi bedenini terk edip o gencin bedenine
girmiştir, tunun üzerine, ilk bedeni ölü olmuş; ikinci beden olan gencin bedeni
ise., canlı kalmış tır.
Üstteki
söz, tenasühü gerektirir. Çünkü bu takdire göre; ruhun ikinci bir bedenle
taalluku, ancak o bedene hayat husulü içindir Bu anlatılanla tenasüh arasındaki
fark şudur: Tenasuha kail olan nefsin noksanına kail olmaktadır; tenasühü dahi,
onun tekmili için isbat eder. .
O
kimse ki, ruhun nakline kail olur; o dahi ruhun kemaline kaildir, intikali dahi
ruhun kemalinden sonra isbat eder..
Fakir’e
göre ruhun intikaline kail olmak, tenasuha kail olmaktan daha düşüktür. Çünkü
tenasuha kail olan, nefislerin tekmili için tenasuha itibar etti; isterse bu
itibar batıl olsun.. Ruhun kemali husulünden sonra intikal kanaati.ise., kemal
husulünden sonradır, İsterse, asla bir kemal olmasın.. Bedenlerin tebeddülü ki
kemalât tahsili için oluşu takarrür etmiştir; kemal husulünden sonra ne şey
için başka bedene intikal elsin?.
Kemal
ehli zatlar, heves erbabı kimselerden değildir. Onların himmeti, kemal
bulduktan sonra, bedenden tecerrüd etmektir; bedenle taalluk değil.. Çünkü,
taalluktan maksad olan hâsıl olmuştur.
Üstte
anlatılandan başka, ruhun intikalinde birinci bedenin ölümü, ikinci bedenin
ise., canlanması vardır. Bu durumda, birinci beden için, kabir azabı ve sevap
cinsi şeylerden berzah hükmünün husulü gereklidir, ikinci beden için ise..
mademki hayat isbat ettiler; dünyada iken, onun hakkında haşir gerekir.
Sanıyorum
ki: Ruhun intikaline inananlar, kabir azabına ve sevabına kail olmamaktadırlar.
Haşre dahi itikad etmezler.
Ah!.
Bin kere ah!. Şunun için ki, bu gibi battallar şeyhlik postuna oturmuşlardır.
Ehl-i İslâmın dahi muktedası olmuşlardır. Hem dalâlete düşmüş- hem de
başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir.
Dua
makamında bir âyet-i kerime meali:
—
«Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize
rahmet hibe eyle. Sen hibesi en bol olansın..» (3/8)
***
Bundan
sonrası ek kısımdır. Misal âlemine taalluku (bağlantıyı) maarifi beyan etmektedir.
Şunun
bilinmesi yerinde olur ki: Misal âlemi, bütün âlemlerden daha geniştir. Diğer
âlemlerde her ne var ise., onun bir sureti de misal âlemindedir. Makulatın ve
maaninin bir sureti orada vardır.
Denmiştir
ki:
—
O Sübhan Hak ki, misallerin en üstünü kendisinindir; onun dahi misali vardır.
Bu
Fakir, mektuplarında yazdı: Yüce Allah için, sırf tenzih mertebesinde bir misil
olmadığı gibi, Sübhan Zat için bir başka misal de yoktur. Bu manada bir âyet-i
kerime şöyledir:
—
«Allah için darb-ı emsal yapmayınız. (Yani: Benzer araştırmayınız.;» (16/70)
Alem-i
sağirde misal âleminin örneği, hayaldir. Zira, bütün eşyanın sureti, hayalde
tasavvur edilmektedir. Hayal öyle bir şeydir ki: Salikin hallerini ve
makamlarını tasvirle gösterir; kendisini ilim erbabından kılar. Eğer hayal
olmazsa veya kısır olsa, o zaman cehl lâzım gelir.
Üstte
anlatılan manadan olarak; Zılâl mertebesinin üstünde, cehil ve hayretten başka
yoktur. Çünkü hayalin cevelan ettiği yer, ancak zılâl mertebeleridir. Bir yerde
ki, zılâl yoktur; orada hayal dahi yoktur.
Tenzihiyet
sureti ki misalde yoktur, nitekim bu üstte anlatıldı; o suret, misali zilli
olan hayalde nasıl tasavvur edilir?. Hiç şüphe edilmeye ki, orada cehil ve
hayret vardır.
Her
nerede ki, ilim yoktur; orada dedikodu da yoktur. Bu manadan olarak şöyle
denmiştir:
—
Allah’ı bilenin dili tutulur.
Her
nerede ki, ilim vardır, orada dedikodu da vardır. Bu manadan olarak şöyle
denmiştir:
—
Allah’ı bilenin dili açılır..
Bunların
beyanı odur ki: Dilin uzaması, zılâl makamında olur. Dilin tutulması ise..
zılâl mertebelerinin üstünde olur.
Her
ne şey ki, zılâldendir; o şey illetlidir. Yapılma illeti ile de, mahluktur. Bu
durumda onun, matluba ait eserlerden olma dışında bir durumu yoktur. Bunun
faydalı alâmetleri ise.. ihnei-yakin içindir. Aynel-yakin ile hakkal-yakine
gelince., her ikisi de zılâlin ve hayalin ötesindedir. Hayal yontmalarından
halâs ise.. ancak enfüsî seyri de afakî seyir gibi geride bırakıp enfüsün ve
afakin ötesinde cevelana başladıktan sonra müyesser dürüstte anlatılan mana, evliyanın
pek çoğuna, ölümden sonra müyesser olur. Mademki hayat devam etmektedir; hayal
onların eteklerinden tutmaktadır. Büyüklerden pek azlarına müyesser olur; hayal
sultanı tasarrufundan bu dünya hayatında iken çıkarlar. Hem de, dünya hayatının
varlığı ile.. Hayal yapması ve yontması olmadan matlubla başbaşa verirler. İşte
o zaman, onlar hakkında, berkî tecelli daimî olur; vasl-ı üryan başlangıçları
dahi zahir olur. Bir şiir:
Erbab-ı
nimete kutlu olsun erdikleri; Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri..
Burada
şöyle bir soru sorulabilir:
—
Bir cemaat, misal veya hayal âlemine ait düşlerde veya rüyalarda görülür ki:
Kendileri sultan olmuşlardır; bunların hizmetçileri, haşmetleri dahi görülür.
Yine görülürler ki: Kutuplar olmuşlardır; bütün âlem dahi onlara teveccüh
etmiştir. Halbuki, ayık halde, şehadet âlemi olan afakta bu kemalâttan yana hiç
bir şey zuhur etmemiştir. Bu görülen için; doğruluktan yana bir şey var mıdır?
yoksa sırf batıl nev’inden bir şey midir? .
Bunun
için şu cevabı veririm:
—
Bu görüş için, doğruluk yeri vardır. Bunun daha açık beyanı o ki: Bu cemaatta,
saltanat ve kutbiyet manası vardır; amma onlar hakkında zaiftir. Ve lâyık
değildir. Yani: Şehadet âleminde zuhur etmesi..
Sonra
bu, iki halin dışında da değildir. Şöyle ki:
a)
Bu mana kuvvet olarak yaratılır. Allah’ın inayeti ile.. Şehadet âleminde zuhura
gelmesi dahi yerinde olur. O zaman, o kimseler, Allah’ın kudreti ile sultan
veya kutub olurlar..
b)
Yahut, şehadet âleminde kuvvet zuhuru olmaz. Zuhuratın en zayıfı olan misal
âlemine dayalı zuhurla iktifa edilir. Kudreti kadar da orada zuhur eder.
Bu
tarikat taliplerinin de, rüyalarda gördükleri bu kabildendir; Ki onlar,
kendilerini yüksek makamlarda bulurlar. Velayet erbabının makamlarına kavuşmuş
bulurlar. Eğer bu mana, şehadet âleminde zuhur eder ise., büyük bir devlettir.
Eğer onun misal alemindeki zuhuru ile iktifa edilir ise.. hâsıl olan bir şey
yoktur. Belki de bir musibet olur. Her dişçi ve hacamatçı, kendisini rüyada
sultan görür. Ama onun için, hüsrandan ve nedametten başka hâsıl olan yoktur.
Yerinde
olur ki: Rüyalara itibar edilmeye., her ne şey ki, şehadet âleminde müyesser
olmuştur; o bir ganimettir.
Bir
şiir:
Ben
güneşin oğluyum, ondan söz ederim;
Geceden bana ne ki, sözünü edeyim.
***
Anlatılan
bu mana icabı olarak; Nakşibendiye büyükleri rüyalara itibar etmemişlerdir.
Talihlerin tevcih ettikleri rüyalara dahi teveccüh etmezler. Keza, onların
tabirlerine de.. Zira, onların pek azı meydana gelir. Onlar katında muteber
olan ancak, afakta ve ayıkta müyesser olandır. Bunun için de, şühudun devamına
itibar edip huzurun devamlı olmasını dahi bir devlet itikad etmişlerdir. O
zuhur ki, onun peşinden gaybet hali gelir; o büyükler katında itibar makamından
düşmüştür.
Üstte
anlatılan manadan olarak; Allah Teâlâ’nın masivasını unutmak, onlar hakkında
daimî olmuştur. Yabancının onların kalbinde hazır olması, tüm vakitlerde
yoktur.
Evet.,
bir şahsın ki bidayetinde nihayet dere edilmiştir; bu kemalât, odan nasıl uzak
görülür?.
Dua
makamında bir âyet-i kerime meali:
—
«Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza
sebat ver. Kâfir kavme karşı bize yardım eyle..» (3/147)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar