DOĞU HÜZNÜ TERÖR
Kaymakam Ertuğrul TAYLAN’ın Anılarından
1970 lerin başlarında Kozluk
kaymakamlığı yapan bir meslektaşımız anlatmıştı. Kurban Bayramında ilçede
kurban kesilmemesi dikkatini çekmişti. Sebebini sorduğu efendi ve dürüst bir
adam olan belediye reisi "Esaret altında
olduğumuz telakkisi var. Esarette kurban düşmez" cevabını vermişti.
(1936 larda birkaç yıl sürmüş olan Kozluk isyanının acıları unutulmamıştı.
Erivan radyosu kışkırtmalarını sürdürüyordu.) Kaymakam, hayret ve üzüntüsünü, "Biz, işgal idaresi memurları mıyız? Hem, cumada
hutbe okunuyor. İşgal altında hutbe okunur mu?" şeklinde ifade
etmişti.
Çukurca günlüğümde ilçe merkezinde
kurban kesilmediğini kaydetmişim. Ama, sebebini, köylerdeki durumu sorup
araştırmamışım.
1984 yılında patlak veren PKK
terörünün, kısmen de olsa, halktan destek gördüğü zaman zaman yetkililerce
ifade edilmiştir.
Yukarıda anılan tespit, o bölgede halkın ayrılıkçı hareketlere
bakış açısı ile devletin bu konuda çok yönlü ve uzun vadeli bir politika
izleyememiş olmasının bir göstergesi sayılabilir mi?
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dış kaynaklı
kışkırtmalarla zaman zaman isyanlar çıkmış olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da
ayrılıkçı düşünce ve hareketlerin gelişebileceği ortamı düzeltmek, bataklığı
kurutmak için ne gibi önlemler alınmıştır?
Bu soruya doyurucu cevap
verilebileceğini sanmıyorum. Kürt Memet nöbete esprisinden Kürtçe konuşmanın
yasaklanmasına kadar bir yığın hatamız ise su götürmez. Burada, iki yıl
kaldığım Çukurca' da halkın bir kısmının devlete soğuk baktığına, ilkokul
çocuklarına bile "Kürdare azade" dedirtildiğine dair gözlemlerimi
özetleyeceğim.
Devletin
yanlışlarına da değineceğim.
Kimseyi itham etmiyorum. Kişi veya
kuruluşları kötülemek de söz konusu değil. Karşılıklı olarak sürüp gelmiş
dikkatsizlik ve hatalarla bir iç savaşın eşiğine gelişimizin yakın geçmişiyle
ilgili tespitlerimi ve kişisel görüşlerimi dile getireceğim. Doğu Ergil
olayından (Prof. Doğu Ergil'in PKK terörünün sebebleri ve çözüm yollarına dair
1995'lerdeki raporu, şimşekleri üzerine çekmiş, Ergil'in önyargılı olduğu
söylenmişti. ) işin zorluğunu da biliyorum. Ama, "Bilip
de söylemeyen suçludur" diyen Fransız atasözüne uyarak vatandaşlık
görevimi yapacağım. Amacım, barışa, huzura katkı..
Çukurca'nın tek ve beton kaplı
caddesi üzerinde bulunan jandarma gazinosunun önünde otururken önümüzden geçen
çocukların zaman zaman "Kürdare azade" dediğini
duyardık. Sohbetlerimizde yerli daire amirlerine bu söze şaşırdığımızı ve
üzüldüğümüzü söylerdik. "Biz,
yabancı bir yerde olmadığımızı düşünüyoruz" derdik. Görüşümüze
katıldıklarını söylerlerdi. O çocukların bir kısmı, sonradan, şu veya bu
şekilde, ayrılıkçı terör hareketinin mağduru olmuştur. Bu konu üzerinde kafa
yorduk mu? O babalar ve ilçenin okumuşları gafletlerinin farkında mıydılar?
Bir yaz günü Hakkâri'den dönüyordum.
Sümbül Dağının eteğini izleyen yolda dozer çalışması vardı. Yarım saat kadar
yolun açılmasını beklemiştik. Önümüzdeki üzeri açık pikapta mahalli kıyafetli
sekiz on vatandaş ile kıyafetinden memur olduğunu tahmin ettiğim bir genç
vardı. Bir "merhaba" diyeyim dedim. Pikap merkez ilçenin bir bucağına
gidiyordu. Düzgün kıyafetli genç de bucak jandarma karakol komutanı olan
astsubaydı. Kendimi tanıtarak hal hatır sordum. Birisinin "Türkler bize bakmıyor" demesine
şaşırdım. Ayak üzeri konuşmamızda Devletin ülkenin her yerinde kırsal kesimde
yol, okul ve içme suyu gibi hizmetler yaptığını anlattım. Bölgenin arazi ve
iklim şatları sebebiyle bu hizmetler ağır gidiyordu. Konuşmamı,"Biz, kendimizi yabancı
saymıyoruz" diye bağladım. Bu veya benzeri sözleri başka yetkililer de
duymuştur zaman zaman.
Sözün yanlış ve yersizliğini, bir
tehlike işareti de sayarak, halka gereği gibi anlatabiliyor muyduk?
Bu durum, uykularımızı kaçırıyor
muydu?
Cevap, "hayır" dır.
Vali Derviş Yalım babacan,
gayretli ve çok iyi bir insandı. Misafirperverdi. Vali konağında kalmayı ve
yemek yemeyi orda görmüştük. İlçeleri, köyleri geziyor, halkı dinliyordu. Bir
keresinde, yöredeki gidişat için "İsyan
çıkacak, birkaç yüz kişinin kellesi gidecek ve iş bitecek" demişti.
Yöre için kafa yoran ve gerçekten didinen en yetkili kişinin görüşü buydu.
Kabul etmek gerekir ki çoğumuzun bu konuları düşündüğü bile yoktu. Derdimiz,
mahrumiyet hizmetini bir an önce ve kazasız belasız bitirip dönmekti.
1984 de PKK terörü başladığında
zamanın başbakanı "Üç beş eşkiyadır" deyip sayfiye dinlencesini
sürdürmemiş miydi?
Ama, akan kan durmamıştı.
1977 güzünde, tayinini çıkartan
Ziraat Bankası müdürü, bir akşam gazinoda bir yemek vermişti. Yemekte ilçeye o
gün gelmiş olan yeni banka müdürü, hakimler ve savcı, daire amirleri, reis,
banka muhasibi ve bayındırlık sürveyanı Haşan vardı. Yemeğin ilerleyen bir
saatinde, birimiz Cahit Külebi’nin "Edirne'den Ardahan'a kadar bir toprak
uzanır" diye başlayan şiirinden birkaç mısra okudu. Bir önceki
belediye reisinin oğlu olan banka muhasibi "Neden Edirne'den Çukurca'ya
kadar değil” diye tutturmasın mı?
Sayılan bir ailenin oğlu olan bayındırlık
sürveyanı da katıldı ona. "Yahu, şair öyle
yazmış, kafiyeyi öyle düşürmüş. Ayrısı gayrisi mı var" dedikse de
ikna edemedik. Yemeğin tadı kaçtı. Sonunda Urfa'lı olan hakim Enver Bey "Yeter
artık, Burada bölücülük yapıyorsunuz. İhtar ediyorum" diye parladı.
Dağıldık. Hakim Beye saygısızlık yapılabileceğini düşündük, o rahattı. Bu
olayın üzerinde neden durmamıştık?
O gece sessiz kalmış olan "Barzani'nin albayı" lâkaplı reisle
neden konuşmamıştık?
1978 Mayıs
ve Haziran aylarında Hakkâri'nin güney doğusunda kalan yaylalarda Irak ve İran'dan
gelen Talabanî ve Barzanî arasında çatışmalar olmuştu. Özellikle, kışın
Talabanî ve Barzanî taraftan grupların İran'dan Irak'a veya tersi yönde
geçişler yaptığını bilmeyen yoktu. Bu peşmerge
gruplarına ve onlara sempati besleyenlere "Celali" deniyordu.
Celaliler, daha ziyade
Ertuşi aşiretindendi. O
günlerde il merkezinde sohbet ettiğimiz bir tüccarın söylediğine göre Barzani
ve Talabani taraftarları, bu iki gruba yakınlık duymayanlara "hain"
diyorlardı. Olaylar üzerine Hakkâri'ye
gelen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı'nın "yayla anlaşmazlığından doğan
olaylar" şeklindeki beyanatı gerçekleri yansıtmıyordu. Han Yaylasında
iki tarafın 15-20 ölü, bir hayli de yaralı verdiği duyulmuştu. Sınırdaki
Uzundere Köyünde bulunan Seyyar Jandarma Bölüğünde bir süre kalan tabur
komutanının sınır bölgesinde 200 er kişilik iki grubun mola verdiğini, müdahale
için izin istediğinde "gözleme, izleme" emri aldığını öğrenmiştik.
Biz olayların dışında kalmıştık. Sadece izliyorduk.
Bu bölümün başında andığım Kozluk kaymakamı, 12 Mart döneminde
mezra ve yaylalardaki masum halkın silahlarının toplanarak onların eşkıyaya,
kurda kuşa karşı savunmasız bırakıldığını, Devletten soğutulduğunu anlatmıştı. Eşkiya
ve ayrılıkçıların silahları alınamamıştı. Bir keresinde bir komanda birliğinin
bir köydeki silah arama operasyonuna katılmıştı, nasıl yapıldığını görmek için.
Geceden çevresi kuşatılan köyde evlerde aramalar yapılmıştı. Silah
bulunamayınca evlerinden don gömlek toplanan erkeklere köy meydanında bir saat
kadar yat kalk talimi yaptırılmıştı. Kaymakam, birlik komutanı yüzbaşıya
"Bu yaptığınız iş mi" demişti.
Bu yıl, Esenboğa Havaalanında
görevliyken, 1978-79 larda Çukurca'da muhafaza memurluğu yapmış olan Gümrük Muhafaza Müdürü Seyit Ali Harmankaya ile o
yılları andık. Çukurca'nın girişinde, Seyyar Jandarma Bölüğünün alt yanındaki
tepeye Efkar Tepesi deniyordu. Orda oturup düşüneni görmemiştim. Belki arada
içip efkâr dağıtan oluyordu. Seyit Ali, Çukurca’ya gelirken o tepenin alt
yanında "pasaport
-kontrolü" olmamış mıydı? (Çukurca'ya gelen yabancılara,
"Nerelisin? Buraya niye geldin?" şeklinde uluorta sorgulamaya bu isim
verilmişti.) Bayındırlık sürveyanı Hasan ve arkadaşları tarafından. O,
milletvekili hemşerisi Vefa Tanır'dan tavsiye mektubu getirdiği reis Macit
Piruzbeyoğlu'nun misafiri olduğunu söyleyince muaf tutulmuştu kontrolden. Efkâr Tepesinde oturup düşünen yoktu,
ama, Jandarma Bölüğünün kenarındaki Tepenin altında pasaport kontrolü
soytarılığı yapılıyordu. Bundan, ilçe yetkililerinin haberi olmuyordu. Belki
haberi olanlar vardı da aldırmıyorlardı.
Bu bölümü rahmetli Vali Turgut
Kılıçer'den dinlediğim bir Ağrı öyküsü ile bitireyim: Valiye ilk haftalarda "Osmanlı kadın" dediğimiz
bir köy muhtarından söz edilmiş. "Gelsin de görelim" demiş Muhtarın
cevabı "Beni görecek vali, köyüme buyursun" olmuş. Bunun üzerine bir gün tugay komutanı ile eşli
olarak o köye gidilmiş. Ağırlamadan sonra dilekleri sorulmuş Muhtar "Köyümüzün adı Avtünne ( Kürtçe, susuz demektir
)idi, Çağlayan yaptılar. Ama, su yoktur. Su getirtin de bu ayıptan kurtulalım"
demiştir. Su kıt olan yörede yapılan araştırmalardan sonra kuyu açılarak su
getirtilmiş ve ayıptan kurtulunmuştur.
Doğuda eksikleri, ayıpları giderip
vatandaşı kazanamadık. Gerçek birliği ve dirliği sağlayamadık. Acıları
dindiremeyişimiz bundan...
İçimizden kan ağlamasıda...
Kaynak: Ertuğrul TAYLAN, Sıradaki Kaymakam,
ARBA Araştırma Basım Yay, Birinci Baskı: Aralık, 1997, İstanbul
“Tüm Nefretle
Beslenenler Adına”
“Gözyaşı”, insanoğluna bahşedilmiş
en muhteşem özelliklerden bir tanesidir. Mutlu, kederli, öfkeli ya da
heyecanlı, hangi ruh halinde olursak olalım, hemen gözyaşı kanallarımız çalışmaya
başlar. İçimizde tüm birikenler taşar, saçılır etrafa. Kimi zaman zaaf, kimi
zamansa güç gösterisidir gözyaşlarını salıvermek. Gözyaşlarımızı bir silah
olarak kullanabildiğimiz gibi, başkaları tarafından bize karşı kullanılabilecek
bir silah olabileceğini de biliriz. Yumuşak karnımız, en kırılgan noktalarımız
gözyaşlarımızda gizlidir. Bizi ve tüm gizlerimizi anlatır, deşifre ederler.
Eğer önüne geçmeyi başarabiliyorsanız, kendinizi saklı tutabilecek kadar
güçlüsünüz demektir; güçlü ve huzursuz, aynı zamanda tehlikeli. Eğer onları
salıverecek kadar güçlüyseniz, kendinizi açığa vurmaktan korkmayacak kadar
güçlüsünüz demektir; güçlü ve rahatlamış, aynı zamanda incinebilir.
11 Eylül gibi bir terör saldırısı sonrası dökülen gözyaşları nelerin
ifadesidir dersiniz?
Tarifsiz bir keder mi, yoksa öfke midir o kristal damlalarda parlayan?
Belki korku, belki de kurbanlar arasında sevdiklerimiz olmadığı için derin
bir rahatlama duygusu. Belki ölenlere karşı duyduğumuz kinden ötürü bir
sevinç, belki saldırıyı gerçekleştirenlerin canlan pahasına giriştikleri o
muhteşem eylemin yansıyan gururu. Olayın kahramanlarından biri olamamanın kıskançlığı
ya da kendisini yüzüncü kattan aşağı bırakan adamın fütursuzca ölüme meydan
okuyuşunun heyecanı. Tüm duygular bir tek eylemin içerisine sıkışmış ve
patlıyor. Zaten eylemin mantığı da bu. Tüm izleyiciler bir şekilde bu gösteriyi
iliklerinde hissedecek, üzülecek, kızacak, heyecanlanacak ve en önemlisi de
dehşete kapılacak. Gösterinin başarısı dökülen gözyaşı ile doğru orantılı. Bu nedenle “ikiz Kulelerin Yıkılışı” adlı filmin hasılat rekorları
kırması doğal karşılanmalı. Ne de olsa dünya, dünya olalı böyle eylem görmedi.
Terörün geride bıraktığı yıkımın yalnızca maddi hasarlardan ve kurbanlardan
ibaret olmadığı bilinen bir gerçek. Psikolojik yıkım, gösterinin en önemli
bölümü. Panik, depresif hal, dehşet, korku ve felç bireylerden toplumun
geneline, oradan da devlet kurumlarına ve resmi otoritelere kadar sıçrayan bir
ruhsal durumu ifade ediyorlar. Reaksiyonlar asla aklın süzgecinden geçirilmiş
değil. Her an bir saldırıya maruz kalabileceği endişesiyle evlerine kapanan
halk, yüksek binalarda çalışmaktan korkan ve işlerine gitmeyen personel, uçak
şirketlerini iflasa sürükleyebilecek denli kapsamlı ve yaygın bir uçak
korkusu, siyah saçlılarla başlayan ve sakallı, bıyıklı ya da Müslüman
olabileceği görüntüsünü veren herkese yönelen bir endişe ve nefret duygusu,
eylem sonrasının sıradan halleri.
Bunun toplumsal düzleme yansıyan etkileri ise, sosyolojik analizlere
ihtiyaç gösteriyor. Bireylerin psikolojik çöküntüleriyle başlayan süreç,
toplumsal psikolojinin de alt üst oluşu ile sonuçlanıyor. Meşhur Amerikan “melting pot” (çok
uluslu ülke) unun çöküşü ve her renkten, dinden,
ırktan insanı Amerikalılık potasında erittiği iddia edilen üst kimliğin toz
duman oluşu pek çok şeyi gösteriyor. Tüm toplumsal yapılarda bizleri bir arada
tutan, bağlayan iplerin ne kadar ince ve ilişkilerimizin ne kadar kırılgan
olduğunun bir belirtisi yaşananlar. En iddialı sistemlerde bile bağlayıcı ve
birleştirici dinamiklerin bir anda ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı unsurlara
dönüşmesi mümkün. Dinleri, lisanları, renkleri, etnik kökenleri, gelir
durumları, giyim kuşamları, davranış kalıpları, tüm insanlara birbirlerinden ne
kadar farklı olduklarını hatırlatıyor, insanları diğerlerinden ayıran
özellikler belirginleştikçe, giderek küçülen gruplan benzeştiren nitelikler de
daha fazla somutlaşıyor. Gruplar homojenleşiyor. Amerikalılar Amerikalılığın,
Avrupalılar Avrupalılığın ne anlama geldiğini yeniden tarif etmeye başlıyorlar.
Eylem gösteriyor ki, herkes Amerikalı ya da Avrupalı olamaz. Sınırlar yeniden
çiziliyor, “öz Amerikalılar” yeniden tanımlanıyorlar. Kendi içine kapanma ve
xenophobia, farklılığının bilincine varan insanlar tarafından daha fazla
benimsenmeye başlıyor. Sonuç, bir terör eylemi ve ardından gelişen çözücü,
dağıtıcı toplumsal travma.
Sosyal çözülmenin, yalnızca 11 Eylül benzeri, tek bir patlamanın dağıtıcı
etkileri sonrası ortaya çıkabilecek bir süreç olduğunu iddia etmek, kuşkusuz
doğru olmaz. Terörün yıllarca sürdürülmesi sonucu ortaya çıkan travmatik
etkiler, bir tek eylemde ortaya çıkabilecek olanlardan çok daha fazla. Zira
eylemlerin tekerrür etmesi, olayın şok boyutunu ortadan kaldırmakta ve
kanıksanan durum, farklılıkların asla aşılamaz biçimde birer kimlik unsuru
haline gelmesine neden olmakta. Tek bir eylemin yarattığı şok sonrası, akl-ı
selim zaman içerisinde kendisini göstererek, toplumsal düzen kendisini
iyileştirme sürecine girerken, sürekli hal alan bir çatışma durumu, çatışan
özellikleri, kimliğin ana belirleyicisi haline dönüştürmekte. Yani her Filistinliliğin ön koşulu
İsrail karşıtı olmak biçiminde tarif edilirken, İrlandalılık, İngiliz karşıtı
olmakla eşdeğer hale gelmekte.
Çatışma ve zıtlık üzerine kurulu olan toplumsal kimliklerin ürünü ise, her
an kavgaya, sıcak kapışmalara gebe sistemler olarak şekilleniyor. Çatışan
taraflardan güçlü olanı silahlı kuvvetlerini kullanırken, zayıf olansa silahlı
milisler ve terörist taktiklere bel bağlıyor. Kısır döngü sürekli beslenen bir
kinle, hızla devinimini sürdürürken, toplumlar arasındaki uçurum iyice
derinleşiyor. Hatlar keskinleşirken, düşman resmediliyor. “Onlar karşı taraf ve bizden
değiller, bizi bir arada tutan birleştirici unsurumuz ise onlardan olmamamız.” Çatışan farklılıklar ve Amin Maouluf’un deyimiyle “ölümcül kimlikler” dünyası burası!
Biz papatyalarız, onlar karanfil. Bizim
bahçemizde karanfillere de, karanfil severlere de yer yok. Tek renk bir bahçe
istiyoruz ve bahçedeki tüm güneşi, tüm suyu, tüm mineralleri biz tüketmek
istiyoruz. Kahrolsun karanfiller ve papatya sevmeyen tüm çiçekler!
Terörizmin psikolojisi de “onlar” olarak kabul edilen, düşman saflara
karşı girişilmiş bir savaş içeriğine sahip. Genellikle, karşı tarafın orduları,
tankları, uçakları bulunmakla birlikte, terörü kullanan tarafta bu tür
ekipmanlar yok. Teröristlere göre onları yenilmez kılan şey, iman güçleri ve
haklı davaları. Niceliksel zayıflıklarını, sahip oldukları manevi güçle telafi
etmekteler. Kaldı ki başka mücadele şansları ve araçları da bulunmuyor.
İddialarına göre, bahçeyi istila etmiş olan edepsiz, saldırgan ayrık otlarına
karşı varolma mücadelesi veren “kırılgan güller” onlar. Dikenlerinin batması
gerektiğine inanıyorlar. Sert adamlar, sert mücadeleler veriyorlar. Bu da
onlara prestij ve kimlik kazandırıyor. Kendini savunamayan menekşelerin, papatyaların,
lalelerin de koruyucusu oldukları iddiasındalar. Eylemciler kimseye fikir sormadan, bildikleri yolda ilerliyor,
bombalıyor, yakıyor, yıkıyorlar. Kendilerince adaleti sağlıyorlar. Adalete güç
verilemediğinden, “güce” hak verilmesini ve haklı olan güçlü olamayınca, güçlü
olanın haklı olmasını reddediyorlar. Varolan durumun yanlış olduğunu kabul
ettirene kadar, olması gereken adına mücadele etmeye kararlılar.
Ancak eylemi gerçekleştirenler de insan ve insani zaaflarla, korkularla,
endişelerle dopdolular. Esasen pek çoğumuz açısından onları insan kategorisine
sokmak hayli zor. Zira teröristlere insan demeye dilimiz varmıyor. Olsa olsa
bir psikopatlar güruhu olarak nitelendirilebilirler. Sorunlu, kompleksli,
ilgisiz ve hastalar. Akıllarını başlarından alan bir nefret duygusu ile
kirlenmiş katiller onlar. ABD’de, Sudan’da, Afganistan'da ya da Peru’da olmaları fark
etmeksizin aynı özellikleri paylaşıyorlar. Masum kanı içiyor, yaralıyor,
öldürüyor ve düzen bozuyorlar. Böyleleri sabah uykudan kalktıklarında neye
benzerler acaba?
Kahvaltılarını ederlerken bir gün önce katlettikleri insanların son
bakışlarını hatırlarlar mı?
Herhalde suratlın filmlerdeki kötü
adamlara benzer. Fesat bakışlı, pis suratlı, psikopat tavırlı ve çirkin.
İblisin oralarda bir yerlerde olduğunu, fiziksel görünüm ele vermeli mutlaka.
Hayallerimizdeki terörist tipleri bizlerden farklı birileri olmalı. Bizim gibi
doğmamalı, annelerine bizim gibi sokulmamalı, bizim gibi saklambaç oynamamak,
sevmemeli, sevilmemeli.
Aksine bir durum önemsediğimiz, yücelttiğimiz ve gurur duyduğumuz “insani
kimliğimizle” çelişkili bir durumdur. Zira insanoğlu kin tutmamalı,
öfkelenmemek, isyan etmemeli, herkesle kardeşçe yaşamalı, bencillikten ve
saldırganlıktan uzak durmalıdır. (!). Hangi şart altında olursa olsun. Peki,
hangi koşullar, sıradan bir insanı bile ölüm makinesi haline getirebilir
sizce?
Yaşamının tehlike altında olması ya da sevdiklerinin veya halkının
güvenliği mi?
Belki de uğruna canını vermekten çekinmeyeceği vatanının bekaası?
Tanrının sevgisini kazanma arayışına ne dersiniz?
Elbette hangi ulusa mensup olurlarsa olsunlar, tüm ezilenleri kurtarma ve
sömürüye karşı mücadele misyonunu da yabana atmamak gerekiyor. Pek çok değişik
neden bulmak mümkün olsa da, hepsinde varolan en önemli nokta, teröristlerin
kendilerini uğrunda savaş verdikleri idealin birer askeri olarak tanımlamaları
ve hep, binlerini kurtarmak için mücadele ettiklerini düşünmeleri.
Ölürken de, öldürürken de ulvi bir sebebin varlığı teröristleri
sıradanlıktan uzaklaştırıyor. Hırsızlık için, kan davası için ya da ruh sağlıkları
bozuk oldukları için değil, insan oldukları için, iyiyi temsil ettikleri için,
herkes için öldürdükleri düşüncesini taşıyorlar. Eylemleri, umduklarının çok
dışında sonuçlar verse de, kendilerini ve ideallerini sorgulamaktan ısrarla
kaçınıyorlar. Bir terörist için en zararlı şey sorgulamak. Liderini, örgütünü,
silah arkadaşlarını ya da yaptığı şeyin gerçekte kimlere zarar verdiğini
sorgulamaya başladığı anda, mücadele kaybedilmeye yüz tutuyor. Bu nedenle,
kutsallar üretilip, bağlılığı sınayacak testler tekrarlanıyor ve itaat mecburi
hale getiriliyor. İnançlarsa mutlaka aklın önüne geçmelidir. Teröristin, ikiz
kuleleri yıkmanın, ABD’nin küresel hakimiyetini engellemeyeceğini, aksine
askeri yayılmasını daha da kolaylaştıracağını ya da meşrulaştıracağını
düşündüğü noktada eylem zayıf düşecektiı Bu nedenle liderin emirleri
tartışılmamalı, yalnızca katıksız uygulanmalıdır. Lider “öl” emrini verse de.
Liderin adamlarıyla ilişkisi gerçek bir askeri disiplin gerektirir. Zaten
örgüt üyeleri kendilerini birer asi ya da katil olarak değil, asker olarak
tanımlarlar. Onlar büyük bir mücadeleyi hayatlarını adamış, kanlarının son
damlasına kadar o ordunun bir üyesi olarak hizmet etmeye söz vermiş,
savaşçılardır. Psikolojileri savaşta ülkesini savunan birer askerden farklı
değildir. Kötülere karşı müdafaa etmek zorunda oldukları birileri vardır.
Kendileri adına değil, kendilerinden birileri namı ve hesabına talepte
bulunurlar. Bu taleplerini gerçekleştirebilmek ve direniş gösterdikleri
otoriteleri zorlayabilmek amacıyla, masum kurbanlar da dahil herkesi hedef
almaktan kaçınmazlar. Haklılıklarına o kadar inanmaktadırlar ki, karşı taraf
olarak kabul ettikleri insanlara ne kadar acı verdiklerini hesaba katmazlar.
Kurbanın masumiyeti terörist tarafından da bilinmektedir aslında. Hatta
bazılarının, kurbanları adına üzülüyor, onları incittikleri için suçluluk
hissediyor olmaları mümkündür. Ancak genel anlamıyla “kurbanın”, terörist
açısından çok önemi yoktur. O, “özel” olarak kurban üzerinden gerçekleştirdiği
eylem ile, karşı tarafa “genel” bir ceza vermekte, kendi çektiği acıları onlara
da hissettirerek, siyasi otoritelerin aczini göstermektedir.
Teröristlerin pek azının öldürdükleri kişiler için üzüntü ya empati
duydukları bilinen bir kuraldır. Ölenler hakkında düşünmez, ölünün acısını
hissetmez, yorum yapmaz, yalnızca karşı tarafa verdirdikleri kaybın hesabıyla
ilgilenirler. Bu, onların kendi ruhlarını kurtarmak ve psikolojik olarak
rahatlamalarını sağlamak adına da anlamlıdır. Yapılanlar, kayıplar, masumlara
verilen zararlar, herhangi bir insani değer çerçevesinde açıklanamayacağı için,
kurbana yabancılaşmak ve onu matematik olarak sayılabilir, kullanılabilir bir
materyal olarak algılamak en geçerli yöntemdir.
Kurbanlarını birer insan olarak değerlendiren ve yaptıkları eylemin
korkunçluğu ile yüzleşebilenler açısındansa, kendileri en az öldürdükleri
insanlar kadar şeytanın kurbanlarıdır. Tüm kötülüklerin yaratıcısı olan şeytan
-ki burada şeytan, dini bir tasarım değil, genellikle somut politik bir
figürdür- kendisini de bu davranışa mecbur bırakmaktadır. Bu şekilde suçlu
belirlenir ve kurbanların sorumluluğu da şeytanın eseri olan kötü düzene
atılır. Teröristin vicdanen rahat olması eylemin başarısı açısından önemlidir.
Unutulmamalıdır ki, sıradan, ruh sağlığı yerinde olan bir insan için öldürmek,
en az ölmek kadar zordur.
Terörist açısından ölebilmek ile öldürebilmek eylemleri arasında bir
geçişkenlik vardır. Ölüm, küçümsenmektedir. Bu şekilde “kurbanların
hayatlarını kaybetmeleri” de olgusal olarak basitleşmektedir. Kendileri bu
kadar kolayca ölebildiklerine göre, kurbanların ölmeleri de, o kadar
önemsenmemelidir. Ölüm kaçınılacak bir şey değil, herkesin karşılaşacağı bir
sondur ve “Eğer ölüm önceden belirlenen bir zorunluluksa, o zaman
korkakça ölmek bir utançtır.” Nitekim korkakça ölmeyeceklerini
ispatlama arayışındaki intihar eylemcileri, kendilerini duraksamadan kurban
edebilecek bir yüreklilik ve inanışla, bedenlerini amaçlarına feda etmekten
kaçınmazlar.
İntihar olgusu sosyal ve dinsel anlamda reddedilse bile, bir amaç uğruna
ölüme korkusuzca gidebilmek, tarihten günümüze hep olumlu bir nitelik olarak
değerlendirilmiştir. Örneğin Roma döneminin
en sert muhalifleri olan Sicariiler, dava uğruna ölmeyi çok eğlenceli bir şey
olarak telakki etmiş ve Tanrı tarafından kurtarılmayı beklemişlerdi. Onlara
göre Kudüs, Romalılardan kurtarılırsa, günahkâr rejim iktidardan düşecek ve
Tanrı onlara kendisini göstererek ödüllendirecek, kurtaracaktı.
Kurtarılmanın bu dünyada gerçekleşmesi de zorunlu bir şart değildir. Zira
dinsel inançların çoğu, gerçek selametin ancak öbür dünyada olduğunu ve bu
dünyadaki fedakârlıkların, öteki tarafta ödüllendirileceğini kabul ederler.
Sonlu yaşamınızda çekeceğiniz sıkıntılar, sonsuz varlığınızın gerçekleşeceği
Tanrı katında size sunulacak olan mükemmel ortamın garantisi olarak
değerlendirilirler. Bu nedenle acılar ve sıkıntılar birer fırsat olarak kabul
edilirken, dinsel bir amaçla kendini feda etmek, şehadet mertebesine ulaşmak
anlamına geleceğinden kaçınılacak değil, özenilecek bir durum halini alır.
Her ne kadar, sonucu özenilecek bir durum olarak algılansa da, kendisini
inancının askeri olarak tanımlayan herkesin, intihar komandosu olabilmesi söz
konusu olamayacağından, başka faktörlerin de göz önünde bulundurulması
gerekir. Zira hangi motivasyon ve inançla olursa olsun, sıradan bir insanın
psikolojik sorunları olmaksızın bir intihar eylemine girişmesi çok kolay
değildir. Bu nedenle intihar eylemcisinin inancını pekiştiren, onu besleyen
kişisel travmalarının bulunması, genellemede bir ön koşul olarak kabul edilir.
İntihar komandolarının neredeyse hepsinin karşı tarafa (mücadele ettikleri
gruba) kurban verdiği bir akrabasının ya da yakın arkadaşının olduğu
görülmektedir. Yani bir kan davasının varlığı ve intikam arayışı, intihar
eylemcisini tetikleyen en önemli unsurlardan bir tanesidir. Zaten terörist
eylemlerde hemen her zaman meşru öfkelerin izlerine rastlamak mümkündür.
İntihar eylemcileri, kendilerini feda
etmek suretiyle karşı tarafa kendi acılarını hissettirme şansını yakaladıklarını
ve kayıplarını eşitlediklerini düşünürler. Onlar incinmiş, acı çekmişlerdir,
Ölüm ise acılarına son verip, onları görevlerini tamamlamış olmanın huzuruyla
en son yolculuklarına uğurlamaktadır. Bu ölümle gelen yıkım, karşı tarafta
derin acılar yaratacak ve bundan böyle keder, diğerlerine yoldaş olacaktır. Bu
tarafta ise ebedi sükun sağlanmıştır.
Terör eylemcilerinin en tehlikelileri olarak kabul edilen intihar
komandolarının bir başka önemli özelliği de, genellikle 16 ile 28 yaşları
arasındaki gençlerden oluşmalarıdır. Genç, gözü pek ve deneyimsizdirler.
İnançlarına ölümüne bağlı, mükemmeliyetçi ve devrimci olmaları ortak
özellikleridir. Aralarında istisnalar olmakla birlikte çoğu fakir ve az
eğitimli ailelerden gelmektedirler, ideolojik tabanlarının ise etnik ya da dini
motiflerle süslü olması daha olağandır. Zira en güçlü ideolojiler bu şablonlara
oturmakta ve eylem ile sonuçlar açısından bakıldığında daha rasyonel bir
zemine yerleşmektedir.
İnsanın kendi kendisini ölüme mahkûm etmesinin ve inanışı uğruna yaşama
veda etmesinin kolayca açıklanabilir bir tavır olmadığı söylenebilir. Üstelik
intihar eylemcisi açısından psikolojik bir travma ya da nefret ettiği, artık
içerisinde bulunmak istemediği bir hayattan kaçış arzusu da bulunmaz. Tersine
yaşama ölesiye bir bağlılık ve onu kendi inancına göre, kendisini feda ederek
daha güzel kılma arayışı vardır. Ölüm bir kaçış ya da bir son olarak değil, bir
açılış, bir başlangıç olarak tasarlanır. intihar komandosu hayatla
vedalaşırken, onun inandığı değerler adına gerçek mücadele başlamaktadır. Georges Sorel’in çok çarpıcı ifadesi şöyle; “Gerçeklikler için değil fikirler
için, bilinenler uğruna değil, inanılanlar uğruna ölünür... İnançlar söz konusu
olduğunda, en önemli işareti ve en etkili kanıtı uğruna ölümdür.” Uğruna ölünebilecek bir davaya sahip
olması ise, teröristin en büyük gücüdür.
İnsanın davası uğruna, kendi bedenini bir araç olarak kullanması ideolojik
nitelikli terör eylemlerinde de görülmekle beraber farklı bir içerikte
şekillenir. Burada intiharın amacı kamuoyunun sempatisini kazanma ve soruna
dikkat çekme yönündedir. Açlık grevleri, kendini yakma gibi eylemler, intihar
komandosunun eyleminden farklı olarak çevreye zarar verme ya da kendisini bir
silah haline getirme amaçlı olmadığı gibi, yalnızca eylemcinin kendi bedeni
üzerindeki bir tasarrufuna dayanır. Eylemci kimseyi yok etme, kan davası gütme
ya da intikam alma gibi bir hedef gütmeyip, kendi bedeni üzerinden kamuoyuna
ve siyasi otoritelere bir mesaj vermeyi amaçlar.
Cinsiyet açısından bir değerlendirme yapıldığında intihar
eylemcilerinin yalnızca %15’inin kadın olduğu gözlenmektedir. Buna karşın kimi örgütlerin özellikle
kadın militanları tercih ettiği de bilinir. Örneğin Sri Lanka’nın Kara Kaplanları’nın elinde sınırsız bir kadın
intihar eylemcisi potansiyeli bulunduğu söylenmektedir. Kadın militanlar
kararlı ve tereddütsüz birer eylemci olabildiğinden, çoğunlukla acımasızlıkta
erkekleri de geride bırakabilmekte ve son derece tehlikeli bir potansiyel
taşımaktadırlar. Nitekim “önce kadınları vurun” sloganı, bu tehlikenin bir
uzantısı olarak yerleşmiş ilkelerden birisine işaret eder. Unutulmamalıdır ki,
ölesiye inanmış bir kadın, gerçek bir nükleer bombadan daha tehlikeli
olabilir.(!).
Ölebilmek, daha doğrusu nasıl ve ne zaman öleceğine karar verebilmek
kimilerine göre en büyük özgürlüktür. Montaigne’nin denemelerindeki en çarpıcı
ifadeler bununla ilgilidir. “Derler ki, bilge yaşayabildiği kadar değil, yaşaması gerektiği
kadar yaşar... Hayata giriş yolu bir tek, ama çıkış yolu yüzbinlercedir.
Yaşamak için toprağımız olmayabilir, ama ölmek için toprak bulunur nasıl
olsa... Hiçbir zaman korkulmayacak, çok kez aranacak bir limandır ölüm...
Yaşamak kölelik olur, ölme özgürlüğümüz olmazsa.” intihar eylemcisi de, bir anlamda
köleliğine böyle bir son vermekte, ancak başkalarının yaşama, özgürlüğünü
elinden almaktan çekinmemektedir. Yaşama özgürlüğü ise, ölme özgürlüğünden
daha değerli bir şey olsa gerek Özgürlükler elbette değerlidir, ancak bir
başkasınınkini elinden almadıkça.
İntihar eylemcilerinin yerleşmiş psikolojik sorunları ve denlilere giden
travmaları olduğu iddiası çoğunlukla kabul görmekle birlikte, genel terörist
tipolojisinde böyle bir kriter bulunmamaktadır. Kuşkusuz terörü bir mücadele
stratejisi olarak benimsemek, yani terörist olmak çok kolay bir seçim değildir.
Hiç kimse akşam normal
bir insan olarak uykuya dalıp, sabah terörist olma kararını veremez. Travmalar,
birikimler, olumsuz şartlar ve beklentiler en temel iteliyicilerdir. Ancak geniş bir toplumsal kabul gören
teröristlerin deli ya da sapık olduklarına ilişkin kanaat, oldukça
tartışmalıdır. Teröristler arasında ruhsal açıdan sorunlu tiplere pek
rastlanmadığı gibi, klinik açıdan kişilik bozukluğuna sahip olarak
nitelendirilebilecek olanları bulmak da son derece zordur. Kaldı ki, terör
örgütlerinin psikolojik problemleri olan dengesiz kişilerle irtibat
kurmadıkları, onları güvenilmez buldukları bilinir.
Örgüt üyesinin, yaptığı şeyin doğruluğuna sorgusuz inanan, liderine karşı
itaatkâr, işbirliğine yatkın ve mücadeleci olması önemlidir. Buna karşın hayata
bakışında çeşitli sapmaların olması da normal kabul edilir. Zira standart
terörist, çok farklı psikolojileri bir arada yaşayan, duygusal gelgitleri olan
birisidir. Sıradan ve hayatı normal gidişinde yaşayan insanlardan kimi
farklılıkları bulunduğu da açıktır. Terör uzmanlarına göre, olayların
gereğinden fazla küçümsenmesi, yoğun hayal kırıklıkları, risk almaya yönelim,
kendi doğruluğuna aşırı güven, hayalperestlik, sosyal izolasyon ve fark edilme
arzusu, terörist tipolojisinin en genel nitelikleridir. Bu özelliklerin çeşitli
derecelerdeki varlığı, teröristin başarısı üzerinde de önemli bir belirleyicidir.
Örneğin risk almaktan korkan, kararsız ve güvensiz kişilerin ya da geniş bir
aile çevresinde kuvvetli sosyal ilişkilere sahip olarak yaşayan ve kendisini
mutlu, beklentileri karşılanmış olarak nitelendiren kişilerin terörist olma
potansiyelinin düşük olduğu farzedilir. Genel nitelikleriyle sıradan bir
terörist, sistemle barışık olmayan, ama o sistemin değerleriyle düşünen,
yanlışları şiddet kullanarak düzeltme arayışında olan ve sistemin içerisinde
yerleşik bir kimliktir. Oysa terörist örgütlerin liderleri ve kitle imha
silahı kullanmayı hedefleyen sıradışı teröristler açısından aynı şeyi söylemek
mümkün değildir. Onlar farklı hedeflere ve kişilik yapılarına sahiptirler. En basit ifadesiyle “başka dünyanın insanlarıdırlar”.
Eylem emrini veren ve
örgütte karar verici konumunda olan kişiler, kişisel hedeflerinin yarı sıra,
son derece ütopik senaryoların da sahibi olabilirler. Özellikle tarikat türü terör örgütlerinde
bunu görmek çok kolaydır. Bin-yılcı,
kıyamet günü bekleyen ve peygamber vasıflarına sahip olduğu iddiasında olan
terör örgütü liderleri, akıl sağlıkları yerinde olmayan, derin ihtiraslara
sahip çizgi film kahramanları gibi hareket etmektedirler. Onlar için,
dünyayı ele geçirme, tüm insanlığa ceza verme, kıyamet gününün gelişini sağlama
gibi amaçlar söz konusu olabilmektedir. Lider, örgütün efendisi kimliğini
peygamber vasfı ile de donatarak, Tanrı’nın emirlerini yerine getirmekte
olduğuna inandığında, son derece tehlikeli terörist tiplemeleri ortaya
çıkmakta ve kitle imha silahlarının kullanımı gündeme gelmektedir.
Kitle imha silahlarının kullanılması emrini verebilecek bir liderin akıl
sağlığının yerinde olma ihtimalinin bulunmadığı ortadadır. Bu kişilerin paranoid,
paranoid-şizofrenik, şizofrenik, pasif-saldırgan kişilik ya da sosyopat
olmaları mümkündür. Ancak terörizm konusunda araştırmalarıyla
tanınan Jessica Stern’e göre şizofrenikler ve sosyopatlar kitle imhasına dayalı
bir eylem hayal etseler bile, bunu gerçekleştirmeleri oldukça güçtür. Zira her
şeyden önce büyük çaplı bir kimyasal, biyolojik ya da radyolojik saldırı için
gerek sosyopatlar, gerekse şizofrenikler grup çalışmasına elverişli
değildirler. Bu nedenle herhangi bir psikolojik bozukluğun varlığı değil, bazı
spesifik problemlerin bulunması daha anlamlıdır. Ayrıca liderin zeka düzeyi de son derece önemlidir ve bu tür
liderlerin normalin üzerinde IQ düzeylerine sahip oldukları bilinmektedir.
Onlar sistemin bir parçası değil, sistemin potansiyel hakimi gibi, sisteme
dışarısından bakarlar. Tıpkı nehrin akışının tersine yüzen somon balıklarını
avlayan, iştahlı ayılar gibi örgüt üyelerini toparlar ve günü gelince kış
uykusundan kalkmak üzere, üç depolarlar. Bekledikleri gün ise bellidir;
-çoğunlukla kıyamet ve yeniden diriliş!
İster ruhani ve dini esaslardan güç alsınlar, isterse gerçek yaşamın
içerisinde varolan sorunlardan beslensinler, örgüt liderlerinin, örgütün genel
politikasını ve uyulması zorunlu ahlaki değerlerini belirleyerek, bunlara
uymayanı cezalandırma yetkisi tartışılamaz. Grubun içerisinde herhangi
birisinin yapılan eylemi sorgulaması ya da “Neden masum insanları öldürüyoruz?” sorusunu sorması grubun birlik ve bütünlüğünü
sekteye uğratacağından engellenmelidir.
Lider, örgütün tüm üyelerine, gruptan çıkışın tek yolunun, ölümle
gerçekleşebileceği mesajını verebildiği ölçüde, gücünü ve otoritesini
pekiştirir. Kaldı ki, bir kez grubun içerisine girilip, örgütün ideallerinin
benimsetilmesi sürecine girildikten sonra, örgüt üyelerinin fikir
değiştirmeleri de pek rastlanılan bir durum değildir. Bu nedenle kontr terör
politikalarının en önemli ilkelerinden bir tanesi de, örgütten çıkışın
sağlanmasından ziyade, öncelikli olarak örgüte girişin engellenmesidir.
Bir kez örgütün içerisine girildikten sonra, bir şeye ait olma duygusu,
büyük bir projenin parçası olma hayali, örgütün yeni üyesini sarıp sarmalar.
Yalnızlık, yerini silah arkadaşları ile çevrelenmiş kocaman bir aileye
bırakır. Örgüt üyesi artık tek başına sistemden hoşlanmayan bir adam değil, o
sistemin kurallarını parçalayan, haksızlıklarla mücadele eden, düzenli bir
ordunun parçası haline gelmiştir. Tüm zaafları, eksiklikleri örgüt
içerisindeki dayanışma ile birlikte kapatılır. Toplum içerisinde kaybolan,
silik, kimsenin tanımadığı, önemsemediği bir kişilik, yavaş yavaş sert, hedefe
kilitlenmiş, saygı uyandıran, ürkülen bir insan modeline doğru evrilmeye
başlar. O, artık özeldir ve yemekten, uyumaktan, diş fırçalamaktan daha
anlamlı(!) bir şeyler yapabilme fırsatı eline geçmiştir. Öyleyse dünyayı
değiştirmenin zamanıdır, bombalar yapılmalı, düşmanlar yakılmalıdır; kadın,
erkek, çoluk çocuk demeden.
Teröristler göründüğü kadarıyla dünyayı yorumlamaya çalışan filozoflardan
değil, değiştirmeye çalışan devrimcilerdendirler. Değişim şart olduğuna göre,
bunun yapılabilmesi için şiddet kullanılması gerekse de, “vazife” yerine
getirilmelidir. Teröristlere göre, onlar “aklar” ve “karaların” çok net
görülemediği bir dünyada, aklan gösterme misyonunu gütmektedirler. Diğerlerinin
aklan görememesi esasen şaşırtıcıdır, ancak göremeyenleri yola getirmek de
onların görevidir. Bunun için türlü fedakârlıklara katlandıklarını düşünürler.
Gri renklerle uğraşmaz, kendi doğrularının en ak, karşı tarafın doğrusunun ise
en kara olduğuna sonsuz bir inanç beslerler. Bu sarsılmaz inanç tüm bedenlerini
ve zihinsel faaliyetlerini esir aldığından, bir tür toplu histeri içerisine
girerler. Örgüt aynı anda nefes alıp vermeye, birey, bir organizmanın parçası
olarak yaşamaya başlar. Beyin, örgütün lideri olduğu için üyelerin fazlaca
düşünmesine gerek olmaz. Onların yerine düşünen birisi vardır. Onlarsa beyinden
diğer organlara giden komutlara, vücudumuzun diğer uzuvlarının verdiği
tepkileri vermekle yetinirler. Koş diyen bir beyine koşan bacaklar, sindir
diyen beyine sindiren mide, öldür diyen beyine öldüren eller. Aksine bir durum
hastalık belirtisi olurdu zaten.
Örgüte dışarıdan bakan birisine çok anlamsız ve akılsızca gelen birçok eylemin
ve ritüelin, kimi zaman çok eğitimli, zeki kişilerce benimsenmesinin nedeni de,
örgüt içerisindeki bu hiyerarşik ve yarı mistik yapılanmadır. Tarihteki en büyük matematik dehalarından Pisagor’un, kendi
tarikatına mensup üyelere baklagilleri yasaklaması ya da beyaz horoza
dokunmanın, ana yollarda dolaşmanın, yere düşeni kaldırmanın yanlış olduğunu
kabul ettirmesi bizlere elbette komik geliyor. Oysa bu ilimden yaklaşık 2500
yıl önce yaşayan bu insanlar, üçgenlerde ,a2+b2=c2 formülünün mucidine, dörtlük
esasına göre yapılmış hiçbir şeyin üstüne oturmayacak, ışığın yanında aynaya
bakmayacak, yürek yemeyecek veya ekmeği koparmayacak kadar çok inanmışlardı. Tarihin en şaşırtıcı adamlarından birisi
ulan Pisagor, bir terör örgütü kurmasa da, tarikatı ve fikirleri İle dönemin en
etkili kişilerinden birisi olmuştu. Garip fikirleri ve müritleri ile
oluşturduğu sosyal çevre yüzünden Kroton’dan kovulup, güney İtalya’daki
Metapontion’a gelene kadar da, kendi polisinde siyasi ağırlığını
hissettirmişti.
Aum Shrinkyo tarikatının lideri Shoko Asahara’nın, modem dönemin
Pisagor’undan farkı, şiddetin meşruluğuna inanması ve kitle imha silahlarını
kullanabilmeyi düşünmesidir. Müritlerine bakıldığında dünyanın en
yetenekli mühendislerinin, bilgisayar uzmanlarının, biyologlarının ve
doktorlarının, onun emirlerini kutsal ayetlermişçesine benimsedikleri görülür.
Japonya’nın ya da İngiltere’nin güvenliğe ilişkin software yazılımlarını yapabilecek
kadar usta bir yazılımcının, Asahara’nın her istediğini yapması nasıl açıklanabilir?
Organizma her uzvuna düşünme yetisini verse idi, organik sistemin çalışması
tabii ki mümkün olamazdı. “Birey
düşünerek ve sorgulayarak varlığını kanıtlasa da, örgüt üyesi düşünmeyerek ve
itaat ederek kendi varlığından soyutlanır.” Bu şekilde kimlik başka bir
şablonun içerisinde oluşur ve bireyden, grubun bir parçası haline geçiş mümkün
olabilir. Ortaya çıkan, teröristin yeni kimliğidir ve bir şeylere ait olma
duygusunun yarattığı motivasyonla, şevkle benimsenir.
Grubun iç dinamiği, dışarıdan aldıkları etkilere bağlı olarak şekillenir.
Karşı tarafın katılığı ve gücü, grubun dayanışma duygusunu ve bağlılığını
kuvvetlendirdiği gibi, ideolojisini keskinleştirerek, eylem stratejisini daha
da sertleştirir. Teröristler açısından alternatif çıkış bulunamaması halinde
en tahrip edici süreçlerin başlaması mümkündür. En sert eylemler, genellikle
finişe en yakın dönemlerde gerçekleştirilenlerdir.
Terörle mücadele giderek sertleşirken,
“korku” yalnızca toplum için değil, örgüt açısından da en belirgin psikoloji
halini alır. 11 Eylül sonrası, El Kaide militanlarının korkmadığını söylemek,
çok hafif bir iddia olacaktır. Her şeyin bir bedeli vardır ve onlar da
bunun farkındadırlar. Yalnızca eylemciler için değil, sempatizanlar açısından
da durum aynıdır. Eylemden önce sahip oldukları hareket serbestisini, konforu
ve özgürlüklerini sürdüremeyecekleri söylenebilir. Nitekim El Kaide üyeleri,
daha önce de sabıkaları olmasına karşın, esasen bir tek eylem sonrasında,
İslami fundementalizm taraftan, gerici bir grup olmaktan, insanlık düşmanı,
şiddet yanlısı terörist şeytanlar haline dönüşmüşlerdir.
Demokrasi ve insan hakları olguları, güvenliğin öncelikli olduğu bir
düzende anlam ifade etmeyeceğinden, düşüncelerini özgürce ifade etmeleri,
diledikleri gibi toplanmaları, giyinmeleri, iktisadi faaliyetler sürdürmeleri
mümkün olamayacaktır. Hatta Guantanamo’daki gibi işkence görmeleri, hukuksuz
yargılamalara maruz kalmaları çok muhtemeldir. Buna çok da fazla şaşırmamak
gerekir. Zira mücadele eden taraf açısından bakıldığında, insanlığa ve hukuka
saygı duymayan, o kavramlarla düşünmeyen insanlara karşı, hukuk ve saygı
prensiplerini geçerli kılmanın gereği yoktur.
Öç alma duygusu ve nefret, öfkeyle birleştiği zaman, kuralların çiğnenmesi
için en mükemmel zemini oluşturduğundan, eylemcilere ve sempatizanlarına karşı
hiç de hukuki olamayan tepkiler gösterilmesi olağandır. Mücadele eden ekip
elemanlarının teröriste karşı saldırgan tavırlar içerisine girmesi ve şiddet
kullanması çok sık görülen bir durumdur. Hissi bir nedenle girişilmiş bu
şiddet gösterisi, teröristin şiddet eyleminden farklıdır. Zira teröristin
kullandığı şiddet araçsaldır, yani şiddet amaç doğrultusunda kullanılan bir
araç durumundadır. Belirli bir öfkenin anlık tepkisi olarak değil, uzun dönemli
birikimlerin siyasi ifadesi olarak kullanılır. Teröriste ve sempatizana karşı
kullanılan şiddet ise, eğer bir tepki niteliğindeyse ve yapılanı cezalandırma
amacını taşıyorsa, kendisinden öte bir içeriği bulunmaz. Buna karşın
teröristlere karşı kullanılan şiddet, terörizm potansiyeli taşıyan muhalifleri
korkutmak, caydırmak gibi bir üst amaca yönelik olarak ve belirli bir plan
dahilinde yapılıyorsa, teorik düzeyde teröristin kullandığı şiddetin içeriği
ile aynı kalıplarda değerlendirilebilir. Uygulanan şiddetin her iki yönlüsü de
hukuki değildir. Bir kez uygulanmaya başladı mı, ıtaat-otorite ilişkisinin
meşruiyet terazisi bozulur. Roma hukukunun en temel ilkelerinden birisi olan vis legibus inimica ifadesi, her yönüyle geçerli hale gelir.
Yasalar rafa kalkar, toplumsal
sözleşme tek taraflı feshedilmiş sayılır.
Oysa ki yasaların işlemediği ortamlarda anarşi ve kaosun hakim olması
kaçınılmazdır. Korku, düzensizliğin en belirgin ürünlerinden bir tanesidir.
Teröristin de arzu ettiği sonuç budur. Otoritenin zayıflatılması, insanların
geleceklerini görememesi, tedirginlik ve sisteme inançsızlık. Korkularımızla
yarattığımız ve sınırladığımız yaşamımızın, aynı zamanda daha da fazla korkmamız
için gerekli tüm şartlan sağladığını fark etmek oldukça zordur. Aslında en çok
korkulması gereken şey ise, korkularla dolu bir yaşamdır.
Eğer yaşanacaksa, öcülerle, korkularla dolu bir yaşamın ne anlamı olabilir?
Bir amacı ve uğruna
tüm korkularını yenebileceği bir inancı, bir hedefi bulunanlar, yaşamın gerçek
anlamını keşfedebilenlerdir. Önemli olan uğruna bir yaşam feda edilebilecek
olan inançların, öfkeyle nefretle beslenenlerden değil, sevgiyle hoşgörüyle
güçlenenlerden olması. Hain kalplerin karanlığında beliren “kötü”nün değil,
aklın parlak ışığında seçilen “iyi”nin egemen kılınması. Kazanmanın ön koşulu ise en az şiddete tapanlar kadar inançlı ve
dirençli durabilmek. Yoksa onların yaşamlarının ardından mezar taşlarına vixid,
yani “yaşadı”; inançsızların ölümlerinin ardındansa morte, yani “öldü”
yazılması kaçınılmaz. Sh: 71-87
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan
Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003,
İstanbul
***********
“Kötü Haber İyidir...”
O sabah her şey yolunda giderken,
gittikçe huzursuzlanmaya başlamıştı. Güneş yedi renkten ışıklarını saçıyor,
tatlı bir meltem ile karışan ısısı, insanı rehavete sokuyordu. Siyasetteki monotonluk ve düzen bıktırıcı
olmaya başlamıştı. Ne bakanların birbirleri hakkında ileri geri konuştuğu,
ne de muhalefetin sesini yeterince yükselttiği uzun süredir duyulmuyordu. Ekonomi
ile ilgili haberlerse her gün birbirinin aynısıydı. Devletler birbirleriyle
savaşmıyor, Ortadoğu kaynamıyordu. Sanatçıların bile skandal çıkartmaya
niyetleri yoktu. Kısaca sinir bozucu bir sesssizlik ve durgunluk vardı. Doğal
afetler bile sanki ona cephe almıştı. Ne deprem, ne sel, ne sis. Bir iki
asparagasın dışında medyadaki hareket sıfıra inmişti. Ratingler yerlerde
sürünüyordu. Ta ki...
“Müdürüm, teröristler büyük bir yangın bombası atmışlar. Alışveriş merkezi
dumanlar içerisinde.” anonsu gelene kadar. Tanrı’ya şükür! Her
şey yoluna girmişti. Haber merkezi inanılmaz bir telaş ve hevesle koşuşturmaya
başlamıştı. Haftalarca süren bir açlığın ardından muhteşem bir sofraya
oturmanın heyecanıyla hepsinin dizleri titriyordu. Müdür yüksek sesle emirler
yağdırıyor, gelen görüntüler hemen ekrana yansıtılıyordu.
Dumanların içerisinde insanlar, yanan
vücutlar, çığlıklar, kendilerini onbeşinci kattan aşağıya bırakan çaresiz
kurbanlar. .Dehşet ekranlardan evlerin içerisine taşıyordu. ABD’de, İran’ı da,
Fransa’da herkes büyülenmişçesine görüntülere kapılmış olanları izliyordu.
Alevlerin sıcaklığı, fiber optik kablolardan dünyanın dört bir yanına
sıçramıştı.
Haber müdürü, güneşin önüne perdesini
çeken gri dumanlara şükranla baktıktan sonra hafifçe gülümsemesini önleyemedi.
O, puslu havaları seviyordu. Ne yapsın! Doktorlar da hastalıklarla
savaşmalarına karşın, hastalıkların olmadığı bir dünyayı düşlemezlerdi
herhalde. Terörden de, teröristten de nefret ediyordu aslında, ama bir yandan
da şu durgun günlerde eylemin ilaç gibi geldiğini kendisine itiraf etmeliydi.
Görüntüleri günlerce tekrar tekrar kullanacak, en az bir haftalık haber
ihtiyacını buradan karşılayabilecekti. İzleyicilerin bu görüntüleri defalarca
izlemesinin ne gibi sosyal ve psikolojik sonuçlan olacağı ile fazlaca
ilgilenmiyordu. Ama çocuğunun bu görüntülerden etkilenmesini elbette istemezdi.
Hemen rehabilite edici haberleri de hazırlaması gerektiğini fark etti. Rating
rakamları muhteşemdi. Gerçi diğer haber kanalları da coşmuştu ama, en vahşi görüntüleri kendi kanalı verdiği için
halk onu ödüllendirmişti. Kan ve gözyaşı ister istemez en yüksek primi
sağlıyordu. O da, bunu bilecek kadar akıllıydı.
Teröriste gelince, eyleminin olağanüstü
bir ses getirmesinden fazlasıyla memnundu. Defalarca gösterilen yangın görüntüleri
eylemin etkisini kendisinin de beklemediği kadar büyütmüştü. “birkaç molotof
kokteyli ile” diye düşündü, “neredeyse, Eyfel kulesini çökertmiş kadar olduk.”
Medyanın muhteşem gücü sayesinde çok küçük olarak kabul edilecek eylemler
bile, büyük ses getirir olmuştu. Kendisini şanslı hissetti. 19. yüzyıl
teröristlerinin ancak Çar’a suikast düzenleyince bu kadar başarılı
olabildiğini hatırladı. 21. Yüzyıl onun çağı olacaktı. O da puslu havayı severdi.
Özellikle Müdürün kanalını çok beğenmişti. Orada yayınlanan görüntüler, ona
gücünü hissettirmiş, kibirle dolmuş ve kendisini ölüm Tanrısı olarak görmeye
başlamıştı. Güneşin önünü kesen dumanlara hafifçe gülümseyerek bakmayı ihmal
etmedi. Şu müdüre bir teşekkür e-maili çekse nasıl olurdu acaba?
Eylemlerin yapılış biçimleri, yapılış zamanlan, eyleme muhatap-olacak
kişilerin seçimi özenle yapılırken, terör de kaçınılmaz bir biçimde medya
merkezli olarak şekillenmekte. Amaç, terör uzmanı Brian Jenkins’in ifadesiyle, “Çok kişiyi öldürmek değil, çok fazla kişiye seyrettirmek ve
korkutmak olunca, medya da teröristin en önemli silahı halini almakta.” Öyleyse o silahın susturulması, ya da
tıpkı bir bumerang gibi onu kullanana geri döndürülmesi gerekiyor.
Susturmak duygusal tepkiler veren, otoriter sistemlerin tercihi; silahı
geri teptirmek ise rasyonel tepkiler veren, demokratik sistemlerin yöntemi.
Susturmak varolan bir silahın ortadan kaldırılması, bir başka deyişle karşı
tarafın elindeki artı “bir”in yok edilmesi anlamına geliyor. Eylem yapılıyor ve
kimsenin haberi olmuyor. Haberin iletilmesi engelleniyor ve sıfır toplamlı oyunda
her iki taraf da sıfıra sıfır eşitlenerek, eylem yok sayılıyor. “Uluslararası terörizmin yalnızca üçte birinin medya tarafından
duyuruluyor” olmasının ardında yatan gerçek de bu.
Terörle mücadele anlamında teröristin, eylemini seyircilere aktaramaması, oyun
performansını ortadan kaldırıyor. Muhteşem bir drama bile boş koltuklara
oynandığında bir anlam ifade etmiyor.
Silahın geri teptirilmesi, yani medyanın teröristin istediği amacın tersine
kullanılarak haberin, teröristin hiç de arzulamadığı bir biçimde şekillendirilmesi
ise, eşitliği mücadele eden taraf yerine bozuyor. Yani karşı tarafın elindeki
silah sizin elinize geçmiş oluyor ve bu da, sıfıra karşı “bir” öndesiniz
anlamını taşıyor. Bunun çeşitli yöntemleri var elbette. Örneğin teröristin
eylemi, esasen bir alışveriş merkezindeki, bol paralı insanlara yönelik olarak
planlanmış olmasına rağmen, medya o alışveriş merkezinde görev yaparken
hayatını kaybeden zavallı temizlikçi figürünü ön plana çıkartıyor. “Kapitalizme karşı savaş ve daha
eşit, daha güzel yarınlar” adına slogan atan, eylem yapan teröristlere
karşı, yarınlarını kaybetmiş çocuklar gündeme getiriliyor. Ya da terörist,
etnik sebeplerle eylem yapıyor, medya ise onu dinsel nitelikli global
terörizmin içerisine oturtuyor ve etnik taleplerden hiç bahsetmiyor. Tıpkı
araba lastiğini tanıtmaya çalışan bir reklam filminde, karayollarında
kullanılan asfaltın kalitesinin anlatılması gibi. Araba frene basınca duruyor,
ama lastiğin yolu iyi tutması konusunda esas neden asla tekerlek değil,
yolların kalitesi gibi sunuluyor.
Medyanın, terörizmi haber haline getirirken kullanabileceği yön
değiştirici yöntemler arasında, terörist eylemin arkasındaki grubun bilinçli
olarak yanlış yansıtılması da bulunmakta. Düşünün! Dinsel amaçlı bir terör
örgütü üyesi olarak bir eylem yapıyor ve inanıyorsunuz ki, sizinle aynı inancı
paylaşan insanlar, sizi benimseyecek ve şeytana karşı mücadelenizi
destekleyecek. Ama bir bakıyorsunuz, Avrupa’da gerçekleştirdiğiniz bir
saldırıyı Japonya’daki Aum tarikatı, Amerika’daki Yükselen Güneş Grubu, Alman
RAF veya Çeçen gruplar üstlenivermiş. Medya ise, olayı sizin gerçekleştirmiş
olmanıza ve tüm iletişim kanallarını arayarak eylemi üstlenmenize rağmen,
sorumluluğu başka bir gruba yüklemeye çalışıyor. Ne yaparsanız yapın,
ürününüzü sahiplenemiyorsunuz. Bu acayip düzenin iletişim kanalları,
eyleminize ağız tadıyla sahip olmanızı engelliyor, hatta sizin çocuğunuza başka
veli bulmaktan kaçınmıyor. Kendinizi yaksanız, birileri çıkıp “Kuzey denizindeki balina avcılığını
protesto için yaptı” diyebilir. Kısaca ne ürettiğiniz değil,
ne pazarladığınız anlamlı artık. Eyleminizi pazarlayamadığınız zaman elinizde
patlaması çok mümkün. Bu nedenle medya bağlantıları ve tüm iletişim
kanallarının istediğiniz doğrultuda yönlendirilmesi hayati önem taşıyor.
Medyanın en fazla reklam saatini sağlayacak biçimde kullanımı, terörist
açısından özel stratejiler geliştirme zorunluluğunu ortaya çıkartıyor. Eylem
günleri, saatleri incelikle planlanırken, en medyatik günler tespit ediliyor.
Günler, saatler, mekanlar, kurbanlar, hepsinin medya referanslı bir anlamı
var. Örneğin Kızıl Tugaylar örgütü, gazetelerin en çok sattığı günlerin
perşembe ve pazar olduğunu hesaplayarak, çarşamba ve cumartesi günleri eylem
yapmayı tercih etmiş, haberlere girebilmek içinse prime time’ı kovalamıştı. Bu
şekilde daha fazla insanın konudan haberdar olması mümkün olabilecekti. 1995 yılında gerçekleştirdiği eylemle
terörizm literatürüne giren Oklahoma bombacısı Timothy Mc Veigh de, Alfred
Murrah binasını seçme nedenini şöyle açıklamıştı: “Çevresinde iyi fotoğraflar çekebilmek ve kameraları
yerleştirebilmek için yeterli alan vardı.” Mc
Veigh yalnızca eylemi planlamamış, aynı zamanda onu tüketiciye ulaştırırken en
mükemmel ambalajın nasıl yapılabileceğine de karar vermişti. Kara Eylül grubu
1972’deki İsrailli sporcuları rehin alma eylemini, neden Olimpiyatlara sakladı,
dersiniz. Tüm dünyanın gözü, kulağı ve kameraları Münih’te bulunduğu için
olmasın! Eyleminizi yapıyorsunuz ve zaten tüm dünya medyası orada hazır
bulunduğundan, milyarlarca insana naklen izletiyorsunuz. Stratejik planlamanın
zirve noktası bu olsa gerek.
Terör örgütü açısından gerçekleştirdiği eylemlerin nedenlerini ve
iddialarını aktarabileceği bir kanala sahip olması, özellikle izleyici
potansiyeli varsa, kuşkusuz çok kolaylaştırıcı bir faktör. 11 Eylül sonrasında
El Cezire televizyonunun, El Kaide’nin açıklamalarını yayınlayarak ne kadar
ciddi bir misyon yüklendiği görülmüştü. Olay sonrasında örgütün ve Usame hin
Ladin’in fikirleri ve hareketin toplumsal tabanı hakkındaki bilgi dağarcığımız,
alternatif merkezlerden akan haberlerle gelişil Haber kanallarının kontrolünün
veya en azından daha verimli kullanılabilmesinin ne kadar önemli olduğu
Amerikan yönetimi tarafından da bilinmekteydi. Bu çerçevede gerek Araplara,
gerekse Arap olmayan Müslüman halklara ulaşabilmek ve kamuoyu oluşturabilmek
adına, Colin Powell, Condolezza Rice, Donald Rumsfeld gibi dış politika
yapımında en üst düzey yetkililerin El Cezire’ye ve diğer Müslüman ülke
televizyonlarına açıklamalar yapmaktan kaçınmadığı görüldü. Hatta eski Suriye
büyükelçisi Christopher Ross, El Cezire televizyonunda yapılan röportajda
ABD’nin görüşlerini Arapça aktarmayı tercih etti. ABD yönetimi ani bir kararla 2002
Mart’ında yeni bir girişimde daha bulunarak, Arapça Radyo İstasyonu Sawa’yı
kurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika’nın
Sesi Radyosu’nun kurulmasından bu yana hayata geçirilen en ciddi girişimlerden
bir tanesi olan bu istasyon, özellikle gençleri hedef alacak biçimde, ABD’nin
en iyi radyo kanallarının formatında hazırlandı. Arapça, herkesi şaşırtan bir
hızla kısa sürede en popüler yayın dillerinden birisi haline geldi(!).
Kolombiyalı FARC militanları da eylemlerini yayınlayabilmek için kendi
kanallarını kurmayı tercih etmişlerdi. Eylemin bir şekilde kamoyuna duyurulması
her şeyden önemli olduğu için, teröristler açısından bu konuya da özel yatırım
yapılması gerekliliği aşikârdı. Mantık belliydi. “Ya varolan kanalları kullanırsınız, ya da engelleniyorsanız
kendi iletişim kanallarınızı yaratırsınız.” Kaldı ki, iletişim kanallarının yalnızca
radyo ve televizyondan ibaret olmadığı da bilinmekte. Artık post-ensdüstriyel
toplumun, “post olmaya yakın pre-sanal” âleminde yaşıyoruz. Bu nedenle de yeni
iletişim yöntemleri mutlaka el altında olmalı.
İletişim alanında son dönemlerdeki en önemli gelişmelerdi ıı bir tanesi
de, hemen her grubun kendi web sitelerini kurmaları. Üst denetimi çok
sınırlı bir iletişim kanalı olarak gelişen
ınternet aracılığıyla örgütlerin, gerçekleştirdikleri eylemlelerin tüm
ayrıntılarını aktarmaları mümkün. Bu şekilde iddialarını dünyanın dört bir
yanındaki internet kullanıcılarıyla paylamak, kendilerini, en kendi
istedikleri gibi anlatabilme imkanına kavuşuyorlar. Üstelik hiç aracı
kullanmadan, direkt ağın m undaki kişiye ulaşarak.
İnternet kullanıcılarının dünya sathında giderek daha karmaşık, ama daha
hızlı hale gelen bilgi edinme süreçlerine kanalize olmaları, özellikle yazılı
medya açısından ciddi sıkıntılar yaratabilecek gibi görünüyor. Zira haber,
internet ortamında, dakikalar içerisinde ağa girerken, gazetelerin yayın
hızlarının 24 saat içerisinde dönmesi, bir hız çağı olarak nitelendirilen 21.
yüzyıl şartlarıyla uyuşmuyor. Radyo, televizyon, internet gibi naklen yayın
yapabilme ve yorumları anında okuyucuya aktarabilme yeteneğine sahip bu
iletişim araçlarının karşısında yazılı basın, işlevsel olarak zayıflamış
görünüyor. Matbaalar alışkanlıklarla dönüyor, ancak bir yandan da bergamut
kokulu çay ya da taze kahve eşliğinde gazete okuma keyfimiz yavaş yavaş tarihe
gömülüyor. Artık gazetelerimizi de internetten takip ediyoruz. Haber, odamızda,
İşyerimizde her an karşımızda. Aynı web sitesi içerisinde onlarca farklı yorumu
bir arada bulmak mümkün. Arama motorlarından birine girip, “terörizmi ara”
komutunu verdiğinizde teröristler kategorisinde Usame Bin Ladin’i ya da Remzi Yusuf’u
bulabildiğimiz gibi, Putin’i veya George Bush’u da görebilirsiniz. Herkesin
teröristi aynı sayfada alt alta dizili duruyorlar. Size yakın gelen, mantıklı
bulduğunuz bilgi hangisi ise alınız. Bilgi, burada bedava!
İnternetin üst kontrollerden görece bağımsız olması da, yazılı basma karşı
sahip olduğu önemli bir üstünlük. Ancak henüz ciddi bir kısıtlama veya müdahale
söz konusu olmasa da, dünya üzerindeki tüm iletişim ağlarının kontrol edildiği
de biliniyor.
ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zellanda hükümetlerinin 1948
yılında yaptığı, gizli UKUSA anlaşması, 50 yıl öncesinde bile bilginin
denetlenmesinin ne kadar önemsendiğini gösteriyor. Bu anlaşmayla kurulan ve
kod adı ECHELON olan global istihbarat girişimi, dünya üzerindeki tüm telefon,
fax, telex ve e-mail mesajlarını denetleyebiliyor. Sistemin işletilmesi özellikle son
dönemde ciddi bir önem kazanmış durumda. İçerisinde belirli kelimelerin
geçtiği her mesaj ayıklanıyor. Ses tanıma sistemleri kullanılıyor ve
potansiyel(!) teröristlerin birbirlerine geçtiği mesajlar, yaptıkları
konuşmalar hemen tespit edilebiliyor. Kısaca, birileri bizi gözetliyor.
Gözetliyor, ancak henüz müdahale etmiyor, zira bu şekilde iz sürmek kolaylaşıyor,
sistem kontrol altında tutuluyor. Özgür bırakıldığımız kafeslerimizde, temel
haklarımıza saygı duyulduğunu ve serbestçe haberleşme özgürlüğümüzün
korunduğunu düşünüyoruz. Birileri ise haberleşme özgürlüğümüzden daha fazla korunması
gereken başka özgürlüklerimizin olduğunu düşündüğünden, bizlere güvenli bir
yaşam sağlamak adına bizi dinliyor. Saklımız gizlimiz yok zaten. Ne de olsa iyi vatandaşların saklanacak
sırları bulunmaz. Kötülerse bir şekilde saklamayı başarıyor. Aksi halde 11
Eylül saldırısı fark edilmez miydi, dersiniz?
İnternet sistemlerinin hızlı, pratik ve en az müdahale edilen iletişim
kanalları olması, dünyanın dört bir tarafına yayılmış küçük çaplı terör
örgütlerini, yüzmilyonlarca internet kullanıcısını, en üst düzey siyasi
yetkilileri, askerleri, bürokratları aynı masanın etrafına oturtmayı
başarabiliyor. Kartlar ve şanslar eşitlenmiş durumda. Küçücük bir grup bile
iyi hazırlanmış bir web sayfası ve güzel ifade edilmiş siyasal
taleplerle onbinlerce sempatizana kavuşabiliyor. Normal şartlar altında néfret etmeniz gereken bir terör örgütünün web sayfasındaki dramatik ifadeler, sosyal
talepler ve insani haykırış, sizi kolayca gözyaşlarınızı tutamaz hale
getirebiliyor. Bu nedenle de terör örgütlerinin medyayı kullanma konusundaki
ilgileri, devlet otoriteleri taralından dikkatle izleniyor.
Terörizme karşı mücadele konusunda son derece deneyimli olan İngiltere’de,
Margareth Thatcher başbakanlığındaki hükümet, IRA ile ilgili haber ve yazılar
konusunda medyaya kısıtlama getirirken, teröristlerin oksijenlerini
kestiklerini iddia etmiş ve bir anlamda medya olmadan teröristlerin
yaşayamayacağını öngörmüştü. Zira kimi terör uzmanlarının iddiasına göre "Medya istemese bile, genellikle
güvenliği göz ardı edip, teröristlerin imajlarını göz alıcı hale getirerek ve
hatta romantikleştirerek, onlara inanılmaz bir reklam sağlamaktaydı”. Bu nedenle de reklam saatlerinin
ellerinden alınması, teröristlerin ciddi anlamda etkinlik kaybetmesi anlamına
gelecekti. Dünyanın en özgürlükçü olduğu iddiasındaki toplumlarından birinde,
medyaya uygulanan bu sansürün mantığı, güvenliğin sağlanması ve teröristlerin
işlevsiz kılınmasıydı.
Bu önlemin ne kadar fayda sağladığı tartışmalı olsa da, alınan kararlar
medya mensupları ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyi başarmıştı.
Dünyanın en ünlü terör uzmanlarından Paul Wilkinson’a göre medya ile güvenlik birimlerinin hedefleri
zaten temelden çatışan amaçlara sahip bulunmakta. Zira ona göre medya
profesyonelleri drama, duygusallık ve şiddet eylemleri ile seyirciyi eğlendirerek,
haberlerde birinci olmanın açgözlülüğü içindeler. Buna karşın güvenlik
yetkilileri ise halkı korumak, hukukun uygulanmasını sağlamak, suçluları yakalayarak
adalete teslim edilmelerini sağlamak gibi kaygılarla hareket etmekteler. Bu
nedenle de gerek siyasi otoritelerin, gerekse güvenlik kuramlarının medya
üzerinde denetim uygulanmasını istemesi ve yasaklamalar getirmeye çalışması
sıkça görülen eğilimler. Dünyanın her yerinde de bu böyle.
Medyanın kontrolü ve yönlendirilmesi gerek teröristler, gerekse güvenlik
güçleri açısından öncelikli hedef. Güvenlikçilerin bakış açısıyla medya,
terörizme ilişkin haberler yapmak ve onları kitlelere tanıtmak yoluyla
terörizmi meşrulaştırdığından, bulaşıcı bir etkiye sahip. Terörizmin
tamamlayıcı parçası olarak işlev görüyor ve terörizme destek olan ana
unsurlardan birisi olarak kabul ediliyorlar. Bu nedenle de terörizme karşı bir
mücadele, ister istemez medyayla karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor.
Medya ise, terörizm haberleri olmadığı takdirde en fazla haber niteliği
taşıyan, en ilgi çekici konulardan birinden yoksun kalıyor. Terörizmin haber olarak kullanılmaması,
medya profesyonelleri açısından aç karnına oturulan bir sofrada, en sevilen
yiyecekleri reddedip, yalnızca kuru ekmekle yetinmek anlamını taşıyor. Ya
birileri sizin elinize vurup “Sakın o
kızarmış tavuğa elini sürme, sana çok zararlı!” diyecek, ya da sorumluluklarınız
ağır basacak ve nefsinizi kontrol ederek “Bu
tavuğu yememin çeşitli olumsuz sonuçları olabilir, ekmek yeterli!” diye
düşüneceksiniz, ikinci yöntemde, kendinizi kontrol edebildiğiniz ölçüde, en
azından teorik düzeyde, kimsenin sizin elinize vurma ihtimali kalmayacaktır.
Gerçi bazıları ekmeği bile yemenizi istemeyebilir ama o, konumuzun dışında!
Medyanın haberleri iletme sorumluluğu ile toplumsal güvenliğin
zedelenmemesine ilişkin yükümlülükleri çatıştıkça, denetleyici yasaların,
özgürleştirici yasalara ağır basması kaçınılmaz hale geliyor. Denetleyici
yasalar aracılığıyla haber akışı kontrol edilip, her şeyden önemlisi
şekillendirildikçe, birçokları tarafından asalak bir ortak yaşam düzeneği
olarak tarif edilen, terör ile medya arasındaki ilişkinin sekteye uğrayacağı
varsayılıyor. Aradaki ilişki kesildikçe, “Taraflar birbirlerini besleyemez hale
gelecek ve susuz kalan bir fidan gibi kuruyacaktır.”, diye düşünülüyor. Çok da mantıksız
görünmeyen bu iddiayı sahiplenen güvenlik güçlerinin tercihi de, prensipte
denetleyici yasaların kullanılması yönünde. Gelen haberler elekten
geçirilirken, bazıları topluma aktarılıyor, bazılarıysa sansüre takılıyor.
Haber alma özgürlüğü ise, bir başka bahara dek unutulmaya mahkum, terk
ediliveriyor.
Esasen resmi otoritelerin önlemleri “haber alma özgürlüğüne” değil, “haber verme özgürlüğüne” yönelik bir
tutum olduğundan, tarifi yapılmamış özgürlükler kategorisine dahil oluyor. Müdahale, haberin toplum tarafından
alınması aşamasında değil, topluma verilmesi aşamasında yapılıyor. İsteyenin
verilen tüm haberleri alma imkânı var elbette! Verilemeyenler ise loplumun
değil, medyanın sorunu! Bu tür bir algılamanın varlığının en demokratik
sistemlerde bile söz konusu olması ironik bir durum. Ama bir gerçek. Haberler
mutlak surette denetime tabi tutulur. Gerekirse toplum için, topluma rağmen!
Haber ne kadar denetlenirse denetlensin, kimi zaman kitlelere
ulaştırılmasının ve sonuçta toplumsal travmalara yol açmasının önüne geçmek
mümkün olmaz. İlginç olan, aktarılan görüntüler, ne kadar korkutucu, ürpertici
ve psikolojik olarak yıkıcı olursa, o kadar çok izlenmesidir. Haber değeri
taşıyan bir olayı izlemeye direnmek, gerçekten son derece zordur. Bu, insanın
yapısının kaynaklanır. Acı çekilir, korkulur, ruhen çökülür ama, yine de aynı
şey defalarca izlenir. Bir aksiyon filmini seyretmenin heyecanı ile, sahneler
ezberlenir. Ancak gösteri elbette bedelsiz değildir. Yapılan araştırmalar,
özellikle çocukların bu tür görüntülere muhatap olmaları halinde “travma sonrası stres bozukluğu” çektiğini ve psikolojik yardıma ihtiyaç
duyduklarını belirtmekteler. Her ne kadar doğdukları andan itibaren
izledikleri çizgi filmler vasıtasıyla şiddet dolu bir dünya ile bütünleşseler
de, çizgi kahramanların gerçeğe dönüşmesi çok da kolay hazmedilemiyor gibi. Güvensizlik
duygusu, gereksiz korkular, somutlaşmış öcüler, küçücük dünyalarını
kuşatıveriyor. Bu nedenle medyanın ve haber akışının denetlenmesi, bir sosyal
güvenlik sorunu olarak da algılanıyor.
Güvenlik merkezli bakanlar açısından, elekten geçirilen görüntülerden
sonra, izleyicinin gerçekleşen eyleme sempati ile değil, nefretle yaklaşması
birincil hedef. Eylem sonrası ortaya çıkabilecek dehşet ve korku ise belirli
bir düzeyde tutulmaya çalışılıyor. Ne siyasi otoriteleri acz içinde kalmakla
suçlayarak kendi güvenliğini, kendi başına sağlama arayışına yol açacak bir
gerilim, ne de herkesin evlerine kapanmasına ve umutsuzluğa neden olacak bir
karamsarlık oluşmalı. Bu da çoğunlukla izlettirilen dehşetin dozunun, meşru
devlet otoritelerisinin ilgili kurumları vasıtasıyla ayarlanmasını
gerektiriyor. Eylem yapıldıktan sonra izleyicilere, aktarılması gerektiği
kadar, uygun şekilde aktarılmalı ve sonrasında gelişen olaylarsa amaca uygun
olmalıdır. Kaos, korku ve kendi
yaşamını, varlığını birilerine emanet ederek, resmi otoriteye tam itaat.
Yaşasın kral!
Savaş ortamlarında medya nasıl denetleniyorsa, terör eylemi sonrasında da
aynı ilkeler geçerli. Post modern savaş açısından, enformasyonun önemi savaş
alanıyla sınırlı kalmadığından, gerek ülke içerisinde, gerekse uluslararası
alanda bilgi akışının kontrolü, savaşın sürdürülebilmesi açısından en önemli
koşul. Körfez savaşına ilişkin haberlerin nasıl denetlendiğini anlatan Albay Darryl
Henderson denetim mekanizmasını şu ifadelerle
aktarıyor; “Haberlere erişilmesini kısıtlayarak,
bu haberleri tek bir örnek olarak sunarak ve haberlerin günler, haftalar
geçtikten sonra kontrollü bir biçimde sızmasını sağlayarak haber akışı kontrol
edilir. İyi haberler hemen piyasaya sürülür ve hatta kötüleri dengelemek için
bazıları uydurulur.” İster savaş ortamında, isterse barış
döneminde karşı karşıya kalınan bir terör eyleminde olsun, yöneticilerin
tavırları aynıdır. “Haber kontrol edilmeden serbestçe
dolaşımına izin verilemeyecek kadar tehlikeli bir şeydir.” Şarbon tercih edilir!
11 Eylül eylemi ve sonrasındaki yansımalar, medyanın ne kadar
profesyonelce yönlendirilebileceğinin en mükemmel örneklerinden birini
oluşturmuştu. Tüm dünyaya naklen yayınlanan görüntüler içerik açısından olduğu
kadar estetik anlamda da gerçekten çok özeldi. İki dev gökdelen, gücü ve
hegemonyayı temsil edercesine gökyüzünü de kavrayacak bir heybetle yükselirken,
aniden ortaya çıkan iki asi motorlu kuş, alevler içerisinde binalara
dalıyordu. Göğün berrak mavisi kızıla dönüşürken, gri duman bulutları, yeni
dünyalı firavunun piramitlerini bir sis perdesiyle kaplıyordu. Binaların çöküşü
ise başlı başına bir fenomendi. İsteseniz de, istemeseniz de
televizyonlarınızın başından kalkamayacağınız bir seyir harikası! Enkazın
altında binlerce beden olduğunu düşündüğünüzde sırtınıza yapışan ürperti, kısa
sürede dehşete dönüşecekti kuşkusuz. Sonradan birkaç yürekli kameramanın
binanın içerisinden aldığı görüntülerde ise, hayata son kez bakan insanların,
birkaç dakika sonra neler olacağının farkında olmaksızın binadan çıkmak için
beklerkenki halleri vardı. Herkes kendisini dışarıya atmaya çalışırken,
itfaiyeciler ise kaderlerine doğru, üst katlara çıkmaya çalışıyorlardı. New York itfaiye teşkilatından 343
itfaiyeci, binanın çelik konstrüksiyonunu bile eriten o cehennem sıcağında
kavruldu. 6 yıl 8 ayda inşa edilen ve 1 saat 42 dakika içinde çöken binanın
enkazının bulunduğu yere “ground zero” adı verildi. Manhattan’ın meşhur
siluetinin yerini, laser ışıklar yardımıyla gökyüzüne çizilen Dünya Ticaret
Merkezi figürü alırken, bölge New York’un en önemli turistik mekânlarından
birisi haline getirildi. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar, enkazın
önünde hatıra fotoğrafları çektirdiler, üzerlerinde dünya ticaret merkezinin
eski görüntüsü bulunan baskılı tişörtlerden, fincanlardan, anahtarlıklardan
aldılar.
Hiç ceset görmedik; kopuk kol, ezik bacak
ya da kan yoktu görüntülerde. Aczi, beceriksizliği, otoritesizliği fark
edemedik. Kendini yerden yere atan, isyan eden insanlar değil, vakur ve kararlı
bireyler vardı cenazelerde. Kederlerini ifade eden şarkılar ve
dualarla uğurladılar sevdiklerini. Görebildiklerimiz, görmemize izin
verilenler, yalnızca bunlardı. ABD yönetiminin nasıl bir çaresizlik içinde
kaldığını anlatan görüntüler, telaş içerisinde koşuşturan görevliler, parça
parça toplanan cesetler sanki kut sal emanetlermişçesine gizlendi. Kralın
çıplak olduğu fark edilmesin diye kamuflaj yapıldı. Titrek kral ise, sarayından çıktığında, cesur yürek William
Wallace’a dönüşmüştü. Demir yumruk önce Afganistan’a indi. Sonrasında ise, pek
muhtemeldir ki Irak’ inecek.
Hiç kimse
Afganistan’da hayatını kaybeden binlerce kurbanın görüntülerini de izleyemedi. Açlıktan perişan hallerini, bombalarla
yıkılmış evlerini, umutsuzca bakan gözlerini göremedi. Medya görmemiz
gerekenleri yansıttı sadece. Bir iki görüntü, yasak savarcasına, nispeten daha
az denetlenen yerel kanallardan aktarıldı. Hep birlikte El Kaide’nin, ABD
merkezli Batı hegemonyasına ve ABD’nin de terörizme karşı verdiği savaşı
izledik, binlerce masum kurbanın üzerinden. Belki de her gerçeği görmek
istediğimizde, o kadar uzaklaştık gerçeklerden. Medya, sanal dünyanın çarpıcı
renkleriyle öylesine gözlerimizi kamaştırdı ki, fazlasıyla siyah beyaz ve basit
gerçekleri göremez olduk. Ve hatta belki de görmememiz daha iyi oldu. Daha güvenli,
daha mutlu uyuduk, dört duvar arası evlerimizde.
Medya, beğensek de beğenmesek de, camsız evlerin dışarıya açılan
pencereleri. Hep aynı bahçeyi görmekten sıkılmayanlar için çok fazla bir sorun
da teşkil etmiyor. Bahçe güzel, renkli çiçeklerle bezenmiş. Zaman zaman yağmur
yağıp her tarafı çamur etse de, güneşin yeniden doğacağını bilmek güzel. Pencerenin
önünde uzanan görüntüde hep aynı dağ, aynı nehir, aynı ağaç var. Çiçeklerse
mevsimlik. Her mevsim bir başkası açıyor. Kimi zaman en uzak ufuklar bile
oldukça net görünüyor, küçücük penceremizden. Güneş hep doğudan doğuyor,
batıdan batıyor. Kuzey hemen her zaman çok net seçilse de, güney hiç görünmüyor
bu pencereden. Güney, duvar! Her daim kuzeye bakmak zorundasınız ve hep aynı
bahçe.
CNN’in penceresi de aynı yöne bakıyor, BBC’nin de, NBC’nin de. İnsanların
tüm dünyayı bu medya kanallarının açtığı pencereden görülenlerden ibaret
sayması ise, doğal karşılanmalı. Ne görüyor ve işitiyorsak onu algılıyoruz. Kavramlarımız bizlere öğretilenlerden
ibaret. Açılan pencerenin vizyonu ne kadar genişse, dünya o kadar büyüyor,
kavramlar o kadar çoğalıyor, düşünceler o kadar farklılaşıyor. Üç beş kelimelik
gündelik dergilerden, Dostoyevski’ye terfi ediyoruz. Basit dünyalarımız,
evrensel karmaşa ile tanışıyor. Medya bize, yeni dünyalar kuruyor.
Bu dünyada, kötülük ve şiddet en kök salmış, en kalıcı unsurlar arasında.
Bu nedenle de medya, pencerelerimizi açıp bahçemizin en çamurlu hallerini
bilgimize sunarken, ister istemez terör ve teröristlerle ilişkisi de farklı
içeriklerde kendini gösteriyor. Zira çoğunlukla, o pencereden içeri girmek ve
hayatımızın bir parçası olmak isteyen birileri var. Bahçenin altını üstüne
getirip ilgimizi çekmeye çalışıyorlar. Ama bazıları da var ki, sessiz sedasız
ve hatla fazlaca görünmeden bahçede istedikleri düzenlemeyi yapma
arzusundalar. Kısaca medyaya karşı “tam bir kayıtsızlık” söz konusu. Medyada
yer almaya gayret etmiyor ve buna uygun stratejiler kullanmaktan kaçınıyorlar.
Bu tarz eylem yapan teröristlerin arayışı popülerleşme olmadığı gibi, kurbanın
dışındaki bir kitleyi korkutma amacı bulunmadığından, medyanın aracılığına da
ihtiyaç kalmıyor. Peru’daki Sendero Luminoso örgütünün uzun süre medyadan uzak
durması ve ideolojisini yayma girişiminde bulunmaması bu duruma verilen en
özgün örnek.
Medya ile terörist arasındaki ilişkinin bir başka evresi ise, eylemlerini
gazete başlıklarına taşınmaktan ziyade, yerel kanalların kullanılmasını
hedefleyen örgütlere işaret ediyor. Literatürde “göreceli kayıtsızlık” olarak nitelendirilen bu durumda, örgüt
üyeleri yalnızca kendi gazetelerinde, kiliselerde, camilerde, üniversitelerde
ve kendilerini özgürce ifade edebilecekleri yerlerde propaganda yapmayı tercih
etmekteler. Bu, tam profesyonelleşmemiş, gelişmekte olan terör örgütlerinin
kullandığı bir yöntem olarak tarif ediliyor.
“Medya yönelimli
terörizm” olarak nitelendirilen üçüncü evrede medya,
teröristin kullandığı en önemli araç olarak gündeme geliyor. Tüm iletişim
kanalları açık tutularak gerginlik tırmandırılmaya ve izleyici mümkün olduğunca
daha fazla etkilenmeye çalışılıyor. Bu noktada teröristler, medyayı yalnızca
kendi kahramanlıklarını ve söylemlerini yaymak için değil, aynı zamanda
hesaplanmış sosyal bir manipülasyon aygıtı olarak da görüyorlar. Yani amaç,
medya vasıtasıyla eylemi tanıtmak ve bir tepki yaratmak, tepkiyi istenildiği
biçimde yönlendirmek.
Terörle medya arasındaki ilişkinin evrelerinden en serti ise, “tam kopuş”
olarak tanımlanan ve medyanın bir araç olarak kullanılması yerine,
mensuplarının birer hedef haline geldiği durum. Bu noktada tıpkı işadamlan,
politikacılar, askerler diplomatlar gibi, medya mensupları da şiddetten
paylarını alırlar. Sistemi yönlendirenlerin işbirlikçisi olarak algılanır ve
acımasızca cezalandırılırlar. Savaşların, iç savaşların, terörist eylemlerin
kurbanları arasında bu kadar çok gazetecinin olması da bu durumdan kaynaklanır.
Kimi örgütler açısından her medya mensubu, karşısında savaştığı gücün
stratejik destekçilerinden biridir. Onun ortadan kaldırılması karşı tarafa
verdirilen stratejik kayıplar arasında sayılır. Bu nedenledir ki, terör
örgütlerinin hedef listelerinde hemen her zaman medya mensupları ya da
kanalları bulunur. Şarbonlu zarfların haber kanallarına gönderilmesinin
gerisinde, daha fazla reklam sağlamanın yanı sıra bir tehdit içeriğinin de
bulunduğu açık.
El Kaide
militanlarının günlerce rehin tuttukları Washington Post muhabiri Daniel
Pearl’ü öldürmelerinin ne kadar büyük bir tepki yarattığı hatırlanırsa, bir
gazetecinin, sıradan bir kurbandan önemli ölçüde farklı olduğu anlaşılır. Örgüt açısından ciddi bir stratejik hata
olarak nitelendirilebilecek bu olaydan sonra, örgütün medya açılımı oldukça
zayıflamış ve medya görevlileri örgütle bağlantı kurmaktan kaçınır hale
gelmişlerdi. Oysa Çeçen teröristlerin Rusya’da gerçekleştirdikleri tiyatro
baskım sırasında, medya mensupları teröristlerce birer diplomatik elçi olarak
kullanılmış ve onlarla röportajlar yapılmıştı. Rehin alma eylemini
gerçekleştirenlerin esas amacı, karşı tarafa kayıp verdirmekten ziyade, kendi
sorunlarına dikkat çekmek ve bir anlamda reklam yapmak olunca, medya mensupları “en çok gözetilen insanlar” halini almıştı. Pencere açıldı ve kapatmak
siyasi otoritelere düştü.
Rusya parlamentosu, eylemde medyanın rolünün artması üzerine, vakit
geçirmeden terörizmle mücadeleyi sekteye uğratabilecek haberlere kısıtlamalar
getiren yasaları kabul etti. Hükümetin fiili baskısını, hukuki kılan anti terör
yasaları, kimi Rus gazeteciler tarafından ifade özgürlüğüne karşı bir darbe
olarak değerlendirilse de, tiyatronun içerisine kadar giren televizyon
muhabirlerinin teröristlerle yaptıkları röportajların yayınlanması,
gazetecilerle yaptıkları telefon görüşmelerinin kamuoyuna yansıması ve yapılan
bu yayınların bir sonraki terörist eylem için özendirici olabileceği endişesi,
yasakların önünü açtı. Savunma ve Güvenlik komitesi üyesi Victor Ozerov’un “yasakların demokratik özgürlüklere
aykırı olmadığı iddiası ve bu tür durumlarda bilginin ilk elden, yani hükümet
kanalıyla aktarılması gerekliliğini vurgulaması”, insanların yaşamlarının haberin
doğruluğundan çok daha önemli olduğu varsayımına dayanıyordu. Nitekim Izvestia
gazetesi “Çeçen teröristlerin medya stratejilerini çok iyi hazırlamış ve
Rus medyasının tavrını çok önceden tahmin etmiş bulunduklarını” iddia etmekteydi. Öyleyse onların tuzağına
düşen medya, kendini kontrol edemediğine göre, denetim yukarıdan yapılmalıydı.
Yapıldı da.
Devlet otoritelerinin her yerde, medyayı Rusya’daki kararlılıkla
denetleyebilmesi elbette çok kolay değil. Zira dünyadaki haber akışı, büyük
medya devleri tarafından kontrol ediliyor, yani pencerelerimizin ne kadar
açılacağına karar verenler belli. Belki bahçıvanlık görevini de onlar
yapıyordur ya! Time
Warner, CNN televizyonuna sahip olduğu
gibi, dünyanın her yerindeki medya ağlarıyla da kurumsal birliktelikler kurmuş
durumda. Onun ardından gelen Disney ise, ABC televizyonu ile Disney Channel,
ESPN, History Channel gibi uluslararası ve yerel onlarca televizyon kanalına
hükmediyor. Bertelsmann şirketi RTL, Vox gibi kanalları kontrol ederken,
Viacom, UPN, VH1, Nickelodeon ve MTV’nin sahibi. General Electric’e bağlı NBC
şirketi CNBC, MSNBC gibi kanalları denetliyor. Fox kanalları ise News
Corporation’ın kontrolünde. Tüm bu dev medya kuruluşları, on
milyarlarca dolarlık ciroları ve olağanüstü siyasi etkileme kapasiteleriyle,
devletlerin kontrolüne girmeyi reddediyorlar. “Biz, dünyayız!” felsefesini güdüyorlar. Kara kalem
çizilmiş, yerkürenin resmini kendi renkleriyle boyuyor ve izleyicinin önüne
çıkıyorlar. Otoriteler çoğu zaman aciz. Dünyanın
nasıl tasarlandığına ve bizlere nasıl pazarlandığına ilişkin söz söyleyebilecek
kimselerse çok sınırlı.
Haber, yüz milyarlarca dolarlık bir piyasada üretilen, şekillendirilen
ekonomik bir ürün. Bir yerlerde bir bomba patlıyor ve oluşan mamül
pazarlanıyor. Aktarımda kullanılan terminoloji birçok şeyin belirleyicisi.
Aynı eylemi “Kahpe DHA teröristleri
yine masumların kanını içti. Ölenler arasında bebekler de var!” biçiminde
de, “DHA gerillaları hükümetin baskısını
ve katliamlarını hatırlatmak amacıyla bir eylem gerçekleştirdi.” şeklinde
de verebilirsiniz. “Vatansever hükümet
güçleri teröristleri yakalamaya çalışıyor.” ya da “Faşist hükümet yine oligarşinin bekçiliğini yaptı, insanlara işkence
yapılıyor!” diyebilir, “Teröristleri
protesto eden halk, güvenlik güçlerine desteğini haykırdı.” yerine “Özel ekiplerin organize ettiği gösteriye,
zorlamalara rağmen sınırlı katılım oldu.” ifadesini kullanabilirsiniz. “Terörist örgütün kurbanlarının sayısı
67’ye yükseldi.” ifadesini “Gerillaların
ve halkın toplam kayıpları 67 oldu şeklinde yorumlayabilirsiniz. Fırça
elinizde olduğu müddetçe, resmi istediğiniz renge boyamanız mümkün.
Nereye giderseniz gidin ortaya çıkan gerçek, aynı ürünün pazarlanmasında
bile farklı ifadelerin kullanıldığı ve eylemin içeriğinin de, sonuçlarının da
medyanın yönelimlerine göre farklılaştığı. Gazetenin birisine göre faşist olan,
diğerine göre vatansever, birine göre terörist olan, diğerine göre gerilla
olabiliyor. Birileri resmi kırmızıya boyamaya çalışırken, diğerleri mavide
ısrarlı. Rengarenk boyanmış bir dünya resminde hangi renkleri daha fazla
duyumsarsanız, bilgilendirilme süreciniz de ona göre tamamlanıyor. Bu nedenle
aslında terörizme karşı çok olumsuz bir tutuma sahip olsanız da, bazı
teröristler size terörist gibi gelmiyor. Kaldı ki, terörizme karşı olumsuz
tavrınızın oluşması bile, bir bilgilendirme sürecinin ürünü.
Bilgi edinme araçları her geçen gün çeşitlendiğinden, renklerin karmaşası
da artıyor. Filozof Martin Heidegger, 20. yüzyılın başlarında radyoyu muhteşem
bir teknolojik yenilik olarak niteleyerek, “Ulaşamayacağım büyüklükte bir dünyayı, benim ve herkesin
erişebileceği, kullanılabilir hale getirdi.” derken, renklerin ayırdına bizden daha
fazla varıyordu muhtemelen. 20. yüzyılın insanları büyük savaşları, çatışma
haberlerini radyolardan dinlemeye, gazetelerden okumaya alışmışlardı. Bizlerse
uydu bağlantılı televizyonlarımız, internet ağlarımız, cep bilgisayarları ve
mobil telefonlarımızla Heidegger’e nispet yapıyoruz.
Dünya bir avucumuzun içine sığabilecek kadar küçüldü. Teröristler ise,
avucumuzdaki dünyalara müdahale edebilecek, kendi kök boyalarını sürecek kadar
donanımlı ve yıkıcı hale geldiler. Oynadıkları tiyatronun sınırsız sayıda
izleyiciye ulaşabileceğinin bilincinde, beş yıldızlık performansların peşinde,
her gün yeni bir oyunla sahneye çıkmaktalar. İşin kötü tarafı gösteri devam
ediyor ve bizlerse izlemekten keyif alır hale gelmeye başlıyoruz. Sh:91-109
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan
Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003,
İstanbul
**********
“Firavunu Öldürmek...”
Günlerden pazartesi, saat 8.30. Ofisinize gitmek üzere evinizden çıkmadan
önce vitaminlerinizi ve kan sulandırıcı aspirininizi aldınız. Saçlarınızın
biraz ıslak olması doğal, zira her sabah yarım saatlik bir koşudan sonra duş
almaktasınız. Sağlıklı yaşam sizin için bir amaç, hatta en belirgin yaşam
motivasyonunuz. Asla hastalıklı bir yaşlı olma niyetiniz olmadığı gibi,
dinamik sağlıklı ve uzun bir yaşam için ne gerekirse yapmaktan da
kaçınmazsınız. Düzenli doktor kontrolleri, asla sigara ve içki kullanımı yok,
uyumlu bir aile hayatı ve mutlu, gerginlikten uzak bir iş ortamı. Arabanızı
kullanırken asla hız yapmaz, işinize yetişmek için slalomlara başvurmazsınız.
Elbetteki o sabah arabanıza biner binmez kemerinizi bağladınız. Motoru
çalıştırdınız ve her zaman dinlediğiniz radyo kanalını açarak yola çıktınız. O
da ne! Birileri kırmızı ışıkta duran arabanızın yanındaki siyah renkli resmi
araca doğru yaklaşıyor. İnanılmaz bir patlama. Allah’tan yanınızdaki araç
zırhlı ve içindeki dışişleri görevlisi kurtuldu. Aman Tanrım! ama siz öldünüz.
Eylemin amacı bağımsız bir devletin kurulması ve geçmişte yaşanan kötü
şeylerin intikamının alınmasıydı. Buna göre plan yapılmıştı. Amaç, hedeflenen
ülkenin diplomatını ortadan kaldırmak olmasına karşın, aksilik bu ya, gerçek
kurban ilgisiz bu kişi oldu. Konuyla etnik, dinsel, ideolojik, akrabalığa
dayalı, simgesel, kısaca hiçbir biçimde bağlantısı olmayan birisi, yaşamını
kaybetti. Esasen hedef alman diplomatın olaylarla ilgisi de, yalnızca hedef
ülkenin vatandaşı olmakla sınırlıydı. Ne teröristlere arzu ettikleri toprak
parçasını verebilirdi, ne de eski günlerde olanlardan sorumluydu. Özür dilese
bile, geçmişi yaşananların çözümü olamazdı. Ölseydi eylem ilk aşamasını
başarıyla tamamlamış olacaktı; ancak planlar bazen suya düşe bilirdi. Diplomat
kurtulmuştu, buna karşın başka birisi o kadar şanslı değildi. Kötü şans!
Diplomat, gazeteci, güvenlik görevlisi, öğrenci, öğretmen ya da terzi, kim
oldukları fark etmeksizin terör kurbanları, terör eyleminin en görünür
çıktısıdır. Eylem gerçekleştirilir ve bazı insanlar can verir, kayıplara
uğrarlar. Bu kayıpların bir mantığı, bir anlamı vardır. Onlar, belirli bir
siyasal amaç uğruna eyleme hedef seçilen ve teorik olarak “masum” kabul edilen
insanlardır. Eylem sonucu madur olanlar, suçlunun bıraktığı birer parmak izi
niteliği taşımakla beraber, suçun nedeni ya da suçlunun amacı değildir
(Seçilmiş politik kimliklere yapılan suikastler dışında). Analizci için
faillere ulaşılması değil, nedenlerin, yani eylemin geri planındaki siyasal amacın
belirlenmesi ana hedeftir. Teröristin eylemi gerçekleştirme nedeni, onun
siyasal motivasyonunu ortaya koyar.
Kurban ise, eylemin reklamı aşamasında ön plana çıkar. Tüketiciye en kolay
yoldan pazarlanması gereken bir üründür terörizm. Pazarlama stratejisi
açısından kullanılan iletişim dilinin büyük önemi vardır. Şiddet ve zarar verme
esasına dayalı bu iletişim modelinde, kurban olarak seçilen kişiler ya da gruplar,
özünde ulaşılmak istenen amaç için kullanılan araçlardır. Birileri zarar
görürken, diğer binleriyse bundan gerekli dersi çıkararak, iletilen mesajı
alırlar. Eylemin gerçek amacı mesajın yerine ulaştırılmasıdır; kurbanlarsa
postacılar (yani kitle iletişim araçları) tarafından adrese teslim edilen
mektuplardan başka bir şey sayılmazlar. Bu nedenle incelenmesi gereken esas
unsur, eylemin niteliğinden ya da kurbanlardan ziyade, mesajın içeriğidir.
Kurbanın dini, rengi, siyasal kimliği, adresi gösterir.
İçerisinde siyasal bir mesajın bulunması, terörizm eylemini diğer adi
vakalardan ayıran en önemli unsur olarak kabul edilir. Esasen insanları
terörize edebilecek birçok farklı durumun söz konusu olması mümkündür. Örneğin
günlük, olağan yapıntılarımız içerisinde akli dengesi yerinde olmayan birinin
ya da bir adi suçlunun hiç beklenmeyen bir saldırısına uğrayabiliriz. Bazen
serseri bir kurşun, bazen cüzdanımızı kaptırmama çabamız, hayat ile aramızdaki
ince bağı koparıp alabilir. Kendimizi güvende hissetmiyor olmamız, her an
tehlikelerle baş bavı olduğumuzu düşünerek psikolojik çöküntü içerisine girmemiz,
terörize olduğumuzun göstergesidir. Bu güvensiz ruh hali, kitlesel bir travma
oluşturacak biçimde toplu olarak da yaşanabilir. Hayat tehlikelerle doludur ve
en zor olansa, zihnimizdeki “güven bunalımının” sürekli bir hal almasıdır. “Terör, yaşamın gölgesidir; ona yapışık, onunla birlikte gelişen
ve onu takip eden bir çizgide hareket eder.”
İlkel töreler ya da bir kan davası nedeniyle bir köyün basılması ve
yüzlerce insanın yok edilmesi de “terör” yaratır. Gelişmemiş, ilkel toplumlara
özgü, sıradan bir haldir kan davası gütmek. Hep, öcü alınması gereken birileri
vardır. Bir sizden, bir onlardan derken, karşılıklı katliamlar yüzlerce insanın
kaderine yön veren ana unsur haline geliverir. “Terör, törelerin gölgesinde yeşerir, büyür.”
Kimi zamansa tek bir keskin nişancı, örneğin meşhur “sniper”, koca bir
devletin tüm güvenlik sisteminin sorgulanmasına ve toplu dehşet yaşanmasına
neden oluşturabilir. Masum insanlar korumasız ve acz içindedir. Düşünün!
Marketten alışverişinizi yapmış evinize dönerken, sizinle hiçbir ilgisi
olmayan birisi tarafından kalbinizden vurularak öldürülüyorsunuz. Adaletsiz,
izahı mümkün olmayan bir cinayet. Belki bir delinin, belki de planlı programlı
hareket eden soğukkanlı bir katilin hedefi oldunuz. Hiçbir somut neden yokken! “Terör, nefretin ve öfkenin gölgesinde serpilir, gelişir.”
Adi cinayetlerde katil ile maktül arasında bir nedensellik ilişkisi olması,
olayla ya da kişilerle bağlantısı olmayanları rahatlatacak biçimde menzil
dışında tutar. Olayın dışındaki kimselerin yaşayacağı dehşet, bir yabancının
gözüyle izlenenlerden ibarettir. Kişi kendisini olayla özdeşleştirmez, kurbanla
empati oluşturmaz. Oysa sniper örneğindeki gibi rastgele işlenen bir cinayetler
serisi, dehşeti kitleselleştirir. Herkes eylemcinin hedef alanına girebileceği
inancını taşıyabilir. Buna karşın eylemin bir kişiyi ya da binlercesini
dehşete düşürmesi, terörizm literatürü açısından bir fark yaratmaz. Eylemin
mantığı ve nedensellik kurgusu önemlidir. Patronunun, maaşına istediği
miktarda zam yapmamasına kızıp, uçak kaçıran birisinin Pentagon’un üzerine bir
intihar dalışı yapması ciddi bir olaydır, ancak ciddiyetle izlenmesi gerekmez.
Keza sniper’ın seri cinayetlerinin siyasal bir içeriğinin olmaması, olayın
terörizm literatürüne değil, adi suçlar dosyasına girebilecek bir örnek olduğunu
gösterir. Eylemcinin sadece ruh hastası olduğu ya da intikam almak istediği
için, böyle bir girişimde bulunması ile, kapitalizme karşı mücadele verdiğini
öne sürmesi, İslamcı militanlara destek vermesi ya da vaktiyle Yugoslavya’nın
bombalanmasını protesto ediyor olması arasında oldukça önemli bir fark
bulunur.
Örneğin Unabomber
olarak bilinen Theodore Katzchinsky bir teröristti. Eylemlerini dayandırdığı ideolojik
gerekçelerini, “endüstriyel toplum ve geleceği” başlıklı manifestosunda net bir biçimde
dile getirmişti. Ona göre sanayi devrimi ve sonuçları, insan ırkı için bir
felakete yol açmıştı. Teknolojik ilerleme bu süreci daha da kötüleştirecekti.
Bunun için girişilmesi gereken öncelikli eylem stratejisi, devrimi mümkün
kılabilmek için, toplumsal stresi yükseltmeye çalışmaktı, ikinci olarak sistemi
zayıflatabilmek amacıyla teknoloji ve sanayi toplumu karşıtı İm ideolojinin
propagandasını yapmak gerekiyordu. En üst ideal ise teknolojiyi ortadan
kaldırarak “doğal hale” geri dönüşür. Bombalı mektuplarını teknolojinin simgesi
olarak gördüğü İnsanlara göndermiş ve bazılarının ölümüne yol açmıştı.
Amerikan halkını neredeyse 11 Eylül saldırısı kadar dehşete düşürmeyi
başaran “sniper” vakası ise, terör yaratmakla birlikle, bir “terör-izm” eylemi
değildi. Zira sniper, eylemlerini hiçbir politik çerçeveye oturmayan bir amaçla
gerçekleştirmişti. Bir seri katil tiplemesine ya da adi bir cinayet suçlusu
profiline dalın fazla uyuyordu. Sniper’ın eylemleri süresince güvensizlik,
korku ve dehşet tüm toplumsal katmanlara yayılmıştı, insanlar evlerinden
çıkamaz hale gelmiş, emniyet birimleri seferber olmuştu. Buna karşın eylem bir
terörizm eylemi değil, sıradan bir kriminal hadise idi.
Gerek “psikopatik terör” yani ruhsal bozukluk nedeniyle girişilen
eylemlerin, gerekse “kriminal terör” yani adi suç olarak değerlendirilebilecek
eylemlerin, siyasal terörden farklı bir içerik taşıdığı açık. Adı üstünde
siyasal terör, “siyasi” olmak durumunda. Bir inancın, ideolojinin ya da ortak
bir kimliğin çatışmacı dışa vurumu olarak şekillenmeli. Siyasal bir amaca yönelik
olarak, benzer taleplere sahip, ortak bir kimliği paylaşan kişilerin
örgütlenmesi ve şiddete başvurmalarını ifade etmeli. Zaten böyle bir tanıma
sahip olması da, onu diğer suçlardan farklı kılan ana unsur.
Terör eylemcilerini aynı yönde düşünmeye ve davranmaya iten, eylemlerinin
meşruiyet kaynağı olan ana tema, terörist grubun müşterek paylaşımıdır. Bu
ortak motivasyon, ortak kimlik duygusunu ve aidiyet hissini besler. Kimlik
hissinin dayandığı temel, ulusal ya da etnik bağlardan mesleki veya politik
özdeşliklere, sınıfsal farklılıklardan paylaşılan ortak bir soruna veya düşmana
kadar uzanabilir. Aynı etnik kökene sahip olmak, aynı maden ocağında işçi
olmak, aynı yoksulluğu paylaşmak ya da aynı dili konuşmak gibi ortak değerler,
bu tür grupların birleştirici unsurudur. Benzer değerlere sahip kişiler olarak,
kendilerini “birleştiren” ve diğerlerinden “farklılaştıran” unsurlar
belirginleştikçe grup, sınırlarını daraltarak çizmeye başlar. İç içe geçen
zincir halkaları misali en geniş kimlikten, en dar ortak birleştirene kadar
grubun kimliği tanımlanır. “Biz” olarak tarif edilenler ve “onlar” yani “bizden olmayanlar”
tespit edilir. Bu tespit siyah ve beyaz karşıtlığı misali
keskinleştikçe, çatışma ihtimali artmaya başlar. Siyahın ne kadar siyah olduğu
beyazla mukayese edilerek ölçüldüğünden, beyaz, siyahı belirleyen ana referans
noktası haline gelir. “Zıtlık” kimliğin ta kendisi olur ve çatışma
kaçınılmazdır.
Çatışmanın tarafları karşı tarafı ötekileştirirken, karşı taraf da “biz”
olarak kendi grup kimliğini geliştirir ve pekiştirir. Ötekinin tanımlanması
süreci, karşılıklı dışlama davranışı eşliğinde iki tarafı birbirine
yabancılaştırır ve hatta zıtlaştırır. Sonuçta öteki ne kadar çok ötekileşirse,
algılamalar da o kadar netleşir, kolaylaşır. Kavramlar ona göre şekillenir,
algılamalar koşullandırılır. Örneğin
bir suçlu beyaz ise “suçlu”, siyah ise “siyah ya da zenci suçlu”; terörist,
Hıristiyan ise “terörist”, Müslüman ise “İslamcı terörist” olarak tanımlanır. Tüm
nesnelerin bizden ve ötekilerden olarak kategorik bir ayrıma sahip olduğu
görülür. “Bizim dilimiz”, “bizim dinimiz”, “bizim ırkımız”, “bizim milletimiz”
gibi. Bize ait olan değerler iyi ve üstün, ötekilerin sahip oldukları ise, kötü
ve aşağı olarak tarif edilir.
Irk, dil, din, etnik grup, cinsiyet gibi farklılıkların yarı sıra,
gelişmiş-azgelişmiş, uygar-barbar, sömüren-sömürülen benzeri karşıtlıklar da
grup kimliklerinin şekillendirilmesinde önemli rol oynarlar. Bu tarz bir
bloklaşmada eğer bir tarafa aitseniz, ötekine karşısınız demektir. Bir devlet
otoritesi açısından, vatandaşlık bilincinin geliştirilmesi adına “öteki’ni
tarif etmek ne denli önemliyse, bir terör örgütü açısından da karşı tarafın
belirlenmem o kadar önemlidir.
Sömürgeci, beyaz, kapitalist, Yahudi, Hristiyan ya da Müslüman, örgütün kime
karşı olduğunun, neyle mücadele ettiğinin sınırlan belirlendikçe, örgütün temel
motivasyonu da ortaya çıkar. Bazen işgalcilerle, bazen kan içici sömürgecilerle,
bazen şeytanla ve “her zaman kötülerle savaşılır”.
Hangi motivasyonla beslenirse beslensin, terör örgütlerinin esas hedefi
kendi mesajlarını verebilecek faaliyetler gerçekleştirerek seslerini duyurmak,
popülerleşmek ve siyasal otoriteleri baskı altına alarak, bazı haklar talep
etmektir. Hak hukukla, hukuk ise siyasetle ilintili olduğundan, sonuçta her
türlü hak talebi, siyasal bir çerçeveye sahiptir. Zira “hak” talebinin muhatabı,
varolan siyasi otoriteler olduğundan ister istemez “taraflardan birisidir. Her
iki taraf da kendi mücadelesini verir; “bir
taraf almak, diğer tarafsa aldırmamak için”.
Eğer terör varsa siyaset, siyaset varsa da ister istemez bir muhalefet ve
terör gündeme geliyor. Bu durum, tarihsel bir gerçeklik. Terörizmin bir kavram
olarak literatüre son iki yüzyılda girdiğini kabul etsek bile, siyasal şiddetin
insanlık tarihi kadar eski olduğu aşikâr. Zaten “Her firavunun bir Musa’sı vardır.” sözü de bu çerçevede değerlendirilmeli.
Firavunlar çoğunlukla sevilmediler. Hatta yüzlerce yıl “firavun” kelimesi,
dünyanın birçok yerinde kötülüğün ve acımasız tiranik düzenlerin simgesiydi. Enver Sedat suikastini gerçekleştirenlerden biri, “Firavun’u
öldürdüm!” diye bağırmıştı. Firavun, laik kesim açısından Mısır’ın
ulusal şanının sembolüyken, Kur’ân’da ise tiranlığın ve despotluğun en yüksek
derecesini temsil etmekteydi.
Tarihin her döneminde siyasi otoritenin varlığı muhalefeti, muhalefetin
varlığı, baskı ve şiddeti, şiddetin varlığı ise kaçınılmaz biçimde “direniş”i
doğuruyor. Tüm direnişler ise zayıflar, yoksullar, yoksunlar varoldukça
meşruiyet zemini bulabiliyor. Meşruiyet arayışı yalnızca yerel düzeyde
sağlanmaya çalışılan bir destekten ibaret değil. Nitekim terörist örgütlerin
eylemleri belirli bir siyasal hedefe yönelmekle birlikte, bu örgütlerin
birçoğu, eylemlerini yalnızca siyasal amaçlarla değil, evrensel dogmalarla da
gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Örneğin Hizbullah, yalnızca Lübnan’da Şii İslam anlayışını
egemen kılacak bir yapılanma için değil, şeytana karşı sürdürdüğü kutsal bir
cihadı devam ettirmek maksadıyla eylem yaptığını iddia ediyor.
Düşmanın şeytan olarak tanımlanması, karşı tarafın ne denli kötü ve zararlı
olduğunu gösterdiği gibi, onunla mücadele edenlerin ne kadar kutsal bir dava
güttüğünü ve haklılığını da vurgulamakta. Bu şekilde teröristler, kendilerini
yalnızca kendileri için değil, tüm insanlık, ya da mensup oldukları grup
adına hareket eden, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyen, son derece
fedakâr insanlar olarak tarif etmekteler. Öylesine fedakârlar ki, kendilerini
kurban etmekten çekinmedikleri gibi, birçok masum kurbanın kanının sorumluluğunu
üzerlerine almaktan da kaçınmıyorlar. Onlara göre bunca özverinin ödülü, öteki
dünyada onlara bağışlanacak olan huzur!
Tanrı adına savaş ve karşılığında cennete ulaşma düşüncesi, siyasal şiddeti
tetikleyen en etkili motiflerden birisi kuşkusuz. Tarihten günümüze Zealotlar’dan,
Haşhaşinler’e, Hizbullah’tan Tanrı’nın Ordusu grubuna kadar, birçok terör
örgütü dini referanslarla eylem yaptılar. Dini nedenlerle ordular çarpıştı, insan
kıyımları gerçekleştirildi. Haçlı Seferleri, Yüz Yıl Savaşları, 30 Yıl
Savaşları hep benzer motiflere sahipti. Katliamlar, dini çatışmaların en vahşi
ve kabul edilemez uzantılarıydı. 1572 yılının 24 Ağustos’unda Fransa’nın
katolik kraliçesi Catherine De Medici’nin emriyle Fransız protestanların yok
edilmesi, tarih defterinin en kanlı sayfalarından bir tanesi olmuştu. Meşhur
St. Bartholomew gününde başlayan ve bir hafta süren katliamlar boyunca
yaklaşık 100 bin kişi katledilerek, Seine nehrine atıldı. O kara gün,
Almanya’da başlayarak Fransa’ya sıçrayan ve nüfusun yaklaşık üçte birini
etkisi altına alan dinde reform çabalarına verilen en büyük ceza olarak kabul
edildi. Katolikler, Tanrı’nın böyle istediğine inandılar. Diğerleri Şeytanın
etkisine girmişti ve onlara cezalarını vermek ise, onlara cennetin kapılarını
açabilecekti. Böyle inanıyorlardı ve inançları sarsılmaz, sorgulanamaz ölçüde
sağlamdı.
Kullanılan şiddetin düzeyi ve niteliği
açısından özel bir konuma sahip olan dinsel nitelikli eylemlerde, kurban
sayısının artmasının çok fazla önemi bulunmaz. Hatta ne kadar çok kurban varsa,
cennetin kapıları o kadar aralık görünür. Dinlerin sapkın yorumlan, ölümü ve
öldürmeyi birer ibadet içeriğinde sunarken, eylem bir ayin havasında gerçekleştirilir.
Dualar, yakarışlar, ritüeller eylemin bir parçasıdırlar. Kurbanını Tanrıya
şükrederek kesenleri, dini liderlerine bağlılıklarını gösterebilmek adına
metroya zehirli gaz salanları, kelime-i şehadet getirerek, bellerine
bağladıkları bombaları patlatanları düşünün! Hiçbir ideolojik gerekçe ya da
inanış ölüme bu kadar yakın, katliama bu kadar sempatik durmayacaktır. Zira
diğer tüm gerekçeler, son kertede kitlesel desteğe ihtiyaç duyar ve olayı seyreden
-en azından-kimi insanların olumlu düşüncelerinin varlığıyla beslenirler.
Dinsel içeriğe sahip terör örgütleri için ise, toplumun onlara sempati
göstermesinin hiçbir anlamı olmadığı gibi, karşı taraf olarak algılanan herkes
ve her şey şeytanın bir uzantısıdır. Hedeflenen amaç Tanrı’nın sempatisini
kazanmak olduğuna göre, her türlü eylem stratejisi kullanılabilir. “Cihad”,
“haklı savaş” ya da “kutsal emirler” çerçevesinde en sert terör eylemleri gerçekleştirilebilir.
Zira dinsel inançlar ölümle yaşam arasındaki ayrımı kaldırırlar. Ölümle birlikte
Tanrı’nın yarattığı bir yerden, vadettiği bir yere göçüş söz konusudur ve
vadedilen yer, şehadet mertebesine ulaşılması halinde, yaratılan yerden çok
daha mükemmeldir. Elbette, Tanrı onun için savaşanları takdir edecek ve
ödüllendirecektir. Cennetin kapıları ardına kadar açık, onları beklemektedir.
Bir teröristin yapacağı eyleme ikna olması, gerekçesinin ideolojik gücü
ile doğru orantılıdır. En güçlü gerekçelerse, dinsel temalarla desteklenenler
arasında bulunur. Bu, doğrudur. Ancak eylemin dini motiflerinin olmasının, onu
daha da yıkıcı ve şiddet içeren bir boyuta sürüklediği gerçeğinin yanı sıra, bu
kadar insanı sorgusuzca itaate sevk eden dinsel gerekçelerin nereden beslendiği
de sorgulanmalı. Zira dinler arasında yaşanan çatışmalar yüzyıllardır sürmekle
birlikte, modern çağın değerleri ile uyumlu bir içerik sergilememekteler. Bu
nedenle, görünen şablonun din olması, arkasındaki diğer motiflerin göz ardı
edilmesine neden olmamalı. Hangi “Yaradan” inancı, ona olan sevgisini, onun
yarattıklarını yok ederek göstermeyi bir maharet bilir ki? Yaratılana
sevgisizlik, “Yaradan”a saygısızlık olmaz mı? Belki de nefretleri, kişisel
ihtirasları, grup çıkarlarını belirli kimliklere büründürerek, onlara belirli
elbiseler giydirerek sunmak daha kolay bir yöntem. Sorgulanması mümkün olmayan
en üst otoritenin referansı ile de desteklenince, kabul edilemez iddialar bile,
kutsal hale gelebiliyor.
“Öteki”nin yaratılması adına da en kolay kullanılabilecek kimlik şablonu,
dinsel inançlar gibi görünüyor. Farklı bir peygambere, farklı bir ibadet
biçimine ya da farklı bir inanç diline sahip olmak, insanlara kendilerini
kolayca farklılaştırabilme imkanını sunuyor. Diğer tüm değerleri, yaşam biçimleri,
zevkleri birbirine benzer olsa da, farklı bir inanç sistemine mensup olmaları,
geniş toplulukları birbirlerine düşman hale getirebiliyor. Başka binlerine
duyulan nefret, Tanrı’ya olan sevginin nişanesi sayılıyor. Bu sevgi uğruna bin
yıllardır ölünüyor, öldürülüyor.
Bin yılların düzeninin modem dünya ile
uyumsuzluğu nedeniyle biteceğini ve her dönemde tekrarlanan alışkanlıkların,
küreselleşen dünyada yer alamayacağını düşünmekse nafile. Birileri 21. yüzyıla
son derece doğru bir tespitle “yeni ortaçağ” adını veriyor. Evrensel değerler
yaratma çabasıyla bir yandan küreselleşen dünya, diğer yandan da dinsel
referanslar eşliğinde parçalanıyor. Gilbert Achcar’ın deyişiyle “barbarlıklar
çatışması”, yeni bir güçle start alıyor.
11 Eylül saldırısının ardından yaşanan “Islami terör” histerisi
bu çatışmanın başlamasında bir mihenk taşı olarak kabul edilmekte. Ortaçağ’ın basit zihinsel tasarımları, son
derece sofistike bir yapıya sahip yeni dünyayı açıklamak için kullanılmaya
çalışılıyor. Birbirinden son derece farklı inanç düzenekleri, ortak bir İslam
çatısı altında “öteki’leştiriliyor. Birileri ötekileştirirken de, ister istemez
diğer tarafta “biz” olgusu gelişiyor. Olabilecek en sert “biz” ve “ötekiler”
ayrımının, en ince hattı üzerinde, dört bir taraf uçurum iken seyretmek zor
görünüyor. Üstelik uçurumun derinliği her geçen günle daha da artıp, virajlar
daha da keskinleşirken!
Son yüzyıllarda eşitsiz gelişimin, dünyanın farklı parçalan üzerinde farklı
modeller yarattığı biliniyor. Neoliberal ekonominin nimetlerinden
faydalanabilenler, üstün teknoloji ve emperyal aklı buluşturabilenler. Onlara
türlü sıfatlar bulmak mümkün; “gelişmiş”, “modem”, “demokrat”, “liberal”,
“uygar” vs. Onlar, uygarca yaşayıp, uygarca savaşıyor, pespembe rüyalar
görüyorlar. Diğerlerinin karabasanları ise uyandıktan sonra bile sürmekte.
Onlar “azgelişmiş”, “ilkel”, “totaliter”, “despolik”, “barbar” vs.
Barbarların(!) rüyaları olmaz mı, dersiniz? Tüm güzel rüyaların yalnızca
bililerine ait olması adil mi?
Görünen o ki, kimileri geleceğe ilişkin pembe rüyalar görürken, kimileri
de düşlerini öbür dünyaya ertelemekte. Nitekim bir iddiaya göre, İslami
terörizm denilen şey, esas olarak siyasal düş-kırıklıklarının bir ifadesi.
Birileri kabuslarını diğerleriyle paylaşmak istiyor anlaşılan. Belki de pembe
rüyalarını kendilerine saklayanlara karşı bir tepki yaşananlar. Kaldı ki,
İslami terör yalnızca Batı’ya karşı değil, liberal doktrine ve onun aşırı
bireyciliğine karşı bir tepki olarak da şekilleniyor. Batı’nın toplumsal,
ekonomik, siyasal değerlerinin evrensel, kutsal doğrularmışçasına empoze
edilmesi, o değerleri benimsemeyen, reddeden kesimler üzerinde tahrik edici bir
unsur halini alıyor. Kendi yerini modern Batı’nın içerisinde tarif edemeyen
insanlar, kendilerini kimlikleri çalınmış, aşağılanmış ve soyutlanmış
hissediyorlar. “Aşağılananlar” yalnızca doğuda değil, her yenli' var. ABD’de ya
da Avrupa’nın en modern yöresinde bile laik edilebiliyorlar. Onların bazıları
“düşsüz”, bazıları “kabus görenler”den. Küçük bir grupsa “kabuslarını ihraç
edenler” grubunu oluşturuyor. İşte onlar en tehlikelileri!
Modern dünyanın en ciddi sıkıntısı bu grupları tanımlayamamak, yani
“öteki”ni belirleyememek. 11 Eylül saldırısı, İslami terörü namlunun ucuna
koyduysa da, bu çatışma ortamının ne kadarının bir mitten ibaret olduğu, ne
kadarının ise gerçeklikle örtüştüğü konusu tartışmaya açık. Kimilerine göre
İslam tehdidi mitleri, tıpkı meşruiyet ya da milliyetçilik mitleri gibi,
iktidarda kalmak veya iktidarı ele geçirmek isteyenlerin siyasi mücadelelerinde
kullandıkları söylemin bir parçası. Bu çıkarlar varolduğu sürece mitler meşru kılmak,
harekete geçirmek, yanıltmak, susturmak için yaratılmaya devam etmekteler. Daha
da önemlisi, söz konusu mitlerin asılsız olduğu gösterilse de, mitler bir kez
oluşturulup ifade edildiklerinde, kendi kendilerine bir gerçeklik, bir hayat
kazanmaktalar. Örneğin ırkçı nefret mitleri, başıboş yabancı düşmanlarının
uydurduğu yalanlar olarak ortaya atılmış olsa da, bu mitlerin siyasal alana
girmesi ve etnik gruplar arasındaki ilişkilerin gergin olduğu ortamlarda
yayılmasıyla, daha önce sahip olmadıkları bir kuvvet ve gerçekliğe sahip
oluyorlar. Tıpkı “Bir şeyi kırk kere söylersen, gerçekleşir.” sözü gibi.
“Siyah renklilerin kötü kalpli” olduklarını sürekli tekrar ettiğinizde, en
azından birkaç kişinin buna inanması, siyah renklilere karşı kötü muamele etmelerine
neden olacak, bu da siyah renklileri kötü tepkiler vermeye itecektir. Kötü
tepkiler veren siyah renklilere karşı, beyaz renkliler arasında “siyah renklilerin
kötü kalpli” oldukları düşüncesi yaygınlaşacak ve siyahlar kendilerine yönelik
bu nefret karşısında giderek daha da kötü hale gelmeye başlayacaklar. Ya da
birileri Müslümanların kötü, terörist, uygarlık yıkıcı olduğunu iddia edecek ve
bazı olumsuz eylemler tüm İslam dünyasına mal edilecek. İslam bir tehdit olarak
algılanmaya başlandıkça bu tehdidi ortadan kaldırmaya Yönelik baskılar artacak,
antidemokratik ve eşitsiz yasalar kaim! edilecek, haklar sınırlanacak ve
“öteki” olarak tanımlanan, aşağılanan, farklılaştırılan bu insanlar da bir
tepki vermeye yönelecekler. Gösterilen tepki önceki baskıları haklılaştıracak,
karşılıklı öfke giderek artacak ve
herkes haklı olacak. Ne yazık ki, bu kısır döngü, günün birinde karşılıklı
kitlesel imha arayışına ta kadar gidebilecek bir sürecin başlangıcı. Bir kez mitler oluşturuldu mu, sonraki
merhale onu “gerçek” hale dönüştürmek. Gerçek ise, yalanlar üzerine kurulu!
Mitler oluşturarak “farklılaştırmak” ve
“dışlamak” edimlerinin beraberinde getirdiği en ciddi olumsuzluk, tarafların
birbirlerini anlamaya çalışmaktan ziyade yenmeye, yok etmeye uğraşması.
Üstelik yenme gayreti, sportmence belirlenmiş ilkeler çerçevesinde cereyan
etmediğinden, taraflar her türlü faullü girişimde bulunmaktan da kaçınmamakta.
Amaç golü bulmak olunca, golün elle atılmış olması da sonucu değiştirmiyor. Bu
maçta tarafların kararlarına saygı gösterecekleri bir hakemlik müessesesi de
bulunmuyor ve kurallar, küresel ormanın bildik kanunları; “güçlü ve acımasız
olan kazanır”. Bombaları 2 kilometre yükseklikten aşağıya bırakmakla, birkaç
metre uzaktan elle fırlatmak arasında fazlaca bir fark bulunmuyor. Kimin haklı,
kimin haksız olduğunun da önemi yok. Herkes haklı ve herkes kendi haklı davası
uğruna savaşıyor.
Dünyanın böylesi bir parçalanmaya doğru sürüklenmesi, en çok zıtlıklardan
beslenen çatışmacı siyasal yapıların işine geliyor. Bu yapılar öncelikle
kendilerine bir düşman imajı yaratarak, bu düşmanın farklılığını ve kendi
kültürlerine yönelik olumsuz tasarruflarını vurgulamayı tercih ediyorlar.
Düşman imajının oluşturulması safhasında tarihsel yalanlar, anılar, soykırım hikâyeleri
değişmez unsurları. Ya tüm Müslümanları çoluk çocuk kılıçtan geçiren Haçlılar,
ya da kutsal topraklarını Müslüman barbarlardan korumaya çalışırken canlarını
veren, inanmış Hıristiyanlar söz konusu. Her iki taraf da kan dökme konusunda
birbirlerinden aşağı kalmadıklarından tarihsel dayanaklar bulmak, onları
yeniden hikâyeleştirerek efsaneler yaratmak kolay. Karşı taraf hep korkunç,
hep kötü ve hep acımasız. Şeytan ruha girmiş bir kere...
Düşmanın resmedilmesinden sonraki aşamada ise, taraflar kendi savaşçı
potansiyellerinin altını çizerek ne kadar güçlü olduklarını gösterme arayışına
girerler. Böylece kendi taraftarları adına, sığınabilecekleri, gurur
duyabilecekleri bir otoritenin kurulması mümkündür. Düşmana karşı savaş için
kurulan otoritenin dinsel referanslarla desteklenmesi her zaman anlamlıdır.
Bu nedenle de şeytana karşı savaşmak, başlıca misyon olarak kabul edilmelidir.
Tanrı’nın inayetiyle de sürdürülen bu büyük mücadelede muhteşem bir direniş
gösterilmeli ve yenilmez, önüne geçilemez bir güç gösterisi sergilenmelidir.
Bu şekilde yandaşlar çoğalacak, otorite sorgulanmaz hale gelecek ve gücün
büyüsü tüm taraftarları esir alacaktır.
ABD gibi bir hiper-gücü, kalbinden vurabilen bir gücün taraftar kitlesine
saçtığı sinerji düşünülenlerin çok ötesinde. Amerikan imparatorluğunun oldukça
abartılmış, soyut bir hayalden ibaret olduğunu, birkaç günlüğüne olsa bile,
diğerlerine hissettirebilmenin prestiji, (bu noktadan sonra, eylem kendilerine
ait olmasa da) Usame Bin Ladin’i ve El Kaide’yi daha on yıllarca bir efsane
olarak yaşatabilir. Onlar, kısa sürede birkaç yüz kişiden oluşan bir terör
grubu olmaktan çıkıp, yüzbinlerce sistem muhalifini bünyesinde toplayan,
alternatif bir sistemin savunucuları haline geldiler. Teklif ettikleri yapının başarı
şansı ve verimliliği hiç mümkün olmasa da, masal yazıldı, efsane tanımlandı
bir kez. Efendinin rolünü oynayanınsa tercih seçenekleri sınırlı. Süregiden
sistemi savunan taraftarlar kitlesini yanma toplamak ve alternatif önerinin
yetersizliğini ispat etmek zorunda artık. Nelere mal olabileceğini çok fazla
umursamadan.
Taraftar kitlesinin mümkün olduğunca kapsayıcı tutulması, stratejik bir
üstünlük için ön koşul. Nitekim giderek popülerleşen İslami terör örgütleri
de, söylemleri gereği, eylemlerini yerel taleplerle sınırlı tutmayarak,
iddialarını tüm İslam dünyasını arkalarına alacak biçimde meşrulaştırmayı ve
sosyal bir başkaldırının ilk kıvılcımını çakmayı amaçlamaktalar. Ayetullah Humeyni’nin her türlü farkı göz ardı ederek, bundan yıllar önce
“İslam’da sınırlar yoktur.” söylemini kullanmasına benzer yöntemler bugün de
geçerli. Usame Bin Ladin ve El Kaide’nin ideolojik
tabanını Filistin sorunu üzerine oturtmaya çalışması ve anti Amerikan bir
söylem benimsemesi, kitlesel desteği artırarak, “biz” olarak tanımlanan
kitleyi genişletmeye ve birleştirmeye yönelik tavır.
Buna karşılık ABD’nin benimsediği tutum ise, barışsever uygar dünyanın,
şiddet kültürüne karşı elbirliği ile vereceği bir cevabın oluşturulması
yönünde. “Haçlı Seferleri”, “Ebedi Adalet” gibi kavramlar, taraftar kitlesini
sert ve radikal kılacağı, dolayısıyla sınırlayacağı için, önceleri
yanlışlıkla(!) kullanılmasına rağmen, uzun dönemli sloganlar olarak tercih
edilmediler. Zira böyle bir mücadelede taraflar kendi gruplarını tayin ederlerken
ister istemez karşı tarafın çerçevesini de çizmekte, “öteki” olarak tarif
edileni de resmederek somutlaştırmaktalar. Karşı taraf ne kadar dar tutulursa,
gücünün o kadar azalacağı da aşikâr.
Tüm İslam dünyasını karşıya alacak bir çatışmanın ne denli maliyetli
olacağı bilindiğinden olsa gerek, ABD yönetimi, çatışmanın bir uygarlıklar
savaşına doğru dönüşmemesi için oldukça stratejik hamleler yapmakta. Türlü
yöntemlerle İslam dünyasının bir blok haline gelmesinin önü alınmaya
çalışılıyor. Kaldı ki, bu tür bir çatışmanın yalnızca askeri önlemlerle
çözümlenemeyeceği de son derece açık. Zira günümüzde terörizm, Soğuk Savaş
süresince gündemde tutulan nükleer bir savaş ihtimalinin çok daha üzerinde
riskler taşıyor. Kitlesel imha artık gerçekleştirilebilir. Kaldı ki,
kapasitesi sınırlı, ne yapacağı, ne zaman yapacağı belli bir orduyla savaşmak,
rastgele, dengesiz ve tehlikeli dinsel motiflere sahip bir terör örgütü ile
çatışmaktan çok daha kolay; özellikle de dünyanın en büyük askeri gücü için.
Ordular dünyanın devletsel sınırlar düzleminde parçalanması esasına göre
yapılanmışlar. Mücadele eden tarafların kullanabileceği silahlar, uymaları
gereken kurallar aşağı yukarı belli. Ancak yeni tehditler, “savunma” olgusunun
yeniden kavramsallaştırılmasına ihtiyaç göstermekte. Bir devletle savaşmak
bildik, tanıdık bir şey, ama ya bir uygarlıkla savaşmak? Üstelik o uygarlık,
ilahi temeller üzerine bina edilmişse çok zor. Tarafların kendi kimliklerini
ve varoluşlarını, diğerlerine duydukları nefret üzerine inşa etmiş olmaları
çatışmanın çok sıcak geçeceğinin göstergesi. Mücadelenin uzun soluklu olması
kaçınılmaz. Motif uygarlığın yüceltilmesiyse ve uygarlığın referansı dinsel
değerler ise, ortaçağın kutsal savaşları da kapıda demektir.
Ancak başka binlerinden nefret duyarak, kendinden olanlara yönelik
bağlılığı kurmanın tek yolu dini inançlar değil kuşkusuz. Her şeyden önce
dinsel kimlik, insanların diğer kimliklerinden yalnızca bir tanesi. En güçlü
olanlardan birisi olmakla birlikte, tek ve değişmez değil. Tarihin hemen her
döneminde büyük çaplı insan kıyımlarının temel nedeni dinsel farklılıklar
olmuş, siyah ile beyaz, birbirini kan kırmızıya boyamayı başarmışsa da, farklı
ırklara, milliyetlere, etnik köklere sahip olmanın da, dinsel gerekçeler kadar
etkili olduğu dönemlerin bulunduğu ortada.
Sırf renkleri siyah olduğu için, ya da farklı bir milliyete sahip
oldukları için katledilenler, sırf Yahudi, Müslüman ya da Hıristiyan olduğu
için öldürülenlerden çok da az olmasa gerek. Unutulmamalıdır ki, on milyonlarca
insanın ölümüne yol açan 20. yüzyıl savaşları dinsel motifli olmadığı gibi,
milliyetçilik duygularıyla bezenmişti. Sosyalizmin yerleşmesi adına can veren
milyonlarca insanın, yok ediliş gerekçesi ideolojikti. Nedenler bulmak tarihin
hiçbir döneminde zor olmadı. Kralları adına savaşanlar, ırklarını üstün
bulanlar, milletlerini ya da devlet anlayışlarını koruyanlar, inançlarını
yüceltme peşinde olanlar, tüm insanlık adına savaş verdiklerini düşünenler; hepsi,
bir neden bulabilmişlerdi. Tarih, her dönemde kendi vahşi akışını devam
ettirebilecek siyasal gerekçeleri hazırlamıştı. Sistem krize girdikçe ve
değişim kaçınılmaz oldukça, çatışma çıkmış, çatışmalarsa konjonktürel olarak,
farklı alt kimliklerle beslenmişti.
Süregiden düzenden “memnun” olanların, alt kimliklerini gündeme getirmeleri
ve sistemi acze uğratacak farklılaşmaları desteklemeleri beklenmemeli. Zira
sistemle barışık olmak, statükonun devamından hoşnut olunduğu anlamına
geliyor. Çatışma değil, barışın sağlanması esas kabul ediliyor. Buna karşın
genel gidişatı lehlerine değiştirmek isteyenlerse, kendilerini şu veya bu
şablonun içerisine yerleştirerek ifade edebilme arayışına girmekteler.
Çoğu zamansa “barış, bir dilim ekmekle gelir”. Ekmeği olmayana barışın
güzelliğinden söz etmek komiktir. Çünkü ekmeksize göre barış diğerlerinin,
yani ekmeği olanların barışıdır. Kendisinin o barışı sürdürmeye ikna olması
için bir neden bulmak oldukça zordur. Süren barıştan memnun olmayanlar, kötü
ya da uzlaşmaz olduklarından değil, kendi lehlerine oluşturulabilecek yeni bir
barışı yaratmak için savaşa başvururlar. Kurulacak yeni barış, onları ekmek
sahibi yapacaktır; diğerleri ise ekmeksiz kalabilir, ya da ekmeği
paylaşabilirler. Biraz iddialı da olsa Wilhelm Reich’in şu meşhur sözünü
biraz değiştirerek tekrarlamak anlamlı olabilir; “Asıl açıklanması gereken, aç
insanların neden çaldığı ya da sömürülenlerin neden terör yaptığı değil, aç
insanların çoğunun neden çalmadığı ya da sömürülenlerin çoğunun neden terör
yapmadığıdır.”
Açlık ve yoksulluğun terörü besleyen ana kaynak haline gelmesi, kaçınılmaz
olarak, sertliğin dozu ve vahşetin biçimini de farklılaştırıyor. Dünya üzerinde
günde 2 doların altında bir standarda sahip 2 milyardan fazla insan bulunmakta.
Her gün binlerce insan açlıktan hayatını kaybediyor. Ekolojik dengesizlik,
kuraklık ve açlığın çok daha büyük boyutlarda yaşanabileceğinin sinyallerini
veriyor. Endüstriyel açıdan gelişmiş ülkeler sürdürülebilir kalkınma için
yapılması gereken düzenlemelerden kaçınıyor, refahlarından ödün vermiyor ve
dünyanın kalan bölümünü sefalete terk ediyorlar.
İnsan, kendi çocuğunun açlıktan öldüğü bir dünyada, barış adına mücadele
edebilir mi? “Tüm savaşlar kötüdür.”, doğru da, “Tüm barışlar iyi midir?”
dersiniz? Kendi barışını kurmaya çalışmak onursuzluk mu? Ya o barışı kurarken,
tüm diğerlerinin barışını yerle bir etmek?
Kurulan tüm barışlara, karanlık bir geceden sonra güneşin doğuşu olarak
bakarız da, o barışın kimlerin gününü kararttığı ile ilgilenmeyiz hiçbirimiz!
“Savaşlar tüm insanlığın ortak mağlubiyetidir.” savı kabul edilse bile,
savaşlardan sonra kurulan barışlara “tüm insanlığın ortak zaferi” olarak
bakmak çok mümkün değil ne yazık ki! Her düzen, yeni muzafferler ve yeni mutsuzlar
yaratmakta. Mutsuzların yeni düzene karşı mücadele etmelerini engellemekse
mümkün olmadığı gibi, adil de değil. Eleştirilebilir olansa, yalnızca
mücadelenin yönteminden ibaret.
Mücadelede kullanılan yöntem de, söylem de zamana ve mekana bağlı olarak
farklılaşabilir. Irkçı, etnik, milliyetçi, dinsel, ideolojik, birçok farklı
söylem kullanılabilir. Ancak “söylem” yalnızca şablonu belirler ve muhalife
bir kimlik sağlar. Ancak asıl olan ağacın görünen kısmı yani yaprakları, dallan
değil, köklerini en derinlere kadar saldığı toprağın içeriğidir. Teröristin
inanışına göre, toprak dejenere olmuş, sistem bozulmuştur; hastadır. O,
kendisine hastalığa karşı savaşan bir dokj tor
rolünü biçmiştir. Bunu hangi kimlik çerçevesinde gerçekleştirdiğinin de teorik
düzeyde çok fazla anlamı bulunmaz.
Ana hedef bozulmuş olan bu sistemi tamamen çökertmek olduğundan sistemle
uyumlu olanları “öteki”leştirecek herhangi hır kimlik kullanılabilir. Radikal
bir hedefin varlığı, eylemlerin çok daha sert ve yıkıcı olmasına sebebiyet
verir ve eylemci kitlesel tahribat yaratabilecek saldırılardan kaçınmaz. Bu da
eylem stratejileri ve kullanılan silahlar ile eylemcilerin motivasyonları
arasında bir paralellik bulunduğunu gösterir.
Kullanılacak şiddetin dozu, teröristin, eylemini hangi amaçlarla
gerekçelendirdiğine bağlı olarak değişir. Radikal talepleri olan dinsel ve
etnik iddialar teröristi daha yıkıcı hale getirirken, ideolojik talepler
sınırlı ve simgesel eylemlere uygundur. Küçük çaplı reform talepleri ise basit
eylemlerle geçiştirilebilirler. Aradaki fark, molotof kokteyli ile yapılan bir
öğrenci eyleminden, nükleer kapasiteye sahip radikal dinci bir örgütün kitle
imha saldırısına kadar genişleyebilir.
İdeolojik, etnik veya milliyetçi motivasyonlara sahip terör örgütleri
açısından, yapılacak eylemin çok kabul edilemez bir yıkım yaratması amaca
terstir. Eylemin performansı açısından amaç ile araçların uyumlu olması
gerekir. Örneğin Marksist bir devrim
gerçekleştirmeyi amaçlayan bir terör örgütünün içi çocuklarla dolu bir okul
otobüsüne saldırı düzenlemesi mantıksızdır. Böyle bir eylem teröristin temsil
ettiği hareketi güçlendirmeyeceği gibi, aksine toplumdan soyutlanmasına,
reddedilmesine ve hatta daha önce sağlamış olduğu desteği kaybetmesine yol
açabilir. Bu gruplar için bir eylem yapılması halinde hedeflenen kitlenin
kapitalist sınıf ya da işbirlikçi olarak tarif edilen kişilerden seçilmesi daha
manalıdır. Bu nedenle de bankalar, iş merkezleri ya da refahla özdeşleştirilen
mekânlar hedef olarak tercih edilirler.
Milliyetçi-ayrılıkçı bir terör örgütünün rastgele bir eylem stratejisi
benimseyerek, herkesin bir arada bulunduğu alanlarda eylem yapması da çok
sağlıklı değildir ve arzulanan tepkiyi vermez. Bu tür örgütlerin tercihleri
daha ziyade varolan meşru otoritenin, yani devletin temsilcisi olarak kabul
edilen kamu görevlileri ile devlete yakın duran kendi etnik kökenlerine mensup
kişilerdir. Belirli bölgelerde devletin, otoritesini yitirdiğini ispatlamak
adına kendilerinden kabul ettikleri insanlara bile saldırılar düzenlemeleri,
bazılarını işbirlikçi olarak tanımlamalarıysa stratejileri gereğidir. Zira
yaratılan kaos ortamında, devlet aygıtını iş göremez hale getirmeleri halinde,
kendi otoritelerini empoze etmeleri mümkün olabilir. Devletin asli görevi
vatandaşlarını her türlü tehlikeye karşı korumak olmasına karşın bunu başaramaması,
ona olan güveni sarsacaktır. Ona hâlâ güven duyanlara verilen cezalarsa, diğerlerini
ürkütecek, devletten daha güçlü gibi görünen alternatif siyasi yapıya itaat
sağlanacaktır. Siyaset, güç oyunları çerçevesinde anlaşıldığına göre, gücünü
ortaya koyanın, masadakileri kazanması beklenir. Riskler büyüktür, ama kazanç
da büyük olabilmektedir.
Etnik ve ideolojik motivasyona sahip örgütlerde, partileşme ve meşru
siyasal zemine çıkma arayışı baskındır. Buna mukabil nihilist, anarşist ya da
marjinal arayışlardaki grupların, kitlesel destek arayışları bulunmadığı gibi,
“teröristlik” bir kimlik unsurudur. Bu da terörü daha uzlaşılmaz ve tahrip
edici kılar. Nitekim son dönemlerde
terör eylemlerinin gittikçe daha fazla sertleşmesine paralel olarak, eylemin
arkasındaki motivasyon unsurlarının da radikalleştiğini görmek mümkün. Artık
talepler daha ütopik, ideolojiler ve inançlar daha katı bir görünüm
vermekteler. 60’lı 70’li yıllarda bağımsız bir devlete sahip olabilmek,
kendi yöneticisini özgürce seçebilme hakkı bağımsızlık adına mücadele eden
terör örgütleri için yeterli motivasyonu sağlamakta iken, artık talepler çok
daha farklı. Öyle ya, Sartre’in dediği gibi “Eğer insan açlıktan ölüyorsa,
seçim hakkının ona ne yararı olabilir?”
Teröristin inanışı ve nedenleri hangi düzlemde açıklanabilir olursa olsun,
hiçbir zaman yalnızca eylemin yapılış sebeplerinden ibaret kalmazlar. Dini,
etnik ya da ideolojik tüm gerekçeler, eylemin unsurları olmaktan çıkıp zamanla
teröristin varlık nedeni haline dönüşürler. Eylemcilerin iddiaları, sahip
oldukları kimliklerin bir uzantısı olarak şekillenir, ancak sonrasında
kimliklerini şekillendiren birincil faktörler arasına katılırlar. Bu öylesine
sert bir geri dönüştür ki, nihayetinde eylemcinin tanımı ve tasvirinin
yapıldığı öncelikli nitelik haline gelir. Örneğin Hans Alman’dır, Münihlidir,
Heidelberg Üniversitesi’nin felsefe öğrencisidir. Varlıklı Weinberg ailesinin ferdi ve üç oğlundan birisidir.
Sahip olduğu tüm özellikler bir kimlik unsuru olmasına karşın, Hans aynı zamanda bir neo-nazi eylemci olduğu
ve terörist eylem yaptığı için diğer tüm kimliklerinden soyutlanır. Yalnızca
neo-nazi kimliğiyle varlığını bulur. O bir faşisttir ve ırkçıdır. Eylemi
yapmakta ona yön veren asli unsur diğer kimlikleri değil, inandığı neo-nazi
değerlerdir.
Hans’ın giyim kuşamı, zevkleri, iddialan, yaşam tarzı o değerlere göre
şekillenir. Bir kez kendisini belli bir ideoloji ile özdeşleştirdikten sonra,
o ideolojinin ve o ideolojiyi savunanların imajına, onun kahramanlarına göre
büyümeye, kendisini biçimlendirmeye başlar. Kendi sağduyularına ve
deneyimlerine karşı çıkmayı tercih ederek, gördüğünü, duyduğunu algılayamaz
hale gelir. Giderek kendisini hem fiziki görünüş, hem de zihni paradigma
bakımından o ideolojinin imajına göre yoğurup, kalıba döker. Sonunda
ideolojisi yaşamın kendisinden bile daha önemli hale gelir. Ki bu da, bir terör
eylemcisinin sahip olabileceği en güçlü kazanmadır. Bu kazanım sayesinde ölür,
öldürür, ölürken öldürür.
İnsan zihni, en kabul edilemez davranışları bile sergileyebilme özelliğine
sahip bulunuyor. Bir kez yaptığının doğru olduğuna inanması yeterli. Sir Francis Bacon, ünlü eseri Novum Organon’da insan zihnini
“kıvrımlı bir ayna” olarak tarif etmekte. Ona yansıyan nesnelerin doğasını, kendi doğasıyla karıştıran, bozan ve
kirleten bir ayna. Her şeyi kirletmeyi başarabilen bir yansıtıcıya sahip
olmamız ne kötü! Ya kirlettiklerimizi temizleme niyetini hiç taşımamamız! Ne
kötü! Sh:
113-133
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan
Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003,
İstanbul
*****************
1977’nin 18 Ekim gecesi, Stuttgart’taki Stammheim Hapishanesi için
unutulmaz bir geceydi. Silah seslerine karışan çığlıklar kimse tarafından
duyulmamıştı. Karanlık gecenin sabahında Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve
Irmgard Möller isimli tutukluların cesetleri torbalara konarak taşındı.
Jan-Carl Raspe ise hastahanede birkaç gün yaşadıktan sonra hayatını kaybetti.
Ölümlerinden 25 yıl sonra bu mahkumların beyinlerinin yerlerinden çıkarıldığı
ve bilimsel deneylerde kullanıldığı yazıldı. Onları terörist yapan şeyin
beyinlerindeki bir arızadan kaynaklandığı düşünülmüştü. Beyinlerindeki arıza
yüzünden masum insanları ideolojilerine kurban etmiş, açlık grevleri yapmış ve nihayetinde
kendilerini öldürmüşlerdi.
Andreas ve Jan-Carl kendilerini nereden buldukları belli olmayan birer
tabanca ile vurmuşlardı. Baader Meinhoff üyeleri mahkûmiyetlerini duvarları
parlak beyaza boyanmış ve 24 saat kuvvetli ışıklarla aydınlatılan küçücük
hücrelerinde çekmekteydi. Kimse ile temas kurmalarına izin verilmiyor ve tam
bir izolasyona tabi tutuluyorlardı. Onlar için mahkemeleri bağlayıcı özel
kanunlar çıkarılmıştı. Baader yasalarına göre, örgüt üyelerinin avukatları,
sanıklarla ortaklaşa suç örgütü oluşturdukları gerekçesiyle mahkemeden
çıkarılabiliyorlar, açlık grevleri nedeniyle duruşmalara gelemeyen sanıkların
bulunmadığı hallerde de mahkeme sürecine devam edilebiliyordu. Baader üyeleri
kendileri ile ilgili alman hiçbir kararı tanımamakta direndiler ve sürekli
işkence altında olduklarını iddia ettiler. Ta ki, “ölüm gecesi” olarak bilinen
o geceye kadar. Andreas, söylendiğine göre kendisine tabanca ile ateş etmeden
önce tabanca ile arasına bir yastık koymayı ihmal etmemişti. Ses çıkmasın ve
ortalık batmasın istiyordu anlaşılan. Tabancayı duvara dayamış, araya bir
yastık koymuş ve iki eliyle silahı ateşlemişti. Öyle söylendi!
Gudrun, tıpkı 1976 yılının anneler gününde kendini pencerenin demirine
asan Ulrike Meinhoff gibi, asarak öldürmeyi tercih etmişti. Irmgrad’ın seçimi
ise kendisini dört kez bıçaklayarak intihar etmekti. Öyle söylendi!
Baader-Meinhoff adı bir gecede listeden çıkarılmıştı. Örgüt üyelerinin çok
şüpheli intiharları(!) hukuki bir sorun da çıkartmamıştı. Ölenlerin hepsi
kendi seçimlerini kendileri yapmışlardı. Zaten bunlar, açlık grevi yaparak
ölmekten de kaçınmayanlardandı. Öyleyse ölümü bilinçli olarak isteyebilecek
bir düşünce mekanizmaları vardı. İntihar etmiş olmaları, prosedürü
kolaylaştırıyordu. Örgüt bitmiş, herkes rahatça uyur hale gelmemiş miydi? RAF
sonradan intikam eylemlerine devam etti gerçi ama, Baader adı bir daha
duyulmadı. Mücadele başarıyla sonuçlanmıştı.
Dar kadrolu örgütlere
yönelik bu tür temizleme operasyonlarının işlevsel oldukları düşünülse de, bu
tür mücadelelerin yeni çatışma zeminleri oluşturduğu da ortada. Öldürülen her
bir teröristin, kendisini seven insanlar, aileleri, dostları hesaba
katıldığında, en azından üç-beş kızgın insana yol açtığı biliniyor. Tıpkı
ağacın dallarının budanması gibi, her kestiğiniz daldan birkaç ayrı dal uzuyor
ve yeşilleniyor. Canavarı yok etmeye çalışırken, onu güçlendiriyor, varlığını
meşrulaştırıyorsunuz.
Düzeni bozanlara karşı mücadele eden bir
iktidar görünümünden, özgürlük peşindeki savaşçıları katleden tiranlara dönüşüyorsunuz.
Bu çelişki, terörle mücadelenin en temel sorunu. Nasıl olup da, teröristleri
durduracak ama bunu diğerlerinin özgürlüklerine halel gelmeden yapacaksınız?
Belki öldürecek, ama toplum gözünde meşru
kabul edileceksiniz? İstihbarat toplayacak, ama zorlama kullanmayacaksınız?
Teröristi, sempatizanı ve ilgisiz
kişileri farklılaştıracak, masumlara teröristlerin verdiği zararın daha
fazlasını vermeyeceksiniz?
Nasıl yapacaksınız?
Terörle mücadele edenlerin genellikle bu tür sorulara cevap aramadıkları
söylenebilir. Hastalıkla savaş anlamında hedef, “vücudun kurtarılmasından ziyade, mikroba gününü göstermek” olunca, sertlik gösterisi ve cezalandırma
arayışı kaçınılmaz hale geliyor. Doktorsa, mükemmeliyetini hastayı kurtararak
değil, mikrobu yok ederek ispat ediyor. Kimi zaman hastanın da yok olması
pahasına! İlaç tedavisi, moral destek ya da bünyenin kuvvetlendirilmesi gibi
yöntemler göz ardı edildiğinde, hastalıklı organın kesilip atılması çözüm
olarak sunulmakta. Bu ise hastalık kurutulsa bile vücudun sakat veya eksik kalması
anlamına geliyor. Oysaki amaç, vücudu en sağlıklı ve kuvvetli kılacak şekilde
tedavinin yapılması ve gelecekte tehlike oluşturabilecek aynı tür mikroplara
karşı bağışıklığın geliştirilmesi.
Terörle mücadelede öncelikli hedefin, düzeni bozanların cezalandırılması
olması, yönetimler düzeyinde esas ilginin bu yöne kaymasına neden oluyor.
“Terörizm” devlete ve otoriteye, dolayısıyla da huzura yönelik bir “suç”
olarak ele alındığından, suçluların güvenlik mahkemeleri ya da askeri
mahkemelerde cezalandırılması arayışına gidiliyor. Farklılaştırılmış mahkemelerin
bir uzantısı da, farklılaştırılmış hukuk kuralları ve haklar. Bu durum terörizm
suçları için hukuk alanındaki evrensel standartların ve hukuk kurallarının
geçerli olamayacağını gösteriyor. Devlet mekanizmaları bu tür suçların tamamını
kişiselleştirerek, kendi varlık ve otoritesine karşı yapılmış sayıyor.
Bombalanan binalar da, soyulan bankalar ya da kaçırılan uçaklar da, öldürülen
masumlar da kendi kimliklerinin üzerinde bir değer taşıyor ve devlete karşı
girişilen eylemlerin süjesi haline geliyorlar. Bu nedenle de terörist örgütler
siyasal yönetimler tarafından büyük bir kızgınlıkla karşılanıp, öç alma
duygusu çerçevesinde karşılık görüyorlar. Hükümetler resmi söylemleri olarak da “Benim binama, benim
uçağıma, benim vatandaşıma kalkan eller kırılır.” mantığıyla hareket ediyorlar. Eylemler, sivil insanlara ve onların yaşam
haklarına değil de, devletin varlığına ve “sahip olduklarına” yönelik
davranışlar olarak algılanınca, olağanüstü ve askeri yargılamalar kaçınılmaz
hale geliyorlar.
Siyasi nitelikli suçların askeri mahkemelerde ele alınmaya başlaması,
esasen Batı açısından çok yeni bir gelişme sayılmaz. ABD’de askeri mahkemeler
1780’de George Washington tarafından kurulmuş ve Amerikan
topraklarında faaliyette bulunan bir İngiliz ajana karşı işletilmiş. Abraham
Lincoln yönetimi ise, bu tür mahkemeleri kurumlaştırarak, iç savaş süresince
yaklaşık 4000 kişinin yargılamasını gerçekleştirmiş. ABD’de askeri mahkemelerin
en son uygulaması, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi ajanlarına karşı söz konusu
olmuş. Ancak 11 Eylül sonrasında yeniden gündeme gelen askeri yargılamalar,
1776’dan bu yana demokrasinin kalesini koruyan(!) ABD’nin en ciddi tavizi.
Artık “güvenlik”, öncelikli tercih, insanlar yaşamlarını idame ettiremediği
müddetçe, onlara tanınan hakların, özgürlüklere ilişkin hukuki korumanın çok
anlamlı olamayacağı düşünülüyor. Askeri mahkemeler hızlı ve kuralları çok net.
Olaylar bir savaş durumu şartları içerisinde ele alınıyor ve yargılamalar o
durumun koşullarına göre şekilleniyor. “Ya dost”, “ya düşman” olunur
felsefesinin hakim olduğu bu yaklaşımda, düşman olarak algılananlara
özgürlükler ve haklar tanınması gibi bir lüks yok.
Askeri mahkemeler Çin, Kolombiya, Peru, Mısır gibi birçok ülkede
bulunmasına karşın, uluslararası örgütler tarafından hukuki bulunmuyor. Orada
gerçekleştirilen yargılamaların tarafsız yapılmadığı ve sanığa kendisini
savunma fırsatı verecek bir ortam sunulmadığı düşünülüyor. Hatta diktatörlüklerin
kendi tiranik otoritelerini sürdürebilmek için bu tür aygıtlara ihtiyaç duyduğu
ve yargı denetiminin yürütmenin eline geçerek siyasallaştığına inanılıyor. Bu
anlamda siyasal muhalifler, direnmenin ve farklı düşünmenin bedelini,
“terörist” kategorisine sokularak ödüyor.
Dünyanın birçok ülkesinde “yargının siyasallaşması” sıradan bir hadise.
Mahkemeler yargılama merciilerinden ziyade, suçu zaten sabitlenmiş birilerini
cezalandırma mekanizmaları haline gelmiş. Haksız ve hukuksuz uygulamalara çok
sık rastlanmakta. 1996’da Peru’daki bir askeri mahkemenin insan hakları
aktivisti, gazeteci Lori Berenson’u marksistlere yardım ettiği gerekçesiyle
yargılaması ve ömür boyu hapse mahkûm etmesi, ABD hükümetinin bile protestosuna
hedef olmuş. Peru köylülerinin hakları konusunda araştırma yaparken, terör örgütüne
yardımcı olmakla suçlanan genç kadın, yıllar süren mücadeleden sonra 2001
yılında sivil mahkemede yargılanarak, cezası 20 yıla indirilmiş. Halen hapiste
ve “Haksızlıklar karşısında sessiz kalmak, ona ortak olmaktır;
susmayacağım.” diye haykırmakta. Dört gözle ABD
başkanının Peru’ya yapacağı ziyareti bekliyor ve kendi özgürlüğünün, terörle
savaş konusunda Peru hükümetinden bile daha sert görünen George W Bush’a
verilecek politik bir hediye olmasını diliyor. Guantanamo’daki tutuklularınsa,
Lori kadar şansı ve umudu yok. Özgürlüklerini, hediye olarak kabul edecek
birileri de bulunmuyor. Onlar, tarihin en büyük çaplı terör saldırısının
failleri ya da destekçileri olarak algılandıklarından, her türlü eziyete katlanmak
durumundalar. Yeni Amerikan doktrini açık. Suçlu bulunmak için
yargılanmalarına gerek yok, suç zaten sabit. Hükümet yetkilileri açıkça
söylemiyorlar mı? “Bir kanıt bulunamaması, o kanıtın olmadığını değil, iyi
saklandığını gösterir. Bu da bizi bağlamaz.”
Yaklaşan Irak operasyonunun meşruiyeti de bu temele dayanıyor. İlk
başlarda uluslararası terörizmi ve El Kaide’yi desteklemekle suçlanan Saddam Hüseyin’in yeni belirlenen suçu, kitle
imha silahlarına sahip bulunması. Bunlarla ilgili bir kanıt bulunmasa da, yorum
belli “Demek ki iyi saklamış.” Afganistan’dan sonra, Irak da 11
Eylül’ün bedelini ödeyecek. Bu tür cezalandırma operasyonları, uluslararası
terörizmle mücadelede yeni yüzyılın temel mücadele stratejisi gibi görünüyor.
Dış politika tavırları giderek daha da küreselleşen bir dünyanın, küresel
mücadele stratejilerine ihtiyaç göstermesinden kaynaklanıyor. Bu tip konularda
en demokratik sistemlerde bile devlet adamlarının fazlaca müdahaleye açık
olmadıkları kolayca görülebilmekte. Dış politikalar genellikle küçük bir
azınlık tarafından denetlenip, şekillendiriliyor. Bundan taviz vermeye de
kimsenin niyeti yok. Medyanın ve etnik lobilerin etkinliği ise eleştirilere
konu olmakta. Wolfowitz doktrininin destekleyicileri “Eğer bir Vizigot ya da Mısır lobisi
olsaydı, Roma varolabilir miydi?” diye soruyorlar. Onlara göre ciddi
işlerle, ciddi adamlar ilgilenmeli ve gerek terörizmle mücadele, gerekse dış
politika yapımı son derece ciddi işler. Çünkü insanoğlunun en temel ihtiyacı
olan “güvenlik” endişesiyle şekilleniyorlar.
Uluslararası alanda güvenliğin sağlanması ise neredeyse imkânsız. “Şer
eksenleri” var, “haydut devletler” var, “kızıl komünistler” ve “kan emici
kapitalistler” var. Her yer sarılmış durumda. Uluslararası ilişkiler teorisyeni
Arnold Wolfers’a göre “mutlak güvenlik dünya
hâkimiyetinden geçmekte”. Bu “Ya tüm dünyayı kontrol edersiniz ya da güvende
olamazsınız” anlayışına dayanıyor. Tüm dünyayı kontrol edebilecek bir imparatorluk
kurmak, Roma’dan bu yana tüm büyüyen güçlerin ortak fantazisi. Ancak
imparatorluklar oldukça maliyetli. Hem ekonomik, hem de sosyal ve siyasal
maliyetleri olan bir proje, “imparatorluk”. Direnenlere karşı alınacak önlemler
ise ciddi fedakârlıklar gerektirebilir. İmparatorluklar sertliğe meyledip ve geniş
topraklar üzerinde kontrol sağlama eğilimine girdikçe, anayurdun korunması
güçleşiyor. Bir yandan fethetmek, diğer yandan da fethedilenleri korumak
zorunluluğu, maliyetleri olağanüstü boyutlara taşıyor. Örneğin 11 Eylül öncesi ABD’nin terörle mücadele bütçesi yıllık 7
milyar dolar civarında seyrederken, 2002 yılının bütçe görüşmelerinde ise,
Amerikan topraklarının korunması çerçevesinde 38 milyar dolarlık fondan söz
edilmekte. Amerikan savunma bütçesine gelince, en fazla harcama yapan
ülkeler sıralamasında kendisinden sonra gelen 25 ülkenin toplamını da aşıp,
400 milyar dolarları yakalamış durumda. “Amerikan lmparatorlugu”nun bedelini
Amerikalılar da ödemekte.
Ödenen maddi bedellerin daha güvenli bir dünya yaratıp yaratmayacağı da
kuşkulu. ABD hükümeti “daha güvenli değil, daha iyi bir dünya” yaratma
güdüsüyle hareket ettiğini iddia etse de, dünya halklarını buna ikna edebildiği
söylenemez. Tüm dünyada “en nefret edilen” ünvanını ele geçirmiş olmaları da
cabası. Kimse Amerikalılarca kurtarılmak istemiyor anlaşılan. Kaldı ki, baskı
ve zorlama, diyalektik karşıtlarını da besleyip, sisteme salıyor. Farklı
formalar giyseler de, aynı oyunu oynamaya çalışıyorlar.
Fundamentalist, küreselleşme karşıtı, anarşist, Hıristiyan, tarikatçı,
antisiyonist ya da her neyse. Devletler arası ilişkiler düzleminde verilemeyen
karşılıklar, devlet dışındaki küresel örgütlenmeler aracılığıyla esas olarak,
ABD’ye yönelik terörizm akımları çerçevesinde gelişiyor. Amaçları farklı
görünse de hedefleri ortaklaşıyor. Tamillerin lideri Prabhakaran bile, eylemlerinin
güney Asya ile sınırlı kalmayacağını söyleyerek, günün modasına uymayı
düşündüğünü belirtiyor. Oyunun sahnesi yer değiştirmeye başlamış görünüyor.
Amerikan halkı alınan tüm güvenlik önlemlerine karşın, artık huzurla uykuya
dalamayacak kadar tehlike ile yüz yüze ve bunun farkındalar. Dünyanın en
kozmopolit, en renkli, en heterojen toplumuna sahipler, işin kötü yanı ise tüm
farklılıkların, çatışma potansiyelini içerisinde barındırması. Ya uyuyan yılan
uyanırsa!
Çatışma ve uzlaşmazlığın, su yüzüne çıkmasa da, tüm toplumlar için
potansiyel bir tehdit olarak varolması, devlet otoritelerini telaşlandırmakta.
Dış politika alanında, alınan önlemlerin terörizmle mücadelede son derece
önemli bir etkisi olmasına karşın, yeterli olmadığı da biliniyor. Zira esas
hedef, anayurdun korunması. Dışarıda gerçekleştirilen müdahaleler de bu amaca
yönelik. Müdahalede bulunulan yerlerin ortak özelliği, anayurdun ve
vatandaşların korunması adına stratejik bir öneme sahip olmaları. Aksi halde
Kore’den Afganistan’a, Somali’den Panama’ya kadar her yere uzanan bir güç
oluşturmaya ne gerek var?!
Dünya çapında gerçekleştirilen ekonomik ve ticari faaliyetlerin, o ülke
vatandaşlarına ayrıcalık sağlayacak ve üstünlüklerini koruyacak biçimde sürdürülebilmesi
öncelikli hedef. Rakip ülkelerin gücünü dengelemek ve mümkünse baltalamak
zorunlu. Bu nedenle enerji ve özellikle de petrol piyasalarının denetlenmesi
gerekiyor. Vatandaşların dünya üzerinde hangi ülkede olurlarsa olsunlar güvende
olmaları, yatırım yapmaları ve serbest dolaşmaları arzulanıyor. Bu nedenle
muhalif rejimlerin devrilmesine, pazarların benzeştirilmesine, zıt kültürlerin
uyumlaştırılmasına çalışılıyor. Bunlar dış politikaların uzantısı olan genel
önlemler; ama bir de özel uygulamalar bulunuyor.
Terörle mücadelede kullanılan özel araçlar arasında en çarpıcı olanlardan
bir tanesi, suikastler. Direnişi örgütleyen, karizmatik lider konumundaki
kişilerin ortadan kaldırılmasının, terör örgütlerinin belini kıracağı
düşünülüyor. Gerçekten de sıradan bir hareket ve
anlaşılmaz bir iddia bile sıradışı, özel bir lider öncülüğünde çok etkili bir
hareket haline dönüşebilmekte. Kaldı ki, eylemler sonrasında ortaya çıkan
toplumsal infialin ve örgütçe yapılan eylemlerin tüm sorumluluğunun örgütün
liderine yüklenmesi, “kötü” algılamasını sınırlı kılıyor. Lider ortadan kaldırıldıktan
sonra örgütün diğer üyeleri göz ardı edilebiliyorlar. “Esas kötü”ler
temizlenince, devlet otoriteleri de rahatlıyor ve prestij kazanıyorlar. Bu
nedenle de suikastler, terörle mücadelede kullanılan etkin yöntemlerden birisi
olarak kabul ediliyor.
Örgüt liderlerine suikast düzenleyerek mücadele konusunda en atak
yönetimler, İsrail hükümetleri. Her dönem, bu yöntemi bir araç olarak
kullanmışlar. ABD yönetimi de bunlara sıcak bakıyor. Üstelik Amerikan halkının
da bu konuda hükümete desteği var. Christian Science Monitor’da yayınlanan bir Gallup
araştırması gösteriyor ki, ABD halkı eğer terörizmi sonlandıracak yöntem
buysa, suikastlere “evet” diyor, ilginç olan 1981’de yapılan bir kamuoyu
araştırmasında, ABD halkının %82’sinin siyasi suikastleri her ne şartla olursa
olsun “kabul edilemez” bulmaları. Bugünkü araştırma sonuçları ise çok farklı.
Amerikan halkının %60’ı suikastleri benimsemekte. Sonuçlar Amerikan demokrasisi
ve değerleri açısından şok edici, insanlar kendilerini güvenlikte
hissetmedikleri zaman, daha önce sahip çıktıkları tüm değerleri bir kenara
bırakıp, en kötü araçlara, senaryolara bile razı olabiliyorlar. Tarihçi Michael Birkner’in sorusu da bu noktada çok anlamlı;
“Kötü bir şeyden iyi bir sonuç çıkarmak mümkün mü, ya da amaçlar araçları meşru
kılar mı?”
Suikastlerin hangi şartlar altında olduğu fark etmeksizin hukuki bir
dayanağı bulunmuyor. Nitekim ABD hükümeti tarafından görevlendirilen ya da onun
adına davranan hiç kimsenin suikast düzenleyemeyeceği ve suikast eyleminin
hiçbir aşamasına dâhil olamayacağı yasalar çerçevesinde belirlenmiş bir ilke.
Oysa kimilerine göre suikast, kişiye özel ve ölçülü bir eylem olduğundan
olumsuz etkileri de yaygın değil, sınırlı. Bu nedenle de terör eylemleri
sürdüğü müddetçe tavsiye edilen bir önlem biçimi. Kısa yoldan, etkili bir
temizlik faaliyeti olduğu düşünülüyor. Hem temizleyene prestij kazandırıyor,
hem de liderini kaybeden grubu moral açıdan çökertiyor. Kısaca oldukça
işlevsel.
Terörle mücadele edenler adına en büyük sıkıntı ve engel, sıkça ifade
edildiği üzere hukuki kısıtlamalar. Suikastlerse, hukuki prosedürlerle
uğraşmadan, kanıt ihtiyacı gözetmeden ve fazla maliyet çıkarmadan
kullanılabilen bir yöntem. Hedef kişinin suçu da önceden sabitlendiğinden,
suikast eyleminin etik bir sorun teşkil etmediği düşünülmekte. ABD hükümeti
açısından suikastleri bir silah olarak kullanmak çok yeni bir olgu değil,
hatta bir savaş aracı olarak da değerlendirilmiş. Örneğin Phoenix programı, Vietkong’a
karşı geliştirilmiş özel bir mücadele stratejisi. İçeriği, özel timler ve
keskin nişancıların şüphelileri temizlemek amacıyla bölgeye gönderilmesi ve
kullanılması. Ancak bu, hukuksuz olduğu kadar verimsiz
de bir program olmuş. Zaten Vietnam macerası, ABD açısından kesin bir
hayal-kırıklığı ve başarısızlık. Uygulanan yöntemler uluslararası toplumda her
düzeyde eleştirildiği gibi, mücadele stratejilerinin hukuki bir çerçeveye
oturmaması ciddi bir prestij kaybı. Bazen hatalar yapılabilir, ama ya onu
tekrar etmek!
İster uluslararası düzeyde, isterse ulusal alanda olsun hukuki
sınırlamaların varlığı, terörle mücadelenin en büyük handikapı olarak
değerlendiriliyor. Zira hukuk devreye girince, prosedürler ön plana çıkıyor,
bürokrasi uzuyor ve sanıkların haklarından konuşulmaya başlanıyor. Bu da
mücadele edenlerin elini kolunu bağlıyor; önce eylem bekleniyor, sonra kanıtlar
aranıyor, bağlantılar tespit ediliyor, şüphelinin hukuka uygun şekilde
yakalanarak, gözaltına alınması gerekiyor, sanığın haklarına saygı olgusu
gündeme giriyor, mahkemeler sürüyor, kararlar alınıyor ve bu süreç uzadıkça
uzuyor. Oysa ki terörle mücadele edenler hızlı hareket etmek durumunda
olduklarını iddia ediyor ve şüpheliye eylemden önce müdahale edebilme hakkı
talep ediyorlar.
1995 yılında Japonya başbakanı Tomiichi
Murayama’nın, Aum tarikatının kapatılması amacıyla Soğuk Savaş dönemi yasalarının
bazılarını uygulamaya sokmak istemesi, bu durumun ciddiyetini gösteren önemli
bir örnek. Zira başbakanın Aum’u hedef alan bu
teklifi, Japon hukukçular ve entellektüellerin yoğun tepkisi ile
karşılaşmıştı. Oysaki devlet güvenlik görevlileri tarikatın kamu güvenliğini
tehdit edebilecek ölçüde karanlık işlere bulaştığını, otomatik silahlar satın
aldığını ve silah niteliğinde kimyasallar ve zehirler edindiğini tespit
etmişlerdi. Başbakanın tarikatı kapatma istemiyse, anayasaya aykırı olarak nitelendirildi.
Kör lider Sohoko Asahara, tonlarca kimyasal silah üretebilecek bir fabrikanın
inşası emrini daha 1990’ların başlarında vermişti bile. O, gereksinim duyduğu
her şey için önceden yatırım yapabiliyordu, oysa hükümet önceden haber alabildiği
halde, önceden önlem alabilme konusunda birçok engele takılmaktaydı. Kısaca
suç işlenmeden önce yapılabilecek bir şey yoktu. Önlem alabilmek için
insanların ölmesini beklemek gerekirdi. Öyle de oldu. Önce Tokyo metrosuna
sarin gazı saldırısı yapıldı, sonra müdahale geldi.
ABD hükümetinin ulusal güvenlik stratejisinin en önemli parçası olarak
kullandığı “önceden vuruş” ilkesi, bu tehlikeye dikkat çekerek geliştirilen
uluslararası bir tavır. Eylemin yapılabileceği şüphesinin ve eylem
potansiyelinin varlığı, yeterli kabul edilmekte. “Şer ekseni harekete geçmeden biz
önlemimizi alalım.” diye düşünmekteler. Bu inanışları, iç
politikalarına da yansıyor. Ülkedeki tüm İslamcılara terör potansiyeli olan
kimseler olarak bakıldığından, Guantanamo’nun nüfusu her gün daha da kalabalıklaşıyor.
Ruslar Çeçenlere, Fransızlar Cezayirlilere, Çinliler Doğu Türkistanlılara karşı
aynı hisleri duyuyor. Onlar sistemden hoşnut olmayan, değişiklik yapmayı
arzulayan gruplar ve terörizme başvurma ihtimalleri de, emsaller çoğaldıkça
artmakta.
Oysa ki bilinir ki, “Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız etmez ve
değişiklik hep kötülüğe, zorbalığa yol açar.” Devlet kurulu statükonun temsilcisi
ve mutlak koruyucusudur. Statükonun sorgulanması onun işi olmadığı
gibi, her ne şart altında olursa olsun devam ettirilmesi, bizatihi devletin
varlık sebebidir. Kurulu düzenin devam ettirilmesi ana amaç olunca, onu
değiştirmek isteyenlere karşı baskı uygulanması da kaçınılmaz hale gelir.
Değişiklik isteyenlerin sayısı arttıkça, şiddetin dozu da artar, “zorbalık”
siyasetin hakim karakteri biçimine bürünür. Değişiklik talep eden en masum
istekler bile “tehlikeli” kabul edilmeye başlanır.
“Tehlikeli” kavramının buradaki en önemli ayrıntı olduğuna dikkat çekmek
gerek. Bir şey, tehlikeli bulunmaya başlandığı andan itibaren, objektif olarak
değerlendirilme konforunu yitirmekte. Suç işlenmeden suçlular tespit edilmekte
ve cezalandırılmakta. Hollywood senaryolarındaki “insan aklını okuma”
fantazileri gerçeğe dönüşmekte. Acaba tüm Araplar ya da Müslümanlar birer Usame
Bin Ladin olabilir mi? Olabilir; o zaman tüm Araplar ve Müslümanlar göz hapsine
alınmalı, bazen tutuklanmalı, kimi zamansa Guantanamo’ya götürülmeli. Ondan
sonrasını bilmiyoruz.
Acaba Irak’taki bütün ilaç üretim fabrikaları biyolojik ve kimyasal silah
üretim merkezleri mi? Olabilir; o zaman ilaç üretimine izin verilmeyip, yüz
binlerce çocuğun ölümüne seyirci kalınmak, bu tür merkezler saptandığında,
hatta saptanmayıp varolduklarından şüphelenildiğinde bile, o topraklar bombalanmak,
yakılıp yıkılmalı. Başka türlü düzenin sağlanması mümkün değil. “Güvenlik”
ancak böyle sağlanabiliyor. En azından sistemin efendisi(l) böyle öngörüyor.
Olası terör saldırılarına karşı önceden müdahale edilmesi gerektiğini
düşünenlerin iddialan da yabana atılır gibi değil. “Eylemin gerçekleşmesini mi
beklemek gerekir; göz göre göre insanların ölümüne seyirci mi kalınmak?” diye
düşünüyorlar. Japonya’da gerçekleşenler onlara göre en net gösterge. Eğer önlem
alınmazsa, binlerce masum insanın eylemden etkilenmesi söz konusu olacağına
göre, eylemi beklemek korkunç bir aymazlık, umursamazlık. Ve buna izin
verilemez.
Kendisini böyle bir tehlike ile yüz yüze gören ve güvenlik endişesi taşıyan
devletlerin terörizmle mücadele çerçevesinde ne kadar sert önlemler alabileceği
biliniyor. Bu nedenle de, terörizmle mücadele kimi zaman terörizmin bizatihi
kendisinden çok daha tehlikeli sonuçlara yol açabiliyor. Artan güvenlik kaygılarının
bedeli, kendi vatandaşlarını bile düşman olarak gören, merkezi devlet anlayışı
oluyor. Ancak bu tür bir yaklaşım “devlet otoritesinin” güçlü bir biçimde
tesisi yerine, tam tersine sonuçlara da yol açabilmekte. Özellikle
motivasyonları fark etmeksizin ülke içerisinde kitlesel desteğe sahip olan
örgütlere karşı yapılan mücadele, otoriteye karşı toplu bir başkaldırının
öncüsü olabiliyor. Birkaç kişi ile başlayan ve dar bir çekirdek kadroya sahip
olan örgüt, alınan baskıcı önlemler nedeniyle diğer hoşnutsuz kimseleri de
ardına alarak güçleniyor. Güçlenen örgüte karşı alınan önlemler de sertleşiyor,
sertleşen otorite hoşnutsuz sayısını artırıyor. Bu bir kısırdöngü.
Terörist açısından eylemleri ne kadar sertlikle karşılaşırsa, arzulanan
hedefe de o kadar çok yaklaşılıyor. Terörist, devlet otoritesinin
zayıflamasını, devlete olan güvenin sarsılmasını arzu ediyor. Herkese göstermek
istiyor ki, bu düzenin, bu statükonun sahibi değiştirilmeli. Yeni bir anlayış
ve düzen kurulmalı. Yapılan eylemin kendi başına bir devleti yıkması, ortadan
kaldırması zaten mümkün değil. Oysa oluşacak tepkinin, yuvarlanarak büyüyen bir
kartopu misali giderek büyümesi ve bir çığa dönüşmesi mümkün. Çığın altında
kalanlarsa, yalnızca teröristler olmayacak kuşkusuz. Uçakları birer füzeye dönüştürüp
binalara çarpma eyleminin, ABD’yi ortadan kaldırmasına imkan yok belki ama,
terörle mücadele adına dünyanın dört bir tarafına fütursuzca saldırmanın
ABD’nin liberal demokratik ilkelerin savunucusu, tüm dünyanın koruyucusu(!)
imajını tepetaklak edeceği ortada.
İlk Dünya Ticaret Merkezi saldırısında
yalnızca bombalamayı gerçekleştirenlerin yakalanması yöntemi izlenmesine
karşın, 11 Eylül’de bir savaş durumu ilan edilmesini ve tüm Afgan halkına
yönelik bir operasyon düzenlenmesini dünya üzerinde kaç kişi içine
sindirebilmiştir acaba?
Kaç kişi Irak operasyonunun meşruiyetine Amerikalılar kadar inanıyor
dersiniz?
Dünya üzerinde kaç kişi Amerikalılarca kurtarılmayı arzu ediyor?
Nasıl oldu da, bir anda dünyanın en çok nefret edilen ulusu haline
geliverdiler?
“Efendilerden a priori (muhtemel) nefret edilir.” söylemi ile açıklanabilir
mi her şey?
Yoksa tarihte bundan daha başarılı bir terör eylemi hiç gerçekleşmedi mi?
Yalnızca ikiz kuleleri değil, ABD egemenliğinde şekillenen koca bir
uluslararası sistemi çökerttiği, dünya çapında genel geçerliliği olan ortak
düşman algılamasını değiştirdiği, güvenlik kavramının içeriğini yeniden
doldurduğu için. Kim hayal edebilirdi ki, 20. yüzyıl içerisinde önce faşizme,
sonra kızıl komünizme karşı tüm dünya halklarını savunan(!) ABD, bir gün gelip
bütün olumlu imajını yitiriversin. Hani tarihin sonunun gelmiş ve liberal
demokrasiler ABD’nin nezdinde zaferlerini ilan etmişlerdi?
Tam şampiyonluk kutlamaları sırasında, bunca yuhalamanın ne âlemi vardı?
Ne olmuştu bu insanlara?
“Neden bizi bu kadar çok seviyorlar?” sorusunun cevabını tartışmak varken,
Amerikan medyası niçin “Neden bizden bu kadar çok nefret ediyorlar?” sorusunun
peşine takılmıştı. Yanlış giden bir şeyler olmalıydı. Terörle çok da iyi
mücadele edemiyorlardı anlaşılan. Terör ağacını budarken, bir anda balta
girmemiş bir ormanla karşılaşmak da mümkündü bu işte.
Terörle mücadele, en zorlu savaşımlardan birisi ve bu savaşta herkesin
aynı hisleri duyması, alınan önlemleri doğru bulması ve omuz omuza çarpışmasını
beklemek anlamsız. Nitekim Samir Amin’in de belirttiği gibi terörizme karşı
birleşik bir cephe oluşturabilme ihtimali yok. Umutsuzca bu tür davranışlara
başvuran sistem kurbanlarının eylemleri, yalnızca uluslararası eşitsizliğe,
sosyal adaletsizliğe karşı kurulacak bir cephe ile anlamsız ve sürdürülmesi
imkânsız kılınabilir. Önlemlerin bir uzlaşma ile hayata geçirilmesi ve
terörizme karşı mücadelenin teröristle savaş yerine, uluslararası bir sorunla
baş etme mücadelesi olarak ele alınması en önemli adım. Mücadelenin
standartlaşması ve herkese mal olması adına ortak kavramlar ve kurallar
konulması, benzer hukuk sistemleri uygulanması esas. Ancak bunu
gerçekleştirmek de pek kolay görünmüyor. En standart uygulamaları olan Avrupa
Birliği bünyesinde bile, pek çok devlette terör suçlarıyla ilgili belli
kanunlar bulunmuyor. Terör eylemlerinden muzdarip İngiltere, Almanya, İrlanda gibi
ülkelerle, Danimarka, İzlanda gibi ülkelerin teröre bakışı farklılaşıyor. Bu
farklılıklar terör eylemlerinin tanımlanmasından, zanlıların yakalanması ve
cezalandırılması konusundaki prosedürlere kadar uzanıyor. Herkesi ortak bir noktada buluşturmak
gerçekten çok zor. Zira her sistemde devlet-toplum ilişkisi farklı dizayn
edilmiş. Bireye, topluma, devlete farklı değerler atfedilmiş. “Terör”, “terörist”,
“örgüt”, “terörle mücadele” gibi kavramlar değişik içeriklere sahip. Bazısı
denize bakıp su görüyor, bazısı balık, bazısı martı. Destroyer, denizaltı, uçak
gemisi görenler de var kuşkusuz. Tümünü aynı potaya sokmak da olanaksız gibi.
Terörle mücadeledeki en temel handikap bu.
Sıkıntı, mücadele yönteminin belirlenmesinde değil, daha neyle mücadele
edildiğinin saptanması aşamasında ortaya çıkıyor. Kısaca çatışma kaçınılmaz.
Buna mukabil özellikle 11 Eylül sonrasında devletlerarası işbirliği anlamında
oldukça ciddi mesafelerin alındığı da söylenmeli. Terör örgütlerinin malvarlıklarını
dondurma konusunda dünya çapında bir ortak tavır söz konusu. Toplam 161 ülkede
100 milyon dolarlık malvarlığına el konmuş. Polis ve istihbarat servisleri
arasında bilgi alışverişi öngörülmüş ve ortak çalışmalar başlatılmış. Terörle
mücadelenin uluslararası ve çok taraflı çabalarla sürdürülmesi gerekliliğinde
herkes hemfikir. Küresel terörizmle, küresel düzeyde mücadele edilmeli. Dünya
Ticaret Merkezi kurbanları 80’den fazla ülkenin vatandaşlarından oluşmaktaydı,
Şüpheliler ise yaklaşık 60 değişik ülkeden toplandılar. Küresel bir ağın
bölgesel düzeyde ele alınması ve yok edilmesini hayal etmekse yersiz görünüyor.
Üstelik hâlâ birilerinin teröristi, diğerlerinin özgürlük savaşçısı iken.
Mücadelenin verimli bir gelişme sağlayabilmesi “terörizm”in doğru bir
tanımının yapılmasıyla yakından alâkalı. Onu, sadece yasadışı bir şiddet
gösterisi olarak algılamak ve zararlı bir davranış olarak nitelendirmek
yetersiz bir yaklaşım. Ancak terörizmi, tiranlara karşı bir mücadele
stratejisi olarak düşünmek ve “başka çareleri yoktu ya da “hak ettiler”
düşüncesiyle ele almak da aynı derecede sığ. Her şeyden önce terörizm,
“ekonomik ve sosyal nedenlerden kaynaklanan siyasal taleplerin, felsefi
dayanaklarla beslenen şiddet kullanımı yoluyla, çatışmacı yöntemlerle karşı
tarafa iletilmesi” olarak düşünülmeli. Yani terörizm, olgusal olarak iktisadi,
sosyal, siyasal, felsefi ve çatışmacı dinamikleri bünyesinde barındıran son
derece karmaşık bir yapıya sahip. Devletler açısından ordular arası “savaş”
deneyiminden farklı ve anlaşılması daha zor.
Belirli bir hukuku ve sınırlamaları yok.
Ne “Sivil hedefler bombalanmaz, esirlere kötü muamele edilmez” tarzı savaş hukuku kuralları, ne de “Kadına çocuğa kurşun sıkılmaz.” tarzı geleneksel mafya kanunlarıyla
bağlı. Kısaca kuralsızlık, terörizmin genel kuralı.
Terör uzmanı Paul Wilkinson, terörist şiddetin özelliklerini şöyle
sıralıyor; doğası gereği rastgele ve etkileri önceden tahmin edilemez; savaş
kuralları ve teamülleri reddettiği gibi, ahlaki sınırlamaları da yadsır;
araçsal ve gerekçelendirilebilir. Olabildiğince daha fazla ölüme yol açabilmek
için, IRA’nın Londra’daki bombalama eylemlerinde yaptığı gibi, bombalara bilye
ve civatalar ilave etmek bile, teröristin gözünde bir açıklamaya sahip. Meşru
bir amaçla yaptıklarım düşündükleri eylemlerinin daha fazla ses getirebilmesi
adına, bombanın daha da tahripkâr hale getirilmesi gerekiyor. Amaç öylesine
kutsal ve meşru ki, tüm araçları müsait kılıyor.
Buna karşın mücadele edenlerin, tüm araçları kullanabilme lüksüne sahip
oldukları söylenemez, ister istemez belli kurallar içerisinde kalmak
durumundalar. Bu nedenle de hayıflanmaktalar; “Bir taraf kuralsızca dövüşmekte iken, diğerini kurallar
içerisinde tutmaya çalışmak reva mı?” diye. İşin ilginç tarafı terörizmi
kullanarak çatışanların da aynı argümanı kullanması. Onlar da kendilerine ve
temsil ettikleri gruba karşı uygulanan şiddetin ve baskının kuralsızlığından
şikâyet etmekte ve başka çarelerinin kalmadığına dikkat çekmekteler. Ne de olsa
asimetrik bir savaşın güçsüz tarafını temsil ediyorlar ve ordulara, uçaklara,
gemilere sahip bulunmuyorlar. Kısaca her iki taraf da muzdarip bu garip
çatışmada.
Terörizmle mücadelenin en zor yönlerinden birisi de amaçların ve
motivasyonların büyük bir çeşitliliğe sahip olması. Her türlü kimlik ifadesi
tahmin edilemeyen bir süratle terörist bir potansiyele dönüşebiliyor.
İdeolojiler, etnik talepler, milli kimlikler, iktisadi dinamikler gibi birçok
dinamit bulunuyor. Fitilleri ateşlenmediği müddetçe orada bir yerlerde öylece
duran, ama ateşe kavuştuğundaysa inanılmaz bir tahribat yaratan silahlar onlar.
Bir de küçücük molotof kokteylleri var, ateşle kucaklaşmayı bekleyen. Küçük
radikal gruplar, tarikatlar, aktivistler gibi. Radikalleşerek ve örgütlenerek
karşı taraf olarak nitelendirdikleri kişilere yönelik şiddet eylemlerine
girişmeleri onları “terörist” kategorisine sokmakta, iddiaları siyasal
nitelikte görünmemekle birlikte, muhalif duruşları itibariyle varolan
otoritenin benimsediği hukuk kurallarının ya da ahlaki normların dışındalar.
Kolayca şiddet kullanma yoluna gidebildikleri gibi, kendilerince yanlış buldukları
davranışı cezalandırmaktan da çekinmiyorlar. Kürtaj karşıtlarının ve hayvan
haklan aktivistlerinin bebeklerin katledilmesi ya da masum hayvanlara zarar verilmesi
gibi son derece insani nedenlerle geliştirdikleri muhalefet, eylem aşamasında
kuralsız, gayr-i insani ve vahşi bir şiddet gösterisine dönüşebiliyor.
Eylemleri ve muhalefet biçimleri hukuki olarak tanımlanmış özgürlükler
çerçevesinin dışına taştığı andan itibaren de örgütlü suç işleyen gruplar
arasında yer alarak terörist kimliğini ediniyorlar. Örneğin kürtaj karşıtları
eylemlerini protesto gösterileri ve karşı propaganda ile sınırlı tuttukları
zaman, demokratik muhalefet haklarını kullanıyor konumunda olmalarına karşın,
kürtaj yapan doktorlara ve kliniklere zarar vermeye başladıkları noktada
terörist olarak kabul ediliyorlar. Muhaliflerin siyasi nitelikli bir iddia gibi
görünmeyen talepleri, varolan hukuk sistemine yönelik bir tutum olarak
değerlendirilip, çoğunlukla da dini sebeplerle gerekçelendirildiğinden, eylem
stratejileri güvenlik güçlerince terörizm olarak nitelendiriliyor, ona göre
cezalandırılıyorlar. Yani iddianın insani yönü ya da cazibesi eylem
biçimlerini meşrulaştıramıyor.
Terörizmin, küçük çaplı ve marjinal grupların kullandığı bir araç olarak da
son derece tehlikeli olabildiği biliniyor. Kimi zaman tek bir kişinin
giriştiği bireysel terör saldırısı, yüzlerce insanın ölümüne yol açabiliyor.
Bir kamyona doldurulan bombalar, bir binanın yakınına bırakılıyor ve uzaktan
patlatılıyor. Bina çökerken, yüzlerce insan altında kalıyor. Oldukça basit bir
eylem! Planlama yaparken kimseye danışma ihtiyacı yok, güvenlik güçleriyle
işbirliği yapan diğer örgüt üyeleri tarafından ihbar edilme korkusu yok,
cesaretsiz ve başarısızlığa mahkûm ortaklar yok, planları beğenmeyip eleştiren
ya da alternatif sunan yok. Yalnızca birey olarak terörist var. Yakalanması en
zor, izi sürülmesi en imkansız olan kişi. Takip altında değil, kimse tarafından
tanınmıyor, sıradan bir kimya profesörü olabilir. Devlete kızgın, sistemden
hoşnutsuz. En kolay yapabildiği şey bir bomba. Arzu ederse kimyasal bir
saldırı da düzenleyebilir. Solunan havaya karışan zehirli bir maddeyi, bir torbanın
içerisinde toplu taşıma araçlarından birinin içine bırakması ya da büyük bir
binanın havalandırma sistemine giriş yapması yeterli. Her alınan nefeste ölüme
biraz daha yaklaşan yüzlerce, binlerce insanın kaderinin avucunda olduğunun
bilincinde. Kimse tarafından tanınmıyor, bilinmiyor. Torbayı bırakıp evine gidiyor ve arkadaşları ile akşam yemeğine
çıkıyor. Güvenlik güçleri açısından tam bir kabus!
Oysa bir terör örgütü ile muhatap oldukları zaman eylemin biçiminden,
kullanılan silahın tipinden, örgüt üyelerinin aralarındaki mesajların
içeriğinden eylemin kime ait olduğu saptanabilir. Kaldı ki, terör örgütleri
ilkesel olarak yaptıkları eylemi sahiplenirler; zira varlık sebepleri bu
eylemlerdir. Eylemi gerçekleştirip sonra yapmadıklarını söylemeleri mantık
dışı olduğu gibi, bazı eylemleri kendileri yapmadıkları halde üstlenirler.
Taleplerini herkese duyuracak yükseklikte seslendirebilmelerinin vazgeçilmez
önkoşulu, çok çarpıcı eylemler gerçekleştirebilmeleridir. Bu nedenle bir
örgütün kendilerine atfedilen bir eylemi kabul etmemesi, ilkesel olarak
eylemin, o örgütçe yapılmadığım gösterir. El Kaidenin, 11 Eylül eylemini gerçekleştirdiği
halde üstlenmemesi neyi gösteriyor olabilir dersiniz? Ya da o eylemi Japon
Kızıl Ordu Fraksiyonunun, Filistin Demokratik cephesinin ve daha onlarca
değişik terör örgütünün üstlenmesi ne anlama geliyor? Esasen bir örgütün
gerçekleşen eylemi üstleniyor olması, eylemin mutlak surette o örgüt tarafından
yapıldığını göstermez, ancak üstlenmemesi ise eylemi yapmadığının işaretidir.
Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin!
Eylemin bir örgütün üzerine yüklenmesi, bir devlet politikası olarak da
şekillenebilir. Tıpkı bir okun atılmasından sonra hedef tahtasının yerinin
değiştirilmesi gibi, eylem, devletin arzu ettiği sonuçları verecek şekilde
yönlendirilebilir. En etkili mücadele stratejilerinden bir tanesi de budur.
Örneğin siyasi bir kimliğe karşı düzenlenen bir suikastin, terörist açısından
nedeni, o kişinin ideolojik yaklaşımı olabilir. Kurbanın ideolojisi,
teröristin muhalif olduğu esas çizgidir. Buna karşın kurban, aynı zamanda bir
etnik gruba da mensup olabilir ve güvenlik güçleri, stratejik bir tercih
olarak, medyayı da yanlarına almak suretiyle, suikasti kişinin etnik kimliğine
karşı düzenlenmiş gibi gösterebilirler. Tepkinin güvenlik güçlerinin
istedikleri yönde oluşması, mücadele stratejisinin başarılı olduğunu gösterir.
Terörist yaptığı eylemlerin yön değiştirebileceği riskini göze almak
durumundadır.
Bu tarz hedef değiştirme operasyonları, dış politika davranışlarını
etkileyecek kadar büyük de olabilir. Örneğin büyük çaplı bir terör saldırısının
failleri tespit edilmemiş olsa da, “yaratılan failler” o devletin dış
politikada gerçekleştirmeyi düşündüğü operasyonları kolaylaştırabilir. Sarışın,
mavi gözlü bir eylemci arzu edildiği takdirde, siyah bıyıklı, kara yağız Arap
militana dönüştürülebilir (!). Bu bir mücadele stratejisi ve uluslararası
politikanın bir uzantısı olarak algılanır. Madem eylem yapılmıştır, o zaman en
fazla faydayı sağlayacak şekilde kullanılmalıdır. Eylem ardından gelecek büyük
çaplı operasyonları meşrulaştıracaktır.
Terörizmle mücadelede hedefin değiştirilmesi, tepkinin yönlendirmesi,
örgüt üyelerine suikastler düzenlenmesi, farklı hukuk sistemlerinin
uygulanması, uluslararası düzeyde yaptırımlar uygulanması gibi birçok farklı
önlem kullanılabiliyor. Direkt olarak örgüte yönelik stratejilerin en fazla
kullanılanı ise, örgüt üyeleriyle silahlı çatışmalara girmek. Kırsal bölgelerde
yerleşik örgütlerle gerilla mücadelesine girmek, çok tercih edilir bir yöntem
olmasa da, sıklıkla karşılaşılan bir durum. Bu tür örgütlerin toplumsal
tabanının da genellikle geniş olduğu bilindiğinden, mücadele edilmesi en zorlu
gruplar arasında yer almaktalar. Özel olarak eğitilen yarı askeri birlikler ve
hatta zaman zaman ordularla, örgüt üyeleri arasındaki çatışmalar neredeyse bir
savaş kadar maliyetli olabilmekte. Hem insan kaybı, hem de iktisadi maliyetler
nedeniyle son derece yıpratıcı olabiliyorlar. Kaldı ki mücadele süresince
terörist ile bölge insanını birbirinden ayırmanın güçlüğü, çatışmanın geniş
kesimlere yayılmasına neden olabiliyor. Terörist örgüt üyelerinin “vur-kaç”
esasına dayalı gerilla taktikleri uygulamaları ve kendi yaşam alanlarında
kolayca saklanabilmeleri nedeniyle, dar kadrolu kentli gruplara oranla daha
tehlikeli kabul ediliyorlar. Genellikle etnik veya ideolojik motivasyonlara
sahip olan bu grupların kitle imha silahlarına yönelmemeleri tek olumlu durum
olarak kabul edilmekte. 20. yüzyılın esas korkulan teröristleri onlar değil.
Üçüncü dünyanın ürünleri olarak değerlendirildiklerinden, küresel terörizm
dinamiklerinin dışında yer aldıkları düşünülüyor.
Geniş desteğe sahip gruplara karşı uygulanan stratejilerde en önemli
unsurlar, doğru istihbaratın toplanması ve psikolojik savaş çerçevesinde
alınacak çeşitli önlemlerin hayata geçirilmesi. Medyanın yönlendirilmesi ve
terörizmin yalnızca askeri bir fenomen olmaktan çok sosyal, iktisadi ve siyasal
boyutları ile değerlendirilmesi gibi. ABD uçaklarının Taliban’a ve El Kaide’ye
karşı mücadele ederken, bir yandan Afgan topraklarım bombalayıp diğer yandan
da yiyecek, içecek kutuları atıyor olmasının mantığı, bu. Kadınların
“burka”larını çıkarttıkları ve artık özgürlüklerini kazandıkları tarzındaki
senaryolarsa, uluslararası propaganda faaliyetlerinin bir uzantısı. Karşı
tarafın bir blok haline geldiği bir mücadelenin kazanılması mümkün değil.
Mutlak surette, farklı düşünen binlerinin yaratılması gerekiyor.
Terörle mücadelenin kolay olmadığı ve ciddi maliyetler yarattığı açık.
Ancak devletler açısından özellikle önümüzdeki dönemde daha da gündeme gelecek
bir zorunluluk. Zira küresel sistem, artık yalnızca devletlerarasında
şekillenen bir ilişkiler alanından ve ağından müteşekkil değil. Devlet
dışındaki birçok aktör sistemin içerisinde dâhil olduğu gibi, güvenlik algılamaları
da yalnızca devletler arasında meydana gelebilecek savaş senaryolarından ibaret
bulunmuyor. Nükleer bir savaş riskinin ortadan kaldırılabilmesi için devletler
arasında bir dehşet dengesi kurulması mümkün olsa da, bu dengenin terör
örgütleri ile gerçekleştirilmesi imkânsız. Zira onlar kimyasal, biyolojik ve
nükleer bir saldırıya geçmeden önce “Savaş hukuku kuralları bunu
yasaklıyor; sonradan devletlerarası bir blok bana bunu ödetebilir!” korkusunu
taşımıyorlar. Terör yanı başımızda. İkiz kuleler, Bali adası, Moskova tiyatrosu
ya da Filistin’de birileri büyük bedeller ödüyor. Üstelik birileri yüzlerce yıl
önce hepimizi uyarmış; “Vulnerant omnes, ultima necat.”, yani “Hepsi yaralar,
sonuncusu öldürür.” Sh: 203-224
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan
Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder