Aşk, Çılgınlıktır
Ali Şeriati – Hubut der Kevir
Alıntı
Aşk, çılgınlıktır.
Çılgınlık ise "anlayış" ile
"düşünüşün bozulmuş ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir.
Oysa sevgi, tırmanışının doruğunda, beyin
ötesini aşar; anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna
götürür.
Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri
yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur.
Aşk, büyük, güçlü bir kandırmacadır. Oysa
sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur.
Aşk, denizin içinde boğulmaktadır. Oysa sevgi,
denizin içinde yüzmektir.
Aşk, görme duyumunu alır; oysa sevgi, verir.
Aşk, kabadır, şiddetlidir. Bununla birlikte
dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun ya nısıra
dayanıklı, güven içindedir.
Aşk, hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi baştan
başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez. Aşktan içtikçe kanarız, sevgiden
içtikçe susarız. Aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.
Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür.
Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni
sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma
susuzluğudur.
Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için
sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile
ruhumsal, hayvansal ruhunun bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün
bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder… ona kin
besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de
kendisinin sevdiği için beslediğini, beslemelerini diler. Sevgi, kişinin
Tanrısal ruhu ve ruhsal doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi
kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever.
Kendisine tanış, yakın bulur.
Aşkta rakip sevilmez. Oysa sevgide
"köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler." Kıskançlık aşkın
özelliğidir. Aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. Bir başkası onun
elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. Kapması durumunda ise
ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden de nefret edilir. Sevgi ise
inançtır. İnanç ise salt bir ruhdur. Sınırsız bir sonsuzluktur. Bu gezegenin
türlerinden değildir.
Aşk, doğanın kementidir. Doğadan almış
olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını ölümün güç kaynağı
olan aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar.
Oysa sevgi, kişinin, doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı,
kendi "seçtiği" bir aşktır. Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır.
Oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. Aşk, gövdenin görevlisidir.
Oysa sevgi, ruhun elçisidir. Aşk, kişinin yaşama dalıp doğanın çok sevdiği
güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir
"bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı
yabansıttıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabana pazar içerisindeki
korkunç özbilincidir.
Aşk, tat aramaktır. Oysa sevgi sığınak
aramaktır.
Aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi,
"yabancı ülkede dildaş bulmak"tır.
Bir tiyatro oyununda, bir oyuncu, kılıcının
gücünü ve keskinliğini krala göstermek üzere çelikten bir parça koyup bir
vuruşta ikiye böldü. Oradakilerin tümü şaşkınlığa düştü. Bir sabahın ak bir
bulut parçası gibi ince, hafif olan incecik yumuşak bir ipeği boşluğa bıraktı.
İpek örtü, yığılmış bir duman yığını gibi boşlukta, şair bir ruhun durgunluk,
güzellik ile inceliğinde açılıp, saçılırken kral yumuşaklıkla, ağırlıkla,
ağırbaşlılıkla, güvenle kılıcını ortasından geçirdi. En ufak bir direnişle bile
karşılaşmadan ipek örtü ikiye bölündü. Böylece parçaların herbiri boşlukta, bir
yana gitti. Kılıcın ebrişem ipek örtünün ortasından geçmesiyle de, üzerlerinde
ufak bir iz bile oluşmadı. Kılıcın ortasından geçişini duyumsamadı bile...
dersin!
Kılıç
da öyle geçiyordu; bir ilkyaz sabahı bulut parçasının ortasından, ya da düş
atmosferinde dalmış olan bir ozanın sigarasının ak duman yığınının arasından
geçiyor olduğunu sanırsın!
Ah! aşk
hangi kılıç oluyor, sevgi hangi kılıç, diye "birbirini izleyen yazılar ve
baskılar" yapamam.
………….
Nirvana, Tanrı'da aşk ateşi!
Kimler yönelmiştir buna?
Tanrı'nın ruhunda aşk ateşi, varlığın tümden
tecellisi olduğu bir ateş; sıcak olmayan, kızgın olmayan bir ateş!
Niçin’
Onda gereksinim yoktur. Onda dalgalanım yoktur. Onda dayanıksızlık, kuşku,
sarsılım, kaygı, titreşim, işkil, acı... merak yoktur. Yine de ateştir. Her
ateşten de daha ateşlidir. Bütün ateşlerden de daha ateşlidir. Her bir alevinin
ışığı yaratılış olan, gölgesi gök olan, albenisi evren olan, azıcık, yumuşak
külleri samanyolları olan ne desem? ...bir ateş!
Tann'da aşk ateşi budur!
Nasıl
nasıl!
Aşk ateşi böyle olmaz ki!
!
Öyleyse
bu sevgi ateşidir. Evet... sevgi ateşidir. İlginç!
Ben de bütün arifler ve ozanlar gibi
konuşuyorum: Aşk ateşi!
Üstelik Tarın'da!
Yok yok!
Kızgın
olmayan, soğuk olmayan, ısısı olmayan... sevgi ateşidir; niçin?
Gereksinimi yok, amacı yok, ulaşması yok,
bulması yok, yitirmesi yok, elde etmesi yok, kullanılması yok, işe yaraması
yok, yanışı acısı yok, dalgalanması yok, kuşkusu kaygısı yok, yaını uzağı yok,
korkusu umudu yok, ölümü yaşamı yok, sertliği yumuşaklığı yok, kafesi yok,
bekleyişi yok, suçlaması yok, yoruşu yorumsaması yok, korkusu titreyişi yok,
ısısı ışığı yok, bağı bağlılığı yok, koşulu yok, dönüşü yok, duruşu yok, gidişi
yok, arınımı yok, aptallığı yok, anlamaması yok; gereği, çıkan, yaran,
"niçin"i, "için"i, gerektirimi, ayrılığı, uyuşumu,
karşıtlığı, örtücülüğü, ortak koşuculuğu, kuşkusu, inanç gevşekliği, isteği,
eğilimi, tadı, ağnsı... yoktur. Ateştir. Aşk ateşi değil, sevgi ateşidir....
Ne diyordum? ... at...lar!
Evet... birtakım ruhlar at gibidir, dedim. Her
atın devindirici yerleri olur, atların en sert kırbaçlara karşı bile kaşlarını
çatmadıkları olur. Koltuk altlarına neşter bile hatırsan duyumsamaz.
Duyumsamasına duyumsar da kıpırdamaz. Duyumsamamış gibi... Ancak, bu atın,
kendisinin birkaç devindirici yeri olur. Kulak dibi, boynunda bulunan bir
yer ya da yerler, sırtı, göğsü, boğazaltı... Küçük parmak ucunun buralara en
ufak bir dokunuşu sonucu, birden ürker; birden korkuya kapılan bir kuş gibi
kanat çırpıp uçar. Öyle çılgınca bir hız yapar; en becerikli binicileri
bile yere atar, önüne çıkan her engeli kırar geçer. Teper. Dağ, ova, dere,
ırmak, tepe, engebeli yer, deniz, kent, ne varsa, kim varsa, nere varsa, aşar,
yıkar, kırar... atar, gider, gider... bitkin düşene dek, gözlerden kaybolana
dek... İşte ben, ruhumun bir at ruhu olduğu duygusunu taşıyorum. Attan aşağı da
değil yukarı da!
….
Melik Dinar, çölden dönüyordu: "Nereden
geliyorsun? diye sordular: "Çöle uğradım, aşk yağmış, yerler ıslanmıştı,
insanın ayağı nasıl çamura batarsa, benim de ayağım aşka batıyordu"! dedi.
O, bizim gibi mi; çölü görüyor, havayı alıyor,
yağmurun, yağmurla ıslanan toprağın
kokusunu kokluyor?
Alparslan'ın uşağı Nizamulmülki Tusî gibi mi?
Ölüm anına bakınız, kişiler bir bir, o anda,
neler, nasıl görüyor?
Son Roma İmparatoru, ölüm yatağındayken, son
soluk olduğunu anlayınca, birden ayağa kalkarak çığlık atan "Bir imparator
ayakta ölür"!
Askerleri, ayakta ölmesi için kollarından
tutarlar.
Bir de Zeliha!
Ozanın
biri, ölümünün recezini söylemiş:
En son solukta Zeliha söyle mırıldandı.
Sevgi çekiciliğiyle bahadan oğul aldım.
Bir de Sibeveyh, ünlü dilbilimci, yazma kişi.
Yaşamının son anlarında, solgun gözlerinde özlem gözyaşları ile bir yazıksayış
olduğu, sesinin de hıçkırıklarla titerşi yor olduğu bir durumda:
'Mütu ve fi gaibi şaibetu hatte!' diye inler.
ölüyorum ancak, içimde, "hatte"
konusunda kuşku var daha!
gerçekten de ad mıydı, yoksa cer harfi miydi,
diye?
…
"Bilinmemek" insan ruhu açısından
büyük bir acıdır. Bir ruh ne denli güzel, ne denli "var"sıl olursa,
"tanıdık"ı o denli gerekser.
Ariflerimizin: "Aşk ile güzellik,
ilksizlikte anmışmışlardır," demeleri bu yüzdendir. Bu, Doğu’nun yaratılış
felsefesidir. Tanrı bile tanınmak istiyor. Bilinmez kalmak islemiyor.
Bilinmemektir, yalnızlık duygusu ile yabancılık ile yadel acısını var eden.
Her insan bir kitaptır, kendi okuyucusunu dört gözle bekler. İslam, ne güzel,
yaratılış felsefesinde, Doğu gizemciliğinin sözünü ettiği "aşk"ın
yerine "bilme"yi yerleştirmiştir. Söylemiş idiğim gibi, aşk
içgüdüsel bir gereksinimdir. Ne ölçüde aşırı, güzel bir aşk olursa olsun. Ruhun
örtüsü altında gövdenin yararına işler. Oysa tanışım, insani bir gereksinimdir.
Ruhun işidir. Biri kişiye "yönelecek" olursa, o "içten, an,
gizli benliğimizi anlayacak olursa, içimizde gizlenemeyecek, nitelenemeyecek
…
Tapınak kana susar.
Tapınım hep kanla, adamayla olmuştur. İsmail!
Bu
kutlu adak!
İbrahim'e bak. Gönül bağladığı yavrusunu aşk
için kurban ediyor. Bıçağı ciğerparesinin gırtlağına dayıyor. Bu yaşam boyu
acılarla, umutlarla büyüttüğü yavruyu "kendi eliyle "kesiyor".
Aşk "içtenlik"tir. Gönülsüz, acısız yan aydınlar da tutturuyorlar
adak da ne oluyor diye. İlginç!
İlginç!
Neden
anlamıyorlar?
Kan isteyen, adak isteyen o değil, sevendir
ona büyük gereksinim duyan. Ona, yok, gönlüne, kendine, inancına göstermek
istiyor: "Ben İsmail'imi bile kurban ederim sana" diye.
Kendisinin sevmek ve inanmak konusunda kesin olduğunu göstermek isliyor!
"Kesin"!
Bütün
yaratılmışlarda olmayan şeyi, doğanın içinde bulundurmaktan yoksun olduğu,
yapmaya güç yetiremediği şeyi, içimde ben bulundururum, ben yaratırım. Evet, ey
inanç!
Ey aşk!
Ben
artık yokum; benim artık bir şeyim yok; senin hiçbir ortağın yok; birsin sen;
ortaksızsın; eşsizsin; her şey sensin; ben de yokum. Bir şeyim yok;
istemiyorum; ben dünya eri değilim, "ben kadın, altın, makam eri
değilim." Ben bu murdar sofralara
aç değilim ey aşk!
Ben bu
küflenmiş hatalara, bu acı sulara susamış değilim ey inanç!
Ben,
inancımı, aşkımı yaşamakla bile bulaştırmayacağım. İçtenlik!
İçtenlik!
Yalnız
sen demek!
Birsin!
Birsin!
…
Nasıl göstersin bunu?
Göstermeli. Ona değil, o biliyor; kendine de
değil, kendisi bulur; yok yok, böyle somutlaşıma, böyle bir gereksinime
gereksinim duyuyor, çok!
Ne
tatlı bir acıdır!
Özgeçinin ne ilginç bir esrikliği var!
Ne
denli acıysa o denli tatlı!
Evet,
adak!
Aşk
susuyor, kan vermek gerek ona!
Soğuyor, ısıtmak gerek onu; açılıyor, adak
sunmak gerek ona. Aşk adaklarla, kanla güç bulur, durulur, büyük, an, lekesiz
olur, ısınır ışınsıl olur... Kendisi dışındaki her şeyden arınır da soyut,
bulantısız, duru, an olur!
Şimdi kurban bayramıdır!
…
Aşk bayramı, inanç bayramıdır. Tapınma işidir.
Aşk bayramı, kan bayramıdır. Süslenip püslenme, gününü gün etme, kazanç ardına
düşme değil. Geçinme, yaşam değil. Çok sevilenin kurban edilmesi; her şeyden
geçilmesidir. Kan dökme, arınmadır.
Amazon'da yaşayanlar, her yıl kabilenin mutlu
kızlarının en güzelini seçerler, süslerler, "sim" içkisiyle aşk
içinde özdengeçinin, inanç içinde yok olmanın, Amazon'un içinde boğulmanın
tadını doruğunda duyumsasın diye esrik ederler, sonra çıldırmış durumda olan
davul ve boruların gürültüleri içinde, aşkın, coşkunun, tutkunun kaynayıştan
ile gülüşler, ağlayışlarla yükselen çığlıklar içinde ırmağa, Amazon su
tapınağına atarlar, kız da dalgalann ağzında her türlü el ayak çırpmayı
bağlılığa, Amazon'a karşı ihanet olarak görüyor. Özgeçinin tatlılığı içine
boğulmuş kendini dalgalara bırakıyor da Amazon, kendi tapmanın! sevmenin öfkesiyle, duru kucağında
öylesine sıkıştırıyor; kızcağız sevginin verdiği ağrılardan, dayanılamayan
tatlılığın şiddetinden ona can veriyor da erince kavuşuyor.
Aşk ile güneş ülkesi Çin'de adak bayramı
gününde, tapınılanı, gök ve güneşin simgesini, yakaranlarının susamış, yorgun
gözleri onu görmenin esrik edici içkisiyle kanıp durgunlaşsın diye güneş
tapınağından dışarı çıkarırlar. Bu görmenin adağı, en sevgili, en güzel
çocuktu; anne ya da baba onu, mabudunun arabasının tekerlekleri altına atar;
çocuğunun, ciğerparesinin ezilmesiyle birlikte yüreğinde tutuşan ateşin içinde
inancı, her tutkunun paslarından, her isteğin bağlarından, her lekenin
renginden arısın, bağlılığa ulaşsın, mutlak olana ulaşsın diye. Aşk, kumaş
boyacılığının peykelerine benzeyen gönüllerden nefret eder. Şu masmavi gök
karşısında, renge dayanabilecek her etkenden bağımsız olan girişimler, mutlak
olana ulaşır, yüceliğe; yer gök arası boşluğu kendisiyle doldurur, yeğni bir
ruh gibi, yeryüzünde uçuşa başlar; güneşin çağırması üzerine yükselerek güneşin
eritici parlak bağrında yok olan yumuşacık bir bulut parçası gibi.
Bu büyük hicret boyunca, güç "yokuşlardan
geçmek gerek, bu ilginç kimya içinde, kızgın ateş ocaklarında erimek gerek...
Söz de Mesih'tir,
Aşk Meleği "Ruhu’l Kudüs"ün
kendisini kimsesizlik, güzellik kızlığı Meryem'inin üzerine salarak, tanımanın
anısıyla yokluk unutağını açıp, istekli, bekleyişti, gereksinimli bir yokluk
olan masum dölyatağı boşluğunu kendi "varlık"ıyla doldurduktan sonra
orada kendi "oluş"unu dört gözle bekleyen Mesih'i görerek, tanıyıp,
duyumsadığı, böylece Mesih'in doğup, sözün "var" olarak
"anlaşılma"da "olup", başka bir bilinçle özbilince ulaştığı
an…
Söz de, anlaşılmadığı dünyada, "kendi
varlığını" duyumsayan bir ”yokluk"tur ya da "kendi
yokluğunu" duyumsayan "bir varlık","Başlangıçta hiçbir
şey yoktu,Söz vardı, O söz de Tanrı'ydı".
Uçsuz bucaksız yokluk çölünde "yalnız
soluyordu".
Onu bir göz görsün isterdi, onu bir gönül
tanısın isterdi
Sevgiyle sıcak, tanışıklıkla aydın, inançla
sağlam, içtenlikle an bir evde bannsın isterdi.
Tanrı yaratıcıydı
Yaratmayı severdi:
Yeri yaydı
Denizleri de yalnızlığında dökmüş olduğu
gözyaşlarıyla doldurdu
Acıklı birliğinde yüreğinin üzerinde
katmanlaşmış olan kendi sıkıntı dağlarını da
Yeryüzüne koydu;
Yönsüz, sonsuz gönderilerinin yolunu gözleyen
yollan, dağlar ile ovaların bağrına çekti,
Yüce, duru ululuğundan göğü yükseltti,
Bağrının hep kapalı duran kapıcığını da açtı,
Böylece içinde ilksizlikten beri bağlı tutulan
istekli ahlarını
Dünyanın uçsuz bucaksız fezasına bıraktı.
Durgunluğun ıssızlık yakarışlarıyla, varlığın
tavanını boyadı.
Yeşil dileklerini çekirdeklerin gönlüne attı,
Sevecen "okşamalarının rengini de
bulutlara bağışladı,
Bu ezgiden de bir bileşim oluşturarak
denizlerin yüzüne serpti,
Aşk rengini altına verdi
Güzel kokulu anılarının tatlı kokusunu yasemin
koncasının ağzına döktü,
İpeksi doğuş örtüsüne de umudun alımlı güzel
yüzünü çizdi.
Böylece altına gün oluşturum yolculuğunu
bilirdi.
Yedinci tan ağarmasının ilk gülümsemesiyle de 'devinim
sabahı" başladı:
Dağlar yükselivererek, ırmaklar da esrik, başı
sonu olmayan buzlukların bağrından, güneşin çağrısıyla kaynayışa geçti,
Dağların soğuk kayalık süreneklerinden kaçıp,
Bekleyen yakın kucak Denizin özlemiyle
Ovalann göğsüne saldırdılar da
Denizler kucak açu da... yaratılışın dokuzuncu
günü,
İlk ırmak tek yollu okyanus kıyısına vardı,
İlksizliğin başından beri derin çukuru içine
sinmiş olan
Okyanus da,
Irmağı karşılamak üzere, kendi kıyısından
birkaç adım yürüdü, ırmak,
Ağır ağır, sessizce, kendini, boyun eğmenin
yanısıra gereksinime verdi
Okşanmak isteyen alnını
Uzattı,
Okyanus da, boyun eğmenin yanısıra gereksinime
Okşayıcı dudaklarını
Uzattı
Ona bir öpücük kondurdu.
Bu işte ilk öpücüktü.
Böylece deniz, kendi bir barınak arayan
barksız kimsesizini kolları arasına almış oldu.
Onu, kendi özlem dolu büyük yalnızlığı,
okyanusa, geri getirmiş oldu.
Bu işte ilk yakının ilk kavuşmasıydı!
Bu da yaratılışın yirmiyedinci gününde
oluyordu Tanrı da bakıyordu.
Sonra tufanlar koptu, şimşekler çakıp gökgürlemeleri
sevinç, şenlik çığlıktan atmaya başladı da:
Yağmurlar, yağmurlar, yağmurlar!
…
Kaynak: Ali Şeriati – Kevir, Türkçesi Muhammed
Nayif Sayir 1. Basım : Nisan1992, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar