Bilgi Kutusu 2
Neye Sevinmeli
Luka’nın 10. bölümü İsa’nın göndermiş olduğu yetmiş öğrencisinin geri
gelip O’na anlattıklarına olan tepkisini içeriyor. Luka 10:17, ‘Yetmişler
sevinç içinde döndüler. ‘Ya Rab’ dediler, ‘Senin adını andığımızda cinler bile
bize boyun eğiyor.’’
İsa iyi bilinen bu sözlerle cevap veriyor:
‘... ruhların size boyun eğmesine sevinmeyin, adlarınızın gökte
yazılmış olmasına sevinin.’ (Luka 10:20)
Shakespeare
Shakespeare’in, oyunlarında büyük ustalıkla başardığı ilişkilerin
‘kesişme’sine, böylelikle anlatılanın pekiştirilmiş yoğunluğuna rastlıyoruz.
Şair tarafından çok sevilen, iki ayrı cinsten iki sevgilinin birleşmesi, şairin
aşkım daha bir derinleştirirken okum sarsan bir boyuta ulaştırıyor. ‘Sarsmak’
Shakespeare’in yazdıklarım çözümlemek isteyen her insanın başvuracağı bir
sözcük. İlginçtir;
İngilizce’de ‘Shake' sarsmak anlamına geliyor, ‘sperar’ ise mızrak anlamını
taşıyor.
Amerika Bu
Kuzey Vietnam'ın sistemli olarak bombalanmasını emrettikten sonra Başkan
Johnson şöyle demiştir:
"Amerika'nın dünyada yaptığı ve bugün de yapmaya devam ettiği şey,
gücünü manevi görevin derin ve ateşli kaynaklarından almaktadır. Ve hiç kimse
de, Amerika'nın amacının derinliğini küçümsemeye kalkmasın."
[ Claude Julien, Amerikan İmparatorluğu, çeviren Tahsin Saraç-Aysel
Gülercan. Hitit Yayınları, Ankara, s.37-38. ]
Küçümserse ne olur?
Bugün dünyanın değişik bölgelerinde birbiri ile ilgisi yokmuş gibi görünen
terör olaylarının aslında neden olarak kesiştiği nokta, süper güçlerin ekonomik
çıkarlarıdır. Bu olayların nedenlerini anlamak için 20. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren birçok olayda başrolü oynayan ABD'nin düşünce dizgelerinin
analiz edilmesi gerekir.
Cumhur'un Babası
Yehova, önce mübarek kıldığı, sonra zürriyetini en üstün zürriyet saydığı
ve sonra da topraklar bağışlayıp "Cumhur'un Babası" ilan ettiği
İbrahim'i her nedense "sınama" gereksinimi duyuyor ve kendi çocuğunu
kurban etmesini istiyor. İbrahim de itiraz etmiyor ve tam keseceği anda Yehova
ona kurban etmesi için bir koç ve mesaj iletmesi için meleğini gönderiyor.
Melek şöyle diyor; "Zatım hakkı için yemin ettim, Rab buyurur, mademki bu
şeyi yaptın, ve biricik oğlunu esirgemedin, seni ziyadesiyle mübarek
kılacağım..." (Tevrat/Tekvin, Bap 22: 16-17.)
Çocuğunu Yehova'ya kurban edecek kadar iradeden yoksun kulluk görevlerini
yerine getirirsen, mübarek kılınırsın. Ve ancak o zaman sahip olduğun
yetkilerin koruyucusu olurum demek istiyor Yehova. Bu nedenle, dinsel inançlar
uğruna yapılan katliamlar, kutsallık kılıfına bürünmüşlerdir.
Türkiyenin Toprağına da Eğik Sondajlar mı?
Mark Zepezauer Ramsey Clark'ın Günümüzün Cehennemi: ABD'nin Körfez Suçları
adlı yapıtından esinlenerek şöyle yanıt veriyor:
"1991 yılındaki Körfez Savaşı pek bir şey değiştirmedi. Şu eski
ahbabımız despotik Kuveyt Emiri tahtına geri döndü. Eskiden dostumuz olan
Saddam Hüseyin, bir-iki iğnelemeye karşın hâlâ iktidarda ve her zamanki gibi
gaddar. Yüz binlerce Iraklı öldü, savaştan dönen binlerce Amerikan askeri
esrarengiz bir hastalığın pençesinde ve Basra Körfezi tarihin en büyük çevre
felaketini yaşıyor; binlerce ton petrol hâlâ temizlenemedi...
"Tüm anlaşmazlık Kuveyt'in eğik sondaj yaparak Irak petrollerini
çalmasıyla başladı. Kuveyt, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Brent
Scoweroft'un eski şirketinden aldığı araçları kullanarak, Irak toprağı
altındaki rezervlerden 14 milyon dolarlık petrol sızdırdı. Hatta Kuveyt'in
sondaj cihazını yerleştirdiği alan bile eskiden Irak toprağıydı.
Eğik sondajla başkasının petrolünü çalmak Teksas'ta
vurulmak için yeterlidir ve tabi Ortadoğu'da da savaş başlatmak için yeterli
oldu.
"Yine anlaşmazlık görüşmelerle çözülebilirdi. Ama bu işleri gerçekte
savaş kışkırtmak amacıyla yapıyorsanız, savaştan kaçınmak zordur."
AYOT (Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı)
Melih Cevdet’in Gizli Emir’i nedense bizim ‘darbe/ sıkıyönetim dönemi
edebiyatı’ kanonuna pek dâhil edilmez, hâlbuki olağanüstü hal denilen şeyin
tuhaf mantığını soğuk metaforlarla en iyi anlatan fikir romanlarından biri.
Fikir romanı diyorum çünkü yayımlandığı zamana (1969) özgü tarihsel ve coğrafi
detaylardan çok zamansız- mekânsız bir bakışla, dünyanın herhangi bir yerinde
yaşanabilecek bir sıkıyönetim hâlini, fikri sorgulamalar eşliğinde anlatıyor.
Garip ve anlaşılmaz bürokratik güçlerin hâkim oluşu açısından Kafka’nın Dava ya
da Şato’suyla ya da bir kurtuluş beklemenin absürd trajikomedisi açısından
Beckett’in Godot’suyla kıyaslanabilir, kıyaslanıyor da. Gizli Emir, yerli bir
absürd sıkıyönetim hikâyesi olduğu kadar, dikta rejimlerinin ‘ortak’ yönlerini
açığa çıkaran evrensel (eğer öyle bir şey mümkünse) bir siyasî fikir romanı.
Romanda AYOT (Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı) adlı bir devlet
kurumu, adı verilmeyen bir ‘kent’in yönetimini ele geçirmiştir ve adı üstünde,
olağanüstü tedbirlerle hareket eder. Temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı
bu askeri- bürokratik düzende yaşananları ve yaşanamayanları Anday daha çok
‘kentli’ sanatçıların, düşünürlerin, ezcümle entelijensiyanın korkuları,
çırpınışları, sıkışmışlıkları ve sanatsal direniş girişimleri (ki bunlar hep
boşa çıkar) üzerinden anlatıyor. Anday organik, yaşayan karakterler yerine
kendine ‘tiplemeler’ yaratıyor: Yazar Şermin, Mütercim Erdal, Başyazar Kutsi,
Aktör Bilal, Heykeltıraş Nizam gibi tiplemeler zaman zaman diyaloglarında ve
hareketlerinde aşırı teatral kaçsalar da ve Anday’ı bu açıdan eleştirmek mümkün
olsa da, bence Anday burada bir ‘düşünce hakkı’ savunusuna girişiyor ve bir
gazetede, bir tiyatroda ve bir sergi salonunda yaşananlar üzerinden dikta
denilen şeyin düşünce ve yaratıcılığa karşı açtığı aleni savaşı inceliyor.
Bütün hayatı kontrol altına almak isteyen AYOT teşkilatı tabii ki düşünce
alanını da es geçmiyor: Otorite denilen şeyin, en basit ifadeyle, düşünsel
çeşitliliğe tahammülü yoktur. Belirsizliğe de tahammülü yoktur. Her şey
tanımlanmalı, kontrol edilebilir raflara yerleştirilmeli, yerleşmeyenler de hem
kültürel hem de fiziksel baskıyla devre dışı bırakılmalıdır. Bu genel dikta
şeması, Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde, benzer bir mütehakkim mantıkla
işliyor ve zamansal olarak da aynı yapı kendini tekrar edebiliyor. Yani
Anday’ın 1969 tarihli romanı pekâlâ 2009’da da yazılmış olabilirdi. Birkaç ufak
değişiklikle aynı şema işliyor olurdu. Burada dikta rejiminin geliştiği somut
siyasî konjenktürden çok, dikta rejimi denilen şeyin mantığının, işleyiş ve
düşünce pratiğinin daha soyut bir yerden ortaya konuluşu söz konusu. Bu açıdan
tarihteki ve günümüzdeki birçok olağanüstü hal ve sıkıyönetim politikasını
anlamak için bir şema sunuyor. Bu dosyaya vesile olan mevcut ‘olağanüstü’ hali
daha geniş bir çerçeveden kavramak için faydalı bir roman bu. Ben de burada
Gizli Emir’den hareketle, edebiyata yansıyan haliyle ‘olağanüstü hal’
şemasının, yani AYOT’un öğelerini sıralamaya çalışacağım ki günümüzde yaşanan
şeylerle 1969’da yazılan şeylerin arasındaki can sıkıcı ve manidar benzerlikler
görülebilsin. AHMET ERGENÇ
***
Yanılmıyorsam 90’lı yılların sonunda operasyon başlamıştı, gazetelerde
gazetelerin güvencesi ve temel kuralı olan haber mahrecinin-imzasının mutlak
kullanımına hızla son verildi; kapı açıldı, gazetelere ajan, casus, emir
taşıyıcısı, dezenformasyon (yanıltma haber) elemanları alındı. Okurun gözünde
operasyon elemanlarına itibar kazandırmak, bu kişileri cilalamak, parlatmak
için üniversite olmayan üniversitelerden profesörlük, doçentlik, öğretim
görevlisi unvanları ya da ödüller verildi. (Çanakkale’yi 1915’de geçemeyen
Kraliyet Harp Okulu mezunu Winston Churchill’e de 1953 Nobel Edebiyat Ödülü
verildi.) Emir dışarıdan, uygulama içerdendi. Bu arada bazı edebiyat elemanları
da edebiyat tarihinde görülmemiş satışa, üne ulaştırıldılar. Basın-medya
dairesi ile edebiyat dairesi ortak çalışıyordu. Teknolojisi geliştirilmiş aynı
düdükten çalıyorlardı. Komplo; değerli yazarların, araştırmacıların,
düşünürlerin, denemecilerin, eleştirmenlerin hayatiyetine son verdi. Tuhaf bir
dönem başladı. Konuşamayanlar (kavga, küfür etseler de) medyada
konuşturuluyorlar, fikirsizler fikir belirtiyorlar, yazamayanlara (anadillerini
bilmeseler de) yazdırılıyordu. Aykırı sesler, komploculukla, ırkçılıkla,
faşistlikle, ulusçulukla falan suçlandılar. Akıl alt edilince herkes papağan
gibi aynı hedefleri şakımaya başladı. Bu sefer, paydos düdüğünü, cipten inen
albay değil de, genel kamuoyu kanaati çalmıştı. Müthiş esnek, bazen
aldatıldıklarını söyleyen, demokrat, barışsever, hak sever, demokrat ve
özgürlükçü kanaat önderleri vardı artık.
Peki ama Anday 70’li yıllardan önce yazdığı Gizli Emir’de geçmişten
geleceğe değişmeyen durumu görmüş müydü? Görmüşse neyi yazmıştı? Yazarlık
hamurunun sırlarından biri de, normale normal olmayan yollardan varmaktır.
Garip Akımı’yla başlayan şairliği yazdığı on romana rağmen nesirden önde giden
Melih Cevdet Anday, basit kişilerin paranoya deyip geçeceği duraklarda ısrarla
durup beklemiş, mizaha başvurarak, roman atmosferi yaratmaya çalışarak şaman
edasıyla somut dünyayı-gerçekliği dolayımlı tanımlamıştır. Yazarlar bir şeyi
yazmadan -temele oturtmadan- ilerdeki şeyi yazamazlar. Anday’ın kendisi bizzat
Gizli Emir’in muhatabıydı belki! Ne tesadüf, kadın uğruna dövüştüğü konuşkan,
hatip Çetin Altan da aynı minvalde Büyük Gözaltı’yı yazmıştı (Bilgi Yay.,
1972.) (Her iki romanın yan yana okunmasını tavsiye ederim.) Ç. Altan yazdığı
ilk romanı “Ben aslında ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm. Başka
türlü kumaş dokunamıyordu, ne yapayım…” cümleleriyle bitirir, ama bu romanı
güncellemek için “Anne de babaanneden yana çıkardı. Ben nasıl bazen bir o
tarafla, bir bu tarafla işbirliğine girişiyorsam; anne de bazen bana karşı
babaanneyle işbirliğine girişirdi” cümlelerine dönmek gerekir.
Melih Cevdet Anday romanında hiçbir şeyi açmayan, zorlamayan, hiçbir şeyi
somutlaştırmayan konuşma halkalarından zıpzıp atlayıp meslek gruplarının
temsili anlatısıyla bütünleşerek, zihinler arası etkileşimin yazıda ortadan
kalkmasına sebep olur; bu yöntem, fonetik alfabenin göz ile kulak arasında
semantik anlam ile görsel kod arasında bir kopukluk yaratması gibi, emri
ortadan kaldırmaya, hafife almaya, silikleştirmeye (de) yarar. Anday zaten
kaynağı anlaşılmaz emrin ne olduğunun gizli kalmasını kabalist tavırla doğru
bulur. Simgesi (veya alâmetifarikası) emir olan romanda, futbol deyimiyle
söylersek, Anday, asıl meseleyi taca atmıştır. Ortada olan, saha ve emir
atmosferidir. Bilinmeyene bilinenden daha çok itaat eder insanlar. Bu açıdan
bakınca sahne kulisi tamamen siyasi olan roman, sanılanın aksine karşı
gözüktüğü şeye taraftar, bağımlı, tutucudur. Emrin kademelerini
yükselttiğimizde insanlar arası en işlevsel mekanizma ölümdür, tüm toplumsal,
siyasi emirler ona asılır. Yazar bu bağı koparmaz, ilmik üstüne ilmik atar,
örer. Bekleyenler kendi aralarında neyi konuşurlarsa konuşsunlar, işlerinin
gereğini, makine gibi sürdürürler.
Gizli Emir’i başka türlü okumak elbette mümkündür. Okumak, bir romanın
dediği kadar demediğini de okumaktır. Olduğu şeyden hareketle olmadığı şeye de
zihinsel hareket canlandırır iyi kitap. Kendi sınırlarının dışına taşar.
Eleştirmenin yaratıcı ve sanatçı tarafı burada başlar; üstünde durduğu eseri
aşar. Yazarın, okurun, eleştirmenin dilsel ve kültürel yakınlık kurduğu andır
bu. Ben buradan, sen oradan, o bir başka yandan çekiştirir; üç iç kenarlı açı,
üçgeni zorlayarak özgün ve geniş bir dünyaya açılır. Romanın kurgusu hatta
romanın kendisi bunun için vardır. Haberlerin yazılışı ile romanların yazılışı
bunun için temelden farklıdır; gazeteciden, her ne kadar özense de, romancı
çıkmaz.
Öldürmenin maliyeti kimilerine ucuz. Şimdilerde her bir yanda öldürülenler
kaldırılıyor, götürülüyor; insanlar (10 milyon) kitleler -panik, korku, sefalet
halinde- bir yerden başka bir yere kaçıyor… Hep acı hep acı. Sorun sadece
enerji kaynakları olsaydı, tüm dünya ülkelerinin kesesinden uzaya ortaklaşa
büyük bir ayna konur, Güneş’ten Dünya’ya bedava, evladiyelik enerji sağlanırdı.
Dünya bütün insanlarıyla sınırsız birleşirdi. 70’lı yıllarda önerilen bu proje
uygulanmadı. (Bkz: Popüler Science muadili, eski Tübitak’ın Bilim ve Teknik dergisi
koleksiyonları.) Gezegenlere, madenlere, kuantuma, Samanyolu’nun merkezindeki
karadeliğe ilgi daha fazla. Oxford, Cambridge üniversitelerinden mezun,
fizikçi, matematikçi, evrenbilimci, astronom biçare Stephen Hawking, herhalde
ayküsü hepimizden daha düşük olduğu için (!) evrene bakınmış bakınmış, “There
is no God” demiş. Solucan deliğinden geçse bile cennete transfer olamayacaktır
kâfir! Mesleği (işkence aleti) haç marangozluğu ve peygamberlik olan Nasıralı
İsa da, paracıların iğne deliğinden cennete sıvışamayacaklarını söylemiştir.
Evet, düşüncenin ve pratiğin dünyası behemehal revize edilmelidir. İnsanlar
yükseliş merdivenini değiştirmeli, başka tür basamakları tırmanmalıdır.
Meşru tutkular, evrensel niyet taşıyan yaratımlar gibi edebiyat da, kökünü
gerçeklerden alır. Alain Badiou Küçük Panteon adlı kitabının daha girişinde
gözlerimizi dört açtırarak hayranlıkla okuttuğu satırlarında felsefenin bizden
üzgün tutkular kadehini uzaklaştırdığını ve bize acımanın vefalı bir duygulanım
olmadığını, mağduriyetin düşünce için çıkış noktası vermediğini öğrettiğini
yazar. Felsefeye ilgisi belirgin olan Melih Cevdet Anday da Gizli Emir’de
hiçbir çıkış noktası göstermez. Bir topluluk, bir sürü halet-i ruhiyesi
yaşanır. Kimse toplumsal konumunu birilerinin lehine, kendisinin aleyhine
değiştirmek istemez. Sürüdekiler, var olup olmadığı bile henüz belli olmayan,
niteliği bilinmeyen emre, emir kendilerine gelmeden itaat ederler. Hatta emir
böylece kendileri tarafından (konunun çevresinde diyaloglar kurularak)
hazırlanmakta, yazılmaktadır. Türkiyeli Gizli Emir; Beckett’in Godot’sundan
ziyade Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanıyla uzaktan köprü kurar.
Gazeteler gece yarısı sizin okuyamadığınız hangi sayfayı emirle
değiştirmişse, gerçek oradadır. Tıpkı gözden kaçırılan, birilerine alan açmak
için hassaten (çöpe atılan) okutulmayan bazı edebiyat eserleri gibi…
“Barlas Özarıkça tarafından yazılmış.”
— Başyazar Kutsi sağlamdır,
akıllıdır, bilgilidir, ama bu durumlarda, eh, çabuk karar veremez, biraz
şaşırır, biraz heyecanlanır. Yoksa bu iş bunca büyümezdi. Çatışma neden
çıkıyor? Mühendis Fasih'in, «Gizli emir yok, gizli emir yok.» dive
bağırmasından, değil mi? Nedir bu sözün anlamı? îyice düşünmeden «inançsızlık»
ya da «inanç bunalımı» diye işin içinden çıkabilir miyiz? Önce şunu çok iyi
bilmeli ki,«inançsızlık» ile «inanç bunalımı» aynı şeyler değildir. Ayrıca
burada o sözün, «Bugün gizli emir yok.» anlamını taşıdığı da öne sürülebilir?
Dahası var, mühendis Fasih bunu yüksek sesle söylüyor. Niçin?
Fare Kalbi ve Uzun ömür
Hindistan’ın batısındaki Pune şehrinin 100 kilometre doğusundaki bir köyde
üç çocuklu (ikisi kız biri oğlan,) karı, koca ve yaşlı bir dededen oluşan bir
aile.
Evleri baraka şeklindeki otuz kırk metrekarelik bir tarlanın
ortasında.
Aile reisi geçimini fare avcısı.
Şöyle yakalıyordu. Tarladaki deliklerin bir kısmını bezlerle kapatıp diğer
deliklere elindeki odun parçasıyla bir tütsü otu yaktı, ve bunu onlarca deliğe
uyguladı. Bir süre bekledikten sonra deliklerin içine soktuğu çomaklarla
öldürdüğü tarla farelerini çıkardı. Bu şekilde altı yedi fare yakaladı. Bundan
sonrası şöyle…
Karı koca fareleri temizleyip kanını ayrı bir kaba koydular ve farenin
kalbini çıkartıp çiğ çiğ çocuklarına yedirdiler. Hayvanın iç organlarını
ayırdılar kalan parçaları da, teneke parçasının üzerinde yağın
içinde pişirip yediler.
Aile reisinin dedesinin yüz altı yaşında olduğunu, dedesinin saçlarının ve
dişlerinin dökülmediğini, halen koşabildiğini anlattı. Fare haricinde hiçbir et
yemediklerini gururla söylerken, fare kalbinin uzun yaşamın sırrı olduğunu,
kanının enerji verdiğini, iç organlarının da cinsel performansa ve cilde iyi
geldiğini, beynininse zekâyı arttırdığını söyledi. Fare yedikleri için
atalarının da uzun yaşadıklarını anlattı. Hatta dedesinin dedesinin
dedesinin yüz altmış yaşına kadar yaşadığını gururla anlattı.
İlk etapta şaka gibi geldiyse de atalarından kalan bu inancın sağlıklı ve
uzun yaşam sırrı olduğunu söyledi.
Maalesef böyle…
Sen osun
İnançların neyse sen osun.
Neye inanırsan o gerçekleşir çünkü her sonuç bir düşüncenin ürünüdür.
Ne düşünürsen o olursun ama düşüncelerin seni her zaman aynı sonuca
götürmez.
Bunun yanında sonuçların her zaman aynıysa düşüncelerin ve dolayısıyla
davranışların da aynı demektir.
Bizler düşüncelerimizin içinde yaşıyor, düşüncelerimizin somutlaştığı dünyada
davranışlar gerçekleştiriyoruz.
Sonuçların senin deneyimlerindir, geçicidir ve farkındalığın içindir.
Şu anda hangi sonuçta olursan ol, hangi yaşta olursan ol, bunu
değiştirebilirsin.
Yaşamın her alanında sonuçlarını sen değiştirdin.
Şu andaki sonuçları da değiştirebilecek güce sahipsin.
Sonuçlarına bakarak düşüncelerinde gelgitler yaşaman normaldir.
Faydalı olduğuna inandığın düşüncelerini sık sık tekrarladığında zaman
içinde inançların oluşacak. İnançların neyse sonuçların da ona göre
şekillenecek. Bedenin düşüncelerine göre şekillenecek.
Doğada oluşan her sonucun bir oluşum sürecine ihtiyacı vardır.
Yeni sonuçların için oluşum sürecine inanmalı ve buna sabırla devam
etmelisin.
Acaba olur mu diye bir şey yok, sabırla devam edersen yeni bir sonuca
mutlaka ulaşırsın. Birçok düşünce bize genetik mirastır.
Kendi düşüncelerimiz olduğunu sandığımız ama kopyaladığımız ve
etkilendiğimiz düşünceler de vardır.
Bugünkü düşüncelerimizin yüzde 99’u dünkü ve geçmişteki düşüncelerin
uzantısı ve tekrarıdır.
Yemeden İçmeden
Nefesle Beslenen insanlar
Yetmiş yıldır hiç yemek yemeyen ve içmeyen insanlar hâlâ hayatta!
Evet, yanlış okumadınız, yetmiş yıldır yemek yemeden ve içmeden yaşayan
insanlar aramızda dolaşıyor! Uzaydan gelmedikleri halde nefes ve ışıkla
beslenen insanlar var. Gelecekten değil, günümüzden bahsediyorum, 30
binden fazla insan yemek yemeden ya da içmeden yaşıyor. Üstelik kendi
aralarında oluşturdukları bir grup da var. Profesyonel web siteleri, konferans
veren uzmanları, birçok farklı organizasyonlar, yazarları, tanıtım filmleri,
eğitim ve sağlık merkezleri var. Bu konuda en son Avusturyalı yönetmen Erwin
Wagenhofer tarafından Am Anfang war das Licht adlı bir belgesel film
sinemalarda gösterime girdi. Yemeden içmeden yaşayan insanlara ışık ve nefesle
beslenenler anlamında breatharian deniyor. Breatharian’ların
dünya geneline yayılmasına öncü olan kişi Avustralyalı Jasmuheen Ellen
Greve’dir. Nasıl breatharian olunacağı konusunda birçok kitap yazmış, dünyanın
her tarafında konferanslar ve seminerler vermiştir.
Hint fakiri Prahlad Jani, sekiz yaşından beri aç ve susuz yaşıyor. Uzmanların incelemeye aldığı
Jani’nin bütün organlarının normal bir insanınki gibi çalıştığı görülmüş. Pek
çok insanın yemek yemeden, vücudundaki protein stoklarını kullanarak haftalarca
yaşaması mümkün. Ancak uzmanlara göre ortalama bir insan su içmeden üç ya da
dört gün yaşayabilir. Oysa Hindistan’da yaşayan Prahlad Jani yaklaşık
yetmiş yıldan beri hiçbir şey yeyip içmiyor. Doktorları şaşırtan Hint
fakiri, yaklaşık on dört gün Hindistan’ın batısındaki Ahmedabad şehrinde
gözetim altında tutuldu. Hastanenin temsilcisi Dr. Dinesh Desai’nin yaptığı
açıklamada, Hint fakirinin bu süre boyunca da hiçbir şey yemediğini, tuvalete
de çıkmadığını, zihinsel ve fiziksel durumunun gayet iyi olduğunu belirtti. Dr.
Desai,“Kendisine yaptığımız testler vücut mekanizmasının normal bir insanınki
gibi çalıştığını gösteriyor,” diyor. Seksen yaşını aşmış olan Jani zamanının
çoğunu Gujarat şehrinde Ambaji Tapınağı’nda, her şeye boyun eğmiş bir şekilde
oturarak geçiriyor. On dört gün tuvaleti sımsıkı kapanmış olan bir odada
kalarak sürekli video kamerayla gözetlenmiş. Jani’nin tek yaptığı şey azıcık bir
suyla ağzını çalkalamak. “Yemeğe ve suya ihtiyaç duymuyorum,” diyen Jani, sekiz
yaşındayken ilahi bir güç tarafından kutsandığını ve o zamandan beri böyle
yaşadığını söylüyor. Bu sence nedir? Jani açık ve net diyor ki ben buna
inanıyorum ve böyle davranıyorum. Kendisini araştırmalarım için ziyarete
gittiğimde, bazı sorunlardan dolayı görüşme fırsatım olmadı. Ama Jani sadece
bilincindeki bu inancı geliştirmiş ve ömrünün yetmiş senesini yemek yemeden
yaşamış. Dünya genelinde bu şekilde yaşayan bir değil, iki değil, tam
30 binden fazla insandan bahsediliyor. Savunma Bakanlığı’na bağlı
olarak faaliyette bulunan enstitünün müdürü, tahlil sonuçlarının doğal
afetlerde, çetin şartlar altında veya Ay ve Mars’a seyahat gibi uzay
yolculuklarında hayatta stratejisi katkıda bulunabileceği yorumunu yaptı. Jani
gibi hiçbir şey yemeyen ve içmeyen insanlar kendilerini “Ototrof” olarak
adlandırıyorlar. Bu terim kendi yiyeceğini yapabilen organizmalar
anlamına geliyor. Rus bir ototrof olan Irina Novozhilova, bu
konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor:“Uzun yıllar önce böyle yaşamayı keşfetmiş
insanlar var. Başta Vernadsky olmak üzere Rus filozoflar, insanların yemek
yemeden yaşayabilmeleri üzerine araştırmalarına devam ediyorlar.”
Yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ototroflar ve heterotroflar olarak ikiye
ayrılıyor. Güneş ışığı ve havadan beslenen yani fotosentez yapan bitkilerin
büyük bir kısmı ototroflar grubuna giriyor. İnsanlar ve hayvanlar ise
heterotroflar grubuna dahil. Onlar diğer canlıları yiyerek hayatlarını devam
ettiriyorlar. Bu nedenle yemeden ve içmeden yaşayan insanlar bitkilere daha
yakın. Moskova’da da bu şekilde yaşayan bir grup var. Onlar da Konstantin
Vasiliev Müzesi’nde bir araya gelerek deneyimlerini paylaşıyorlar.
Çocuğunu sekiz yaşına dek emziren bir annenin çoğunun da ototrof
olabileceği görüşündeler. Bu gruptaki yemeyen ve içmeyen kadınların çocuklarına yetecek kadar
sütlerinin bulunması da oldukça ilginç. Ototrofların özellikle altını çizdiği
konu, bir anda yemeden ve içmeden kesilmenin mümkün olmadığı yönünde.
Ukrayna’nın en ünlü ototrofu Zinaida Baranova, çocuğunun ölümünün ardından çok
şiddetli acılar yaşamış ve ilk başta et yemeyi bırakmış.
Bir gece rüyasında Hz. İsa tarafından dünya besinlerini yemesine gerek
kalmadığını, onu ışık ve sevgi ile besleyecekleri söylenmiş. Bunu inanç haline
getiren Baranova beş yıldan beri yemek yemeden ve su içmeden yaşıyor. Son
derece enerjik ve neşeli bir kişiliği olan Baranova, üstelik şişman! Yemediği
halde zayıflamayı hiç düşünmediğini söylüyor. Uzmanlar yetmiş yaşına yaklaşan
Baranova’nın biyolojik yaşının yirmi olduğunu söylüyor. Ototrof, ışık enerjisi
veya kimyasal enerji kullanarak inorganik maddelerden kendi organik besinini
üretebilen canlıdır. Yaşamsal etkinliklerini sürdürebilmek için gereksinme
duydukları tüm organik bileşikleri, doğrudan doğruya inorganik bileşikleri
sentezleyerek elde ederler. Bu canlılar, karbondioksiti indirgeyerek organik
bileşikler sentezlerken, işlemin kimyasal karakteri dolayısıyla enerjiye
gereksinim duyarlar. Bu enerji ve ışık büyük ölçüde güneş ışığından sağlanıyor.
Uzmanlar susuz yaşamanın mümkün olmadığı görüşünde birleşmiş. Hacettepe Tıp
Fakültesi Moleküler Biyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nilüfer Aksöz bu
gibi yemeden ve içmeden yaşayan insanların incelenmesi gerektiğini soyluyor.
Ototrofi çeşitli şekillerde olur, birincisi kimyasal besinlerden alınarak
ikincisi ise fotosentez yoluyla. Bu insanların fotosentez yaptığını söylemek
zor. Çünkü fotosentez bitkilere has bir özelliktir. Bu vakada, birtakım
simbiyotik canlılar vücudunda yaşıyor olabilir. Simbiyotik dediğimiz canlıların
oluşturduğu enerji potansiyelini kullanıyor olabilir ama doğrusu bu
yaklaşımların hiçbiri beni tatmin etmiyor. Bu gibi vakaları şimdiye kadar hiç
görmedim fakat çok düşük besin düzeyinde yaşayan insanların varlığından
haberdarım. İnsanların hiç gıda almadan yaşamaları mümkün, ama susuz asla
olmaz, deniyor. Değerli okuyucularım, bu olay şaka gibi ama gerçek. Uzmanların
bu duruma anlam verememesini anlayabiliyorum.. Hindistan çok renkli
insanlarla dolu. İçlerinde birçok şaklaban olmasına rağmen, imkânsız gibi
görünse de sıradışı gerçekler var. Sebebi de çok fazla farklı inancın bir arada
yaşanması.
Bana Sen Lazımsın
Ne güz, ne güller ister
Bu kalp bir sende titrer
Yak hadi durma
Senin bu küller
Ne yazı, ne kışı bekler
Bu kalp bir seni özler
Vur hadi durma
Senin bu izler
Bana sen lazımsın
Teselli aramak zor gelir
Giden sevgili arkasından
Yürek paramparça bir halde
Bedenim darmadağın
Giderken dökülen göz yaşlarım
Ne ilk, ne son
Sadece zamansız yaşandı her şey
Anladım, sana geç kaldı bu ömür
Darmaduman
Bırakıp bir kenara yaşanan her şeyi
Atıyorum kendimi gecelere
Bir başka sevgilide avunurum diye
Süründü bu gönül elden ele
Ne güz, ne güller ister
Bu kalp bir sende titrer
Yak hadi durma
Senin bu küller
Ne yazı, ne kışı bekler
Bu kalp bir seni özler
Vur hadi durma
Senin bu izler
Bana sen lazımsın...
Çok Güzel
Ben cambaz olmak isterdim
Münir Derman Bey'in annesi Şahver Hanımefendi, muhteşem bir İslâm
hanımefendisi idi.
Bir gün yanına gitmiştim, hocam: "ibrahim oğlum, annem hasta,
hastanede yatıyor, görmek, geçmiş olsun demek ister misin?" demişti.
Beraber gittik, o günü hiç unutamıyorum, beyazlar içinde sanki bir melek
yatıyordu. Elini öptük, sohbet açıldı gelenlere: "Biliyor musunuz?"
dedi, "Ben cambaz olmak isterdim". Hayretler içinde kalmıştık, seksen
küsur yaşındaki bir muhterem İslâm hanımefendisinin cambaz olmak isteği bizleri
şaşırtmıştı. Niçin der gibi yüzüne baktık, sebebini izah etti:
"Efendim" dedi, "Eğer cambaz olsaydım, eğilir ayaklarımın altını
öperdim, bu ayaklar seksen küsur sene beni üzerinde taşıdı, kahrımı çekti,
onlara teşekkür etmek istiyorum, saygılarımı, minnetlerimi belirtmek istiyorum
ama gücüm yetmiyor." Aradan bunca yıl geçti, o cevaptaki edebi, inceliği
ve zarâfeti unutamadım. Ne zaman hatırlasam ürperirim, gözlerim dolar.
Nalinlerini çıkar
İmam, namazı ekseriyâ (Tâ-Hâ) sûresi ile kıldırırdı. O zaman hâfızamın
hârikulâde zaptediş kābiliyeti ile bütün sûreyi mânâsını anlamadan baştan aşağı
ezberlemiştim. Bilhassa bu gayri beşerî sesin (Fahle‘ na‘leyk inneke bi’l
vâdi’l-mükaddesi tuvâ89) âyetine gelince, ölüme benzeyen bir cansızlıkla erimiş
kaybolmuş gibi olurdum. Seneler, pek uzun seneler sonra, onun mânâsını artık
dostu olduğum Paşadan sorduğum zaman, bana şöyle cevap verdi: ‘Nidâ olundu ki,
yâ Mûsâ! Ben Allah’ınım, ayaklarından nalınlarını çıkar, çünkü vâdî-i
mukaddestesin.’
Âyetin iç mânâsı ise ‘Dünyâ ve âhireti, cisim ve ruh kayıtlarını
kalbinden at! Çünkü huzûrumdasın.‛
Yolculuk
Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle
doludur.
Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa
şaşırırsın.
2945. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol
göstericiden baş çevirme!
Ey nobran! Pîrin gölgesi olmazsa gulyabani sesi, seni
sersemleştirir, yolunu şaşırtır.
Gulyabani, sana sana zarar verir, yolundan alıkor. Bu
yolda nice senden daha dahi kişiler kaybolup gittiler.
Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu İblis’in
onlara neler yaptığını Kur’an’dan işit!
Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola
götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı.
2950. Onların kemiklerine, kıllarına ( onlardan kalan eserlere) bak da
ibret al; eşeğini onların yoluna sürme.
Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve
görenlerin yoluna sür.
Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği
sever.
Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru
fersahlarca yol alır.
Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun
yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.
[Mesnevi Cilt I]
Bu beyitleri siteye eklerken TV de bu haber vardı:
19 YAŞINDAKİ ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ OTOSTOP YAPARAK 75 İL GEZDİ! [02 Nisan 2019 ]
Ankara’da Başkent Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü hazırlık
sınıfı öğrencisi Dilara Özkan (19), hayallerini ertelememek için okulunu
dondurarak, otostopla 75 şehir gezdi.
[1 yıl önce Ankara’dan yola çıkarak otostopla yaklaşık 30 bin kilometre yol
kat eden Dilara Özkan’ın 75. rotası Erzurum oldu. Amacının otostopla
Türkiye’nin 81 ilini gezmek olduğunu ifade eden Özkan, gittiği yerleri not
alıp, fotoğraflayıp ‘uygunadımdoga’ adlı sosyal medya hesabından takipçileriyle
paylaşıyor.
Instagram’da 22 binin üzerinde takipçisi bulunan Özkan, gittiği şehirlerde
çektiği doğa ve tabiat fotoğraflarıyla Türkiye’nin güzelliklerini de
takipçilerine yansıtıyor.
Gezmeyi çok sevdiğini ve bu konuda da en büyük destekçisinin ailesi
olduğunu kaydeden ‘uygunadımdoga’ Dilara Özkan, “Otostop çekerek Türkiye turuna
çıktım. Şu ana kadar 75 şehrimizi gezdim. Hayallerimi ertelememek için okuluma
ara verdim” dedi.
Kendini ‘evi sırtında gezgin’ olarak tanımlayan Özkan, “Hayatın her
alanında olduğu gibi otostop çekmenin de riski var doğal olarak. İyi bir
insansanız iyi insanlara denk geliyorsunuz. Hep iyi insanlara denk geldim ve
çok güzel yolculuklar yaptım. Ben buna inanıyorum. O yüzden hiçbir sıkıntı
yaşamadım. Bazen hiç araç geçmeyen yollarda da kaldım. Gideceğim yere kadar yürüdüğüm
oldu. Çünkü uygun adım doğayım ben. Gezginlere önerim de bilinçli gezmeleri
olacak. Gezmek sadece bir doğa fotoğrafı çekmek değil gittiğimde yerlerini
kültürünü öğrenmeye çalışıyorum. Güzel yolculuklar oluyor” diye konuştu.
Otostopun bir kültür olduğunu kaydeden Özkan, Türkiye turunu tamamladıktan
sonra aynı yöntemle dünyayı gezmek istediğini sözlerine ekledi.]
Sevgili
“Sevgiliyi görmek için seni senden alacak, kendinden geçirecek bir şarap
iç!
Ancak bu şekilde kendinden kurtulursun!
Seni senden kurtaracak ve sevgilinin cemalinin tecellisine yol açacak bir
şarap iç!
Böyle bir şarap, bir damladan ibaret olan varlığını hakikat denizine
kavuşturur. Kadehi sevgilinin yüzü olan bir şarap iç!
Zira salikleri ve âşıkları sarhoş eden, kendilerinden geçiren bu hakiki
mahbubun cemalinin tecellisidir. Mahbubun cemalinin tecelli şarabını da
mahbubun gözlerinin kadehiyle iç!
Zira gerçekte gören ve görülen bakan ve bakılan O’dur. Sürahisiz ve
kadehsiz olan şarabı iste! Baki Tanrı’nın veçhinden bir şarap iç!
Zira tertemiz şarapların sâkîsi O’dur.” [Ş. M. Lahici, Mefatih el-İcaz fi
Şerh-i Golşen-i Raz, Tashih: M. R. Haliki ve İffet Kerbasi, Tahran, 1992, s.
510–515]
Canan Tanrıma
جانان bu
sözcük sevgili ya da maşuk anlamındadır. Tasavvufta ise Tanrı anlamında
kullanılır. منزل جانان isim tamlamasını iki
şekilde anlamlandırmak mümkündür: Birincisi Canan’a ait menzildir. Bu durumda
menzil mekân, yer ve ikametgâh anlamına geldiğinden yolcu da bu ikametgâha
varıp oraya yerleşebilir. Bu anlamı kabul edersek sevgili, aşığın gidip bulabileceği
muayyen bir mekâna sahip dünyevi bir sevgili olur. Ancak ikinci anlamı
olan Canan’ın zuhur edeceği yer ve zaman olarak alınırsa bu durumda bu
zaman ve yer manevî seferdeki menzillerden biri olacaktır. Ruh orada,
o konakta geçici de olsa manevî bir vuslatı tecrübe eder. Bu konağa varmak ve
Maşuk’la görüşmek salikin değil Maşuk’un iradesine bağlıdır. Kendi feyzini,
cemalini veya kelamını âşık ya da salike sunması onun elindedir. Zira Makam,
alıştırma ve günlük uygulamayla kazanılabilen bir disiplin iken hal, duyumlara
bağlı ve iradenin kontrolü dışında bir öznel zihin durumudur. Başka bir
anlatımla hal, insanın bir çabası olmadan sırf Allah’ın bir lütfu, bir
hediyesidir; ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi çok kısa bir an, geçici bir
durumdur.
Bu anlamda منزل جانان aslında
“Cananın menzilleri” yani Canan’a giden menziller anlamındadır. Salikin seferi gerçekte onun
cisminin değil, ruhunun gerçekleştirdiği bir seferdir. Sûfîler bütünleşme ve iç
evrim yolunda yolcunun geçeceği yedi mertebe (Tevbe, vera, züht, fakr, sabr,
rıza ve tevekkül) olduğunu düşünürler. Bu aşamalara makamât adı verilir. Daha
önceleri kervanların duraklama yerleri olarak kullanılan bu sözcük tasavvufta
ruhsal gelişimin ilerleme aşamalarını temsil eder. Her aşama kişiliğin daha
mükemmel bir seviyeye dönüşümüne katkıda bulunur.
İlim ve Akıl Yetmez
“Fahreddin Razî bir gün pek çok öğrencisiyle birlikte Şeyh Necmeddin
Kübra’nın yanına geldi. Necmeddin Kübra’ya onun geldiği haberi geldiğinde, onun
için “Razî’nin tasavvufa girmeye gücü yok” dedi.
Öğrencileriyle birlikte şeyhin yanına girince şeyhin onu karşılayacağını
zannetmiş, fakat Necmeddin Kübra onu ayağa kalkarak karşılamamıştır.
Selam verdikten sonra şeyh ona hangi amaçla geldiğini sordu. O da Allah’ın
yoluna ulaşmak için geldim dedi.
Şeyh ona bu yola gücünün yetmeyeceğini söyledi.
O da inşaallah başarabilirim dedi.
Necmeddin Kübra bunu çokça tekrar etmesine rağmen, Razî yapabileceğinde
ısrar etti. Necmeddin Kübra’nın nakibi ona Razî’nin alınmasını ve Allah yolu
üzere gayret etmesini söyledi.
Halvete girdi ve Necmeddin Kübra Allah’a dua edip o duadan dolayı Razî’nin
bütün ilimleri silindi.
Razî ilimlerinin gittiğini anladıktan sonra, yapamayacağım diye seslendi.
Şeyh onu halvet yerinden çıkardıktan sonra, ona ‘Sende beğendiğim şey
doğruyu söylemendir. Nasıl Allah yolunu istersin! Sen arkadaşlarından kendini
üstün görüyorsun. Allah’ın yanından olman için, Allah’tan başkasına tevekkül
etmeyeceksin ve dünyada hiçbir mülkiyet edinmeyeceksin” dedi.
Razî ağlayarak şeyhe biz hüsrana uğradık ve bizden başkası kazandı.
Necmeddin Kübra ona tanıdıklardan olduğunu, ancak kendisinin ahbablardan
olmasını istediğini, ancak Allah’ın bunu kısmet etmediğini ve memleketine
selametle gitmesini söyledi. [Nebhânî, Câmi’u Kerâmâti’l-Evliyâ,
Dâru’l-Kutubi’l-Arabiyye, Kahire 1329H., c. 2 s. 275. Şa’rânî için bkz.
Letâifu’l-Minen ve’l-Ahlâk, Dâru’l-Fikr, Kahire 1976.]
Şa’ranî bu konuda ‘Razî’ye bak kardeşim! Bütün dünya onun büyük bir
âlim olduğunu biliyor. Ondaki ilimler bir başkasında bulunmadığı halde,
tasavvuf hayatını yerine getiremeyeceğini itiraf ederek Şeyh Necmeddin Kübra’ya
teslim etti” demiştir.
Talebe Hastalığı
Mecduddin el-Bağdadi (ö. H.616/M.1210): Tam adı Mecduddin Şeref b. Mueyyed
b. Ebi’l-Feth el-Bağdadi’dir.
Abdurrahman Cami’ye göre şeyh Necmeddin Kübra’nın öğrencisidir.
Bağdadi, kendisini şeyhinden daha üstün görüyordu.
Bu konuda Cami onun şöyle dediğini yazar:
“Biz deniz kenarında yumurta idik. Necmeddin bizi kanadının altına
almıştı. Biz civcivken bizi himaye ediyordu. Büyüyüp ördekler olunca kendimizi
denize attık, ancak şeyh kenarda kaldı” demiştir.
Cami, devamında, şeyhin, onun atladığı denizde boğulup öleceğini bildirerek
dua ettiğini rivayet ediyor. Cami şöyle devam ediyor:
“Gerçekten öyle oldu. Havarizm sultanı bir gece sarhoş oldu ve Bağdadi’nin
boğulmasını emretti.”
Bir başka eserde de onun boğulup Ceyhun nehrine atıldığı rivayet
edilmektedir.48 Havansari, şeyhin ölümüyle ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Razi ile zamanın meşhur vaizi olan Mecduddin Bağdadi arasında bir sürtüşme ve
fikren büyük bir uzaklaşma vardı. Hatta iş öyle noktaya geldi ki, imam
Fahreddin Razi’nin bazı öğrencileri sultanın yanında Bağdadi aleyhinde sözler
sarfedince, sultan da onun suda boğulması emrini vermiştir.
**
Yağmur 505 trilyon ton
Yağmur dünyaya belli bir miktarla yağar. Ölçümlere göre, dünyadan bir
saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon
tona ulaşır. Yine her yıl Dünya'ya aynı miktarda yani 505 trilyon ton yağmur
yağar. İşin ilginç yanı bu miktar her yıl aynıdır, hiç değişmez.
Kut:
Hayvan, insan ve bitkilerin hayatını destekleyen, neslin devamını, bahtını
ve mutluluğunu sağlayan hayat gücüdür, ruhudur. Teleütlerde
ölen kişinin ardından bir aile ferdi daha ölürse ölünün geride kalanların
kutunu aldığına inanılır. Yine tarlanın bereketi azalırsa “toprak kutunu
kaybetti” diye söylenir.
Kuttı aza alza, kut azanıñ kolına kirze kiji ölör.
“Kutu, kötü ruh alırsa ve kut kötü ruhun koluna girerse insan ölür.”
**
‘Size ne?’
“Hoca’ya demişler: ‘Hele şu tarafa bak tepsileri götürüyorlar’.
Hoca ‘Size ne?’ demiş. ‘Ama sizin eve götürüyorlar.’ dediklerinde
Hoca: ‘O zaman size ne?’ demiş. Ben de şimdi ‘Size ne?’ diyeceğim. Đşte bu
sebepten dolayı halktan kaçmaktayım.”
Hacc-ı Mahfî
Yine Hallac-ı Mansur’un görüşlerinden bir diğeri de hac meselesidir.”Hac
yapmak isteyen , fakat buna imkan bulamayan bir kimse evinde temiz bir odayı
hac için ayırır. Hac mevsimi gelince içine hiç kimsenin girmediği bu odada
Kâbe’de olduğu gibi tavaf yapabilir. Sonra 30 yetimi toplayarak yemek yedirir,
onlara elbise giydirir, sonra da her birine 7’şer dirhem para verir. Bunlar hac
yerine geçer” şeklinde söylemiştir.
**
İntihar edenlerin yaşadığı haller…
a — İntihar eden bir kimse uzun zaman öldüğünü bilmiyor ve buna inanamıyor.
b — Tam intihar edeceği saniyedeki çok acı; çok ıstıraplı ve çok müphem ve
korkulu ruh halinin ve duygularının gittikçe şiddetini arttırarak devam
ettiğini görüyor.
c — İntiharına sebep olan âmilin ortadan kalmadıktan başka sağlığındakinden
daha kötü, daha ağır baskı ile kendini ezmekte devam ettiğini ve hattâ
ebedîleştiğini zannediyor.
“Tanrı mı insanı yarattı, İnsan mı tanrıyı yarattı?”
İnsan birçok tanrı yarattı ama hepsinden vazgeçti.
Sayısızca.
Ancak öyle olmadığı belli ki… düzen hala insanın kontrolünde değil. Çünkü
insanlar ölümü beceriyor olabilir, ancak hiçbir zaman dünyaya gelme işini kendi
başına beceremediği kesin. İnsan birilerine muhtaç olduğunu anlayınca kendi
seçtiği tanrıdan kaçar. İnsan ulaştığından hep bıkmıştır. Kadın ve erkek ayrımı
olmadan. Sonuçta dayanacağı bir bilinmeyeni tercih ediyor.
Genelde gayretleri hep boşuna çıkar… hep bir varlığı hisseder. Var olduğunu
kabul edince onu tutmak ve bulmak ister.
Elleri boşa çıkınca… ya inanmak veya inanmamak için kendi düşünce tarzını
yaratır.
Maalesef insan kendi başına Tanrıyı bulamamıştır. Bulamayacakta.
Tanrı evet Tanrı…sadece o kendini bağışlarsa…hisseder ve iman eder.
Delil aranmaz inançta ve imanda…
Dönmeler Neden sonradan
Son anda Allah inancı konusunda dönüş yapan düşünürlerin durumları
ilginçtir. Çünkü onlar varlığı, evreni, insanı, canlıları her şeyin bilim ile
açıklanabileceğini göstermelerine rağmen, örneğin Darwin; ben hiçbir
zaman Allah’ı inkâr etmedim diyebilmiştir.
Eğer iddia edilen gibi Allah inancı geleneksel, korkulara dayanan, umut
kapısı olduğu için insanın sığınağı olsaydı; Hıristiyanlık dünyasında İsa Mesih
ismi, konumu Allah isminden ve varlığından daha önemliydi; acaba Darwin
neden “İsa Mesih, Üzgünüm Tanrının oğlu değildir” demiştir de,
Allah varlığı konusunda o kadar açık konuşamamıştır?!
Niçe/Nietzsche’yi tanıyan herkes bilir ki gelen gidene çatan,
Hıristiyanlığı yerden yere vuran, İsa konusunda net inkâr sergileyen Niçe;
Tanrı konusunda “üstün semboller” demiştir.
Niçe, tutup bir anda tanrı yerine veya o kavram yerine başka bir kavram da
kullanabilirdi. İslam dünyasında ki Er-Razi, Yunanistan da bütün dini
geleneklere kafa tutan Sokrat ve uğurda canını teslim ederken bile aman dilemeyen
Sokrat; Tanrı konusunda nettir: O vardır diyor. Melekler, şeytanlar, tanrılar,
tanrıçalar, mabetler ve bütün dini değerleri çöpe atan düşünürler Tanrı
kavramında kırmızı ışık yakmıştırlar.
Turan Dursun gibi Türkiye’de ünlü ateist sayılan biri bile “Tanrı
yoktur yerine, Tanrıya astronot diyebilme şüphesinde bulunabilmiştir”. “Evren
Bir Şaka Mı” kitabıyla da Allah inancı noktasında durabilmiştir.
Abdullah Rıza Erguvan bildiğimiz gibi ünlü bir ateisttir. Ancak tanrıya “kozmik
akıl” diyebilmiştir. İşin özeti Allah inancı belgelerle, kanıtlarla,
bilimlerle, felsefeyle, dinlerle veya herhangi bir metotla bulunacak bir şey
değildir, çok ötesindedir.
Seher Yeli
Seher yeli nazlı yare
Bildir beni bildir beni
Düşmüşem elden ayağa (ayaktan)
Kaldır beni kaldır beni
Ok vurup sinem dağlatma
Didemde nemi çağlatma
Gel yeter beni ağlatma
Güldür beni güldür beni
Söyle güzeller şahına
Yüz süreyim dergahına
Zehir olam (olan) kadehine
Doldur beni doldur beni
Kul Ahmed'im gönül versem
Dalında (bağında) gülünü dersem
Senden başka (gayrı) yar seversem
Öldür beni öldür beni
Kul Ahmet
Baş Ağrısı
Anlatıldığına göre Rum meliki Kayser, Hz.
Ömer’e şöyle bir mektup yazdı: “Başımda dinmek bilmeyen bir ağrı var. Eğer
sizce malum bir çaresi ve ilacı varsa bana gönderin. Çünkü buradaki doktorlar,
bana bir çarebulamadılar.” Mektubu alan Hz. Ömer, Kayser’e bir başlık gönderdi.
Kayser bunu giyince ağrı kesiliyor, çıkardığında ağrı yeniden başlıyordu. Merak
etti: “Acaba bu başlıkta ne var ki, baş ağrısını kesiyordu.” Başlığı
çıkarıp iyice kontrol edince içinde üzerinde besmele yazılı bir kâğıt buldu. [Rûhu’l-Beyân,
I, 9]
Rafizinin biri sürekli Hz. Ömer’ e kızardı. Bu meseleyi öğrendikten sonra
huyundan vazgeçti…sürekli ağrıyan başı daha ağrımadı…
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar