Print Friendly and PDF

BİR İNTİHARIN ÖNSÖZLERİ

Bunlarada Bakarsınız


Hayallerimin renkli tarafını kaybettiğimi anlıyorum. Günlerdir saçlarım okşanmıyor. Sen bir kez daha tutkum oluveriyorsun. İlk kez yenilmiş savaşçının dağ gibi büyüyen kahrı gibi bu sevda her yanımı kaplıyor.
Dilimden düşüveren kelimeler gece yarısını atlarken, mısralar, ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağınık.
Halen senden koptuğuma inanamıyorum. Bana karşı yüklediğin nefreti, inançsızlığı, güvensizliği hiçbir ölüme mahkûm biri bile hak etmezken neden bana yönelttin?
Sözlerim, yalvarmalarım neden kâr etmedi?
İdama mahkûm edilen insan infazından hemen önce son dakikada affedilebileceği hissine kapılır, yani "af yanılsaması" yaşar. Şimdi ben bu sevdanın ayrılık sehpasındayım ve gülünç yalvarmalarda bulunuyorum. "Af yanılsaması" içinde beyninin içindeki nefretin yumuşayabileceği ve sözlerimin yüreğindeki inançsızlığı kaldırabileceğini umuyorum.
Tüm acılarımı, sevinçlerimi kayda değer bir sevgi uğruna nefret ilanlarını yırtarak affına geliyorum. Ruhumun kilitlerini kırarak ve parmaklarımdan beyaz güvercinler uçurarak sana yöneliyorum. Oysa beraber ördüğümüz sevginin surları çoktan yıkılmış bunu da biliyorum. Bilmezsem güneşin ölümlerin müjdesini kaçı "Bu aşk burada bitmiştir" diyeceğinden hep korktum. Mahsun ve mecbur bir yüreğin, inatlarını tutkularım öylesine yitirmenin sancısını taşıtır bu cümle bana.
Belki de bensiz olarak mutlusun ve ben bu mutluluğun ortağı olamıyorum.
Yoksun.
Her gün yüzlerce kez beni gören bakışlarından ne iz ne de anlam kalmıştır belki de.
Kısa bir süre önce değil miydi tutku adına ne varsa bizi birbirimize bağlayan.
En çok da gözlerine hapsolduğum anları düşlüyorum.
Acemi kaleminden çıkmış şiirlerini öptüm, okumadan. Okumadım çünkü o cümlelerin hiçbir ifadesini artık taşımıyorsundur. Kurgusal olarak yazmıştın kim bilir. Oynanmış duygular üzerine kurgular.
Yeryüzünün en çabuk unutulan insanı olmanın duygusuna kapılıyorum.
Öfkeleniyorum.
Güzelliklerin hürriyeti adına ne varsa hepsini geride bırakıyorum.
Aşk yoktur! Sevgi yoktur! Gözlere aldanmak mı? Asla.
Kaç gündür yeryüzünün yaşam için yarattığı acıların hiçbir an sona ermeyeceği endişesi içindeyim.
Bir yürek aynı anda iki ayrı yüreğin sıcaklığını arzu edebilir mi?
Gün gelir söylenen ne varsa tutku adına bir anda uçuverir ve yürek anarşist davranışlara kapı açar.
Beni koru, beni yoğur, beni kur, beni koştur, beni uçur, beni al, kendin yap diyen o yürek, kilitlerini kıra mamanın beceriksizliği içinde yönünü başka rüzgârlara çevirir.
Huzursuzum. Yüzümdeki sivilceleri kanatıyorum. Cennetime kestirme bir yol bulma arzusunu taşıyorum. Öyle ki o cennet de cehennem gibi içi boşmuş. Dünyadan uzaklaşanlar kendi mezarlarında mahşer gününü beklerler. Onlar için cennet de cehennem de şimdilik yok. Kemikleri toprağa karışırken kim bilir ruhları bu karışımı seyreder durur. O ruh ki sıratı geçip geçmeyeceğinin korkusu içindedir. Cehennem ateşinde yanan yok aslında. Onlar için henüz bir karar verilmemiş diye öğrendim. Cennetin kapısını aralamak isteyenlerin telaşı ise, onları vaatçıların kucağına düşürdü.
Cennet ya da cehennem. Ya bizim yarattığımız bu iki nefeslik yerler. Ben, cennetimin de cehennemiminde nerede olduğunu biliyorum. Otuz yaşında ayrı dünyasını yaratan, ayrı cennetini de cehennemini de yaratır.
Bu tutku, aklı yenmeye başladı. Aptallık eseri bir durum denilebilir, ama kabul edilmeli ki, verilmiş bir kararla yaşıyorum. Telaffuz edilen her kelime hatalı bile olsa alınmış kararın sonucudur. Alınan karar yaşamın değer adına tüm yönlerini bir kenara bırakırken beyin krizlerle boğuşmak zorunda kalmaktadır.
Seni kararımın orta yerine koyuyorum, sevebilmenin en güçlü yanıyla.. Bu tür bir kararın alınmasında rol oynayan duygunun yaşamı anlamsızlaştırdığını da bilmeni istedim.
Alınan her soluk, atılan her adım uçuruma doğrudur. Geri dönmek, hatta durmak bile kimi zaman imkânsızdır. İçten içe yok etme göreviyle ölümü görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Yani anlayacağın "intiharı doğal olduğu kadar öncelikle yaşamımı güzelleştirecek bir düşünce olarak görmeye başladım."
Çekici bir haldir yaşanan. İnsan en çok ne istemediğini anlar. Yaşamın verdiği korku, ondan beklediğimiz şeyleri unutmamıza yol açar. Son günlerde yaşamı sorguya çekmenin zamanını bulamamanın sonuçlarına katlanıyorum. Katlanabildiklerimin belki de en aptalca olanı seni sevebilme cesaretini sürdürdüğümdür. Bunun aptallık olduğunu "birini sevmek aptallıktır çünkü bunu diğerlerini harcayarak yapıyor" sözünden çıkarımda bulunarak yapıyorum. Her şeyi bir kenara bıraktığım bir anda seni isteyebilme tutkumu yaşatmam hiçbir şeyi istemeyen, dadaistlerden beni ayırmaktadır.
[Dada, Dadaizm veya Dadacılık I. Dünya Savaşı yıllarında başlamış kültürel ve sanatsal bir akımdır. Dada Dünya Savaşının barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa bir protesto olmuştur. Mantıksızlık ve var olan sanatsal düzenlerin reddedilmesi Dada'nın ana karakteridir.
Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Janco ve Emmy Hennings’in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih’te Hugo Ball’in açtığı cafe’de toplandı. Bildirisi de burada açıklandı.
Dada isminin nereden geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla beraber Fransızca’da oyuncak tahta at anlamına gelen "Dada" bu kişilerin yarattığı edebi akımın ismi olarak seçildiği yönünde bir görüş vardır.]
Çünkü onlar "ne ressamlar, ne yazarlar, ne müzisyenler, ne heykeltıraşlar, ne dinler, ne cumhuriyetler, ne kralcılar, ne emperyalistler, ne anarşistler, ne sosyalistler ne politikacılar, ne proleterya, ne sosyalistler, ne politikacılar, ne demokratlar, ne ordular, ne polisler, ne uluslar istiyoruz artık. Hiçbir şey. Hiçbir şey. Hiçbir şey istemiyoruz" diye haykırıyorlardı. Onlar sistemlerle boğuşurken ben kalkmış etrafımdaki her bir değeri, bir kenara iterek seni istemeye başladım.
Ben gerçeğe olan tutkuyla yaşıyorum derim. Gerçek olan sensin. Sana ulaşmak güçlü olmayı gerektirmeyecek diye düşünürdüm. Ancak yanıldığımı görüyorum. İçimdeki tutku bir başka anlamla yükleniverdi. Kendime yönelebileceğimin hesabını bile yapamıyorum. Sonsuz oluverdin, sonsuzluğa inanmadığım halde.
Bütün tatsız anların, boş vermişliklerin, uyumsuz ve ilgisizliklerin, yaşama küskünlüklerin kaynağında hep sen oldun biliyorum. Duygusal taşkınlıklarım karar verme süreci içindeki "ben" i büyüyen aşkla sardı. Bütün yoğun duyguları ifade ederken de samimi olduğumu bir daha yazabilme gereğini duyuyorum. Ancak bir süredir yönelişlerim aptallık düşüncesi içinde, "duygusallık sık sık aşkın büyümesini çabuklaştırır böylece kökü zayıf kalır ve kolayca sökülüp atılır" noktasına taşındım. Burada bir karar vermek ya da seçimde bulunmak gerekiyordu.
Aşk beni bu karara ulaştırabilmişse büyüdüğü kadar büyümüştür sonucu çıkar. Fakat bu büyümenin sınırını bir türlü kestiremiyorum. Kökün zayıfladığına dair hiçbir belirti oluşmadı. Değerleri, toplumsal normları reddederek güvensizlik felsefesine kapılmaktan ve kendimi sorgulamaktan başka hiçbir şey hissetmedim.
Kendimi sorguluyorum çünkü düzmece bir dünyada yaşayan bir varlık olmanın verdiği yaşam sevgisi hissinin de taşınabileceğini anlıyorum. Eğer böyle bir yaşam söz konusu ise ben olduğuna inanıyorum kendi kendimizi aldatıyoruz demektir.
Bedenin ya da ruhun değer ölçüsü nedir?
Değer, yaşama savaşında varolabilme başarısından mı, yaşamın değer bulduğu gücünden mi?
Dünya, üzerindeki yaşam savaşlarının tamamına barış ulaştırabilme gücüne sahip olsa, bu savaştaki insanı bunca "üstünlüğü"ne rağmen bir beden yüzünden aşağılaştırır mıydı?
Belki de insanın bu evrendeki değeri "bir istiridye kabuğundan" daha aşağıdadır. Böyle olması bedenin ve ruhun etrafını saran güçleri daha da güçlendirmektedir.
Bizler kendi değer ölçümüzü ortaya koyabilme başarısını gösterebildiğimiz zaman yücelmemesi gerekenleri evrende hak ettikleri yerlerine atmış oluruz.
Beni saran çemberi kıramamanın bilincinde olsam bile bunun en azından ısırabilirim diye düşünüyorum. Bu bile yeni bir başlangıcın ilk adımları olabilir. Sonuç da arzuladıklarıma değil arzularımı sevdiğim yere ulaşırım. Arzularımı sevmeye başladığımda ise "aşkı dilenciye verilmiş bir sadaka" gibi algılar ve öylece vazgeçebilme korkaklığını yenmiş olurum.
Korkakça yaşamak bir yerde tutsak hale gelmek demektir. Ya da birine. Korkaklık, tutsaklığın varolabilme gücü içindedir. Eğer tutsak isen varolabilmenin sınırına bile varamazsın. Çünkü o varsa sen yoksun. O her şey ise sen hiçbir şeysin. Bir de üzerinde durulması gereken ruhun ve bedenin aynı anda olan tutsaklıklarıdır. Bunun dışında bir kokaklık kaçışın da ifadesidir bir yerde. Ancak kaçış tek başına korkaklığı kapsamamaktadır. Kaçışı kapsayan korkaklık, tutsaklığın kapsamı içindedir ve ben bununla niyetlendim.
Sonuçlar tehlike değil de, bir hiçlik ile meydan okumaya varıyorsa tek bir varlık bile koca ruhu ve bedeni sarabilir. Bu saran araç aşk ise ne filozof dinler ne sporcu. Bunun karşısında duran her kim olursa olsun yenilme ile yüz yüzedir demektir.
Nietzsche aşık olduğu kadın uğruna onur kırılmışlığı içinde yitirdiği gücü yüzünden "gücü"göklere çıkarmadı mı? İçinde ki tanrısını öldürdüğünü söyleyip asileşmedi mi? Değerlere nefesiyle üfleyip onları ortadan kaldırdığını söylemedi mi?
Comte yine bir kadın yüzünden tapmaya başladığı "pozitivizm" ini bırakıp yine, göremediği bir tanrıya yönelip bir "insanlık dini" kurduğunu açıklamadı mı? Hatta bu dinle yaşayan toplumun tapınaklarında "otuz yaşında kucağında çocuğu olan bir kadının heykeli dikilmelidir" demedi mi?
Her insan yönelişinin gücüyle, tutkusunun tutsağı durumuna gelir. Tutkumuzun gücü arttıkça ruh bedeni istemez olur. Birlikte yaşama hazzı kaybolur. Ve defalarca düşünülen ama bir türlü yapılamayan o davranışın varlığı kendini her şeyin üstüne çıkarmaya başlar. Artık seçme durumuyla karşı karşıyadır beden. Ruh, o istemediği varlığın ortadan kalkmasını arzulamaktadır. Bütün kötülüklerin, kalp kırılmışlıkların, karşılıksız sözcüklerin ve kendi içinde anlamsızlaşan yaşamın bir tek sığmağı vardır; ölüm (intihar).
Bu sığınak hiçbiri olmanın hissidir. Yani, ne akılcı, ne soylu ne de ölçüye vurulur bir şey olarak bakılsa da, sonuçta bu çıkarım için söylenebilecek tek cümle; "yaşam çekilmez olmuştur".
Böyle bir beden için "istiridye kabuğu" olmaktansa bize ait olanı seçme özgürlüğüyle bilinmeze uzanmak daha anlamlı sonuçtur.
Bedeni eskimiş bir elbise gibi atmak isteyen ruh, iradeyi de harekete geçirecek olan güçtür. Ruhun önceliği konusunda herhangi bir sav öne sürme gibi bir işe girişmek niyetinde değilim aslında, ancak intihar ile ruh arasındaki anlayış çizgisine göre intiharın tek tasdik edici gücü içimizdeki o çözülemeyen, özüne ulaşılamayan güçtür. Bu gücün kullanılabilirliği ile hayatın acıları kadar zevklerinden de nefret edilir. Oysa bunun öncesi, hayatı arzulamaktır. Ancak şartlar, yönelişler, hayatın akış yönünü tahrip etmiş ya da içini boşaltmış hale getirmiştir. Bunun anlamı büyük acıların var olduğudur. Öyleyse haz duyulanlar ve nefret edilenler birlikte ortadan kalkmalıdır. Tıpkı aşkın kavuşturduğu süreklilik göstermeyen haz ile devam ettirilen acıları gibi.
Aşkın büyüklüğü onun sürekliliğindedir. Ani doğuşu gibi bitmiyorsa yaşanmaya değerdir. Çünkü, aşk "öyle öldürücü bir zehirdir ki, ateşli mağaralarda hüküm süren siyah yılanlar gibi onu içine çeker, sonra gökyüzünde dağılarak akar, sonra yağmur damlalarına bürünerek düşer ve susamış ruhlar onu emer de bir dakikada sarhoş olurlar, bir yılda ayılır, bir asırda ölürler".
Kısa bir veda anını yaşıyordum bir süredir ders verdiğim bu okulla. Ortaya koyduğum bu davranışları bir daha yapamayacağım hüznünü de taşımıyor değildim. Ancak pişmanlık da duymuyordum. Bu güne kadar ki yaşamımda pişmanlık duymadığım gibi. Anlayacağın "keşke" sözcüğüyle pek tanışıklığım olmadı desem yalan söylemiş olmam.
İnsan neyi yaşıyorsa iradesinin gücünü kullanabilme becerisiyle devam ettirmelidir. Bu beceriyi kullanamamak, yaşanılmak istenip de yaşanılmayanı pişmanlıklarla yaşayabilir kılmanın anlamsızlığına götürür. Pişmanlık bir hayatın hangi yönünün istendiğini de açıklamaz. İstenenlerin ortak olan bir tek yönü vardır; ruhu ve bedeni hazza ulaştırmak. Kimi küçük mutluluklardan, sevinçlerden anlam arayışı içinde olmadan birlikte yaşayabilmekten haz duyar kimi de ızdırap verip intihara götürse bile aşklardan. Karşılıklı zıtlıklar içindeki yaşam biçimlerinin her bir davranışı insanı nereye vardırırsa vardırsın sonuçta iradenin varlığını hissederek ya da kullanarak varolmaktadır.
Verilen kararın özgür bir seçim sonucunda alınıp alınmadığı her intiharın ardında bıraktığı bir soru işaretidir. Nedenler yönlendirilen yaşam gibi yine başkaları tarafından sıralanır. En çok da bir şeyin topluma veya yöneldiği nesneye karşı bir protesto olarak kabul görenler olmaktadır. Onlara göre devlet de, toplum da, din de, ahlak da ekonomik sistem de, aile de birer suçludurlar. Bir kısmı da intiharı yardım isteme çağrısının kabullenmemesiyle bunalımdan kaçışla tanımlamaktadırlar.
Kendi payıma düşeni söyleyeyim benim protesto gibi bir eğilimim olmadığı gibi bunalım içine de hiçbir zaman girmedim. Baskıcı, kontrol mekanizmasını çalıştıran değerler, normlar, sistemlere uyum sağlayıp, içselleşen evet diyen ve seçimleri böyle bir yönde kullananlar ancak böyle bir sonuçla karşılaşırlar.
Gençler mi ihtiyarlar mı, erkekler mi, kadınlar mı, zenginler mi, fakirler mi, düşünmesini bilenler mi bilmeyenler mi, toplumsal değerlere tapanlar mı, red edenler mi, metafizikçiler mi, pozitivistler mi, ilkeller mi, modernistler mi, siviller mi, üniformalılar mı, tutkularına ulaşanlar mı, ulaşamayanlar mı daha çok intihar eder? Bu sorular da beni ilgilendirmiyor.
Durkheim' in toplumsallaştırma eğilimlerinden Dante' nin onu suç sayan yargıya karşı sorgulayışları da benim için önemli saptamalar olmamaktadır. Böyle bir fiili, bizzat yaşama kararı içinde bulunan birinin teorilerle istatistiki bilgilerle, psikolojik değerlendirmelerle beyin yorması zaten düşünülmemelidir.
Cümlelerimden çıkarılacak sonuçlarla nereye konulursa konulayım, hangi felsefi görüşlerin etkisiyle yazdığımın gerçekleriyle itham edilirsem edileyim, benim bu noktadan sonra bunları dikkate alma gibi bir çaba göstermem söz konusu bile olamaz. Çelişkilerim, bu tutkularımın aşırılıkları, tutarsız akıl yürütmelerim kendi iç özgürlüğümün yansımalarıdır. Aşk tutkusunun tutsağı olan birinin özgürlükten nasıl söz edilebildiği sorusuna da vereceğim cevap şudur: Ben tutkular adına tutsak hale gelme arzusunu kendi irademle sağladım. Esir düşenler her zaman zorda kalınca teslim olmazlar. Uğruna savaştıklarından kurtulma onlar için bir özgürlüktür ve özgürlüğe varma yolunu esir olmakta bulurlar.
İnsanlardan bir kısmı, hayatın dert ve saçmalık olduğu sonucuna vardıklarında bu saçmalığın yaşama şansının olmaması inancını taşırlar ve onu yok ederler. Bir kısmı hayatı boş ve delilik olarak algılama çıkarımını yaparak yine intiharı tek çıkar yol olarak benimser.
Bu tür çıkarımlar da bana pek mantıklı gelmiyor. Nasıl bir hayat yaşıyoruz ki, bundan çıkardığımız sonuç, saçma boş ve yalnızca dertten ibaret olsun. Hiçbir yaşam tek başına zıtlıklar olmadan varlığını sürdürmez. Dert varsa sevinç de vardır. Hüzün varsa mutluluk da vardır. Önemli olan bunları kendi alanları ve anları içinde tutabilmektir.
Benim kararım hüznün alanı içindeki istekli tutsaklığımın bir sonucudur. Yöneldiğim varlığın, bana çektirdiği her hüzüne sitem etme gereğini duymadım. Bu bilinçli bir edinimdir. Bıı edinimim çelişki yaratsa bile kabulümdür. Çünkü kendime her yönelişimim de çelişkiler ve geçici olabilecek duygularla yüklü olduğumu görüyorum. Ancak geçici bile olsalar beni karar almaya itecek güçtedirler ve o özgür seçimle yaptığım tutsaklık bundan sonra özgürlüğümü ortadan kaldırıyor.
Bu anlamsızlıklar içinde varolma bilincimi tartışıyorum. Çelişkiler ve tutkulardır şu anda etrafımı saran. Bunlar "parantez içine" alındığında kendimi bularak bu karardan dönebilir miyim? Sanmıyorum. Çünkü onları ortadan kaldırabilecek gücüm yok benim.
Amaçlarımızdır bizi tutsak eden, tutsaklığımız ise bizlere hep yarınları hatırlatmaktadır. Uyumsuzluklarımızı ve ilgisizliklerimizi bir kenara attığımız sürece bu tutsaklığımız devam edecektir. Hayata karşı uyumsuz ve ilgisiz yaşayabilme becerisine de ulaşabilmeliyiz ki, bizi çevreleyen bütün değerlerden ayrılabilelim ve tutkulu aşklarımızın geçiciliğine inanabilelim. Bunu kavrayamadığımız sürece sevinçlerden daha çok olan acılar bizleri intiharlarla tanıştıracaktır.
**
Hava kararmaya başlıyordu ve soğuktu. Ancak her tarafı kaplayan kar beyazlığı yansımaları, geceyle inatlaşma anlarını da göstereceği belliydi. Tenimde alışık olmadığım bir sıcaklığa rağmen titriyordum. Yine de dışarı çıkma isteği doğdu içime. Evden dışarı çıktım kapıyı hafif aralıklı bırakarak. Üzerimdeki giysiler bu saatteki bir kar havasının giysileri değildi. Bağcıklarını hafif gevşek bıraktım ayakkabımın. Dağın eteğindeki dar alana kurulu köyün bir kilometre uzağındaki okul evinden dağa doğru ardımda izler bırakarak yürümeye başladım. Bir ara geri dönüp baktığımda öznesi yüklemi olmayan karmakarışık düşünceler içinde iki futbol sahası uzunluğunda yol yürüdüğümü gördüm. Daha da gitsem, uzaklığını eve varıncaya kadar ki donma süresine uzatırsam, belki de bunun sıradan bir donma olayı olarak kabul edileceği fikrine kapıldım. Bir ağacın dibinde öylece ölümü bekleyebilme cesaretini göstermem gerekiyordu. Bir yanda ölüme yaklaşan, onu sarmak isteyen, kavuşmak için eylemde bulunan, bir yandan da ölümü bekleyen biri olarak seçme hakkına sahip olmuştum. Şimdi yapılması gereken beklemek mi yoksa ilerlemek mi? Ya ben ona gitmeliyim ya da o bana gelecekti.
İntiharım güçlü bir avuntu olmanın ötesine taşıyordu. Her intiharın bir suçlusunun olup olmadığını ve intihar edenlerin birer kahraman mı yoksa korkak mı olduğu somlarını düşündüm peş peşe. Ardından intiharın farklı yöntemlerini deneyenlerini geçirdim hafızamdan.
Kendini ne korkak ne de yürekli olarak gören ve kendini öldürmek üzere ağzına karbon gazını sokarken bir yandan da not tutarak, zehirli gazla intihar eden birinin neler hissettiğini, duyduğunu, ne kadar süreyle acı çektiğini belirtmeye çalışan ile kanının döşemeye yayılmaması için karmaşık bir alet yapanı düşündüm. Bir de yanılmıyorsam haftalık Pazar alışverişini yaptıktan sonra hiçbir anormal tavır sergilemeden pazardan döndükten sonra sebze ve meyvelerini mutfak masasının üstüne döktükten sonra pazar poşetini başına geçirip sımsıkı bağlamakla intihar eden biri vardı. Bulunduğunda her iki gözünün üstünde birer lahana yaprağının olduğu söylenmişti.
Modernliğin simgesi gökdelenlerden, köprülerden atlayanlardan, hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçları aşırı dozlarla kullananlardan, bir odaya kapanıp boyunlarına ip geçirenlerden fazla söz etmeye gerek bile yok. Ancak bir de Dicle' de intihar etmenin özgürlüğünden söz etmek gerek.
Hayat iki kısımdır. Bir kısım donuktur bir kısmı ise ateşli. Aşk ateşli olan kısımdır, işte bu ateşli kısmı hep yaşayan insanlar aşklarının son seçiminde Dicle' ye uzanmakta ve bir daha dönmemecesine hatta toprağa ulaşmamacasına onları nerede yakalayacağı bilinmeyen sonu kendileri yakalamaktadırlar.
Yaşamın anlamı iradenin özgür seçim yapabilmesindedir. Bize gelmesini istediğimiz şeye neden biz gitmeyelim ki, bu ölüm bile olsa.
Bu soruya verebileceğim cevap insanları hayata bağlayan bir gücün varlığı olacaktır. Bu gücün ortadan kalkması ile her birey kendine yeniden yönelmekte ve "gerçek" olanı kabullenmektedir. Victor E. Frankl' ın kendine özgü bir yorumlanışı olan "logoterapi" nin uygulanışında acılar içinde kıvranarak tedavi için gelen insanlara çoğu kez "neden intihar etmiyorsunuz" diye sorduğunu okumuştum. Ancak kimisinin yaşamında onu yaşama bağlayan çocuklarına yönelik sevgi ortaya çıkarken, kimisinde kullanılacak yetenekler, kimisinde sadece korunmaya değer canlı anıların olduğu ortaya çıkmıştır.
Kararımın geri dönülemez noktasında hiçbir anı bırakmamanın da feci acıları olmuştur. Yaşanabilir anıları taşımanın sonucunun bir gün katlanılmaz yerlere beni taşıyacağının farkına vardım ve çekilen her resmin karesinde sahici olmayan gülümsemelerin her birinin gerçek hayatımızdaki sahtelikleri yansıttığı üzerine karar kıldım.
"Geçirdiğim bütün anlamsız hayatta geleceğimin ta derinlerinden henüz gelmemiş yıllar içinden karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllarda bana sunulan ne varsa hepsini aynı düzeye getiriyordu. Ne başkalarının ölümü ne de bir annenin sevgisi umurumda benim. Başkasının Tanrı' sın dan bana ne". İşte beni bu beyaz karların yüksek noktasına taşıyan beynimin düşünebildiği buydu. Sessizliğin şiddetini soğuğundan alan rüzgarla bozulduğu bir yerde korku duygusunun yaşanmıyor olması, yalnızca özgür bir seçimin varlığıyla açıklanabilir. Ancak bu seçimim istediğim doğrultuda da olmayabilirdi. Her an aç bir hayvanın saldırısına uğrayabilir, ya da tesadüfen birileri tarafından fark edilip oradan alınabilirdim. Ama bu iki seçenekten hiçbirini detaylı olarak düşünemedim.
Toprağa ulaşabilme gücünü kendimde bulamayınca vazgeçtim. Ellerimle de bu kazıma işini yapamayacağımı anladım. Ayakta durabilme direncim zayıflamaya başlıyordu. Akşam karanlığının, kar parlaklığına rağmen gittikçe varlığını ortaya koyduğu o anda soğuğun gücü dakika dakika artış gösteriyordu. Bu artış, kendi uzuvlarıma sığınma gibi bir durum yaratıyordu bende. Kulaklarımı avuçlarımla kapatmak, başımı, omuzlarım arasına sığdırmaya çalışmak, kollarımı birbirine bağlamak gibi faydası olmayan davranışlarda bulunuyordum ancak ani bir kararla yüce, kutsal bir varlığın huzurundaki eda ile karların üzerine diz çöktüm.
Bu yüce varlık ölüm müydü bilemiyorum ama içimden öylece çömelmek gelmişti. Varlığına inandığım, ötesiyle ilgilenmediğim o "gerçek" karşısında acz içindeydim. Hazırdım. Bekleme anımla arzumu sevmeye başlamıştım. Dağların onca başkaldıran, ihtişamlı görüntülerine rağmen, beyaz bir kar örtüsüne olan teslimiyetleri yanında benim ölüme olan teslimiyetim kıyaslanmayacak kadar zayıftı. Bu zayıflığımın bilincinde asi olabilmenin yanlış bir tavır olacağını da biliyordum ve hiçbir zaman "eğer Tanrı varsa herşey onun elinde, onun iradesi dışında bir şey yapamam ben. Eğer yoksa, herşey benim elimde kendi irademi ilan etmeliyim" büyüklüğüne kapılmadım. Çünkü irademi ilan etmem yine de varolanın varlığını ortadan kaldıramaz. Karşı karşıya bulunduğum ve düş kurarak beklediğim ölüm seçeneğinin bir yaratıcısı olduğunu biliyordum. Ölüm bir "olgu" olarak yaratıcısına sahip iken, benim kabullenişimle yeni bir ölüm "olay" ının da yaratıcısı ben olacaktım.
Düşlerin, aşkların, sevgi sözcüklerinin sıcaklığından iyiden iyiye uzaklaşmaya başlıyordum. Pantolonuma işleyen kar suyu beynimi geride bırakılan ne varsa hepsinden sıyırırcasına düşünebilme gücünden uzaklaştırmaya başlıyordu. Gözkapaklarım da ise uyku ağırlığının ilk belirtileri ortaya çıkıyordu.
Yürüyebilir miyim düşüncesiyle önce sol ayağımı altımdan çekip sağ ayağıma destek olup doğrulmaya çalıştım. Anlaşılan henüz tam bir teslimiyet içine girmemiştim. Karanlığı ortadan kaldıranın hep güneş olduğunu söylenir ve yazılır. Ancak doğrulmaya başladığım bu saatte hüküm saati olmasına rağmen varlığını tam anlamıyla gösteremeyen karanlık ve kar aydınlığı arasında bir kaç adım daha ileri doğru yürüdüm. Ellerimle yüzüme dokundum, burnumu temizledim. Gözlerimdeki uyku ağırlığı ayakta olmama rağmen artmaya başlıyordu. Bu uykunun ölümün yaklaştığına işaret olduğunu biliyordum. Etrafıma bir kez daha baktım. Hareket eden hiçbir canlıyı farketmedim. Ölümle gerçek bir yüzleşme anına doğru ağırlığını arttıran uyku ile birlikte giriyordum.
Ölümle gerçek bir yüzleşme, çoğu kez o ana kadar ki yaşamın hedeflerini, biçimini ciddi tavırlarla sorgulanmasına yol açar ancak böylesi bir atmosferde kendi kendime soru sorma bilincinde değildim.
Nabız atışlarındaki hızlı düşüşle birlikte bir kez daha oturma arzusu doğdu içime ama bu arzudan, bir aşktan kaçarcasına sıyrılmaya çalıştım. Çünkü otursam bir daha kalkamayacağımı biliyordum.
Kar suyunu çeken ayakkabılarım çorabımı da ıslatmıştı. Parmak uçlarımdaki soğuğun şiddeti gittikçe artıyordu. Çıplak ellerimin renginin değiştiğini görüyordum. Burnum akmaya devam ediyordu. Kulaklarıma çarpan rüzgar söylemem gereken son bir kaç kelimeyi de alıp götürürcesine daha da asileşiyordu. Eve dönmeye karar verdim. Çünkü yönelişimi tamamladığımı anlamış, eksik bir şeylerin olduğunu hissetmiştim.
……
Sobamı yaktım. Kan dolaşımı odanın ısısıyla birlikte hızlandı. Yüz ifadem düş gücüm bedenim yaşamın tüm akışının bir anda donduğunu hissettiğim andan sıyrılmaya başladım.
Piknik tüpü üstünde kaynayan suyu demledim. Çayımı içtim. Beraberinde iki de sigara yaktım. Özgür seçimin yaşattığı bir şoku atlamanın şaşkınlığını yaşıyordum. İlk kez “keşke" sözcüğünü kullandığımı fark ettim. Aşklarda tutkular da, tutkunun yöneldiği kişiye karşı hissedilen bütün duygular bir şekerli sakız gibi olsalar dedim. Mağrur biraz da kendi kendini yargılayıcı ve yeni duygulara karşı dirençli bir ruhla. Sonra yalnız ve yalıtılmış olarak hissettim kendimi.
"Hayatta hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey yoktur ve olmayacaktır" sözcükleri patladı beynimde. Hiçbir şey yoksa seçmek de olmamalıydı.
Her şeyi olduğu gibi seni de unuttuğum hissine kapıldım. Ancak unutmuş olsam acılarım da biterdi ve yaşam belki de anlamına kavuşurdu. Dirençli gibi görünen ruhumun yeniden dirilişine tanık olurdum.
Bütün duyuların intihar mesajını almaya başladığı anda irademle özgürlüğümü harekete geçirebilme becerisini gösteremedim. Hazırlıklar tamamlanmamıştı belki de. Yalnızca yenilen korkulanındı. Tek kişilik törendeki eksikleri gidermenin yolunun, eksikleri önceden tespit etmekti ancak bunları planın içine dahil etmediğimi anlıyorum.
"Doğmamış olana ne mutlu, ölüm hayattan daha iyi. Hayattan kendini kurtarmak gerek" sözleriyle intiharın gerçekleşmesi mümkün olmamaktadır. Çünkü ölüler sadece diriler için akan gözyaşlarının şerefini taşırlar düşüncesi kendini acılardan kurtarmak isteyenleri engelleyebilir. Bu iki düşünce birbirleriyle çatıştığı sürece ruh bedenden kopma girişimini gerçekleştiremez. Tıpkı aşk her şeyin üstünde olmalı intihara götürse bile duygusunun, hiçbir aşk intiharı yaratacak kadar üstün değildir duygusuyla çatışması gibi.
Hüznün mevsimi sonbaharda sarı renk, kar mevsiminin habercisidir. Bu mevsimin beyazlığını intiharımla kırmızıya çevireceğimi düşünmüştüm. Aykırı ruhumdan arta kalan pembe bir karanfilin ilk tanışıklığıyla gönül havzamı bugünden sonra tüm aşklara kapatıyorum. Sevdalanmanın kutsal yasalarını yaşayamadığım mutluluklarla red ediyorum.
Kırgınlıklarım, kayboluşlarım, paylaşımın ayakta kalmasına izin vermedi ve ben yüreğimdeki sevginin hesaplarını bir daha yapmayacağımdan emin bir eda ile erteliyorum.
Bir yaz habercisinin sıcacık duygular getirdiği mektuplar bir daha yazılmayacak. Sevdaları anlatabilmenin mutluluğu geride kalırken her gün ifadesini bulamayan aşklar da bir daha yaşanmayacak. Kırkikindi yağmurlarını anlatan şiirler okunmayacak.
Kaynak: A. Vahap KAYA, Bir İntiharın Önsözleri, Sis Yayıncılık, Mart 1999, Ankara


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar