DOĞU BILGELIĞI/
Yazarlar:
A.K.Coomaraswamy, R.Guenon, S.Dasgupta
Metafiziğe
sanatsal açıdan yaklaşan ve özellikle Hint sanatıyla ilgili önemli çalışmalar
yapan Sri Lankalı hukukçu ve yazar. Rene Guenon ve Frithjof Schulon ile
birlikte, bireysel ya da toplumsal olarak, gündelik yaşamdan başlayarak hayatın
her alanına yön veren ana unsurun zaman ve mekânı aşan kutsal ilkelerle
düzenlenmesi gerektiğini iddia eden tradisyonalist ekolün kurucularındandır.
Budist ve Hindu gelenekleriyle ilgili bu ekole dayanarak yazılmış önemli
makaleleri bulunmaktadır.
Fransız
metafizikçi. Matematik ve felsefe eğitimi alan Guéonon, metafiziğe ve
geleneksel bilimlere dair eserlerinin yanı sıra modern dünyaya eleştirel bir
gözle bakan çalışmalar üretti. Eserlerinde, kadim geleneklerden uzaklaşan
modern dünyayı hastalıklı olarak nitelendirirken, bunun ancak klasik doğu
öğretilerinin temelinde yatan bilgilerin yeniden keşfedilmesi, yorumlanması
veya üretilmesi ile mümkün olacağını savundu.
20. Yüzyılda
yaşamış en önemli Hint filozoflarından birisidir. Derin bir Sanslkritçe
bilgisine sahiptir. Mircea Eliade'nin de öğrencileri arasında olduğu
Surendranath'ın en önemli eseri beş ciltlik Hint Felsefesi Tarihi'dir.
“Her ne düşünüyorsak
oyuz. Her ne olursak düşüncelerimizle oluruz. Düşüncelerimizle dünyayı kurarız.
Kim ki saf düşünceyle konuşmaz veya hareket etmez, arabayı çeken öküzün ayak izlerini
takip etmesi gibi tekerlerin, takip eder onu ıstırap.”
SUNUŞ
Düşüncenin
bir zamanlar bütün nezaketiyle ve zarafetiyle sökün ettiği bir vadinin eşiğine
gelmiş bulunuyoruz. Düşünce az ileride en sade ama en muhteşem haliyle
görünmeye başlayacak. Şimdiden hazırlanmaya başlamalıyız. Onu o sadeliği içinde
görebilmek için üzerimizden atmamız gerekenleri atmakta tereddüt etmemeli,
almamız gerekenleri almakta ağır davranmamalıyız. Çünkü onun ihtişamı
sadeliğini idrak ettikçe içimize işlemeye başlayacak ve bizi tarifsiz bir
hayranlık içinde kendimizden geçirecek.
Düşünceyi
orada en saf haliyle göreceğiz. En başta derinliğiyle sarhoş olacağız. Sonra
künhüne varabildiğimiz kadarıyla edebine vurulacağız. Sonra tekellüfsüzlüğü
dikkatimizi çekecek ki bizi kendine ram edecek. Söyleyeceğini doğrudan
söylediğini, gerisini muhatabının anlayışına bıraktığını göreceğiz. Ne
anlaşılma ne kabul edilme, ne anılma ne tanınma kaygısı içinde olduğunu fark
edeceğiz. Üstelemeyecek, zorlamayacak, sıkboğaz etmeyecek. Hatta işaret bile
etmeyecek. İhsasın en hafifiyle neredeyse dokunmadan hafifçe hissettirecek. Ve
o ihsas hazır olduğumuzda büyük bir tulŭ ile birdenbire bütün zerrelerimize
nüfuz edecek ve bizi kendimizden geçirecek. O zaman mest olup sermestliği idrak
edeceğiz.
İlk başta
birbirine iliştirip bir şeye benzetemediğimiz için belki anlaşılmaz olduğunu
söyleyeceğiz. Aşina olduğumuz anlamda takip edecek bir fikir silsilesi
bulamadığımız için belki mantık dışılığına hükmedeceğiz. Hatta düşünme
alışkanlıklarımızın düşüncenin evrensel yolu olduğu gibi bir iddia
içerisindeysek bu kadarıyla da yetinmeyecek "tutarsızlık" ve giderek
"saçmalık" isnatlarındabile bulunacağız. Ama eğer gereksiz yere
alışkanlıklarımızda ısrar etmezsek az ileride birbirini tutmanın bin bir yolu
olabileceğini öğrenecek ve tutarlık dediğimizin illa ilme ve ulama yoluyla
olmayabileceğini göreceğiz. Az ileride gözümüzden bir perde daha kalktığında
ilmeklerin gerekliyse atılmasının yeterli olduğunu, gösterilmesinin en azından
nezaketle bağdaşmayacağını anlayacak olgunlukta olmadığımıza hayıflanacağız.
Bırakılsa zaten bariz hale gelecek şeyi tebarüz ettirmeye kalkmakla ancak
körlüğümüzü elverdiğimize yanacağız.
Yol erbabı yürür iz
bırakmaz,
Söz erbabı konuşur
sürçmez.
Hesap ustası çetele
tutmaz,
Kapamada usta olanlar
sürgü kullanmaz
Ama kimse açamaz
kapattıklarını.
İlmede mahir olanlar
düğüme ihtiyaç duymaz
Ama kimse çözemez
bağladıklarını.
(Tao Te Ching, XXVIII)
Düşüncenin
nezaketinin ve zarafetinin ne demek olduğunu orada anlayacağız. Tutulacak başka
bir yol, kullanılabilecek başka bir imkân olmadığı halde tutulan yolun,
eğlenilen uğrakların, az daha düşünülse sanki başkalarının da bulunabileceği
tedaisini uyandıracak tarzda verilmesinin hikmetini anlayamadığımız için,
çocukça bir bilgiçlikle başkaları bulunabileceğine göre pekâlâ en derininin, en
temelde olanın unutulmuş olabileceğine hükmedeceğiz, ihtiyatlı davranıp
hükmetmekten kaçınsak bile içimizde bu yönde bir tereddüdün hep hazır
beklediğini fark edeceğiz. Edebiyatın neden edebe nispet edildiğini orada en
kestirme yoldan anlayacağız. Ve çoktan beri unuttuğumuz bir sözcüğü hecelemeye
başladığımızı hissedeceğiz ve onu faş edilmemesi gerektiği için saklayacağız.
Düşüncenin
orada hafife alınabilecek bir şey olmadığını, onun ağırlığı yanında tüm dünyevi
şeylerin hafif kaldığını göreceğiz.
Düşünceye
orada işe yarar şeyleri insanın emrine amade kıldığı için değer verilmediğini,
başka hiçbir şey için olmadığı kadar aziz bilinip baş tacı ediliyorsa bunun tek
sebebinin hakikate sadakat olduğunu, başka hiçbir şeyin buna güç yetiremeyeceği
bilindiği için, düzenlenebilir her şeyin yerinin ve hizasının ona göre
belirlendiğini ve bu hizalamada onun hiçbir şeye kurban edilmediğini göreceğiz.
Düşünceye verilen bu kıymet sayesinde bilmenin ayrı olmanın ayrı şeyler olmadığını,
olmanın olduğundan başka türlü olabilmesi kimsenin aklına gelmediği için
şeylerin birlik ve bütünlüğünün dağılmadığını fark edeceğiz. Herkesin bildiği
kadar olduğu ve olduğu kadar bildiği kabul edildiği için orada kötülüğün bir
bilgi meselesi olarak kabul edilmesine kimsenin itiraz edemeyeceğini
düşüneceğiz.
"Her ne
düşünüyorsak oyuz. Her ne olursak düşüncelerimizle oluruz. Düşüncelerimizle
dünyayı kurarız. Kim ki saf düşünceyle konuşmaz veya hareket etmez arabayı
çeken öküzün ayak izlerini takip etmesi gibi tekerlerin, takip eder onu
ıstırap."
O zaman
yaşadığımız gibi sapkın bir dünyanın kurulmasının kolay olmadığını anlayacağız.
Düzeltilme bahanesiyle nelerin ters yüz edilmiş, açıklama adı altında nelerin
yok sayılıp görmezden gelinmiş olabileceğini kestirmeye çalışacağız.
Onun için
hazırlanmamız gerekiyor.
Biz
zamanelerin eskileri anlaması giderek zorlaşıyor. Bu eskiden de böyleydi ama
bugünkü başka. Bugün hem anlamıyor hem de bu anlamazlığı kendi sığlığımıza ve
ufuksuzluğumuza atfedeceğimiz ve bunun mahcubiyetiyle kendimize çeki düzen
vermeye çalışacağımız yerde yüzsüzlüğü ele alıyor, bizden anlayış talep eden
şeyin zaten anlama çabasına değmez olduğuna hükmediyoruz. Nerede tabiatüstü bir
şey görsek onu tabii olana irca etmek için yapmadığımızı bırakmıyoruz. Ve
ortada hiçbir sebep yokken neden bunu kendimize iş ediniyoruz, hiç sormuyoruz.
Nerede aklımızın dar hudutlarını aşan bir şey duysak bu darlığı genişletme
seçeneği üzerinde durmak yerine hemen onun akıl dışılığına hükmediyoruz. Neden
korkuyoruz, neden çekiniyoruz? Aklı keyfiliğin kaprislerine kurban etmeyelim
derken bu defa da sınırları keyfi biçimde çizilmiş aklilik endişesine kul köle
etmiyor muyuz?
Anlayışımızın
gittikçe körelmesinin ve bu körelmenin tersine çevrilemez bir noktaya doğru hızla
ilerlemesinin sebeplerini başka bir yerde değil tuttuğumuz yolun yanlışlığında
aramamız gerekiyor. Sayılabilir ve ölçülebilir şeyleri kendimize mesken
belledik. Görünenle yetiniyor, ötesini aramıyoruz. Eskiler şeylerin vücut
bulmamış hallerinde karar kılarlardı. Ve "dipsiz olan"a erişinceye
kadar hiçbir şey onları kandıramazdı. Gözler sayılabilir ve ölçülebilir olanın
ötesini seçemediği için insanlar almaktan satmaktan başka bir şeyi konuşmaz
oldular. Ölmekten ve olmaktan hiçbir sohbette bahis açılmıyor artık.
Sayılabilir
ve ölçülebilir olanın "sıradan biliminin çoğu kez çizdiği sınırlarla ve
kazandırdığı zihni alışkanlıklarla hakiki bilginin elde edilmesini
zorlaştırdığını, hatta imkânsız hale getirdiğini" anlamıyoruz. Bilimin
körlüğü artık "bilimperestlerin" bile inkâr edemediği bir gerçektir
ve hatta eski cüretkâr ve pervasız tavrının yerine asıl görülmesi gerekeni
göremediği, asıl bilinmesi gerekeni bilemediği için takındığı
"öngörülemeyen sonuçlara yol açabilir" ihtiyatı bunun hal diliyle
itirafıdır. Bir şeyi alelade bilmekle o şeyin bilgeliğine sahip olmak
arasındaki farkı artık anlamalıyız.
İçimizde
neysek dışımızda onu görürüz. Onun dışındakilere kör kesiliriz. Kör
kesildiklerimizle her şeyin doğal doluluğunu soğurup yoksullaştırdığımızı ve
dünyayı zindana çevirdiğimizi artık görmeliyiz.
"Hayata
geldik bir kere, yaşayalım rasgele" deyip ya hazlarımızın veya en fazla
hırslarımızın kurbanı oluyoruz. Rasgele yaşadığımız gibi rasgele ölüp
gidiyoruz. Eskiler için hayat bir muamma idi ve onun içinde hayatın gayesini
sezinceye kadar o muamma üzerine düşünmeyi bırakmıyorlardı. Ve onu bir kere
sezince bütün hayatlarını o gayeyi tahakkuk ettirmelerini sağlayacak şekilde
tanzim ediyorlardı.
Eski dünyada ünü sınırları aşıp gökleri tutmuş bir
bilgenin methini yeni duymuş birisi "Gidip ben de göreyim bu ulu kişiyi,
iktiza ederse hayır duasını alayım" deyip yola koyulmuş. Fakat görmeyi
umduğundan başka şeyler gördüğü için canı sıkılmış ve hoşnutsuzluğunu hemen
dile getirmiş: "işittim ki siz ulu, mübarek bir kimseymişsiniz, sizi
görmeyi o kadar istedim, o kadar evdim ki aşıp geldiğim uzun yol gözümü
korkutup yıldıramadı, ayaklarım su toplayıncaya kadar hiç durmadan ilerledim,
gece gündüz yüzlerce menzili geride bıraktım, konaklayıp dinlenemedim. Ama
şimdi geldim ve gördüm ki siz öyle anlatıldığı gibi ulu ve mübarek bir kimse
değilmişsiniz. Çöpe attığınız salatadan artakalanları alıp kız kardeşinize
verdiğinizi gördüm. Bu insanlık değildi. Öğünden arta kalan pişmiş pişmemiş
yemekleri başka bir öğün için bir kenara koyduğunuzu gördüm. Bu
görgüsüzlüktü."
Bu sözler bilgenin sükûnetini hiç bozmamış ve sükûttan
başka bir karşılık bulamamış. Ertesi gün ziyaretçi bilgeye tekrar uğramış, bu
defa başka şeyler görmüş ve söylediklerine pişman olmuş: "Dün sizde eksik
ve kusur bulmuştum. Bugün böyle yapmamam gerektiğini ve asıl kusurun kendimde
olduğunu anladım. Fakat siz nasıl oldu da söylediklerime karşı tamamen kayıtsız
kaldınız ve cevap bile vermediniz?"
Bilge cevap vermiş: "Zeki, bilge, mübarek, mukaddes
gibi unvanlar, yılanın derisini bırakması gibi, uzun zaman evvel bir kenara
bıraktığım şeyler. Eğer dün bana öküz demiş olsaydınız, öküz ismini kabul
ederdim, eğer at demiş olsaydınız at ismini kabul ederdim. Bir cevherin olduğu
ve insanların isim verdiği her yerde o bu ismi kabul edecektir, çünkü her halde
bu isme bağlı önyargıya boyun eğecektir..."
Eskiler
arkalarında bıraktıklarının üzerine bile isimlerini koymaya yanaşmazlardı,
şimdikiler daha hayatlarında kendilerini aziz ilan ediyor, isimlerle unvanlarla
insanları ihtirama davet ediyorlar [Rev.: Mhtrm. (Peder vs.)]. Oysa
ihtiramın zoraki davet edilecek değil, kendi kendine uyanacak bir şey olduğunu
en iyi bunların bilmesi gerekirdi. Güya dilleriyle kendilerini inkâr ediyorlar
ama aynı anda bütün uzuvları ayağa kalkıp ispatı vücud ediyor.
Eskileri ve
onların hallerini yollarını anlamamız giderek zorlaşıyor. Dönüp arkamıza
bakmadan burnumuzun dikine gitmenin faydası yok. Dün olduğu gibi artık herkesin
fos çıktığını gördüğü sahte cennet vaatleriyle avunup oyalanamayız. Dün olduğu
gibi "Durmak yok, dolu dizgin ileri!" diyemeyiz. İleride bir şey yok.
İlerisi karanlık. İlerisi kargaşa. İlerisi cinnet.
Ama.
"Akıl
dışı" deyip bir kenara bıraktıklarımızın akla uygun olanın ta kendisi
olduğunu idrak edeceğimiz günler geliyor. Bir zamanlar "iptidai"
deyip burun kıvırdıklarımızın, bu dünyada insan olarak yaşamamızın güvencesi
olduğunu anlayacağımız günler geliyor. Bütün bunları özgürleştirmek vaadiyle
kandırdığımız insanları sürüleştirip keyfimize kul köle etmek için yaptığımızı
ve şimdi onları kendi hırslarımızın ürünü olan tehlikelerin ortasında olanca
savunmasızlıkları içinde yapayalnız bıraktığımızı artık daha fazla inkâr
edemeyeceğimiz günler geliyor. Çok değil bundan yirmi otuz yıl öncesine kadar
alametleri belirmiş olan felaketler aklımızı başımıza devşirip tuttuğumuz yolu
değiştirmediğimiz için bir bir kapımızı çalmaya başladığında pişmanlıkla
dövüneceğimiz günler yaklaşıyor. Vaktiyle tevili mümkün olmayacak kadar açık
olmasına karşın oraya buraya çekerek saptırdığımız habercilerin haber
verdikleri şeylerin kendileriyle karşılaştığımızda gözlerimizin döneceği,
dilimizin bağlanacağı günler yaklaşıyor.
Fakat.
Sarsıntı ve
şaşkınlık üzerimizden sıyrılır sıyrılmaz dilimiz tekrar bütün cerbezesiyle
dönmeye başlayacak ve biz yine bir yolunu bulup suçumuzu kabul etmekten ve
üstlenmemiz gerekeni üstlenmekten kaçınacağız. Çünkü biz asla serbest
bırakılmaması gerekeni başıboş bırakmakla kalmadık, onun gemi azıya alması için
de her şeyi yaptık. Onun için denir, herkes ıslah olur yola gelir, ama enaniyet
makamına oturmuş olanlar ne ibret alır ne iflah olur. İşte onun için eskiden
her neden bahis açılsa söz döner dolaşır nefsini inkâr etmeye gelirdi. Çünkü
eğer kişi kendisini inkâr etmezse kendi selameti için kendisine kendisini
inkârı telkin edeni inkâra yeltenecektir.
Şunu
unutmamalıyız: Burada her şey neredeyse tam bir çöküş ve yok oluşun eşiğine
gelmişken oradan gelenler bu topraklar üzerinde bizi ayakta tutan şeyleri
yepyeni bir anlayışla yeniden yorumladılar ve insanları donmuş, kalıplaşmış
telakkilerin boyunduruğundan kurtarıp hayatın kaynağıyla tekrar buluşturdular.
Bugün bir kez daha aynı çöküşün eşiğine gelmiş bulunuyoruz. Donmanın nerede başladığı,
katılaşmanın nerelere sirayet ettiği belli. Ama bu defa durum çok daha vahim.
Çok daha karmaşık. Çok daha içinden çıkılmaz. Üstelik bu defa oradan
gelecekler de yok. Kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız. Orada
karşılaştıklarımızın yardımıyla yeniden köklerimize dönmeli ve duymaz,
hissetmez, anlamaz hale geldiğimiz şeyleri bizden bekledikleri anlayışla
yeniden okumaya çalışmalıyız. Ve bunu asla büyük laflarla ve iddialarla değil,
bir araya gelmenin ve birlikte aynı hedefe doğru çabalamanın şartları ortadan
kalktığı için, bunu bu karanlık zamanların mükellefiyeti olarak gören herkes "aklın
yolu bir" deyip bulunduğu yerde kendine nefes alacak bir açıklık açmaya
çalışarak tam bir alçakgönüllülük içinde yapmalı. Eğer açılması gerektiği gibi
açılırsa bunlar zaten sonunda birbirine ulanacaktır.
Belki de
bunun için en başta eylemenin dinlemeyle, dinlemenin düşünmeyle ve beklemeyle
yakınlığını yeniden öğrenmeliyiz. Zira ne dinlemesini ne beklemesini bildiği
için çoğu ölü doğmuş, geri kalanları da eylemenin en asgari şartlarını dahi
yerine getirmediği için akim kalmış girişimlerin dünyayı ne hale getirdiği
ortada.
"Sözünü
çok dinledik, şimdi sıra eylemde!" deniyor ve böylece eylemenin özünün sakınılmak
istendiği ileri sürülüyorsa belli ki unutuluyor: "sözünü etme" ne
kadar tavsatıcı ise eylem kıvamını bulmamış eğlenişler de o sakınılan özü o denli
kemirici ve tüketicidir. Onun için şimdi orada karma, dharma, veya wu-wei
denilen şeyleri düşünmemiz ve onların mümkün olduğunca neden eylemekten
kaçındıklarına akıl erdirmemiz gerekiyor. Bu konuda karşılaştığımız bütün
metinlerdeki söz birliğini iklim şartları, coğrafya, toplum yapısı vb. gibi
arızi sebeplerle açıklamaya kalkmak yerine derinde yatanı sezmemiz gerekiyor.
Bütün girişimlerinden "her türlü kasıt ve arzuyu çıkarıp karmasını
bilgi ateşinde yakıp yok etmesini bilen kimse"ye neden ulu kişi veya
gerçek insan dendiğini düşünmemiz gerekiyor:
Bilmelidir kişi
eylemenin özünü,
Yanlış eylemin özünü de
Eylemsizliğin özünü
bildiği kadar.
Derindir eylemenin
yolu.
Eylemde eylemsizliği
Eylemsizlikte eylemi
kavrayan
Bilgedir insanlar
arasında
O gerçekleştirir her
işi
Sakınarak.
(Bhagavad Gita, IV,
17-18)
"İnsanın
hakiki hali," dedi yabancı, "saf samimiyetin nihai ifadesidir. Eğer
bir kimse ne saf ne samimi ise başkalarını etkileyemez. Dolayısıyla kendisini
ağlamaya zorlayan kimse belki üzgün görünebilir ama gerçekten kederli
değildir... Hakiki üzüntünün sesi soluğu çıkmasa bile kederi başka bir yoldan
sirayet eder. Dolayısıyla içinde hakikate sahip olan kimsenin ruhu dışarıdaki
şeyleri harekete geçirebilir. Hakikat bunun için bu kadar değerlidir... İnsanın
kendine mahsus hakikati Gökten aldığı neyse odur. O her nasılsa öyledir ve onun
değiştirilmesi mümkün değildir. Bu sebepten ötürü bilge kendisine Göğü örnek
alır, hakikate kıymet verir ve kalabalıkların kendisini kısıtlamasına izin
vermez. Budala bunun tam tersini yapar. O Göğü kendisine örnek alamaz, bunun
yerine insanların diyeceklerine kulak kesilir. O hakikatin kıymetini, olduğu
gibi olmanın değerini bilemez, bunun yerine kalabalığa ayak uydurarak onların
hal ve tarzlarına göre kendini değiştirir ve dolayısıyla asla halinden memnun
değildir."
(Chuang-tzu, XXXI)
Başka hiçbir
sebeple olmasa bile yaradılışları elvermediği için taklit ehli olamayıp
tahkikin yolunu arayan, ama neyi tahakkuk ettireceklerini bilemedikleri için
bayağılığın bataklığı yerine bu defa da birtakım tuhaflıkların kurbanı
olanların, taklit, tahkik ve tahakkuk tabirlerinin tekrar konuşur
hale geldiğini görebilmeleri için sincérité, intégrité sözcüklerine
kulak vermeleri yetmeyecek, artık orada onlar da kifayet etmez olduğu için
ihsas edilmek istenen şeyin şimdilerde dolambaçlı yollardan authenticité
sözcüğüyle telaffuz edilmeye çalışıldığını görmeleri gerekecek. Bunu
gördüklerinde hiç olmazsa aşınma, körelme, tükenme sonucu kaybolmaya yüz tutan
şeyi geri getirme çabasının ne büyük bir özen ve dikkati gerekli kıldığını
anlayacaklar.
Böyle bir
teklifin:
"Bütün
bunları riyakârlığın, tufeyliliğin, cambazlığın, çenebazlığın akla hayale
gelmeyen örnekleriyle karşılaştığımız yerlerden mi öğreneceğiz?"
karşılığıyla yüz geri edilmesi doğru olmayacaktır.
Ya da:
Oralar bu zamana kadar batının gözünden zorbalığın yurdu olarak görüldü.
Zorbalığın olduğu yerde elbette özgürlükten söz edilemeyecektir. Ve özgürlükten
söz edilemeyen yerde içten olmak yerine dışarıdan vaziyeti kurtarma kaygısıyla
yaşanacağı için başat varoluş hali yaltaklanıcılık ve soytarılık olacaktır.
Buraya kadar
doğru. Ama buradan ötesi haksızlık olacaktır. Çünkü zamanı unutuyoruz. Ve
nerede soysuzluğuyla nefretimizi üzerine çeken bir bayağılık varsa vaktiyle
orada yüceliğiyle bizi hayran bırakan bir fazilet olması gerektiğini
Platon'dan, Latinlerin veciz bir şekilde tercüme ettikleri corruptio optimi
pessimiden bilmemiz gerekirdi.
Ve eğer
zorbalık kimseyi kendi haline ve kendi bildiğine bırakmamak, her şeye kendi
iradesini ve isteğini zorla kabul ettirmek ise bütün derdi benin ve benliğin
sınırlandırılması hatta ortadan kaldırılması olan, en kaçınılmaz olduğu yerde,
devlet idaresinde bile, buyurmak yerine faziletin zorlayıcı olmayan cezp edici
gücüyle insanları yönetmenin yollarını arayan doğu nasıl olur da zorbalığın
yurdu olabilir? Ve hiçbir şeyi kendi haline bırakmayan, son tahlilde her şeyi
insanın keyif ve hevesine kul köle eden batı nasıl olur da özgürlüğün beşiği
olarak görülebilir?
"Doğu
Öğretilerine Giriş" adından anlaşılacağı üzere doğu öğretilerinin
incelenmesine hasredilmiş bir dizinin giriş kitabı. Bir giriş kitabı olarak
aynı zamanda, bu öğretilerin anlaşılmasında dikkat edilecek hususları toplu
olarak ele aldığından ötürü dizinin bütün kitapları için istifade edilebilecek
bir kılavuz kitap. Dolayısıyla bu hüviyetiyle kitap bir yandan mümkün olduğu
kadar doğu öğretilerinin genel karakteristiklerine topluca işaret etmekte, bir
yandan da muhtemelen başka özelliklere aşinalıklar veya alışkanlıklar sebebiyle
bu öğretilerin anlaşılmasında karşılaşılabilecek güçlükler ve bunların nasıl
aşılabileceği meselesi üzerine eğilmektedir.
"Doğu
Bilgeliği Dizisi" ise bir yandan bu öğretiler üzerine yazılmış inceleme,
araştırma ve yorumların yer verildiği, bir yandan da çevirisi mümkün olduğu
ölçüde bu öğretilerin yer aldığı kaynak metinlerin çevirilerinin yayınlandığı
bir dizi olacak. Bu ilk kitap hem bu çevirilerin güçlüğüne işaret etmeyi, hem
bu çevirilerden kaynaklanan yanlış anlamalar ve bunların yol açtıklara kötü
sonuçlara temas etmeyi, hem de bu öğretilerin kısmen bundan kısmen başka
sebeplerden kaynaklanan "vulgarizasyon"u meselesine, bilhassa
Amerikan pragmatizmi ve pazarlamacılık zihniyeti ile buluştuğunda ortaya çıkmış
olan tehlikelere dikkat çekmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla öncelik zeminin
temizlenmesine verilmektedir. Ardından yayınlanacak olan "Çin Felsefesi
Tarihi"nde de benzer bir kaygıyla hareket edilecek. Müstakil kitaplar
halinde yayınlanacak Çin ve Hint Felsefesi Tetkiklerinde de yine aynı kaygı göz
önünde bulundurulacak. Bunların ardından yayımlanması düşünülen temel
metinlerin çevirisi asıl dillerinden yapılamayacağı için batı dillerindeki
makbul ve muteber çevirilerin mukayesesiyle ve varsa yorum veya şerhlerinden
yararlanılarak yapılacak. Tabii eğer böyle bir çaba "Eğitim Düşüncesi
Dizisi"nde olduğu gibi burada da söyleyeceğini söyleyemeden tuhaf itiş
kakışların çıkardığı toz duman içerisinde kaybolup gitmezse.
Bunlar
gerçekte bütün çağlarda ve ülkelerde bütün insanların düşünceleridir ve benim
için özgün değillerdir.
Walt Whitman
I
İnsani
varoluşunun tarihselliği kuşkulu olsa da tarih boyunca, isimleri etrafında
mitoslara özgü gerçekliğin daha yüksek saygınlığı toplanmış olan Orpheus,
Hermes, Buda, Lao-tzu ve Mesih gibi muallimler vardı.Tıpkı Plotinos, Augustinus
veya Eckhart gibi Şankara da, her ne kadar hayatı hakkında nispeten az şey
biliyorsak da, kesinlikle insanlar arasında bir insandı. Şankara MS 9. yüzyılın
ilk yarısında Güney Hindistan'da Brahman bir ailede dünyaya geldi ve hâlâ
yaşayan bir manastır sistemi kurdu. On sekiz yaşında bir Govinda'nın ve
Govinda'nın kendi hocası ve Upanişadlar üzerine bir incelemenin yazarı olan
Gaudapada'nın talebesi olarak bir samyasin, "gerçek anlamda
yoksul kimse" oldu. Şankara Benares'i ziyaret etti ve on iki yıl
boyunca burada Brahma Sutra üzerine ünlü tefsiri yazdı; Upanişadlar ve Bhagavad
Gita üzerine tefsirleri daha sonra kaleme aldı. Hint dünyasında büyük
bilgelerin hayatının çoğu Hindistan'da gezip dolaşarak ve tartışmalara
katılarak geçmiştir. Otuz ila kırk arası bir yaşta öldüğü anlaşılmaktadır. Onun
hayatındakiler gibi geziler ve tartışmalar Hindistan'a özgü yerleşmiş
geleneklerdi; nasıl ki yüzyıllar boyunca Latince Batı'da lingua franca
idiyse, şimdi olduğu gibi onun zamanında da Sanskritçe lingua francaydı,
ve herkese açık tartışmalar o kadar genel bir kabul görmüştü ki gezici
öğretmenlerin ve tartışmacıların münazaraları için yapılmış salonlar neredeyse
her sarayda vardı.
Şankara'nın
ismiyle birlikte anılan geleneksel metafizik ya Vedanta, ya Atmavidya
ya da Advaita diye bilinir. Bu isimlerden ilki Upanişadlar'da geçer ve
aynı zamanda hem "son bölüm" hem de "nihai, mutlak anlam
"olarak"Vedaların Sonu"; ikincisi gerçek"ben" veya
"ruhî öz"ün bilgisinin yer aldığı öğreti; üçüncüsü de, bir yandan
ikiliği reddederken, diğer yandan birliğin doğası hakkında hiçbir olumlu ifade
kullanmayan, bu sebepten ötürü hiçbir surette bizim tekçiliğimize [monism]
ya da tümtanrıcılığımıza [pantheism] kıyasla düşünülmemesi gereken
"ikici olmayan" anlamına gelir. Marifet ya da irfan{2} bu metafizikte öğretilir.
Şankara
hiçbir anlamda yeni bir dinin veya felsefenin kurucusu, kâşifi, ya da yayıcısı
değildi; bir yorumcu olarak onun büyük eseri Veda öğretisinin birlik ve
bütünlüğünün gösterilmesine ve görünürdeki çelişkilerin içlerinde ortaya
konulan bakış açılarıyla farklı ifadelerin irtibatlandırılması yoluyla
açıklanmasına dayanır. Bilhassa ve Avrupa Skolastikliği ile aynı şekilde
birbirini tamamlayıcı nitelikte olan iki Tanrı yaklaşımını—ki bunlar olumlayıcı
ve yadsıyıcı{3} teolojinin
yaklaşımlarıdır—birbirinden ayırdı. Olumlama yoluyla ya da izafi bilgiyle, her
türlü eksiklik ve noksandan tenzih edilerek, Yüce Varlığa nitelikler izafe
edilir; selb ya da yadsıma yoluyla ise ondan her türlü nitelik uzaklaştırılır.
Buda'nın olduğu gibi Şankara'nın yönteminin de temelini oluşturan Upanişadların
ünlü "değil, değil"i—başka birçokları gibi Dante'nin de dile
getirdiği— hakikatin kabulü üzerine oturur: discursive / gidimli
düşüncenin erişim alanının ötesinde olan ve selb ya da yadsıma yoluna
gidilmedikçe anlaşılamayan şeyler vardır.
Şankara'nın
üslubu ne kadar giriftse o kadar özgün ve güçlü bir üsluptur. Burada onun Bhagavad
Gita üzerine yorumundan bir pasaj zikredeceğim. Bu bizi Vedanta'nın merkezi
sorunuyla, yani gerçekten "ben" olan şeyin—ve sadece bizim düşünce
tarzımıza göre değil—ayırt edilmesi meselesiyle tanıştırma imkânına da
sahiptir. "Nasıl olur da", diye sorar Şankara, "bu hocalar
sıradan insanlar gibi 'ben falancayım 've' 'Bu benim' derler? Dinle: bunun
nedeni şudur: onların bilgi dedikleri şey bedeni 'ben'leri{4} olarak düşünmelerine dayanır."
Brahma Sutra üzerine Yorumunda sadece Sanskritçe dört sözcükle, bilen,
eyleyen ve bir bedenden diğerine göç eden şey olarak içimizdeki içkin [her
yerde mevcut] ruh öğretisini açıklar. Bu Hint metafiziğinde en eski zamanlardan
bugüne gelmiş yegâne tutarlı içkin Ruh öğretisidir.
Şankara'nın
yorumlarının altında yatan metafizik literatür esas itibariyle Brahmanalar ve
onların Upanişadları ile birlikte Dört Veda'dan—ki bunların hepsi MÖ 500'den
önceki döneme ait vahyedilmiş kutsal metinler olarak kabul edilir—ve Bhagavad
Gita ile Brahma Sutra'dan—ki Hıristiyan takviminin
başlangıcından önceki bir döneme tarihlenir— oluşur. Bu kitaplardan Vedalar
ayinlerle ilgilidir, Brahmanalar törenlerin açıklamasını içerir, Upanişadlar da
ayin ve törenler için tartışmasız doğru olarak kabul edilen Brahma-öğretisine
ya da Theologia Mysticaya ayrılmıştır. Brahma Sutra, Upanişad
öğretisinin yoğunlaştırılmış özeti, Bhagavad Gita da düşünsel olmaktan
çok faal, hareketli bir hayat{5} süren kimselerin anlayışına
uyarlanmış bir açıklama yahut yorumdur.
Açıklamaya
çalışacağım birçok sebepten ötürü Vedanta'yı yorumlamak çağdaş bir
"düşünür"ün, hatta Platon veya Aristoteles gibi düşünürlerin kişisel
görüşlerini yorumlamaktan çok daha güçtür. Ne günlük İngiliz konuşma dili, ne
modern felsefe ya da psikoloji dili bunun için bize uygun ve yeterli bir söz
dağarcığı sunar, ne de modern eğitim bize rahat iletişim için elzem olan fikri
ve zihni bir arka plan sağlar. Bu sebepten ötürü sanki yüksek matematiğin
tabirleriyle konuşuyormuş gibi, tamamen simgesel, soyut ve teknik bir dil
kullanmak zorunda kalacağım; Emile Mâle'nin Hıristiyan simgeciliğinden
"birçok karmaşık parçadan oluşan bir sistem", bir nevi
"değişkenler hesabı" diye söz ettiği hatırlardadır. Bunun şu faydası
var: anlatılmak istenen konu ve kullanılacak simgeler ne kadar Greklere veya
İslam'a, Mısır'a ya da Hıristiyanlığa özgü ise o kadar Hint düşünce sistemine
özgüdür.
Genel olarak
metafizik görsel simgelere (sözgelimi haçlar ve daireler) ve her şeyden evvel
ışık ve güneş sembolizmine başvurur—bütün dünyada hiçbir duyu objesi, Dante'nin
söylediği gibi, "Tanrı için kullanıldığında maksadı bunlardan daha iyi
ifade etmez". Fakat aynı zamanda esas ve cevher, imkân ve fiil, örnek
alınacak benzerlik, üfleme ve soğurulma,{6} sınırlı sonsuzluk, form / suret ve
araz gibi teknik tabirler de kullanacağım. Ruhgöçü, tenasüh ve yeniden
bedenlenmeden{7} ayırt edilmelidir. Keza ruhu da
nefisten ayırt etmemiz gerekecek. Belli bir Sanskritçe sözcüğü bizim nefis veya
can sözcüğümüzle karşılamanın uygun olup olmadığı konusunda bir fikir sahibi
olmazdan önce nefis{8} sözcüğünün Avrupa geleneğinde ne
kadar çok değişik anlamlarda kullanıldığını; hangi tür nefislerin
"kurtarılabileceğini"; eğer talebesi olacaksak Mesih'in hangi tür
nefisten nefret etmemizi istediğini; Eckhart'ın nefisin "kendisini
öldürmesi" gerektiğini söylerken hangi tür nefisten söz ettiğini bilmemiz
gerekir. Sonra Philon'un "nefisin nefisi" ile kastettiği şeyi
bilmemiz gerekir; "hayvan"{9} sözcüğü harfi harfine "nefis
sahibi"anlamına gelirken hayvanları nasıl"nefissiz''olarak
düşünebileceğimizi sormamız gerekir. Özü varoluştan ayırt etmemiz gerekir.
Nihayet "birdenbire", "derhal", "elan" gibi
sözcüklerin tam ve özgün anlamlarını ifade etmek için "her daim
şimdi"{10} gibi bir sözcük uydurmak zorunda
kalabilirim.
Hindistan'ın
kutsal metinleri çoğumuz için sadece, metafizikten çok dil alanında eğitim
görmüş bilginlerin yaptığı çeviriler sayesinde ulaşılabilir durumdadır; ve zihinleri
esas itibariyle doğa-bilimcilerin ve antropologların varsayımlarıyla yoğrulmuş
bilginlerce yorumlanıp açıklanmaktadır—daha doğrusu çeşitli bahanelerle
açıklama adı altında [asıl anlamlarından] saptırılmaktadır. Bunlar zihnî-fikrî
kapasiteleri bizzat kendi gözlem güçleri tarafından öylesine engellenmiş
bilginlerdir ki artık gerçeği görünüşten, metafiziğin manevi güneşini kendi
tecrübelerinin maddi güneşinden ayırt edemezler. Bunlar bir tarafa, Hint
edebiyatı ya esas ilgileri ve dikkatleri içerdikleri öğretilerin yanlışlığını
ve saçmalığını göstermeye yönelmiş olan Hıristiyan misyonerlerce ya da en iyi
niyetlerle dahi yola çıktıklarında öğretileri karikatürleştirmiş, hatta daha da
kötü sonuçları doğurmuş olan teozofistlerce araştırılıp açıklanmıştır.
Ayrıca
bugünün eğitimli insanı kadim Avrupa düşünce tarzlarıyla ve Hıristiyan
öğretisinin düşünsel boyutlarıyla bütünüyle bağını koparmıştır, ki bunlar Veda
geleneklerine en yakın öğretilerdi. Günümüzün Hıristiyanlığına dair bir
bilginin bu konuda pek bir yararı olmayacaktır, çünkü zamanımızın aşırı
duygusallığı{11} bir zamanlar—yararcı bir
hümanizmden zar zor ayırt edilebilecek— saf ahlak karşısında metafizik / irfanı
bir öğretinin ifade ettiği şeyi zayıflatmıştır. Bir AvrupalInın, hiç olmazsa,
bir Hintlinin bakış açısından, Dante bir tarafa bırakılacak olursa, bütün
Avrupa'nın en büyükleri olarak kabul edilebilecek Platon, Philon, Hermes,
Plotinos, İnciller (özellikle Yuhanna), Dionysius, ve son olarak Eckhart
hakkında bir bilgi ve anlayış edinmedikçe Vedanta araştırması için uygun bir
şekilde hazırlandığını söylemek çok zordur.
Bugün sözcüğün yaygın olan anlamında Vedanta bir
"felsefe" değildir, belki sadece Philosophia Perennis deyiminde kullanılan
anlamda ve ancak Hermetik "felsefe"yi ya da Boethius'un teselli
bulduğu "Bilgelik"i aklımızda tuttuğumuz kadarıyla felsefe olarak
anlaşılabilir. Modern
felsefeler kapalı sistemlerdir, diyalektik yöntemini kullanırlar ve karşıtların
karşılıklı olarak birbirlerini dışladığını doğru olarak kabul ederler. Modern
felsefede şeyler ya öyledir ya böyle; Philosophia Perennis ya da kadim
felsefede böyle bir şey bizim bakış açımızın sonucudur. Metafizik, bir sistem
değil fakat tutarlı bir öğretidir; o sadece koşullu sınırlı ve niceliksel
tecrübeyle değil fakat külli imkânla ilgilidir. Bu yüzden o belli bir dünyada
gerçekleşebilecek imkânlar bütününü olduğu kadar, ne tezahür imkânına sahip ne
de herhangi bir anlamda salt biçimsel [sûrî] olan imkânları göz önünde
bulundurur. Metafiziğin mutlak gerçekliği bütün karşıtların, hatta varlık ve
varlık-olmayan karşıtlığının eriyip çözüldüğü Yüce Ayniyettir;{12} karşıtların "dünyalar"ı
ve "tanrılar"ı kendi ötesine işaret eden simgesel varlıklar
düzeyidir; bunlar ne mekân ne münferit varlıktır, içimizde gerçekleşmesi mümkün
olan varlık durumlarıdır.
Filozofların
dünyanın mahiyeti hakkında kişisel teorileri vardır; "felsefi disiplinimiz
öncelikle bu görüşlerin ve onların tarihsel ilişkilerinin geçmişiyle ilgili bir
araştırmadır. Daha önceki teorileri daha ileri götürebilme şansına sahip olsun
diye yetişmekte olan filozofun kendisine ait görüşlere sahip olmasını teşvik
ederiz. Philosophia Perennis'ın yaptığı gibi, Hakikati temelli olarak
bilme imkânını kafamızda canlandıramayız; bu hakikate bürünmeyi bir hedef
olarak önümüze koymayı ise daha da az düşünürüz.
Metafizik
"felsefe"ye ezeliliği, ebediliği, evrenselliği ve değişmezliği
nedeniyle"perennial"{13} deriz;o Augustinus'un "hep
nasılsa şimdi de öyle olan ve öyle kalacak olan yaratılmamış
bilgeliği"dir; onun da söylediği gibi ancak Mesih'in gelişinden sonra
"Hıristiyanlık" diye adlandırılmaya başlamış olan şeydir din.
Başlangıçta vahyedilmiş olan zımnen bütün hakikati içerir; gelenek inhirafsız
aktarıldığı, bir başka söyleyişle, öğretmen ve talebeler zinciri kırılmadan
muhafaza edildiği sürece ne tutarsızlık ne de yanlış mümkündür. Buna karşılık
öğretinin anlaşılışı sürekli olarak yenilenmelidir; bu sadece sözcüklerle
ilgili bir mesele değildir. Öğretinin tarihinin olmaması hiçbir surette onun
ilke ve düsturlarının sürekli açıklanması, başlangıçta icra edilen törenlerinin
zamana uyarlanması, ilkelerinin sanat ve bilimlere tatbiki imkânını hatta
zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. İnsanlık başlangıçtaki kendi kendine
yeterliliğinden ne kadar uzaklaşırsa böyle bir tatbikat için zorunluluk da o
ölçüde artar. Bu açıklama ve uyarlamalar bakımından bir tarih mümkündür.
Böylece başta işitilmiş olan ile "hatırlanmış olan" arasında bir
ayrım yapılır.
Bir sapma ya
da sapkınlık ancak temel öğreti şu veya şekilde yanlış anlaşıldığında veya
saptırıldığında mümkün olur. Sözgelimi "Ben bir panteistim" demek, "Metafizikçi
olmadığımı" itiraf etmekten başka bir anlama gelmeyecektir, nasıl ki
"iki kere iki beş eder" demek"ben bir matematikçi
değilim"demenin bir başka ifadesinden ibaret olacaksa. Geleneğin
kendisinin içinde çelişkili veya karşılıklı olarak birbirini dışlayan teoriler
ya da dogmalar olamaz. Sözgelimi "Hint felsefesinin altı sistemi"
denilen şey{14} (ki sadece "altı" ve
"Hint" sözcüklerinin haklı bir temele sahip olduğu bir ifadedir bu)
birbirlerini karşılıklı olarak çürüten ve dışlayan teoriler değildir.
Burada"sistem"denilen şeyler, kendi aralarında az çok ayrı bilimsel
disiplinler olsalar da, tek bir bilimin dallarından ibaret olan matematik,
kimya ve botanikten daha fazla veya daha az ortodoks değillerdir. Hindistan'da
"dallar" tabiri Hint dili ve edebiyatı uzmanlarının "okul"
ya da "mezhep" diye yanlış anladıkları şeyi ifade etmek için
kullanılır. Avrupa'da bilinen anlamda tahammülsüzlük ya da müsamahasızlığın
Hindistan tarihinde gerçekte bilinmeyen bir şey olmasının nedeni, Brahman
ortodoksisinin katmanları içinde tam da bu anlamda "mezhepler"in
olmamasıdır—ve aynı sebepten ötürü benim için Vedanta tabirleriyle düşünmek ne
kadar kolaysa Hermetik felsefe tabirleriyle düşünmek de o kadar kolaydır.
"Dalların" olması gerekir, çünkü bilenin hali içinde olmadıkça hiçbir
şey bilinemez; bütün yolların tek bir güneşe götürdüğünün ne kadar güçlü
biçimde farkında olursak olalım, her bir insanın başlangıç anında kendisini
bulduğu noktadan başlaması gereken yolu kendisinin seçmesi gerektiği aynı
derecede açıktır. Aynı sebeplerden ötürü geleneksel Hindu dini hiçbir zaman bir
misyonerlik inancı olmamıştır. Metafizik geleneğin Hindistan'da Avrupa'dan
daha iyi ve daha eksiksiz biçimde korunduğu doğru olabilir. Eğer böyle ise, bu
sadece şu anlama gelir: bir Hıristiyan, Vedanta'dan kendi "yol"unu
nasıl daha iyi anlayacağını öğrenebilir.
Filozof kendi tezlerini kanıtlamayı umut eder. Metafizikçinin sahte olduğu
iddia edilen bir öğretinin ilk ilkeleriyle ilgili bir çelişki içerdiğini
göstermesi yeterlidir. Sözgelimi nefisin ölümsüzlüğünü iddia eden bir
filozof kişiliğin bekasının delillerini ortaya çıkarmaya çalışır;
metafizikçinin "ilk başlangıç nihai son ile aynı olmalıdır" ilkesini
hatırlatması yeterlidir—buradan zaman içinde yaratılmış olduğu anlaşılan bir
nefisin yine zaman içinde sona ermesinden daha doğal bir şey olamayacağı
kendiliğinden anlaşılır. Metafizikçi "kişiliğin bekasının delili"
denen şeyden ancak bir fizikçinin devri daim makinesinden ikna olduğu kadar
ikna olur. Ayrıca metafizik esas itibariyle alenen kanıtlanamayan, fakat ancak
tanıtlanabilen, yani kıyas ya da tenazur{15} yoluyla anlaşılır hale getirilen ve
kişisel tecrübe sınırları içinde doğrulandığında bile ancak simge ve mitoslarla
ifade edilebilen konularla uğraşır. Aynı zamanda inanç / itikat metinlerin
kendilerinin yanılmaz mantığıyla görece kolaylaştırılır. Bu onların güzelliği
ve cezp edici gücüdür. Hıristiyanların "inanılır bir önermeyi tasdik
etmek" diye özetlenebilecek inanç / iman tanımını hatırlayalım. Anlamak
için inanmak, inanmak için anlamak gerekir. Ne var ki bunlar ruhun ardışık
[birbirini takip eden] değil, eşzamanlı edimleridir. Bir başka ifadeyle iradenin
tasdikinden imtina ettiği bir şeyin bilgisi olamaz ya da bilinmeyen bir şeye
sevgi duyulamaz.
Metafizik
tamamen pratik bir amaca sahip olması bakımından da felsefeden ayrılır. İlgili
sanatlar için sanat aşkına sanat ya da ilgili davranış için salt ahlak aşkına
ahlak demek ne kadar doğruysa onun için de hakikat uğruna hakikat arayışı demek
o kadar doğrudur. Gerçekte bir arayış yahut araştırma vardır, ama bu
sözcüklerle ifade edilebildiği kadarıyla araştırmacı aradığı şeyin ne olduğunu
zaten bilir; ancak araştırmacı araştırmasının konusunu teşkil eden şey haline
geldiğinde araştırma tamamlanmış olur. Ne safi sözden ibaret bilgi, ne safi
şekli bir tasdik, ne de hatasız kusursuz davranış, bir amaç için araç değere
sahip bir şeyden daha fazla vazgeçilmez niteliktedir.
Maddi
yanlarıyla, edebiyat olarak ele alındıklarında metinler ve simgeler kendileri
bunların arayışı içinde olmayan kimselerce kaçınılmaz olarak yanlış
anlaşılırlar. Metafizik tabirler ve simgeler istisnasız bu arayışın teknik
tabirleridir. Bunlar hiçbir surette edebi tezyinat unsuru değildir ve
Malinowski'nin bir başka çerçeve içerisinde gayet güzel ifade ettiği gibi,
"Teknik dil pratik konularda anlamını ancak bu uğraş türüne kişisel
katılım yoluyla kazanır." Bu sebepten ötürüdür ki Hindistan'da umumi
kanaat araştırma yöntemleri alenen nesnel ve tarafsız olan Avrupalı bilginlerin
Vedanta metinlerini ancak sözel yanıyla ve dilbilgisi kurallarını
ilgilendirdiği kadarıyla anlayabilecekleri yönündedir. Vedanta ancak yaşandığı
kadarıyla ve o ölçüde bilinebilir. Bu yüzden bir Hindistanlı, öğretisi bizzat
varlığına doğrudan aksetmeyen bir öğretmene güvenemez. Bu modern Avrupa
araştırmacılık kavramından çok uzak olan bir şeydir.
Ayrıca
romantiklerin "sırlarla dolu Asya" kavramlarıyla karşılaşanlar için
şunu da ilave etmeliyiz ki Vedanta'nın büyü ya da gizemli güçlerin
kullanılmasıyla ilgili hiçbir yanı yoktur. Hindistan'da büyü yönteminin istenen
sonucu verebilme yeteneğinden ve gizemli güçlerin gerçekliğinden kimsenin kuşku
duymadığı doğrudur. Fakat büyü en değersiz türden uygulamalı bir bilim olarak
kabul edilir; ve uzaktan etkili olanlar gibi gizemli güçler derin düşünme
etkinliği sürecinde tesadüfen elde edilirken—en istisnai koşullar altında
olmadıkça—bunların kullanımı yoldan tehlikeli bir sapma olarak görülür.
Vedanta
tesadüfi durumlar bir tarafa bırakılacak olursa bir tür psikoloji veya Yoga da
bir tedavi türü değildir. Beden ve ruh sağlığı manevi ilerlemenin ön
gereklerindendir. Psikolojik bir çözümleme "Psykhe"nin birliği ve
gayrı maddiliğine duyduğumuz önyargılı inancı ancak yıkmak ve ruhu ruh
olmayandan ve onun zahiri durumlarının en sınırlılarından birinin geçici bir
psiko-fiziksel tezahüründen ibaret olan şeyden daha iyi ayırmak için
kullanılır. Sözgelimi Jung gibi, her kim ki Hint veya Çin metafiziğinin temel
unsurlarının psikolojiye çevrilmesi konusunda ısrar ederse, yaptığı metinlerin
anlamının çarpıtılmasından başka bir şey olmayacaktır. Hint bakış açısından
modern psikoloji ruhçuluk [spiritualism], büyü ve diğer "boş
inançlar"la hemen hemen aynı değerdedir. Son olarak, Dionysius ile
birlikte bir Theologia Mysticadan söz edebileceğimiz anlamda
anlaşılmadıkça, metafiziğin veya Vedanta'nın bir mistisizm biçimi olmadığına
işaret etmem gerekir. Genel olarak mistisizm ile kastedilen şey edilgin bir
alıcılığı ihtiva eder—Jung'un ifade ettiği biçimiyle "psykhe içinde
cereyan eden şeylerin cereyan etmesine müdahale etmemeyi öğrenmeliyiz" (ve
o bu ifadeyle kendisinin bir "mistik" olduğunu beyan etmektedir).
Fakat metafizik psykheyi bütünüyle reddeder. Mesih'in
"Kimse kendi nefsinden nefret etmedikçe benim talebem olamaz{16}" mealindeki
sözleri her dönemde bütün Hint guruları tarafından tekrar tekrar
seslendirilmiştir; dolayısıyla edilgenliğe ruhsat vermek veya ona içinde yer
vermek bir tarafa, derin düşünme etkinliği, genellikle için için yanan bir
ateşin—ki o ne tüter ne titrer—aleviyle karşılaştırılan bir etkinliği içerir.
Hakikat yolcusu zor ve sıkıntılı işlerin işçisi olmaya çağrılır ve onun
şarkısının karakteristik nakaratı: "yola devam, yola devam"dır.
Vedanta talebesinin "Yolu" her şeyden evvel bir etkinliktir.
II
Vedanta
[katılmak veya bir parçası olmak yerine] dışarıda kalan{17} her bilgi
kaynağından bağımsız bir alimi mutlaklığı ve her harici haz kaynağından
bağımsız bir mutlak saadeti{18} peşinen
kabul eder. "O sensin" derken Vedanta insanın, "bilindiğinde her
şeyin bilindiği" ve "her şeyin sırf onun için/onun hatırına aziz
tutulduğu" bir şey tarafından sahiplenildiğini ve onun kendisi olduğunu
söyler. İnsanın kendi içindeki bu gizli hâzineden, yanlışlıkla kendisiyle özdeşleştirdiği
psiko-fiziksel aracın doğasının zorunlu parçası olan tevarüs edilmiş bir
cehalet nedeniyle habersiz olduğunu söyler. Her türlü öğretinin amacı bu
cehaleti dağıtmaktır; karanlık her şeyin içine işlediğinde geriye sadece Işığın
Gnosisi / Marifeti kalır. Bu sebepten ötürü eğitim tekniği her zaman
biçimsel olarak yıkıcı ve putkırıcıdır; o malumat nakli değil, fakat gizil bir
bilginin eğitimidir.
Upanişadların
"büyük vecizesi": "O sensin"dir. Burada "O"
denilen elbette Atman veya Ruh, yani Latince Sanctus Spiritus, Grekçe
pneuma, Arabça rûh, İbranice ruah, Mısır dilinde Amon
ve Çincede ch'idir. Atman ister aşkın ister içkin olsun, verilmiş ruhsal
özdür; onun yayılabileceği ya da çekilebileceği doğrultular ne kadar çok ve
değişik olursa olsun o hem geçişsiz hem geçişli anlamda hareket etmeyen hareket
ettiricidir.
O kendisini
varlığın her haline uydurur,{19} fakat kendisi asla herhangi bir
kimse veya şey olmaz. Onun dışındaki her şey bir sıkıntıdır—O sensin.
"O", diğer bir deyişle, Brahman'dır ya da genel anlamda Logos veya
Varlık, tüm Varlığın evrensel kaynağı olarak düşünüldüğünde Tanrı'dır—her şeyin
genişleyen, tezahür eden ve vücuda getiren kaynağı, ki onların tümü, sinirlinin
sınırsızda olması gibi, o"nda"dır, her ne kadar onun bir parçası
olmasa da, çünkü sınırsızın parçaları yoktur.
Bundan böyle
genel olarak Atman sözcüğünü kullanacağım. Bu Atman, nefes veren ve aydınlatan
olarak öncelikle "Ruh"tur, çünkü o her şeyde canlandıran öz ve
dolayısıyla onların gerçek varlıkları olan tanrısal Erostur, diğer yandan Atman
sözcüğü aynı zamanda dönüşlü [reflexive] olarak "zat" ya da
"kendi" anlamına gelecek şekilde kullanılır—ne kadar kaba olursa
olsun karşılaşılabilecek her anlamda ya "kendi''ya da ruhi zat veya
şahısla ilgili olarak (ki o her şeyin yegâne bilen öznesi ve özüdür, bu yüzden
bedenin ve bir "psikoloji"den söz ederken "psykhe" ile
kastettiğimiz her şeyin bir parçası olan etkilenen ve mümkün "ben"den
ayırt edilmelidir). Birbirinden çok farklı bu iki "ben" bu şekilde iç
içedir ve çevirmenler bu yüzden Atman'ı, geçtiği yere göre ister büyük ister
küçük harfle "kendi" diye çevirmeyi alışkanlık edinmişlerdir. Aynı
ayrım sözgelimi St. Bernard tarafından benim "tabiatım" (proprium)
ile benim varlığım (esse) dediği şey arasında da yapılmıştır. Hinduların aynı
anlamda kullandığı bir başka deyim "[bilim] alan[ın] bileni"ni{20}— yani her şeyde yegâne bilen özne
ve her şeyde aynı olan olarak Ruh—"alan"dan, ya da yukarıda
tanımlanan anlamıyla beden-ve-nefisten (duyuların yaylakları ile birlikte
alınır ve dolayısıyla nesnel olarak düşünülebilecek her şeyi kucaklar) ayırır.
Atman ya da Brahman'ın kendisi bu şekilde düşünülemez: "Bilmenin bilenini nasıl
bilebilirsin?"—veya bir başka ifadeyle, her şeyin ilk sebebi olan nasıl
onlardan biri olabilir?
Atman bir ve
bölünmemiştir, ama görünüşte vasıtalarının, fare veya insan, değişik
biçimleriyle bölünmüş ve bir hüviyet kazanmıştır, nasıl ki bir kavanoz içindeki
alan görünüşte onun dışındaki alandan ayrılmış ve belirlilik kazanmış ise. Bu
anlamda "onun zatı itibariyle bir fakat çocuklarındaki haliyle çok
olduğu" ve "kendisinden pay vererek onun bu dünyaları
doldurduğu" söylenebilir. Fakat bu ancak ışığın, kendisinde süreksizliği
veya bölünmeyi kabul etmeksizin mekânı doldurması anlamında böyledir; şeylerin
birinin diğerinden ayrılışı böylece ışığın kendisindeki farklılıklara değil,
fakat yansıtma gücündeki farklılıklara dayanır. Kavanoz parçalandığında, hayat
kâsesi ilk haline döndüğünde görünüşte sınırlanmış olan şeyin sınırlarının
olmadığını ve "hayat"ın "yaşamak"la karıştırılmaması
gereken bir anlama sahip olduğunu fark ederiz. Atman'ın böylece hem her şeye
iştirak ettiğini, hem de "bölünmüş şeyler arasında bölünmemiş olarak"
taksim edilemez olduğunu, mekân izafe edilebilecek bir konuma sahip olmadığını
ama aynı zamanda her yerde olduğunu söylemek, Külli Mevcudiyet öğretisi olarak
daha fazla aşina olduğumuz şeyin bir başka tarzda ifade edilmesidir.
Aynı zamanda
Ruhun bu zahiri tanımlarından [tahditlerinden] her biri onun biçimsel
tezahürünün sonsuz sayıdaki imkânlarından birinin zaman içindeki edimselliğini
temsil eder. Tezahürün varlığı doğumla başlar ölümle sona erer; o asla
tekrarlanmaz. Şankara'dan geriye vasiyetinden başka bir şey kalmamıştır.
Dolayısıyla her ne kadar ondan hâlâ dünyada yaşayan bir güç olarak söz etsek de
o bir hatıraya dönüşmüştür. Diğer yandan sırlara agâh olan Ruh için, alanın
âlimi, bütün doğumların Bileni için hal yahut keyfiyetlerinin her birinin
dolaysız bir bilgisinden, öncesi ya da sonrası (Şankara'nın tecrübe alanımızda
ortaya çıkışı ya da kayboluşuna bağlı) olmayan bir bilgiden yoksun kalmak gibi
bir şey asla söz konusu edilemez. Bu şu anlama gelir; bilgi ve varlığın, tabiat
ve özün bir ve aynı şey olduğu durumda Şankara'nın varlığının bir başlangıcı
yoktur ve sona ermesi ya da kesilmesi söz konusu değildir. Diğer bir deyişle,
Ruh ve Şahıs tam anlamıyla terkipsiz, yalın bir cevher olmasına karşın gene de
bir anlamda hem "Ruh"tan ve "Şahıs"dan hem
de"ruhum"dan ve "şahsım"dan uygun bir şekilde söz
edebiliriz. "Ölümsüzlüğün" anlamına daha sonra döneceğim, fakat
şimdilik bakış açılarının birbirini dışlamayan farklılığıyla kastedileni açıklamak
için az önce söylenmiş olan şeyi kullanmak istiyorum. Çünkü Batı dünyasında
"felsefe" ile uğraşanlar Samkhya ve Vedanta'yı, ilki ilgisini bir
Şahıslar çokluğundan kurtulmak, ikincisi ise bir sayılamayan bir Şahsın
özgürlüğü üzerinde teksif ettiği için birbiriyle bağdaşmayan iki ayrı
"sistem" olarak düşünürlerken, bir Hindu için böyle bir çatışma veya
karşıtlık yoktur. Bu Hıristiyan metinlerde karşımıza çıkan "Hepiniz İsa
Mesih'te birsiniz" ve "Her kim ki Rabbe katılmıştır tek ruhtur"
ifadelerindeki çoğul zamirlerin Samkhya'nın,"teklik"in ise Vedanta'nın
bakış açısını temsil ettiğine işaret edilerek açıklanabilir.
Varlık
bilincimizin geçerliliği bu sebepten ötürü, isimle ya da kaydedilebilir
işaretlerle, falan veya filanın varlığına dair herhangi bir meseleden bağımsız
olarak, sorgulanmaksızın doğru olarak kabul edilir. Ama bu "cogito ergo
sum" temellendirmesiyle karıştırılmamalıdır. "Ben"im hissetmem ya da
"ben"im düşünmem "ben"im varolduğumun delili değildir;
çünkü Vedanta ve Buda'nın takipçileriyle birlikte bunun bir kibirlenme ve bir
aldanıştan ibaret olduğunu; "hislerin hissedildiğini" ve
"düşüncelerin düşünüldüğünü" ve bütün bunların, her ne kadar biz
hiçbir anlamda onun bir parçası değilsek de bir anlamda bizim bir parçamız olan
bir resme baktığımız gibi, yükseklerden seyircisi ruh olan "alan"ın
bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Soru buna göre sorulur: "Sen
kimsin?" "Son kertede başvuracağımız bu zat nedir?" Bir "iç
çatışma"dan söz ederken; veya "ruhun istekli, fakat bedenin zayıf
olduğunu" söylerken ya da Bhagavad Gita ile birlikte,"Ruhun
Ruh olmayan her şeyle savaş halinde olduğunu" ifade ederken bu
"zat"ın tek bir anlamdan daha fazlasına sahip olabileceğinin
farkındayızdır.
"Ben"
ruh mu yoksa bir et ve kemik yığını mıyım? (Metafizikte
"et"in"nefis"in bütün duyuş ve biliş melekelerini ihtiva
ettiğini her zaman hatırda tutmalıyız.) Bir aynadaki aksimizi düşünmemiz
istenebilir ve biz orada "kendimiz'i gördüğümüzü anlayabiliriz; eğer bir
bakıma daha az çocuksu bir yapıya sahipsek, zihin aynasına aksettiği biçimiyle psykhenin
suretini düşünmemiz istenebilir ve "ben" dediğimiz şeyin bu olduğunu
anlayabiliriz; eğer daha akıllı ve tedbirliysek varoldukları kadar varolduğumuz
değil de, tam tersine biz olduğumuz için varolan bu şeylerin hiçbirinin biz
olmadığımızı anlamaya başlarız. Vedanta özümde "ben"im bütün bu
şeylerden, sahnede oynayanların başlarına gelen veya onların eğlendikleri
şeylerin görüntüsünden etkilenen bir oyun yazarı kadar az veya ancak onun kadar
çok etkilendiğimi söyler—sahne burada hayat sahnesidir (diğer bir deyişle onun
kartal gibi yükseklerden seyreden seyredicisi, uomo universaleden ayrı
olarak "alan" ya da "yaylak"tır). İnsanın nihai amacı, yani
özgürlük, mutlak saadet ya da tanrılaşmayla ilgili bütün mesele bu yüzden
"kendisi"ni artık "bu insan"da değil, fakat zamanın her
çeşidinden kurtulmuş ve ne bir başlangıcı ne sonu olan uomo universale
de, forma humanitatisde bulma sorunudur.
Anlaşılsın
ki burada "alan" dünya yuvarlağı ya da sirkidir ve Seyircinin, uomo
universalenin tahtı merkezde ve yüksekte hâkim bir noktadır ve onun bütün
zamanlara kartalınkini andıran bakışı alanın bütününü (belli bir olayın
gerçekleşmesinin hem öncesini hem sonrasını) kucaklar, öyle bir şekilde ki onun
bakış açısından bütün olaylar hep süregitmektedir. Varlık bilincimizi oyunların
sürüp gittiği alandaki konumumuzdan bütün gösterinin kendisine bağlı olduğu
Seyircinin rahat içinde oturduğu büyük kameriyeye taşımalıyız.
Anlaşılsın
ki seyircinin her bir münferit oyuncuya bağlandığı ve her bir oyuncunun görüş
gücü yeterli olduğu takdirde yukarıya (içeriye) Seyirciye bakabileceği doğru
görüş hatları kuklacının kuklaları kendisi için (seyircilerin tümü ondan
ibarettir) hareket ettirdiği güç hatları ya da iplerdir. Gösterideki kuklaların
her biri kendi müstakil varoluşundan ve kendi dolaysız çevresi içinde gördüğü,
isim, görünüş ve davranışla ayırt ettiği ötekiler arasında biri olarak
kendinden kuşku duymaz. Seyirci göstericileri onların kendilerini gördüğü gibi,
eksik noksan biçimde görmez, göremez, o onların her birinin varlığını gerçekte
nasılsa o şekilde bilir—bir başka söyleyişle, sadece belli bir mahalli konum
içinde faal olarak değil, fakat kuklanın kendisine bağlı olduğu görüş gücü
hattı boyunca eşzamanlı olarak her noktada ve öncelikle bütün hatların
kesiştiği ve her şeyin varlığının kendisindeki varlıkla çakıştığı noktada
görür. Burada kuklanın varlığı aklı ezelide ezeli bir fikir olarak
varolur—başka bir adlandırmayla ona Semavi Güneş, ışıkların Işığı, Ruh ve
Hakikat denir.
Şimdi
varsayalım ki Seyirci uykuya dalmaktadır: o gözlerini kapadığında evren,
gözlerini yeniden açtığında tekrar ortaya çıkmak üzere, kaybolur. Gözlerin
açılmasına ("Işık olsun!") dinde yaratma fiili denir, fakat
metafizikte bu tezahür, zuhur, konuşma, üfleme (tanrısal şeyler söz konusu
olduğunda parlamak, konuşmak ve üflemek bir ve aynı şeydir) diye adlandırılır;
gözlerin kapanmasına dinde "dünyanın sonu" denir, fakat metafizikte
bu saklanma, sessizlik veya üflenmiş olanın geri çekilmesi olarak adlandırılır.
Şu halde bizim için bir değişme veya tekâmül ve kapanma yahut dürülme vardır.
Ama her şeyin merkezindeki Seyirci için olayların birbirini izlemesi veya art
ardalık gibi bir şeyden söz edilemez. O hep uykudadır ve hep uyanıktır; kimi
zaman oturup düşünen ve kimi zaman düşünmeyen denizciden farklı olarak
Seyircimiz hep şimdi oturur ve düşünür ve düşünmez.
Evren ve
onun her şeyi gören "Göz"ü hakkında bir resim çizildi. Alanın sayıca,
her ne kadar zorunlu olmasa da, uygunluk açısından yirmi bir olarak
düşünülebilecek ortak merkezli çitlerle bölündüğünü söylemeyi unuttum sadece.
Dolayısıyla Seyirci mevcut çevremizin tahdit edildiği en dıştaki çitten yirmi
bir kat uzaktadır. Her bir oyuncunun veya göstericinin gösterisi iki çit
arasındaki mesafe ya da alanla temsil edilen imkânlarla sınırlıdır. O burada
doğar ve burada ölür. Bu doğan falanca varlığı kendinde nasılsa ve kendisinin
nasıl olduğuna inanıyorsa öyle göz önüne getirelim— Boethius'un ifade ettiği
biçimiyle "düşünen, akıllı ve ölümlü bir canlı". O kendisinin zamanda
istediği şekilde ileri geri hareket edebileceğini düşünmez, fakat istese de
istemese de her gün yaşlandığını bilir. Diğer yandan o çevresi—sözgelimi bir
taş duvar veya bir polis ya da çağdaş âdetler önüne bir engel
çıkarmadığı sürece başka bakımlardan istediği şeyi yapabileceğini düşünür.
Kendisinin bir parçası olduğu ve kendisini dışında tutamadığı bu çevrenin
nedensel olarak belirlenmiş bir çevre olduğunu; yapıldığı için yaptığı şeyi
yaptığını fark etmez. Kendisinden önce başkaları ne ise o oldukları için ne ise
onu olduğunu ve ne yaptılarsa onu yaptıkları için yaptığı şeyi yaptığını ve
bütün bunların akıl alır bir başlangıcının olmadığını fark etmez. O aslında,
şimdilerde kendi doğası da dahil, eşyanın doğasıyla temsil edilen geçmiş
sebeplerin yeterli bir bilgisiyle davranışı önceden görülebilecek ve bütünüyle
izah edilebilecek koşulların bir yaratığı, bir automatetır. Bu iyi
bilinen karma öğretisi, içkin belirlenim ya da kader öğretisidir ve Bhagavad
Gita, XVIII, 20'de şu şekilde ifade edilir: "Sende doğan ve senin
kendine ait olan bir doğanın işleyişi [karma) ile bağlı olduğundan,
yapmayı arzu etmediğin şeyi dahi ister istemez yaparsın". O başlangıcını
veya sonunu tasavvur edemeyeceğimiz bir illiyet zincirindeki bir halkadan başka
bir şey değildir. Burada en azılı belirlenimcinin veya kadercinin kabul edemeyeceği
bir şey yoktur. Belirlenimci{21} gibi her şeyi gördüğünden ve
duyduğundan ibaret sayan birisi [nâstika] olmayan metafizikçi bu aşamada
yalnızca hayatın işleyişinin, onun idame tarzının bu şekilde nedensel olarak
izah edilebileceğine; bir sebepler zincirinin mevcudiyetinin bu mevcudiyetin
mantıksal olarak başimkânını varsaydığına—bir başka söyleyişle ister mekân
ister zaman içinde olsun diğer ara sebepler arasında bir sebep olarak düşünülemeyecek
bir ilk nedeni varsaydığına işaret eder.
Sözünü
ettiğimiz bu automateımıza dönecek olursak, şimdi gelin onun ölümünde
meydana gelen şeyi düşünelim. Mürekkep varlık eski haline avdet eder, evrene
karışır; geriye her ne olursa olsun bu falanca varlığın bilinci olarak
varlığını sürdürebilecek bir şey kalmaz. Psiko-fizik varlığın unsurları
parçalanır ve başkalarına bir miras olarak devredilir. Aslında bizim bu
falancamızın hayatı boyunca devam eden ve en açık biçimde üremede takip
edilebilecek bir süreçtir; Hint geleneğinde bu tekrar tekrar "babanın
oğulda ve oğul olarak tekrar doğumu" diye tarif edilir. Falancamız
doğrudan ve dolaylı zürriyetinde yaşar. Hint öğretisinde "yeniden
bedenlenme" [reincarnation] diye bilinen şey budur; ve bu Greklerin
metasomatosis ve metempsykhosis öğretisiyle aynı şeydir; ve yine
bu Hıristiyanlıktaki "bedenî cevher ve nüve halindeki erdeme göre"
insanlığın Âdem'de başlangıçta varoluşu öğretisidir; ve nihayet modern bilimin
"ataların karakterlerinin yinelenmesi" öğretisidir. Dinde "ilk
günah mirası", metafizikte "cehalet mirası" ve filozoflarca
insanın doğuştan özne ve nesne açısından bilmeye dönük yatkınlığı denilen şey
ancak psiko-fizik karakterlerin böyle bir aktarımıyla anlaşılabilir hale gelir.
Bir Tanrısal Kayra fikri hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını düşündüğümüzde
anlaşılır ancak.
Bunun bir
yeniden bedenlenme [reincarnation] öğretisi olmadığını söylememe gerek
var mı? Bir müddet yeryüzünde yaşamış ve şimdi ölmüş olan bir kimsenin dünyevi
bir anneden tekrar doğacağını öngören bir yeniden bedenlenme öğretisinin
Hindistan'da hatta Budacılıkta—hatta hatta Yeni-Platonculukta veya herhangi
sahih bir gelenekte bile hiçbir zaman öğretilmediğini söylememe gerek var mı?
Bu dünyayı bir kez terk etmiş olanların ebediyen ayrıldıkları ve yaşayanlar
arasında bir daha görünmeyecekleri Brahmanalarda Eski Ahit'te olduğu kadar açık
biçimde ifade edilir. Platoncu açıdan olduğu kadar Hinduların bakış açısından
da her türlü değişim bir ölümdür. Her gün, her saat ölür ve yeniden doğarız ve ölüm "saati
geldiğinde" gerçekleşen özel bir durumdan ibarettir.
Hindistan'da
hiçbir zaman bir yeniden bedenlenme inancıyla karşılaşamadığını söylemiyorum.
Böyle bir inancın ancak halk arasında metinlerin simgesel dilinin yanlış
yorumlanmasından ileri gelmiş olabileceğini; çağdaş uzmanların ve
teozofistlerin inancının da metinlerin aynı derecede çocuksu ve yeterli bilgiye
sahip olmadan yorumlanmasının sonucu olduğunu söylüyorum. Eğer böyle bir
yanlışın nasıl ortaya çıkmış olabileceğini sorarsanız sizden Aziz Augustinus ve
San Tommaso D'Aquino'nun aşağıdaki ifadelerini düşünmenizi isterim: insanlık
"bedenî cevher ve nüve halindeki erdeme göre" Âdem'de başlangıçta
mevcuttu; "insan bedeni imkân halindeki nedenlerle önceki işlerde mevcuttu";
"Tanrı dünyayı doğrudan değil fakat aynı zamanda ara nedenlerle yönetir ve
eğer böyle olmasaydı dünya kusursuz nedensellikten yoksun kalmış olurdu";
"Nasıl ki bir anne doğmamış çocuğa gebeyse dünyanın kendisi de doğmamış
şeylerin sebeplerine gebedir"; "Kader yaratılmış nedenlerin
kendisinde saklıdır". Eğer bu metinler Upanişadlar'dan ya da
Budacılığın metinlerinden iktibas edilmiş olsaydı bunlarda gerçekten mevcut
olanı, karma öğretisini görmekle kalmayıp aynı zamanda bir "yeniden
bedenlenme" öğretisi de görmez miydiniz?
Fakat biz
"yeniden bedenlenme" dediğimizde bununla ölmüş olan birinin gerçek
varlığı ve kişiliğiyle burada yeniden doğumunu kastediyoruz. Bunun yeterli ve
ikna edici metafizik sebeplere bağlı olarak bir imkânsızlık olduğunu ileri
sürüyoruz, ilk değerlendirme şudur: evren hepsi de aynı derecede belirsiz bir
süre içinde gerçekleşmesi gereken sonu belirsiz bir imkânlar dizisini
kucakladığına göre mevcut âlem, nasıl ki her bir insanın hayatı saklı
imkânlarının tümü tükendiğinde vadesini tamamlamış olursa, kuvve halindeki
imkânlarının tümünün edimselleşmesiyle birlikte vadesini tamamlamış olacaktır.
Bu sonu belirsiz dönemin sonuna olayların tekrarına ya da geçmiş koşulların
yinelenmesine yer verilmeksizin erişilmiş olacaktır. Zamansal art ardalık
dolaylı olarak değişik şeylerin art ardalığı anlamına gelir. Tarih kendisini
cins ya da türlerle tekrarlar, fakat herhangi münferit ve belirli bir şeyde
kendisini tekrar edemez. Eğer [bir nesilden bir sonrakine] göçten [transmigration]
söz edilecekse bu genlerin "göçü"ü [aktarılması] olabilir ve buna tür
ya da cinslerin yeniden doğumu denir, fakat bu falancanın karakterinin
"reenkarnasyon"u onun hakiki kişiliğinin "aktarılması"ından
ayırt edilmelidir.
Bu akıllı ve
ölümlü canlı falancanın hayatı ve ölümü böyledir. Fakat Boethius onun bu
canlıdan ibaret olduğunu ifade ederken Bilgelik buna bu insanın, falancanın,
kim olduğunu unuttuğu cevabını verir. Tam bu noktada her şeyi gördüğünden ve
duyduğundan ibaret sayan birisinden [nâstika] ya da "maddeci"
ve "duyumcu"lardan (bu iki sözcüğü tırnak içinde kullandım, çünkü
madde "duyulan, hissedilen" şeydir) ayrılırız. Hıristiyanlıkta
"beden, nefis ve ruh"tan mürekkep olarak verilen insan tarifi
unutulmamalıdır. Vedanta insanın yegâne gerçek, hakiki varlığının ruhi ya da
manevi yanı olduğunu ve onun bu varlığının bu "falanca"da ya da onun
herhangi bir "parça"sında olmadığını, fakat sadece ona aksettiğini
ileri sürer. Diğer bir deyişle o bu varlığın falancanın alan / arazisinin
düzlüğü içinde ya da onunla sınırlı olmadığını, fakat nüfuz ettiği çevrili
alandan bağımsız olarak bu araziden merkezine doğru yayıldığını ileri sürer. Şu
halde bu falancanın kaybına ilave olarak ölümde gerçekleşen şey ruhun bir
zamanlar "hayat"ı olmuş olan o fenomenal araçtan çekilmesidir.
Dolayısıyla ölümden söz ederken tam bir doğrulukla "ruhu teslim
etmek"{22} deyimini kullanırız ya da
falancanın son nefesini verdiğini{23} söyleriz. Eminim ki geçerken
buradaki "ruh''un ["the ghost"] Spiritüalistlerin
kullandığı anlamda bir ruh, "varlığını sürdüren bir kişilik"
olmadığını, fakat tamamen akli bir ilke olduğunu hatırlatmam yeterlidir; ruh
Kutsal Ruhun{24} Sanctus Spiritus olduğu
anlamda "ruh"tur. Şu halde ölümle toprak toprağa, ruh da kaynağına
döner.
Bu şu anlama
gelir: Falancanın ölümü içinde iki imkân barındırır ve bunlar aşina olduğumuz
"kurtulmuş" ya da "kaybolmuş" ifadeleriyle yaklaşık olarak
ve zımnen ifade edilir. Ya falancanın varlık bilinci ben merkezliydi ve
kaçınılmaz olarak onunla birlikte yok olmuştur ya da ruhta toplanmıştır ve
onunla birlikte ayrılmıştır. Beden ve nefis eski haline döndüğünde "geriye
kalan" Vedanta metinlerinin ifadesiyle "ruh"tur. Büyük emirle,
"Kendini Bil!" ile kastedilenin ne olduğunu şimdi anlamaya
başlıyoruz. Varlık bilincimizin ruhta toplandığını varsayarak diyebiliriz ki
bedenin ölümünden önce ne kadar tam biçimde zaten "ne isek o
olmuşsak" ya da "uyanmışsak" bir sonraki ortaya çıkışımız ya da
"yeniden doğuşumuz" o ölçüde alanın merkezine yakın olacaktır. Varlık
bilincimiz ölümle zaten olmadığı bir yere gitmez.
Daha sonra
varlık bilinci yirmi bir çit ya da referans seviyesinin sonuncusunun ötesine
zaten uyanmış ve kendisi için geriye sadece yirmi ikinci geçit kalmış olan
birinin durumunu düşüneceğiz. Şimdilik sadece ilk adımı düşünüp
değerlendirelim. Eğer ölümden önce bu adımı atmışsak—sadece düşünen hayvanlar
olarak değil, bir ölçüde ruhta yaşıyorduysak—beden ve nefis dağılıp evrene
karıştığında, bizimle her şeyin merkezî Seyircisi, Semavi Güneş, Ruh ve Hakikat
arasında yer alan çitlerin ya da çemberlerin ilkini geçmiş olacağız. Yeni bir
çevrede, sözgelimi hâlâ sürenin varolduğu ama şimdiki anlamda zamanın
işleyişinin söz konusu olmadığı bir çevrede var olmuş olacağız. Beraberimizde
duyulara bağlı bir hafızanın doğal parçası olabilecek psiko-fiziksel aygıtların
hiçbirini almamış olacağız. Sadece "akli erdemler” varlığını sürdürür. Bu
bir "kişiliğin" bakiyesi veya kalıntısı değildir (bu biz göçüp
gittiğimizde miras olarak bıraktığımız bir mülk, bir nitelikti); bu falancanın
şahsının, artık daha önceki tanımlarının en kabasıyla sınırlanmayan, sürekli
varlığıdır. Fasıla veya kesinti olmaksızın varlık bilincini aşıp geçmiş
olacağız.
Bu şekilde
ölüm ve yeniden doğumların birbirini takip edişiyle bu çitlerin tümü
geçilebilir. Takip ettiğimiz yol bizi merkezî Güneşe bağlayan manevi ışık yolu
ya da yarıçap [radius] olacaktır. Burayı öte kıyıdan ayıran hayat
ırmağının iki yakasını birleştiren yegâne köprü budur."Köprü"sözcüğü
bilerek kullanılmıştır; çünkü bu "ustura ağzından daha keskin geçit",
Avesta'nın Cinvat köprüsü, halkbilimcinin aşina olduğu "korku köprüsü"dür
ki güneş kahramanının dışında kimse geçemez; bu geniş bir alanı kaplayan ışık
köprüsüdür ve kaynağıyla aynı cevhere sahiptir. Veda bunu "Zati{25} Köprü" diye ifade eder—bu
Hıristiyanların aşina olduğu "Yol benim" ifadesine yakın bir
tariftir. Bu köprü geçidinin, yirmi bir çemberimizle kesişme noktalarıyla
tanımlanan aşamalarla, aslında bir göç veya sürekli ilerleyen yenilenme{26} diye adlandırılan şeyi
oluşturduğunu zaten sezmiş olmalısınız. Bu yolun her adımı eski benliğin ölümü
ve ardından, hemen "bir başka insan" olarak "yeniden
doğumu" ile belirlenmiştir. Burada bu açıklamanın kaçınılmaz olarak aşırı
derecede basitleştirilmiş olduğunu araya sıkıştırmalıyım. Biri çevresel ve
belirli, diğeri merkeze doğru ve özgür olmak üzere iki hareket doğrultusu
birbirinden ayrılmıştır; fakat sonuçlarına uygun biçimde ancak bir helezon ya
da sarmal ile işaret edilebileceğini açıklamadım.
Fakat
evrenle ve insanın muhitinden merkezine ve yüreğine doğru kutsal yolculuğuyla
ilgili resmimizin mekân ve zamana dayalı maddiliğinin parçalanma zamanı
gelmiştir. Bütün varlık durumları, birbiri üzerine eklenmiş ima ya da telmih
seviyelerinde vücuda geliş olarak düşündüğümüz falancaların tümü sizin
içinizdedir ve tanınmayı beklemektedir: gerekli olan doğumların ve yeniden
ölümlerin tümü tabiatüstüdür—yani "Doğa"ya karşı değil, fakat göçün
gerçekleştiği düşünülen verili varlık durumunun belirli imkânlarının dışındadır.
Burada herhangi bir zaman unsuru da söz konusu değildir. Bilakis ruhi hayatta
zamana bağlı öngörülemeyen değişiklikler rol oynamadığı için yolculuk ister
doğal ölüm olayından önce isterse ölüm anında veya daha sonra, kısmen ya da
bütünüyle yapılabilir. Seyircinin kameriyesi içinizdeki yani
"kalp"teki Göklerin Krallığıdır (o bütün Doğu ve kadim geçmişin
geleneklerinde sadece iradenin değil fakat saf aklın da merkezi, Gök ve Yerin
evliliğinin tamamlandığı yerdir); müşahede ehli tarafından Seyircinin kendisi
ancak orada görülebilir—ki onun bakışı içe çevrilmiştir ve o böylece dışarıdaki
gözü içerideki Göze, hayat nefesini Ruhun Meltemine bağlayan Işık yolunu geriye
doğru kat ederek kaynağına gider.
Veda ilahisinin keskin ve etkileyici sözleri ile
kastedilen şeyin tümünü belki şimdi daha iyi anlayabiliriz: "Güneş gözünü,
Meltem ruhunu alır" ve bunun muadilini "Ruhumu senin ellerine emanet
ediyorum"da ya da Eckhart'ın "Tanrı'yı gördüğüm göz, Tanrı'nın
bendekini gördüğü göz ile aynı; benim gözüm ve Tanrı'nın gözü, tek bir göz, tek
bir görüş, tek bir biliş ve seviş", ya da Paulos'un "...tek ruh
olacak" sözünde tanıyabilirsiniz. Geleneksel metinler çarpıcıdır. Sözgelimi
Upanişadlar'da "her kim ki Tanrı'yı kendisinden başka olarak düşünerek
ibadet ederse o hayvandan biraz daha üstündür" ifadesiyle karşılaşırız. Bu tavır eski dünyada herkesin
bildiği "Tanrı'ya ibadet etmek için Tanrı olman gerekirdi" sözüne de
yansımıştır—ki bu aynı zamanda "ruhen ve hakikaten tapmak" sözünün de
anlamıdır. Böylece büyük "O sensin" sözüne geri dönmüş
oluyoruz ve her ne kadar "0''nun ne olabileceğiyle ilgili tam ve mükemmel
bir anlayıştan uzak olsak da (çünkü son adımı henüz atmadık) şimdi daha iyi bir
fikre sahibiz. Şimdi geleneksel öğretilerin (dışı içten, dünya insanını öte
dünyalı insandan, automatet ölümsüz ruhtan ayırarak) bir yandan
falancanın sonsuz bir sebepler zinciri içinde bir halkadan başka bir şey
olmadığını kabul ve hatta bunda ısrar ederken, diğer yandan zamana bağlı
olmaksızın halkaların kırılabileceğini ve ölümün alt edilebileceğini: bunun
şimdi ve burada olabileceği gibi ölüm anında ya da ölümden sonra da
olabileceğini nasıl onaylayabildiğini anlayabiliriz.
Ne var ki
metafiziğin bakış açısından insanın nihai amacı olarak tanımlanan şeye henüz
ulaşmış değiliz. Yolun sonundan söz ederken şimdiye dek sadece yirmi bir
engelin tümünü geçmeyi ve Semavi Güneşi, Hakikatin kendisini görmeyi; bizzat
Seyircinin kameriyesine ulaşmayı; gökte tezahür etmiş Göz ile karşı karşıya
gelmeyi düşündük. Aslında bu din tarafından tasavvur edildiği biçimiyle insanın
nihai gayesi fikridir. Bu Ağacın Tepesinde, "mümkün varlığın
Zirvesinde" ulaşılan sınırlı sonsuz saadettir; bu ardımızda bıraktığımız
alanın zaman içerisinde maruz kaldığı değişikliklerin tümünden kurtuluştur.
Fakat bu kurtulmuşların her birinin hâlâ ötekiler arasında biri ve İnsanların
Güneşinden ve ışıkların Işığının (bunlar hem Hıristiyanlığın hem Vedaların
ifadeleridir) kendisinden başka olduğu bir gök; Greklerin Elysiumu gibi
zamandan bağımsız, fakat süresiz olmayan bir göktür; (nihai kaynağımız—ki o
Uluhiyetin Âmasındadır—olmadığı için) bir dinlenme yeri fakat nihai bir yurt
değildir. Bize kalan Güneşi geçmek ve Babanın en yüksek gök katındaki [empyros]
"yurt''una ulaşmaktır. "Kimse bensiz Babaya ulaşamaz." Biz
inisiyasyon ve tefekkürün açık kapı eşiklerini geçtik; kendi kendimizi sürekli
nefyederek varlığımızın en dış katmanından en iç avlusuna ilerledik ve takip
edilecek başka bir yol göremiyoruz—her ne kadar Hakikatin sayesinde
aydınlandığımız bu suretinin arkasında benzer hiçbir tarafı olmayan bir şeyin
var olduğunu biliyorsak, her ne kadar Tanrı'nın dünyayı aydınlatan bu veçhinin
ardında insana dönük olmayan fakat bütünüyle kendi içine dalmış bir başka ve
daha haşyetli yanının—kendi dışındaki hiçbir şeyi ne bilen ne seven bir boyutun
olduğunu biliyorsak da. Bildiğimiz anlamda ne iyi ne gerçek olan Onu anlamamızı
engelleyen şey bizim Hakikat ve İyilik anlayışımızdır. İleriye giden tek yol
anlamaya başladığımızı düşündüğümüz her şeyin ötesindedir: eğer içeriye yol
bulacaksak kendimiz hakkında ne kadar yüce olursa olsun hâlâ hatırda tuttuğumuz
ve Hakikat ve İyilik hakkında per excellentiam "tasavvur
ettiğimiz" sureti bir ve aynı vuruşla dağıtmamız gerekir. "Ruhun
Tanrıyı kaybetmesi yaratılanları kaybetmesinden daha fazla gereklidir... ruh en
çok Tanrıyı terk etmekle yüceltir, ulular... eğer Tanrının, bütünüyle boş
olduğu tanrısal doğanın bir parçası olacaksa ona kalan bir bakıma olmamak...
tanrısal doğanın ifade ettiği her türlü etkinliğe son vermektir... o kendini
terk eder ve kendi yolunda giderek artık Tanrıyı aramaz" (Eckhart). Bir
başka söyleyişle, hem gözleri açıkken hem kapalıyken Seyirciyle bir olmalıyız.
Eğer olmazsak o uyurken bize ne olacaktır? Olumlayıcı teoloji yoluyla
öğrendiklerimizin tümü bir Bilmemeyle, Hıristiyan teologların Docta
Ignorantiası,{27} Eckhart'ın Agnosiası{28} ile tamamlanmalı ve nihayete
erdirilmelidir. Şankara ve Dionysius gibi bilgeler bu sebepten ötürü via
remotionis{29} üzerinde bu
kadar ısrarcı olmuşlardır, yoksa onlar için olumlu [sübutî] bir Hakikat
ya da İyilik kavramının bizim için olabileceğinden daha az kıymetli olmasından
dolayı değil. Şankara'nın şahsen takip ettiği yolun haddizatında ibadete dayalı
olduğu söylenir—hatta Tanrıya ismiyle—ki ismi yoktur—ibadet ettiğinden dolayı
af dilerken bile. Çünkü böyleleri için gerçekten kıymetli olan hiçbir şey yoktur
ki terk etmeye hazır olmamış olsunlar.
Hindu
öğretisini daha iyi anlayabilmek için önce Hıristiyan öğretisini açıklayalım:
Mesih'in sözleri şöyledir: "Kapı Ben'im. Bir kimse benim aracılığımla
içeri girerse kurtulur. Girer, çıkar ve otlak bulur." Kapıya ulaşmış
olmak yeterli değildir; kabul edilmemiz gerekir. Fakat kabul edilmenin bir
bedeli vardır: "Canını kurtarmak isteyen onu kaybetsin."{30} İnsanın iki
beninden, Hindu metinlerindeki iki Atmandan falanca adıyla bilinen ben, eğer
diğeri yüklerinin, ayak bağlarının tümünden kurtulmak—mutlak gaybubiyeti
[bilinemezliği] içinde Tanrı gibi özgür olmak istiyorsa kendisini öldürmüş
olmalıdır.
Vedanta
metinlerinde insanların Güneşi ve ışıkların Işığı benzer şekilde âlemlerin
girişi ve kapının muhafızı olarak adlandırılır. Her kim buraya kadar gelmişse
sınamaya tabi tutulur. Ona öncelikle yapmış olduğu iyilik ya da kötülüğün
dengesine göre buradan girebileceği söylenir. Eğer anlarsa cevap verecektir, "Sen bana bunu
soramazsın; biliyorsun ki yapmış olduğum her neyse 'benim' değil senin
yaptığındı." Bu Hakikattir ve kendini inkâr etmek
Kapının muhafızının kudretinin ötesindedir, çünkü o bizzat Hakikattir. Veya "Sen
kimsin?" sorusu sorulabilir. Eğer bu soruyu kendi adıyla veya bir aile
ismiyle cevaplarsa zaman etmenleri onu derhal sürüp uzaklaştıracaktır; ama eğer
"Ben Işığım,
Senim, ve sana böyle geliyorum" diye cevaplarsa, Muhafız onu "Sen
kimsen ben oyum; ve ben kimsem sen osun, haydi gir içeri" diye
karşılayacaktır. Esasen hâlâ herhangi birisi olan birinin Tanrı'ya dönme
imkânının olmadığı açığa kavuşturulmalıdır, çünkü metinlerimizin ifade ettiği
gibi, "O herhangi bir
yerden gelmemiş veya herhangi biri olmamıştır".
Benzer
şekilde Eckhart sözlerini logosa, "Eğer bir insan babasına ve
anasına... hatta kendi canına buğzetmiyorsa benim talebem olamaz"a
dayandırarak, "babanın ve annenin zaman içinde olduğunu bildiğin sürece
gerçek ölümle ölmemişsin demektir" der; yine aynı şekilde Eckhart'ın İslam dünyasındaki
akrabası Rumi, Kapının Muhafızına "Her kim buradan "Ben
falancayım" diyerek girerse kapıyı yüzüne kapatırım" sözlerini
atfeder. Aslında Veda metinlerinin Paulos'un "Tanrı kelamı diri ve güçlüdür, iki ağızlı kılıçtan
daha keskindir, hatta canı ruhtan ayırır" sözünden daha iyi bir
tanımını sunamayız. "Quid est ergo, quod debet homo inquirere in hac
vita? Hoc est ut sciat ipsum.""Si ignoras te, egredere!"
Bu şekilde
kendinden kurtulup da kökenine dönmüş olan varlığın durumu nasıldır? sorusunu
sorduğumuzda son ve en güç sorunla karşılaşmış oluruz. Psikolojik bir
açıklamanın burada yerinin olmadığı izahtan varestedir. Aslında elimizdeki
metinlerle bu noktada yapabileceğimiz en iyi şey itiraf etmektir: "Her
kim ki anladığından en çok emindir, o en ziyade yanlış anlamıştır".
Brahman hakkında söylenebilecek şey—"O vardır ve O ancak bununla
anlaşılabilir"—aynı zamanda Brahman olmuş olan herkes hakkında da
söylenebilir. Bunun ne olduğu söylenemez, çünkü o herhangi bir
"ne" değildir. "Bu hayatta özgür olan" bir varlık
(Rumi'nin "yürüyen ölüsü") "bu dünyadadır, fakat ona ait
değildir".
Ne var ki bu
soruna Kemale Ermiş Olanlardan söz edilirken kullanılan tabirleri düşünüp
değerlendirerek yaklaşamayız. Onlara ya Güneşin Işınları ya da Ruhun Rüzgârları
veya Dileğince- Hareket Edenler denir. Ayrıca onların tezahür etmiş dünyalarda
tecessüm için: bir başka söyleyişle, ister hareket etsin ister sükûnet halinde
kalsın, Ruhun hayatına katılmaya uygun oldukları söylenir. O keyfince esen bir
Rüzgâr (Ruh)dur. Bu ifadelerin hepsi Mesih'in "Girer, çıkar ve otlak
bulur"{31} diye ifade ettiği şeye karşılık
gelir. Veya bunu satranç oyunundaki piyon ile karşılaştırabiliriz. Piyon
satranç tahtasının bir yanından öbür yanına geçtiğinde dönüşüme uğrar. Bir
vezir olur ve bundan böyle ona, hatta günlük dilde de, "dilediğince
hareket eden" denir. İlk benliği öldüğünden o artık belirli hareketler
veya konumlar ile sınırlı değildir, o isterse dönüşümünün meydana geldiği yere
girer, isterse oradan çıkar. Ve bu dilediğince hareket özgürlüğü Kemale Erişme
durumunun bir başka veçhesidir, fakat bu henüz sadece piyon olanların
kavrayışının ötesinde bir şeydir. Şuna da işaret etmek gerekir ki, satranç
tahtası üzerindeki yolculuğunda daima kaçınılmaz bir ölüm tehlikesi içinde olan
eski piyon, dönüşümünden sonra isterse kendisini kurban etmekte, isterse
tehlikeden kaçmakta serbesttir. Hindu geleneğindeki tabirlerle onun önceki
hareketi bir geçiş, yeni hareketi bir iniştir.
Batılı
bilginlerce böylesine ciddi bir şekilde tartışılan "yok olma"
["fena"] sorunu, bu zaviyeden bakıldığında ortaya çıkmaz. Metafizikte
bu sözcüğün bir anlamı yoktur, çünkü o sadece süreklilik ve aynılığı, çokluk ve
birliği bilir. Aklı ezelde, veya öncesi sonrası olmayan idealar dünyasında
varolan her neyse onun varlığının sona ermesi gibi bir şey söz konusu değildir;
sonsuzluğun muhtevası değişemez. Bu yüzden, Bhagavad Gita'nın
ifade ettiği gibi, "Ben hiç olmamış olsaydım, sen hiç olmamış
olurdun."
"O sensin"
sözünde ayniyet bakımından "O" ile "sen"in ilişkisi
Vedanta'da ya "Güneş Işını" (evlatlık ya da aynı soydan gelme ihsas
edilir) ya da "bhedâbheda" (ki lafzi anlamı "farksız
ayrım" demektir) gibi tanımlamalar veya nitelendirmeler ile ifade edilir.
Bu ilişki artık "bir iç veya bir dış" bilincinin olmadığını gayet
güzel ifade eden âşıklar benzetmesiyle ya da buna karşılık gelen, "her
biri her ikisidir" şeklindeki Vaisnava eşitlemesiyle dile getirilir.
Bu ayrıca Platon'un batini ve zahiri insanın birliği düşüncesinde;
Hıristiyanlıktaki Mesih'in mistik bedeninde uzuv olma öğretisiyle; Paulos'un
"her kim ki Rabbe katılır tek bir ruhtur" ve Eckhart'ın hayranlık
uyandırıcı "kaynaşmış ama karışmamış" formülünde de
görülebilir.
Şankara
"felsefe"si diye adlandırılan şeyin bir "araştırma" değil,
bir "açıklama" olduğunu; Vedanta'yı yahut herhangi bir sahih geleneği
takip edenler için nihai Hakikatin herkesçe keşfedilmeyi değil, anlaşılmayı
bekleyen bir şey olduğunu açıklamaya çalıştım, ki bu işi başkalarına havale etmeyip
kendisi yapacak olan herkes için böyledir bu. Ayrıca buna göre Şankara'nın Atharva
Veda X. 8. 44: "İsteksiz ihtiyaçsız, tefekkür-temaşa halinde, ölümsüz,
kendi kendine teşekkül etmiş, bir öz veya cevherle yetinen, hiçbir şeyden
yoksun olmayan: her kim bu değişmez, yaşlanmaz, her-daim-genç-Ruhu bilir,
aslında o Kendisini bilir ve ölmekten korkmaz" gibi metinlerden ne
anladığını da açıklamaya çalışmış oldum.
Bu
konuşmanın konusu olarak doğu metafiziğini seçtim. Belki kayıtlayıp
sınırlamaksızın sadece metafizik demek daha doğru olurdu. Çünkü o aslında özü
itibariyle her türlü suretin ve mümkün her şeyin üstünde ve ötesinde olduğundan
ne doğuya ne batıya özgüdür, fakat evrenseldir. Onun büründüğü dış şekiller
ancak anlatılabilir olanı anlatmak için açıklama gereğinin doğurduğu
zorunluluklara hizmet eder. Bu şekiller doğuya veya batıya ait olabilir; fakat
farklılık görünümü altında her zaman en azından hakiki metafiziğin varolduğu
her yerde bir birlik temeli mevcuttur; bunun sebebi gayet basittir: hakikat
tektir.
Eğer bu
böyleyse doğu metafiziğini özel olarak ele almanın gereği nedir? Sebep şu ki
batı dünyasının mevcut zihnî/ fikrî durumu içinde metafizik unutulmuş,
genellikle göz ardı edilmiş ve hatta neredeyse bütünüyle kaybolmuş bir şeydir,
oysa doğuda metafizik hâlâ fiili bilginin{33} konusu olmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla
metafiziğin gerçek anlamı keşfedilmek isteniyorsa eğer doğuya bakılmalıdır;
hatta birçok bakımdan doğuya bugün olduğundan çok daha yakın olan batıda
eskiden mevcut olan metafizik geleneklerin bazısı yeniden ele geçirilmek
isteniyorsa bu her şeyden evvel doğu öğretilerinin yardımıyla ve onlarla
yapılacak mukayese sayesinde başarılabilecektir; çünkü bunlar metafizik
sahasında hâlâ doğrudan incelenebilecek yegâne öğretilerdir. Bununla beraber
bizzat doğulular onları nasıl inceliyorsa bu öğretilerin de öyle incelenmesi
gerektiği gayet açıktır ve az veya çok farazi, kimi zaman tamamen hayali
olabilen yorumlara kesinlikle kapılmamak gerekir. Şurası çoğu zaman
unutulmaktadır ki doğu uygarlıkları halen hayattadır ve ehil temsilcilere
sahiptir; bahis konusu meseleyle ilgili tam hakikati ortaya çıkarmak için
kendilerinden bilgi edinmek mümkündür.
Sadece Hindu
metafiziği değil de "doğu metafiziği" dedim, çünkü bu türden
öğretiler zımnen delalet ettikleri her şeyle birlikte, gerçek mahiyetlerini
hemen hiç anlamayan bazılarının zannettikleri gibi sadece Hindistan'da
bulunmaz. Hindistan'ın durumu bu bakımdan hiçbir surette istisnai değildir;
geleneksel denilebilecek bir temele sahip olan bütün uygarlıklar tam olarak
böyledir. Bilakis istisnai ve olağandışı olan böyle bir temele sahip olmayan
uygarlıklardır ve hakikati söylemek gerekirse bizce [bu vasfa sahip] bilinen
tek uygarlık çağdaş batı uygarlığıdır. Sadece belli başlı doğu uygarlıklarını
almak gerekirse: Hindu metafiziğinin muadili Çin'de (Taoculukta) ve ayrıca İslam
dünyasında bazı tasavvuf tarikatlarında da bulunur. Ne var ki bu İslam
tasavvufunun Arapların büyük bölümü itibariyle Greklerden mülhem zahiri
felsefesiyle ortak hiçbir yanının olmadığını unutmamak gerekir. Şu farkla ki
Hindistan dışında bu öğretiler nispeten sınırlı ve kapalı bir seçkinler
zümresine mahsustur. Orta çağda batıda da durum böyleydi ve birçok bakımdan
İslam tasavvufuyla karşılaştırılabilecek ve İslam'daki kadar bütünüyle
metafizik bir karaktere sahip bir batınilik [esotericism] orada da vardı;
modernler genel olarak bunun mevcudiyetinin bile farkında değillerdir.
Hindistan'da kelimenin gerçek anlamında bir batınilikten söz etmek mümkün
değildir, çünkü orada öğreti bakımından bir batınilik zahirilik ikiliği yoktur;
herkesin az veya çok öğretide derinleşmesi ve yeteneklerinin elverdiği ölçüde
ona nüfuz etmesi anlamında—çünkü bazı kimseler için tabiatlarının parçası olan
sınırlamalar vardır ve bunların aşılması imkânsızdır—orada ancak doğal bir
batınilikten söz edilebilir.
Doğal olarak
şekiller suretler bir uygarlıktan diğerine değişebilir; bununla beraber Hint
dünyasına ait olan şekillere her ne kadar daha çok aşina olsam da gerekli
olduğunda, belli meselelerin anlaşılmasına katkıda bulunmaları halinde,
diğerlerini de kullanmakta tereddüt etmem; bunda hiçbir mahzur yoktur, çünkü
bunlar aynı şeyin farklı anlatımlarından ibarettir. Bir kez daha ifade etmek
gerekirse hakikat tektir ve hangi yolla olursa olsun bu anlayışa ulaşmış olan
herkes için aynıdır.
Bunlar ifade
edildikten sonra "metafizik" sözcüğünün hangi anlamda kullanıldığının
açığa kavuşturulması gerekiyor, hele herkesin onu aynı şekilde anlamadığını sık
sık belirtme lüzumu duyduğum için bu çok daha fazla gereklidir. Öyle
zannediyorum müphemliğe meydan verebilecek sözcüklere yaklaşmanın en iyi yolu
onları mümkün olduğu ölçüde asli ve kök anlamlarına irca etmektir. Şimdi terkip
ve teşekkülüne göre bu "metafizik" sözcüğü lafzi olarak "fizik
ötesi" anlamına gelir, "fizik" de burada her zaman eskilerin
nazarında sahip olduğu kabul edilmiş anlamda, yani en geniş anlamında
"tabiat bilgisi" olarak alınır. Fizik tabiat alanına ait olan her
şeyin, buna karşılık metafizik tabiatın ötesinde yer alan şeylerin
incelenmesidir. O halde bazıları nasıl oluyor da metafizik bilginin gerek
konusu gerekse elde edilmesinde kullanılan melekeler bakımından tabii bilgi
olduğunu iddia edebiliyor? Burada tam bir yanlış anlamayla, terimleri
bakımından çelişkili bir ifadeyle karşı karşıyayız; ve daha da şaşırtıcı olan
bu karışıklığın gerçek metafizik hakkında bir fikri muhafaza etmesi ve onu
çağdaş filozofların sözde-metafiziğinden{34} açık biçimde nasıl ayırt edeceğini
bilmesi gerekenleri dahi etkilemesidir.{35}
Mamafih
denilebilir ki eğer bu "metafizik" sözcüğü böyle bir karışıklığa
meydan veriyorsa onun terk edilip yerine daha uygun başka bir sözcüğün
kullanılması daha isabetli değil midir? Açık ki böyle bir şey isabetsiz olurdu,
çünkü teşekkülü bakımından bu sözcük ifade edilmek isteneni tam olarak
karşılamaktadır; ayrıca böyle bir sözcük bulmak pek kolay değildir, zira Batı
dillerinde böyle bir kullanıma aynı derecede uyarlanmış başka bir sözcük
yoktur. Bahis konusu olan par excellence bilgi olduğu ve onun yüceliği
ancak bu isimle ifade edilebileceği için, Hindistan'da yapıldığı gibi, sadece
"bilgi" sözcüğünü kullanmak da çıkar yol değildir, çünkü bilgiyi
münhasıran bilimsel ve akli olanla sınırlandırmaya alışmış olan batılılar için
bu işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten başka bir işe
yaramayacaktır. Ayrıca bir sözcüğün gördüğü suiistimal ve kötü muameleye
müdahale etmek illa gerekli mi? Eğer bu tür sözcüklerin hepsi atılmış olsaydı
geriye ne kalırdı? Yanlış anlama ve yanlış fikir veya kanaat uyandırmadan uzak
durmak için önlem almak yeterli değil mi? Başka herhangi bir sözcüğe ne kadar
bağlılığımız varsa "metafizik" sözcüğüne de ancak o kadar bağlıyız,
fakat onun yerini alacak daha iyi bir tabir önerilemediği için onu önceden
olduğu gibi kullanmaya devam edeceğiz.
Maalesef
bilmediği şeyler hakkında "hüküm verme" iddiasında olan ve
"metafizik" ismini safi insani ve akli bilgi (ki bu bize göre sadece
bilim veya felsefedir) için kullandıklarından ötürü doğu metafiziğinin de bundan
fazla ve başka bir şey olmadığını zanneden kimselerle karşılaşıyoruz; bunlar
mantıki olarak bu metafiziğin gerçekte herhangi bir özel neticeye
götüremeyeceği sonucuna varırlar. Bu metafizik onların sandığından tamamen
başka bir şey olduğu için onun [istenen yere götüren] müessir bir kılavuz
olduğunu anlayamazlar. Onların tasavvur ettikleri şeyin gerçekte metafizikle
hiçbir ilgisi yoktur, çünkü o tabiat alanının bir bilgisinden, zahiri ve
dünyevi bir bilimden ibarettir; bizim konuşmak istediğimiz bu tür bir şey
değil. O halde "metafizik olan"ı "tabiat üstü" olan ile
eşanlamlı olarak kullanabilir miyiz? Böyle bir kıyaslama veya yaklaştırmayı
kabule hazırız, zira tabiatın, bir başka ifadeyle, bütün şümulüyle zahiri
dünyanın{36} (ve sadece onun son derece küçük
bir parçasından ibaret olan duyu dünyasının{37} değil) ötesine geçilmediği takdirde
hâlâ tabiat alanında kalınmış olur. Daha evvel söylediğimiz gibi metafizik
tabiatın ötesinde ve üstünde yer alandır; bu sebepten ötürüdür ki ona gayet
yerinde olarak" tabiatüstü" denilebilir.
Fakat belli
ki burada bir itirazla karşılaşılacaktır: Tabiatın ötesine geçmek mümkün müdür?
Açık cevap vermekte tereddüt etmiyoruz: bu sadece mümkün değil fakat bir
vakıadır da. Buna karşı da denilebilir: Bu kuru bir iddiadan ibaret değil
midir? Buna hangi deliller gösterilebilir? Bir bilgi türünün mümkün olup
olmadığıyla ilgili araştırma yapmak ve onu elde etmek için gerekli çalışmayı
üstlenerek bizzat doğrulamak yerine delil talep etmek doğrusu tuhaftır. Bu
bilgiye sahip olanlar için bütün bu tartışmaların ne faydası olabilir? Bilginin
kendisinin yerine bir "bilgi teorisi" koymak belki de modern felsefenin
en büyük iktidarsızlık itirafıdır.
Ayrıca her
türlü kesinlik, izah ve ifade edilemeyen bir şey içerir. Doğrusu kimse
kelimenin gerçek anlamında şahsi bir çaba göstermeksizin herhangi bir bilgiye
ulaşamaz; bir başkası için yapılabilecek olanların tamamı aynı bilgiye ulaşma
fırsatını sunup, kullanılabilecek vasıtayı işaret etmekten ibarettir. Bu
sebepten ötürüdür ki saf akli / zihni alanda herhangi bir inancı zorla
benimsetmeye çalışmak beyhude olacaktır; dünyadaki en iyi delil bu bakımdan
doğrudan ve fiili bilginin yerini tutamayacaktır.
Şimdi
anladığımız şekliyle metafiziği tanımlamak mümkün müdür? Hayır, çünkü
tanımlamak her zaman sınırlamaktır. Burada bahis konusu ettiğimiz şeyin kendisi
hakiki ve mutlak manada sınırlanmamıştır ve herhangi bir formül veya sistemin
içine sokulamaz. Mesela onun külli ilkelerin bilgisi olduğunu söyleyerek
metafizik kısmen tarif edilebilir, fakat bu kelimenin gerçek anlamında bir
tanımlama değildir ve ancak konu hakkında kaba bir fikir verir. Bu ilkeler
alanının, gerçekten metafizikle uğraşsalar da bu çalışmayı ancak kısmi ve eksik
biçimde yapmış olan bazı batılıların düşündüğünden çok daha büyük olduğu
söylenerek bu tarife ilavede bulunulabilir.
Nitekim
Aristoteles metafiziği varlığı varlık olarak bilmek diye tarif ederken
onu varlıkbilim ile aynı kefeye koyar, bir başka söyleyişle, parçayı bütünün
yerine koyar. Doğu metafiziğine göre saf varlık ne ilk ne de en külli ilkedir,
çünkü o zaten bir taayyündür.{38} Dolayısıyla varlığın ötesine geçmek
gerekir ve en büyük öneme sahip olan şey budur. Bu sebepten ötürüdür ki bütün
hakiki metafizik kavram / kavrayışlarda dile getirilemez olanı göz önünde
bulundurmak zorunludur: nasıl ki ifade edilebilen her şey ifadeyi aşan şeyle
mukayese edildiğinde fiilen bir hiçse, sınırlı olan da büyüklüğü ne olursa
olsun Sınırsız olanla karşılaşıldığında bir hiçtir. O ifade edilmekten çok ima
/ ihsas edilebilir ve bu harici şekillerin oynadığı roldür. Bütün şekiller,
ister söz ister remiz olsun, ancak bir dayanak, onları kat kat aşan kavrayış
imkânlarına yükselmek için bir istinat noktası işlevi görebilir; buna daha
sonra döneceğiz.
Maksadımızı
anlaşılır kılmak için kullanacak başka bir tabir olmadığı için metafizik kavram
/ kavrayışlardan söz ediyoruz, fakat bundan burada bilimsel veya felsefi kavram
/ kavrayışlarla mukayese edilebilecek bir şey olduğu sonucuna varılmasın.
Burada bahse konu edilen "soyut tabirler" değil, fakat keşfe /
sezgiye dayalı doğrudan akıl üstü bilgiye ulaşmadır. Ayrıca olmaması halinde
hakiki metafiziğin izine eserine rastlayamayacağımız saf zihnî sezginin bazı
çağdaş filozofların sözünü ettiği sezgiyle hiçbir münasebeti yoktur, onların
bahsettikleri sezgi akıl üstü değil bilakis akıl altıdır. Bir zihnî ve bir
hissî sezgi vardır; biri aklın ötesinde bulunur, diğerinin konumu onun bu
yanında yer alır; bu sonuncusu ancak oluş ve bozuluş dünyasını, yani tabiatı
veya daha doğrusu tabiatın aşağı kısmını bilebilir. Buna karşılık sezgi alanı
ebedi ve değişmez ilkeler alanıdır; o metafiziğin sahasıdır.
Külli
ilkeleri doğrudan kavramak için aşkın zihnin kendisinin külli karakterde olması
gerekir;{39} o artık ferdi bir meleke değildir
ve kendi sınırlarının ötesine geçmek ve onu fert olarak sınırlayan
şartları geride bırakmak ferdin gücü dahilinde bulunmadığı için onu böyle
düşünmek çelişkili olacaktır. Akıl insana mahsus bir melekedir; fakat aklın
ötesinde yer alan şey aslında "beşeri değildir". Metafizik bilgiyi
mümkün hale getiren işte budur ve bu bilgi, bir kez daha vurgulamak gerekirse,
beşeri bir bilgi değildir. Bir başka ifadeyle insan bu bilgiye insan olarak
erişemez fakat veçhelerinden biri itibariyle insan olan bu varlık aynı zamanda
bir insandan başka ve daha fazla bir şeydir ve bu sayede o bilgiye erişebilir.
Metafiziğin veya daha doğrusu bizatihi metafizik bilginin gerçek gayesi fert
üstü hallerin / durumların bilfiil bilincine erişmektir.
Burada en
hayati noktalardan birine gelmiş oluyoruz ve eğer fert tam bir varlık olsaydı,
tıpkı Leibniz'in monadı gibi, kapalı bir sistem oluştursaydı, metafiziğin
mümkün olamayacağını tekrarlamak gerekir; çaresizce kendi içinde sınırlanmış
olan bu varlık kendi varoluş tarzının / keyfiyetinin dışında yer alan herhangi
bir şeyi bilme imkânına sahip olmazdı. Fakat durum böyle değildir; gerçekte
ferdiyet hakiki varlığın geçici ve mümkün tezahüründen başka bir şeyi temsil
etmez. O aynı varlığın başka durumlarının sayısız çokluğu içinde özel bir
durumdan ibarettir; ve nasıl ki güneş, Hindu metinlerinde sık sık karşımıza
çıkan bir misali kullanmak gerekirse, aksettiği çok çeşitli görüntülerden
bağımsızsa bu varlık da zatı itibariyle bütün tezahürlerinden mutlak olarak
bağımsızdır. "Zat" ile "ben", şahsiyet ile ferdiyet
arasındaki temel fark böyledir; nasıl ki görüntüler parlak şualar sayesinde
kaynakları olan güneşe bağlıysalar ve o kaynak olmaksızın ne varoluşa ne
gerçekliğe sahipseler, ister insan teki ister başka herhangi benzer bir tezahür
hali olsun ferdiyet de şahsiyetle asli varlık merkezine sözünü ettiğimiz bu
aşkın zihin{40} vasıtasıyla bağlıdır. Bu açıklama
sınırları içinde bu düşünce halkalarını daha tam geliştirmek veya varlığın
birçok durumları / halleri nazariyesine dair daha tam bir fikir vermek
imkânsızdır; fakat öyle zannediyorum her türlü hakiki metafizik öğretinin
fevkalade önemini gösterecek yeteri kadar şey söyledim.
"Nazariye"
dedim, fakat burada bahis konusu olan sadece nazariye değildir; bu az daha izah
edilmesi gereken bir noktadır. Ancak dolaylı ve bir anlamda sembolik olan
nazari bilgi hakiki bilgi için, her ne kadar vazgeçilmez olsa da, sadece bir
hazırlıktır. Ayrıca o nakledilebilir olan tek bilgidir, gerçi bu durumda bile ancak
kısmi anlamda bir nakilden söz edilebilir. Bu sebepten ötürüdür ki her türlü
ifade bilgiye bir yaklaşma vasıtasından başka bir şey değildir ve ilk aşamada
ancak kuvve halinde olan bu bilginin daha sonra bilfiil tahakkuk [réalisation]
ettirilmesi gerekir. Burada az evvel işaret ettiğimiz daha sınırlı metafizikte,
mesela Aristoteles metafiziğinde bir başka bağdaşmazlıkla karşılaşıyoruz. O
kendisini varlıkla sınırladığı için nazari bakımdan yetersiz kalır ve onun
nazariyesi, bütün doğu öğretilerinde olduğu gibi, karşılık gelen tahakkukla
açıkça sınırlı olmak yerine, kendi kendine yeter olarak takdim edildiği
izlenimini uyandırır.
Bununla
beraber bu eksik / noksan metafizikte (ki buna kısmi metafizik demeye
zorlanıyoruz) bile zaman zaman öyle ifadelerle karşılaşıyoruz ki, eğer doğru
anlaşılmış olsaydı bütünüyle farklı sonuçlara ulaştırırdı: nitekim Aristoteles
açıkça bir varlık ne biliyorsa odur demiyor muydu? Bilgi ile bu özdeşleşmenin
bu şekilde doğrulanması metafizik tahakkukla [réalisation] ilke planında
aynıdır. Fakat burada ilke tecrit edilmiş durumdadır; onun safi nazari bir
ifade olmaktan başka bir kıymeti ve ağırlığı yoktur ve görünen o ki ortaya
konulduktan sonra artık onun üzerine düşünülmemiştir. Nasıl olmuştur da
Aristoteles ve takipçileri burada ima edilen şeyi tam olarak görememişlerdir?
Başka birçok durumda da bu böyledir ve anlaşılan saf akıl / zihin [intellect]
ile zekâ [reason] arasındaki ayrım gibi aynı derecede temel ve lüzumlu
şeyler, hatta gayet açık şekilde tanımlandıktan sonra, unutulmuştur. Bunlar
tuhaf ve anlaşılmaz ihmallerdir.
Burada bazı
nadir ama her zaman mümkün istisnalar dışında, batı aklının tabiatında mevcut
olan belli sınırlamaların etkisinin görülmesi gerekmez mi? Bu belli bir ölçüde
doğru olabilir; fakat buradan batı zihniyetinin her zaman bu çağdaki kadar dar
biçimde sınırlı olduğu sonucuna varmak zorunlu değildir. Mamafih biz burada
sadece zahiri öğretilerden söz ediyoruz, gerçi bunlar kesinlikle başka
birçoklarından üstündür zira her şeye karşın bunlar hakiki bir metafiziğin bir
parçasını oluştururlar. Kendi hesabımıza biz orta çağlar boyunca ve kadim
zamanlarda batıda bundan başka bir şeyin mevcut olduğundan eminiz; bir seçkin
zümre arasında, tahakkuklarını da içine alan, noksansız denilebilecek saf
metafizik öğretiler kesinlikle mevcuttu ki modernlerin çoğu için bu neredeyse
anlaşılabilir bir şey değildir. Eğer batı bunun hatırasını tamamen kaybetmişse
bunun sebebi kendi geleneğiyle bağını koparmış olmasıdır ve bu modern
uygarlığın neden olağandışı ve sapkın olduğunu izah eder.
Eğer safi
nazari bilgi kendi başına amaç olsa ve metafizik daha ileri gitmemiş olsaydı,
elbette bu da bir kıymete sahip olurdu, ama yine de bütünüyle yetersiz kalırdı.
Ona böyle bir bilgiye ait olan hakiki kesinlik, hatta matematik kesinlikten
bile daha büyük bir kesinlik bahşedilmesine karşın, [bu haliyle]
karşılaştırılamayacak derecede yüksek bir türden olmakla beraber, yine de daha
aşağı düzeyde dünyevi ve beşeri, bilimsel ve felsefi spekülasyonu oluşturan
şeyin bir benzeri olarak kalacaktır. Metafizik dendiğinde kastedilen şey bu
değildir; eğer başkaları bir "zihni eğlence"yle veya benzer bir şey
ile vakit geçirmeyi tercih ediyorlarsa bu onların bileceği bir iştir; bu tür
şeyler bizi etkilemez ve buna ilave olarak biz psikolojinin merak saldığı şeylerin
metafizikçinin hiçbir surette ilgisini çekmeyeceğini düşünüyoruz. Onu alakadar
eden şey var olanı bilmek ve bildiği şeyi olacak tarzda hakikaten ve fiilen
bilmektir.
Metafizik
tahakkuk vasıtalarına gelince kendilerini onun mümküniyetine karşı çıkmaya
mecbur hissedenlerin yapabilecekleri türden itirazların pek iyi farkındayız. Bu
vasıtalar aslında insanın erişim alanı içinde olmalıdır; bunlar en azından ilk
merhalelerde insan haline / durumuna uyarlanmalıdır, çünkü daha sonra daha
yüksek hallere bürünecek olan varlık şimdi bu durumda varolur. Dolayısıyla
varlık mevcut tezahür etmiş haliyle bu dünyaya uygun olan bu şekli vasıtalarda
bu dünyanın ötesine yükselmek için bir istinat noktası bulur. Kelimelerin,
simgelerin, ilahilerin, törenlerin ve sair her türlü hazırlayıcı usullerin
başka bir varlık sebebi ve başka bir işlevi yoktur; daha önce söylediğimiz gibi
bunlar yardımcı desteklerdir ve başka bir anlamları yoktur. Fakat safi mümkün /
arızi vasıtaların nasıl olup da bunları hudutsuz derecede aşan ve bu
vasıtaların ait olduklarından bütünüyle farklı bir âleme mahsus bir neticeyi
doğurabileceği sorulacaktır.
Öncelikle
bunların gerçekte sadece arızi vasıtalar olduklarına işaret etmemiz gerekir.
Bunların erişilmesine yardım ettikleri sonuçlar hiçbir surette önemli değildir;
onlar varlığı erişilmesi gerekli olan mevkie yerleştirirler, hepsi bu kadar.
Eğer bu durumda yukarıda zikredilen itirazlar geçerli olsaydı dini törenler,
mesela araç ve amaç arasındaki nispetsizliğin az olmadığı ayinler için de aynı
derecede geçerli olurdu; yukarıdaki itirazları ileri sürmüş olanların bazıları
belki bunu da düşünmüş olabilirler. Bize gelince, basit bir vasıtayı kelimenin
gerçek anlamında bir sebeple karıştırmıyor ve metafizik tahakkuku bir sonuç
olarak görmüyoruz, zira o henüz var olmayan bir şeyin meydana getirilmesi
değil, fakat zaman içerisindeki her türlü ardışıklığın ötesinde, ebedi ve
değişmez bir tarzda var olanın bilinmesidir, çünkü varlığın bütün durumları,
ilk esasi veçheleri içinde düşünüldüğünde, ebedi şimdide mükemmel eşzamanlılık
içinde var olur.
Dolayısıyla
metafizik tahakkukla ona ulaştıran veya onu hazırlayan vasıtalar arasında
müşterek hiçbir şey olmadığını kabul etmekte bir güçlük görmüyoruz. Zaten bu
sebepten ötürüdür ki hiçbir vasıta kesinkes veya mutlak olarak zorunlu
değildir; veya en azından vazgeçilmez denilebilecek tek bir hazırlık vardır, o
da nazari bilgidir. Beri yandan bu da en önemli ve daimi unsur işlevi görecek
bir vasıta olmaksızın pek fazla gidemez: bu vasıta zihni bir noktaya toplama
veya teksiftir. Bu her şeyin dağılmaya ve durmak bilmez değişime mütemayil
olduğu modern batının zihni alışkanlıklarına tamamen yabancı bir şeydir. Buna
kıyasla diğer bütün vasıtalar ikincil mertebededir; bunlar her şeyden evvel
zihnin bir noktaya toplanmasını{41} kolaylaştırmaya ve insan
ferdiyetinin farklı unsurlarının birbiriyle ahenktar hale gelmesine yardım
ederler, böylece bu ferdiyet ile varlığın daha yüksek durumları arasındaki
fiili irtibat ve münasebetin yolu açılmış olur.
Bundan
başka, başlangıçta bu vasıtalar neredeyse sınırsız derecede değişiklik
gösterebilir, çünkü bunların her bir insan tekinin mizaç özelliklerine ve onun
özel yatkınlık ve eğilimlerine uyarlanması gerekir. Daha sonra bu farklılıklar
azalır, çünkü burada hepsi de aynı hedefe götüren birçok yol söz konusudur;
belli bir merhaleye ulaştıktan sonra bütün çokluklar kaybolur, fakat bu dönemde
münferit ve arızi vasıtalar kendi işlevlerini yerine getirmiş olacaklardır. Büyütülmesi
gereksiz olan bu işlev bazı Hindu metinlerinde yolcunun yolculuğunun menziline
daha çabuk ve daha kolay ulaşmasına yardım eden bir ata benzetilir, nitekim o
at olmasa da yolcu ulaşmak istediği yere ulaşabilecektir. Törenler ve muhtelif
usuller metafizik tahakkuk yolunu gösterir fakat buna rağmen yine de bunlar
ihmal edilebilir ve zihnin ve varlığın bütün güçlerinin sapmaz sarsılmaz
şekilde bu tahakkuk hedefine sabitlenmesiyle sonunda o yüce hedefe vasıl
olunabilir. Ama eğer çabayı daha zahmetsiz hale getiren araçlar varsa, ihmal
yolu neden seçilsin? Önce daha yüksek durumlara ve sonunda ulvi ve her türlü
sınırlamadan beri olan duruma erişmek için kendisi mümkün ve arızi olan bu
durumdan halihazırda yola çıkmaya zorlandığımız için beşeri durumumuzun sınırlamalarını
göz önünde bulundurmak mümkün olanı mutlak olanla karıştırmak mıdır?
Bütün
geleneksel öğretilerde karşımıza çıkan temel esasları gözden geçirdikten sonra
şimdi metafizik tahakkukun belli başlı merhalelerine dönmeliyiz. İlki sadece
hazırlayıcı olup beşeri alanda müessirdir, dolayısıyla ferdiyetin sınırlarının
ötesine geçmez.
Bu merhale
bu ferdiyetin sınırsızca genişlemesinden oluşur, ki sıradan insanda gelişenin
tamamı olan maddi cismani keyfiyet onun en küçük kısmını temsil eder; işte
mahsusat âleminden eğreti alınan vasıtalarla bu cismani keyfiyetten yola çıkmak
zorunludur, mamafih bunun başka insani hal yahut keyfiyetlerde aksisedaları
olacaktır. Hülasa söz konusu merhale insan ferdiyetinde içerilen ve birçok
genişlemeleri kapsadığı için cismani ve hissedilir alanın ötesinde farklı
doğrultulara uzanan saklı imkânların tümünün tahakkuku veya geliştirilmesidir;
ve başka durumlarla irtibat ve münasebet tesis etmek de işte bu genişlemelerle
mümkündür.
Bütün
ferdiyetin bu tahakkuku bütün geleneklerde "ilk esasi durum"{42} denilen şeye geri dönme diye ifade
edilir. Bu insanın hakiki durumu olarak kabul edilir ve ayrıca olağan durumun
ayırt edici özelliği olan sınırlamaların kimisinden, bilhassa zaman şartının
getirdiği sınırlamadan kurtulur. Bu "ilk esasi durum"a erişen kimse
hâlâ beşerden bir ferttir ve fert üstü durumlara fiilen sahip değildir. Ama o
yine de zamandan azadedir ve şeylerin görünür ardışıklığı onun için eşzamanlılığa
dönüşmüştür. O sıradan insanın meçhulü olan ve "ebediyet duygusu"
denilebilecek bir melekeye şuurlu olarak sahiptir. Bu fevkalade önemlidir çünkü
zamana bağlı ardışıklık bakış açısını ardında bırakıp her şeyi eşzamanlılık
içinde görme sırrına eremeyen kimsenin metafizik âleme dair en küçük bir fikir
/ kavrayış sahibi olması mümkün değildir. Hakiki metafizik anlayışa ulaşmak
isteyen bir kimsenin yapması gereken ilk şey zaman dışında bir yer edinmektir,
eğer çok tuhaf ve olağandışı görünmese buna mahsus "zamansız" deriz.
Ayrıca zamansızlığın bu bilgisi her ne kadar eksik de olsa sözünü ettiğimiz bu
"ilk esasi durum"a tam olarak erişmezden evvel gerçek bir ölçüde elde
edilebilir.
Belki de
"ilk esasi durum" tabirinin neden kullanıldığı sorulabilir. Sebep
şudur: Batı geleneği de dahil (çünkü Kitabı Mukaddes farklı bir şey söylemez)
bütün gelenekler bu durumun başlangıçta insanlık için normal, buna karşılık
mevcut durumun sadece bir düşüşün neticesi, çağların akışı içinde vuku bulmuş
olan ve belli bir çevrim müddeti içinde gittikçe ilerleyen bir maddileşmenin
sonucu olduğunu öğretmekte birleşirler. O nedenle modernlerin sözcüğe
atfettikleri anlamda "evrim'e inanmıyoruz. Az önce bahsi geçen sözde
bilimsel varsayımlar hiçbir surette gerçeğe uymazlar. Burada Hindu öğretilerinde
özellikle açıklanmış kozmik çevrimler nazariyesine safi imada bulunmaktan
fazlası elimizden gelmez; çünkü bu konunun dışına çıkmak olurdu, zira her ne
kadar ikisinin arasında yakın bir ilişki varsa da kozmoloji metafizik ile
özdeşleştirilemez. Kozmoloji metafiziğin tabiat alanına tatbikinden başka bir
şey değildir, hakiki tabiat kanunları ise külli ve zorunlu ilkelerin mümkün ve
izafi bir alandaki sonuçlarından ibarettir.
Metafizik
tahakkuka geri dönmek gerekirse: Onun ikinci aşaması ferdiyet üstü fakat hâlâ
kayıtlı sınırlı durumlara karşılık gelir, gerçi onun kayıtları beşeri durumun
kayıtlarından tamamen farklıdır. Burada daha önce sözü geçen insan dünyası
tamamen ve kati surette aşılır. Ayrıca aşılan veya geride bırakılanın en geniş
anlamıyla şekiller veya suretler dünyası olduğu ifade edilmelidir, çünkü şekil
bütün bu durumların ortak paydasıdır; o ferdiyeti ferdiyet olarak belirleyen
şeydir. Artık kendisine beşer demlemeyecek varlık bundan böyle, bir uzak doğu
deyimini kullanmak gerekirse, "suretlerin seyelanı"nı geride
bırakmıştır. Buna ilave olarak yapılması gereken başka ayrımlar da vardır,
çünkü bu aşamanın kendi içinde alt bölümlere ayrılması mümkündür. Aslında o her
ne kadar şekilden suretten bağımsız da olsa hâlâ tezahür etmiş varlığa mahsus
durumlara ulaşılmasından saf varlık olan küllilik derecesine kadar muhtelif
merhaleler ihtiva eder.
Mamafih
beşeri durumla karşılaştırıldığında bu durumlar ne kadar yüce ve beşeriyetten
ne kadar uzak olurlarsa olsunlar yine de izafidirler ve bu onların her türlü
tezahürün ilkesine karşılık gelen en yükseği için de geçerlidir. Bunlara sahip
olmak ancak geçici bir sonuçtur ve metafizik tahakkukun nihai hedefiyle
karıştırılmamalıdır; bu hedef varlığın dışında kalır ve onunla
karşılaştırıldığında sair her şey hazırlayıcı bir adımdan ibarettir. En yüksek
gaye her türlü kaydın mutlak olarak kalktığı, her türlü sınırlamadan azade
durumdur; bu sebepten ötürüdür ki hiçbir surette ifade edilemez ve onun
hakkında söylenebileceklerin tamamı izafiliği içinde her türlü varoluşu
belirleyen ve tanımlayan sınırların nefyedilmesi suretiyle{43} menfi tabirlerle ifade edilmelidir.
Yüce İlkeyle münasebeti içinde düşünüldüğünde Hindu öğretisinin
"Kurtuluş" dediği şey bu duruma ulaşmadır.
Bu her türlü
kaydın kalktığı durumda diğer bütün varlık durumları yerlerini bulur fakat
bunlar dönüşmüş ve kendilerini münferit durumlar olarak belirleyen özel
kayıtlardan sıyrılmışlardır. Geri kalan müspet bir gerçekliğe sahip olan
şeydir, çünkü her şey kendi ilkesine burada sahip olur. "Kurtulmuş"
varlık doğrusu kendi saklı imkânlarının tamamını elde etmiştir. Kaybolmuş olan
şeyler sınırlayıcı kayıtlardan ibarettir; bunlar Aristoteles'in anladığı
anlamda bir "yoksunluk"tan başka bir şeyi temsil etmedikleri
için menfidirler. Ayrıca bazı batılıların inandıkları gibi bir tür yok olma bir
tarafa bu nihai durum tam tersine karşısında sair her şeyin vehimden ibaret
kaldığı mutlak doluluk, yüce gerçekliktir.
Şunu bir kez
daha ekleyelim ki metafizik tahakkuk süreci içerisinde varlığın elde ettiği
kısmi bile olsa her netice gerçekte kendisine aittir. Bu netice varlık için
kalıcı bir kazanım teşkil eder ve hiçbir şey onu bundan mahrum bırakamaz; bu
yolda yapılan çalışma hatta tamamlanmadan kesilmiş olsa bile ilelebet
yapılmıştır çünkü o zamanın ötesindedir. Bu safı nazari bilgi için de doğrudur
çünkü her türlü bilgi, bir varlığın anlık değişikliğe uğramasından ibaret olan
ve onun muhtelif sonuçlarından her zaman ayrı duran fiil veya faaliyetten
farklı olarak, faydasını kendinde taşır. Bu neticeler kendilerini meydana
getiren şeyle aynı varoluş alanına ve düzenine aittir. Faaliyet faaliyetten
kurtarma sonucunu doğuramaz ve onun sonuçları mümkün olan en eksiksiz yayılımı
içinde düşünüldüğünde ferdiyetin sınırlarının ötesine erişemez. Faaliyet her ne
olursa olsun her türlü sınırlanmanın kökü olan cehalete karşıt değildir ve onu
ortadan kaldıramaz. Karanlığı nasıl ki güneş ışığı dağıtıyorsa cehaleti de
ancak bilgi dağıtabilir; ve böylece yüce gerçekliği içinde ortaya çıkan,
"Zat", zuhur etmiş etmemiş bütün durumların değişmez ve ebedi
ilkesidir.
Metafizik
tahakkuk hakkında ancak kabaca fikir verebilecek bu kısa ve ziyadesiyle noksan
hülasadan sonra ciddi yorum hatalarına meydan vermemek için bir noktanın
mutlaka vurgulanması gerekir: burada üzerinde durduğumuz şeylerin ne kadar
olağandışı olursa olsun hiçbir türden fenomenle hiçbir ilgisi yoktur. Her türlü
fenomen tabiat düzenine aittir; metafizik ise sözcüğü en geniş anlamıyla
kullansak bile fenomenlerin ötesindedir. Buradan başkalarının yanı sıra sözünü
ettiğimiz durumların hiçbir surette "psikolojik" durumlar olmadığı
kendiliğinden anlaşılır; bu meseleyle ilgili zaman zaman tuhaf karışıklıklar
ortaya çıktığı için bunun özellikle ifade edilmesi gerekir. Tanımı gereği
psikoloji ancak beşeri durumlarla ilgili olabilir ve ayrıca bugün onun temsil
ettiği şey, insan tekinin bu bilim dalındaki uzmanların tasavvur
edebileceklerinden çok daha fazlasını içine alan saklı imkânlarının ancak çok
sınırlı bir bölümüdür. Fert batıda genellikle farz edilenden aynı anda hem çok
daha fazlası hem çok daha azıdır. O cismani keyfiyetin ötesine sınırsız yayılma
imkânları, kısaca incelemekte olduğumuz bahse işaret eden her şey dolayısıyla
daha büyüktür; fakat bizatihi tam ve kendine yeter varlık teşkil etmesi bir
tarafa, bir zahiri tezahürden, hakiki varlığı örten gelip geçici bir görünüşten
ibaret olduğu için aynı zamanda çok daha azdır, ki bu hüviyetiyle değişmezliği
içinde hakiki varlığın özünü hiçbir surette etkilemez.
Metafizik
sahanın fenomenler dünyasının bütünüyle dışında olduğu hususu üzerinde ısrarla
durmak gerekir, çünkü modernler fenomenlerden başka bir şeyi pek bilmedikleri
gibi araştırmak da istemezler. Tecrübi bilimlere sarf ettikleri gayret ve
dikkat de göstermektedir ki onlar neredeyse münhasıran bu bilimlerle
ilgilenirler. Metafiziğe yeteneksizlikleri de bu aynı eğilimden ileri gelir.
Kuşkusuz metafizik tahakkuk süreci esnasında bazı fenomenler gerçekleşebilir
ama bu tamamen arızi bir durumdur. Bunların talihsiz sonuçları da olabilir,
çünkü bu neviden şeyler asıl gayeyi unutup bunlara önem atfedenler için ancak
birer engel olabilir. Bu fenomenlerle yolda duraksayan veya sağa sola meyleden
kimselerin ve hepsinden önemlisi olağandışı "güçler" arama iptilasına
teslim olanların tahakkuku bu sapma gerçekleşmezden önce erişmiş oldukları
noktanın ötesine taşıma şansları hemen hemen yok gibidir.
Bu müşahede
bizi doğal olarak "yoga" tabiriyle ilgili bazı hatalı yorumların
düzeltilmesine götürmektedir. Hinduların bu tabirle kastettikleri şeyin insanda
kuvve halinde bulunan bazı güçlerin geliştirilmesinden ibaret olduğu iddia
edilmemiş midir? Az önce söylemeye çalıştıklarımız böyle bir tanımın
reddedilmesi gerektiğini göstermeye yetecektir. Aslında "yoga" tabiri
yukarıda "birleşme" sözcüğüyle mümkün olduğu kadar lafzen tercüme
ettiğimiz şeyle aynıdır ve dolayısıyla doğru tanımlandığında metafizik
tahakkukun yüce gayesini ifade eder. "Yogi" ise tabirin en sıkı
anlamıyla sadece bu gayeye ulaşan kimsedir. Bununla beraber daha geniş bir
anlamda aynı tabirler bazı durumlarda "birlik" için hazırlayıcı
aşamalar veya hatta basit hazırlık vasıtaları için olduğu kadar vasıl olmak
için bu vasıtaların kullanıldığı aşamalara karşılık gelen durumlara erişmiş
varlık için de kullanılabilir. Fakat başlangıçta "birleşme" anlamına
gelen bir sözcüğün doğru olarak ve köken itibariyle nefes alıp verme temrinleri
veya bu neviden başka şeyler için kullanıldığı nasıl varsayılabilir? Genellikle
ritim bilimi diyebileceğimiz şeye dayanan bu ve başka temrinler kabul edilmeli
ki metafizik tahakkukun yolunu açmak amacıyla en çok kullanılan vasıtalar
arasında görülür; fakat mümkün ve arızi yardımlardan başka bir anlam ifade
etmeyen şeyler gaye yerine konulmamalı, buna ilave olarak bir sözcüğün asli
anlamı az çok çarpıtılmış olan tali bir kabulle karıştırılmamalıdır.
"Yoga"nın
asli anlamından söz ederken ve bunun her zaman esas itibariyle aynı şeyi ifade
ettiğini açıklarken henüz bahis konusu etmediğimiz bir soruyu ortaya koymayı
unutmamalıyız. Bütün temel fikirlerimizi kendilerinden ödünç aldığımız bu
geleneksel metafizik öğretilerin kökeni nedir? Her şeye tarihsel açıdan bakma
itiyadında olanların itirazlarını üzerine çekme tehlikesi varsa da cevap gayet
basittir: Kökenle eğer zaman içerisinde belirlenmeye müsait beşeri bir menşei
kastediyorsak bunların kökeni yoktur. Bir başka ifadeyle, geleneğin kökeni,
eğer köken sözcüğü gerçekten böyle bir durumda kullanılmaya elverişli bir
sözcükse, metafiziğin kendisi gibi "beşeri değil"dir. Bu neviden öğretiler
insanlık tarihinin herhangi belirli bir anında ortaya çıkmamıştır; bazı
önyargıların aksine, tarihsel bakış açısının kullanılamayacağı şeylerin olduğu
kabul edilmek şartıyla "ilk esas duruma" yaptığımız atıf ve ayrıca
metafizik vasfa sahip her şeyin zamansız tabiatı hakkında söylediklerimiz bu
meselenin çok fazla güçlükle karşılaşılmaksızın kavranılmasını mümkün kılar.
Metafizik hakikat ebedidir; böyle olsa bile onu tam ve hakiki manada
bilebilecek varlıklar her zaman varolmuştur. Değişen her şey harici şekiller ve
arızi vasıtalardan ibarettir; ve değişimin bugün insanların "evrim"
dedikleri şeyle hiçbir ilgisi yoktur. O falan veya filan münferit durumların
belli bir insan soyu ve çağın özel şartlarına basitçe uyarlanmasından
ibarettir. Şekillerin çokluğu bundan ileri gelir; fakat varlığın temel birliği
ve özdeşliği zuhur durumlarının çokluğuyla nasıl değişmiyorsa öğretinin temeli
de şekillerin çokluğu ile değişikliğe uğramaz.
Dolayısıyla
metafizik bilgi ve aynı şekilde onu olması gereken şeye dönüştürecek olan tahakkuk
her yerde her zaman mümkündür, en azından ilkesel planda ve yarı mutlak anlamda
alındığında bu böyledir. Fakat gerçekte ve izafi bir anlamda, bunun her yerde
ve arızi şeylere en küçük bir aralık bırakmaksızın aynı derecede mümkün olduğu
söylenebilir mi? Bu konuda, en azından tahakkuk söz konusu olduğu kadarıyla,
daha az olumlu olmalıyız. Bu husus izahını böyle bir tahakkukun başlangıcı
itibariyle desteğini arızi şeyler alanından alması gerektiğinde bulur. Modern
batıda şartlar bilhassa elverişsizdir, o kadar ki böyle bir şey neredeyse
imkânsızdır ve çevreden bir yardım olmadığında ve böyle bir yola koyulan
kimsenin çabalarını ancak köstekleyebilecek veya berhava edebilecek şartlarda
tehlikeli bile olabilir. Buna mukabil geleneksel dediğimiz bu uygarlıklar öyle
bir düzene sokulmuşlardır ki sonuç alınmasını kolaylaştıran yardımlar
bulunabilir, gerçi böyle bir yardım harici türden sair her şey gibi mutlak
manada zorunlu değildir; ama böyle bir yardım olmaksızın fiili neticeler elde
etmek güçtür. Burada tecrit edilmiş bir insan tekinin gücünü kuvvetini aşan bir
şey vardır, bu insan başka bakımlardan gerekli vasıfları şahsında toplasa bile
bu böyledir; ayrıca mevcut şartlar içerisinde kimseyi böyle bir yola
düşüncesizce koyulması için teşvik etmek istemeyiz ve bu bizi bu konuşmanın
neticesine getirir.
Bize göre
doğu ile batı (ki burada bu modern batı anlamına gelir) arasındaki bariz
farklılık, gerçekten esasa ait yegâne farklılık (çünkü diğerlerinin tümü
talidir ve bundan türemiştir) bir yanda geleneğin ve onun zımnen delalet ettiği
her şeyin muhafazası, öte yanda aynı geleneğin unutulması ve yitirilmesidir;
bir yanda metafizik bilginin sürdürülmesi, diğer yanda bu saha ile ilgili her
şeyin tamamen ihmal edilmesidir. Seçkinlerine kısa bir an için gördüğümüz imkânların
önünü açan ve fiili tahakkuk için en uygun vasıtaları sunan (dolayısıyla en
azından bazılarının tam tahakkuklarına imkân sağlayan) uygarlıklarla—bu
geleneksel uygarlıklarla bütünüyle maddi istikamette ilerlemiş olan bir
uygarlık arasında hangi ortak ölçü bulunabilir? Ve kim, bilmem hangi
önyargılarla gözleri kör olmadıkça maddi üstünlüğün zihni yetersizlik veya
geriliğin mahzurlarını gidereceğini iddiaya cüret edebilir? "Zihni"
derken bununla gerçek zihni kapasiteyi, ne beşeri sınırlarla ne de tabiat
âlemiyle sınırlanan ve mutlak aşkınlığıyla saf metafizik bilgiyi mümkün kılan
zihniliği{44} kastediyoruz. Bana öyle görünüyor
ki bu sorular üzerine kısa bir müddet düşünülse verilmesi gereken cevapla
ilgili hiçbir şüphe veya tereddüt kalmayacaktır.
Batının
maddi başarısı itiraz kabul etmez; onu kimse inkâr edemez, fakat bu hiç de
gıpta edilecek bir şey değildir. Hatta daha da öteye gidip, eğer zamanında
kendine gelmezse ve eğer İslam dünyasındaki bazı tarikatlarda kullanılan bir
ifadeyi kullanmak gerekirse, "aslına rücu"yu ciddi bir şekilde
düşünmezse bu aşırı maddi gelişmenin batıyı er ya da geç felakete sürükleyeceği
söylenebilir. Bugün bazı çevrelerde "batının müdafaası" sözleri
işitiliyor, fakat maalesef batının bizzat kendisine karşı savunulmaya ihtiyaç
duyduğu ve onu gerçekten tehdit eden tehlikelerin tümünün en başta geleninin ve
en korkunç olanının kendi mevcut eğilimleri olduğu anlaşılmış görünmüyor. Bunu
derinlemesine düşünmek iyi olacaktır; halen düşünebilecek durumda olan herkese
bunun kuvvetle tavsiye edilmesi gerekir. Bununla konuşmamı sona erdiriyorum.
Batıda artık muadili kalmamış olan doğu zihniyeti tam olarak anlaşılabilir hale
getirilememiş olabilir ama en azından ona dair bir kısım tedailer uyandırmak
için elimden geleni yaptım. Bu hakiki metafizik, Hint kutsal metinlerine göre
yegâne tam, hakiki, mutlak, sınırsız ve ulvi olan bilgi hakkında eksik noksan
da olsa bir taslaktı.
"Yaratılmamış bilgelik, her zaman nasıldıysa şimdi öyle
ve hep öyle olacak."
Augustinus, itiraflar, IX, 10.
"İlk, Esasi ve Şimdiki Tanıklık."
Prakâsânanda, Siddhântamuktâvali, 44.
I. Felsefe veya Bilgeliğin Tanımı ve
Konumu
"Felsefe
meseleleri"ni ele alıp tartışmak daha başından bir "felsefe"
tanımını gerekli kılar. "Felsefe"nin ne bilgi sevgisinden ziyade
bilgelik sevgisini ifade ettiği, ne de ikinci olarak, felsefenin "bilgelik
sevgisi"nden doğal bir geçişle bilgeliği seven ve kendilerine filozof
denilen kimselerin öğretisi anlamına geldiği ileri sürülebilir.{46}
Şimdi bilgi
olarak bilgi, duyuların bildirdiklerinden ibaret değildir (retina aynasındaki
herhangi bir şeyin yansıması bir hayvan veya bir budalada mükemmel olabilir ama
bilgi değildir) ne de safi bilme / tanıma fiilidir (isimler yalnızca az önce
bildirilenlere atıfta bulunma aracıdır) fakat bu bildirilenlerden veya
sunulanlardan yapılan bir soyutlamadır. Bu soyutlamada şeylerin isimleri
şeylerin kendileri için kullanışlı ikameler olarak hizmeti görür. Şu halde
bilgi münferit [cüzi] verilenlere değil fakat verilen türlere aittir; bir başka
söyleyişle, ilkeler, cins ve türler olarak, anlaşılır veçheleriyle şeylerin,
yani bilenin zihninde şeylerin sahip olduğu varlığın bilgisidir. Bilgi bir
amaca ulaşmaya yöneldiği kadarıyla ameli bilgi, bilende kaldığı kadarıyla
nazari veya spekülatif bilgi adını alır. Son olarak bir kimsenin bilgece
bildiğini söyleyemeyiz ama iyi bildiğini söyleyebiliriz; bilgelik bilgiyi doğru
varsayar ve iradenin bilinen şeylerle ilgili meylini yahut hareketini yönetir.
Ya da bilgeliğin herhangi bir verili durumda ya da genel geçer olmak üzere
eylemde bulunma veya bulunmama kararının kendisine göre alındığı bir değer
ölçütü olduğunu söyleyebiliriz; ki o karar sadece harici eylemlere değil fakat
aynı zamanda fikri veya nazari edimler / eylemlere de uygulanır.
Şu hale göre
felsefe bilgiye dair bir bilgelik, bir correction du savoir-penserdir.{47} Genel
olarak felsefenin (2){48} mesela mantık, etik, psikoloji,
estetik, teoloji, ontoloji gibi yukarıda nazari veya spekülatif bilgi olarak
söz ettiğimiz şeyi kucakladığı kabul edilir. Ve bu anlamda felsefenin
meseleleri aşikâr ki aklileştirme meseleleri, felsefenin gayesi de deneysel
tecrübenin verilerini "anlamlı hale" gelecek şekilde birbirine
bağlamaktır, ki bu da büyük ölçüde cüzilerin küllilere ircasıyla (dedüksiyon)
gerçekleştirilir. Bu şekilde tarif edildiğinde felsefenin işlevi pratik bilimin
işleviyle tezat teşkil eder, ki bu sonuncunun gerçek işlevi cüziyi külliden
kestirmektir (endüksiyon). Bununla beraber felsefenin (1) bunun dışında
münferit düşünce türlerine değil de daha çok düşünmeye dair bir bilgelik,
düşünmenin ne anlama geldiğinin bir çözümlemesi, düşüncenin nihai bağı yahut
rabıtasının özünün ne olabileceğiyle ilgili bir araştırma anlamına geldiği
kabul edilir. Bu anlamda felsefenin meseleleri gerçekliğin, fiililiğin veya
tecrübenin nihai doğasıyla ilgilidir. Gerçeklikle kastedilen sadece bilkuvve [in
potentia] değil bilfiil [in actu] mevcut olan her şeydir. Sözgelimi
hakikat, iyilik ve güzelliğin (tecrübeden soyutlanmış kavramlar olarak
düşünülecek olursa) ne anlama geldiğini sorabiliriz ya da bunların veya
tecrübeden soyutlanmış herhangi bir kavramın gerçekte kendine ait bir varlığı
olup olmadığını sorabiliriz; ki bu bir yandan adcılarla gerçekçiler, diğer
yandan idealistler arasındaki tartışmanın konusudur.{49} Bütün bu kullanımlarda felsefe
"bilgelik" anlamına geldiği için çoğul olarak felsefelerden söz
ettiğimizde farklı bilgelik türlerinden değil fakat farklı türden şeylerle
ilgili bilgelikten söz ettiğimiz bir kenara kaydedilmelidir. Bilgelik az veya
çok olabilir fakat söz konusu olan yine de bir ve aynı bilgelik türüdür.
Bu türe
gelince, eğer bilgi soyutlamayla ilgili bilgi, bilgelik de bilgiye dair
bilgelikse bu demektir ki, bilinen veya bilinebilir olan şeylerle ilgili, bir
muhakeme veya diyalektik yöntemiyle tecrübi verilerden elde edilen ve ne
vahyedilmiş veya irfanî [gnostik] öğreti olan ne de böyle bir iddiada
bulunan bu bilgelik hiçbir surette düşünceyi aşmaz, bilakis düşüncenin en iyi
türü, ifade edelim ki, en hakiki bilimdir. Aslında o kusursuz bilgeliktir ve
iyilikseverliğe [bonne volonté, benevolencia], insan için büyük
değerlerden biri vasfına bürünür.{50} Fakat unutmayalım ki tecrübi, bir
başka söyleyişle, istatistiki temeli sebebiyle ve hatta aklın matematiğe
atfedilebilecek türden yanılmaz bir faaliyetini gerekli kıldığından bu bilgelik
asla mutlak kesinlikler tayin edemez ve ancak büyük başarı ihtimaliyle tahminde
bulunabilir. Bilim "kanunları" ne kadar faydalı olursa olsun geçmiş
tecrübeyi tekrar kullanmaktan fazlasını yapamaz.
Bundan başka
yukarıda sözü edilen anlamlardan İkincisine göre felsefe ya da bilinen veya
bilinebilir şeyler hakkında beşeri bilgelik sistematik olmalıdır, çünkü
mükemmeliyetinin her şey hakkında bir açıklama sunmasına, muammanın bütün
parçalarını mükemmelen bir araya getirip tek bir mantıklı bütün yapmasına
dayandığı kabulü bunu gerekli kılar. Ve bu sistem kapalı olmalıdır, yani
zaman ve mekân, sebep sonuç alanıyla sınırlı olmalıdır, çünkü varsayım gereği
bilinebilir ve belirli şeyler hakkındadır ve bunların hepsi bilme melekesine
sebepleri araştırılan sonuçlar görünümü içinde verilir.{51} Mesela mekân belirsiz olup sınırsız
büyüklükte olmadığı için{52} muayyen şeyler hakkındaki
bilgeliğin "gerçeklik"e, mekândan veya maddeden ya da benzer şekilde
zamandan bağımsız keyfiyet veya tarzda olsun olmasın, herhangi tatbiki bir bağı
olamaz çünkü eğer bir "şimdi" varsa, böyle bir şey hakkında ne mahsus
bir tecrübemiz vardır ne de onu mantıki sınırlar içinde tasavvur edebiliriz.
Eğer beşeri bilgelikle faaliyet alanının doğal sınırlarının ötesine geçmeye
kalkılsaydı söylenebilecek şey en fazla "belirsiz büyüklük"
(matematik sonsuzluk) ifadesi din ve metafizik alanında bir kaziye olarak kabul
edilen "temel sonsuzluk" deyimine belli bir benzerlik arz eder
olurdu, fakat bu suretle özü itibariyle sonsuz olanın "varlığı"
(esse) ile ilgili hiçbir şey tasdik veya inkâr edilemezdi.
Eğer sadece
kendisine dayanan beşeri bilgelik ("akılcılık") bir din teklif ederse
bu izi eseri her yerde görünen ama yine de çözümlemeye en fazla ayak direyen,
mesela "hayat", "energeia" vb. gibi tanrısal varlık
tasavvuruyla "doğal din" denilen şey olacaktır. Bu doğal din bir
tümtanrıcılık veya tektanrıcılık olacaktır. Böyle bir din her yerde şeylerin
deviniminde hissedilebilir olan izi eserleriyle tanınan evrenin ruhunu (anima,
"canlılık, hayatiyet") bir kaziye olarak kabul eder, ki o şeyler
arasında bir canlı cansız ayrımı yersiz olacaktır çünkü hayatiyet yahut
canlılık akli olarak yalnızca "harekette kendisini dışa vuran veya
hareketin sebebi olan şey" olarak tarif edilir. Veya eğer bir
tümtanrıcılık değilse o zaman bir çoktanrıcılık olacaktır ki bu durumda bir
kaziye olarak kabul edilen, mütekabil hareketler çokluğu / çeşitliliğinin
altında yatan ve onu izah eden şey olarak bir canlı şeyler ("güçler")
çokluğu / çeşitliliğidir.{53} Fakat böyle bir canlı şey veya
şeyler zatı itibariyle gayrı muayyen bir "gerçekliğin" sadece muayyen
ve mümkün veçheleri olabilir önermesiyle ilgili olarak hiçbir şey tasdik veya
inkâr edilemez. Daha teknik bir dille ifade edilecek olursa, tümtanrıcılık veya
çok-tanrıcılık özü itibariyle gayrı dini kavramlardır ve herhangi bir dinî veya
metafizik öğretide tanındığında o dinî veya metafizik öğretinin özüne ait değil
aklın ilaveleri olarak kabul edilmelidir.{54}
Diğer yandan
sadece kendine dayanmayan beşeri bilgelik, bunları kendisinin önünde kabul
ettiği için, dini veya metafizik bilgeliklerin kısmi yani kıyasi{55} açıklaması için kullanılabilir.
Zira her ne kadar bu iki bilgelik (felsefe (2) ve felsefe (1)) birbirinden tür
bakımından ayrıysa da şekli bir bağdaşma [tetabuk] olabilir ve bu anlamda
"din ile bilimin uyuşması" denilen şeyden söz edilebilir.
O zaman her
ne kadar farklı tarzlarda da olsa her biri bir diğerine bağlıdır; bilimler
vahyedilmiş hakikate şeklen doğrulanmaları için, vahyedilmiş hakikat de
kıyas/tenazur yoluyla ispatlanması için bilimlere, "onlara ihtiyaç
duyduğundan değil fakat öğretisini sadece daha açık hale getirmek için" dayanır.
Her iki
durumda da beşeri bilgeliğin nihai gayesi ya filozofun kendisinin, ya
komşularının ya da en geniş planda insanlığın, fakat zorunlu olarak maddi
iyilik açısından, payına düşecek bir iyilik veya mutluluktur. Tasavvur edilen
iyiliğin türü manevi bir iyilik olabilir veya olmayabilir.{56} Mesela biz hüsnüniyet ya da doğal
adalet duygusuna sahip olursak doğal din ahlakta müşterek iyiliğe en çok
katkıda bulunan veya vesile olan şeyler olarak bu tür davranış kurallarının
kutsanmasında ifadesini bulacaktır ve bunun için hatta hayatını feda eden
birisine hayranlık duyulabilecektir. Estetikte (sanat circa factibiliadır)
doğal din, belli bir iyilik düşüncesi, insanların iyiliği için uygun olduğundan
dolayı, ister maddi mecburiyetler ister maddi haz kaynakları olarak bu tür
iyiliklerin meydana getirilmesini meşrulaştıracaktır. Bütün bunlar
"hümanizm"e aittir ve kolay kolay küçümsenip bir kenara bırakılamaz.
Fakat iyilik düşüncesinin veya hüsnüniyetin olmaması halinde doğal din
"güçlü olan haklıdır" ya da "sona kalan dona kalır"{57} önermesinin ve imalatta mesela
çocukların çalıştırılması ve zehirli gazların üretiminde olduğu gibi ya
herkesin iyiliği için zararlı olan ya da bizatihi doğrudan herkesin iyiliği
için zararlı maksatlarla bağdaştırılmış olan yöntemlerle emtianın üretiminin
aynı derecede meşrulaştırılması için kullanılabilir. Buna karşılık vahyedilmiş
hakikat a priori bir iyilik düşüncesi talep eder, ama hüsnüniyetin
müessir hale getirilebilmesi için bilim formunda olsun sanat formunda olsun
akli felsefesinin yardımının gerekli olduğunu ilave eder.{58}
Demek oluyor
ki başka türden bir felsefe vardır (1) ki kendisinden "vahyedilmiş
hakikat" diye söz ederiz, gerçi o felsefenin bütün alanını kapsar (2) ama
onun bu kapsayışı başka türlüdür, beri yandan o bunun ötesini zaman ve mekân
ağı içinde haddizatında içkin olabilen ve akli ispatlama kabiliyetinden yoksun
olmayan fakat yine de sözü edilen bu ağ bakımından aşkın olduğu söylenen yani
ne onun içinde içerilen ne onun tarafından verilen ne de bütünüyle ispatlamaya
elverişli olan "gerçeklikleri güvenle ele alır. Mesela İlk Felsefe{59} zamanın akışından bağımsız olan bir
"şimdi"nin gerçekliğini kabul eder; halbuki tecrübe ancak geçmiş ve
geleceğe aittir. Keza İlk Felsefenin yöntemi artık öncelikle tümdengelime [deduction]
ve ikinci olarak tümevarıma [induction] değil; fakat baştan sona
tümevarıma dayanır, mantığı değişmez şekilde aşkın olandan tümel / külli olana
oradan da tikel / cüzi olana ilerler. Haddizatında İlk Felsefe "yukarıda
nasılsa, aşağıda da öyle" ve tersi ilkesini{60} doğru kabul ederek küçük âleme ait
her olguda büyük âleme ait gerçekliğin izini veya remzini bulabilir ve buna
uygun olarak kıyas yahut tenazur yoluyla "kanıtlama"ya başvurur;
fakat bu zahiren tümdengelime dayanan yöntem burada tanıtlama [demonstration]
yoluyla tatbik edilir, çünkü burada mantıki delil söz konusu değildir ve onun
yerini ya inanç (Augustinus'un credo ut intelligamı{61}) ya da
dolaysız tecrübe delili{62} (alaukikapratyaksa) alır.
Vahiyle
öğrenilen (ister kulakla ister sembolik intikal yoluyla) tutarlı ama sistematik
olmayan, kısmen anlaşılmaz [unintelligible] şeylerden söz etse de
bizatihi anlaşılabilir olan bir öğreti olarak en yüksek bilgelikle ilgili ilk
meselemiz dini metafizikten, felsefe (1)'i felsefe (2)'den koparmadan ayırt
etmektir. Bu tıpkı cevherin özden ayrılığı gibi farksız bir ayrımdır, ama yine
de herhangi bir manevi fiil ya da hareketin hakiki anlamını kavramak istiyorsak
temel önemi haiz bir ayrımdır.
Bu sebepten
ötürü öncelikle, zatı itibariyle bir olan ve herhalde öncelikle gayrı maddi,
veya akılcılık nazarından, "gerçek dışı" şeyleri gaye edinen bir
bilgelik açısından din ile metafizik arasında yapılabilecek ayrımları
vurgulamaya çalışacağız.{63} Ana hatlarıyla ifade etmek
gerekirse bu ayrım Hıristiyanlığın Gnostisizmden, Şeriatın Marifetten,
Râmânuya'nın Şankarâcârya'dan, iradenin akıldan, amelin (bhakti){64} bilgiden (jnâna)
ya da avidyanın vidyâdan{65} ayrılığıdır. Yol bakımından bu
ayrım takdis merasiminin [consecration] tekris töreninden [initiation],
edilgin bütünleşmenin etkin bütünleşmeden; Gaye bakımından özümsenmenin (tadâkâratâ)
özdeşleşmeden (tadbhâva) ayrılığıdır. Din bağlılarının
mükemmelleşmelerini ister, metafizik onların hiçbir zaman bozulmamış
mükemmeliyetlerinin (hatta şeytan bile, tabiat itibariyle değil fakat lütuf ve
ihsan bakımından düşmüş / günaha dönmüş olduğu için aslında Lusifer'dir)
farkına varmalarını ister. Dinin noktayı nazarından günah ahlakidir;
metafiziğin nazarından ise akli yahut zihnidir, (metafizikte ölümcül günah
Şeytan misalinde olduğu gibi, müstakil ve kendi kendine yeter olma kanaati
yahut iddiasıdır ya da İndra örneğinde olduğu gibi başkalarının manevi bakımdan
eriştikleri lütufları kıskanmaktır).
Genel olarak
din İlk İlkenin, bilkuvve varlığını (kâranâvasthâ) nazarı itibara
almaksızın bilfiil varlığından (kâryâvasthâ) hareket eder;{66} buna mukabil metafizik Yüce
Özdeşliği birbirinden koparılamaz bir kuvve ve fiil, karanlık ve ışık birliği
olarak ele alır ve Onda özdeşlik içinde faaliyetlerini anlamaya çalıştığımızda
bunların birbirinden ayrı olarak da düşünülebileceğini ve düşünülmesi
gerektiğini savunur. Dolayısıyla din "ilk madde",
"bilkuvvelik", veya "bilfiil var olmama durumu"nun Tanrının
bilfiilliğinden uzak tutulmasını bir kaziye olarak koyarken ve bu "ilk
madde"nin ya da İlk"in" ilkesel mevcudiyetini
onun"taibat"ı olarak nazarı itibara almazken bir ikilik boyutunu{67} kabul eder.{68}
Bilinen şey
bilende ancak bilenin hal ya da keyfiyetine göre var olabileceğinden ötürü
dinler her biri "Tanrının bir düzenlemesi" olduğu ve şekil ya da
üslup bakımından birbirinden ayrıldıkları için çok olabilir ve olmalıdır ve bu
sebepten ötürü biz Hindistan'da "O kendisine ibadet edenlerin tasavvur
ettiği suretlere bürünür" deriz; ya da Eckhart'ın ifade ettiği gibi:
"Tanrı'nın Tanrı olmasının sebebi benim".{69} Ve yine bu sebepten ötürü dini
inanışlar insanları birleştirdikleri kadar, Hıristiyan veya putperest, mümin ya
da kâfir gibi, birbirlerine karşı böler de.{70} Dolayısıyla filozof tarafından
çözülmesi gereken en acil meselenin ne olabileceğini düşünecek olursak bunun
mukayeseli din ilkelerinin denetim ve gözden geçirilmesi suretiyle ortaya
konulacağı cevabını verebiliriz, ki en iyi, bilgeliğin kılavuzluğunda ilerleyen
bu bilimin hakiki gayesi bütün dinlerin ortak metafizik temelini ve müşterek
manevi ve zihni bir dilin lehçeleri olarak farklı kültürlerin temelinde
birbiriyle ilişkili olduklarını göstermek olmalıdır. Zira her kim bunu idrak
ederse artık "kendi dininin en iyi din" olduğunu iddia etmek
istemeyecek, fakat sadece "bunun kendisi için en iyisi" olduğunu
söyleyecektir.{71} Bir başka ifadeyle, dini
mücadelenin amacı karşıdakinin dinini değiştirmeye değil fakat onu kendi
dininin özünde onunkiyle aynı olduğuna iknaya çalışmak olmalıdır. Konuyla
ilgili bir misal olarak kısa bir zaman önce Katolik bir dosttan aldığımız bir
mektup zikredilebilir. Orada dostumuz gayet samimi bir itirafla dile
getiriyordu: "Hıristiyanlar ile Hindular arasında farklılık bulup ortaya
çıkarma çabamın sathiliği ve ucuzluğundan dolayı yıllardır büyük bir mahcubiyet
içindeyim." Belirtmek gerekir ki bunun gibi bir beyan Avrupalı okurların
çoğunluğunda elbette bir korku hatta dehşet hissi uyandıracaktır. Esasen dini
mücadelenin genel olarak bizim gözümüzde karşıdakini doğruluktan çok yanlışa
ikna etme niyetinde olduğunu biliriz. Hatta çağdaş propaganda yazısında, eğer
karşıdakinde temel hakikati keşfedecek olsak, bu sanki kendi inancımızı
darmadağın edecek bir felaket olacakmış gibi alttan alta bir korku duygusuyla
bile karşılaşılabilir. Bu korkuya yol açan şey bizzat, artan bilgi ve anlayışla
birlikte, bir dinle diğeri arasında teme! farklılıklar tespit etmenin gittikçe
daha da güç hale gelmesidir. İlk Felsefenin işlevlerinden biri bu tür korkuları
dağıtmaktır. Metafiziğinki hariç bütün insanların tam bir uzlaşma içerisinde
olabilecekleri başka bir temel de yoktur, ki biz onun her türlü dini usûl ya da
kaidenin temeli ve normu olduğunu iddia ediyoruz. Bir defa böyle bir ortak
temel tanınıp kabul edildiğinde teferruattaki anlaşmazlığı kabul etmek basit
bir mesele haline gelir, çünkü o zaman muhtelif dogmatik usul ya da kaidelerin
bir ve aynı ilkenin değişik ifadelerinden başka bir şey olmadığı görülecektir.{72}
Halihazırda
batı uygarlığının gerçekleşmesi çok yakın bir tehlike olarak topyekûn işlevsel
çöküş ihtimaliyle karşı karşıya olduğunu, dahası bu uygarlığın dünyanın geri
kalanında aynı zamanda uzun zamandır güçlü bir kargaşa ve zulüm amili olarak
bulunduğunu ve halen bulunmayı sürdürdüğünü az kimse inkâr edecektir. Bu
şartların her ikisinin son tahlilde "East is East and West is West, and
never the twain shall meet"{73} vecizesinde
mükemmelen ifadesini bulmuş olan tekebbür ve iktidarsızlığa bağlanabileceğini
söyleyebiliriz, ki böyle bir vecizeyi telaffuza ancak en kesif cehalet ve en
derin yüreksizlik cesaret etmiş olabilir. Buna karşılık müessir ve muteber bir
doğu batı uzlaşmasının üzerine oturtulabileceği yegâne mümkün temelin bütün
zamanlar ve bütün insanlar için bir ve aynı olan ve çevreye ait her türlü
hususi durumdan bağımsız olan saf akli bilgelik temeli olduğunu biliyoruz.{74}
Burada din
ve metafizik farklılığını uzun uzadıya ele alıp incelemeyi tasarlamıştık, ama
bölümü bunların nihayetinde özdeş olduklarını ileri sürerek kapatmak zorunda
kalıyoruz. Yollar veya tatbikatlar olarak düşünüldüğünde her ikisi de yoldan
çıkmış ve parçalanmış bireysel bilincin düzeltilmesi, yeniden oluşturulması ve
yeniden bütünlenmesini başarmanın araçlarıdır. Her ikisi de insanın nihai
gayesini (purusârtha) kendi varlığında mündemiç olan saklı imkânların
tümünün birey tarafından tahakkuk ettirilmesinden ibaret olarak tasavvur eder
veya daha ileri giderek her hal ve keyfiyette varolmanın, ve ayrıca nihai bir
gaye olarak var olmama durumunun imkânlarında varlık imkânlarının tümünün bir
tahakkukunda görürler. Yeni-Platoncular, Augustinus, keza Erigena, Eckhart ve
Dante için, ve Rûmî, İbn Arabî, Şankarâcârya ve Asya'da daha pek çok başkaları
için dini ve akli / kalbi tecrübe birbirinden tamamen ayrılamayacak kadar iç
içe geçmiştir;{75} "O, ki akıl ve idrak sahipleri
ona her şeyin Gözü, akılların Aklı, ışıkların Işığı, huşu ve ihtiram uyandıran
Hâzır-ı Mutlak derler, insanın nihai gayesinden nasıl başka olabilir!" ve
"Sana dokunuldu ve sen alındın! Uzun zaman benden ayrı kaldın, fakat şimdi
buldum seni, artık izin vermem asla gitmene""theistic" bir
kaynaktan değil, fakat "Öz"e (âtman) ve "gayrı şahsi"
Brahman'a seslenen Veda ilahilerinden alınmıştır.
II. Farklı Bilgeliklerin Ölümsüzlük
Meselesini Nasıl Düşündükleri
Şimdi farklı
bilgelik türlerinin herkes için son derece mühim münferit bir meseleye
yaklaşımlarını ele alıp inceleyelim. Felsefenin ölümsüzlük meselesine ilgisi,
bilgelik öncelikle gayrı maddi şeylerle ilgili olduğu için aşikârdır ve maddi
şeylerin bu hüviyetiyle (esse per se) ölümsüz olmadıkları, hatta bir
andan diğerine dahi erişmedikleri fakat sürekli olarak akış halinde
bulundukları meydandadır ve bu sürekli oluş hali içinde o şeylerin içinde
ölümsüz bir ilke olsun olmasın bu inkâr edilemez. Ya da maddeyi bir başka
zaviyeden görmek gerekirse, fenomenal şeylerde ölümsüz olanın, eğer varsa, her
ne olursa olsun zaman başladığından beri bu vasfa sahip olduğunu
söyleyebiliriz, çünkü ölümsüz bir ilkeden ölümlü hale geldi diye söz etmek onun
her zaman ölümlü olduğunu söylemekle aynı şeydir.
Beşeri
bilgeliğin, akılcılığın, felsefemizin (2) ölümsüzlükle yeryüzünde ebedi bir
hayatı değil, fakat bireysel bilincin ve hafızanın ve karakterin ölüm
sonrasında, her gün ölüm benzeri uykunun gecelik fasılalarını aşıp hayatımızı
sürdürdüğümüz gibi, sürdürmesini anladığını ispatlamak için temellendirmeye
gerek yoktur. Şu halde akli bilgelik şu iki tavırdan birini benimseyecektir.
Öncelikle o, eğer bilincimiz bizatihi hareket halindeki maddenin yani fiziki
varoluşun bir işlevinden daha fazla bir şeyse, bilincimizin işlevinin istinat
eder göründüğü gerçek fiziki temellerden bağımsız olarak faaliyetini
sürdürdüğüne dair ne bir tecrübemizin olduğunu, ne de böyle bir şeyi
düşünebileceğimizi ileri sürebilir. Ve bu sebepten ötürü o tarih içerisindeki
ölümsüzlükten, yani başka ölümlü varlıkların hatıralarından başka bir imkân
yahut ihtimali düşünemez. Bu anlamda, aradan çok uzun zaman geçmiş olduğu için
isimleri unutulmuş bir kimse veya bir halkın varoluşunun belgelere dayanan
delillerinin keşfiyle hafızanın tazelenmesinde olduğu gibi, bir tür ölümden
sonra diriliş ihtimali bir kaziye olarak kabul edilebilir. Ya da beşeri
bilgelik doğru ya da yanlış olarak, "kişiliğin bekası"nın
delillerinin, yani "öte dünya" ile ya gözlemcinin bilmediği fakat
daha sonra doğrulanan olgulara atıfla ya da şu veya bu türden
"tezahürler" ile gözlemciyle temas halinde olduğu kabul edilen ölüde
hafızanın sürekliliğini ve bireysel karakterin temadisini ispatlayacak türden
haberleşmelerde bulunduğunu iddia edebilir. Eğer bu şekilde kabul edilen delil
aklileştirilmeye çalışılırsa o vakit mevcut maddi duygularımız için
algılanabilir olandan daha başka ve daha latif madde türlerinin olabileceği ve
maddenin bu diğer kipliklerinin pekâlâ başka varlık düzeylerinde faal olan
bilincin kabulü için bir dayanak işlevi görebileceği ileri sürülür.
Bu iki akli
yorum arasında manevi veya zihni bir ayrımın yapılamayacağı kolaylıkla
görülecektir, bunlar arasındaki yegâne ayrımın bireysel bilincin ve karakterin
sürekliliğinin boyutlu bir mekân içinde ve maddi bir temel üzerinde
("dördüncü boyut" veya ilke planında hiç değişmeyen "latif
madde" teorileri) muhafaza edilebileceği zamanın yekûnu veya türüyle
ilgili olan ayrımdır. Bu akılcı yorumların her ikisi de hem din hem metafizik
tarafından aynı ölçüde in toto reddedilir.
Bireysel
bilincin pek çok veya değişik varlık düzlemlerinde ve muhtelif zaman kiplerinde
belirsiz temadisi ihtimali ne dinde ne metafizikte reddedilir (bilakis bireysel
bilincin şimdi dahi mevcut dünyevi tecrübemizin düzeylerindekinden başka
düzeylerde de faal olduğu kabul edilir){76} fakat bu tür varlık biçimlerinde
bir devamlılık, doğrusunu söylemek gerekirse, ölümsüzlük değildir, bu varlığın
inkişaf veya istihale olmaksızın ve tamamen sessiz sedasız değişmezliği
anlamına gelir. Buna mukabil imkân dahilinde olandan ayrı olarak bu şekilde
mevcut olduğu varsayılan şey, yani bireyin ruhu, sureti veya numenal
ilkesi (nâma), ki ilki her neyse bu ikincisi sayesinde odur, aynı
derecede fenomenal (rûpa) olan hem latif hem kesif cisimlerden (sûksma
ve sthûla sarîra) bütünüyle akli ve gayrı maddi olması sebebiyle ayırt
edilmelidir.{77}
Mesela
"izzet ve ihtişam haline ait şeyler güneşin altında değildir" (San
Tommaso D'Aquino, Sum. Theol. III, Supp. q. I, a. I) yani zaman ve mekân
keyfiyeti içinde değildir; bilakis "bir kimse bütünüyle güneşin ortasından
kurtulur" (atimucyate, Jaiminîya Up. Brâhmana I. 3), ki güneş orada
"dünyaların kapısı" (Chând. Up. VIII. 6. 6), Eckhart'ın sözünü
ettiği "her şeyin mükemmelen özgür..., Âmâ hali{78} içinde (asat) Tanrı kadar özgür
olarak tam saadet haline geri döndüğü kapı", Yuhanna X'un
kapısı,"Agni'nin açtığı Cennetin kapısı"dır, (svargasya lokasya
dvâram avrnot), (Aitareya Brâhmana, III.42).{79} Burada yine kaçınılmaz olarak dini
formülasyonun metafizik olandan belli ve hiçbir surette ihmal edilebilir
olmayan bir ayrımıyla karşılaşacağımız doğrudur. Dinin öngördüğü tam saadet
kavramı en yüksek noktasına ruhun Tanrıya benzemesinde gördüğümüz üzere fiil
yahut amelde ulaşır; ruhun kendi ameli birleşmeden ziyade tapınmadır (bhakti).
Benzer şekilde ve hiçbir tutarsızlık olmaksızın bireysel ruhun kemiyetçe hem
Tanrıdan, hem diğer cevherlerden ayrı kaldığı kabul edildiği için din teselli
olarak ölümlü bilince Cennette sadece Tanrıyı değil fakat yeryüzünde
sevdiklerini ve hatırlayıp tanıyabileceklerini de bulacağı vaadinde bulunur.
Hatta
"Cennet"te, zamanın öte yanında bile, en azından "Kıyamet"e
kadar ...olarak bilgiden (vidyâ) ziyade ...nın bilgisinin (avidyâ)
olabileceğini metafizik de reddetmez, her ne kadar keyfiyeti hâlâ .. .nın
bilgisi içinde olanı ne bütünüyle İdrak ve İhata Eden (vidvân) ne de
mutlak manada Genişlemiş (atimukta) olarak düşünmezse de. Metafizik şunu
kabul edecek ve burada din ile şekli uzlaşma içinde olacaktır: Bütünüyle zaman
içinde bulunmayan, ama ebediyet{80} içinde (zamansız şimdi) de olmayan,
fakat henüz ebediyet ile zaman arasında bir vasat olarak tarif edilen "aeviternite"
(Vedaların amrtatvası) içinde varlık halleri mevcut olabilir ve hatta
olmalıdır.{81} Mesela melekler bilinçli akli
varlıklar olarak değişmez tabiatları ve anlayışları bakımından ebediyetten pay
alırlar fakat önce ve sonraya ait arızi farkındalıkları, hissiyatlarının
değişebilirlikleri (lütf-u ilahiden düşebilirlikleri vb.) bakımından da zamana
iştirak ederler, çünkü sayesinde her an her yerde olabildikleri mekâna ait
hareketten meleklere özgü bağımsızlık (bu sebepten ötürü Meleklerin kanatlı
olduğu tasavvur edilir ve"kuşlar"a benzetilerek konuşulur){82} her yerde aynı derecede mevcudiyet
anlamına gelen İlk'in içkinliğinden{83} farklıdır. Ne de "Belli
kimselerin bu hayat durumunda bile belli meleklerden bilfiil değil fakat
bilkuvve olarak daha büyük oldukları" (San Tommaso D'Aquino, Sum.
Theol, I, q. 117, a. 2, ad 3) din tarafından inkâr edilir; ki doğal
olarak bundan "Bazı kimselerin en yüksek melekler âlemine
yükseltildikleri" (Gregorius, Hom. in Ev. XXXIV) dolayısıyla
yukarıda sözü edilen sınırlı sonsuzluk / aeviterniteden pay aldıkları
sonucu çıkar. Bütün bunlar Hinduların bilinen ve "öldü cennete gitti"
ifadesinin muadili olan devo bhûtvâ ile ima edilen şeye tekabül eder.
Elbette bu bakış açısı tenkitli metin Brhadâranyaka Up. III. 2.12'de
daha teknik biçimde ifade edilir: "Bir kimse öldüğünde onu terk etmeyen (na
jahâti) "ruh"udur (nâma),{84} ruh
sonsuzdur (ananta, “aeviternite"ye ait) sonsuz olan, bazı melekler
nasılsa öyledir, o halde o sonsuz dünyayı (anantam lokam) kazanır".
Krş. Rûmî (XII, Nicholson'ın Shams-i-Tabrîz'i), "Gördüğün
her şeklin ilk örneği mekânsız dünyadadır ve eğer suret kaybolursa madde
yoktur, çünkü onun aslı ebedidir" (lâmkân-ast); ve San Tommaso
D'Aquino, Sum. Theol. Il-I, q. 67, a. 2C,"akıllı türe gelince, ki mümkün
aklın içindedirler, akli erdemler bâki kalır", yani beden bozulup
çürüyünce. Bu mesele Philon tarafından da ele alınıp izah edilmiştir, ki ona
göre "Le lieu de cette vie immortelle est le monde
intelligible"dir{85} yani
Plotinos'un çeşitli yerlerde sözünü ettiği "Akli Alan"la aynıdır.
Şimdi bu ifadenin tazammunlarını Boehme'nin "Beden öldüğünde ruh nereye
gider?" sorusunu soran bilgine verdiği cevap, yani "Herhangi biryere
gitmesi için bir zorunluluk yoktur... Çünkü onda (şimdi) ikisinden (yani cennet
veya cehennem) hangisi tezahür ederse ruh onda durur (o zaman)... hüküm aslında
bedenden ayrışılıştan hemen sonradır"{86} çerçevesinde ve Brhadâranyaka
Up., IV.4.5-6, "İradesi nasılsa talihi de öyledir" (yat
kâmam...tat sampadyate) ve "Ruhu / aklı (dünyevi şeylere) bağlı
olan... tekrar bu dünyaya döner... fakat arzusu Öz (atman) olanı hayatı (prânâh)
bırakmaz, bilakis o Brahman olarak Brahman'a gider" ışığında düşünecek
olursak, her ne kadar ruh veya akıl (Vedalardaki manas) tabiatı
itibariyle ölümsüz (yani "yazgı"sı her ne olursa olsun yok edilemeyen
bireysel bir imkân) olsa da, bireysel bir bilincin gerçek"yazgı"sının,
ister "kurtarılma"sı veya "kurtulma"sı (devayâna)
ister yeniden zamana dahil olması [pitryâna) ister
"kaybolma"sı (nirrtha) mukadder olsun, kendisine bağlı olduğu
anlaşılacaktır. Ve bu sebepten ötürü bize "Göklerdeki hâzinenizi
biriktirin, zira orada ne güve yer ne küf bozar" denir; zira aşikâr ki
bireyin bilinç hayatı şimdi dahi aklen (veya dini tabirlerle "ruhen")
tesis edilse ve akli veya ruhi dünya (fikirlerin ne yeri ne tarihi vardır
düşüncesinin doğal sonucu olarak) ebediyet ile zaman arasında bir vasatı (aeviternite)
paylaşsa bile bu bakımdan hiçbir değişime uğramayan bu bilinç hayatı bedenin
ölümünden zarar göremez. Ya da bilinç ancak zaman ve mekân içinde
gerçekleştirilebilecek fakat beden öldüğünde henüz gerçekleştirilememiş olan
(iyi veya kötü) amaçlara bağlı ve bunlarla iç içe geçmiş olsa, aşikâr ki o
zaman böyle bir bilinç bu şartlara yani arzu edilen amaçların
gerçekleştirilebileceği zaman ve mekân dünyasına geri dönmenin yolunu
bulacaktır.{87} Veya nihayet bilinç hayatı
bütünüyle ette tende yaşanmışsa yegâne taşıyıcısı ortadan kaldırıldığında
kesilip koparılmış gibi, yani saf imkân haline veya cehenneme
"dönmüş"{88} gibi düşünülmelidir.
Burada bize
ayrılan yer "yeniden bedenlenme" teorisini etraflı olarak ele alıp
tartışmamıza imkân tanımıyor. Meselenin temelleri Rg Veda'da verilmiştir
ve burada bu aslında tekrarlanan bir tezahür meselesidir, mesela bu anlamda
Mitra jâyate punah (X.85.19) ve Usaspunahpunarjâyamânadn
(1.19.10). "Senin iraden olsun"{89} mealinde münferit bir kullanım
V.46.1 'de bulunur, "Anlayan / kavrayan (vidvân) bir at olarak
kendimi (yılın arabasının) boyunduruğuna vuruyorum ... ne bir kurtuluş ne
tekrar geri dönüş arıyorum (na asyâh vimucam na âvrttam punah), Alîm (vidvân)
ve Hakîm Kılavuz olarak o (Agni) bizi doğru yola iletsin." Birey
haddizatında "anlayışının ölçüsüne göre doğar" (Aitareya Âranyaka,
11.3.2) ve nasıl ki "dünyanın kendisi doğmamış şeylerin sebeplerine
gebeyse" (Augustinus, De Trin. 111.9) birey de başına gelecek olan
hadiselere gebedir; San Tommaso D'Aquino'nun ifadesiyle "kader yaratılmış
sebeplerin kendilerindedir" (Sum. Theol. I. q. 116,2), veya
Plotinos, "kanun hükmedeceği varlıklara verilir, ...onlara hükmeder, çünkü
onların içindedir... ve onlarda içeriden yasaklandıkları alana girmek için acı
verici bir arzu uyandırır" (Enneadlar, IV.3.15) ve benzer şekilde
İbn Arabî, varlık Tanrı'dan verilse de hal yahut keyfiyet doğrudan ondan
değildir, "çünkü o ancak onların kendilerinde sahip olduklarını olmalarını
ister" (Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 1921, s. 151).
Beri yandan,
ölümle geride bırakılmış olan aynı şartlara geri dönüş zorunluluğunu (mukta
olan ya da nirvanaya "erişmiş" olanlar hariç) ileri süren
Budacıların ve çağdaş teozofik nedensellik (karma) veya kader (adrsta)
yorumlarının metafizik bir çelişki içerdiği kesin olarak kabul edilebilir;
"Aynı suya iki kez giremezsiniz, çünkü hep başka sular akar size
doğru" (Herakleitos). Vedalarda ve diğer geleneksel öğretilerde gerçekten
düşünülen şey, her ne kadar bir ve aynı dünyevi çevrim içinde olmasa da,{90} "neslini uzatma
arzusu"nun hâlâ etkin olduğu bütün ferdi saklı imkân veya güçlerin birbiri
ardına çağlar{91} boyunca tekrarlayan bir tezahür
zorunluluğudur; her Ata (pitr), tıpkı Prajâpati'nin{92} kendisi gibi, prajâkâmyadır
ve dolayısıyla kendi isteğiyle "Ata Yolu"na (pitryâna)
bağlıdır.
O halde
metafiziğin bakış açsından münferit bir imkânın esasi külli imkân okyanusu
içinde ilk kez uyandığı "zaman"dan son limana eriştiği
"zaman"a kadar bütün deveranı nedir? Hayat kaynağına bir geri
dönüştür, ki hayat ondan neşet eder, ve dolayısıyla bir "boğulma"dan
bir diğerine bir geçiştir; fakat bir Anlayan değil bir Yolcu olduğu sürece zatı
itibariyle ferdin bakış açısından geçerli bir ayrımla, çünkü bir süreç olarak
görüldüğünde bu safi mümkün bir mükemmeliyetten fiili kusur veya noksanlıkla
bilfiil mükemmeliyete, saklı imkândan fiile, uyuklamadan (abodhya) tam
uyanmaya (sambodhi) bir geçiştir. Şimdi Ata Yolunu
"dolambaçlı" bir yol olarak görmezden gelip sadece, Rg Veda'nın
öncelikle ve münferit mumuksunun{93} özellikle
ilgili olduğu doğru Melek Yolunu (devayâna) göz önünde bulundurarak
diyebiliriz ki bu yol belli bir hal yahut durum içinde var olma (mesela beşeri)
keyfiyetine mahsus tüm imkânların önce azalan sonra çoğalan tahakkukunun
yoludur ve nihayetinde herhangi bir veya her hal yahut tarzdaki tüm varlık
imkânlarının ve bunun dışında hangi türden olursa olsun herhangi bir hal ya da
tarz içinde olmayan varlık imkânlarının tahakkukuna götürür. Burada bu çerçeve
içerisinde "tekris" veya "inisiyasyon" denilen şeyin üstlendiği
role ima yoluyla işaret etmekten daha fazlasını yapamayız. Belki şu kadarını
söyleyebiliriz: İnisiyasyonun maksadı ruhi ya da daha doğrusu akli / kalbi
itici kuvveti birinden diğerine nakletmektir; bu kuvvet başlangıçtan beri,
sürekli olarak guru-paramparâ-kramada taşınmıştır ve nihayetinde insani
olmayan kökendendir. Bu nakil sayesinde sınırlanmış ve bütünlüğünü kaybetmiş
birey bir yeniden bütünleşme imkânına uyanır (samskarana).{94} Ve metafizik törenler veya
"mysteriumlar" (ki bunlar Babanın kendi yeniden bütünlenişini
gerçekleştirmek için kullandığı yol veya usullerin taklididir ve yaratıcı
eylemin süreksizliği bunları zorunlu hale getirir) benzer geleneksel kutsal
metinler gibi, bireye akli / kalbi ameliye konusunda zorunlu hazırlayıcı eğitim
vermeyi ve yol göstermeyi amaçlar; fakat "Büyük İş", yani özün Özle
yeniden birleşmeyi gerçekleştirmesi kişinin kendisince ve kendi içinde
gerçekleştirilmelidir.
Buraya kadar
Yolcunun Meleklere Mahsus Yolla ruhi veya akli / kalbi alana yolunu takip
ettik; ve dini açıdan onun ölümsüzlüğü burada yatar, çünkü aslında
"ebediyet ile zaman arasındaki vasatın (aeviternite) süresi
sınırsızdır" (San Tommaso D'Aquino, Sum. Theol. I, q. 10, a. 5, ad
4). Fakat metafizikte ve hatta dinde veya Eckhart gibi münferit bir mistik
(dini tecrübe her iki sözcüğün de en derin anlamında hem zühdî hem zihnî olduğu
kadarıyla) tarafından, cennette olma kavramıyla ima edilen türden ebediyet ile
zaman arasındaki durumun (pada) nihayet veya son durak, keza tam bir
geri dönüş (nivrtti) de değil, fakat sadece bir dinlenme yeri (visrâma){95} olduğu savunulacaktır. Ve tıpkı
bunun gibi zihni / akli alanı hatıralardan ibaret bir yer olarak tasavvur
etmenin bir tezlil veya istihkar olacağı savunulacaktır, çünkü Plotinos'un
yerlileri hakkında söylediği gibi, "eğer onlar bilgileri haricinde olan
hiçbir şeyi ne araştırır, ne kuşkulanır, ne öğrenirlerse ... onlarda ne tür
muhakeme, ne tür akli araştırma / sorgulama süreci gerçekleşebilir? Diğer bir
ifadeyle onlarTanrı'yı gördükleri halde hatırlamazlar? Ah, hayır ...böyle bir
hatırlayış sadece unutmuş olan ruhlar içindir" (Enneads, IV.4.6){96} ve dünyevi hatıralar (vâsanâ)
için daha da fazlasını söylemeliyiz: "ruhun işleri bir başka âleme
yöneldiğinde şimdi bitmiş ve tamamlanmış bu tür şeylerin hatırasını bütünüyle
reddedecektir" (ibid, IV.4.4.8).
Metafiziğin
Mükemmeliyet kavramı aslında bir varlık durumu öngörür; denilir ki böyle bir
durum her zaman ve her yerde içe, bilincinin merkez noktasına hızla ilerleyen
ve her varlık zemininde veya düzleminde var olan herkes için mümkün ve
erişilebilir olduğundan gayrı insani bir durum değildir ve eğer
"kalp" dediğimizde bundan duygusallık ve duyarlılığın merkezini
kastetmiyorsak "kalpsiz" de değildir; ama o kesinlikle "beşeri
olmayan" bir durumdur. Zira, mesela Chândogya Up. V.10.2'de Oğul ve
pada avatâra, Agni'nin,{97} yolunu dünyaların öte yanına Semavi
Güneş ile bulan Alîm olana doğru tam da amânava purusa, "beşeri
olmayan kişi" olarak götürüldüğü söylenir. Ve bu yol güneşin ötesine
gitmeyen fakat beşeri varlık durumunda yeniden tecessüme götüren Ataların
yoluyla (pitryâna) karşılaştırıldığında "Meleklerin yolu"dur (devayâna).
Ve bu devayânanın er veya geç mistisizm öğretisinde "ruhun nihai
ölümü" veya "boğulma" olarak ifade edilen veya Sufilerin al-fanâ
an al-fanâ dediğine götüreceği önceden görülür. Bununla ima edilen fiil
olarak uluhiyetteki bilincin bile ötesine, her türlü iz ve eserin hatta misali
çokluğun da ötesinde olan ve hiçbir surette "akıl alır" olmayan bir
Yüceye (Skt. para, parâtpara) bir geçittir. Ve orada, gayrda bilinmiş
veya sevilmiş olan herhangi bir şeyin mümkün her "tahattur"undan o
kadar uzaktır ki Eckhart'ın sözleriyle "Kimse sormaz bana nereden
geldiğimi veya nereye gittiğimi"; ya da Rûmi'nin ifadesiyle, "Kimse
sahip değildir bilgisine, girenin falan ya da filan olduğunun".{98}
Eğer bu
beşeri sevginin nihai anlamının bir inkârı olarak görünürse buraya kadar
anlatılmış olanlar bütünüyle yanlış anlaşılmış demektir. Çünkü her türlü metafizik
formülasyon, hatasız teşbihin / tenazurun her bir varlık planını bir başkasına
bağladığını varsayarak, beşeri sevgide tanrısal mutluluğun (pûrnânanda)
bir yansımasını görmüş, onu hissi tecrübenin bir tekzibi değil fakat bir
tahavvülü / dönüşümü (parâvrtti) olarak tasavvur etmiştir.
"Platon'un
sevgi nazariyesi" budur ve buna göre, İbn Fârid'in ifade ettiği gibi,
"her yakışıklı delikanlının veya sevimli genç kızın cazibesi ona Onun
güzelliğinden ariyettir"; bu Erigena'nın ilahi tecelli olarak dünya tasavvurunda
da, keza Skolastiğin vestigium pedis, ulûhiyetin zaman içindeki ayak izi
veya nişanesi öğretisinde de üstü örtülü olarak mevcuttur, ki bunun Veda ve Zen
simgeciliğinde de muadilleri mevcuttur. Gerçek gelenekte bununla ifade edilen
şey yeryüzünde aziz ve sevgili olanın orada kendisinde değil fakat
Tanrıda olduğu haliyle gerçekleştirileceğidir,{99} dolayısıyla Dante ve Beatrice
örneğinde, İbn Arabî ve an-Nizâm,{100} Chandîdâs ve Râmî'de bu böyledir.{101} Aziz ve sevgili olanın güzelliği orada
artık burada olduğu gibi mümkün ve arızi değil, dolayısıyla sadece bir katılım
ve yansıma değil fakat Semavi Bilgeliğin, Tek Kutsal Bakirenin, Gelinin asli
varlığının güzelliğidir, ki "ondan kıvılcımlar yağar" (Convivio)
ve daritas olarak saf aklı aydınlatır ve ona kılavuzluk eder. Bu son ve
gizli durumda (guhyam padam) tabiat ve öz, Apsaras ve Gandharva, bir ve
bölünmezdir, zahir ve batın nedir bilmez, (na bâhyam kimcana veda nântaram,
Brhadâranyaka Up. IV.321) ve bu onların ve her kurtuluşa ermiş bilincin tam
ve yüce saadetidir.
Bütün bunlar
ancak selben{102} yani o ne değilse o açıdan tarif
edilebilir ve bu sebepten ötürü biz bir kez daha metafiziğin hiçbir surette
ıstırap içerisindeki bir insanlığa teselli sunan bir öğreti olarak düşünülemeyeceğini
söyleriz. Metafiziğin ölümsüzlük ve sonsuzluk dendiğinde bundan anladığı her
insanın uluhiyette ölmek ve oraya gömülmek üzere topyekûn ve uzlaşmaz biçimde
kendisini inkârını ve nihai bir ölümü tazammun ve talep eder. "Her kim
bunu kavrarsa mümkün ve muhtemel ölümden (punarmrtyu) uzak durur, ölüm
onu almaz, çünkü ölüm onun özü olur ve bütün bu meleklerden biri olur" (Brhadâranyaka
Up. 1.2.7). Çünkü Yüce Özdeşlik ne kadar bir Hayat ve bir Işıksa o kadar
bir Ölüm ve bir Karanlık, ne kadar Asura ise bir o kadar Deva'dır: "Onun
gölgelemesi hem Sonsuzluk hem Ölümdür" (yasya châyâ amrta, yasya
mrtyuh, Rg Veda, X. 121.2).{103} Ve İlk Felsefenin nihai anlamı
dendiğinde anladığımız işte budur.
Her insan
soyu kendini anlatma ve gerçekleştirme süreci içerisinde dünya uygarlığına
temel bir katkıda bulunur. Kendi meselelerini çözerken, kendi talihsizliklerini
yaşarken teşekkül eden karakter bizatihi her birinin dünyaya sunduğu bir
armağandır. Şu halde Hint'in temel katkısı onun Hintliğidir; kendi karakterinin
yerini beynelmilel bir yaldızın alması onun için büyük aşağılanma olacak veya
bu zaten olmuştur, çünkü o aslında o zaman dünyanın önüne eli boş çıkacaktır.
Şimdi eğer
bu temel katkıda en belirgin, en ayırıcı şeyin ne olduğu sorulacak olursa en
başından şunu açığa kavuşturmamız gerekir: Herhangi bir ırkın tecrübesinde
mutlak manada müstesna ve emsalsiz [unique] olan bir şey olamaz. Eğer
dünyayı bir kavimler veya milletler ailesi olarak görürsek o zaman daha genç
ırkların henüz tanımadığı çok çeşitli tecrübelerin içinden geçmiş ve birçok
sorun çözmüş Hindistan'ın yerini en iyi şekilde anlamış oluruz. Hindistan'ın
tecrübesinin kalbi ve özü bütün hayatın birliğine dair sürekli bir sezgide ve
bu birliğin tanınmasının en yüksek iyilik ve en büyük özgürlük olduğu yolundaki
fıtri ve kazınmaz kanaatte aranmalıdır. Hindistan'ın dünyaya sunabileceklerinin
tamamı onun felsefesinden gelir. Bu felsefe aslında başkalarının bilmediği bir
şey değildir—o aynı derecede Mesih'in ve Blake'in, Lao-tze ve Rumi'nin
İncilidir—fakat başka hiçbir yerde toplumun ve eğitimin asli temeli
yapılmamıştır.
Her insan
soyu kendi meselelerini çözmelidir. Bugünün dünyası da kendi meselelerini.
Hintlilerin kendilerine özgü meselelere sundukları kadim çözümün, alacağımız
dersler çok ve kıymetli olmakla beraber, modern şartlara doğrudan
uygulanabileceğini söylemiyorum. Demek istediğim Hinduların hayatın temel
anlamını ve amacını başkalarından daha sağlam biçimde kavradıkları, toplumu
hayatın gayesine erişme amacıyla başkalarından daha ölçe tarta ve düşünerek
düzenledikleridir. Ve bu düzen tek bir sınıfın faydasına olacak şekilde değil,
fakat modern bir kaideyi kullanmak gerekirse, herkesten gücüne ve kabiliyetine
göre alacak ve herkese ihtiyaçlarına göre verecek şekilde tasarlanmıştır.
Rishilerin{105} bunu ne ölçüde başardıkları
tartışılabilir. Hint toplumunu, bilhassa mevcut gerileme ve çöküş süreci
içinde, Brahmanların toplumsal ülkülerini fiilen gerçekleştirmiş gibi düşünüp
değerlendirmemeliyiz; gerçi bugün yaşayan haliyle Hint toplumu çoklarına, bütün
kusurlarına ve noksanlarına rağmen, nerede olursa olsun geniş ölçekte ulaşılmış
her toplumsal örgütlenme biçiminden üstün görünecektir. Ve hele bizim
"modern uygarlık" diye bildiğimiz toplum düzenine göre sınırsız derecede
daha üstündür. Fakat bu görüşü savunmak imkânsız olsaydı bile—ki Avrupalıların
ve İngiliz eğitimi almış Hintlilerin çoğu kesinlikle bunun aksine inanır—yine
de Hint kültürünün en bariz özel karakteri olarak kalan şey, hayatın manasını
ve nihai gayesini anlama ve toplumu 0 gayeye erişmek amacıyla bu düzenle uyumlu
teşkilat yapısına kavuşturma yönündeki sürekli bir çabanın tanıklığıdır.{106} Brahmanların tasavvuru, Sanskritçe
bir kutsal metnin isminin, devanagari, ihsas ettiği üzere, Hintlilere
özgü bir "tanrılar şehri"ydi. Bu şehrin yeniden inşası uygarlığın
sürekli ve değişmez görevidir; ve her ne kadar tasarılarımızın ayrıntıları ve
yapılarımızın dış hatları değişse de, sonsuzluk dininin temelleri üzerine inşa
etmeyi Hindistan'dan öğrenebiliriz.
Hint aklının
ortalama modern Avrupa aklından en ziyade ayrıldığı nokta felsefenin değeri
konusundaki görüşüdür. Avrupa ve Amerika'da felsefe tahsili ve tetkiki kendi
başına bir amaç olarak görülür ve bu hüviyetiyle sıradan insan için çok az bir
önem ifade eder. Halbuki Hindistan'da felsefe öncelikle zihni bir eğlence veya
meşgale olarak değil fakat daha çok, ve derin bir dini kanaatle, gerçeği
gözlerimizden sonsuza dek saklayan cehaletten (avidya) kurtuluş (moksha)
olarak kabul edilir. Felsefe hayat haritası için anahtardır, hayatın anlamı ve
hayatın gayesine erişme vasıtaları onun sayesinde ortaya konulur. Şu halde
Hintlilerin böylesine büyük bir coşkuyla felsefe tahsilinin peşine düşmelerinde
şaşılacak bir yan yoktur çünkü onların nazarında felsefenin sahası içine giren
şeyler herkesi ilgilendirir.
Brahmanların
siyaset telakkisiyle modern siyaset görüşü arasında temel ve esaslı bir
farklılık vardır. Modern siyasetçi siyasette idealizmin uygulama alanının
olmadığını, dolayısıyla faydasız olduğunu düşünür; ona göre ortaya çıkmaları
halinde toplumsal felaketlerle uğraşmak için zaman yeterlidir. Modern tıpta da
aynı tablo ile karşılaşırız: korunma yerine tedaviye daha çok önem verilir,
yani toplumsal çevreyi değiştirmek yerine gayrı tabii şartlara karşı korunmak
için çaba sarf edilir. Batılı toplumbilimcinin söyleyeceği şunun gibi bir
şeydir: "Dinin ve felsefenin öğretileri doğru veya yanlış olabilir fakat
her halükârda pratik reformcu için bunların hiçbir anlamı yoktur." Halbuki
Brahmanlar hayatın anlam ve amacıyla ilgili tutarlı bir nazariye ile uyumlu bir
istikamette olmayan her türlü fiil ve faaliyeti tamamen boş ve faydasız telakki
ediyorlardı.
Avrupalı
bireyin felsefeye karşı lakaytlığını tek bir sebep mazur göstermemize izin
verir: hayat mücadelesi / ayakta kalma savaşı düşünmeye zaman bırakmaz. Felsefe
hem hesap çıkar peşinde koşmayanların hem tasa ve endişeden azade olanların
malumu olabilecek bir şeydir ancak ve AvrupalIlar siyasi makam veya mevkileri
her ne olursa olsun böyle bir özgürlüğe sahip değillerdir. Modern sanayi
düzeninin hâkim olduğu her yerde Brahman, Kşatriya ve Şudra benzer şekilde
Vaişya{107} tarafından sömürülür.{108} Ticaretin bu şekilde her şeyi
belirlediği yerde safi ayakta kalmak bile sürekli bir endişe konusu olarak
hissedilir; sanayinin kurbanları düşüncelerini ister istemez kendisinin ve
ailesinin yarınki rızkıyla sınırlarlar; safi "yaşama iradesi"
"iktidar iradesi"nin yerini ve önceliğini alır. Eğer bir de her
insanın söz hakkının millet meclislerinde aynı mesabede olacağı
kararlaştırılmışsa düşünenlerin sesinin düşünmeyen ve düşünmeye de zamanları
olmayanların sesleriyle kaçınılmaz olarak boğulacağı kendiliğinden anlaşılır.
Bu durum bütün sınıf veya zümreleri insan teklerini vicdansızca sömüren
istismarcıların insafına terk eder, çünkü felsefi bir temelden yoksun olan her
türlü siyasi çaba fırsatçılıktan öteye gidemez. Modern Avrupa'nın meselesi
kendi seçkinler sınıfını bulup ortaya çıkarmak ve onun iradesine itaat etmeyi
öğrenmektir.
İşte
Hindistan çok uzun zaman önce bu meseleyi kendi yolunca çözüme kavuşturmuştur.
Hint felsefesi esas itibariyle iki yüksek sınıfın, Brahmanların ve
Kşatriyaların eseridir. Felsefedeki cüretkâr hareketler daha çok sonuncusuna,
inceden inceye işleme, sistematikleştirme, mitoslarla temsil ve tatbik de
ilkine mal edilir. Brahmanlar sadece teşkilatlanma dehasına değil fakat aynı
zamanda iradelerini icra ettirme yeteneğine de sahiptiler; fert olarak
başarısızlıkları ve zayıflıkları her ne olursa olsun bir sınıf olarak
Brahmanlar Hinduların daima saygı göstermekte mutabık oldukları insanlardı ve
hâlâ da en yüksek saygı ve bağlılık onlara gösterilir. Onların sahip oldukları
gücün sırrı tek bir başlık altında toplanamayacak kadar çeşitlidir fakat her
şeyden evvel bu onların tayin edilmiş dharmalarının, tahsil, tetkik,
talim ve feragatlerinin tabiatında saklıdır.
Budacılık
üzerinde uzun uzadıya durmayacağım, geçerken birkaç söz etmek gerekirse:
Budacılar hiçbir zaman doğrudan insan toplumunu örgütlemeye kalkışmadılar,
onlar siyasetle ilgilenmek yerine bilge insanın, fakirin aydınlık durumunu
takip etmek için dünyadaki hayatın karanlık durumunu terk etmesi gerektiğini
düşünüyorlardı.{109} Buda'nın öğretisi sadece insan
tekini, gelecekteki cehennemin değil fakat kendi susuzluğunun mevcut ateşinin
yangınından kurtarmayı amaçlayan bir ilaçtır. O ebedi döngüden kurtulmanın
sadece summum bonum değil fakat hayatın nihai gayesi olduğunu kabul
eder. En bilge kişi kendisini bu gayeye, en müşfik kişi de kendisini
başkalarının aydınlanmasına adayan kimsedir.
Bununla
beraber Budacılığın Hint devlet idaresi üzerinde derin ve kalıcı etkileri oldu.
Zira nasıl ki Brahman filozof kendisini himaye eden kraliyet mensuplarına
tavsiyelerde bulunup rehberlik ediyorduysa Buda'nın takipçileri olan münzevi
çileciler de aynı şeyi yaptılar. Her şeye gösterilen dostane yakınlık ve
hassasiyet (metteya) insanların karakteri üzerindeki etkisiyle dolaylı
olarak toplum yapısı üzerinde de müessir oldu.
Bununla
beraber genel olarak Budacıyı Hindu'dan ayırmak kolay bir şey değildir; fakat büyük
Budacı İmparator Aşoka'yı Buda'nın öğretisinin karakter ve siyaset üzerindeki
etkisinin bir misali olarak alabiliriz. Onun meşhur fermanı şimdilerde pek
kabul edilmeyen, "doğuda çok eski zamanlardan beri hükümetler insanların
iyiliği ilkesi üzerine oturmuş ve insanların mutluluk ve refahını temin etme
amacına yönelmiştir"{110} hakikatine çok iyi bir misal
oluşturur.
Fermanlarının
en önemlilerinden biri "Gerçek Fetih" ile ilgilidir. Buda dharmasını
kabul etmezden evvel Aşoka komşu Kalingas Krallığı'nı fethetmiş ve kendi
topraklarına katmıştı. Fakat şimdi, der ferman,"haşmetmeapları Kalingas
Krallığı'nı fethettiğinden dolayı derin bir pişmanlık içindedir, çünkü daha
önce fethedilmemiş bir ülkenin fethi kan dökülmesini ve ölümü, insanların
tutsak edilmesini gerekli kılmaktadır. Bu kutsal haşmetmeapları için derin bir
üzüntü ve keder vesilesi olmuştur... Haşmetmeapları bütün canlı varlıkların can
güvenliği, öz denetim, gönül huzuru ve neşe içinde olmasını arzu eder...
Oğullarım ve torunlarım, eğer olursa, yeni bir fethi görevleri arasında
görmesinler. Olur da silahlarla bir fethe girişecek olurlarsa onu sabırla ve
nezaketle idare etsinler (yegâne hakiki) fethin dindarlıkla kazanılacağını unutmasınlar.
Bu hem bu dünya hem öbür dünya için faydalı olacaktır."
Bir başka
fermanda "Kutsal ve Yüce Haşmetmeap Kral ister münzevi çilekeş ister hane
reisi olsun bütün mezhep mensuplarına saygı gösterir" denir. Bir başka
yerde, hastanelerin kurulmasını, "geniş ailesi olanların, afetzedelerin,
yaşları ilerlemiş olanların durumlarıyla" ilgilenecek memurların tayin
edilmesini ister. Kendi sofrası için hayvanların öldürülmemesini emreder; yol
kenarlarına gölgelik fidanların ve meyve ağaçlarının dikilmesini buyurur; bütün
insanlara "sıkı çalışmayı" tavsiye eder. Budacıların "Bütün
insanlar benim çocuklarımdır" sözünü sık sık tekrarlar. Hindistan'ın ve
özellikle Seylan'ın vakayinameleri bize öteki Budist kralların da aynı ruh
halini paylaştıklarını gösterebilir. Fakat Buda'nın öğretilerinin bu tür
etkilerinin başta yardımsever zorba yönetimler aracılığıyla başka sonuçlarının
da olduğu ve bilge kralın tesis ettiği manevi düzenin halefleri tarafından
yıkılabileceği görülecektir. Bildiğim kadarıyla Budacılık bir siyasi teşkilatın
temellerini atmaya veya toplumsal düzeni belirlemeye asla kalkmamıştır. Mamafih
Brahmanlar tam da bunu birçok tarzda denemişler ve büyük ölçüde başarmışlardır.
Ve mevcut incelemenin konusunu oluşturan da başta onların toplum meselelerine
dini felsefeyi tatbikleridir.
Hayatın
temel meselelerine Kşatriya-Brahman zümresinin getirdiği çözüm ilk
Upanişadlarda verilir.{111} Bu bir mutlak (Şankaraçarya'ya
göre) veya tadil edilmiş (Ramanuja'ya göre) Tekçilik formudur. Brahman
ütopyacılar bütün hayatın birliği veya karşılıklı bağımlılığı öğretisine
coşkuyla bağlıydılar ve toplum düzenini de bu temel üzerine oturtmaya
çalıştılar. Büyük epiklerde{112} bu toplum düzeninin geçmiş
zamanların altın çağında var olduğunu gösterdiler ve sadece felsefelerini değil
fakat onun fiili tatbikatının teorisini de epik kahramanların ağızlarından—ve
her şeyden evvel ölmekte olan Bhişma'nın uzun konuşmalarında söylettiler.
Sonraki kuşakların kılavuzluğu için bizzat kahramanları ideal karakter tipleri
haline getirdiler; Hindistan'ın eğitimi kahramanlara tazim ve hürmetle
başarıldı. Manu'nun 'Dharmaşastra'sı{113} ile Chanakya'nın 'Arthaşastra'sında{114}—belki de dünyanın sahip olduğu en
kayda değer toplumbilimsel belgeler—ideal toplumun resmini ortaya koydular ve
bunu hukuk açısından tanımladılar. Bu ve başka araçlarla, dini felsefeyi halk
kültürünün ve milli siyasetin esas ve anlaşılabilir temeli haline getirerek
başka herhangi bir ülkede henüz ortaya konmamış olan şeyi başardılar.
Öyleyse
Brahmanların hayat görüşü nedir? Bunu etraflıca cevaplamak için Hindistan'ın
din ve felsefesi olan Nefis Bilimini (Adhyatmavidya) açıklamak, buna da
genişçe bir yer ayırmak gerekir.
Daha önce bu
bilimin bütün hayatın birliğini—tek kaynak, tek öz ve tek hedef—tanıdığına
işaret etmiştik; o bu birliğin tahakkukunu en yüksek iyi, mutlak saadet,
özgürlük, hayatın nihai gayesi olarak görür. Hindu düşünürler için ebedi hayat
budur; bu zaman içinde bir sonsuzluk değil fakat her şeyin Zatta şimdi ve
burada tanınması ve her şeyde Zatın tanınmasıdır. "Sair her şeyden daha da
fazlası," der Hindistan için konuşabilecek durumda olan Kabir, "bana bu
dünyada sınırsız bir hayat yaşatan sevgiyi kalbimde yaşatmamdır".
Maddi ve manevi dünyanın bu ayrılmaz birliği Hint kültürünün temelini oluşturur
ve onun toplumsal ülkülerinin genel karakterini belirler.
Öyleyse
Brahmanlar hayatın pratik çeşitliliğini nasıl hoşgörüyle karşılayabiliyor,
insanların çoğunun bencilce hedeflerle hareket etmesine karşı nasıl önlem
alabiliyor, kötülük meselesini nasıl ele alıyorlardı? Onlar ebediyet dinini (Nirguna
Vidya) kurmuşlardı; peki ya zaman dini (Saguna Vidya)?
Bu dini
sosyolojinin en nazik noktasıdır. Bu noktada hayati mesele, yaşlı idealistin
(idealist olan yaşlı ruhlardır, gençler kısa görüşlüdür) gençliğini hatırlayıp
hatırlayamayacağı ve ruhi hamlığın alaka ve faaliyetleri için hazırlıklı olup
olamayacağıdır. Burada başarısız olmak kiliseyi günlük hayattan ayırmak ve
yanlış bir kutsal ve dindışı ayrımına gitmektir; başarılı olmaksa günlük hayatı
göksel ışıkla aydınlatmaktır.
İnsan
hayatının iki ucu birbirine ferdî yaşama iradesinin süresiyle bağlanan bir
yaşam eğrisi—bir zaman kemeri teşkil ettiği söylenebilir. Bu eğri üzerindeki
harici hareket—dışa yayılma, koşturma yolu—Pravritti Marga—kendini zorla
kabul ettirme ile tanınır. Deruni hareket—içe kıvrılma, dönüş yolu—giderek daha
fazla kendini gerçekleştirme / öz tahakkuk ile tanınır.{115} Harici yol üzerindeki insanların
dini zaman dinidir; geri dönenlerin dini ebediyet dinidir. Eğer hayatı bir
bütün olarak düşünürsek kendini gerçekleştirme kesinlikle başından itibaren
onun temel amacı olarak görülmelidir; bütün unuttuklarımız daha canlı
hatırlayabilmemiz içindir. Her ne kadar bu iki tecrübe aşaması çoğu insanda iç
içe geçmişse de—bu ikisi, Olumlama ve Yadsıma, irade ve İradenin-terki
birbirine karşıt veya zahiren karşıt istikametlerde çizilir—insan ruhunu en iyi
bu zahiri ve batini eğilimleri müstakil olarak düşünerek anlayabiliriz.
Brahmanlar ilahiyatçıların "iyi" ve "kötü" tabirlerini
kullanmaktan kaçınırlar ve onun yerine "bilgi" ve
"cehalet"ten (vidya ve avidya) ve üç nitelikten, sattva,
rajas ve tamasdan söz etmeyi tercih ederler. Bilgi arttıkça insanın,
vazife duygusuyla değil, kendiliğinden hareketi de o ölçüde artar, geri dönüşe
meyleder ve karakteri ve eylemleri sattva niteliğine daha tam bürünür.
Fakat bu sebepten ötürü cahillerin kendilerini öne sürmelerini ve
ben[lik]lerini zorla kabul ettirmelerini günah olarak mahkûm etmemize gerek
yoktur; çünkü kendini gerçekleştirme kendini öne sürmenin hiç olmadığı yerde
olabilir miydi? O günah değil fakat gençliktir ve gençlik susuzluğunu
dindirmeyi yasaklamak bir çare değildir; bilakis her gün daha açık farkına
vardığımız üzere baskı altına alınmış arzular salgın hastalık{116} doğurur.
Bu sebepten ötürü Brahmanlar kendi nefisleri için her ne kadar haşin ve
müsamahasız olsalar da ideal bir insan toplumunun isteyenin istediği zevki doyasıya
tadabilmesini sağlaması gerektiğini savunurlar. Belki de duyuların safi
tatmininin üzerine yükselmiş ve saf haz hayatının ötesine geçmiş olanların tam
da zevki hazzı doyasıya tatmış olanlar olduğunu söyleyeceklerdir.
Bu nevi
sebeplerden ötürü servet edinme (artha) ile duyu hazlarının doyurulması [kama)
zayıfı güçlüye karşı koruyanlara benzer yasalara (dharma){117} tabi
kılınmıştır ve bunlar zahiri yol üzerinde olanların meşru meşgaleleri olarak
kabul edilmiştir. Bu, rekabetin—ki ahlaki sınırlamayla düzenleme getirilmeye
çalışılır—kural olduğu modern batı toplumlarının eriştiği aşamadır. En aşırı
bencillik aşamasının ötesine geçmiş olanların, bunlara ister kahraman, bekçi /
muhafız, Brahman, Samuray, isterse sadece dahiler diyelim, yaratıcı iradesine
tabi olmadıkça hiçbir toplum bu aşamanın ötesine geçemez.
"Püritenlik"
yaşlıların doğal sofuluğunu gençlere zorla benimsetme arzusundan ibarettir ve
bu büyük ölçüde mutlak bir ahlak ve yegâne doğru ilahiyat nazariyeleri üzerine
oturtulur. Bunun karşısında yer alan aşırı ucun örneği sanayi toplumunda
görülür; o felsefi temeli sebebiyle rekabet ve kendini zorla kabul ettirme
ilkelerini doğal olarak kabul eder, felsefe ve kendi kendini sınırlamanın
değerini reddeder. Brahmanların öngördüğü toplum düzeni felsefi temeli
sebebiyle, toplum içindeki konumuna ve ruhi yapısına göre kişiye özgü sva-dharmayt,
"kendi ahlakı"nı ve misyonerlerce böylesine beceriksizce
çoktanrıcılık diye yorumlanan İşvara'nın çok çeşitli tezahürleri öğretisini
kabul ederek her iki yanlıştan da uzak durur. Brahmanlar kendini
gerçekleştirmeyi hayatın gayesi, summum bonum olarak görürlerse de
kendini zorla kabul ettirmeden henüz usanmamış olan toplum üyelerine bu gayeyi
doğrudan kabul ettirmenin mantıksız ve manasız olacağını çok açık biçimde
görüyorlardı. Brahmanların öngördükleri toplum düzeni başka sistemleri bu
anlayışlı hoşgörü bakımından en bariz biçimde aşar.
Bu noktada
biraz konu dışı çıkalım ve "bengi dönüş" nazariyesinde mündemiç olan
yeniden bedenlenmeden kısaca söz edelim. Bu öğreti toplum düzeniyle meşgul olan
Brahmanlar tarafından kabul edilmiş ve kurulmuştur ve onun pratik uygulama
alanlarını buna bağlı olarak anlamamız gerekir. Yeniden bedenlenmenin bir
hurafe olduğunu varsaymamalıyız ki eğer (ve bu mühim bir "eğer"dir)
kesin biçimde çürütülebilseydi bir teori olarak pratik bir değeri kalmazdı.
Atomlar ve elektronlar bile birer simgeden ibarettir ve yeteri kadar büyük
mikroskoplarımız olsa görebileceğimiz misketler gibi elle tutulur nesneleri
temsil etmezler. Bir teorinin pratik değeri onun temsili karakterine değil
fakat geçmiş gözlemi canlandırma ve gelecek olayları öngörme yeteneğine
dayanır. Yeniden bedenlenme öğretisi herkesin dikkatini çekmiş olması gereken
bir olguya karşılık gelir: yıllarla sayılan beden yaşından bağımsız olarak
insan ruhlarının değişen yaşları: "Bir insan kafası kırlaştığı için yaşlı
değildir" (Dhammapada, 260). Kimi zaman genç omuzlar üzerinde yaşlı
bir kafaya rastlarız. Bazı insanlar son günlerine kadar sorumsuz, iddiacı,
denetimsiz, dizginsiz, anlayışsız kalırlar. Ötekiler gençliklerinden itibaren
ciddi, ağırbaşlı, özdenetim sahibi, yetenekli ve dost canlısıdırlar. Yeniden
bedenlenme öğretisini herhalde bu olguların sanat veya mitoslar yoluyla temsili
olarak görmeliyiz. Brahmanlar bu olgulara haklı olarak büyük önem
atfediyorlardı, çünkü insanların doğal eşitsizliğinin, batı demokrasi
teorilerinde çoğu zaman görmezden gelinen bir eşitsizliğin altında yatan bu
mizaç veya miras farklılığıdır.
Şimdi
Brahmanların bu nazariyesine biraz daha yakından bakabiliriz. Dünya sürecinin
ritmik karakterinde temel bir etkenin farkına varılmalıdır. Bu ritim büyük Özne
ve Nesne, Ben ve Ben-olmayan, İrade ve Madde, Birlik ve Farklılık, Sevgi ve
Nefret zıtlığıyla ve diğer bütün çiftlerde görülen büyük karşıtlıkla
belirlenir. Bu karşıtların karşılıklı oyunu hissedilen ve kaydedilen varoluşun
bütününü, Başı-sonu olmayan oluşu (samsara) belirler ve oluşturur. Doğum
ve ölüm, yayılma ve dürülme, iniş ve çıkış, srişti ve samhara
onun karakteristik özelliğini oluşturur. Her ferdi hayatın—cemat, nebat,
hayvan, insan ve şahsi tanrı—bir başlangıcı ve bir sonu vardır ve bu yaradılış
ve yok oluş, beliriş ve kayboluş dünya sürecinin özündendir ve mazide, halde ve
istikbalde aynı derecede teşekkül eder. Şu halde bu görüşe göre her ferdi
benliğin (jivatman)—veya genel yaşama iradesinin müstakil dışavurumunun (ichchha,
trişna)—kendi çevriminin belli bir aşamasına (gati) ulaşmış olarak
görülmesi gerekir. Aynı şey bir milletin, bir gezegenin, ve bir kozmik sistemin
ortak hayatı için de geçerlidir. Ayrıca bu eğrinin dönüm noktasına insanda
ulaşıldığı düşünülür ve Hinduların (ve Budacıların) insan suretinde doğmaya bu
kadar büyük önem ve değer atfetmelerinin sebebi budur. Dönüm noktasına
ulaşılmazdan önce—Hıristiyan ilahiyatının terminolojisini kullanmak
gerekirse—tabii insan egemendir; geçildikten sonra ise yeniden doğmuş insan.
Dönüm noktası birdenbire vaki oluş olarak görülmemelidir, çünkü ikisinin
şartları iç içe geçer ve psikolojik çekim merkezinin değişimi nesiller boyu
devam edebilir; veya dönüm noktası eğer ani bir olay olarak görünürse bu ancak
olgun bir meyvenin düşüşünün ani görünmesi anlamında olabilir.
Bu büyük
eğrinin üzerindeki yerlerine, yani ruhi yaşlarına göre, göze çarpan üç insan
tipini tanıyabiliriz. Bunlardan ilki avam yahut ayaktakımıdır. Bunların zihni
sürekli olarak "ben" ve "benim" düşüncesiyle meşguldür;
peşinde oldukları tek şey kendilerini zorla kabul ettirmektir, fakat bir
taraftan misilleme, kanun ve ölümden sonra ceza korkusuyla, diğer yandan aile
sevgisi ve ülke sevgisinin ilk nüveleriyle dizginlenirler. Bunlar esas
itibariyle Blake'in "Yiyiciler"i, Nietzsche'nin
"Köleleri"dir. Bunları daha küçük, ama yine büyük bir düşünceli ve
iyi insanlar kümesi takip eder. Bunların davranışlarını büyük ölçüde vazife
duygusu belirler ama iç hayatları hâlâ eski Âdem ile yeni insan arasındaki
çatışma alanıdır. Bu tip insanları bir yandan iktidar ve şöhret tutkusu, az
veya çok soylu ihtiras, diğer yandan hesap çıkar gözetmez insanlık sevgisi
harekete geçirir. Fakat bunlar nadiren bütün-insanlardır ve bakış açıları hem
özgeci hem dar ve bencildir. Büyük bunalım dönemlerinde bu insanlar hakiki
tabiatlarını açığa vururlar ve görünenden ne ölçüde az veya çok ilerlemiş
olduklarını gösterirler. Fakat bu özgürlüğü tatmaya başlamış olanların tümünün
hâlâ kurallarla yönlendirilmesi gerekir. Son olarak çok daha az sayıdaki büyük
adamlar—kahramanlar, kurtarıcılar, azizler ve avatarlar—gelir. Bunlar büyük
bunalım dönemini kesinkes geçmiş ve huzura ulaşmışlardır veya en azından genel
olarak ender rastlanan ve yanılgıdan uzak hayat görüşüne ulaşmışlardır. Bunlar
Blake'in"Üreticiler"i, Nietzsche'nin "Efendiler"i, kendi
sınırları içinde Brahmanlardır ve Üstüninsan ve Bodhisattva tabiatını paylaşırlar.
Onların faaliyetlerini kurallar değil sevgileri ve bilgelikleri belirler. Onlar
bu dünyada, fakat dünyadan değil, insanlığın çiçeğidir; onlar önderlerimiz ve
öğretmenlerimizdir.
Bu sınıflar
insan toplumunun doğal hiyerarşisini oluşturur. Toplum düzeniyle meşgul olan
Brahmanlar ideal bir toplumda, yani kendi amacını (purushartha){118} tahakkuk ettirmek için insan
tarafından mahsus tasarlanmış olan bir toplumda, herkese kendi ruhi durumunun
gerekli kıldığı tecrübe için fırsat sunulmakla kalmayıp, yönetimde de en
iyilerin ve en bilgelerin söz sahibi olması gerektiğine sarsılmaz bir inançla
kânidiler. İdeal bir toplumun omurgasını seçkinlerden, hem zihni, hem ruhi
bakımdan seçkin olanlardan başkasının oluşturması onlara imkânsız görünüyordu.
Hem kana hem kültüre dayalı verasete sarsılmaz bir inançla bağlı oldukları için
mevcut mesleki sınıf temeli üzerinde ideal bir toplumun oluşturulabileceğini
düşünüyorlardı. "Eğer," diye düşünüyorlardı, "tabii sınıfları
belirleyebilirsek o zaman her birine uygun vazifeleri (svadharma, zati
norm) ve uygun şeref payesini veririz; bu hem zorunlu çalışmanın uygun
taksimini kolaylaştıracak, hem ırsî beceri ve maharetin nesilden nesile
aktarılmasını sağlayacak, dolayısıyla her türlü toplumsal ihtiras ihtimalini
ortadan kaldıracak, hem de herkesin ihtiyaç duyduğu tecrübe ve faaliyeti her
insan teki için mümkün hale getirecektir. Onlar tabii bir yasayla bireysel
benliğin her zaman, veya hemen hemen her zaman kendi uygun çevresine doğduğunu
kabul ediyorlardı. Eğer onlar bu konuda yanılıyorlardıysa, o zaman aynı
amaçları gerçekleştirmenin daha iyi bir yolunu bulmak başkalarına kalır. Bunun
imkânsız olduğunu söylemiyorum; fakat Brahmanların kast sisteminin ideal bir
topluma doğru o zamana kadar yapılmış en başarılı deneme olduğu kolay kolay
inkâr edilemeyecektir. Onların öngördükleri bu toplumda rekabetçi bir niteliği
gerçekleştirmeye dönük hiçbir girişimde bulunulmayacak, fakat bütün çıkarlar
aynı olarak görülecektir. İnsan ruhlarının yaşlarının farklılığını kabul
edenlere bu, yegâne hakiki komünizm olarak görünecektir.
Kast
sistemini bir tasavvur olarak veya fiili tatbikatı içinde tasvir etmek kitaplık
çapta bir iştir. Fakat ayırt edici özelliklerinden birkaçına dikkat
çekebiliriz. Bir Brahman ile Şudra arasındaki farklılığın mahiyetine bir
Şudra'nın hata yapamayacağı görüşünde işaret edilir,{119} bu onun yüksek kastların sabrına
son derece muhtaç olduğunu kabul eden bir görüştür ve kralın masum olduğunu,
hata yapamayacağını öngören batı öğretisinin tamamen tersidir. Bu hukuki ceza
öğretisinde çok iyi açıklanır, aynı suç veya kusurdan dolayı Vaisya Şudra'ya
göre iki kat daha ağır, Kşatriya üç kat daha ağır, Brahman iki veya hatta dört
kat daha ağır cezaya çarptırılır. Çünkü sorumluluk akıl ve mevkie göre artar.
Şudra aynı zamanda Brahman'ın mecbur olduğu sayısız fedakârlık biçimlerinden de
muaftır. O mesela bayağı yiyeceklere düşkünlük gösterebilir, dul yeniden
evlenebilir. Şudra'nın hiçbir surette öteki kastların sayısını geçmemesi
gerektiği düşüncesinin kuvvetle savunulduğu dikkate değer bir husus olarak
müşahede edilebilir; eğer Şudraların sayısı çok olursa, kölelerin sayısının
yurttaşları geçtiğinde Greklerin başına geldiği gibi, azınlıkta kalan
bilgelerin sesi sadece sayıların ağırlığıyla boğulabilir.
Makine
tezgâhlarının tanzimiyle uğraşan modern zanaatkârlar büyük makine ve
fabrikaların kurulup çalıştırılmasının büyük günah sayılmasına şaşıracaklardır;
büyük teşkilatlar ancak kamu yararına kurulup çalıştırılacaklardır.{120}
Doğal
sınıflar kabul edilirse, şimdi demokrasi olarak görülen şeyin iyi unsurlarından
biri kastları kendi kendini yönetir hale getirerek sağlanmıştı; böylece bir
kimsenin kendi akranları veya emsalleri tarafından yargılanması temin edilmiş
oluyordu (halbuki endüstriyel demokraside bir sanatçı tüccarlardan müteşekkil
bir jüri veya bir kaçak avcı toprak sahiplerinin oluşturduğu hakim heyeti
tarafından yargılanabilir). Kast içinde herkes için fırsat eşitliği vardı ve
kast bir bütün olarak ortak imtiyazlara ve mesuliyetlere sahipti. Bu şekilde
örgütlenen toplum şimdilerde lonca sosyalizmi denilen şeye büyük benzerlik gösterir.
Adil ve
sağlıklı bir toplumda vazife ehliyet ve kabiliyete dayanmalıdır; ve normal
bireyde kabiliyet ve temayül birbirinden ayrılmaz (bu "işçilik
yeteneği"dir).Dolayısıyla Sendikalistlerin teorisinde, keza Hindistan'ın
kast örgütlenmesinde ideale yakın bir zevk külfet, mecburiyet hürriyet
dengesini görüp tanıyabiliriz; ve meslek veya dharma sözcükleri tam da
bu özdeşliği ima eder. Bireycilik ve toplumculuk vazife kavramında birleşir.
Brahmanların
nazariyesinin eğitim meseleleriyle de çok geniş bir alakası vardır.
"Okuma,"der, Garuda Purana, "bilgelikten yoksun biri için
köre ayna gibidir." Brahmanlar düzenlenmemiş bilgiye veya kişinin kendi
emeğiyle kazanmadığı görüş ve kanaatlere kıymet vermezlerdi, hatta bunları
maharetten yoksun zanaatkârların elindeki tehlikeli aletlere benzetirlerdi. En
büyük önemi ve özeni karakterin gelişimine gösterirlerdi. Irsi yatkınlıklara
dayalı maharet ve becerilerin çıraklık yoluyla kast içinde nesilden nesile
aktarılması sağlanırdı. Fakat Brahmanların takip ettikleri yöntem modern
ideallerden en çok bizim genellikle yüksek eğitimden anladığımız şey bakımından
farklılık gösterir. Çünkü herkesin her türlü bilgiye ulaşabilir olması arzu
edilir bir durum olarak bile düşünülmezdi. Eğitimin anahtarı kişilikte
aranmalıdır. Öğretmeyi bir meslekten daha önemsiz olarak gören öğretmen
olmamalıdır (kimse "Vedaları satamaz") ve onu almaya hazır talebeyi
buluncaya kadar hiçbir öğretmen bilgisini aktarmamalıdır ve bunun delili doğru
soruların sorulmasında aranmalıdır. "Nasıl ki kürekle kazan suyu elde
ederse, itaatkâr talebe de öğretmeninde olan bilgiyi elde eder."{121}
Erkek ve
kadının izafi durumu da kayda değerdir. Belki de kadın, genel olarak, daha genç
bir ruhtur, Paracelsus'un ifade ettiği gibi, "dünyaya erkekten daha
yakındır". Fakat hangisinin üstün, hangisinin aşağı olduğu konusunda söz
yarışına girmek lüzumsuzdur; çünkü burada rekabetçi eşitlik meselesi göz önünde
bulundurulmaz.{122} Evliliğin ana motifi sadece
bireysel tatmin değil fakat Purusharthanın, hayatın amaçlarının
gerçekleştirilmesidir ve kadından sahadharmacharini, "toplum ve din
vecibelerinin yerine getirilmesinde iş birliği yapan" diye söz edilir.
Benzer şekilde daha geniş planda toplum için de kast sistemi bölmekten ziyade
birleştirmek için tasarlanmıştır. Farklı kastlardan kimselerin farklı
sınıflardan olan kimselerden daha çok müşterekleri vardır. Endüstriyel
demokrasilerde ve seküler eğitim sisteminin egemen olduğu toplumda insan
kümeleri çok daha esaslı şekilde birbirinden ayrılmıştır; batılı bir profesör
bir demiryolu işçisini bir Brahman'ın Şudra'yı anladığının yarısı kadar bile
anlayamaz. Yakınlarda dikkat çekildiği üzere, "Hindu toplumunun eteklerine
asılı en aşağı parya bir anlamda Brahman idealinin herhangi bir rahip kadar
tilmizidir".
Geriye
yukarıda söylenmiş olanları günümüzün acil meselelerine tatbik etmek kalıyor.
Hindistan'ın dünyaya dini felsefesinden ve felsefenin toplum meselelerine
tatbikine inancından başka sunacak değerinin olmadığını söyledim. Buna mevcut
bunalıma{123} ve doğu batı ilişkisine dair birkaç
söz eklenebilir. Önce Hindistan'da gördüğümüz şeyin çöküş halinde olan
işbirliğine dayalı bir toplum olduğunu anlayalım. Batı toplumu hiçbir zaman bu
kadar yüksek teşkilatlanma seviyesine ulaşamadı fakat teşkilatlandığı kadar
çözülüp dağılması Hindistan'da gördüğümüzden çok daha büyük bir hızla olup
bitti. Ve Avrupa'nın, sınai rekabetin içine en başta gömüldüğü için onun
içinden de en önce çıkacağını umut edebiliriz. Müstakbel işbirliğinin tohumları
uzun zaman önce atıldı, ve yeniden yapılanma istikametinde bilinçli ve belki
aynı zamanda bilinçsiz bir çabayı açık biçimde tanıyabiliriz.
Bu arada
Asya'nın çöküşü kısmen iç zorunluluk sebebiyle— çünkü halihazırda işbirliğinden
rekabete doğru toplumsal değişmeye ilerleme deniyor ve bu siyasi iktidarın
kesinkes geri alınmasını vaat eder görünüyor—ve kısmen de sanayicilerin yıkıcı
sömürüsünün sonucu olarak hızlanıyor. Hatta yeni çağın peygamberleri
denilebilecek Avrupalı düşünürler bile sadece Avrupa'da gerçekleşen bir
gelişmeyi düşünmekle yetiniyorlar. Fakat modern dünyanın irtibat ve
haberleşmelerin yavaş seyrettiği eski dünya olmadığını akıldan çıkarmamak
gerekiyor; bugün Hindistan veya Japonya'da yapılan şeyin Avrupa ve Amerika'da
doğrudan manevi ve iktisadi sonuçları olmaktadır. Doğu doğudur, batı da batı
demek kafayı kuma gömmekten farksız.{124} Doğu batıya ve onun bütünüyle yeni
ve büyüleyici laissez-faire teorisine kara sevdayla tutkun kaldığı
sürece batıda daha yüksek bir toplum düzeni tesis etmek imkânsızdır.
Dolayısıyla
Asya'nın süratli düşüşü insanlığın ve batı sosyal idealizminin geleceği için
kötü bir alamettir ve bunun işaretleri şimdiden görülebilmektedir. Avrupa'nın
yapıcı / onarıcı düşüncesi ya bilgisizlik sebebiyle veya Asya'yı küçümsediği
için doğulu filozofların işbirliğini aramayı ihmal ederse sanayicilikle
mücadele etmek için Avrupa'nın yetersiz kalacağı bir zaman gelecektir; çünkü bu
düşman Asya'ya da yerleşmeye başlamıştır. İngiliz sömürgelerinin ve Amerika'nın
Asya'nın ucuz iş gücüne karşı kendilerini göçmen yasalarıyla korumaları yeterli
olmayacaktır; bu sadece geçici bir tedbirdir ve adaletsizliği ve insafsızlığı
bir tarafa, muhtemelen sonuçları itibariyle faydadan çok zarar getirecektir.
Avrupa milletleri Asya'da müstemlekeler edindikleri ve edinmeyi istedikleri sürece
her milletin kendi hükümet biçimini kendisinin seçmesini ve kendi hayatını
yaşamasını{125} öngören Avrupa milliyetçilik
idealinin gerçekleştirilmesi de mümkün değildir. Yapılması gereken ortak
hedefler için doğu ve batının bilinçli işbirliğinin sağlanmasıdır; birinin
diğerine tabi olması veya boyun eğmesi de, birbirlerine devamlı
yabancılaşmaları da sorunu çözmeyecektir. Eğer Asya Avrupa ile olmazsa ona
karşı olacaktır ve o zaman idealist Avrupa ile maddeci bir Asya arasında
korkunç bir iktisadi, hatta silahlı çatışma ortaya çıkabilir.
Meseleyi bir
başka şekilde koymak gerekirse, Asya daha yeni yeni keşfedilmeye başladığı için
Avrupa'nın Asya düşüncesine borçlu olduğu şeyin tam olarak farkında değiliz. Ve
diğer yandan Avrupa modern zamanlarda Asya'ya korkunç zararlar verdi,
haksızlıklar yaptı.{126} Demek istediğim
"uygarlık" mikrobunun Asya'ya böyle bir sonucu elde etmeye dönük
doğrudan Avrupa teşebbüslerinden ayrı olarak yayılmayacağı gibi bir şey
değildir, tam tersine; fakat Asya toplumunun dharma temelinden sözleşme
temeline düşüşünün bilinçsiz enstrümanları olmuş olanların büyük sorumlulukları
ve borçları inkâr edilemez.
Asya'nın
"açık hava"sı geçmişin bir rüyasından ibaret değildir. İdealizm var
ve modern Hindistan'da idealistler çok, hatta yarım yüzyıllık sefil bir
eğitimin baştan çıkardıkları arasında bile var. Hepimiz ilerleme yanılsamasına
kanmadık, fakat Avrupalı meslektaşlarımızın bazıları gibi biz de, "insan
hayatının telaşlı endişeyle ve maddi nesneler ve komforlar peşinde koşturmaca
ile heba edilmeyeceğini, fakat insanda kuvve halinde bulunan zihni, ahlaki ve
ruhani güçleri geliştirmekte kullanılması gerektiğini bütün dünyanın tekrar
öğreneceği daha iyi hayat şartlarının gelmesini" arzu ediyoruz.{127} Şu halde Avrupa'nın bu borcu en iyi
modern Asya ile Avrupa'nın tecrübe edeceği ruhun her serüveninde işbirliği
yolları aranarak ödenebilecektir—ve bunun kendisine de sınırsız faydası
dokunacaktır. Bunun şu eski "doğuyu uygarlaştırmak Avrupa'nın
vazifesidir" fikrini terk etmeyi gerekli kılacağı doğrudur; fakat bir
ölçüde Tötonik ve emperyal Kultur görüşü zaten gözden düşmüştür. Ortak
dünya uygarlığı için ihtiyaç duyulan şey ortak meselelerin kabulü ve
çözümlerinde işbirliği yapmaktır. Eğer Hindistan'ın bir dünya uygarlığının
gerçekleşmesine katkıda bulunmak için hangi iç zenginlikleriyle yardıma koşacağı
sorulursa, o zaman Hint bakış açısından cevap, onun dinlerinde ve felsefesinde,
ve soyut teoriyi pratik hayata sürekli tatbikinde aranmalıdır.
Edebi açıdan
ele alınıp değerlendirildiğinde ve daha da önemlisi tahakkuk anlamına gelen sadhana
olarak asli değerleri bakımından mevcut Veda metinlerinin çevirilerinin
"lafzî tercüme"lerden öte bir kıymet taşımadıkları söylenebilir.
Bunlar ancak [talebeler için] araç gereç olarak bir değer ifade edebilir ve
asıl metinlere başvurabilecek, buna emek ve mesai ayırabilecek durumda olan
araştırmacıların ellerinde faydalı olabilir. Bu Doğunun Kutsal Kitaplarının
asıl metinleri okuyabilecek hatta bunlara müracaat edebilecek durumda
olmayanlar için bugün bile erişilmez olduklarını söylemeye varır ve bunlar
büyük çoğunluktur. Eğer çoklarının düşündüğü gibi Batı ve Doğunun mümkün yegâne
uzlaşması zihni / fikri düzlemde olacaksa karşılıklı anlaşmanın önündeki en
temel engel burada yatmaktadır.
Yanlış
çeviri uzmanların ne özen veya gayret eksikliğine mal edilebilir, ne doğu
dillerine yetersiz vukufiyetlerine atfedilebilir; bunun sebebi daha çok
İngilizceyi yetersiz kullanımlarında aranmalıdır. Şu var ki, yanlış çevirinin
kısmen uzmanların zihinlerinin geri planındaki dini önyargıların veya daha
doğrusu hissiyatlarının işin içerisine karışmasının bir sonucu olduğunu inkâr
etmek aşırı gitmek olur. Böyleleri ilk ilkeler konusunda yetersiz ve yeteneksiz
oldukları gibi Hıristiyanlık dışında başka bir öğretinin, kabul edilmiş
Hıristiyan bir öğreti kendileri, fert olarak kendileri için olmasa bile, en
azından Avrupa geleneği için ne ifade ediyorsa muhtemelen aynı şeyi ifade
ediyor olabileceğini kabulde de çoğu zaman bilinç altları itibariyle
gönülsüzdürler. Beri yandan yakın zamanların araştırmacılarında herhangi bir
dini önyargının olmadığını kabul etsek dahi bilimsel dedikleri bakış açıları ve
aldıkları uzmanlık eğitimleri Hıristiyan metafiziğinin, ilahiyatının ve
hikemiyatının anlaşılması konusunda önlerinde neredeyse kaçınılmaz bir engel
oluşturmaktadır ki burada tam çeviri için gerekli İngilizce tabir yahut
ıstılahların bulunması yeterlidir. Mesela: temelsiz, bilmeme, uçurum, sudur,
Ruh, üfleme, öz, doğa, cevher, hipostaz, riayet, itibar, büyü, melek, hemahenk,
kavrayan / kapsayan vb. gibi tabirler teknik anlamları içinde onun bütünüyle
bilgisi dışındadır. Dağarcıklarını ve bakış açılarını Avrupalı uzmanların yayımlanmış
eserlerinden elde ettikleri için Doğu metinlerinden çeviriler yapanlar da
benzer şekilde sınırlıdır.
Yukarıda
söylenmiş olanların anlaşılmasına yardım edecek misaller olarak iyi bilinen üç
Sanskritçe sözcüğün, yani Mâya, Deva ve Tapasın karşılığıyla ilgili suggestions
raisonneesi sunuyor ve bunların tutarlı biçimde "Büyü",
"Melek" ve "Yoğunlaşma" ile karşılanması gerektiğini veya
asli biçimleriyle çevrilmeden bırakılmalarını öneriyorum.
Birkaç
Misal:
Mâyâ
Prakritinin, İşvara'daki, kendi kendini belirlemiş Zattaki (Atman) tezahürün
şekillendirici gücün veya failin isimlerinden biridir, ki o Zatta Pruşa ve
Prakriti birleşmiş ilkeler olarak varlığını sürdürür.{129} Bir başka ifadeyle, Zatın
tanziminde Pruşa "ondan", Akaşa{130} "onda", Maya
"onun sayesinde" tezahür, gerçeklik (satya), "hayat"
olabilir.
Yanlış
olarak "tabiat" dediğimiz{131} ve fenomenal dünya olan (jagat,
loka) bu tezahür ancak in actu [bilfiil] vücut bulur, asla var
olmak için durmaz. Mâyâ-vâda öğretisi dünyanın ne Mâya
olduğunu ne de oluşmadığını ileri sürer,{132} fakat sadece onun belli bir tarzda,
yani temeli (pradhâna) veya oluş vasıtası itibariyle Mayaya sahip
olarak oluştuğunu ileri sürer. Śūnya-vāda öğretisi—ki Tathatā,
"Öylelik" öğretisinden ve Yathâbhûta, "Olduğu
haliyle" öğretisinden koparılamaz—Dünyanın oluşmadığını iddia etmez: onun
iddia ettiği şey dünyanın hem "Boşluk"{133} hem "Öylelik" olduğudur.
Bir başka ifadeyle, Dünya müstakil zatıyla kaim (svâvasthita, veya
kendine yeter) ilkelerin bir İkiliği olarak düşündüğümüz kadarıyla gerçekdışı,
fakat Öyleliğiyle, "Olduğu haliyle" gerçektir; ki bu Vedântanın
görüşünü anlatmanın bir başka yolundan ibarettir. Bundan başka anlaşılabilir
yegâne öğretiye{134} Âtma-vâda denebilir, ki ilk
Budacılıkta yanlış anlaşılmış haliyle Atman öğretisiyle ilgilidir;
burada Vedaların Atman'ı (Zat) Nesne karşısında Özne yerine koyduğu varsayılır;
ki aslında Atman'ın "öyle olmadığı"na (neti, neti) işaret
etmek yeterli olmalıdır. O halde Vedanta'nın inkâr ettiği şey bilen ve bilinen
vb.'nin (her ne kadar bizim bakış açımızdan müstakil olarak düşünülebilir
olsa da) müstakil ve zatıyla kaim (svâvasthita, svayambhū) varlıklar
olduğudur; iddia ettiği şey bilen ve bilinen vb.'nin Zatın (Atman) ortak
veçheleri olduğudur, ki Zat Dünyanın Oluşu olarak Saf Fiil Birliği içinde
tezahür eder.{135} Diğer bir ifadeyle Dünya, Zat
(Atman) veya Öyleliktir (Tathatâ); bizim tecrübi Dünya anlayışımızdan
Yanılgıdır (Avidyâ).
"Ben (Zat) Mayam ile (Dünya) olurum".{136} Ne fail ne
faaliyet fiil (tekevvün) ile eşanlamlıdır, tıpkı bunun gibi Mâya da var
olanların (bhūtâni) dünyası (jagat, loka) değildir. Mâyâya
Moha, yanılsama veya aldanma denebilir ki onun vasıtasıyla dünya
kandırılır (mohita); fakat Mâyâ tarafından saf Akılları (prajnâ)
parçalanmış olan şu düşük tabiatlı (asura-bhâva) kandırılmış (mudha)
varlıkların kendileri vehim yahut yanılsama değildir, çünkü Kurtuluşları ne
kadar uzak olursa olsun (mâyâ-nivrtti, Svetâsivatara Upanişad, I, 10)
yine de mümkündür, hatta bunlar hakkında bile hâlâ "O sensin"
denebilir. O halde Beni (Zat) bilmeyen dünya ne tür bir ağ (jala, kalila)
ile aldanır? Varlıklarda değişik şekillerde kavranılan nitelikler /
özelliklerle (üç guna, yani kudret, faaliyet, atalet{137}) o kadar ki bunlar karşılıklı
olarak ayırt edilir; ve nihayet "çiftler" (dvandvâu),
kavramlarla ki dünya bunlarla tez ve karşı tez olarak görülür. Benliğin
yanılsaması kendisi de dahil olmak üzere dünya zatıyla kaim birimler çokluğu
olarak yanılgı dolu kavrayışına / algısına dayanır ve bu yanılsama sonucunda bu
birimlere bu haliyle koparılamaz bir bağlılık [merbutiyet] veya istikrah
duyar. Bu yanılsama, şahsi veçhesi abhimana, benlik,
"ben-lik", "ilk günah" itibariyle, Pruşa, Şahıs, Ezeli
İnsan olarak dünyada olduğu kadarıyla bizzat Tanrı tarafından paylaşılır. Fakat
Tanrıyı nesnel olarak eşzamanlı oluş bütünlüğü içinde bütünüyle kuvveden fiile
dönüşmemiş saklı imkâna sahip olarak düşünmek aynı yanılsamanın bir veçhesi
olacaktır: yani "Onu" sub specie aeternitatis{138} dünyadan
başka olarak düşünmek yanılsaması. Dünyadan kendine yeter olma niteliğinin
esirgenmesi halinde öyle bir yadsımada bulunmuş oluruz ki, bir yabani tavşanın
boynuzlarının gerçekliğini veya kadiri mutlaklığın zamanın içinde olmuş veya
oluşmuş ya da zamanın öte kıyısı olmamak için zaman içerisinde olmuş veya
olabilecek şeyi vücuda getirebileceğini (ve bu sebepten ötürü zamanın ötesindedir)
inkâr ettiğimizde ne anlama geliyorsa bu da ancak o anlama gelir.
Fiil /
faaliyet, hayat, değişim ve hafif tabirle "ilerleme" denilen şeyin
gerçekte benliğin karşıtların niteliklerine ve çiftlerine tepkilerinin bir
ardışıklığından başka bir şeyi temsil etmediğini ve Vedaların bakış açısından
bütün bu farkında olunmayan ve işlevsel tepkilerin Hayatı değil fakat sadece
"yaşama"yı temsil ettiğini yeniden belirtmek gereksizdir. Mesela
bilgi edinme "Hayat" değil, fakat sadece bilenin bilinene (olgu) bir
tepkisidir. Daha da tasrih etmek gerekirse Tahakkuk [realisation] olarak
bilgi Hayat, Zatın Hayatıdır ve o ne bilende ne bilinendedir, dolaysız
ve sonsuz bir fiil, adaequatio (Skr. taddkdrata) rei et
intellectus{139} olarak
bizatihi kendisindedir: sanat da benzer tarzda, ne görende ne görünende, ne
sanatçıda ne eserdedir, fakat bizatihi kendisinde consonantia (Skr. sâdrsya)
diversorum{140} olarak
Hayattır; sadakat ve arzu (bhakti, prema, kâma) âşıkta veya maşukta
değil fakat âşık ile maşukun kalbin boyutsuz mağarasında buluşmasındadır,
"Doğrusu bir meleğin, kocanın, karının değerli veya kıymetli olan her
neyse olma veya sahip olma için değil fakat Zatın sevgisi için," Brhadâranyaka
Upanişad, II, 4, 5 ve " 'Onun başka kendisinin başka olduğunu'
düşünerek (Zattan) başka herhangi bir meleğe yaklaşan{141} kimse bilmez (na sa veda)"
age. L, 4,10. Vedaların bakış açısından sadece bu "Hayat"tır ki
"bizim" bilincimizin merkezinde, aşkın Zatta böyle doğrudan tecrübe
edilir; ve haricen saf bir suhulet fesahat yahut mutlak samimiyet
[kendiliğindenlik] içinde dışa vurulur (Skr. sahaja, Çince, shen,
İslam, selam, Hıristiyanlıkta tasasız veya saiksiz feragat / uzlet (a-sakta){142}) ki bu fiil olmayan fiildir.{143} Vedaların "İncil"i, her
ne kadar Vedalar bhakti-vadaya göre değil bilgi açısından konuşurlarsa
da bu kurtuluşun, özgürlük ve genişlemenin sözcüklerin en tam anlamında{144} her zaman ve daima bilkuvve
gerçekleştirildiği ve bilfiil gerçekleştirilebilir olduğu öğretisidir: "Göklerin
Melekûtu sizin içinizdedir",“Bugün siz Cennette benimle
olacaksınız".{145}
Şu halde
Mâyâ aslında "doğurulmuş", prakrti-ja veya prâkrta{146} olarak
nitelendirilmesi gereken dünya olarak "Tabiat" değil kelimenin gerçek
ve teknik anlamında "tabiat"tır. Mâyâ tezahürün ortaya çıktığı
vasıtadır. Yaratıcı (Prajapati vb. veya Prajapati-Vac sıfatıyla İşvara, Baba ve
Kelam) bu vasıtanın efendisi olarak Mâyâ-vin diye isimlendirilir; dünya mâyâ-mayadır,
mâyâdan,"teshir"den "vücuda getirilmiş" veya "teshirli
"tarzda"dır... Bundan başka onun yarattıkları, ürettikleri veya
tezahürleri ile indra-jâlası ("indra'nın ağı") hissi olarak
algıladığımız dünyaya benzeyen bir hayran bırakma (moha-kalila) veya
teshir (vasi-karana) olan ölümlü sihirbazınkiler arasında mukayese
yapılır. Bu anlamda İngilizcedeki sihir [magic] ve sihirbaz [magican],
bir Roman de Merlin'inin artık tam olarak mevcut olmayan on beşinci
yüzyıl İngilizce çevirisi olan Merlin'in oyununda (lila) ve şahsında
misalini bulur:"dedi Merlin... çünkü ben bu su üzerinde yürüyebilirim ve
ayaklarım ıslanmaz ve ayrıca ben hiç su olmayan bir yerde bir nehir
oluşturabilirim," ki bunu gerçekleştirmiştir, bütün bunları ormandan
(Brioke) çıkarmış ve "ormanın ortasında" bir daire içinde
göstermiştir ve "uzunca bir süre durduktan" sonra günün sonunda
ormana geri dönmüş, birdenbire kaybolmuş ve "kimse onların ne olduğunu
bilememiştir".{147}
Böhme'nin
söylediği gibi, "Sihirbazın bu Sır içinde (Mysterium Magnum,Tanrısal
sudur) isteğine göre hareket edecek gücü vardır ve istediğini yapabilir",
çünkü "her bir mysterium diğerinin aynası ve kalıbıdır" her ne
kadar "vücuda getireceği unsurla donanması gerekse de".{148}
Dünyayı
tanrısal bir sihri kullanan Tanrısal bir Sihirbazın eseri olarak izah eden de
yine Böhme'dir:"Sihir sonsuzluğun anası, bütün varolanların varlığı
(varoluşu)... Tabiatın asli durumu... cevheri olmayan bir kalıptır, fakat
kendisini maddi-cismani varlıkta gösterir... onda Fiat [Işık] vardır...
bütün varolanların varlığının tüm biçimleri Sihirdedir. O üç dünyada da bir
anadır, ve her bir şeyi o şeyin isteğinin kalıbına göre vücuda getirir... Sihir
anlama değildir fakat anlamaya göre bir yaratmadır ve kendisini iyiye de kötüye
de uydurur... Sihir Tabiatın çıktığı anadır ve anlama Tabiattan çıkan anadır...
Hülasa Sihir İrade-ruhtaki faaliyettir."{149}
Dolayısıyla
Sihir Tanrı'nın hüneri veya sanatıdır ki onunla dünyanın oluşunu izhar
eder veya vücuda getirir; ve başka varlıklarda iştirak yoluyla veya
"diğerinin yansıması veya örneği" olarak vardır. Sanskritçe
"Mâyâ"nın İngilizce "Sihir" [Magic] olarak
çevrilmesi gerektiğinin ispatı konusunda başka bir şeye gerek yoktur.
İşvara
(saguna Brahman, Atman) ve İşvara için kullanıldığında Şiva veya Vişnu gibi
şahıs isimleri Hıristiyanlıkta kullanılan anlamda Tanrı'nın Sanskritçedeki
doğru muadillerinden ibarettir; nirguna Brahman ise Zatı Uluhiyet'tir.
Her ne kadar bu kümelerin her birinde baş (çoğu zaman Mahâdeva'da olduğu gibi
Mahâ,"Büyük"önekiyle ifade edildiği üzere) olsa da, İşvara'nın aynı
zamanda Deva, Bhuta, Yakşa, Asura vb. olmasından, ve bu cins nitelemelerin her
biri "Üç Dünya''daki varlık durumlarının belirsiz bir çeşitliliği ile
ilgili olarak kullanılabildiği için bir Hindu çoktanrıcılığına dair yaygın
kanaat ortaya çıkmıştır; nasıl ki İslam noktayı nazarından Hıristiyanlıktaki
Teslis benzer bir çoktanrıcılığı temsil ederse; oysa burada asıl veya maksat
birdir, değişen sadece bakış açılarıdır.{150} Fakat bir Hıristiyan: Tanrı'nın
"sadece Varlık" olduğunu söyleyebilir, nitekim Eckhart söyler ve yine
de başka her türlü "varlık"tan Tanrı'nın diğerleri arasında sadece
bir varlık, belki bir başkasına denk veya daha aşağı, olduğunu kastetmeksizin
söz etmesi gerekir, tıpkı bunun gibi, Deva vb. gibi Veda tabirlerinde hem bir
birlik hem bir hiyerarşi gerektiği gibi takdir edilmez. Hatta Hıristiyanlıkta
Tanrıyı bir melek olarak adlandırmanın uygunluğu hususunda tartışmalar olmuş ve
genel olarak bunun bir inançtan çok bir maslahat meselesi olduğu sonucuna
varılmıştır, nitekim İşaya, IX, 6'daki (Sept. Çev.) "Büyük Nasihat Meleği"
deyimi ile muhtemelen Tanrı'dan söz edilir, krş. Eckhart'ın
"başmelek" ve Brhadar. Up„ 1, 2, 7'deki "Tek Melek"
ifadesi.
Deva'nın
mutat ve ayrım gözetmeksizin "Tanrı" veya "tanrı" olarak
karşılanması, her ne kadar kısmen pagan çoktanrıcılığı ihtimalini dışarıda
bırakmayan idées fixese bağlanabilirse de etimolojik bakımdan da
doğrulanır ve bilimsel bakımdan doğru bir türetmeye dikkatsiz bağımlılıktan
kaynaklanabilecek yanılgı türüne iyi bir misal sunar. Deva aslında Latince deus,
İngilizce deity, divine sözcüklerine karşılık gelir, her ne kadar Zend daeva
Sanskritçe Devana her zaman tam olarak "Tanrı" anlamına
gelmeyeceği ikazını hatırlatıyorsa da.
Deva lafzen
"Parlayan, Işık Saçan"dır; doğru karşılık "Melek"tir,
"parlayışı" sanatta bir ayla veya huzmeler ile temsil edilen daha
yüksek Devalar ilkeler veya saf akıllar veya "Aeonlar" (prabhā,
prakâsa), bilfiil varoluş imkânlarına (Mâyâ, veya Apah "Sular")
akseder. Devalar ve Devatalara Brahman'ın azaları ve uzuvları (anga) ya
da hiyerarşilerine göre (sthâna-vibhâga) Atman'ın nitelikleri (bhakti)
veya melikleri (vibhuti) denir: nasıl ki Hıristiyanlıkta Melekler
hiyerarşileri ve sınıfları içinde Tanrının vekilleri, melikleri ve elçileri
ise. Bu benzerlik o kadar geniş boyutlardadır ki nasıl ki Hint geleneğinde
İşvara dahil Devaların kürsüleri ve vasıtaları (asana, vahana) ve
nitelikleri ve silahları (âyudha puruşa vb.) ile karşılaşırsak ve
kendilerinden Devalar diye söz edilir ve ikonalarla temsil edilirlerse,
Hıristiyan hiyerarşileri de içinde en yüksek zümreden bir "Tahtlar"
ve İkincisinde "Melikler" düzeni barındırır; bunların meziyeti
Tanrının iradesiyle "boyun eğenlere düzeni benimsetmek", "kötü
ruhları zorlamak" ve benzeridir, nitekim Hint Devalarının Âyudha Puruşaları
da onların buyruğuyla ortaya çıkar ve onların iradelerinin icra / infaz ve
vasıtalarıdır. Melekler ve Başmelekler hiyerarşide en aşağı zümredendirler ve
işleri neredeyse tamamen insan hayatıyla ilgilidir, bunlar insanlara elçi
olarak gönderilir, veya bir bölge ve kişiyle ilgili koruyucu olarak hizmet
ederler; bunların da Hint geleneğinde bol miktarda mukabilleri vardır, hatta
ferdi koruyucuların (ârakkha devatâ) mevcudiyeti de bunlara dahildir.
Veda ve Hıristiyan geleneği keza meleklerin mahalli hareket bağımsızlığı
konusunda da uzlaşma içindedirler. Ve son olarak Devaların sayısının genellikle
otuz üç bin, meleklerinkinin ise sayısız olduğu söylenir, San Tommaso D'Aquino'nun,
"bunun meleklerin tam sayısı olduğu da söylenemez" ifadesi her iki
durumda da geçerli olabilir.{151}
Bundan başka
münferit olarak Devaların ölmez (amara) oldukları söylendiğinde bu
onların belli bir varlık düzlemindeki (loka) bekalarını ifade eder,
başka herhangi bir hal değişikliğine, Zamanın akışı içinde "yeniden
ölüm"e{152} tabi olmadıklarını değil; her ne
kadar bu onların Zamanın sonunda (kâlpânta){153} aslında bir
tür ölüm, ama kesinlikle mors janua vitae{154} olan
Brahman'a doğal dönüşlerini dışarıda bırakmasa da. Devaların da münferiden
değil fakat işgal ettikleri durum (sthâna) olarak ölmez oldukları
söylenir ve bu onların ilkeler olarak ölümsüzlüklerine işaret eder, nitekim bir
başka çağda şimdiki İndra'dan başka birinin indra'nın tahtını dolduracağını
söylediğimizde demek istediğimiz budur. Bu sonraki açıdan Pancavimsa
Brâhmana, VI,9,15'de Devalardan "ilk sudûr" (prathamam
asrgram), "kalıcı konuşma" (sthita vyahrtih) diye söz
edilir ve burada mevcudiyeti "günden güne"(svah, svah)
olan münferit varlıklarla (manuşyah, "insanlar",
"ölümlüler") karşılaştırılır. St. Gregorius ve St. Augustinus bununla
tam bir uyum içinde"angelus nomen est officii, non naturae"
iddiasında bulunur; ve nasıl ki yüksek devalardan bazıları zamanın sonunda
bulunmazlarsa—Hesap Gününde—"letafet ve tabiat farklılığına göre... melek
sınıfları da hep olacak fakat meleklere mahsus işlerle ilgili olarak belli bir
derecede kalacak ve belli bir derecede son bulacaklardır" (San Tommaso
D'Aquino, Sum. Th., I. Q. 108, A. 7). Ve ayrıca ölmüş olanlardan nasıl
ki kısmen Devalar diye söz edilir (ve bu Devanın "Tanrı" veya
"tanrı" diye karşılanmasının neden uygun olmadığının özel
sebeplerinden biridir) "insanlar da meleklere mahsus tabakaların her
birinde meleklere denk denecek derecede izzet ve azameti hak edebilir"
(D'Aquino, ibid., A. 8).
Anlatılanların
neticesinde Devaların ve Meleklerin tabiatı ve işleriyle ilgili mütekabil
kavramların teferruatlı mukayesesi ile Devanın "Tanrı" veya
"tanrı"{155} (ki bu sonuncusu "sahte
tanrı"dan pek de farklı değildir) diye karşılanmasının ancak en yüksek
Deva'nın açıktan veya örtülü olarak kastedilmesi halinde meşru olduğu, diğer
bütün veya hemen hemen bütün durumlarda "Melek" sözcüğünün
kullanılması gerektiği yeterince ispatlanmış oldu. Aynı şey çoğu durumda Yakşa
için de geçerlidir fakat Yakşalar her ne kadar tek bir hiyerarşi içinde olsalar
da çok farklı sınıflardandır, kimileri meleklerden ziyade cinler ve perilerdir;
dolayısıyla asıl sözcüğün mevcut haliyle bırakılması çoğu durumda takip
edilecek en iyi yoldur. Deva
ile Asura birlikteyse aynı cins niteleme her ikisi için de geçerli olmalıdır
(nitekim Mikail ve Şeytan aynı derecede "Melek"tir) ve eğer bir ayrım
yapılacaksa Asura "Kara Melek" veya daha doğrusu "Daimon"
diye çevrilmelidir. Geriye Visve Devatah, "Muhtelif
Melekler"in umumiyetle (mesela, Brhad Devata, 1,69 vd.) Teslisin (tridha)
üç uknumu anlamına geldiğine işaret etmek kalıyor, fakat Eckhart'ın da ifade
ettiği üzere (II, 153) "melek orduları sayısızdır", ancak "zaman
ve sayıdan ayrı ayrımdan habersiz olan biri için bir de yüz de bir
olacaktır."
Tapas
Tapas uygulaması
öncelikle herhangi bir varlığın yaratıcı güçlerinin kuvvetlenip odaklandığı
zihni bir süreçtir. Tecrübi muadili Yogilerin ve diğerlerinin muhtelif
çilecilik uygulamalarında bulunur. Bir evrenin yaratılmasına hazırlık olarak
tanrısal varlığın (belli bir zaman çevrimiyle ilgili Yaratıcı olarak Tanrı)
gerçekleştirdiği tapas; ve Şiva'nın özel taraftarlığını yeniden elde
etmek amacıyla Uma'nın yaptığı pancâgni tapas örnek olarak
gösterilebilir. Tapas göz önünde bulundurulan malum bir maksatla
ihtiyari olarak yaşanan bir infial halidir. Ruhi manevi potansiyelin kıvılcım
noktasına yükselmesi olarak tarif edilebilir; Böhme'nin "şule",
"alev", "alevlenme, tutuşma" diye ifade ettiğinde veya İbranice
zimzumda karşılaştığımız aynı şeydir. Tapas genellikle
"kefaret" diye çevrilir; fakat ıstırap, çaba, terleme, erime ve
birleşme kavramlarının simgesel olarak mevcut olmasına rağmen
"kefaret" karşılığı, geçmişle ilgili herhangi bir arınma değil, fakat
sadece müstakbel bir maksada doğru bir gerilim düşüncesi olduğu için bütünüyle
uygunsuzdur. Şankaracarya{156} tapası bir araya getirmek,
toplamak, elde etmek, idare etmek, hâkim olmak anlamına krş kökünden bir
isim olan "krcchra" ile açıklar ve çaba sarf etme, tutma,
alıkoyma vb. ile tevil eder. Şimdi İngilizcede "gerilme, gayret gösterme,
(zihnî) güç / yeğinlik temrini, güç veya kuvvet artışı" diye tarif edilen
(Webster) intension; "karakteristik niteliğini yüksek bir derecede
gösterme, yüksek etkinlik derecesinde faal olma" diye tarif edilen intense,
ve "yoğun veya daha doğun yoğun hale gelmek, artan güç veya enerjiyle faal
olmak" diye tarif edilen intensify (geçişsiz) sözcükleri vardır.
Bütün bunlardan yeterince anlaşılmış olmalıdır ki tapas genellikle
"gerilme" veya "çaba / gayret gösterme"; tap fiili
de genel olarak "kuvvetlendirmek, yoğunlaştırmak" diye çevrilmelidir.
Hülasa: Bir
disiplin olarak görülen "Mukayeseli Din Araştırmasının asıl amacının bütün
dini genişlemelerin temelini teşkil eden müşterek metafizik geleneğin kök
itibariyle aynı olduğunu göstermek olduğunu düşünüyorum: ki bu gelenek bir kez
tesis edildiğinde (ve bu doğrudan aydınlatma / fikren ve ahlaken geliştirme
amacıyla değil ancak akli ve fikri olarak yapılabilir, çünkü akıl "ilk
ilkelerin habitusu" olarak tarif edilir) temanın sonsuzluğunun ve
beşeri karakterin çeşitliliğinin gerekli kıldığı çeşitlemeler olarak dinlerin
yan yana varolmasına izin verir. Avrupa'nın "dini müsamaha"dan
anladığı şey kuşkuculuk ve siyasi maslahat mülahazayla erişilen menfi bir
kavramdan ibarettir. Temel mülahaza ilkesi müspettir: Yaska'nın sözleriyle,
"Tanrının azametiyle bir hayat ilkesinin muhtelif şekillerde övüldüğünü
gerçekten görür ve anlarız"; Ruysbroeck'un sözleriyle: "Ne doğru
adlandırabileceğimiz ne tam olarak ifade edebileceğimiz akıl ermez soyluluğu ve
yüceliği dolayısıyla bütün bu isimleri Ona veririz".{157} "Ben herkese özel bir
ibadet-taat biçimi verdim. Ben herkese özel bir ifade tarzı bağışladım."
ibn Arabî, "Hâzır-ı Mutlak ve Kâdir-i Mutlak Tanrı'yı kimse tek bir inanç
/ itikatla sınırlayamaz, çünkü O "Yüzünüzü her nereye dönerseniz Allah'ın
veçhi oradadır" der [Kuran, II, 109)... Eğer bir kimse Cüneyt'in
"Su, kabının rengini alır" sözünü anlamışsa başka insanların
inanışlarına karışmaz, fakat her inanış biçiminde Tanrı'yı görür" ve
"Onun develeri hangi yolu tutarsa tutsun ben Aşk dininin
takipçisiyim"; Hâfız, "ki orada Turbanlı münzeviler gece gündüz
Allah'ı zikrederler, kilise çanları ibadete çağırır ve Mesih'in Çarmıh'ı
oradadır"; Bhagavad Gita, IV, 11,"İnsanların dört bir cihetten
yürüdükleri yol Banadır". Hatta Aşoka'nın, "Meleklerin
Sevgilisinin", gördüğü gibi,"kendisininkinin parlaklığını artırma
amacıyla başkalarının tuttukları yolu aşağılayarak kendi yolunu yücelten kimse
aslında bu davranışıyla en ağır zararı kendisine verir".{158}
Vedaların
geleneğini benimseyen, anlayan ve uyarınca yaşayanlar bunun bir çoktanrıcılığı,{159} bir tümtanrıcılığı,{160} veya mevcudiyetin inkârını temsil ettiğini
kabul edemezler ve bu türden bir terminolojinin çürütülmesiyle ilgili
bilginlerin genellikle kullandıkları türden geçerli deliller sunarlar. Yukarda
tanımlanan akli / fikri temel üzerinde gerçekleşebilecek olandan başka Avrupa
ve Asya arasında bir ön uzlaşma tasavvur edilemez, Doğunun ve Skolastiğin (yani
hakiki Avrupa'nın) bakış açısından "sanat"ın aklın bir parçası olduğu
unutulmamalıdır.
Şu halde
"Hıristiyanlık dışındaki dünyanın kutsal kitaplarının sadece dilbilgisi
kuralları açısından doğru olarak değil fakat bağlamları içinde özel tabirler
bakımından da gerçek anlamlarına tam bir farkındalıkla ve İngilizcedeki tam
veya mümkün en yakın muadilleriyle çevrilmesine atfedilen önem abartılmış
olamaz. Bu öyle bir acil mecburiyet ki bu açıdan tam olarak yeterli olmayan
mevcut bütün çevirileri yenilemekte hiç tereddüt etmemeliyiz ve unutmamalıyız
ki bu çeviriler "amacı kendinde" olarak görülemez, okunmayı,
yorumlanmayı, öğrenilmeyi ve deruni olarak hazmedilmeyi amaçlarlar. Doğru, bu
Veda metinlerinin neredeyse mevcut bütün çevirilerinin katı kurallara dayalı
olarak gözden geçirilmesini ve daha fazlasını gerekli kılacaktır, fakat bu iş
mevcut neslin imtina edemeyeceği bir vazifedir. Bilginler vazife icabı
mesleklerinin şartlarıyla bağlıdır.
Bir
Gerçeklik araştırmasının bir anlamda metafiziğin temel görevi olarak
görülebileceğini düşünmek çok yanlış olarak görülmeyebilir. Buna mukabil
metafiziğin bu istikamette son iki veya üç bin yıl içindeki çabalarının bir
başarısızlıklar dizisi olduğunu düşünenlerin sayısı az olmayabilir. Buradan
hareketle metafizikten çok fazla bir şey umut edilemeyeceği ve bu sebepten
ötürü artık onu terk etmemizin zamanının geldiği sonucuna varılabilir. Bir
anlamda ben bunun bir yanlış kanaat olduğu fikrindeyim. Kıyas yoluyla cevap
vermek gerekirse: Bu durumda bütün insanlığın mükemmeliyet yolundaki manevi /
ahlaki çabalarının bir başarısızlıklar sicili olduğundan bahisle ahlaki
çabalarımıza da son vermemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Metafiziğin
başarısızlıklarının ahlakın başarısızlıklarından ne kadar büyük olduğu
konusunda teferruatlı bir araştırmaya girişmek gibi bir niyetim yok, çünkü
böyle bir şeyin bir faydasının olabileceğini düşünmüyorum. Ömrümün geride
kalmış dönemindeki ahlaki çabalarımın başarısızlıkları önümde olabilir fakat
içimde bu ahlaki sevki tabi olduğu sürece bu ahlaki çabayı sürdürmem gerekir.
Açlık yenilecek bir şeyin olmadığı bilgisiyle doyurulamaz. İçimizde Gerçekliğe
dair öyle bir susuzluk var ki metafizik adıyla anılan zihnî / fikrî
arayışlarımız meşruiyetini orada bulmaktadır.
Bu
zihnî/fikrî arayışların en sonunda nihai sonuç olarak sağlam ve güvenilir bir
tecrübe türüne işaret etmeyi gerekli kılıp kılmadığı veya bizatihi bu
arayışların aklın / ruhun bu doğrultudaki açlığını doyurmaya yeterli olup
olmadığı gerek Batı gerek Hint dünyasında düşünen kafaların üzerinde tam bir
uzlaşmaya varamadıkları bir meseledir. Taraflar arasında bu mesele üzerinde
sürüp giden açık ve kesin bir uzlaşmazlık ve çekişmenin uzun bir geçmişi
olduğunu söylemiyorum, fakat bu iki dünyanın felsefe tarihinden anlaşılan o ki,
Avrupa'da düşünen kafalar her zaman umumiyetle teorik ve akli araştırmayla
tatmin olurken, bizim dünyamızda, her ne kadar en dakik ve kati akli
araştırmanın gereklerine riayet edilmeye özen gösterilse de, buna ilave olarak
her zaman akli araştırmanın net sonuçlarını doğrulayabilecek gerçek bir tecrübe
talep edilir. Hint dünyasında düşünürler mantıken belli bir sonuca götüren safi
teorik düşünce doğruluğunun yeterli olduğunu düşünmezlerdi. Şurası ilginçtir ki
aynı düşünürlerin tecrübî bakımdan tam olarak doğrulanabilir olduğunu
düşündükleri ve teorik araştırmanın epistemolojik, ontolojik ve mantıki
bölümleriyle ilgili umutsuz bir uzlaşmazlık içinde olan çatışan düşünce sistemlerinin
tamamının fiilen uzlaştıkları bazı metafizik sonuçlar vardır.
Hint
dünyasını müdafaaya çalışmıyorum, fakat metafiziğin alanı üzerine düşünmek için
kısa bir müddet duraklıyorum. Her zaman bir yere bir sınır koymanın ananevi bir
yolu vardır. Fakat ben bununla tatmin olmuyorum. Elbette sizin her zaman
kendinize ait bir hududunuz vardır ve siz her zaman bu kadarının yeterli
olduğunu ve daha ileri gitmemek gerektiğini söyleyebilirsiniz. Fakat benim
nazarımda her türlü metafizik araştırma temelini ve meşruiyetini aklın / ruhun
Gerçekliğe ulaşmaya dönük [sonradan edinmediği bilakis] tabiatının bir parçası
olan susuzlukta bulur. Ve ben bu araştırmanın sadece belli teorik çıkarımlar ve
yorumlarla sınırlı olması gerekip gerekmediğini veya mantıki düşünce usulleriyle
ancak yetersiz ve kusurlu olarak kavranılmaya çalışılan bir tecrübeye erişmenin
başından itibaren aklın / ruhun bir tavrı olup olmadığını kendime sorarım. Bir
Gerçeklik fikri safi bir fikir midir yoksa tıpkı harici bir anlamda bir şiir
parçasının estetik mizacımızı doyuran bir fikir ya da mecazlar sistemi olarak
düşünülebilmesi gibi aklın / ruhun mantıki temayülünü doyuran tutarlı bir
fikirler sistemi midir? Yoksa Gerçeklik fikri, Gerçekliğin doğasına dair bir
yorumun teorik tutarlılığını araştırmanın ardında aklın / ruhun sadece mantıken
doğruluğundan şüphe edilemez değil fakat aynı zamanda içinde Gerçeklik
araştırmasının nihai meşruiyetini içeren bir tecrübe olarak da hissedilmesi
gereken bir hakikate ulaşmaya dönük daha derin ve az veya çok çözümlenemeyen
bir eğiliminin olduğu yolunda bir imayı barındırır mı? Bir filozof zihnin
mantıki temayülünün zevkine, bir şekercinin damak için tattırıcı olduğu gibi,
bir tedarikçik midir sadece? Gerçeklik fikrimiz, insan olarak geniş bir alan
içerisinde ilgimizi çeken belli türden olguları ve ilişkileri açıklayacak bir
fikirler sistemi midir? Kesinlikle bu anlamda metafizik doğrulanamaz ve bu
anlamda doğrulanabilir değildir. O zaman farklı kimseler için farklı manalara
bürünen bir akli mitos veya hayal mi olması gerekir? Shelley, Browning ve
Keats'i okuyor ve zevk duyuyoruz ve aynı şekilde Kant, Hegel ve Lotze'yi
okuyoruz. Fakat burada karşımıza çıkan ilki lehine özel bir imtiyaz iddiasında
bulunmayan bir farklılıktır. Bilakis her bir filozof başkalarınınkini dışarıda
bırakarak kendi sisteminin yegâne geçerli teori olduğu iddiasında bulunur. Ne
var ki bu geçerlilik iddiasının ifade ettiği şey yine kesinlikten uzak ve
belirsizdir; genellikle iki şekle bürünür, yani bir sistem mantıken
diğerlerinden daha tutarlıdır ve tabiatımızın taleplerini başkalarından daha
çok tatmin eder. Bununla beraber son iddianın tam anlamı kolayca anlaşılabilir
değildir ve birçok filozof çoğu zaman bu belirsizlikten faydalanmış (genellikle
farkında olmaksızın) ve ona, hiçbir değerlendirmeye tabi tutmaksızın bir tür
elverişli yorum kazandırıp benzer şekilde başkalarını ikna etmeye çalışmıştır.
Tabiatımızın taleplerinin bu tatmininin herhangi bir sistemin geçerliliği için
bir ölçüt ya da kabulü için bir iddia olarak sunulması da bizi yine zihnimizin
mantıki tutarlılık özleminden ayrı olarak metafizik araştırmamızda tatmin
edilmesi gereken başka bir susuzluğu olduğunu düşünmeye sevk eder.
Bana öyle
görünüyor ki bilim, felsefe, estetik vb. gibi beşeri araştırma alanlarının çoğu
akli tutarlılıkla tamamlanmaya muhtaç (veya tersi) doğrudan tecrübeyle elde
edilen bir tatmin türünü gerekli kılar. Birisi estetikle uğraşıyorsa eleştiri
ilkelerinin veya ölçütlerinin tutarlılığı hangi düzeyde olursa olsun nihai
anlamda sınanmalarının estetik algımızın tatminiyle yapılması gerektiğini
anlar; fizikle uğraşıyorsa yasalarının tümünün hissi tecrübeyle sınanmaya
elverişli olması gerektiğini anlar. Fakat felsefede tatminini talep ettiğimiz
herhangi bir özel tecrübe türünü belirtemeyiz; tatmin edilmesini istediğimiz
tecrübe türü bana bütün taleplerimizin bir şekilde buluştuğu bir odak noktası
gibi bir şey görünür. Eğer bir teşbih yardımıyla anlatmama izin verilseydi,
insan olarak farklı türden özlemlerimizin iç âlemimize tıpkı ışık şuaları gibi
yansıtılmış olduklarını ve eğer bunlar güzergâhları üzerinde birinin veya
diğerinin tatminiyle engellenmezlerse hepsinin tek bir noktada buluşacaklarını
ve bu noktanın ötesinde başka bir şeyin olmadığını söylerdim. Bana öyle
görünüyor ki bu yansıtılmış odak noktası sanki başından beri münferit
eğilimlerimizin tatminlerinin tümünün işaret ettiği hedef olarak hissedilir.
Her bir tecrübe bize, hep ötesindeki alanı, diziyi aşıp geçerek kaybolan bir
noktanın uzak bir belirtisine işaret etmesi anlamında ondan bir iz, bir eser
taşır. Fakat konu dışına çıkmış oluyoruz ve herhangi bir metafizik araştırmanın
sonuçlarını bilfiil ispatlanıncaya kadar önceden öngöremeyiz. Bu denemede
yapmak istediğim şey sadece doğrulanabilme gücüne sahip herhangi bir metafizik
varsayımın kurulması için benimsenmesi gereken yöntemi ele alıp tartışmaktır.
Metafiziğin
araştırma konusu başka herhangi bir araştırma alanından çok daha geniştir ve
bunların hepsini ahenkli hale getirmeye çalıştığı söylenir. Fakat bununla neyin
kastedildiğini ben bilmiyorum. Ahenk müzikte anlaşılabilir bir anlama sahip bir
sözcüktür, çünkü burada belli bir tecrübe türüne karşılık gelir. Müzikte farklı
sesler işitilir ve bunların belli bir tarzda karışıp kaynaşarak ahenk meydana
getirmesi de yine doğrudan tecrübe konusudur. Bu ahenk hissedildiğinde bizim
müzik özlemimiz tatmin edilmiş olur ve artık daha fazla bir şey beklemeyiz.
Ahenk teşekkül etmezden önce farklı sesler arasındaki ilişkiler bir mantıki
tutarsızlık ilişkisi değildi ama bizi seslerin doğru yerlerini bulmasını
beklemeye sevk eden estetik anlatımlarındaki bir kusur veya noksandı, ki o
seslerin her biri eğer kendilerini müzik duyumuzun tatminini talep ettiği
tecrübenin meydana gelmesine göre ayarlayabilselerdi kendi yerini bulmuş
olacaktı. Tek bir sesin meydana getirdiği tatminsizlik estetik duyumuzun sahip
olmayı istediği ama aynı zamanda bunu vücuda getirmeye güç yetiremediği bir
tecrübe türünü içimizde uyandırmasından kaynaklanır. Bu duyguyu seslerin
birbirine ulanarak bağlanmasının uyandırdığını söylemiyorum, ahenk tecrübesinin
bütünüyle farklı türden bir tecrübe olduğunu düşünüyorum—tıpkı suyun teşekkül
ettiği hidrojen ve oksijenden bütünüyle farklı olması gibi. Müzikteki seslerin
her biri tecrübe edilmiş oldukları anlamda gerçektir ve bu anlamda onlar ahenk
kadar büyük bir gerçekliğe sahiptir; fakat ahengin gerçekliği yine de bir başka
anlamda daha yüksektir, yani o estetik duyunun susuzluğunun nihai tatminini
temsil eder. Dolayısıyla ahenk tecrübesi bir anlamda münferit seslerin
tecrübesini aşar fakat yine de hepsinin nihai anlamı olarak—bir bakıma hepsinin
onu eksik ve noksan olarak ima ya da ihsas etmesi anlamında—hissedilir.
Ahengin daha
yüksek gerçekliği tam da seslerin uyandırdığı noksan tatminin bu tecrübesinde
ve ahengin kavranılan kusursuz tatmininde hissedilir. Eğer bu herhangi bir
düşünürün müzik gerçekliği olarak ahengin mantıki tanımı veya çıkarımıyla
doğrulanırsa onu ilave bir delil olarak kesinlikle memnuniyetle karşılamalıyız;
fakat ahenk tecrübemiz bize onun gerçekliğini tanıtlamalıdır. Bu sadece buyruk ya
da talimatla kabul edilemez. Dolayısıyla metafizikteki nihai Gerçeklik
araştırmamız bizim bütün tecrübelerimizi ahenkli hale getirecek bir Gerçekliği
bulmaya çalışacaksa bu ancak buna karşılık gelen bir tecrübenin sınanması
temelinde yapılabilir. Sözcüklerin çok fazla yararı olmayacaktır. Böyle bir
akli keşfin de tecrübeyle sınanması gerektiğini talep etmeliyim. Sesler
birbiriyle kaynaşıp ahenk teşekkül ettiğinde tam usullerini / icralarını
nadiren çıkarabiliriz; ama ahenk teşekkül ettiğinde seslerin uyandırdığı
Gerçeklik olarak hissedilir. Benzer şekilde bizim münferit tecrübelerimizin
birbiriyle kaynaştığı tam usuller her aşamada çıkarılamasa bile, nihai aşama
bir doğrudan tecrübe konusudur ve ara aşamalarda kavranılan nihai Gerçekliğe
dair iç kavrayışın başka tecrübelerimizin işaret ettiği şey olduğunu
doğrulamaya yetecek yeterli bağların bulunması gerekir.
Burada
herhangi bir mistiklik veya hissilik peşinde olmadığımı açıklamalıyım, mamafih
bütün tecrübelerimizi araştırmayı teklif eden birisi için bu duygular ve mistik
tecrübeler öyle zannediyorum her zaman ilgili mülahazalar olarak kabul
edilmelidir. Sadece dışarıdan oluşturulan herhangi bir bilgi teorisinin veya
metafizik bir nazariyenin bize bunu buyurma hakkına sahip olamayacağını ileri
sürüyorum. Mantık birbirimize farklı tecrübelerimizi yorumladığımız dildir.
Olgulara bağlı olarak çalışır ve bize olguların pek çok yeni bağıntısı hakkında
ipucu sunar, fakat ne yeni olgular yaratır ne de ilgili olguların geçerliliği
peşinen doğrulanamıyorsa sonucun geçerliliği hakkında bir güvence sunar.
Spinoza'nın görüşü ne olursa olsun metafizik öyle zannediyorum ki geometri
değildir. Bir düstur veya bir ilkeyi bir mütearife [belit] veya bir kaziye
olarak alamaz ve ona dayanarak bütün tecrübelerin üzerini bir Mutlak ile
örtecek denli büyük bir ağ elde edinceye dek onu eğirip bükmeyi
sürdüremezsiniz. Bu yöntemle bile uzlaşılabilecek bazı sonuçların
bulunabileceğini inkâr etmiyorum fakat tecrübeden hiç söz etmeksizin sadece
böyle bir yönteme bağlı olmak öyle zannediyorum ki metafizikte umutsuzca yanlış
yolda olmak demektir. Bu hiçbir yerde işlemez. Hatta geometride bile belli
ilkelerden hareket edip belli sonuçlara eriştiğinizde, her ne kadar
geçerlilikleri bu doğrulamalardan ayrı olarak ileri sürülebilse bile, söz
konusu sonuçlar tecrübeyle doğrulanır. Geometri mekân ilişkilerinin doğasıyla
ilgili belli mütearife ve kaziyelerden hareket eder ve bunlardan mantık
kuralları çerçevesinde akıl yürütme yoluyla başka mekân özelliklerini veya
bağıntılarını ispat eder. Bu sonuç bir mantıki çıkarım{161} olarak geçerlidir fakat bu zaman
-mekân ilişkilerine dair başka tecrübelerimize uygun olarak bilfiil tecrübeyle
de doğrulanabilir. Ama eğer geometrinin çıkarımları başka türlü
doğrulanamasaydı ve ilgilendiğimiz başka tecrübelerin doğrudan içinde yer
almasaydı düşünce için hâlâ geçerli olabilir ama kimse bu mantıki yorumları
tecrübemizin başka bölümleriyle ilişkilendirmeyi düşünmezdi. Fizik, tecrübeden
soyutlamalar yapar fakat her adımda bu soyutlamalar tecrübeyle doğrulanır.
Bir
metafizikçi, eğer kendisini bir yasa koyucu olarak düşünürse hiç kuşkusuz işini
kaybeder. O bize Gerçekliğin ne olduğunu buyurma iddiasında bulunamaz; onun işi
insanlar Gerçeklikten söz ettiklerinde ne demek istediklerini bulup ortaya
çıkarmaktır. Gerçekliği bulma özlemimizin alan ve sınırlarının geçerliliğini
bir tecrübe çözümlemesiyle olduğu kadar tecrübenin terkibî tazammunlarıyla{162} da bulmaya çalışmalıdır. Metafizik
eğilimlerimizin başka eğilim kümeleri ve farklı zihni tecrübelerimizin
sonuçları içerisindeki yerini ele alıp incelemelidir.
Mantık
melekemiz öyle bir melekedir ki onun sayesinde düşüncedeki herhangi bir veri
yahut tasavvurun teferruatlarını bir kenara bırakabiliriz; bunlar herhangi
belirli bir amaç için elzem değildir ve bizi o an ilgilendiğimiz başka özdeş
veya benzer özelliklere bağlarlar. Bu onun hem üstünlüğü hem kusurudur. Bu
meleke olmaksızın gelip geçici temsil ya da tasavvurlar içerisinde kaybolur ve
ilişkilerin özdeşliği temelinde belirli bir çizgiyi takip edemezdik. Ama eğer
sadece ona güvenecek olsaydık hiç gezme ya da görme isteği duymadığımız yerlere
gitmek ve görmek zorunda kalabilirdik ki işte bu da onun kusurudur.
Tecrübemizde Gerçekliği bulup ortaya çıkarmak için gezi aracı olarak soyut
mantıki düşünceyi kullanırken her zaman uygun aralıklarla duraklara uğrar ve
yer tecrübesiyle kendimizi doğru yolda ilerlediğimize ikna ederiz.
Benim
nazarımda mantık, düşüncemizi ancak bir süreç olarak kavranılan fakat
unsurlarına çözümlenmeyen ya hissi algılar ya da hissedilen bütünler olarak
şimdinin dolaysız tecrübesinin ötesine geçmeye götürebilecek yöntem demektir.
Hiçbir düşünce, ya duyular aracılığıyla veya doğrudan zihne, dolaysız verilen şeyle
yetinemez. Mantıki düşünce melekemiz (eğer böyle bir ifade kullanmam mümkün
ise) verilen herhangi bir şeyin doğrudanlığını ayırıcı özelliklere parçalamanın
yolunu araştırır ve ardından herhangi özel türden bir ilgiyle bunlardan birini
seçip benzer şekilde parçalanarak başka birliklerden soyutlanmış diğerleriyle
birleştirmeye yönlendirilir. Tecrübelerimiz salt doğrudan veriler veya anın
hissedilen bütünlükleri olarak kaldıklarında kendi içlerine kapalı kalırlar; bu
şekilde düşünüldüklerinde bunlar nadiren birbirleriyle irtibatlandırılabilecek
tecrit edilmiş olgulardır. Hissedilen her bir bütün kendi başına hazır bekler.
Fakat aklın faaliyeti böyle doğrudanlıklarla yetinemez çünkü bu faaliyetin özü
birinden diğerine geçişten ibarettir ve zihnimizdeki biri kendiliğinden ve
tesadüfi, diğeri zorunlu ve irtibatlı olmak üzere bu tür faaliyetlerin iki
türüne dikkat ederiz, ilkini duyularla ve otomatik telkin ve çağrışımlarla
verilen her şey, diğerini belirli bir düzen içerisinde soyutlama unsurlarını
birleştiren ihtiyari de olsa zorunlu mantıki süreç temsil eder.
Bunların her
ikisi de düşünce için temel ve elzemdir. Düşüncemizin verileri bize
denetimimizden bağımsız olarak gelir ama zihnimizin faaliyeti bu gayrı ihtiyari
süreçle tatmin olmaz, çünkü bilinçli olarak bu verileri şu veya bu şekilde
birleştirmek ister ve bu imkânsız görüldüğünde muhtelif tecrübeler içerisinde
hissedilen somut bütünlüklerden belli özellikleri ayırır veya soyutlar, zımnen
onları bilfiil varolan unsurlar olarak kabul eder ve yeni bir birlik içinde
toplar. Soyutlanmış belli bir özellikle başlar ve onun başka soyutlanmış
özelliklerle ilişkilerini kurma sürecini devam ettirebiliriz. Ancak bunu tek
bir hat içerisinde yapsak veya çeşitli hatlar içerisinde çoğaltsak bile
tecrübemizin hakikatine ulaşamayız. Yeni tecrübelerin otomatik hücumu mantıki
tahlil ve terkip faaliyetinin üzerinde çalıştığı malzemelerdir. Rasgele alınan
iki mantıki soyutlama arasındaki ilişkinin tam tabiatının ne olduğu
söyleyebileceğimizden çok daha fazlasıdır. Bunlar herhangi bir mantıki
soyutlamadan başlayamayacak derecede birbirleriyle karşılıklı olarak
irtibatlıdır, Hegel'in inancı böyleydi; ve eğer terkip ve tahlil sürecini devam
ettirmek için yeterli sabrımız olsaydı başka bir soyutlamaya ulaşabilirdik.
Bunlar Hegel'e göre diyalektik sürecin kendine yeterli evrim çevrimi
içerisindeki momentler veya halkalardan başka bir şey değildir. Fakat
felsefesinin genel sonuçlarının bazı veçheleri her ne kadar iyiyse de bu
doğrultudaki bütün çabaları başarısızlığa uğramıştır ve kategoriler arasındaki
kendi kendine gelişen böyle bir evrensel karşılıklı münasebeti göstermekte
başarılı olsaydı bile tecrübenin eksiksiz bütünlükleriyle ilgili soru
değinilmeden bırakılmış olurdu. Hegel bunları muhtemelen önemsiz diye bir
kenara bırakırdı ama bu meseleyi düzeltmezdi.
Her ne kadar
hakkında çok az şey biliyorsak da muhtemelen birbiriyle karşılıklı olarak
bağlantılı tecrübeler bütününü oluşturan tecrit edilmiş farklı mahsûs
bütünlükleri{163} bir arada tutan bilinçdışı veya
bilinç altı bir bağ vardır. Mantıki melekemizin özgür oyununun bize sunduğu
birlik farklı türde bir birlikti; bu ya doğrudan veya hafıza aracılığıyla
ortaya çıkan kendiliğinden veri sağlayan tecrübenin sunduğu malzemeler
temelinde yeni birliklerin bilinçli tesisiydi. Bu verili bütün[lük]ler
olmaksızın mantıki etkinliğin herhangi bir şekilde gerçekleşmesi mümkün
değildir ve bu sonuncusu olmaksızın ilki düşünce eşiğinin altına gömülür.
Tabiatımızın derinliklerden gelen iç talep her iki yoldan da tatmin edilmeyi
arzular. O gidimli [discursive] düşüncenin alışveriş içinde bulunduğu
soyutlanmış özellikler arasında yeni ilişkilere erişmenin yollarını arar ve
ayrıca somut verili bütünlüklerin tecrübesine sahip olmayı ister. Bu iki dünya,
yani mantıki düşünce ve mantıki somut tecrübe dünyası ne birbirinden bütünüyle
farklı, ne de sadece birbirine muvazidir, fakat daha çok sürekli olarak kesişen
ve ayrılan iki eğri dizisine benzer; ve bunlar öylesine iç içe geçmiştir ki yetişkin
hayatında birinden diğerine sürekli geçişi içinde zihin bu ikisini nadiren
birbirinden farklı olarak görür ve somut tecrübeden mantıki düşünceye tahlille
ve mantıki düşünceden tecrübeye terkiple geçiş o kadar kesin, o kadar zorunlu
ve o kadar düzenli olarak hissedilir ki zihin bunlarla ilerlemeyi sürdürür ve
ilerlemesi içinde her zaman iki farklı dünya ile temas içerisinde olduğundan
nadiren kuşku duyar. Muhtemelen bir yerde bu iki bünyeyi evrensel ve
değiştirilemez bir düzen içinde birbirine bağlayan bir düğüm vardır. Fakat bu
düzenin mahiyeti hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir. Bu birlik bağının illetini
keşfetmeye koyulan kimseler çoğu zaman bunların ikisini bütünüyle bırakıp
biriyle yetinerek kolay bir çözümle arayışlarını sona erdirmişlerdir. Nitekim
her türlü mantıki düşünceyi gerçek olmayan görünüş, güvenceden yoksun yorum ve
yanılsamalar olarak gören mistikler ve filozoflar olmuştur ve bunlar
gerçekliğin doğasına dair nihai araştırmalarını mantıki faaliyeti bütünüyle saf
dışı bırakabilecek yoğunlaşmış nitelikte dolaysız tecrübeye veya yalnızca saf
sempati ile hakikatin sezgisel kavranışına dayandırmışlardır. Buna mukabil
mantığı yegâne doğru olarak değerlendiren ve mantıki düşünce faaliyetinin takip
ettiği yolun bizzat Gerçekliğin teşekkül tarzını temsil ettiğini düşünen
filozoflar da olmuştur. Mantığın ilerlemesi kural olarak doğrusaldır ve bu
filozoflar her türlü tecrübenin dairevi bir halka içinde esas itibariyle
mantıkta cari olanla aynı olan yöntemi geliştirmekte olduğunu göstermeye
çalıştılar. Bu bakımdan eriştikleri başarı kesinlikle inkâr edilemez. Ve somut
tecrübe bütünlüklerini açıklama sorunuyla karşılaşmak zorunda kaldıklarında
genellikle ondan önemsiz diye uzak durmaya çalıştılar.
Vurgulamak
istediğim esas mesele şudur: mantıki soyutlamadaki düşünce süreci ve somut
bütünleri tecrübe süreci birbiri için tamamlayıcı olduğundan ötürü soyut bir
ilkeyi Gerçekliğin tek ölçütü yapan Gerçekliğin tabiatını ortaya çıkarma çabası
savunulamaz. Zaman mekân kavramı gibi özel kavramlarımızda—ki burada tek bir
bileşik kavram öylesine nihai ve öylesine uniquedir ki başka
tecrübelerden zor etkilenir ve onlarla zor kaynaşır—mantıki çıkarımlar
tecrübeyle doğrulanmaktan bağımsız olarak en büyük geçerlilik şansını
yakalarlar, çünkü bütün matematik yargılarımız, zaman mekân kavramı olmak
şartıyla ondan yapılan çıkarımların geçerli olması gerektiği anlamda
hipotetiktir. Fakat bunun Gerçeklik araştırmamızla ilgili bir geçerliliği
yoktur çünkü o veri olarak tecrübemizin bütününü içerir. Daha önce ihsas
ettiğim üzere mantıki akıl yürütme silsilemiz belli sınırlı dahilinde
tecrübelerimiz için geçerlidir. Kendimizi mantıki akıl yürütme silsilesi içine
sokup tecrübeye müracaat etmeksizin ilerleyerek sonunda bir Gerçekliğin veya
diğer bütün tecrübelerimizin ağı içine düştüğü bir tecrübenin olması
gerektiğinden emin olabileceğimiz bir noktaya gelmeyi bekleyemeyiz. Mantıki
soyutlamalar somut tecrübe bütünlüklerinden yapıldığında bu soyutlamaların
alındıkları somut bütünlüklerin temsilcileri olarak durabilecekleri kapsam veya
ölçü her zaman sınırlıdır; ve bu sebepten ötürü doğrulanmamış mantık
silsilesinin bizi ilerleme düşüncemizin olmadığı bir yere indirme ihtimali her
zaman mevcuttur. Filozofların mantıki akıl yürütme yoluyla bir sonuca
götürüldükleri ve ulaştıktan sonra da kendilerini bunun tam da gelmek
istedikleri yer olduğuna iknaya çalıştıkları durumlar hiçbir surette nadir
değildir.
Gerçeklik
araştırmamız varlığımızın bütünlüğünden ilerleyen bir araştırmadır; o sadece
bir zihni temrin eğlencesi değildir; bu sebepten ötürü bu istikamette erişilen
herhangi bir netice sadece şu veya bu biçimde mantıken tutarlı hale getirilmiş
olmamalı fakat tecrübede de gerçekten ilgilendiğimiz bir bütün olarak
hissedilmelidir. Bir metafizikçinin işi tecrübeyi yorumlamak olmalı, bir mantıki
ilkeyi savunmak ve ona boyun eğmeye yanaşmayan bütün tecrübeleri boğmak ve
bastırmak değil. Gerçeklik kavramımız safi bir mantık ilkesi, bir kural veya
bir düstur değildir, eğer illa herhangi bir şeyi işaret ediyorsa, kusurlu
biçimde hissedilen, ama beraberinde onun kusursuz biçiminin gerçek ima veya
ihsaslarını taşıyan Gerçekliği işaret eder. Dolayısıyla metafiziğin kabul
etmesi gereken Gerçeklik araştırması her zaman tecrübemizde gerçekten
bulunabilen ve dışarıdan ince mantık oyunlarıyla zoraki kabul ettirilmeyen
Gerçekliğe işaret veya belirtileri takip etmelidir. Metafizikte tecrübeyle
kurulmayan ve sınanmayan bir teori az veya çok hiç kuşkusuz sağlam bir zihni
temrin veya muhayyilenin incelikli uçuşuyla ortaya çıkan kendine özgü bir
zevkle dinlenebilen metafiziğin mitosları olarak kabul edilebilir. Eğer benden
mantığın kendi payını fazla abarttığı bir metafizik sistemin örneğini vermem
istenirse belli filozofların tarzını takip eden bir örnek vermeye çalışırım.
"Anlama
için başka bir şeyi gerekli kılan bir şey kendi içinde çelişkilidir ve bu
sebepten ötürü görünüştür."
"Bir
şeye sırf gerçeği bildiğim için kendi içinde çelişkili ve gerçekdışı
diyebilirim."
"Gerçeklik
kendi içinde tam ve kendine yeterli olandır."
"Böyle
bir Gerçeklik var olmalıdır" ve "O diğer bütün tecrübelerin kaynaşıp
bütün oluşturduğu bir tecrübenin doğasına sahiptir." Kendisini düşüncenin
bütün dallanmalarının üzerinde gösteren soyut mantık ilkesi kendi içinde tam ve
kendine yeterli olan Gerçekliktir. Varsayım gereği Gerçeklik her şeyi
içermelidir. Dolayısıyla bir sonraki girişim onun her şeyi içerdiğini
bildirmekten ibarettir. Böyle bir sistemin birçok karışıklık ve tutarsızlıkları
vardır, fakat sözünü ettiğim bunlar değil çünkü şimdi onun ciddi bir
eleştirisine girişmiş değilim. Fakat belirtmek istediğim şey kimsenin benden
önce onu tecrübemizin ışığında sınamaya tabi tutmaksızın bir Gerçeklik tanımı
isteme hakkına sahip olmadığıdır. Bununla ilgili bir diğer önemli nokta şudur:
içinde diğer bütün tecrübelerimizin eriyip kaynaştığı üstün-tecrübe gibi bir
Gerçeklik olsaydı bile tecrübemde işaret veya emarelerini görmedikçe onunla
ilgilenmem gerektiğini düşünmem. O kuşkulu bir önermeden bir mantıki çıkarım
meselesi olduğu kadarıyla onun hem azimli ve samimi hakikat araştırmamızı hem
Gerçeklik araştırmamızı nasıl tatmin edebileceğini anlamam. Hakikat veya
gerçeklik araştırmamızda tabiatımızın bu doğrultudaki doğal taleplerini tatmin
etmeye çalışırız. Tecrübeyle herhangi biçimde hissedilmeksizin veya işaret
edilmeksizin bütün tecrübelerimizin içinde eriyip kaynaştığı herhangi bir
üstün-tecrübe olmuş olsaydı bile bizi bu pek az ilgilendirirdi. Eğer böyle bir
hipotez şu veya bu şekilde izah edilirse, kuşkusuz felsefi bir hipotez olarak
bunun büyük bir değeri olabilirdi, hiç olmazsa tecrübemizin epeyce büyük bir
miktarı metafizikten tatmin talep eden aklımızın eğilimiyle iç içe geçmiş
vaziyettedir.
Belli bir
kimsenin Mutlak'ının bunu gerçekleştirip gerçekleştirmediğini tartışmak
istemiyorum. Fakat o filozof onun bunu gerçekleştirdiğini göstermeye
çalışmıyorsa belli ki bunu gerçekleştirmenin zorunlu olduğunu düşünmüyor
demektir. Metafizikte ihtiyaç duyduğunuzun tamamının soyut bir ilke ile
başlamak ve her şeyi çözecek böyle mutlak bir asidin olup olmadığını tespit
etmek için turnusol kâğıdı testini her şeye uygulayıp bu testin de hiçbir
eleştiriye tabi tutmaksızın doğru bir test olduğunu bir kere farkında
olmaksızın kabul ederseniz bu mutlakçılık türlerini bir ölçüde tatminkâr
bulabilirsiniz. İyi düşünüp tasarlanmış bir temellendirme bize belli bir akli /
fikri tatmin sağlar fakat öyle zannediyorum ki bir metafizikçinin görevinin
bizi ince temellendirmeler veya çapraşık ispatlamalarla şaşalatmakla ya da
aklımızı karıştırmakla tamamlandığını düşünmek yanlış olacaktır. Biz
zamanımızın hakiki metafizikçisinden bir kozmoloji öğretisi istemiyoruz. Biz
metafizikçimizden hiç olmazsa mantıki, bedii, ahlaki, dini vb. türden
tecrübelerde kendini gösteren bütün önemli özlemleri nazarı itibara almasını ve
bize hangi nihai Gerçeklik olgu veya olgularının bunların doğrudan delili
olabileceğini söylemesini istiyoruz. Doğrusu bunun güç bir iş olduğunu kabul
ediyorum fakat ilerlememiz yavaş olsa bile en azından daha güçlü ve daha
ümitvar bir temelinin olacağını hissediyorum.
Büyük ölçüde
tecrübemize dayanmaksızın bize bir tür kozmoloji öğretisi sunmayı hedefleyen
felsefenin önümüze çıkardığı şemanın gerekli olmayan birçok bölümünde ince bir
mantık örgüsü takip etmenin dışında genel olarak mitolojiden pek de farklı
olmayacağını düşünmeden edemiyorum. lupiter veya Eski Ahit'in Tanrısıyla, onun
gazabı veya merhametiyle, muhakkak ki birçok şeyi gayet düzgün bir şekilde izah
edebiliriz. Bana öyle görünüyor ki bu mitolojik izahları pek aratmayan felsefe
sistemleri var veya en azından metafizik sistemler kurma işi zeki düşünürlerin
elinde bir akıl oyunu veya eğlencesi gibi bir şey haline gelmektedir.
Almanya'da bir zamanlar Felsefe Kürsüsünü işgal etmiş birinin insanlardan
itikat talep eden metafizik bir sistem hazırladığını gördüğümüz günler oldu.
Fakat bu
aşamada öyle zannediyorum kurduğum cümlelerin bazılarının üzerinde değişikler
yapmam gerekecek, aksi halde yanlış anlaşılmam mukadder olacak. Öncelikle
yorumlayıcı felsefe şemalarını şekillendirirken filozofların tecrübeye hiç yer
vermediklerini savunmak gibi bir şeyin peşinde olmadığıma dikkat çekmek
isterim. Böyle bir şey imkânsız olacaktır, çünkü önlerinde onları keşfettikleri
bir tecrübe sahası olmaksızın mantıki ilkeleri, düsturları veya ölçütleri
hiçbir zaman tatbik edemezler. Ayrıca geçerliliklerini sınamak için bu ilkeleri
bir ölçüde tecrübeye tatbik etmek mecburiyetinde oldukları da doğrudur.
Fakat
onların çoğu için tecrübe ancak soyut bir ilke sağlayabildiği ölçüde
başvurulacak bir şeydi ve bu ilke bir kez elde edildiğinde tecrübeye daha fazla
müracaat etmeksizin derhal eserlerini vücuda getirmeye girişiyorlardı. Fakat
soyut ilkeleriyle bağdaşmayan tecrübeler kendilerine meydan okuduğunda
tecrübeleri ilkelerine uyacak şekilde açıklamaya çalışıyor veya onları doğrudan
çarpıtıyorlardı. Bu sistemlerin bize sağladığı tatmin soyut ilkelerinin
tecrübeyle doğrulandıkları nispetle sınırlıdır. Bu anlamda birçok sistemin
kısmi bir doğruluğa sahip olduğu kanaatindeyim. Eğer herhangi bir felsefe
sistemiyle ayrıntılarında uzlaşamıyorsak bunun pek fazla bir önemi yoktur,
hatta genel sonuçları söz konusu olduğu kadarıyla, öğretilerini eleştiri
süzgecinden geçirdikten sonra tecrübi açıklamalarında doğru bir şey bulabilsek,
bu kadarı bile yeterlidir. Eğer bunlara bağlı kalırsak geçmişin filozoflarının
işlerinden verimli biçimde faydalanabiliriz. Bu noktada öyle zannediyorum
geçmişin Hint filozoflarının, kısmen coğrafi konumları, kısmen mümtaz milli
hasletleri ve iklim şartları sebebiyle, tecrübenin Avrupa'da çok fazla dikkat
çekmemiş olan bazı önemli veçheleriyle ilgilendikleri için işlerinin
sonuçlarının bilhassa kıymetli olduğunu hatırlamak yerinde olur. Bunların
dikkatli bir tetkiki ve değerlendirilmesi bizi ister istemez yeni düşünce
mecralarına sevk edip yönlendirecektir.
Bu makalenin
genel sonuçları şu şekilde hülasa edilebilir: Gerçekliğin doğasına dair her
türlü araştırmanın meşruiyeti ve müdafaası ilerlemiş insan düşüncesinin bu
istikametteki doğal özlemine dayandırılmalıdır. Ancak tecrübelerimizi yoklayıp
doğrudan delillerinden, tazammun ve imalarından ortaya çıkarmaya çalışırsak,
bütün tecrübelerimizde genel tarzda ortaya çıkan Gerçeklik özlemini tatmin
edecek bir gerçeklik fikrini keşfedebilirsek bu doğrultudaki araştırmamız
tatminkâr biçimde ilerleyebilir. Soyut ilkelerden yapılmış çıkarım ve yorumlara
atfedilmiş her yersiz önem muhtemelen beyhude olacaktır. Bizi bu güçlükten
ancak gerçeklik fikriyle ilgili geniş tecrübe alanımızda doğrudan verilmiş veya
ima edilmiş olan şeyin ortaya çıkarılması amacıyla titizlikle yapılmış bir
mantıki akıl yürütme çıkarabilir. Geçmiş düşünürlerin yaptıkları bize esas
itibariyle tecrübenin delil ve tazammunlarına nüfuz ettikleri kadarıyla yardım
edebilir. Alelacele formüle edilmiş soyut ilkelerden çıkarımların başarılı
olmaları beklenemez, çünkü gerçeklik araştırması özünde ruhun bir eğilimi olduğu
için araştırmanın amacı ruhun faal olduğu alanda yani tecrübelerde
gerçekleştirilmedir. Bu mülahazaların göz ardı edilmesi bazı düşünürleri
(Bosanquet, Essentials of Logic, s. 106) felsefenin bize yeni hiçbir şey
söyleyemeyeceğini ve hiçbir keşifte bulunamayacağını ve söyleyebileceklerinin
tamamının zaten bildiklerimizin anlamlı ilişkisinden ibaret olduğunu düşünmeye
sevk etmiştir. Burada tecrübelerin doğasıyla veya onların mantıki düşünce ve
ben ile ilişkileriyle ilgili birçok soru ortaya çıkabilir, fakat bu sorular
ancak bir başka denemenin konusu olarak ele alınıp incelenebilir.
Kaynak: Doğu Bilgeliği /Ananda K.
Coomaraswamy ,Rene Guénon, Surendranath
Dasgupta, Çeviren: Ahmet Aydoğan,1. Baskı:
Say Yayınları, 2012 -İstanbul
{1}Raddiffe College, Phi Beta Kappa
Society'de konferans olarak verilmiş, ardından The American Scholar, c. Vlll'de
yayınlanmış (1939), nihayet Roger Lipsey tarafından Coomaraswamy, Metaphysics
(Bollingen Series LXXXIX, Princeton University Press, 1987) içinde yeniden
basımı yapılmıştır.
{2} [: Gr. gnosis, S. jnana. Şu kadar ki Sanskritçe sözcük
başka herhangi bir dilde karşılaşılmadığı üzere hem bilginin konusunu hem de
bilginin öznesini birlikte ifade eder. Bir başka deyişle, Batı düşüncesinde
bilhassa Descartes'tan beri ön plana çıkarılan özne - nesne ayrılığı yerine
bilginin birliği bizzat bilgi anlamına gelen sözcüğün kendisinde mündemiçtir.]
{4} [: Buradaki ben birinci tekil şahıs anlamında ben
değil, zat (soi même, self) anlamında bendir.]
{5} [Aristoteles'in terminolojisine göre sırasıyla:
politikos bios; theoretikhos bios.Bkz, Aristoteles, Eğitim Üzerine, (Say
Yayınları Eğitim Düşüncesi Dizisi) s. 34 vd.]
{14} ["Sistem' ile karşılanan Sanskritçe darshan
sözcüğüdür ve kelime anlamı itibariyle "bakış", "görüş"
demektir. Sözü edilen altı okul: (1) Nyâya (mantık); (2) Vaisheshika (doğa
felsefesi / bilimi); (3) Sânkhya (kozmoloji); (4) Yoga (birlik / ittihat
ilimi); (5) Pûrva-Mimâmsâ (tefekkür); ve (6) Uttara-Mimâmsâ'dır (Vedanta, veya
metafizik).]
{16} [Matta 16: 24: Türkçe çevirideki "kendini"
tabirini "nefsini" diye anlamak gerekir: "Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin,
çarmıhını yüklenip beni izlesin." Luka 14: 26'da daha açıktır:
"Biri bana gelip de babasını, annesini, karısını, çocuklarını,
kardeşlerini, hatta kendi canını bile gözden çıkarmazsa, öğrencim
olamaz."]
{18} [: Beatitudo: Skolastikteki tarifi “bonum perfectum
irıtellectualis naturae" şeklindedir ve burada muhtemelen Sanskritçe
Ananda karşılığı olarak kullanılmaktadır. Mamafih orada üçü birlikte, yani SAT
(tanrısal varlık) - CİT (tanrısal bilinç) - ANANDA (tanrısal mutluluk)
kullanılır.]
"Ey Arcuna! hikmet sahibi olup da her ikisini
[Alanı ve Alanı Bileni] bilenlerce, bu bedene Alan, bu bedeni bilene de Alanı
Bilen denir. Zat'ı ayrıca tüm alanların Alanını Bilen olarak bil, ey Arcuna! XIII: 2-3.
{27} [Docta Ignorantia: "öğrenilmiş cehalet":
Tanrıyı bilmenin selbi ve nefyi / yadsıyıcı (apophatik) yolu, insanların Tanrı
hakkında bu fenomenal dünyadan yansıyan bilgisini hudutsuzca aştığı için,
kaçınılmaz olarak menfi bir unsur içeren teoloji için de kullanılır. Tabir
Nicolas Cusa'nın felsefe incelemelerinden birinin ismidir.]
{32} Bu makalenin metni 12 Aralık 1925'te Paris,
Sorbonne'da konferans olarak verilmiştir. Tomorrow 1964, 12 (4), s. 6-16. ing.
çev. J. C. Cooper. The Sword of Gnosis, ed. Jacob Needleman, Penguin Books,
1974, s. 40-56.
{33} [Almanca'daki erkennen fiili bir tarafa bırakılacak
olursa batı dillerinde bilmek fiiline kök teşkil eden Latince cognitio (co-
gnoscere, ki Skolastikte habere inltentionaliter in se formam (sicut) alterius
rei diye tarif edilir) bir şeye aşinalığın doğurduğu haldir, bu sebeple bilen
bilgisinden bağımsız olarak varlığını sürdürebilir. Yukarıda birinci bölümde
bir numaralı dipnotla karşılaştırınız.]
{34} [Hatırlanacağı üzere Descartes'tan itibaren
batıda"metafizik"e, insan bilgisinin son sınırı olarak kabul edilen
mekanik, tıp ve ahlak gibi pratik bilimlerin kurulmasını hazırlayan
"fizik"in temeli olma görevi yüklenmiştir.]
{42} [Bu açıklama dizinin ileriki kitaplarında, bilhassa
Çin felsefesine ait önemli meseleler incelenirken, Taocu gelenekte karşımıza
çıkacak olan pooh veya pu ** (TTC, XV, 3) tabirinin ne şekilde anlaşılması
gerektiğine ışık tutması bakımından çok önemlidir.]
{48} Felsefeleri (2) ve (1) diye ters bir düzen içerisinde
sıralamamızın sebebi Aristoteles'in İlk Felsefesinin, yani Metafiziğin,
içeriden dışarıya doğru ilerleyen mantıki düşünce sıralaması içinde gerçekte
ilk sırada olmasıdır.
{49} Bu mesela Budacı ve Brahman filozoflar arasındaki
tartışmada maddedir. Adcılar için nihai formlar, idealar, suretler veya saikler
düşünce karşılıklarının isimlerinden ibarettir ve ancak irtibat yahut münasebet
araçları olarak bir geçerlilikleri vardır; realistler (idealistler) için nihai
suretler varlığa dayanan ve varlığın tabii parçası olan
"gerçeklikler" yani varlıkları bakımından gerçek ve ancak
"yalnızca mantıken ayırt edilebilir" anlamda itibari yani sözdedirler.
{50} Sağduyu harikulade bir şeydir, şevki tabii de
böyledir, fakat bunların her ikisi de akılla, keza insan ilişkileriyle ilgili
olmayan fakat "spekülatif", yani saf aklın aynasında bilinen
bilgelikle de aynı değildir.
{51} Bir sebep keşfedildiğinde buna bir açıklama denir.
Fakat her bir sebep aynı zamanda bir sonuçtur ve bu böyle ila nihaye devam eder
ve sonunda gerçeklik resmimiz geçmişe doğru yayılan bir sebepler ve gelecekte
beklenen sonuçlar dizisi biçimine bürünür, fakat şimdinin ne deneysel
tecrübesine sahibiz ne de sebeplerin sonuçları nasıl meydana getirdiğini
deneysel olarak izah edebiliriz, post hoc propter hoc [bundan sonra, demek ki
sebebi bu] her zaman bir inanç edimidir.
{52} San Tommaso D'Aquino tarafından Sum. Theot. I, q. 7,
a. 3, krş. q. 14, a. 12, ad 3'de gayet mükemmel şekilde ispat edildiği üzere;
onun "izafi sınırsız"ı bizim "belirsiz" (ananta), hesap
edilemezimizdir (asamkhya) fakat bu ne yersiz / mekansız (adesa) ne de
bütünüyle zamansızdır (akâla).
{53} Bilim, animizmden ancak şu bakımdan ayrılır: bilim,
güçleri kör iradeler anlamında kabul ederken animizm (ki o da bir tür
felsefedir) bu güçleri kişileştirir ve bunları özgür iradeyle donatır.
{54} Tümtanrıcılık daha çok belli bir öğretiye ya farkında
olunmayan haysiyetsiz niyetle ya da eleştiriye tabi tutulmaksızın süregelen
âdet hükmündeki bir kullanımla ancak isnatla yakıştırılır. Her halükârda
tarafsız olduğu varsayılan gözlemci saldırgan eleştirmenlerin onun hakkında
söylediklerini değil bizatihi öğretinin kendisini göz önünde bulundurmalıdır.
Vedanta ile ilgili olarak "tümtanrıcılık” tabirinin uygunsuzluğu konusunda
bkz., Lacombe, Avantpropos to René Grousset, Les Philosophies Indiennes, s.
xiv, not 1, ve Whitby, Préfacé to René Guénon, Man and his Becoming according
to the Vedânta, 1945, s. ix.
{58} Prudentia, recta ratio agibilium [yani yapılacak
şeylerin doğru ratiosu] diye, sanat ise recta ratio factibilium [yani
yaratılacak şeylerin doğru ratiosu] diye tarif edilir.
{59} [: Protephilosophia-."felsefe-i ûla":
Aristoteles'in varlığın varlık olarak ilkelerini, ilk sebeplerini ve temel
niteliklerini incelediğini söylediği felsefe. Daha sonra, aşkın değişmez
varlığın bilgisini gaye edinen felsefe: ilahiyat.]
{62} "Metafizik, ilkelerini reddeden birisiyle
tartışabilir, yeter ki muarız belli bir kabulde bulunsun; ama eğer hiçbir şeyi
kabule yanaşmazsa onunla tartışamaz... Eğer muarızımız ilahi vahye inanmazsa
inanç umdelerini artık muhakemeyle ispat etmenin yolu yoktur. (San Tommaso
D'Aquino, Sum. Theol. I, q. 1, a. 8 c.); ve aynı yerde, q. 46, a. 2: "İnanç
umdeleri / amentü esasları kesin olarak ispatlanamaz."
Benzer
şekilde Hindistan'da Veda öğretisinin hakikatinin ispatlanamayacağı fakat ancak
tecrübe edilebileceği tekrar tekrar ve açıkça ifade edilir. "Bilmenin
Bilenini neyle bilmeli" [Brhadâranyaka Up. IV. 5.15).
{63} Bu denemede duyarlık şeylerin duyularla algılanması,
bilme değil fakat bir tepki; akıl, kimi zaman kader zinciri denilen illi
olaylar dizisi ile ilgili anlama faaliyeti veya diğer bir ifadeyle zaman mekân
içerisinde fenomenal olarak bilinen ve "maddi" denilen şeylerle
ilgili bir anlayış, zekâ; ve akıl/kalp ise, ["adaequatio rei et
intellectus" düsturunun talep ettiği] uygunluk içinde ilk ilkelere tekabül
eden bilme uzvu.
{64} [Genelde ibadet yahut tapınma diye çevrilen sözcüğü
yazar “participation" [katılma, dahil olma veya pay alma] sözcüğüyle
karşılar, metinde bhakta: devotee karşılığına bağlı olarak devotion ile de
bağdaştırma çabasının bir sonucu olarak böyle bir karşılık tercih edilmiştir.]
{65} [Yazar bu iki sözcüğü sırasıyla, ...nın bilgisi
(dolayısıyla Şankara'nın yorumuna bağlı olarak bilen ile bilinen ayrımının
korunduğu veya kaybolmadığı bilme) ... olarak bilgi (yani bilenin bilinen ile
bir olarak bu ikiliğin ortadan kalktığı bilme) diye çevirir.]
{66} Nitekim Chândogya Up.VI. 2.1, Upanişadlarda genel
olarak hâkim olan, mesela, Taittiriya Up. II. 7, metafizik bakış açısından
farklı olarak bir dini bakış açısı ortaya koyar. Hıristiyan felsefesi Tanrının
"saf fiil" olduğunu ileri sürer. Metafizik varlığın bütün
imkânlarının bir tahakkuku olarak mükemmeliyet tanımında mutabıktır, fakat o
Tanrı hakkında O saf fiildir demek yerine "O kuvveden fiile çıkmaz"
demeyi tercih eder.
{67} "Ruh ve madde","fiil ve
kuvve","suret ve muhteva", "iyi ve kötü" gibi ikilik.
Hıristiyanlıkta bundan kötülüğün kendi kendine yeter bir tabiata sahip
olmadığı, fakat sadece bir mahrumiyet / yoksunluk olduğu gösterildiğinde
metafizik biçimde uzak durulur ve o ilk akıl tarafından ancak in potentia bir
iyilik veya mükemmeliyet olarak bilinebilir. Sûfi metafiziğinde ise iyi ve kötü
Onun Merhamet [Rahmet] ve Mehabet [Celal] sıfatlarının zaman ve mekân
içerisindeki yansımaları olarak düşünülerek bu ikilikten uzak durulur.
{68} "Madde" burada günlük kullanımdaki
"kesif madde" ile karıştırılmamalıdır; Hıristiyan felsefesindeki “ilk
madde" ex nihilo fit denilen şeyle ilgili "hiçlik"tir ve böyle
bir "madde"nin "biçim / suret için doyumsuz" olduğu
söylenir ve Jaiminiya Up. Brâhmana, 1.56'da “Başlangıçta kadın (= Urvasî,
Apsaras) efendi arayarak taşkın içinde dolaştı [icchantl salile patim)"
dendiğinde aynı şey kastedilir.
{69} Maddi kıyas / tenazur antropologun "insan-yapısı
Tanrı" sözünde temsil edilir, kendi anlam / atıf havalisinin şartları
içinde mükemmelen geçerli bir sözdür bu.
{70} Elbette bu Avrupa'da on üçüncü yüzyıldan itibaren esas
itibariyle böyledir. Klasik Hindu dininde herhangi birine kendi kutsal
metinlerine daha iyi ulaşma yolunu gösteren kimse hakiki bir öğretmen olarak
kabul edilir; çünkü "insanların dört bir cihetten tuttukları yol
Benimdir" (Bhagavad Gita, IV.11). İstenderiyeli Clemence "doğru
düşünen kimseler arasında tek Kadiri MutlakTanrı'nın tabii bir tezahürünün
herzaman varolduğunu kabul eder" (Mise, V); Eckhart neredeyse Bhagavad
Gîtâ'nın yukarıda iktibas edilen sözleriyle "Hangi yoldan Tanrıyı en iyi
bulursanız o yolu takip edin" der; Dante pagan filozofların tümünü Cennetten
çıkarmaz; kutsal kâse geleneğinde Malory, "Merlyn dünyanın yuvarlaklığını
yuvarlak masada temsil eder, çünkü yuvarlak masayla doğruların dünyası
gösterilir. Zira Hıristiyan ve dinsiz bütün dünya yuvarlak masaya dahil
edilir" der (Mort d'Arthur, XIV.2); bunlar belki Roland'ın Şarkısı'nda
benimsenen tutumla tezat oluşturabilir, ki orada Saragosa alındığında
"Binlerce Frank sinagoglara ve camilere girer, her duvarını çekiç ve
baltalarla paramparça ederler... dinsiz halk kalabalıklar halinde vaftiz
kurnasına doldurulur, Mesih'in boyunduruğuna koşulur."
{71} "Benim için en iyisi"nin zorunlu olarak
mutlak metafizik standartlarla muhakeme edilmiş "mutlak manada en
doğru" olan olması gerekmez. Bununla beraber metafizikçi "ikinci en
iyi" dinin takipçisinin onu bir başkası için terk edeceğini ileri
sürmeyecek (krş. Bhagavad Gita, 111.26, na buddhibhedam janayed ajnânam)
bilakis onun zaten bulunduğu yere kadar gittiğini ve böylece kendi suretlerini başka
kalıba ait olanlarla değil, bilakis her ikisi için de müşterek olan daha önceki
formla "doğru" olarak gerçeklediğini söyleyecektir.
{72} "Farklı dogmatik usul ve
kaideler" yani
dharma-paryâya, nitekim bu ifade Saddharma Pundarika'da kullanılır.
{75} Krş. Erigena, De div. naturae, 1, 66, Ambo siquidem ex
una fonte, divina scilicet sapientia, manare dubium non est ve Bhagavad Gita,
V.4-5, “marifet ve amelin birbirinden farklı olduğunu düşünen ilim sahipleri
değil bu dünyanın çocuklarıdır ... O marifet ve ameli bir göreni görür (marifet
ve amel anlamına Sâmkhya ve Yoga için bkz. aynı yerde III, 3.). Marifet Yolu
ile Amel / İbadet Yolu'nun bir ve aynı amaca sahip olduğu aşk ve bilginin ancak
âşık ile maşukun, âlim ile malumun özdeşliğinde kemale ermiş olarak tasavvur
edilebileceğini düşündüğümüzde aşikâr hale gelir.
{76} "Hatta zihnen ebedi bir şeyi tadan bizler bile bu
dünyada değiliz." St. Augustinus, De Trin. IV.20.
{77} Bu sebepten ötürü delil olarak ister
"bilimsel" ister "manevi" fenomenler gösterilsin
"ispat"ı mümkün değildir.
{78} [: Kayıtlara bağlanmaktan ve ıtlak olmaktan yüce olan
mertebeye, âmâ derler ki bu zât-ı mahzdır. (Abdülkerim el-Cili, İnsan-ı
Kâmil).]
{79} Farklı dinlerin formülasyonlarının hatta lafızlardaki
uzlaşmayla dahi aynı düşünceleri ifade edebilecekleri gösterilirken buna
dayanarak her türlü eklektisizmi / seçmeciliği savunabileceğimiz ya da mevcut
bütün dinlerden mürekkep yeni bir dinin mümkün olabileceği sanılmamalıdır.
Dinde eklektisizm ancak karmaşa ve parodiyle neticelenir ki "Teozofi"
bunun güzel bir örneğidir.
{81} San Tommaso D'Aquino, Sum. Theol. I, q. 10, a. 5.
"Varlık durumları"nı bilerek çoğul ifade eder (krş. René Guénon, Les
États multiples de l'Être, 1932) her ne kadar genelleme amacıyla sadece
üçünden, yani beşeri, semavi (meleki) ve ilahi olandan söz etmek zorunluysa da,
ki bunlara sırasıyla lafzi, mecazi ve kıyasi anlayış tipleri karşılık gelir.
Hıristiyanların
"aeviternite"si, Hinduların amrtatvası ve geleneksel “insanlık"
ve "Kamil insan" (yani İslam'daki insanu'l kamil) kavramıyla krş.
Jung, Modern Man in Search of a Soul, s. 215: "Eğer bilinçdışını
kişileştirmek caiz olsaydı, ona her iki cinsin ayırt edici özelliklerini
birleştiren, gençlik ve yaşlılığı, doğum ve ölümü aşan ve bir veya iki milyon
yıllık insani tecrübe emrine amade olduğu için neredeyse ölümsüz olan kolektif
insan diyebilirdik. Eğer böyle bir varlık varsa zaman içerisindeki her türlü
değişimin üzerine yüceltilir... birey, veya aile, kabile, ve halkın hayatı
boyunca sayısız kez yaşamış ve gelişme, olgunlaşma ve çürüme ritminin canlı
duygusunu tatmış olurdu. Bilinçdışı psikhenin bu devasa tecrübe sistemine bir
yanılsama demek bizim için kesinlikle tuhaf olacaktır." Burada
"bilinçdışı"nın "Derin-Uyku"yla (susupti = samadhi =
excessus veya raptus) tenazur halinde olduğu bir kenara kaydedilmelidir. Buna
karşılık "kolektif" sözcüğünün kullanımı metafizik değil, tamamen
bilimsel bir anlayışı ele verir.
{82} "Akıl kuşların en hızlısıdır" (manah
javistam patayatsu anah, Rg. Veda, Vl.9.5). Melekler "Hayat Ağacındaki
aeviternite paylarını kutlayan” kuşlar gibidir (yatra suparnâ amrtasya
bhâgam...abhi svaranti, age., 1.164.21). Geleneklerde karşımıza çıkan “kuşların
dili" ifadesi (“küçük bir kuş söyledi bana"da hâlâ yaşar) meleklerin
haberleşme yahut temaslarıyla ilgilidir.
{84} Nâma rûpanın mütekabilidir, nâma-rupa bütününün yani
mevcut haliyle bireyin numenal veya anlaşılır ve müessir sebebidir; ve bu
sebepten ötürü "isim" ile değil (çünkü bu bir adcı öğreti değil fakat
gerçekçi öğretidir) "idea", "ilkörnek",
"biçim"veya"ruh"ile ("ruh bedenin biçimidir"
dendiğinde olduğu gibi) karşılanmalıdır; beri yandan atman ruhtan ziyade
"öz"dür (essentia, bir cevherin hangi hal yahut keyfiyette olursa
olsun sayesinde esseye kavuştuğu şey).
{85} Bréhier, Les Idées philosophiques et religieuses de
Philon d'Alexandrie, 1925, s.240 [Ölümsüz hayat alanı akli âlemdir.].
{87} Mesela Nirvana için uygun olduğu halde bir
Bodhisattva'nın geri dönüşünde faal olan güzel bir amaçtır.
{90} Mesela Bhagavad Gita, VI.41'de sâsvati sama
"derhal” anlamından çok uzaktır. Upanişadlardarı herhangi bir pasajın yeni
bir çevrimin şafağındakinden başka bir yeniden cisimleşme anlamına gelecek
şekilde ve ardından bir önceki çağda toprağa bırakılan bir tohumun gelişmesi
veya yeni çağın gebe olduğu söylenen bir eğilim olarak zikredilip
zikredilemeyeceği konusunda ziyadesiyle kuşkuluyuz.
{94} Bkz.AitareyaÀranyaka, 111.2.6; Aitareya Brâhmana, VI. 1.27;
Satapatha Brâhmana, VII.1.2.1 ve çeşitli yerlerde. Ayrıca krş. Guénon,
"L'Initiation et les Métiers," Le Voile d'Isis, No: 172,1934.
{95} Saddharma Pundarika, V.74. Benzer şekilde, Vedalardaki
törenlerin ve kurbanların hakiki gayesi geçici bir cennete ulaşmak değil fakat
Özü (âtman) bilme arzusunun uyanmasıdır (Siddhântamuktâvalî, XXXI-II, Venis'in
"Cennet sanki bir aşama yahut uzlaşmadan başka bir şey değildir"
notuyla).
{96} Benzer şekilde Dante, Paradiso, XXIX, 79-81,
"orada yeni bir algıyla görüntü yakalanmaz ve dolayısıyla hafızaya ihtiyaç
yoktur çünkü düşünce bölünmemiştir."
{97} Vedalarda kürelerin çobanı (gopâ bhuvanasya), Hakîm
Kılavuz/ Önder (vidvân pathah puraeta) Haberci ve Elçi [dûta, arati) olan ve
kozmik çarmıha germede (dharurtesu sthitah) Yolların Ayrımında Hayat Sütunu
olarak duran (dyor ha skambha... pathâm visarge, Rg Veda, X.5.6) Agni
(-Prajâpati), ki "dogmatik" Buda'ya, İsa'dan ayrı olarak Mesih'e,
"Hakikati Muhammedî"ye karşılık gelir.
{99} Krş. Tarjumân al-Ashwâq, XL.2, "O, zamanın
fevkinde şevket ve mehabete yüceltilmişti", Rûmî, '"Ebediyen diri
olan bu aşk ve maşuk" (XIII, Nicholson, Shams-i-Tabriz). Bir başka misal
Hermas'ın Çobanı'nda zikredilebilir.
{103} Benzer şekilde Satapatha Brâhmana, X.4.3.1-3 Esa vai
mrtyur yat samvatsarah...prajâ-patih,“O, Baba, ki hem Yıl hem Ölümdür."
Sırasıyla
Onun asuratva ve devatvasma ait olan Karanlık ve Işık, hem asura hem deva, hem
Titan hem melek, hem sarpa hem âditya olan Onda kalır; aynı zamanda Yolcunun
bakış açısından bunların zaman ve mekân içerisindeki yansımaları kötülük ve
iyiliktir. Klasik Hindu dininde, "Ondaki Karanlığa Rudra denir"
(Maitri Up. VI.2), Kâlî ve Krişna isimleri ve renkleriyle temsil edilir;
Hıristiyan yogada, Karanlık Şua veya İlahi Karanlık, Eckhart'ın ifadesiyle
"koyu sessizlik" ve "hükmedenin dışında kimsenin bilmediği
durgun karanlık” (krş. Tensiye 4:11 'deki "Bulutlar ve koyu
karanlık") zaten Codex Brucianus'da ve Dionysius tarafından zikredilir ve
contemplatio in calígine in konusu haline gelir. "Hıristiyan yoga"
ifadesinin uygunluğu ile ilgili olarak St. Bernard'ın consideratío,
contemplatio ve excessus veya raptusunun tam olarak dhârana, dhyâna ve
samâdhi'ye karşılık geldiğine işaret etmemiz yeterlidir.
{104} ilk baskısı,'Athenaeum', Londra, 1915. The Dance of
Siva, Fourteen Indian Essays, The Sunwise Turn, N. York, 1918.
{106} Hinduların Adhyatma-vidyaya, Nefis Bilimine
atfettikleri önemi abartmış görünmemek için "Bhagavad Gita" IX, 2'den
iktibasta bulunuyorum: "O kraliyet bilimi, kraliyet sırrı, her şeyi geride
bırakan kutsaldır. O doğruluğa yegâne müeyyide ve dayanağı temin eder ve
insanlara huzur ve daimi saadet sağladığı için onun faydaları zahiri gözle de
görülebilir;" ve Manu XIII, 100: "Sadece o Vedaşastra'yı bilir,
sadece o Orduların Önderi, Yasa Asasının Taşıyıcısı, İnsanların Kralı,
Kralların Hükümdarı ve Efendisidir".
Bu denemenin
konusunu takip etmek isteyen okura Bhagavan Das'ın "The Science of Social
Organization" isimli eseri, London & Benares, 1910, kuvvetle tavsiye
edilir.
{108} Brahman, Kşatriya, Vaişya, Şudra—Brahmanların
öngördükleri toplum düzeninin dört temel unsuru, yani filozof ve eğitimci,
idareci ve asker, tüccar ve sürü sahibi, zanaatkar ve işçi.
{110} Viscount Torio, The Japan Daily Mail, 19-20 Kasım,
1890. Lafcadio Hearn'in "Glimpses of Unfamiliar Japan" isimli
eserinde önemli bir bölümü iktibas edilmiş olan makalenin tamamı batı
siyasetine dair modern bir Budacının bakış açısından keskin bir eleştiridir.
{112} "Mahabharata"ve"Ramayana". Bunlar
her ikisi de Kalküta'da yayınlanmış olan P. C. Ray ve M. N. Dutt'un nesir
çevirilerinde incelenebilir.
{113} Bu en önemli belge en iyi Bhagavan Das tarafından, The
Science of Social Organisation'da, London & Benares, 1910 açıklanmıştır.
Ayrıca "Sacred Books of the East"C. XXV'de tam çevirisi mevcuttur.
"Burada", der Manu, (1.107,118), "çeşitli işlerin iyi ve kötü
sonuçları bildirilir, ve burada dört insan tipinin, birçok kıtanın, milletin,
kabilenin ve ailenin ve ayrıca kötü insanların yollarının ebedi ilkeleri
açıklanır."
{114} N. N. Law, Studies in Ancient Hindu Polity, London,
1914. Aşağıdaki düstur metinden bir örnek işlevi görebilir: Yeni toprak parçası
elde etmiş olan kral "inançlarında itikatlarında halkı takip etmeli,
milli, dini ve içtimai şenlik ve eğlencelerini onlarla birlikte
kutlamalıdır."
{115} Benlik [jivatman) kastedildiğinde
"kendi" sözcüğünü küçük yazmak, yüksek zat, tanrısal tabiat
(paramatman) kastedildiğinde büyük yazmak Hint dili ve edebiyatı uzmanlarının
yaygın bir âdetidir. Zatın benlik kavramından kurtulması ruhani özgürlük—hakiki
gayedir.
{117} Dharma belli bir toplumsal düzenin sayesinde korunduğu
ahlaktır. "Uygarlık Dharma ile devam eder" (Matsya Purana, CXLV, 27).
Dharma aynı zamanda, başta zahiri veçheleri bakımından, toplumsal norm, ahlaki
yasa, düzen, vazife, doğruluk, veya din olarak da çevrilir.
{118} Puruşartha. Bu Brahmanların fayda düsturudur ve
toplumsal ahlak standardını oluşturur. Belli bir faaliyet, eğer dharma, artha,
kama ve mokshaya (vazife, muvaffakiyet, haz ve ruhi özgürlük) ulaşmaya vesile
oluyorsa veya bunlardan birine veya daha fazlasına engel olmuyorsa faydalıdır
ve dolayısıyla doğrudur. Brahmanların fayda telakkisi bütün insanı göz önünde
bulundurur. Sanayi toplumunun uzmanları çok daha dar bir fayda görüşünü hesaba
katar: “Sosyal siyasetin esas ilgilendiği bir fiyatı olan fayda ve
menfaatlerdir" (Nicholson, Principles of Political Economy, 2. baskı, s.
28).
{120} Manu, XI. 63, 64, 66. "Ancak bir amaç birliğinin
olduğu yerde bir toplumun hakiki ilerlemesi mümkün olabilir. Toplumsal alışkanlıkların
o zaman ne kadar süratle değiştiğini birçok müttefik yönetimin sanayi
üretiminin muhtelif şubelerini denetim altına alma girişimi pek iyi gösterir.
Kârların sınırlandırıl ması gibi basit bir işi icbar etmek için büyük bir
felakete ihtiyaç duyulduğunu düşünmek ancak üzücüdür. Benzer şekilde barış
zamanında emek piyasasının merhametine terk edilecek olan bir ordunun iaşesi
için şimdilerde büyük meblağlar harcanmaktadır. Eğer millet en iyi hayatı
mümkün kılma kararlılığıyla savaşta olduğu gibi barışta da birlik olmuş olsaydı
savaş maliyetinin bir kısmına bunun ne kadarı gerçekleştirilemezdi? Eğer bir
millet öz-savunması için işbirliği yapabiliyorsa aynı şeyi neden öz-gelişmesi
için de yapamasın?"
{122} Manu, IX, 45.“Adam sadece adam değildir; o erkek,
kadın ve bütün bir nesildir. Bilgeler kocanın karıyla aynı olduğunu
açıklamışlardır."
{124} Burada Mr. Lowes Dickinson'ın bu noktaya geri
dönüşünün ['An Essay on India, China, and Japan' ve 'Appearances', her ikisi de
1914 tarihli) çok talihsiz olduğuna dikkat çekmek istiyorum. O Hindistan'ın
dininin Ebediyet Dini, Avrupa dininin Zaman Dini olduğunu söyler. Yeri
gelmişken ifade edelim, bu ifadeler Pravritti dharma ve Nivritti dharmanın
harikulade karşılıklarıdır. Mr. Lowes Dickinson'ın bu ayrımı doğru olduğu
kadarıyla Hindistan vakitsiz doğmuş vairagyadan ve Avrupa da aşırı faaliyetten
mustariptir, bu ölçüde her biri düzeltilmesi gereken bir aşırılık sergiler.
Fakat bu tür bir karşıt tez ancak kavramsal olarak mümkündür ve hiçbir ırk veya
millet bu dinlerden sadece bir tanesini hiçbir zaman takip etmemiştir. Her
türlü hakiki uygarlık bu iki bakış açısının uygun terkibidir. Ve Hindistan'da bu
dengeye bu kadar çarpıcı biçimde ulaşıldığı için Hindistan hakkında Mr.
Dickinson'dan daha fazla şey bilen birisi onun "Hıristiyanlığı dünya ile
uzlaştırma yolunu hazırlamaya ve uhrevi ile dünyevi hayatın pratik özdeşliği
yoluyla, insanlar arasında ırk, inanç, sınıf, kavim ve her ne isimle
anılıyorlarsa başka her türlü ayrımın kalmayacağı, ortak kardeşliği kabulde
hepsinin bir olacağı, insanlığın manevi gelişmesinde bu üçüncü adım dönemini
hızlandırmaya yazgılı olabileceğine" işaret eder. (Sir George Birdwood,
Sva, s. 355).
{126} Mesela Hindistan'da sırf gördüklerini anlayamadığı ve
bu işbirliğine dayalı yapıyı modern siyaset teorisinin kategorileri içinde
düşünemediği için farkında olmaksızın—ve kötü niyet taşımaksızın toplumsal
karışıklık çıkarmış olan İngiltere.
{128} Isis (The University of Chicago Press on behalf of The
History of Science Society), c. 19, s. 1, (Nisan., 1933), s. 74-91'den
kısaltılarak alınmıştır.
{129} Sâmkhya, Pruşa ve Prakriti'nin ezeli ayrımını ileri
sürer ve bu ayrım Sâmkhya Darşana'da, "Sayma Bakış Açısı"tabirinde
örtülü olarak dile getirilen mantığın bakış açısına bağlı kalındığı sürece
delile muhtaç değildir. Vedanta bu hüviyetiyle Sâmkhya'ya karşı değildir fakat
bir başka bakış açısı (Darşana), yani Advaita (Ikili-olmayan)ı benimser, ki
burada hep varolan İkilik yok edilmiş olarak değil fakat Ezeli / Ebedi Birlikte
ihtiva edilmiş olarak düşünülür. Şu halde tanımı gereği Sâmkhya Varoluşla
(Satya) ilgilenirken Vedanta nispet veya münasebet içerisinde bilinen bu iki
“Şahıs"ın tek Özden, yani Atman olduğunu ifade eder.
{130} Sonsuz da olsa tanımı gereği sınırlı temel mekân,
Ruhun Oyun Alanı (prânârâma):"yer"i "kalbin
lotusu"nda"dır".
{131} İtiyat haline getirdiğimiz için sorgulama gereği
duymadığımız bir yanılgıyla Tabiat Anayı (natura naturans) çocuklarıyla, Dünya
yahut daha doğru bir tabirle Kainatla, ens naturata ile aynileştirmiş
olmasaydık Tabiat Mâyâ'nın makul ve meşru karşılığı olabilirdi.
{132} Vedantanın "dünyayı yadsımak"tan ne kadar
uzak olduğu Şankaracarya'nın Sonsuz Saadet olarak Atmanla ilgili kendi
sözlerinden anlaşılabilir: “Zatın engin kanaviçesi üzerine bizatihi Zat çok
çeşitli dünyaların resmini boyar ve Yüce Zat'ın kendisi onun görüntüsünden
büyük zevk duyar" [Svâtmani-rüpana, 95).
{133} Sūnya, varoluşun sine qua nonu olan temel Mekân
(Âkāşa) değil, fakat Mutlak Boşluk, varolmayışın bir"veçhe"si.
Mahāyāna
bakış açısının dünyayı yadsımaktan ("bir yaban tavşanının
boynuzları"nı veya "kısır bir kadının oğlu"nu yadsıdığımız
anlamda) ne kadar uzak olduğu şu muhteşem yas samisâras tat nirvânam,
"dünya sirkinin bizzat kendisi kurtuluştur"denkliğinde görünür.
{134} Sağduyunun şeylerin "göründükleri gibi
oldukları" görüşünü ciddiye alamayız: ki bu zaten bir başka
"sağduyu"nun" parlayan her şey altın değildir"./..../.
gözlemiyle yeterince çürütülür, aynı yöndeki bilinen bir başka misali, halatı
yılan zannetmeyi zikretmeye gerek yoktur.
{135} Vedanta genellikle bunu birleşik ilkelere (Pruşa ve
Prakriti, Prajâpati ve Vāc vb.) müracaat etmeksizin Zat'ın (Atman) tekliğini /
ikilikten münezzehliğini (advâita) beyan ederek ve “Sen O'sun" vecizesiyle
doğrudan ifade eder.
{136} Bu paragraftaki atıflar Bhagavad Gita, IV, 6 ve VII,
I3-I5, ve 27'yedir. Krş. Svetâşvatara Upanişad, I, 10 ve IV, 8-10.
{137} [Yani: sırasıyla sattva, rajas, ve tamas. Sattva
tabiatın berrak, beyaz ve sakin; rajas, bulanık, kızıl ve öfkeli; tamas, kirli,
karanlık ve atıl olan veçhesidir.]
{142} Müspet olarak anlaşıldığında harekete geçirici olarak
sannyasa (Bhagavad Gita, III, 30). Bu kaderciliğin bir karşı tezidir, krş.
Boethius "bir şey ne kadar ilk Akıl'dansa, o kadar kader zinciri
içerisindedir (De. Consol, IV, zikreden San Tommaso D'Aquino, Sum. Th., I, Q. 1
6, A. 4)"—her ne kadar kutsal din bilginleri, anlamını çarpıtarak
yıldızların dizilimindeki belli bir güce kadar genişletenler dolayısıyla, bu
sözcüğü (kader) kullanmaktan imtina etmişlerse de" ibid. A. 2.
Suhulet veya
fesahatin açıklamasında parantez içerisindeki dört tabirin tam olarak aynı
türden olmadığı dikkati çekmiş olmalıdır, sahaja ve shen sonucu, selâm ve uzlet
sebebi temsil eder. Fakat sebep ve sonuç dolaysız tecrübede birdir.
{143} Bhagavad Gita, IV, 17. ECKHART, I, 149, "Salihler
işlerinden dolayı hiçbir şey aramazlar; ancak köleler ve ırgatlar işleri için
bir şey isterler... veya işlerinde başka bir amaçları olmadığı için ... bir şey
için çalışırlar... seni kendi zeminine ve işine çekerler."
{144} Sözüklerin en tam anlamında an-avrtti,
a-sakta,"genişleme","özgürlük"olarak mukti, mokşa,
nir-vana.
{145} San Tommaso'ya göre saf varlıkta (özne olarak Zat)
akıl ve irade harici herhangi bir şeye meyletmez fakat özne veya failde kalır
ve varolur, tabiat özle birdir. Hayati bir akıl ve irade oluşumu sırasıyla (1)
anlaşılabilir fiil (bilgi, sanat) ve (2) fiili sevgi (Vidyapati'nin "Her
biri her ikisidir"i) olarak gerçekleşir, yani "sevilen obje sevende
olduğu kadarıyla sözü edilen veya anlaşılan obje akıl sahibi faildedir."
Hayat "kuvveden fiile ilerlemez"fakat hepsi fiildir. [Sum. Th. I, Q. 27,
A. 2 ve A. 4). Benzer şekilde Eckhart neredeyse Upanişad'ın sözleriyle
"Tanrı her şeyde zati maksattır" (I, 380) "sevmede olduğu gibi
çalışmada yorulmaz ve sevdiği şey onun için hep birdir. Ki bu sevginin Tanrı
olduğunu gösterir... İyi kimse Tanrı suretinde teşekkül eder, kendi için sever
yani sevgi uğruna sever, çalışma için çalışır, aynı sebepten dolayıdır ki Tanrı
bitmez tükenmez sevgi ve fiildir, ilahi faaliyet onun tabiatı, hayatı, ve
saadetidir... iyi kimse sadece sevdiği herkesi sevme ve yaptığı her şeyi onda
sevdiği ve çalıştığı için Tanrı dolayısıyla yapma bakımından Tanrıya benzemez,
fakat kendi, yani seven için sevme ve çalışma bakımından da (yani aynı zamanda
ve aynı fiille) benzer (II, 66-67), ki burada Tanrı ve "iyi insan"
Zattır.
{146} Bhâva = (Mâyâ Bhagavad Gita, VII, 13,14) evrensel
anlamda "tabiat"tır: svabhâva, bir atın sayesinde at olduğu
"at-tabiatı" veya "atlık"tan veya sayesinde belli bir atın
münhasıran o at olduğu özel tabiattan söz ettiğimizde olduğu gibi, cins veya
fert anlamında tabiattır.
{147} Merlin, II, 309-311, Early English Text Soc., c. 21,
1899. Yukarıda zikredilen pasajın doğruluk ve tamlığı görmezden gelinmez, her
ne kadar son dönem "Arthur" yazarlarının artık malzemelerini anlamaz
hale gelmiş olmaları muhtemelse de. "Merlin" ve "Kutsal Kâse
efsanesi" (bunlar için bkz. benim Yakşalar, II, 37) de dahil Kelt
mitolojisi Hayatla ilgili kadim geleneğin yeniden canlandırılmasını temsil
eder.
{148} BOHME, Sex Puncta Mystica, VI, 2-5 (A.D. 1620), EARLE
çevirisinde. (Six Theosophie Points, and other writings. New York, 1920.)
{150} San Tommaso'nun "Biz tek Tanrı demiyoruz, çünkü
Tanrısal Varlık birçokları için müşterektir" (Sum. Theol., I, Q. 31, X. 2)
gibi bir beyanını düşünecek olur sak Müslüman ilahiyatçıların [daha doğrusu
kelamcıların] Teslis öğretisini çoktanrıcılık olarak yanlış yorumladıkları
gayet iyi anlaşılır. Daha da kayda değer olan, "kutsal kimselere iştirak
yoluyla tanrılar denir” ifadesidir, Sum. Theol., I, Q. 108, A. 5.
{151} Geçen paragraftaki bütün beyanlar / ifadeler için
mehazlar: Yaska, Nirukta, VII,5; Brhaddevata, 1,70,71,73,74 ve 98;
Brhadaranyaka Upanişad, III, 9; Taittiriya Upanişad, I, 5, anganyanya devatah;
Summa Theologica, I, Q. 107, A. 4, ibid. Q. 112, A. 5-7, ibid. Q. 112, A. 4, ve
ibid. Q. 113, A. 1.
{152} Veda geleneği bireyin ölümden sonra yolculuğunu bir
varlık düzleminden diğerine bir geçiş olarak canlandırır, külli hatta kısmi bir
marifeti elde edememiş olanlar için zamanın sonuna kadar herhangi belirli bir
düzlemde süreklilik ihtimali ve bir başka çağda bedenlenmeye / tecessume geri
dönüş de buna dahildir. Bir önceki veya hatta daha aşağı bir düzleme geri dönüş
imkânının dini genişlemelerin açıklama eğilimlerini temsil eder hatta belki de
Vedalara ait olmayan popüler unsurlarla birleştiği izlenimini uyandırdığı
bedenlenme öğretisi ile ilgili olarak, krş. benim Yakşalar, I, s. 14, not 1.
Buda örneğinde Hıristiyanlıktaki Doketizme (insan Oğlu = nirmanakaya) karşılık
gelen nirmanakaya öğretisiyle özel bir bedenlenme (avatara) durumunda daha
önceki bir düzlemde fiilen doğuş düşüncesinden uzak durulur.
Karma
sözcüğü "nedensellikle değil fakat sadece "işler",
"eylem", "yapma- etme" vb. sözcükleriyle karşılanmalıdır.
Sebep ve sonucu zamanda ayrılmış olarak düşünebileceğimiz kadarıyla apurva,
"bilkuvvelik", "doğrudan olmayış" "nedenselliğin"
en yakın muadilidir: purvo-kara-krta-vada, "bir önceki fiil sebebiyle
öğretisi" "önceki eylemin haldeki hadiseyi belirlediğini" ileri
sürer. EDGERTON, Mimamsa Nyaya Prakasa. New Haven, 1920.
Buda'nın
takipçileri (ve şimdi Teozofıstler) tarafından yorumlandığı şekliyle
"Yeniden Bedenlenme"nin bir Veda öğretisi olduğunu söylemek zordur.
Hatta Pitrlerin,"Babalar"ın (müşterek bir tabir) inişi bile
bireylerin birey olarak bir önceki varlık durumuna bir geri dönüşü değil fakat
çok daha genel bir tarzda mukaddem veya "tevarüs edilmiş" sebeplerin
haldeki neticede görünmeyen işleyişi / müessiriyetidir. Devayana ve Pitryana
Yakup peygamberin merdivenindeki yükseliş ve iniştir
{153} Mahâ-Pralaya,
Hıristiyan terminolojisinde "Son Yargı" [Hesap Günü]. "Yargılanan"
ve "cennet"e kabul edilenler yani mutlak ve şarta bağlı olmayan
ölümsüzlük Veda terminolojisinde pitr-yâna veya deva-yânayı takip ederek kısmi
tahakkuku gerçekleştirmiş olanlara: yargılanmış ve "mahkûm olmuş"
olanlar esareti kısmi ve ertelenmiş kurtuluş (krama-mukti), imkanını engellemiş
olanlara karşılık gelir, dolayısıyla bunların bilkuvve olarak ebedi değil ama
"müebbet" beklemeleri gerekecektir, bunların olumlu olarak yeniden
varoluşları bir başka Zaman yahut Çağda (kalpa) gerçekleşecektir, ki o zaman
doğal olarak ertelenmiş [sonraya bırakılmış] veya doğrudan külli tahakkuku
gerçekleştirme veya gerçekleştirememe ihtimali kendisini yeniden gösterecektir.
Bu anlamda "mahkûmiyet" yani sonsuz (ebedi olmasa da) bir
bilkuvveliğe kendi kendini mahkûm etme, nispi (her ne kadar mutlak olmasa da)
bir yok oluş, Beni Zat olarak düşünenlerin uğradıklar sondur. Onlar "Zat
için" eylemde bulunmanın şimdi ve burada bedene hizmet ederek Benin her
arzusunu tatmin etmekten başka bir şey olmadığını düşünürler. Böyle "Asura
Upanişad" bir hayat sürenler "ziyan olacaklardır" Chandogya
Upanişad, VIII, 8. Hıristiyanlıktaki ifadesiyle "Düşüş" Benliğin
bağımsızlık, kendine yeterlik iddiasından ibarettir (Şeytan'ın Tanrıya
"denklik" iddiası), iyi ve Kötü Bilgisi Ağacının (ki "zıtlar
çifti" açısından düşünülen Hayat Ağacıdır) meyvesinin yenmesi olarak da
anlatılan özü itibariyle aynı şeydir. Bu Ağaç Hayat Bahçesinde (prânârama)
büyürken Zat tarafından büyük hazla görülebilir; fakat onun Benlik tarafından
hazmedilen (tadakrtva) meyvesi ("Tanrıda oldukları" gibi değil fakat
"kendilerinde oldukları haliyle şeyler") ölümcül derecede zehirlidir
(vişa, krş. başka anlamlarıyla viş); meyveyi yemek kendi başına hiç olan şeyi
üzerine almak, dolayısıyla Ruha karşı "ölümcül Günah", Sonsuz Hayat
açısından Ölümdür. Ancak Zat böyle bir zehri emebilir ve yine de Yaşayabilir:
bir başka imgeyle, Süt Denizinin ("Sular" varlık imkânları)
Çalkalanmasıyla işaretleri Nilakantha, Visakantha, Visagnipa gibi Boğazındaki
mavi-siyah leke ve ilaçlara bağımlılığı olan dvanda ortaya çıktığında Şiva'nın
yaptığı gibi. Zatın "hayat" tragedyasına, bu kabul edilen acıya
görünürdeki bu boyun eğişi Tanrı ve Herkesin ıstırabıdır.
{154} Bodhisattvalar ya ajanaja-devah (Taitt. Up., II, 8)
olarak "doğal" veya "doğurulmuş melekler"; ya da doğmuş ve
ardından karma-devah (ibid.) "işleri/fiilleri bakımından
melekler"dir, tam fena (nirvana) ellerinde olmasına karşın ölümden sonra
Zamanın sonuna kadar Kurtarıcılar veya Şefaatçiler olarak kalırlar veya
Zamanlar boyunca ebedi olabilirler. Bu sonuncu türden Bodhisattvalar
Vedalardaki Apantaratamalar ve diğerlerine karşılık gelir, Tam Marifete ulaşmış
olmalarına rağmen yeniden bedenlenmeleri (avatarana) imkânı Şankaracararya
tarafından Vedanta Sutras, III, 3, 30, 31 üzerine Yorumunda ele alınıp
incelenir. Aşağıdaki pasaj bir Bodhisattva'nın durumu için özellikle
geçerlidir: "Özel fiilleri sebebiyle özel görevlere tayin edilmiş olan bu
türden varlıkların durumunda o göreve yükselmiş olan işlerin sonucu bu görevler
tam olarak gerçekleştirilmezden evvel geçip gitmez. Böyle bir iniş
Siddhartha'nın Abhiniskramana'sının özel misalini sunduğu bir Istırabı içerir.
{155} Hem "Tanrı" hem "tanrı" Pali
metinlerinin çevirilerinden çıkarılmalıdır, burada Brahma yüce tanrısal varlık
değil fakat Meleklerin en yükseğidir ve Buda henüz
"tanrılaşmamış"tır.
{157} YASKA, Nirukta, VII, 5 krş. Brhad Devata, i, 70 ve 98.
RUYSBROECK, Adornment of the Spiritual Marriage, Ch. XXV.
{159} Brhad Devata, I, 70 ve 98: "Büyük-Zat-lıkları
(mahatmya) sebebiyle Meleklere çok çeşitli isimler verilir... (fakat) her bir
Meleğin Tanrısal Varlığı (devatva) tek bir sferde (salokyatvat) ve bir ve aynı
doğumdandır (ekajatatvat) ve Onlardaki içkin Güç Enerji dolayısıyladır, her ne
kadar kendilerine münferiden tapınıldığı (stutah) görülse de.
"Çoktanrıcı"
nitelemesinin yeryüzünde bilinen herhangi bir din için yerinde olarak
kullanılıp kullanılamayacağı kuşkulu bir meseledir. Bu açıdan Sümer- Akkad
pantheonuyla ilgili olarak bkz. LANDGON, Semitic mythology, s. 89.
{160} Krş. Rg Veda, X, 90, 3, "Onun dörtte biri hep
mevcudat, dörtte üçü ölümsüzdür"; Bhagavad Gita, VII, 12, "Ben
onlarda değil, fakat onlar Bendedir".
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar