Print Friendly and PDF

Cengiz Han



Cengiz Hanın Besmelesi


MÜNGKE TENGRİ-YIN KÜÇÜ-DÜR
“mengü tanrının gücü ile”

Eğer Türk Büyüğü İsen Hesap Verirsin

Cengiz Han yaptıklarını Moğolların Gizli Tarihinde okunmak için yazdırılmış olup onun vasiyetnamesi yerini tutar ve kendi işleri hakkında hesap veren Türk büyüklerinin meşhur eserlerini hatırlatır, (meselâ: Kül-Tigin, Bilge - Kağan ve Tonyukuk Yazıtları”, Aksak-timur'un “Tüzükkât”ı, Atatürk'ün 'Nutuk* u gibi...).

Kutsal İşaretler

"Gözün ateşli  ve yüzün nurlu  oluşu, o kişinin doğuştan kutsallığına işarettir.

Cengiz Han İzinli İdi

Necmeddin Kübra’nın yaşamının sonu, hayatının en şerefli ve en önemli kısmını oluşturur. Canını Allah için vererek hayatını noktalamıştır. Şeyh ve kavmi zamanının en güçlü askeri birlikleri olan Tatarlarla karşılaşmış ve bu tatarlar her yeri yakıp yıkmıştır. Şehirleri tamamen yıkan, önüne gelen her şeyi yakan ve öldüren Tatar kavmine karşı mücadele etmişlerdir. Necmeddin Kübra İslam medeniyetinin merkezi, ilmin minberi ve Hilafetin merkezi olan Bağdat’ın düşmesinden ve buradaki ilmi eserlerin yok edilmesinden dolayı çok etkilenmişti. Cengiz Han Buhara ve Semerkand’ı alarak buradaki insanları katletti. Ondan sonra Necmeddin Kübra’nın kaldığı Harzem’e saldırdı. Pek çok tarihçi bu konuyu eserlerinde anlatmasına rağmen, biz Tatarların Havarizm beldesine yaptığı saldırıyı ve şeyhin şehadetini İbn İmad’dan rivayet edeceğiz:
“Şeyh, Tatar fitnesi sırasında Havarizm’de H.618/M.1221’de şehit oldu. Havarizm sultanı Muhammed Harzemşah şeyh ve müritlerine memleketlerine kaçmalarını, doğudan gelen büyük fitnenin batıya kadar uzandığını ve bu fitnenin ümmetin başına şimdiye dek gelmediğini söyledi.
Bazı müritleri şeyhe belanın kalkması için dua etmesini söylediklerinde şeyh onlara bunun Allah’tan geri çevrilmeyecek bir bela olduğunu ve duanın onu geri çeviremeyeceğini söyledi. Müritler de kendileriyle şehirden kaçıp kaçmayacağını sorduklarında onlara gidebileceklerini, kendisinin ise burada durup öleceğini söyledi.

Küffar şehre girdiği zaman, şeyh ve kalan müritleri insanları namaza çağırmışlar ve Allah yolunda savaşmalarını söylemişlerdi. Evine girip kendi şeyhinin hırkasına giymiş olarak çıktı. Düşmanlara yerden taş alarak atmış, Tatarlar da ona ok yağdırmışlardı. Şeyh sürekli etrafında dönüyordu, ancak göğsüne bir ok isabet etti. Onu çıkarıp atmış ve yaradan kan fışkırmış şekilde Allah’a yalvarmış, ister visal ister firakla olsun kendisinin canını almasını istemiştir. Sonra öldü ve öldüğü yere defnedilmiştir. [İbn İmad, Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb, Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrut, c. 5, s. 79.]
Tarihin şu garip cilvesine bakınız ki; işte bu yere göğe sığmayan yarı vahşi tabiatın sert insanlarının soyundan gelenler ve onların yalın kılınç torunları, daha bir çeyrek asır bile geçmeden İslâm dini ile karşılaşmışlar ve Allah'ın hidâyetine ulaşmışlardır. Asıl bundan sonradır ki Moğol akıncıları İslâm dininin yüceliği ve Türklüğün üstün karakter ve meziyetleri ile özdeşerek, üstün vasıflı, medeni, üstelik yiğit bir gaza ve cihad eri hâline gelmişler ve parlak kılmçlarını İslâmm hayrına, insanlığın iyilik ve ululuğuna adamışlar, böylece ayrıca bir büyük kültür ve medeniyetinde en ulu mimar ve öncüleri olmuşlardır. Onların küfür ve dalâletten, hidâyet ve hakka yönelişlerine hayran kalan bir şâir şöyle demiştir;
"Put evinden gelen şu Tatar efsânesine bakınız,
En sonunda onlar Kâ'be’nin bekçileri olmuşlardır"
"Farsça Bir Şiir"

Ne varki eski Göktürk Hakanlarının at koşturduğu ve "Orhun Yazıtları"mn dikildiği bozkırlarda, bizim vatan coğrafyamızda ortaya çıkmış ve Müslüman Türk'ün tarih ve kültür varlığı içinde eriyip gitmiş ve kendini "Türk saymış" bu kan akrabalarımız olan Türk Moğol Boylarının siyâsi, dini ve kültürel tarihleri henüz kendi şartları içinde ele alınmış ve Türk milletinin irfan hayatına sunulmuş değildir. Daha açık bir ifâde ile Moğolların siyâsi ve kültür tarihi, daha Türk tarihçileri tarafından, tarih metodolojisinin objektif kriterleri içinde ve müstakil olarak yazılmamıştır.
Koca bir dünyayı dize getiren ve devrin siyâsi coğrafyasını ufuklara bakarak belirleyen bu insanların siyâsi tarihi hakkında Türk tarihçileri tarafından hiç bir ciddi çalışma yapılmadığı gibi, Türkiye'de Cumhuriyetin ilk devirleri de dahil son senelere kadar, Türk Moğol tarihi ile ilgili hiç bir uzman tarihçi yetişmemiştir. Bu konulardaki ilgisizliğe bakınız ki, değil Moğolların resmi tarihi "Câmiu't Tevarih" Moğolların siyâsi tarihini ele alan bir çok ciddi kitapların hiç biri henüz "Türkçeye" tercüme edilmemiştir. Hatta budan daha da acısı bir çok Türk tarihçileri Moğolların, Türk'ün tarihi şahsiyet kimliğine bürünmesini bile inkâr etmişler ve onları Türklük camiasının dışında tutmaya ayrı bir özen göstermişlerdir.
Bu vahim durum Moğolların dini tarihi, yâni "Müslüman olmaları", yeni bir din, kültür ve medeniyetin kapısını çalmaları konusunda da geçerlidir. Ne yazık ki onların; eski Şamanizm dini terk etmeleri, yeni bir iman coşkusu halinde İslâm dinine koşmaları ve Moğolların katkıları ile gelişen ortak İslâm kültür ve medeniyeti hakkında şimdiye kadar Türk tarihçileri tarafından hiç bir ciddi çalışma yapılmadığı gibi bu sahalarda ilmi şahsiyetini kabul ettirmiş bir Türk tarihçisi ve ilim adamı da ortaya çıkmamıştır.
Mamafih şu bir gerçektir ki; Moğollar, tarih sahnesine çok koyu bir Şamanist olarak çıkmışlar ve çok geçmeden dağ ve ovalara sığmayan büyük ordular hâlinde İslâm kültür ve medeniyetinin feyiz verdiği bereketli topraklara yönelmişlerdir. Neticede, bu büyük medeniyetin ihtişamını yansıtan bir çok şehirler yakılıp yıkıldığı gibi, buralar da yaşayan insanların pek çoğu, bu arada bir çok İslâm ulusu ilim ve din adamları kılınçtan geçirilmiş ve Müslümanlar çoğu zaman cehennemi bir hayat yaşamaya mahkum edilmiştir.
Moğollar bu husustaki aşırı davranışlarında o kadar ileri gitmişlerdir ki; Hz. Peygamber'in mânevi varlığının devamı, mukaddes "Nübüvvet Makamı"nın maddi manada temsilcisi, İslâm dünyasının birlik ve bütünlüğünün mümessili olan "İslâm Halifesi" bile Bağdad kapılarını yumruklayan bu Moğollar tarafından hem de çok feci bir şekilde öldürülmüştür.
Ne var ki Moğolların İslâm dini ve Müslüman halka indirdiği bu köklü darbeler, "Batı Hıristiyanlığı" için yeni bir sevinç ve ilham kaynağı olmuştur. Öyle ya onlar Moğol'lara, bu yeni step kahramanlarına "İsa Mesih"'in, müslümanlar ve haşa, "Yalancı Muhammed"ten intikamını almak için Allah tarafından gönderilmiş insanlar olarak bakıyorlardı.
O çağların telakkisi ve Hıristiyan Batı dünyasına göre; Türkler nasıl müslüman olmuş ve ondan sonra kılınçlarını İslâm dini ve Onun ululuğuna adamışlar, hıristiyan topraklarını İslâmın öz yurdu hâline getirmişlerse, bunun tam aksi, Moğollarda; hıristiyan olacak ve parlak kûınçlannı "İsa Mesih"in dinine adayacaklardı. Bu sayede hem İslâm, hem de müslüman Türklerden azgın ve kindar hıristiyanlığın asırlardır bekleyip durduğu birikmiş intikamı alınacak ve "Kudüs" tekrar hıristiyanlığın eline geçmiş olacaktı.
Bu bakımdan batı hıristiyanlığı bütün hırçınlığı ile ayağa kalkmış ve bu Şamanist Moğolların hıristiyan olmaları için büyük teşebbüslerde bulunmuştur. Arük her bir Moğol Hanının çevresinde kara cübbeli kara sakallı bir kaç hıristiyan papaz ve misyoneri bulunuyor ve onlar, bütün güçleri ile Moğol Hanları ve onların şahsında tüm Moğol halkının "hıristiyan olmaları" için çalışıyorlardı. Mamafih bu kara cübbeli papazlar, bu uğurda büyük mesafeler kat etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere, bir çok Moğol Hanı, boy beyleri ve aristokrat Moğol Hatunları, hıristiyan olmuşlar ve çok büyük bir heyecanla "Samanlığı" terk ederek bu yeni dine girmişlerdir.
Moğol aristokratlarının bu dini heyecanlan arük "fosilleşmiş" hıristiyan papaz ve din adamlarında bile yoktu. O kadarki bazı Moğol Hanları ve aristokrat Moğol Hâtûnları, kendi askeri karargâhlarında "Seyyar Kiliseler" yaptırmış ve buralarda devamlı çan çaldırmaya başlamışlardı. Artık "Papalık Makamı"; bu Moğol hanlarının Hıristiyanlığı bir devlet dini ve onun yayılmasını bir devlet politikası haline haline gelmesi yolunda son haberi bekliyor, devrin hıristiyan kralları Papa namına onlara heyet üstüne heyet gönderiyordu. Plano Karpini, W. Bubruk gibi daha bir nice kimseler Moğol Hanları'na gönderilen bu şerefli heyetin mümtaz başkanları idi.
Moğolları kendi dinlerine çekmek için başlattıkları bu çetin mücadelede Hıristiyan batı dünyası yalmz değildi. Onların karşısına Budistlerde çıkmıştı. Budist Lamaları; Budizmin yüksek felsefe ve mutlak huzar giden yolunu, Moğol hanlarına açmak ve Moğol ulusunu, Budizme kazandırmak için çok yoğun bir tebliğ faaliyetine girişmişler ve bunda büyük Ölçüde başarılı da olmuşlardır. Şimdi bir çok Moğol Hanının yaranda, bir gölge gibi dazlak kafalı ve kırmızı pelerinli Budist Laması bulunuyor ve onlara danışmanlık hizmeti veriyorlardı. Mamafih Moğol boyları arasındaki bu dini mücâdeleler, özellikle fırsat düşkünü Hıristiyan rahiplerin İslâm dinini sabota etmek için sürdürdükleri hasmane tavır, tertip ve entrikalar ayrı bir inceleme konusudur.
Şüphesiz Moğollar için başlatılan bu dinler arası mücadeleye İslâm dini de katılmıştı. Ne var ki İslâm dininin bu mücadeleyi kazanması bu ilk devirlerde hayali muhal gibi görülüyordu. Zira Moğollar, yukarda da ifâde edildiği İslâm dini, kültür ve medeniyetine en ağır darbeyi indirmekle kalmamışlar ve müslüman aydınlar ve yerli halka büyük zararlar vermişlerdir. Zira, büyük şehirlerin kuşatılmasında Moğollar yerli müslüman halkı, bu şehirlerin surlarını savunanların karşısına bir ok hedefi olarak sürmüşler, çoğu kere müslüman varlığa telâfisi mümkün olmayan büyük zarar ve kayıplar verdirmişlerdir.
Ayrıca Moğollar Müslümanlara onları dini hayatlarından bezdirecek büyük kısıtlamalar getirmişler ve onları çileden çıkaracak bir kısım insafsız ve sert uygulamalarda bulunmuşlardır. Başta Cengiz Han ve ondan sonra gelenler "Yasalar" gereği müslümanların; akarsuya girmeleri, akarsuda abdest almalarını yasakladıkları gibi, bundan daha acısı onların kasaplık hayvanları, İslâmi usullere göre kesmelerini kesin bir şekilde,yasaklamışlar ve ölü hayvan eti yemeye zorlamışlardır. Aksini yapanların Cengiz Han yasaları tarafından boynunun vurdurulması emredilmişti.
Bu hususta ihbarda bulunan kimselere, büyük mükafatlar vadedildiği için zavallı Müslümanlara, haksız yere bir çok eziyetler bundan öte, zulümler yapılıyordu. Bunun dışında bir çok züğürt kimseler, söz konusu mükâfatı bir geçim vasıtası hâline getirdikleri için ilgili makamlara büyük bir ihbar furyası başlamış bu ise bir çok müslümanın hayatına mal olmuştur. Ayrıca müslümanların elinde bulunan köleler, Moğollara ihbarda bulunmayı bir koz olarak kullanıyor ve bu sayede efendileri tarafından serbest bırakılıyorlardı. Bu kötü uygulamalar böyle, senelerce devam etmiş ve müslümanlar çok zor günler görmüş ve çok sıkıntılı bir hayat yaşamışlardır.
Bütün bu ağır zulümler yanı sıra, diğer taraftan İslâm dini ve müslümanlar diğer taraftan şımarık hıristiyan rahiplerin entrika ve kirli oyunları ile de karşı karşıya kalmışlardır. Kara cübbeli ve kara sakallı bu kimseler, önce Moğol Hanlarına yaklaşmışlar sonra da onları müslümanlara karşı daha sert davranmaları hususunda tahriklerde bulunmuşlar ve bir çok hallerde bu garazkâr davranışlarında başarılı bile olmuşlardır. Okuyucular bu kitapta bu kabil çirkin uygulamaların yürekler acısı bir çok ilginç örneklerini bulacaklardır.
Tarihin şu garip cilvesine bakınız ki; Türk Moğol boyları arasında sürdürülen bu dinler arası mücâdeleyi yani, İslâm, Hıristiyan ve Budist olma mücadelesini bunların içinde şansı en zayıf olan İslâm dini kazanmıştır. Neylersiniz ki, yalın kılınç bu step kahramanlarının torunları ve koca bir cihan imparatorluğunu kuranların hepsi müslüman olmuşlar ve toptan Allahın ipine sarılmışlardır. Moğolların müslüman olmaları aynı zamanda taktik ve stratejik bir konudur. Zira onların Hak dinini kabul etmeleri ile, Orta Asya ve Turan Yurdu Hıristiyanlığın öz yurdu olmaktan çıkmış ve batı hıristiyan dünyanın beklediği ümidler boşa gitmiştir. Konunun daha ilginç bir yönü daha vardır. Bu insanlar sadece müslüman olmakla kalmamışlardır. İslâm dini, Moğollara Türklüğe giden o muhteşem yolun kapılarını açmış ve onlar çok daha süratli bir şekilde Türkleşme sürecini tamamlamışlardır. Bundan da öte bir müddet sonra onlar; Moğolcayı terketmiş ve Türkçe ana dilleri olmuştur.
Dünün dünyayı ayağa kaldıran bu insanlarının, bunca olumsuz faktörlere rağmen, mağlupların dinini yani İslâmiyet'i kabul etmeleri, Türkleşmeleri hatta kendi dilleri olan Moğolcayı bırakarak Türkçe konuşmaya başlamaları, kılınçlarını Allahın dinini yüceliğine adamaları başlı başına bir "Büyük Olay" ve bir "Büyük Oluşum"dur. Türk ve İslâm tarihinin dönüm noktalarından biridir. Bu "Büyük Oluşum" nasıl meydana gelmiştir? Moğollar nasıl müslüman olmuştur? Onları Türklüğün özüne iten sosyal ve kültürel sebebler nelerdir? Neylersiniz ki İslâm dini ve Türk tarihini böylesine yakından ilgilendiren bu sorular şimdiye kadar Türk tarihçileri tarafından ne sorulmuş ve ne de bir cevap aranmıştır.
Evet, Türk Moğol Boylarının siyâsi tarihi kadar, dini tarihi, özellikle onların nasıl ve hangi şartlar altında müslüman oldukları hâlâ çok önemli bir araştırma konusudur. Memleketimizde bunca İlahiyat Fakültesi ve dinler tarihi akademisyenleri bulunmasına rağmen, bu konularda henüz hiç bir ciddi araştırmanın yapılmamış olması bize göre izahı zor bir keyfiyettir.
Mamafih Türk Boylan arasında kopan İslâm Hidayet fırtınasının izahı ve Türklerin Müslümanlığını bir KÜLLİYAT haline getirmek için çıktığımız bu çileli ilim yolculuğu ve bu mütevazi eserimizde, ilk defa İslâm dininin Türk Moğol boyları arasında nasıl yayıldığı üzerinde durulmuş ve ulaşabildiğimiz kadarı ile kaynakların bu konulardaki bilgi ve rivayetleri yeni bir takib hâlinde belki de ilk defâ Türk okuyucularının hizmeti ve irfan zenliğine sunulmuş, üstelik çok çarpıcı ve ilginç neticeler elde edilmiştir. Onların, Hak dine giden yoldaki ilâhî maceralarını öğrenmek ve bundan bu günlerin Türkiyesi için bir ders çıkarmak isteyenler, lütfen bu kitabı mutlaka, ama mutlaka okuyunuz. Bizim bu hususta bir temennimiz daha vardır. O da Moğolların dini ve siyasi tarihi ve bu yöndeki gelişmelerin Cumhuriyetin ilk yılları ve derin Türkçülüğe giden yolda bir karşılaştırmasının yapılması ve elde edilen neticeleri Türk okuyucularına sunulmasıdır.
Bizim bu mütevazi çalışmamızda bu önemli konuya bir başlangıç ve giriş yapılmıştır. Bu konulara ilgili temel Arapça ve Farsça kaynakları elde etmenin mümkün olmadığı ve araştırma eserlerinin henüz Türkçeye tercüme edilmediği bir ortamda ve bin bir zorluk ve imkansızlıklar içinde hazırladığımız bu eserin tam ve mükemmel olduğunu iddia etmemiz de mümkün değildir. Bizden sonra gelenler öyle tahmin ediyoruz ki bu kapıdan girecek ve Moğolların dini ve siyâsî tarihlerini Türk milletinin zengin irfan hazinesine kazandırmak için, çok daha ciddi bir gayret gösterecek ve bu konularda çok ciddi eserler vereceklerdir.
Bu arada hemen şunu itiraf edelim ki bu mütevazi eserimiz daha önce "Türk Boylan Arasında İslâm Hidâyet Fırtınası" adında ki büyük çalışmamızın ikinci cildi olarak yayınlanmıştı. Eser bu defa yeniden gözden geçirilmiş, önemli tashih ve yeni yeni bir çok ilaveler yapılmış, çok zorlu ve çileli bir çalışmadan sonra, Türk İslâm külliyatının yeni bir eseri ve müstakil bir kitap olarak yayınlanmıştır. Bu kitabın kendi sahasında çok büyük bir bozluğu doldurduğundan hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır.
Müellif bütün bu olumsuz faktörler ve ilerlemiş yaşına rağmen, böyle bir çalışmayı tamamlama fırsatı verdiği için Cenabı Hakk'a sonsuz hamd ve şükürlerini sunmakta ve Ona sığınmaktadır.
Her türlü başarı ve hidâyet Allah'tandır.

Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI / Nisan 2005 KONYA

Utkun


15 Ekim 1993 tarihinde Şamanizm, Kızıl’da bir başkanlık kararnamesiyle iyileştirici bir sağlık sistemi olarak ilan edildi, böylece, Şamanizm bir meslek olarak tanınmış oldu ve şamanlar için yaşlılık ödenekleri ayrıldı. Aynı yıl ‘Düŋgür’ (şaman tefi) adını taşıyan Şamanlar Derneği kuruldu. Bu dernekte ehliyetli kamlar belli bir ücret karşılında halka hizmet sunarlar. Ayrıca, Şamanizm Araştırmaları Bilimsel Merkezi kuruldu. Tuvalarda şaman, ruhlarla irtibat kuran tek yetkili değildir; sıradan insanlar da adak sunarak ruhlarla ilişki kurabilirler. Bu olgu şamanlık öncesi kabile kültlerinin (doğa kültü, dağ kültü, ateş kültü, ayı kültü, kartal kültü vs.) kalıntısı olarak kabul edilebilir.  Moğol dilli güney-doğu Tuvalarda bir insan ruhların emriyle şaman olur. Şaman erkek olduğu gibi kadın da olabilir. Erkek şamana boo veya tsaarin, kadın şamana ise utkun denir.

Moğol Konya’yı kuşattığında, şehre ince bir duman çöktü. Kuşatmanın vehameti koyulaştıkça, şehre çöken duman da derinleşti... Yılgınlık, yeis, korku büyüyordu..
Hz. Mevlana gül kurusu bir sedirde dinleniyordu. Riyazet halindeydi. Zihni devrandaydı. Kalbiyle felekleri temaşa ediyordu. Sonra doğruldu, huzurunda huşuyla hazır bekleyen müridine, “Duman renkli sangımı getirin" dedi.
Mürid temenna edip geriledi, odadan çıktı.
Hz. Mevlana yeniden riyazete daldı. Dumanı, şehirdeki dumanı teftişe koyuldu.
Duman, tül tül, mahalleleri kuşatıyor, camilerin minarelerini perdeliyor, pazarda tortulaşıyordu. Tüm görüntüyü tarassut altına alan veli üç kez “Estağfurullah” diye mırıldandı..
Üçüncü Estağfurullah’ta, birden, pazardaki duman kıpırdadı, ağır ağır dağılmaya başladı. Sonuç alınmıştı.
Hazret, istiğfara devam etti.
Konya ahalisi için istiğfar ediyor, birikmiş yalan, gı\ hile, hırsızlık, zina, şirk ve tüm diğer günahların kefareti için, engin kalbinin tüm duyarlığıyla tövbe ediyordu.
Büyük veli, gül kurusu renkli sedire döndü, oturdu, bir an soluk-landı..
Kapıdan mürid girmişti, elinde duman renkli sarık, öylece dur-muştu..
Hz. Mevlana’nın kalbi o an semaya başladı.
Şimdi, Huzur-ı Saadette sema ediyordu..
Her semada âleme renk yayıyordu. Rasülullâh “salla’llâhü aleyhi ve sellemin ayağındaki toz zerresini kendine niyet edinmiş, dönüyor dönüyordu... En son siyaha, İsm-i Kahhar’a yöneldi..
Gece bastırdı..
O gece, büyük veli, başında duman renkli sarıkla Konya’nın en yüksek tepesine çıktı. Çadır kurdu.
Bağdaş kurmuş, riyazet halindeydi..
Bir zaman geldi, İsm-i Kahhar çekmeye koyuldu...
*'Konya'yı çeviren Moğol ordusunun kumandanı, kumandanı derin uykuda duman renkli bir velinin gırtlağını sıkdığını gördü haykırarak uyandı..
Rüyanın sahibi uyandığı halde, boğazındaki tıkanma sürüyor, sürdükçe dehşet, çaresizlik, acz büyüyordu.. Rüva sahibi sonunda yere kapaklandı. öylece kaldı... Bir süre sonra Moğol karargahında koşuşmalar başladı, Her kafadan bir ses çıkıyordu. "Bir seccade... Bir seccade... Bir seccade bulun, bir seccade.." Bir seccade, gül kurusu bir seccade elden ele uçtu, rüya sahibinin huzuruna ulaştı. Seccadevi serdiler, rüva sahibi geldi, seccadeye kapandı. Bir süre kalkamadı...
Sabah olurken, Konya’nın en yüksek tepesinde, murakabe halindeki veliye haber geldi. Moğol ordusunun kumandanı kuşatma dan vazgeçmiş, veliye mürid olmak üzere huzura kabulünü bekli yormuş..
Hz. Mevlana önce duymamış gibi davrandı, üç kere, beş kere, yedi kere söyletti... Yedincisinde, haberi duymuş olduğuna dair bir işarette bulundu. Sonra durdu. Eli ağır ağır başındaki duman rengi sarığa gidi, sanğı hafifçe yere indirdi.
Müridler koştular, sarığı almak için eğildiler. Sarık o kadar ağıt dı ki, iki kişi tüm gayretlerine rağmen onu kaldıramadılar... Sarık nihayet beş kişinin gayretiyle yerden kalktı, ağır ağır çadırdan çıkarıldı...
Konya kurtulmuştu... Havada bir kez daha tevhid mavisi uçuş maya başladı... Ve pembe, altın renkli bir güneş...
Dergâh Dergisi/ Ayşe Şasa

Aslında gerçek bir masaldan çok, efsane gibi bir şey.
Dünyanın kaderini sadece bu üçü düşünüyor.
Birincisi, turna.
Nehirdeki kayalar arasında yolunu nasıl kolay bulup, ne kadar rahat yürüdüğünü görüyor musun ? Kafasını kaldırıp, arkaya yatırarak. Turna eğer sert tek bir adım atarsa dağların yıkılacağına, toprağın sarsılacağına ve binlerce yıldır duran ağaçların devrileceğine inanır.
İkincisi, çekirge.
Çekirge bütün gün boyu bir taşın üzerinde oturur, bir gün tufan olup bütün dünyayı su basacağını ve bütün canlıların anaforlarda, köpüklerde ve kapkara dalgalarda kaybolacağını düşünür. İşte çekirgenin gözlerini yüksek tepelerden ayırmamasının, oralarda toplanacak yağmur bulutlarını gözlemesinin nedeni budur.
Üçüncüsü ise, yarasa.
Yarasa göğün çöküp tuzla buz olacağına ve bütün canlıların öleceğine inanır. Yarasa bu yüzden yüksek bir yerden sarkar, kanatlarını çırparak bir göğe yükselir, bir yere yaklaşır, her şeyin yolunda gidip gitmediğine bakar. İşte masal buydu, daha ta başlangıçta böyleydi. 
  "Onu hiç kuşkusuz Gök koruyordu"
(Moğollârın Gizli Tarihi, Başlık 145)

Moğol tarihi, neyin söz konusu olduğunu tesbit etmeye olanak vermektedir. Her ne kadar çağdaş tarihçiler Cengiz Han'ın Tuluy adındaki en küçük çocuğunun ölümünü sarhoşluğa bağlıyorlarsa da, Moğollar kendileri açısından bunun daha anlamlı bir versiyonunu sağlamışlardır. Şamanlar babasının ölümünden sonra Kağan olan Öğedey'i tedavi etmekte yetersiz kalınca, küçük kardeşi Tuluy kendisine geldi ve dedi ki:
"Bu kaseyi eline al ve Göğe şu duayı ben yapıyorum: Ey! Büyük Allah, Sonsuz Varlık, eğer işlenen suç doayısıyla kullarını cezalandırıyorsan, biliyorsun ki ben ondan daha suçluyum, zira savaşta daha fazla insan öldürdüm, daha fazla kadın ve çocuk kaçırdım, daha fazla baba ve annenin gözyaşlarını akıttım; yok aksine, yanına güzelliği ve yeteneği dolayısıyla kendini Tanrı yoluna adamışlardan birini çağırmak istiyorsan, ben buna da daha fazla layığım: Öğedey yerine beni al! Onu bu hastalıktan kurtar! Bu hastalığı bana geçir! Aynı zamanda ölümcül suyu içti: Ögedey iyileşti, Tuluy ise ölmekte gecikmedi. Olayın bu şekli iyi bilinmektedir; Tuluy'un dul kalan eşi Suyurkutin Begi, bunu sık sık anlatırdı"

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar