Divan Edebiyatı Beyanında
Hzl:
Abdülbaki GÖLPINARLI
Hayat daimi bir oluştur ve yaşayan,
her an kendi kendisini imal etmektedir. Kaya gibi yerinde duran, nabzı bile
atmayan, kaynayıp, taşmayan, köpürüp coşmayan, hayat ve hayatiyet eseri
göstermeyenlere şu kadarcık bir sözüm var:
Siz, durduğunuzu sanıyorsunuz ama
zaman akıyor ve siz de bu akışın içindesiniz.
Yüzyıllar önce:
Saadetlü padişah,
ölmeden saraya ölümün ağırlığı çöker. Baltacılar, ağır ağır gezinirlerken
ayaklarının seslerinden ürkerler. Enderun hademesi fısıltılarla konuşur; İç
ağaları, dışarı çıkmağa korkarlar; cüceler, bir az daha yere gömülürler; ak
ağaların beyaz yüzleri biraz daha, sararır; harem ağalarının kuzgunî suratları
ağarır; dilsizlerin gözleri, biraz daha küçülür, işaretleri görülmez olur.
Haremde valide sultan,
derin bir yastayken hanım sultanlar, beşiklerin başlarında sessizce ağlarlar,
fakat, çocukları kız olanlar yalnız üzülürler. Erkek masumlar bile beşiklerinde
huysuzluk etmez olurlar, yalnız masum ve anlamaz gözlerle analarının yaşlı
gözlerine dalarlar. Herkes, dışarda ayak sesleri sezer, herkes korkudan ne
yapacağını şaşırmış bir hale gelir. Sahip devletin küçük büyük bütün oğulları,
her an cellâtları beklerler, tertibini bozarak aptes alırlar, rekâtlarını
şaşırarak namaz kılarlar, şımarıklıkları derin bir sükût ile artık tamamıyla
örtülür. En fazla müteessir olması icap eden veliaht, en derin bir ümitle en
engin bir korku arasında bocalarken nihayet saadetlü padişah irtihali dari baka
eder ve ... ertesi günü, dünkü korkak veliahtın emriyle beş, on, onbeş; ne
kadarsa şehzade-i civanbaht, şehadet derecesine yücelir; beş, on, on beş ne
kadarsa şehzadenin kayıtları görülür; küçüklü, büyüklü, irili, ufaklı tabutlar,
babalarının, tabutunu ve birbirlerinin tabutlarını takip ederek saray
kapısından Ayasofya’ya doğru buhurdanlardan tüten dumanlar ve kokular,
hafızların ve naat okuyanların ağızlarından yükselen dinî ve mistik nağmeler ve
teraneler arasında parmak üstünde aheste aheste sağa sola selâm vere vere
gider. Sarayda hıçkırıklar boğulur, gözyaşları silinir, düşen devletlilerin yerine
geçen yeni devletliler, yeni hileler düzmeğe, saraydakiler, bu yeni
devletlileri elde etmek için yeni vesileler bulmağa koyulurlar ve Kanunu Âli
Osman, bu suretle icra edilmiş olur.
Bu sırada şair, henüz
sahip devlet ölmeden ölümüne, yenisi tahta çıkmadan cülûsuna en güzel tarihi
düşürmek, en san’atlı mersiye ve kasideyi yazmak için odasına kapanır, sol
dizinin üstüne oturur, sağ dizini diker, önündeki çekmecenin üstünde duran yazı
takımından eline bir kamış kalemi alır, hokkaya banar, gözlerini duvardaki celi
sülüs ve lâlik levhalara diker, sedirin üstüne açıp sıraladığı yazma divanları,
o divanlardaki tarihleri süzer, sağ dizine aldığı Hind abadisi kâğıda arada bir
gıcırtılarla; birşeyler yazar, hesaplar, oflar, puflar, nihayet uyuklamaya
başlar, yatak odasına geçer, rakamlı ve mısralı bir uykuya dalar, vezinle
horlar, kafiyeyle sağa sola döner. Üç beş gün sonra divanların sayesinde
tarihler düşürülmüş, mersiye ve kaside ayni zamanda yazılmıştır. Bîat
merasimini müteakip yazılar sunulur, bekleme odasında hünkârın daveti
sabırsızlıkla beklenir. Maksat, yeni padişahın iltifatına nail olmak değildir.
Çünkü eskisine acınmak, binlerce vesileye başvurularak elde edilen mevkii
kaybetme korkusundandır. Bütün bu yazılar, birer vasıtadır; gaye, haznedarın
sunacağı mühürlü atlas kese ve kesenin içindeki altınların kemiyeti ne suretle
olursa olsun bu ihsanların kesilmemesi ve eksilmemesidir.
Günün birinde uzaktan
uzağa bir uğultudur duyulur. Yavaş yavaş üsküfler seçilmeğe, teberlerin,
kılıçların parıltıları görülmeğe, «İstemeyiz», yahut «Vezirin başını isteriz»
naraları duyulmağa başlar. Sarayın kapıları kapanır, içerden bir nefes bile
duyulmaz, Saray kapısına gelen kalabalık, gürültüyü hadden aşırırsa ya vezir,
bizzat çıkar, bir iki kişiyi devirir, nihayet gözü patlar, kallavisi düşer,
ayağına takılan bir çelme ile yere yıkılır, üstüne üşüşenler, cesedini
param-parça ederler, ayağına ip takılıp yerlerde sürünür, ölüsüne hançerler
saplanır, gürültü gök kubbeyi sarsar... Yahut da sarayın surundan boğulmuş ve
henüz boynundaki ipin izi kaybolmamış sapsarı yüzlü bir ceset, aşağıya
atılıverir. Padişah, tahttan indirilmeden bu kazayı atlattığına memnun,
sinirlerini yatıştırmak için o akşam hasekilerle dem çekerken şair, odasında
önüne bir divan açar, şarap kadehine dalar, öldürülen eski velinimeti düşünmez
bile. Bütün düşüncesi yenisine çatmaktır. O önündeki divandan ilham alarak yeni
velinimetine bir kaside yazmakla meşguldür.
Hayat membaı güneşin
öldürücü hararetine karışan isimsiz sefalet, köylünün yüzünü sarı kara bir renge
boyamıştır. Avurdu, avurduna çökmüştür. Cansız gözlerle görmeden bakar. Çıplak
ayağına geçirdiği hırpani çarıklar, altı şahrem şahrem olmuş ayaklarını yere
bastırmamak için değil, âdet olduğu için giyilmiştir. Önündeki tuz yüklü eşeği,
kendisinden zayıftır. Yanında, elindeki sopa kadar kuru ve çıplak bir küçük
var, kendisinin küçüğü, yarının büyüğü; eğer yetişirse. O, koca öküzün ayağı
kırılmadıkça ve kırılınca da etine müşteri çıktıkça etyemez, şeker nedir
bilmez. Yalnız misafir gelince tavada kavurup dibekte döğdüğü iki tane kahveyi
misafire içirir, seyreder. Gecesi uyku ile baygın, gündüzü işle yorgun geçer.
Tekne başında soyunur, lime lime çamaşırını ip başında giyer. Yalnız saraya ait
has araziyi ekmekle, tımar ve zeamet hırsını yatıştırmakla meşguldür.
Fakat şair, bütün
bunlardan habersiz, velinimetlerle mehtap safalarında vakit geçirir, çırağan
zevklerinde bulunur, helva sohbetlerinde nükteler söyler ve yine evine kapandı
mı bütün bu âlemler için divanları karıştırarak kasideler düzer; sevgilisine de
hep birbirinin ayni ve önceki şairlerden farksız gazeller yazar.
Nihayet günün birinde
efe bir köylünün ayranı kabarır, birkaç babayiğitle dağa çıkar. Bunlar da
geçinmek için köylüyü yemeğe mecburdurlar. Fakat köylü, hünkârdan ve paşa
kullarından o kadar bezgindir ki eşkıya hakkında menkabeler düzer, toktan alıp
açı doyurduğuna İnanır, evliyalığına hükmeder. Sonunda paşa kulları, yahut
yeniçeri ordusu gelir,
Yine köy haraca kesilir,
bu sefer tohumu da, öküzü de elden gider ve eşkıya, ya öldürülür, başları İstanbul’a
yollanır, yahut yaralı olarak tutulurlar, bağlanıp merkeze sürüklenirler. Ülke
yıkım üstüne yıkılmalarla yıkım yıkım yıkılırken şair, bu gazayı tarihlerle,
kasidelerle kutlamaktan utanmaz!
Ordu, kendi ağırlığını
yağmalayıp dağılmış, zor zoruna bir sulh yapılmıştır. Tarih, bunu müphem
satırlarla kaydederken şair, derhal padişahın bu zaferini tebrik eder, hünkâra
ve vezirine kasidelerle zafer çelenkleri örer !
Mahbubunun busesinden
aldığı hararet, daha dudaklarında ve son kadehin lezzeti, damağındayken bir
örfilinün düştüğünü, başka bir örfilinin müftil enam olduğunu duyan şair, alkol
kokusunu, süründüğü gülyağiyle bastırıp ayakları dolaşarak babı fetvaya gider,
dili dolaşa dolaşa müftil enamı candan tebrik eder ve o akşam yeni bir tarih
düşürmek, yeni bir kaside meydana getirmek için eski, yeni bütün divanlara bir
kere daha baş vurur!
Köy, şehirden nefret
eder, şehir, köye bakmağa tenezül etmez. Merkez, civarı ancak para almak için
düşünür, civar, merkeze inmez bile. Medrese, bütün yeniliklere düşmandır;
saray, hepsiyle hoş geçinmeğe taraftar. Avrupa bir küfür diyarıdır ve Avrupalı,
tek bir millet. Şarap, meyhane, bozahane, rakkas ve rakkase. Helva sohbetleri,
Çırağan safaları, Hüseyni Baykara meclisleri. Hafız cemiyetleri, hatimle
teravi, kandiller, mahyalar, şehrayinler, iftarlar, diş kiraları. Babı
fetvalar, yeniçeriler, sipahiler, bozgunlar, medrese ve tekke zıddiyeti,
evliyalar ve şeyhler. Kadınlık eden gençler, erkekçe birbirlerini seven
kadınlar, esrar ve afyon. Bakımsızlık, yolsuzluk, sefalet, isyan, açlık ve
tıkabasa yiyip içmek. Bu tezatlar âleminde, bu tezatlardan meydana gelen bozuk
düzen cemiyette şair, yalnız gününü gün eden, gidene ağlamayan, gelene gülen,
sefaleti görmeyen, saadeti gaye bilen; hatta bir şeyhe mürit olup her yıl
kendi ölümüne tarih düşüren ve yıl geçince eskisini yırtıp yenisini düzen,
ölümünden sonra bile halkı aldatmağa, kendisini erenlerden göstermeğe çalışan
bir zavallı.
İşte
divan edebiyatının hüküm sürdüğü devir ve işte bu edebiyatı temsil eden şair!
Sh:
13-18
Osmanlıların
klâsik şairlerinden kimleri beğeniyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap vermiştir.
- Ziya Paşa ile Namık Kemal Bey’i.
- Tevfik Fikret'i beğenmiyorsunuz, doğru mudur?
- Siz, Osmanlı şairlerini sordunuz, ben de
fikrimi dedim. Fikret Arap şairidir.
Bu
adda Türk şairi yoktur, iyi olurdu ki bunu Muhammet Hadi Efendi’den
sorsaydınız, iyisini o bilir.’'
Sabir,
edebiyatta idealsizliğe, formalizme şiddetle karşı çıkmıştır. Güzelleri gerçek
dışı sıfatlarla tasgir eden ve aşk, gül, bülbül, kadın, şarap, rindlik
konularında yalana kaçan mübalağalarla uğraşanlara istihza ile gülmüştür. “Ey
alnın ay...” şiirinde bu görüşünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.
“Ey
alnın ay, üzün güneş, ey ğaşların keman.
Ceyran
gözün, ğarışga hetin, kâkilin ilan.
Alma
çenen, çenende zenehdân derin guyu,
Kirpiklerin
ğamış, dodağın bal, tenin ketan.
Boynun sürahi, boy-puhunun bir uca çınar,
Boynun sürahi, boy-puhunun bir uca çınar,
Endamın
ağ gümüş, yanağın ğırmızı enar.
Halın
üzünde buğda, başında saçın ğürab
Gah,
gah!.. Geribe gülmelisen haniman herab!’'
Gürab:
Kara karga. Klâsik şiirde güzelin saçı karakarganın tüylerine benzetilir.
M.
E. Sabir, Hophopnâme. Azerneşr. Bakı -1953, s. 192.
Bir varmış, bir
yokmuş. Râviyân-ı ahbar ve nâkilân-ı âsâr ve muhaddisân-ı rüzgâr şöyle rivayet
ve böyle hikâyet ederler ki;
Vaktü zamanıyla
bir divan edebiyatı, bir de divan musikisi varmış. Bunlar, bir dervişin
verdiği bir elmadan meydana gelmişler. Birbirlerine o kadar benzerlermiş ki bir
elmanın yarısı o, yarısı öbürü. Güngörmez yerde yetişmiş bu şehzadeler. Pek
nazik nâzistan çelebilermiş. Kuş uçmaz, kervan geçmez, yılan barsağını sürümez
güllük, gülüstanlık yerlerde zümrüd-ü anka eti yemişler, kuş sütü içmişler. Bir
tek sevgilileri varmış, görmeden âşık olmuşlar. Bir tek nağmeleri varmış,
doyulmadan söylemişler. Pek bağdaşmış birbirine bu iki dilber. Ağlamışlar,
gülmüşler, sararmışlar, solmuşlar, iğne ipliğe dönmüşler. Derken günün birinde
güneş doğmuş murat alıp murat veremeden erimiş gitmişleri
Sh:
167-168
Kaynak: Abdülbaki GÖLPINARLI, Divan Edebiyatı Beyanındadır,
Marmara Kitabevi, İstanbul 1945
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar