Print Friendly and PDF

DOĞAL AYIKLAMA VE KİLİSE



İlk önce onlarda başladı şimdi sıra Müslümanlarda
Birçoklarının söylediği gibi, Tanrı yoksulları sever ve bu­nun içindir ki, bu denli çok sayıda yoksul yaratmıştır. XIX. yüzyılda ve bir ölçüde hâlâ, yoksulluk söz konusu olduğunda temkinli ve ılımlı davranılmasının nedenlerinden biri de budur. Aynı dönemde yoksulluğun kaçınılmaz olduğu yolunda Ricardo’cu görüş de vardır; bu, ekonomik yasanın kaçınılmaz işleyişini yansıtmaktadır. Ve az önce gördüğümüz gibi, bu­nun da ilerisinde, yoksulların doğal olarak ayıklanıp atıldığı görüşü yer almaktadır. Belli bir zaman süresi içinde, (George Bernard Shaw’un Alfred Doolittle adlı kahramanının kendisi için haklı olarak söylediği gibi) bu dünyaya layık olmayan, yoksul burasını terk edecektir.
Bu son öğreti toplumsal açıdan yatıştırıcı ve bir başka, yönden bakıldığında da hayranlık vericiydi. Ancak dindarlar açısından tehlike habercisi bir sorun yaratıyordu. Darwin’in öğretisi tüm bilgili kilise üyeleri için Kutsal Kitab’ın gerçeği­ni yadsımak demekti. İnsan Tanrı görüntüsünde yaratılmış­tı; maymun soyundan gelmiyordu. Yaradılış çağlar süren bir olgu değildi; İncil’de tüm evrenin tam altı günde yaratıldığı bildiriliyordu. Doğal ayıklama yoksulluk sorununa iyi bir ça­reydi, ancak bundan çıkarılan fikirler dinsel inançla korkunç bir çelişki oluşturmaktaydı. 1925 gibi yakın bir zamanda, Darwin’in öğretilerinin doğru olduğunu öğrencilerine öğrettiği için yargılanan John T. Scopes’un Tennessee’deki mahkeme­si çağın en büyük hukuk tartışmalarından biri olmuş ve ev­rim kuramının ne denli duyarlı bir noktaya dokunduğunu göstermiştir. Ve hâlâ da nazik bir konudur bu.
Eğer doğal ayıklama Hıristiyan inancıyla uzlaştırılabilseydi, halktan zengin kişiler gerçekten rahatlayacaklardı. Bu tür bir çabanın Brooklyn’deki Plymouth Kilisesi tarafından gösterilmesi şaşırtıcı değildir. Brooklyn Köprüsü karşısında hâlâ duran bu kilise, şimdi pek öyle gösterişli bir çevre içinde bulunmamaktadır. Ama 1860 ve ‘70’lerde burası tüm ülkede en varlıklı din bölgesi olma yolundaydı ve Herbert Spencer’le cennette buluşacağını söyleyen Henry Ward Beecher da bu­ranın papazıydı. Zenginler, hırs sahipleri ve çalışkan kişiler onun vaazlarını dinlemeye koşuyorlardı ve bunların sayılan inanılmayacak kadar çoktu. Henry Adams, Saint Paul’dan beri bu denli çok kişiyi böylesine etkileyen bir başka vaizin bulunmadığım öne sürmüştür. 1866’da Beecher, Spencer’e şöyle yazmıştı: «Amerikan toplumunun özel durumu, yazılarımızı burada, Avrupa’da olduğundan daha etkili ve coşku ve­rici kılmıştır.» . Beecher da insanların coşturulmasına pek meraklıydı zaten.
Darwin’ci öğretinin dinsel inançla uzlaştırılması için Beecher ilahiyatla din arasında bir ayırım yapmaktaydı. Hay­vanlar âlemi gibi ilahiyat da evrimseldi; bu tür bir değişim Kutsal Kitap’la bir çelişkiye düşmüyordu. Öte yandan din ka­lıcı ve sürekliydi, gerçekleri değişmezdi. Darwin ve Spencer İlahiyata aitti; İncil de dindi. Dolayısıyla doğal ayıklamayla Kutsal Kitap arasında bir çelişki yoktu. Doğrusu bu ayırımı pek anladığımı söyleyemem ve ne Beecher, ne de cemaatinin anlamadığı da oldukça kesindir. Ama doğrusu kulağa da ba­yağı hoş geliyordu.
Rahip Beecher’ın refah içindeki ‘sürü’süne başka iyi ha­berleri de vardı. Tanrı özellikle günahkârları severdi; çünkü onları günahtan kurtarmak çok hoşuna gitmekteydi. Böylece Beecher insanın ara sıra kaçamak yapıp günah işleyebileceğini ima ediyordu. Sonradan gelen pişmanlık, tövbe ve ıslah Tanrı’yı yüceltmede harikalar yaratacaktı. Beecher ise kendi öğüdünü bizzat kendisi uyguluyordu. Onun mücadeleli ge­çen özel yaşamını inceleyip kaleme alan ve Vietnam Savaşı konusunda en yetkili muhabirlerden biri olan Robert Shaplen, Beecher’m kendi öğüdüne ne denli sadık kaldığını göstermiş­tir. Ünlü din adamı, zengin kilise müdavimlerini servetleri­nin meşruluğu konusunda rahatlatmasının yanı sıra, bunla­rın eşlerini de —en azından bazılarını— yatağında teselli et­miştir. Sonunda bunlardan Elizabeth Tilton adında biri, Beec­her’ın cennete gitmeyi garantilemesine karşılık kendi duru­munun kuşkulu olduğu düşüncesine kapılarak, Tanrı huzu­runda günah çıkarması gerekirken, itirafını kocasına yaptı. Adam da Beecher’i mahkemeye verdi. Ancak jüri Beecher’ın suçlu olduğuna inanmadı. O günden bu yana da hiç kimse benzer bir durumda suç unsuru bulamamıştır.
Beecher’in, Spencer’le cennette buluşmayı umduğuna daha önce değinmiştik. Sanırım, ikisiyle de bir daha hiç karşılaşmak istemeyecek pek çok kişi vardır ve ben de bunlar­dan biriyim.
Kaynak: J.K.Galbraıth, Kuşku Çağı, trc: REŞİT AŞÇIOĞLU, Altın Kitaplar Yayınevi,1989, İstanbul, s:55-57


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar