BEN HER ŞEYİ BİLİYORUM -SLAVOJ ZİZEK
altyazı /aralık 2007
sh:54-62
vizyon ötesi | izliyorum
sh:54-62
vizyon ötesi | izliyorum
Söyleşi: Senem Aytaç, Övgü
Gökçe, Berke Göl, Gözde Onaran, Nadir Öperli, Fırat Yücel Fotoğraflar: Selen
Erdoğan
5-6 Kasım tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin
Dolapdere kampüsünde birbirinden leziz iki konferans veren dünyaca ünlü Sloven
düşünür Slavoj Zizek, ahlaksız teklifimizi kabul etti ve yoğun programından
bize birkaç saat ayırarak muhteşem bir 'izliyorum' gerçekleştirdi. Bayanlar
baylar Bülent Somay'ın katkılarıyla karşınızda Slavoj Zizek!
Zizek'in
Bilgi Üniversitesi'ne konuk olacağını ilk haber aldığımızda her nedense -belki
de Zizek'i canlı dinleyecek olmanın verdiği heyecandan- söyleşi yapmak
aklımızın ucundan bile geçmedi. İlk günkü konferansın ardından, aslında biraz
da fantezi olarak 'izliyorum' yapmayı düşündük ve şansımızı denemeye karar
verip Bülent Somay'a telefon ettik. Ertesi günkü konuşmasının akabinde yanına
gittiğimde Somay, Zizek'e “Bu kız seninle bir oyun oynamak istiyor,"
dedi. Zizek neye uğradığını tam da anlamadan “Ne tür bir oyun?" diye korkarak
sordu. Oyunun kurallarını açıkladığımızda, Somay'dan icazet almış olmamızın da
etkisiyle, Zizek bizimle oynamayı kabul etti. Söyleşi için en uygun yer olarak
bizim evde karar kılındığında durum tahayyülümüzü aşan, absürd bir hal aldı.
Ev arkadaşımı aradım ve ona dedim ki: “Senin için de bir mahsuru yoksa, yarın
Zizek bize gelecek."
Zizek'le üzerine konuşmak istediğimiz sonsuz sayıda film
olmasının yanı sıra tek bir film üzerine bile ne kadar uzun süre
konuşabileceğini tahmin ettiğimizden, film seçiminde çok zorlandık. Bir de
üstüne, Zizek'in gelmesine 2-3 saat kala elektrikler kesilince, söyleşiyi
yapabileceğimiz başka mekânlar aramakla elektrik idaresini sürekli taciz etmek
arasında stres dolu saatler geçirdik. Tam ümidimizi kesmek üzereyken
elektrikler geldi.
Zizek geldiğinde en az bizim kadar stresli görünüyordu.
Doğaçlama performanslardan nefret ettiğini, ondan zekice bir şeyler söylemesini
bekleyeceğimizi ama ağzından bir tek doğru düzgün kelime bile çıkmayacağını
söyleyerek bir yandan şikayet ediyor bir yandan da oyunun tüm kurallarını
öğrenmeye çalışıyordu. Kurallar olmadan hiçbir şey yapamazdı, çünkü ne olursa
olsun, eninde sonunda o bir Stalinistti!? Oyunu kurallarına göre oynamayı
biliyordu sadece...
Zizek, söyleşi boyunca şeker hastalığı yüzünden yememesi
gereken kuru pastalardan yerken, bir yandan da hararetli bir şekilde bizi
sürekli şaşırtan şeyler söylüyordu. Biz de kitaplarını okuduğumuz
teorisyenle, kanepede yanımıza oturmuş tişörtünün üzerine dökülen kurabiye
parçacıklarını teker teker toplayıp ağzına atan adam arasındaki benzerlikleri
ve farklılıkları düşünüyorduk... Kendini kaybetmiş bir şekilde felsefi bir
konuda konuşurken birdenbire bir magazin haberine ya da seks hayatının
ayrıntılarına savrulan Zizek, her zamanki gibi kafamızı karıştırmaya devam
etti. Sonuçta hayatımızın en tuhaf ve en eğlenceli günlerinden birini
geçirdik. Bize bu fırsatı sağlayan Bülent Somay'a tekrar çok teşekkür ediyoruz.
(Senem Aytaç)
[John Carpenter'ın They Live'inden (1988) bir parçayla
başlıyoruz.]
Benimle
dalga geçmeyin. Bu bir şaka olmalı. Bu filmle ilgili her şeyi biliyorum. Filmi
tam üç gün önce Paris'ten yeni aldım ve izledim. John Carpenter'ın 1988 yapımı
They Live'i. İlkel ama doğru bir film, şu anlamda doğru, bütün bu bilgi,
demokrasi, sizi bilgilendiriyoruz hikâyesi... Lacancı terimlerle konuşacak
olursak, gözlükler sayesinde başat gösteren'i (master signifier) doğrudan
görebiliyorsunuz. Bu filmin sevdiğim tarafı, ideolojiye bakışının doğru
olması. Öncelikle bu film, solcuların tipik paranoyasının güzel bir örneği
bence. Solcular devrimin neden gerçekleşmediği sorusunu cevaplayamadıkları
zaman, hepimizin kontrol ediliyor olduğunu, birileri tarafından ele geçirilmiş
olduğumuzu filan düşünürler. Amerikan (ha ha!) Komünist Partisi'nin merkez komite
üyesi olan yaşlı bir adamla tanışmıştım. Oradaki en popüler teori, FBI'ın
insanları itaatkâr hale getirmek için havaya bir çeşit uyuşturucu sıkmakla
ilgili gizli, karanlık planları olduğuymuş. Bu film de biraz böyle... İşin bu
tarafı yanlış, ama bu filmle ilgili doğru olan şey, beklenenin tam tersini
yapıyor olması. Nedir beklenen? İdeolojinin bir gözlük olması... Gerçekliği
olduğu gibi görebilmek için gözlüklerinizi çıkarmanızın gerekmesi... Burada
benim hoşuma giden şeyse, bunu tersine çeviriyor olması. Kendinizi ideolojiden
kurtarmak, özgürleşmek ve gerçekliği olduğu gibi görmek için gözlüklerinizi
çıkarmanız değil, tam aksine, gözlükleri takmanız gerekir. İnsan doğası yoz ve
kirlidir; doğal hale geri dönmek diye bir şey yoktur, doğal varlıklar olarak
dünyaya baktığımızda bakışımız ideolojiktir. Özgürleşmek için gözlük takmamız
gerekir. Bu yüzden de benim bu filmde en sevdiğim sahne son sahne. Filmdeki son
hareketin ne olduğunu hatırlıyor musunuz? Kahramanımız orta parmağını havaya
kaldırarak, uzaylıların baskıcı mesajlarını yaydığı vericiye hareket çeker.
Devrimci jestleri Heidegger'in insanın elleriyle düşündüğü fikrine bağlayan
koskoca bir teorim var... Her neyse...
Bir
de gerçeğin siyah-beyaz olmasını seviyorum bu filmde. Çünkü ideoloji deneyimi
eksilten bir şey değildir, aksine onun üzerine bir şeyler ekler. Ama benim için
en önemli olan şey şu: Adam varoşlara geri dönüyor, siyah arkadaşını
gözlükleri takmaya zorluyor ve deli gibi dövüşüyorlar. Tıpkı Dövüş Kulubü
gibi. Bence asıl alınması gereken ders burada. İdeolojiden özgürleşmek dediğimiz
şey spontan bir şey değildir, zaman alır, dövüşmeyi gerektirir, can acıtır.
Güzel detaylardan biri de şu: Eğer gözlükleri uzun süre takmaya devam
ederseniz, başınızı ağrıtmaya başlıyor. Yani uzun bir süre ideolojinin bize
verdiği zevklerden mahrum kalırsak da canımız yanmaya başlar.
Bu
film benim için güzel bir sürpriz oldu. Bence gerçekten solcu olan çok az
sayıda Hollywood filmi var ve bu filmlerin solcu olduğunu söylediğim için
liberal solcular tarafından neredeyse linç ediliyordum. Evet, evet, liberal
sol (Bülent Somay'ı gösteriyor); özgürlükten filan bahseden o adamlar işte...
Bu filmlerden biri They Live, biri Dövüş Kulübü -kesinlikle solcu bir film
bence-, üçüncüsü de zayıf noktam 300S partalı. Evet, 300 Spartalı’nın solcu bir
film olduğunu iddia ediyorum.
Gerçekten mi???
Evet,
gerçekten. Filmin Amerika'nın İran'a saldırmasına meşruiyet kazandırmaya
çalışan bir film olarak okunduğunu biliyorum, ama filme yakından bakın: Filmde
ne oluyor? Pers İmparatorluğu nasıl temsil ediliyor? Büyük, çok kültürlü,
Yunan'dan çok daha gelişmiş, o büyük toplara, zamanın kitle imha silahlarına
sahip, hedonist bir toplum. Ve kime saldırıyorlar? Küçük, zavallı, yoksul
insanlara... Görünenin tam tersi yani!
Kendinizi ideolojiden
kurtarmak, özgürleşmek ve gerçekliği olduğu gibi görmek için gözlüklerinizi
çıkarmanız değil, tam aksine, gözlükleri takmanız gerekir
Daha
da güzel bir twist var filmde. Perslerin Spartalı kâhinlere savaşa girmemeleri
için nasıl rüşvet verdiğini hatırlıyor musunuz? Sonra Kral Leonidas çıkıyor ve
"batıl itikatlara karşıyız, ilerleme ve özgürlüğü savunuyoruz,"
diyor. Film onları kökten dinci olarak değil, ilerlemeci solcular olarak
gösteriyor. (Bülent Somay'a dönüyor) Bu konuda bir sorunun var, değil mi?
Bülent Somay: Hayır hayır, ama beni yine şaşırtmayı
başardın. Filmi görmedim çünkü nefret edeceğimden emindim ama şimdi filmi
izlemem gerekecek.
S.Z.: Yoz tabiatını göz önüne aldığımda
yine de filmden nefret edeceğini biliyorum. Çünkü filmin mesajı Alain
Badiou'nun söylediği şeye denk düşüyor ve onun filmi sevme sebebi de bu. Badiou
diyor ki: Ellerinde hiçbir şey olmayan yoksulların tek sahip oldukları şey
disiplindir. They Live'e geri dönecek olursak, ben ideolojinin gözlükle
temsil edildiği bir film olduğunu biliyordum ama adını bilmiyordum. Paris'te
dört gün önce bir arkadaşım bana hangi film olduğunu söyledi ve ben de ona,
-tanıştığımıza çok memnun oldum, teşekkür ederim anlamında- "siktir!"
dedim ve hemen dükkâna gidip filmi aldım. Bu filmi seçmiş olmanız bir mucize.
Eğer paranoyak olsaydım hepinizin birbirinize bir ağ ile bağlı olduğunu ve
bunun bir tuzak olduğunu düşünürdüm. Hadi devam edelim.
Bu
arada ana karakterin gerçek hayatta kim olduğunu biliyor musunuz? Bir güreşçi!
Bir sonraki filmi ayarlarken yanlış bir bölüm gösterip
ileri alıyoruz.
Aranızda
bir sabotajcı var. Hain. Onu hemen imha edin, ortadan kaldırın! Önce itiraf
etmesi lazım tabii... Bu teknolojik aletler şeytani şeyler. İçlerinde şeytan
var bence. Kahve makinesi gördüğümde içinde kahve yapan küçük bir adam olduğunu
hayal ediyorum.
O
kadar da emin olmayın, çok az şey biliyorum ben.
Bir
tahminim var ama... Aman Allahım, Michael Douglas'tan o kadar nefret ediyorum
ki, o yüzden bilemedim şimdiye kadar. Michael Douglas'ın iyi olduğu tek bir
film var o da Güllerin Savaşı, bence o filmdeki onun gerçek hali çünkü. Bu
filmin neden bu kadar devrimci bulunduğunu bir türlü anlayamamışımdır. Size
ilginç bir şey söyleyeyim. Başarısızlıklara değer veren biri olduğum için,
Hollywood'un en büyük başarısızlıklarından biri olan Temel içgüdü 2'yi bu filme
tercih ederim. Diğer taraftan, ilk filmin o meşhur bacak sahnesinin hâkimiyet
ilişkileri üzerine ilkel ama güzel bir sahne olduğunu düşünüyorum. Benim
feminizm anlayışım böyle bir şey. "Operasyon başarıyla tamamlandı, hasta öldü."
Psikanalizin
tek sonucu bu olabilir ancak.
Geleneksel
feministler Sharon Stonelın orada tamamen erkek bakışının nesnesi olduğunu
söyleyeceklerdir. Ama aslında, bacaklarını biraz oynatarak bütün kontrolü
eline alıyor. Laura Mulvey'nin o klasik feminist teorisinin yanlış olduğunu
düşünüyorum. İşte erkek bakışı kadınları nesneleştirir filan... Bence asıl kurban
konumunda olan, bakışın maruz kaldığı nesne değil, bakışın sahibi olan taraftır.
İktidarsız olan bakışın kendisi. O durumda efendi konumunda olan aslında kadın.
Filmin sonuna doğru, dedektif onun evine gidiyor ve daktilonun üzerinde bir
müsvedde duruyor. Bence filmin gerçek anlamını kavrayabilmek, her şeyin bir
düzmece olup olmadığını anlayabilmek için o sahneyi durdurup kâğıtta yazanları
okumamız gerekiyor. Filmin gerçek sırrı ancak o zaman çözülebilir. Ama bence
asıl çözülmesi gereken sır, nasıl olup da Michael Douglas'ın baştan çıkarıcı ve
cazibeli bir adam olarak bize yutturulduğu. Bu saçmalık, Öldüren Cazibe'yle
başlamıştı.
Filme
katı bir Marksist bakış açısından bakarsak, yani insanları soyut varlıklar
olarak değil de yaşayan canlı kişiler olarak görürsek, asıl Sharon Stone'un
güzel olup olmadığıyla ilgilenmek gerekir. Bence o kadar da kötü değil, öyle
diyeyim.
O
filmde sevdiğim şey, adamı tamamen delirtiyor olması. Her şey tamamen muğlak,
ne olduğu belli değil... İlk filmdeki Sharon Stone çok daha sempatik bir
karakter ikinci filmdekine göre. Sizin de söylediğiniz gibi ikinci filmde
Stone neredeyse ironik bir biçimde Lacancı bir psikanalist gibi, saf aktarım
(transferans) aracılığıyla adamı delirtiyor. "Analiz tamamlamdı, sen
delisin ve gidebilirsin." Psikanalizin, insanın normalliğini geri
kazanmakla hiçbir ilgisinin olmadığının güzel bir örneği. Sadece arzunla
yüzleşirsin, sonra deliriyorsan o da senin sorunun. Eski, güzel motto: "Operasyon
başarıyla tamamlandı, hasta öldü." Psikanalizin tek sonucu bu olabilir
ancak.
İlk
anda filmin ne olduğunu sandım biliyor musunuz? Blade 2. Büyük sanat. Tamam,
birinci ve üçüncü filmler berbat ama Guillermo Del Toro'nun çektiği ikinci film
muhteşem. Post-endüstriyel, yıkık dökük Prag'da geçen, çok iyi bir film. Aptal
Michael Douglas'ın suratını görene kadar Blade sandım filmi.
"Hitler ve
Goebbels kitapları ve filmleri yakıyorlar ya, bence yaptıkları iş yanlış değil,
sadece yanlış filmlerle kitapları yakıyorlar."
(Televizyonda mavi ekran varken Fırat espri yapıyor) Bu
da Derek Jarman'ın Blue'su.
Pardon?
Derek
Jarman'dan nefret ederim. Bir tek filmini bile görmedim. Derek Jarman filmleri
benim için boktan, yarı sanat yarı eğlencelik olması gereken şeyler...
Aaa,
Derek Jarman, pardon Jim Jarmusch'la karıştırdım. Bunlar benim nefret ettiğim
filmler. Bu tür sanat filmleri üzerine pek çok teori üretiliyor ama bence bu
bir savunma mekanizması. Filmin bittiğine o kadar seviniyorsunuz ki, üzerine
konuşmak istiyorsunuz. Hitler ve Goebbels kitapları ve filmleri yakıyorlar ya,
bence yaptıkları iş yanlış değil, sadece yanlış filmlerle kitapları
yakıyorlar. Bence Jarman'ın Blue'su yakılmalı. Bergman'ın Çığlıklar ve
Fısıltılar'ı yakılmalı. Antonioni'nin Zabriskie Point'i zorlama ve ucuz...
Aptal bir İtalyan Amerika'ya gidiyor ve derin bir şeyler söylemeye çalışıyor.
B.S.: Lars von Trier filmlerini de yakabilir miyiz
lütfen?
[Tam bu esnada sırada Avrupa (Europa, 1991) olduğu için
hemen play'e basıyoruz.]
Siktirin
gidin! Bu Lars von Trier'in Avrupa'sı mı? Bürokratik saçmalıklardan büyük haz
alıyorum. Kafka'nın bürokrasi hakkında söylediklerine kesinlikle katılıyorum:
Seküler dünyamızda, devlet bürokrasisinin akıldışılığı ilahi boyutla olan tek
bağımızdır. Bunun dışında filmin biraz zorlama olduğunu düşünüyorum. Ama bu
film yakılmamayı hak eden tek Lars von Trier filmi. En aşağılıklaştığı film
ise Gerizekâlılar'dır. Gerizekâlı bir adamın, gerizekâlılar için
gerizekâlılarla birlikte çektiği bir film. İlgimi çeken tek şey, bana oradaki
seks sahnelerinin gerçek olduğunun söylenmiş olmasıydı ama filmdeki adamlar o
kadar mide bulandırıcı ki, sizde sadece iktidarsız olma isteği uyandırıyor,
sekse olan ilginizi kaybetmenize yol açıyor. Ne demek istediği de hiç belli
değil filmin. Bu deliliğin bir çeşit özgürleşme olduğunu mu söylemeye
çalışıyor yoksa daha çok bir özeleştiri mi yapıyor? Özgürleştirmeye çalıştıkları kadına yaptıklarını
radikal bir eleştiri olarak da okuyabilirsiniz ama bana sorarsanız von Trier ne
yapıyor olduğunun üzerine yeterince net bir şekilde düşünemeyecek kadar
gerizekâlı. Kişiliğimin en derinlerindeki proto-faşist yapı yüzünden -bana
büyük ihtimalle karşı geleceksiniz ama- filmi izlemediğim halde Dogville'in
sonuyla ilgili olarak duyduklarım çok hoşuma gitti. Kadının geri dönüp intikam
alması... Gerçek merhamet budur. Bence idam cezasını savumanın en iyi yolu -tabii ki idam
cezasını savunan birisiyim- gerçek merhametin idam cezası olduğunu anlamaktan
geçer. Biri birini öldürdüğü zaman biz kim oluyoruz da onu affediyoruz? Bence
bu küstahlıktır. Bizim insani görevimiz onu cezalandırmaktır. Onu
cezalandırabiliriz ama ona merhamet bahşedemeyiz, merhamet Tanrı'ya aittir.
Merhamet bahşetmek küstahlıktır, gerçek tevazu o insanı cezalandırmak olabilir
ancak. (Bülent Somay'a bakarak) Birinin bu görüşle ilgili bir problemi mi var?
B.S.: Nasıl öldürdüğümüze bağlı olarak değişir bence.
S.Z.: Tamam, o konuda bir sorun yok, bir uzlaşmaya
varabiliriz. Ben nasıl öldüğüyle ilgilenmiyorum; sadece adamı ölü görmek
istiyorum.
Ama merhamet göstermek küstahlıksa cezasını vermek de
küstahlık sayılmaz mı? Biz kimiz ki onu cezalandırıyoruz?
Ceza,
hukukun alanının içindedir, ama merhamet hukukun alanına girmez. Merhamet
göstermek senin hukuk konusunda bir şüphen olduğu anlamına gelir; hukuki ya da
doğal nedenselliği askıya alman anlamına gelir. Merhamet nedir biliyor musunuz?
Tanrım, annemle yattım lütfen beni affet. Eğer Tanrı kendini iyi hissediyorsa
sizi affeder.
Peki ama ceza neden ve nasıl insanın alanına giriyor? Cezalandırmak
da bir bakıma Tanrı'yı oynamak değil mi?
Değil,
çünkü o zaman bir kanuna uyuyorsunuz ve o sizin kişisel kanununuz değil. Benim
asıl karşı çıktığım şey cezanın suçu önleyecek bir şey olarak algılanması.
Bence bu bir kâbus. İdam cezasına karşı olanların temel argümanları, bunun
suçu engelleyen bir şey olmaması. Ama bunun cezalandırmanın mantığıyla bir
alakası yok ki! Her iyi filozof size, başkalarının suç işlemesini engellemek
için birilerini cezalandırmanın gerekliliğini savunmanın, masum insanları da
öldürmeyi meşru kılacak bir şey olduğunu söyleyecektir. Linç olaylarının bir
kısmının arkasında yatan neden budur. İnsanlar tatmin olmamışlardır. 1-2
tanesini linç etmelerine izin verelim ki, daha büyük bir kaosa sürüklenmenin
önüne geçebilelim, derler. Cezayı böyle algılarsanız, bunu yapmalarının da
önünü açmış olursunuz.
"Ben aslında çok az film izliyorum. Bir seçim yapmak
zorundasınız, ya film izleyeceksiniz ya da filmler üzerine yazacaksınız,
ikisini birden yapamazsınız."
Ben
bir Hegelciyim. Hegel, cezanın özgürlüğünün farkına varmanın bir yolu olduğunu
söyler. Birini cezalandırarak ona sizinle eşit olduğunu ve her insanın eşit
sorumluluklara sahip olduğunu söylemiş olursunuz. Politik doğruculuğun
sorunlarından biri de bu. Amerika'da politik doğrucu biriyseniz, bir beyaz
olarak sorumluluklarınızın sürekli farkında olmanız gerekir. Sürekli
suçlusunuz, çünkü siyahları, kızılderilileri istismar ettiniz... Ama diyelim ki
siyah bir gangster suç işlediği zaman, hemen diyoruz ki, işte koşullar yüzünden
yaptı, bu bizim onlara yaptıklarımıza karşı bir tepki sadece vb... Aman Tanrım,
adama özgür olma haysiyetini bile vermiyorsun!
Bence
bu politik doğruculuğun örtük ırkçılığıdır.
"Pornografi benim için çok hüzün verici bir şey,
zavallı, sömürülen, bir sürü estetik ameliyat olmuş kadınların ne kadar büyük
bir kâbus yaşadığını görüyorsunuz. Pornografi beni depresyona sokuyor."
İslam'da bile... Bu ilginç olabilir,
geçen yıl Avusturya'da büyük bir skandal olmuştu, bir imam "örtünmeden
sokağa çıkan bir kadın sokağın ortasında duran açık bir parça et gibidir,"
demişti. "Bir köpek gelip o eti yerse kimi suçlarsınız köpeği mi
yoksa o eti orada bırakan salağı mı? Tabii ki köpeği suçlamazsınız." Aslında
imamın söylemeye çalıştığı şey, örtünmeden gezen kadınların kışkırttıkları
erkeklerin suçlanamayacak olduklarıydı. Büyük ihtimalle bu argümanın çok
muğlak olduğunun farkında değildi. Erkekleri köpeğe indirgeyen bir cümle
kuruyor. Biz erkekler o kadar çaresiziz ki, bir parça et gördüğümüzde kendi
özgür irademize bile sahip olamıyoruz. Kendini asıl kontrol edebilen,
özgür iradeye ve ahlaki sorumluluğa sahip olan varlık kadının kendisi oluyor böylece.
İslam konusunda yüzeysel bir bilgiye sahibim ama bence içinden alternatif bir
çizgi çıkabilir. Siz benden iyi biliyorsunuzdur büyük ihtimalle ama ben Hz.
Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin ilk karısının önemini yeni öğrendim.
Hz. Muhammed, melekler
kendisine ilk göründüğünde iyi mi yoksa kötü mü olduklarını bilemiyor ve ancak
Hatice vasıtasıyla anlayabiliyor. Hatice önce örtülü bir şekilde
kendini meleğe gösteriyor, sonra örtüsünü kaldırıyor ve melek utanıp ortadan
kaybolunca Hatice diyor ki, "bu
meleğin utanması var, demek ki iyi bir melek." Kadın doğrunun
kefili oluyor, erkek kendi başına doğruyla yanlışı ayıramıyor bile. Bu çizgiyi
devam ettirebilirsiniz. Araplar İsmail'in soyundan gelir. İsmail'in
annesinin toplum dışına itilmiş, çölde tek başına gezen bir kadın olması çok
önemli. İslam üzerine yazan Fransız, solcu bir yazar arkadaşım, İslam'ın
Musevilikten ve Hıristiyanlıktan farklı olarak ataerkil bir din olmadığını
anlatıyor. Musevilik ve Hıristiyanlık baba-oğul ilişkisi içinde tanımlanıyor.
Oysa Allah, baba değil. Dolayısıyla inanan bir Müslümanın kökeni bir yetime
dayanıyor ve İslam'daki inananlar topluluğu da asıl olarak bir yetimler
topluluğu. İşin politik boyutu da burada. Bir yetim olarak, halihazırda varolan
bir toplumsal ağa bel bağlayamazsınız. Kendi topluluğunuzu oluşturmak
zorundasınız. Bu işi çok ilginç hale getiriyor.
Taliban, Afganistan'da metal topuklu ayakkabı giymeyi
yasakladığında herkes güldü. Nedir akıllarındaki? Bir kadının
görüntüsünün tamamı örtülmüş olsa bile, topuklarının çıkardığı ses erkekleri
heyecanlandırabilir. İlk aklıma gelen, bunun ne kadar muhteşem bir toplum
olduğuydu, o kadar uyarılmış haldeler ki bir topuk sesiyle bile baştan
çıkabiliyorlar... Biz Batı'da o kadar dekadanız ki çırılçıplak bir kadın
önümüze geldiğinde bile "çok özür dilerim ama çok yorgunum,"
diyebiliyoruz. Ama burada "klik, klik" ve kendini kaybediyorsun...
İşte işin ilginç yanı politik doğruculuk da buna benzer bir şey bence. Aynı
aşırı hassasiyet var. Sana bakıyorum ve bu görsel bir taciz oluyor. Her iki
tutum da aynı şekilde kadınları radikal, muhafazakâr, köktenci bir şekilde
kontrol altına alıyor. Politik doğruculuğun cinsel tacize karşı olan aşırı
hassasiyeti de aynı şekilde cinselliğin çok korkutucu bir tarafı olduğunu varsayıyor.
Ama tabii ki ikisi birbirinden çok farklı, politik doğruculuk tacizin tamamen
önüne geçmek için, onu nasıl kontrol altına alabiliriz diye düşünüyor. Ve bu
yüzden bazı noktalarda birleşiyorlar, örneğin pornografiye karşı çıkarken. Ki
ben de pornografiye karşıyım ama ulvi ahlaki sebeplerden filan değil.
Pornografi benim için çok hüzün verici bir şey, zavallı, sömürülen, bir sürü
estetik ameliyat olmuş kadınların ne kadar büyük bir kâbus yaşadığını
görüyorsunuz. Pornografi beni depresyona sokuyor.
Yüreğimde Bir Delik'i izlediniz mi?
Hayır.
Ben aslında çok az film izliyorum. Bir seçim yapmak zorundasınız, ya film
izleyeceksiniz ya da filmler üzerine yazacaksınız, ikisini birden yapamazsınız.
[Woody Allen'ın AnnieHall'undan (1977) bir sahne
gösteriyorruz.]
Zelig
mi?
Hayır.
Adamı
tanıyorum. (gülüyoruz) Woody Allen'ı değil, diğerini. Bu gerçek hayat mı?
Hayır.
Görmediğim
çok fazla Woody Allen filmi var. Hayır, görmedim bunu. Annie Hall.
Annie
Hall mu? Hiç şaşırmadım, sevmemiştim bu filmi.
Woody Allen'ı sevmiyor musunuz?
Bazı
erken dönem filmlerini seviyorum, mesela Bananas gibi. Son dönem filmlerinden
Broadway Üzerinde Kurşunlar'ı seviyorum. Mira Sor- vino çok seksi olduğu için
Sevimli Fahişe'yi beğeniyorum. Bence Woody Allen, benim kitap yazarken yaptığım
hatanın aynısını yapıyor. Çok iyi bir fikri oluyor ama keşke biraz daha fazla
zaman harcayıp üzerinde daha fazla çalışsaydı dedirtecek şekilde acele işliyor
onu. Ama tamamen de olumsuz düşünmüyorum. Broadway Üzerinde Kurşunlar'ı
Manhattan'da Yahudi mahallesinde izlemiştim ve kendimi onun filmlerinden
birinin bir sahnesinde gibi hissetmiştim. Özellikle sevdiğim şeyse şu
çokkültürlülük sorununa verilecek doğru cevabı içinde barındırıyor olması.
Burada küreselleşmenin aynılaşma anlamına geldiğini sanan aptalların ne kadar
yanıldığını görüyorsunuz. Tam tersine, küreselleşmede evrensel albeniye sahip
olmanız ne kadar 'tikel' olduğunuza bağlı. Woody Allen'ın filmleri çok sınırlı
bir evrende geçiyor. New York değil, Manhattan bile değil, Manhattan'ın belli
bir bölgesinde yaşayan üst sınıf Yahudileri konu ediniyor ama evrensel çapta
ilgi görüyor.
Benim
en sevdiğim Woody Allen sahnesiyse Everything You Always Wanted to Know About
SexBut WereAfraid to Ask'teki son sahne. O sahnedeki Stalinist yaklaşımı, işçi
fikrini çok seviyorum. Yukarıdan emir geliyor, "şimdi 45 derecelik bir
ereksiyon yapın" şeklinde. Sonra bir sabotaj olduğunu ve rahibin
ereksiyonu engellediğini fark ediyorlar. Çok Stalinist. Benim için seks böyle
bir şey. Sevdiğim bir diğer seks sahnesiyse tahmin edebileceğiniz gibi Monty
Python's The Meaning of Life’ta gelecekte geçen seks eğitimi dersi. Öğretmen
kızlardan birine "Vajinayı uyarmanın üç yolu nedir?" diye sorar. Kız
cevap veremeyince de onu "Dün ne yapıyordun? Alıştırma yapacağına arkadaşlarınla
mı oynuyordun?" diye azarlar.
[Jean Luc Godard'ın Haftasonu (Week End, 1967) filminden
bir sahne izliyoruz.]
Bir
dakika söylemeyin. Fransız filmlerinden genel olarak nefret ederim... Sakın
bana bunun boktan bir Godard olduğunu söylemeyin! 20 yıl sonrasından bakınca
artık bence Godard'ın kafasının nasıl çalıştığı açıkça görülebiliyor. Fazla
zorlama... Sevdiğim tek Godard, çelişkili bir biçimde ticari olarak en
başarılı olanı: Nefret. Oldukça kitsch ama Yunan mitolojisi ve Fritz Lang
göndermelerini seviyorum... Adil davrandığımı iddia etmeyeceğim, belki
haksızlık ediyorumdur. Belki zevklerim burjuvadır -Lenin'inkiler de öyleydi-
ama Fransız filmlerinden tek sevdiğim -ve bu yüzden Fransız arkadaşlarım beni
öldürmek istiyor çünkü çok burjuva bir yönetmeni var- Emmanuelle Beart'ın çok
güzel olduğu bir film: Claude Sautet'nin Ayazda Bir Yürek'i. Emmanuelle
Beart'ın kendini nasıl Daniel Auteuil'e sunduğunu hatırlıyor musunuz? O ise
onu sevmediğini söyler ve reddeder. Filmdeki adı Stephane'dır ve ben hep
üzerinde "Stephane'ı seviyoruz, Emmanuelle'e hayır deyin" yazan bir
tişört yaptırmak istedim.
Bu
film sayesinde Maurice Ravel'in oda müziğini keşfettim. Bolero gibi burjuva
kitsch eserlerle tanınan Ravel'in radikal bir solcu olduğunu biliyor muydunuz?
Sanırım 1924'te Academie Française'e davet edilmiş ama Fransız hükümetinin
Sovyetler Birliği'ne karşı tavrını öne sürerek reddetmiş. Ayrıca Arap, Cezayir
ya da Fas ezgilerini müziğinde kullanarak sömürgecilik karşıtı tavır takınan
ilk müzisyen. Benim için diğer bir sürpriz ise Erik Satie oldu. Onun da
komünist olduğunu biliyor muydunuz?
Evet evet, hatta Halk Cephesi'ne katılmamış mıydı?
Siz
bilebilirsiniz tabii. Türkiye medeni bir ülke. Yugoslavya'da bizim bu konularda
hiçbir fikrimiz yoktu...
Avrupalıların
son derece Avrupa merkezci biçimde Amerikalılara sataşmalarını seviyorum bazen.
Örneğin, Arnold Schönberg şöyle demiş: "Müzikte söylemek istediğiniz her
şeyi dört, belki beş enstrümanla söyleyebilirsiniz. Orkestraya yalnızca aptal
Amerikalılar için ihtiyaç var." Fransa'da Godard'ı tanıyan birileriyle
konuştum ve onlar da fazlasıyla kendini beğenmiş olduğunu söylüyorlar.
Mantıklı bir açıklaması yok ve fikir değiştirmeye de açığım ama sevmiyorum
işte adamı.
"Filmlerin ve kitapların -dedektif romanlarının
bile- sık sık sadece başlarını ve sonlarını okuyorum. Hâlâ ilgimi çekiyorsa
geri kalanını da okuyorum. Ve sonunu bilmenin her şeyi mahvettiğine
inanmıyorum."
Peki ya Antonioni ya da Bergman?
Antonioni'nin
ilk dönemini seviyorum. Ama Cinayet'iGördüm ile bence düşüşe geçti. Zabriskie
Point'tan sonra izlemeyi bıraktım. Ama erken filmleri, özellikle Macera bence
sessiz bile izlenmeye değer. Çok ince çalışılmış. Ama Hitchcock gibi değil,
onda biçimsel aşırılık hemen göze çarpar. Antonioni'deyse fark etmezsiniz bile.
Örneğin standart stratejilerinden biri, sinemada yerleşik olanın tam tersidir:
Bir karakteri bir yere bakarken gösterir. Sonra da, alışık olduğumuz şekilde,
karşı açıyla onun baktığı yeri gösterir ama birden bu karakter kendi bakış
açısını gösteren bu kadraja girer. Büyük bir usta. Mega-usta. Bergman da böyle
benim için. Son büyük eseri bence -atmosfer mükemmeldir- Sessizlik. Sonra
Persona'yla -bana katılmayacaksınız ama- düşüşe geçti bence.
Ya Çığlıklar ve Fısıltılar?
Bazı
filmler vardır, hakkında konuşup eleştirebilirsiniz. Bir de bazı filmler
vardır ki yasaklanmaları gerekir. Bergman kendisi de otobiyografilerinden
birinde çok hoş bir özeleştiride bulunuyor ve bir noktada Bergman filmleri
yapmaya başladığını, yani kendi kendini taklit ettiğinin farkına vardığını
söylüyor. Bence bu onun büyük hayranı olan Tarkovski için de geçerli. Onun ise
son büyük eseri Stalker'dır. Sonra Nostaljide Tarkovski bir Tarkovski filmi
çekmiştir. Bir de anti-feminist bir fikrim var. Persona'da ben Liv Ullmann'ı değil
Bibi Andersson'ı beğenirim. Bence o şanslı bir kadın. Bu çok maço olacak ama
bazı kadınlar vardır, gençliklerinde çok güzel olurlar ama sonra yaşlanınca
çirkinleşirler. Örneğin irene Jacob böyledir. Veronique'in İkili Yaşamı'nın
DVD'sinde onunla yeni yapılmış bir söyleşi var ve çok korkunç görünüyor. Şu
anda 40'larında ve kesinlikle çirkin. Buna karşın Bibi Andersson'ın gençken
-erken Bergman filmlerinde görebilirsiniz- yalnızca yüzeysel bir şirinliği
vardı. Sonra Persona'da mükemmel soğuk bir güzellikle çıktı karşımıza.
Persona'nın iyi yanı bu bence. Bergman kendi aleyhine işleyecek derecede
'derin' olmaya çalışıyor. Ama Sessizlik kesinlikle çok güzel. Filmde, iki kadın
Balkanlarda bir yere gelir. Burası sözde hayali bir mekândır ama Balkanlar
olduğunu şundan anlarız: Üzerinde 'slivovitz' yazan bir şişe brendi görürüz.
Tuhaf bir karışım söz konusudur.
Philip Kaufman'ın bir söyleşisinde okuduğuma göre,
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliğinde Ruslar şehre girdiğinde deprem oluyormuş
gibi camların sallanması ve şıngırdaması sahnesini Bergman'ın Sessizlik'inden
kopya çekmiş. Rezil ve kitsch olmasına karşın
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliğinde sevdiğim şey ise Lena Olin. Şöyle bir
iddiam var: Diyelim ki uzaylı istilasına uğradık. Birine yarı çıplak Lena
Olin'i gösterdiğinizde uyarılmıyorsa bilin ki o bir uzaylıdır. Bu tamamen
objektif bir test. Bu arada filmin sonu da iyidir: İkisini arabada görürüz.
Sonra Kaliforniya'da Lena Olin'in ikisinin ölüm haberini alışını görürüz.
Sonra yine ikisine geri döner, ve bu sahneyi öleceklerini bilerek izleriz.
Yaşayan ölüleri görürüz. Muhteşem olduğunu söylemiyorum ama hoş bir numara.
Sonuçta Philip Kaufman'ı çok da hor görmemek lazım. İnsanların ona hakaret
etmekten hoşlandığı bir diğer film de The Invasion of The Body Snatchers'ın yeniden
yapımı. Bence kötü bir film değildir. Uzaylıların insanlarla karşılaştıklarında
verdikleri tepkiyi hatırlıyor muzunuz? (hareketi yapıyor). Ben o zaman gençtim
ve arkadaşlarımla aramızda bu bir selamlaşma biçimine dönüşmüştü.
“Bilgiye ulaşmak
demek verileri ayrıştırmak, yani unutmaktır. Her şeyi bilmek bir faciadır,
hiçbir şey bilmemek anlamına gelir."
İstila'yı izlediniz mi?
Evet,
James Bondlu olan. Kız kimdi?
Nicole Kidman.
Evet
doğru. Nicole Kidman hakkında her şeyi biliyorum. Sapığın Sinema Rehberi'ni
birlikte çektiğim Sophie Fiennes, tabii abisinin kız kardeşi. Ve abisi Ralph
Fiennes şu anda Nicole Kidman'la birlikte Bernhard Schlink'in çok satan romanı
'Okuyucu'nun ('The Reader') filmini çekiyor. Nicole bu filmde toplama
kamplarında çalışmış eski bir Nazi'yi oynuyor. Ama Nicole'la ilgili sorunlar
çıkmış -çok hoşuma gidiyor bu tür müstehcenlikler.- Ralph Fiennes ve yapımcı
Nicole'dan üç şey istemiş: Biraz olsun bir Nazi kaltağı gibi görünsün diye
botoks yaptırmayı bırakmasını ve biraz kilo almasını istemişler. Ve son olarak
da -bu en sevdiğim kısmı, bakın KGB sayesinde neler öğreniyorum- çıplak
görüneceği bir sahne için -tabii politik doğrucu temiz bir kaltak olduğundan
epilasyon yaptırıyor sürekli- edeb yerindeki tüylerini uzatmasını ve bu şartın
kontratına eklenmesini istemişler. Bu arada Sophie Fiennes, Tom Cruise'la
ikisini bir arada gördüğünü ve Nicole'un Tom'u psikolojik olarak domine
ettiğini anlattı. Tom Cruise'un şu anda zavallı Katie Holmes ile olmasının da
nedeni bu belki. Ayrıca, Tom Cruise'un eşcinsel olduğu da doğru değil. En
azından biseksüel. Çünkü bir keresinde Sophie abisiyle birlikte bir setteyken
Londra'ya gitmesi gerekmiş ve Nicole ona Tom'un özel uçakla döneceğini, onunla
gidebileceğini söylemiş. Sophie de gitmiş. Bu sayede öğrenmiş Tom'un eşcinsel
olmadığını. Uçakta işi pişirmişler.
[Büyük bir hevesle hazırladığımız Gremlinler
(Gremlins,1984) istediğimiz sonucu vermiyor.]
Bu,
olduğunu sandığım şeyse görmedim. Fikir olarak sevdiğim ama hiçbir zaman
göremediğim bir film. Üzgünüm. Ama bu türden diğer bir karakter olan Chucky'yi
severim. Filmleri oğluma izletip ona "işte bu sensin" dedim.
Clint Eastwood'un son filmi Iwo Jima'dan Mektuplar’ı izlediniz
mi?
Hayır.
Peki ne yaptığını biliyor musunuz?
Evet
duydum. Clint Eastwood'un çoğu işini severim ama fanatik Fransız solcu Alain
Badiou kadar ileri gitmem. Kendisi Yasak İlişki'nin bir başyapıt olduğunu
düşünüyor. Ama zaten Titanic'in de başyapıt olduğunu düşünüyor. Bu Alain'in
karanlık yanı. Clint Eastwood'un dedektif dramı Kan Borcu'nu seviyorum. Siz
gençsiniz, ben Clint Eastwood'un henüz İtalyan spagetti western- lerinde
oynadığı dönemi de gördüm. Pek çok iyi iş yaptı ama hepsine de kanmıyorum.
Örneğin Affedilmeyeni çok da beğenmem. Kirli Harry (Dirty Harry) serisinde de
önce sıradan sağcı bir intikam filmi yaptı. Sonra sanki takip eden her bir
filmde liberal eleştirmenleri dinlemiş de politik olarak daha doğrucu filmler
çekmek istemiş gibiydi. Ama ben orijinalinin acımasızlığını tercih ediyorum.
Diğerlerinde sanki bir yandan kirli intikam fantezileri kurarken bir yandan da
bundan aldığı zevki saklamak istiyor. Böylece ilkinde saf fantezi varken
diğerlerinde ancak üzeri örtülü olarak karşımıza çıkıyor.
Zodiac'ı izlediniz mi? Kirli Harry'ye zekice bir gönderme
vardı...
Ben
her şeyi biliyorum. Ama filmi görmedim. David Fincher'ı çok seviyorum. Hem de
Yaratık3'ten beri. Bence çok hakkı yenmiş bir filmdir. Fincher'ı orada
keşfetmiştim. Sonra tabii Dövüş Kulübü, Yedi... Oyun ile ilgili sorunlarım var
tabii bok kafalı Michael Douglas yüzünden. Sharon Stone benim gözümde çok puan
kaybetti. Nasıl olur da, sadece film için bile olsa, o boktan herifin onu öpmesine
izin verebilir? Gururu olan bir hanımefendi bunu yapmaz. Zodiac'la ilgili
sorunum da şu: Hikâyeyi okudum ve filmi sevmeyeceğimden korktum. Ama Fincher'ı
seviyorum. Bu nedenle de bu travmatik deneyimi erteliyorum. Aynı nedenle, uzun
süre önce DVD'sini aldığım son David Lynch filmini izlemeyi de sürekli
erteliyorum. Filmlerin ve kitapların -dedektif romanlarının bile- sık sık
sadece başlarını ve sonlarını okuyorum. Hâlâ ilgimi çekiyorsa geri kalanını da
okuyorum. Ve sonunu bilmenin her şeyi mahvettiğine inanmıyorum. Colombo bunun
aksine kanıt. En başından cinayeti kimin işlediğini bilirsiniz ama bunun nasıl
ortaya çıkacağını merak edersiniz.
David Lynch DVD'lerinin bölümlenmesine izin vermiyor.
Sizin gibiler yüzünden olmalı...
Evet
ama Arjantin'de basılanlarda var. Sahne başı/sonu gözetmeksizin onar dakikalık
parçalara bölüyorlar ve bence bu çok güzel bir şey. Lynch'in sorunu da şu:
Tamamen aptal olmasa da ne yaptığının pek farkında değil. 'Lynch on Lynch'
kitabında ona Kayıp Otobandan kesinlikle dahiyane bir sahneyle ilgili sorulan
bir soruya, "bilmem, öyle yaptım işte" şeklinde tamamen anlamsız bir
cevap vermiş. O, ne yaptıklarının bilincinde olan kuramsal sinemacılardan
değil. Öte yandan çok iyi bir maddesel duyarlılığı var. Örneğin Polonya'da
Lodz'da bir festivale gittiğinde bu eski sanayi şehrine, yıpranmış binalara
çok hayran olmuş ve hemen oradan bir ev almış. Tarkovski'nin sevdiğim yanı da
budur: Filmlerindeki mekânlar hep eski, dökülen binalardan oluşur.
Az önce söylediğiniz bir şeyi başlık yapacağız herhalde:
"Ben her şeyi biliyorum."
Ama
eminim ki ondan sonra da "ben gerizekâlıyım" gibi bir şey
eklemişimdir. Ünlü Rus
nöroloğu ve psikoloğu Luria, mnemonistler (her şeyi hatırlayan insanlar)
hakkında çok iyi bir kitap yazıp bu durumun ne kadar trajik olduğunu
göstermişti. Bilgiye ulaşmak demek verileri ayrıştırmak, yani unutmaktır. Her
şeyi bilmek bir faciadır, hiçbir şey bilmemek anlamına gelir.
Not: Söyleşide bize eşlik eden ve katkıda bulunan Evrim
Altuğ, Gizem Aytaç ve Aslı Dadak'a teşekkür ederiz.
300 Spartalı (300, 2006)
Affedilmeyen (Unforgiven, 1992)
Ayazda Bir Yürek (Un Coeur en
Hiver, 1992)
Bananas (1971)
Blade 2 (2002)
Blue (1993)
Broadway Üzerinde Kurşunlar
(Bullets Over Broadway, 1994)
Cinayet’i Gördüm (Blowup, 1966)
Çığlıklar ve Fısıltılar
(Viskningar och rop, 1972)
Dövüş Kulübü (Fight Club, 1999)
Everything You Always Wanted to
Know About Sex But Were Afraid to Ask (1972)
Gerizekâlılar (Idioterne, 1998)
The Invasion of The Body
Snatchers (1956)
İstila (The Invasion, 2007)
lwo Jima'dan Mektuplar (Letters
From lwo Jima, 2006)
Güllerin Savaşı (The
WaroftheRoses, 1989)
Kan Borcu (Blood Work, 2002)
Kayıp Otoban (LostHighway, 1997)
Macera (LAvventura, 1960)
Monty Python's The Meaning of
Life (1983)
Nefret (Le Mepris,1963)
Nostalji (Nostalghia, 1983)
Oyun (TheGame, 1997)
Öldüren Cazibe (Fatal
Attraction, 1997)
Persona (1966)
Sapığın Sinema Rehberi (The
Pervert’s Guide to Cinema, 2006)
Sessizlik (Tystnaden, 1963)
Sevimli Fahişe (Mighty
Aphrodite, 1995)
Stalker (1979)
Temel içgüdü 2 (Basiclnstinct2,
2006)
Titanik (Titanic, 1997)
Varolmanın Dayanılmaz
Hafifliği (The Unbearable Lightness of
Being, 1988)
Veronique'in İkili Yaşamı (La
Double vie de Veronique, 1991)
Yaratık 3 (Alien 3,1992)
Yasak ilişki (The Bridges of
Madison County, 1995)
Yedi (Se7en, 1995)
Yüreğimde Bir Delik (Ett Hâl i
mitt hjârta, 2004)
Zabriskie Point (1992)
Zelig (1983)
Zodiac (2007)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar