Print Friendly and PDF

DOĞU HÜZNÜ TERÖR



Kaymakam Ertuğrul TAYLAN’ın Anılarından
1970 lerin başlarında Kozluk kaymakamlığı yapan bir meslektaşımız anlatmıştı. Kurban Bayramında ilçede kurban kesilmemesi dikkatini çekmişti. Sebebini sorduğu efendi ve dürüst bir adam olan belediye reisi "Esaret altında olduğumuz telakkisi var. Esarette kurban düşmez" cevabını vermişti. (1936 larda birkaç yıl sürmüş olan Kozluk isyanının acıları unutulmamıştı. Erivan radyosu kışkırtmalarını sürdürüyordu.) Kaymakam, hayret ve üzüntüsünü, "Biz, işgal idaresi memurları mıyız? Hem, cumada hutbe okunuyor. İşgal altında hutbe okunur mu?" şeklinde ifade etmişti.
Çukurca günlüğümde ilçe merkezinde kurban kesilmediğini kaydetmişim. Ama, sebebini, köylerdeki durumu sorup araştırmamışım.
1984 yılında patlak veren PKK terörünün, kısmen de olsa, halktan destek gördüğü zaman zaman yetkililerce ifade edilmiştir.
Yukarıda anılan tespit, o bölgede halkın ayrılıkçı hareketlere bakış açısı ile devletin bu konuda çok yönlü ve uzun vadeli bir politika izleyememiş olmasının bir göstergesi sayılabilir mi?
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dış kaynaklı kışkırtmalarla zaman zaman isyanlar çıkmış olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ayrılıkçı düşünce ve hareketlerin gelişebileceği ortamı düzeltmek, bataklığı kurutmak için ne gibi önlemler alınmıştır?
Bu soruya doyurucu cevap verilebileceğini sanmıyorum. Kürt Memet nöbete esprisinden Kürtçe konuşmanın yasaklanmasına kadar bir yığın hatamız ise su götürmez. Burada, iki yıl kaldığım Çukurca' da halkın bir kısmının devlete soğuk baktığına, ilkokul çocuklarına bile "Kürdare azade" dedirtildiğine dair gözlemlerimi özetleyeceğim.
Devletin yanlışlarına da değineceğim.
Kimseyi itham etmiyorum. Kişi veya kuruluşları kötülemek de söz konusu değil. Karşılıklı olarak sürüp gelmiş dikkatsizlik ve hatalarla bir iç savaşın eşiğine gelişimizin yakın geçmişiyle ilgili tespitlerimi ve kişisel görüşlerimi dile getireceğim. Doğu Ergil olayından (Prof. Doğu Ergil'in PKK terörünün sebebleri ve çözüm yollarına dair 1995'lerdeki raporu, şimşekleri üzerine çekmiş, Ergil'in önyargılı olduğu söylenmişti. ) işin zorluğunu da biliyorum. Ama, "Bilip de söylemeyen suçludur" diyen Fransız atasözüne uyarak vatandaşlık görevimi yapacağım. Amacım, barışa, huzura katkı..
Çukurca'nın tek ve beton kaplı caddesi üzerinde bulunan jandarma gazinosunun önünde otururken önümüzden geçen çocukların zaman zaman "Kürdare azade" dediğini duyardık. Sohbetlerimizde yerli daire amirlerine bu söze şaşırdığımızı ve üzüldüğümüzü söylerdik. "Biz, yabancı bir yerde olmadığımızı düşünüyoruz" derdik. Görüşümüze katıldıklarını söylerlerdi. O çocukların bir kısmı, sonradan, şu veya bu şekilde, ayrılıkçı terör hareketinin mağduru olmuştur. Bu konu üzerinde kafa yorduk mu? O babalar ve ilçenin okumuşları gafletlerinin farkında mıydılar?
Bir yaz günü Hakkâri'den dönüyordum. Sümbül Dağının eteğini izleyen yolda dozer çalışması vardı. Yarım saat kadar yolun açılmasını beklemiştik. Önümüzdeki üzeri açık pikapta mahalli kıyafetli sekiz on vatandaş ile kıyafetinden memur olduğunu tahmin ettiğim bir genç vardı. Bir "merhaba" diyeyim dedim. Pikap merkez ilçenin bir bucağına gidiyordu. Düzgün kıyafetli genç de bucak jandarma karakol komutanı olan astsubaydı. Kendimi tanıtarak hal hatır sordum. Birisinin "Türkler bize bakmıyor" demesine şaşırdım. Ayak üzeri konuşmamızda Devletin ülkenin her yerinde kırsal kesimde yol, okul ve içme suyu gibi hizmetler yaptığını anlattım. Bölgenin arazi ve iklim şatları sebebiyle bu hizmetler ağır gidiyordu. Konuşmamı,"Biz, kendimizi yabancı saymıyoruz" diye bağladım. Bu veya benzeri sözleri başka yetkililer de duymuştur zaman zaman.
Sözün yanlış ve yersizliğini, bir tehlike işareti de sayarak, halka gereği gibi anlatabiliyor muyduk?
Bu durum, uykularımızı kaçırıyor muydu?
Cevap, "hayır" dır.
Vali Derviş Yalım babacan, gayretli ve çok iyi bir insandı. Misafirperverdi. Vali konağında kalmayı ve yemek yemeyi orda görmüştük. İlçeleri, köyleri geziyor, halkı dinliyordu. Bir keresinde, yöredeki gidişat için "İsyan çıkacak, birkaç yüz kişinin kellesi gidecek ve iş bitecek" demişti. Yöre için kafa yoran ve gerçekten didinen en yetkili kişinin görüşü buydu. Kabul etmek gerekir ki çoğumuzun bu konuları düşündüğü bile yoktu. Derdimiz, mahrumiyet hizmetini bir an önce ve kazasız belasız bitirip dönmekti.
1984 de PKK terörü başladığında zamanın başbakanı "Üç beş eşkiyadır" deyip sayfiye dinlencesini sürdürmemiş miydi?
Ama, akan kan durmamıştı.
1977 güzünde, tayinini çıkartan Ziraat Bankası müdürü, bir akşam gazinoda bir yemek vermişti. Yemekte ilçeye o gün gelmiş olan yeni banka müdürü, hakimler ve savcı, daire amirleri, reis, banka muhasibi ve bayındırlık sürveyanı Haşan vardı. Yemeğin ilerleyen bir saatinde, birimiz Cahit Külebi’nin "Edirne'den Ardahan'a kadar bir toprak uzanır" diye başlayan şiirinden birkaç mısra okudu. Bir önceki belediye reisinin oğlu olan banka muhasibi "Neden Edirne'den Çukurca'ya kadar değil” diye tutturmasın mı?
 Sayılan bir ailenin oğlu olan bayındırlık sürveyanı da katıldı ona. "Yahu, şair öyle yazmış, kafiyeyi öyle düşürmüş. Ayrısı gayrisi mı var" dedikse de ikna edemedik. Yemeğin tadı kaçtı. Sonunda Urfa'lı olan hakim Enver Bey "Yeter artık, Burada bölücülük yapıyorsunuz. İhtar ediyorum" diye parladı. Dağıldık. Hakim Beye saygısızlık yapılabileceğini düşündük, o rahattı. Bu olayın üzerinde neden durmamıştık?
O gece sessiz kalmış olan "Barzani'nin albayı" lâkaplı reisle neden konuşmamıştık?
1978   Mayıs ve Haziran aylarında Hakkâri'nin güney doğusunda kalan yaylalarda Irak ve İran'dan gelen Talabanî ve Barzanî arasında çatışmalar olmuştu. Özellikle, kışın Talabanî ve Barzanî taraftan grupların İran'dan Irak'a veya tersi yönde geçişler yaptığını bilmeyen yoktu. Bu peşmerge gruplarına ve onlara sempati besleyenlere "Celali" deniyordu.
Celaliler, daha ziyade Ertuşi aşiretindendi. O günlerde il merkezinde sohbet ettiğimiz bir tüccarın söylediğine göre Barzani ve Talabani taraftarları, bu iki gruba yakınlık duymayanlara "hain" diyorlardı. Olaylar üzerine Hakkâri'ye gelen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı'nın "yayla anlaşmazlığından doğan olaylar" şeklindeki beyanatı gerçekleri yansıtmıyordu. Han Yaylasında iki tarafın 15-20 ölü, bir hayli de yaralı verdiği duyulmuştu. Sınırdaki Uzundere Köyünde bulunan Seyyar Jandarma Bölüğünde bir süre kalan tabur komutanının sınır bölgesinde 200 er kişilik iki grubun mola verdiğini, müdahale için izin istediğinde "gözleme, izleme" emri aldığını öğrenmiştik. Biz olayların dışında kalmıştık. Sadece izliyorduk.
Bu bölümün başında andığım Kozluk kaymakamı, 12 Mart döneminde mezra ve yaylalardaki masum halkın silahlarının toplanarak onların eşkıyaya, kurda kuşa karşı savunmasız bırakıldığını, Devletten soğutulduğunu anlatmıştı. Eşkiya ve ayrılıkçıların silahları alınamamıştı. Bir keresinde bir komanda birliğinin bir köydeki silah arama operasyonuna katılmıştı, nasıl yapıldığını görmek için. Geceden çevresi kuşatılan köyde evlerde aramalar yapılmıştı. Silah bulunamayınca evlerinden don gömlek toplanan erkeklere köy meydanında bir saat kadar yat kalk talimi yaptırılmıştı. Kaymakam, birlik komutanı yüzbaşıya "Bu yaptığınız iş mi" demişti.
Bu yıl, Esenboğa Havaalanında görevliyken, 1978-79 larda Çukurca'da muhafaza memurluğu yapmış olan Gümrük Muhafaza Müdürü Seyit Ali Harmankaya ile o yılları andık. Çukurca'nın girişinde, Seyyar Jandarma Bölüğünün alt yanındaki tepeye Efkar Tepesi deniyordu. Orda oturup düşüneni görmemiştim. Belki arada içip efkâr dağıtan oluyordu. Seyit Ali, Çukurca’ya gelirken o tepenin alt yanında "pasaport -kontrolü" olmamış mıydı? (Çukurca'ya gelen yabancılara, "Nerelisin? Buraya niye geldin?" şeklinde uluorta sorgulamaya bu isim verilmişti.) Bayındırlık sürveyanı Hasan ve arkadaşları tarafından. O, milletvekili hemşerisi Vefa Tanır'dan tavsiye mektubu getirdiği reis Macit Piruzbeyoğlu'nun misafiri olduğunu söyleyince muaf tutulmuştu kontrolden. Efkâr Tepesinde oturup düşünen yoktu, ama, Jandarma Bölüğünün kenarındaki Tepenin altında pasaport kontrolü soytarılığı yapılıyordu. Bundan, ilçe yetkililerinin haberi olmuyordu. Belki haberi olanlar vardı da aldırmıyorlardı.
Bu bölümü rahmetli Vali Turgut Kılıçer'den dinlediğim bir Ağrı öyküsü ile bitireyim: Valiye ilk haftalarda "Osmanlı kadın" dediğimiz bir köy muhtarından söz edilmiş. "Gelsin de görelim" demiş Muhtarın cevabı "Beni görecek vali, köyüme buyursun" olmuş. Bunun üzerine bir gün tugay komutanı ile eşli olarak o köye gidilmiş. Ağırlamadan sonra dilekleri sorulmuş Muhtar "Köyümüzün adı Avtünne ( Kürtçe, susuz demektir )idi, Çağlayan yaptılar. Ama, su yoktur. Su getirtin de bu ayıptan kurtulalım" demiştir. Su kıt olan yörede yapılan araştırmalardan sonra kuyu açılarak su getirtilmiş ve ayıptan kurtulunmuştur.
Doğuda eksikleri, ayıpları giderip vatandaşı kazanamadık. Gerçek birliği ve dirliği sağlayamadık. Acıları dindiremeyişimiz bundan...
İçimizden kan ağlamasıda...
Kaynak: Ertuğrul TAYLAN, Sıradaki Kaymakam, ARBA Araştırma Basım Yay, Birinci Baskı: Aralık, 1997, İstanbul

“Tüm Nefretle Beslenenler Adına”
 “Gözyaşı”, insanoğluna bahşedilmiş en muhteşem özellikler­den bir tanesidir. Mutlu, kederli, öfkeli ya da heyecanlı, hangi ruh halinde olursak olalım, hemen gözyaşı kanallarımız çalışma­ya başlar. İçimizde tüm birikenler taşar, saçılır etrafa. Kimi za­man zaaf, kimi zamansa güç gösterisidir gözyaşlarını salıvermek. Gözyaşlarımızı bir silah olarak kullanabildiğimiz gibi, başkaları tarafından bize karşı kullanılabilecek bir silah olabileceğini de biliriz. Yumuşak karnımız, en kırılgan noktalarımız gözyaşlarımızda gizlidir. Bizi ve tüm gizlerimizi anlatır, deşifre ederler. Eğer önüne geçmeyi başarabiliyorsanız, kendinizi saklı tutabile­cek kadar güçlüsünüz demektir; güçlü ve huzursuz, aynı za­manda tehlikeli. Eğer onları salıverecek kadar güçlüyseniz, ken­dinizi açığa vurmaktan korkmayacak kadar güçlüsünüz demek­tir; güçlü ve rahatlamış, aynı zamanda incinebilir.
11 Eylül gibi bir terör saldırısı sonrası dökülen gözyaşları nelerin ifadesidir dersiniz?
Tarifsiz bir keder mi, yoksa öfke midir o kristal damlalarda parlayan?
Belki korku, belki de kurbanlar arasında sevdiklerimiz olmadığı için derin bir rahat­lama duygusu. Belki ölenlere karşı duyduğumuz kinden ötürü bir sevinç, belki saldırıyı gerçekleştirenlerin canlan pahasına giriştikleri o muhteşem eylemin yansıyan gururu. Olayın kahramanlarından biri olamamanın kıskançlığı ya da kendisini yüzüncü kattan aşağı bırakan adamın fütursuzca ölüme meydan okuyuşunun heyecanı. Tüm duygular bir tek eylemin içerisine sıkışmış ve patlıyor. Zaten eylemin mantığı da bu. Tüm izleyiciler bir şekilde bu gösteriyi iliklerinde hissedecek, üzülecek, kızacak, heyecanlanacak ve en önemlisi de dehşete kapılacak. Gösterinin başarısı dökülen gözyaşı ile doğru orantılı. Bu nedenle “ikiz Kulelerin Yıkılışı” adlı filmin hasılat rekorları kırması doğal karşılanmalı. Ne de olsa dünya, dünya olalı böyle eylem görmedi.
Terörün geride bıraktığı yıkımın yalnızca maddi hasarlardan ve kurbanlardan ibaret olmadığı bilinen bir gerçek. Psikolojik yıkım, gösterinin en önemli bölümü. Panik, depresif hal, dehşet, korku ve felç bireylerden toplumun geneline, oradan da devlet kurumlarına ve resmi otoritelere kadar sıçrayan bir ruhsal duru­mu ifade ediyorlar. Reaksiyonlar asla aklın süzgecinden geçirilmiş değil. Her an bir saldırıya maruz kalabileceği endişesiyle evlerine kapanan halk, yüksek binalarda çalışmaktan korkan ve iş­lerine gitmeyen personel, uçak şirketlerini iflasa sürükleyebile­cek denli kapsamlı ve yaygın bir uçak korkusu, siyah saçlılarla başlayan ve sakallı, bıyıklı ya da Müslüman olabileceği görüntü­sünü veren herkese yönelen bir endişe ve nefret duygusu, eylem sonrasının sıradan halleri.
Bunun toplumsal düzleme yansıyan etkileri ise, sosyolojik analizlere ihtiyaç gösteriyor. Bireylerin psikolojik çöküntüleriy­le başlayan süreç, toplumsal psikolojinin de alt üst oluşu ile sonuçlanıyor. Meşhur Amerikan “melting pot” (çok uluslu ülke) unun çöküşü ve her renkten, dinden, ırktan insanı Amerikalılık potasında erit­tiği iddia edilen üst kimliğin toz duman oluşu pek çok şeyi gösteriyor. Tüm toplumsal yapılarda bizleri bir arada tutan, bağlayan iplerin ne kadar ince ve ilişkilerimizin ne kadar kırıl­gan olduğunun bir belirtisi yaşananlar. En iddialı sistemlerde bile bağlayıcı ve birleştirici dinamiklerin bir anda ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı unsurlara dönüşmesi mümkün. Dinleri, lisanları, renkleri, etnik kökenleri, gelir durumları, giyim kuşamları, davranış kalıpları, tüm insanlara birbirlerinden ne kadar farklı ol­duklarını hatırlatıyor, insanları diğerlerinden ayıran özellikler belirginleştikçe, giderek küçülen gruplan benzeştiren nitelikler de daha fazla somutlaşıyor. Gruplar homojenleşiyor. Amerikalılar Amerikalılığın, Avrupalılar Avrupalılığın ne anlama geldiğini yeniden tarif etmeye başlıyorlar. Eylem gösteriyor ki, herkes Amerikalı ya da Avrupalı olamaz. Sınırlar yeniden çiziliyor, “öz Amerikalılar” yeniden tanımlanıyorlar. Kendi içine kapanma ve xenophobia, farklılığının bilincine varan insanlar tarafından da­ha fazla benimsenmeye başlıyor. Sonuç, bir terör eylemi ve ar­dından gelişen çözücü, dağıtıcı toplumsal travma.
Sosyal çözülmenin, yalnızca 11 Eylül benzeri, tek bir patla­manın dağıtıcı etkileri sonrası ortaya çıkabilecek bir süreç oldu­ğunu iddia etmek, kuşkusuz doğru olmaz. Terörün yıllarca sür­dürülmesi sonucu ortaya çıkan travmatik etkiler, bir tek eylem­de ortaya çıkabilecek olanlardan çok daha fazla. Zira eylemlerin tekerrür etmesi, olayın şok boyutunu ortadan kaldırmakta ve kanıksanan durum, farklılıkların asla aşılamaz biçimde birer kimlik unsuru haline gelmesine neden olmakta. Tek bir eyle­min yarattığı şok sonrası, akl-ı selim zaman içerisinde kendisini göstererek, toplumsal düzen kendisini iyileştirme sürecine gi­rerken, sürekli hal alan bir çatışma durumu, çatışan özellikleri, kimliğin ana belirleyicisi haline dönüştürmekte. Yani her Filistinliliğin ön koşulu İsrail karşıtı olmak biçiminde tarif edilir­ken, İrlandalılık, İngiliz karşıtı olmakla eşdeğer hale gelmekte.
Çatışma ve zıtlık üzerine kurulu olan toplumsal kimliklerin ürünü ise, her an kavgaya, sıcak kapışmalara gebe sistemler olarak şekilleniyor. Çatışan taraflardan güçlü olanı silahlı kuv­vetlerini kullanırken, zayıf olansa silahlı milisler ve terörist tak­tiklere bel bağlıyor. Kısır döngü sürekli beslenen bir kinle, hızla devinimini sürdürürken, toplumlar arasındaki uçurum iyice derinleşiyor. Hatlar keskinleşirken, düşman resmediliyor. “Onlar karşı taraf ve bizden değiller, bizi bir arada tutan birleştirici unsurumuz ise onlardan olmamamız.” Çatışan farklılıklar ve Amin Maouluf’un deyimiyle “ölümcül kimlikler” dünyası bura­sı!
Biz papatyalarız, onlar karanfil. Bizim bahçemizde karanfillere de, karanfil severlere de yer yok. Tek renk bir bahçe istiyo­ruz ve bahçedeki tüm güneşi, tüm suyu, tüm mineralleri biz tüketmek istiyoruz. Kahrolsun karanfiller ve papatya sevmeyen tüm çiçekler!
Terörizmin psikolojisi de “onlar” olarak kabul edilen, düş­man saflara karşı girişilmiş bir savaş içeriğine sahip. Genellikle, karşı tarafın orduları, tankları, uçakları bulunmakla birlikte, terörü kullanan tarafta bu tür ekipmanlar yok. Teröristlere göre onları yenilmez kılan şey, iman güçleri ve haklı davaları. Nice­liksel zayıflıklarını, sahip oldukları manevi güçle telafi etmek­teler. Kaldı ki başka mücadele şansları ve araçları da bulunmu­yor. İddialarına göre, bahçeyi istila etmiş olan edepsiz, saldır­gan ayrık otlarına karşı varolma mücadelesi veren “kırılgan güller” onlar. Dikenlerinin batması gerektiğine inanıyorlar. Sert adamlar, sert mücadeleler veriyorlar. Bu da onlara prestij ve kimlik kazandırıyor. Kendini savunamayan menekşelerin, pa­patyaların, lalelerin de koruyucusu oldukları iddiasındalar. Ey­lemciler kimseye fikir sormadan, bildikleri yolda ilerliyor, bombalıyor, yakıyor, yıkıyorlar. Kendilerince adaleti sağlıyor­lar. Adalete güç verilemediğinden, “güce” hak verilmesini ve haklı olan güçlü olamayınca, güçlü olanın haklı olmasını red­dediyorlar. Varolan durumun yanlış olduğunu kabul ettirene kadar, olması gereken adına mücadele etmeye kararlılar.
Ancak eylemi gerçekleştirenler de insan ve insani zaaflarla, korkularla, endişelerle dopdolular. Esasen pek çoğumuz açı­sından onları insan kategorisine sokmak hayli zor. Zira terö­ristlere insan demeye dilimiz varmıyor. Olsa olsa bir psikopat­lar güruhu olarak nitelendirilebilirler. Sorunlu, kompleksli, ilgisiz ve hastalar. Akıllarını başlarından alan bir nefret duygusu ile kirlenmiş katiller onlar. ABD’de, Sudan’da, Afganistan'da ya da Peru’da olmaları fark etmeksizin aynı özellikleri paylaşıyorlar. Masum kanı içiyor, yaralıyor, öldürüyor ve dü­zen bozuyorlar. Böyleleri sabah uykudan kalktıklarında neye benzerler acaba?
Kahvaltılarını ederlerken bir gün önce katlettikleri insanların son bakışlarını hatırlarlar mı?
 Herhalde surat­lın filmlerdeki kötü adamlara benzer. Fesat bakışlı, pis suratlı, psikopat tavırlı ve çirkin. İblisin oralarda bir yerlerde olduğu­nu, fiziksel görünüm ele vermeli mutlaka. Hayallerimizdeki te­rörist tipleri bizlerden farklı birileri olmalı. Bizim gibi doğma­malı, annelerine bizim gibi sokulmamalı, bizim gibi saklambaç oynamamak, sevmemeli, sevilmemeli.
Aksine bir durum önemsediğimiz, yücelttiğimiz ve gurur duyduğumuz “insani kimliğimizle” çelişkili bir durumdur. Zira insanoğlu kin tutmamalı, öfkelenmemek, isyan etmemeli, her­kesle kardeşçe yaşamalı, bencillikten ve saldırganlıktan uzak durmalıdır. (!). Hangi şart altında olursa olsun. Peki, hangi ko­şullar, sıradan bir insanı bile ölüm makinesi haline getirebilir sizce?
Yaşamının tehlike altında olması ya da sevdiklerinin ve­ya halkının güvenliği mi?
Belki de uğruna canını vermekten çekinmeyeceği vatanının bekaası?
Tanrının sevgisini kazanma arayışına ne dersiniz?
Elbette hangi ulusa mensup olurlarsa ol­sunlar, tüm ezilenleri kurtarma ve sömürüye karşı mücadele misyonunu da yabana atmamak gerekiyor. Pek çok değişik ne­den bulmak mümkün olsa da, hepsinde varolan en önemli nokta, teröristlerin kendilerini uğrunda savaş verdikleri idealin birer askeri olarak tanımlamaları ve hep, binlerini kurtarmak için mücadele ettiklerini düşünmeleri.
Ölürken de, öldürürken de ulvi bir sebebin varlığı terörist­leri sıradanlıktan uzaklaştırıyor. Hırsızlık için, kan davası için ya da ruh sağlıkları bozuk oldukları için değil, insan oldukları için, iyiyi temsil ettikleri için, herkes için öldürdükleri düşün­cesini taşıyorlar. Eylemleri, umduklarının çok dışında sonuçlar verse de, kendilerini ve ideallerini sorgulamaktan ısrarla kaçınıyorlar. Bir terörist için en zararlı şey sorgulamak. Liderini, örgütünü, silah arkadaşlarını ya da yaptığı şeyin gerçekte kimlere zarar verdiğini sorgulamaya başladığı anda, mücadele kay­bedilmeye yüz tutuyor. Bu nedenle, kutsallar üretilip, bağlılığı sınayacak testler tekrarlanıyor ve itaat mecburi hale getiriliyor. İnançlarsa mutlaka aklın önüne geçmelidir. Teröristin, ikiz kuleleri yıkmanın, ABD’nin küresel hakimiyetini engellemeyeceğini, aksine askeri yayılmasını daha da kolaylaştıracağını ya da meşrulaştıracağını düşündüğü noktada eylem zayıf düşecektiı Bu nedenle liderin emirleri tartışılmamalı, yalnızca katıksız uygulanmalıdır. Lider “öl” emrini verse de.
Liderin adamlarıyla ilişkisi gerçek bir askeri disiplin gerek­tirir. Zaten örgüt üyeleri kendilerini birer asi ya da katil olarak değil, asker olarak tanımlarlar. Onlar büyük bir mücadeleyi hayatlarını adamış, kanlarının son damlasına kadar o ordunun bir üyesi olarak hizmet etmeye söz vermiş, savaşçılardır. Psiko­lojileri savaşta ülkesini savunan birer askerden farklı değildir. Kötülere karşı müdafaa etmek zorunda oldukları birileri vardır. Kendileri adına değil, kendilerinden birileri namı ve hesabına talepte bulunurlar. Bu taleplerini gerçekleştirebilmek ve direniş gösterdikleri otoriteleri zorlayabilmek amacıyla, masum kur­banlar da dahil herkesi hedef almaktan kaçınmazlar. Haklılık­larına o kadar inanmaktadırlar ki, karşı taraf olarak kabul et­tikleri insanlara ne kadar acı verdiklerini hesaba katmazlar.
Kurbanın masumiyeti terörist tarafından da bilinmektedir aslında. Hatta bazılarının, kurbanları adına üzülüyor, onları in­cittikleri için suçluluk hissediyor olmaları mümkündür. Ancak genel anlamıyla “kurbanın”, terörist açısından çok önemi yok­tur. O, “özel” olarak kurban üzerinden gerçekleştirdiği eylem ile, karşı tarafa “genel” bir ceza vermekte, kendi çektiği acıları onlara da hissettirerek, siyasi otoritelerin aczini göstermektedir.
Teröristlerin pek azının öldürdükleri kişiler için üzüntü ya empati duydukları bilinen bir kuraldır. Ölenler hakkında düşünmez, ölünün acısını hissetmez, yorum yapmaz, yalnızca karşı tarafa verdirdikleri kaybın hesabıyla ilgilenirler. Bu, onların kendi ruhlarını kurtarmak ve psikolojik olarak rahatlamalarını sağlamak adına da anlamlıdır. Yapılanlar, kayıplar, masumlara verilen zararlar, herhangi bir insani değer çerçevesinde açıklanamayacağı için, kurbana yabancılaşmak ve onu matematik olarak sayılabilir, kullanılabilir bir materyal olarak algılamak en geçerli yöntemdir.
Kurbanlarını birer insan olarak değerlendiren ve yaptıkları eylemin korkunçluğu ile yüzleşebilenler açısındansa, kendileri en az öldürdükleri insanlar kadar şeytanın kurbanlarıdır. Tüm kötülüklerin yaratıcısı olan şeytan -ki burada şeytan, di­ni bir tasarım değil, genellikle somut politik bir figürdür- kendisini de bu davranışa mecbur bırakmaktadır. Bu şekilde suçlu belirlenir ve kurbanların sorumluluğu da şeytanın eseri olan kötü düzene atılır. Teröristin vicdanen rahat olması eyle­min başarısı açısından önemlidir. Unutulmamalıdır ki, sıra­dan, ruh sağlığı yerinde olan bir insan için öldürmek, en az ölmek kadar zordur.
Terörist açısından ölebilmek ile öldürebilmek eylemleri ara­sında bir geçişkenlik vardır. Ölüm, küçümsenmektedir. Bu şe­kilde “kurbanların hayatlarını kaybetmeleri” de olgusal olarak basitleşmektedir. Kendileri bu kadar kolayca ölebildiklerine göre, kurbanların ölmeleri de, o kadar önemsenmemelidir. Ölüm kaçınılacak bir şey değil, herkesin karşılaşacağı bir son­dur ve “Eğer ölüm önceden belirlenen bir zorunluluksa, o za­man korkakça ölmek bir utançtır.” Nitekim korkakça ölmeye­ceklerini ispatlama arayışındaki intihar eylemcileri, kendilerini duraksamadan kurban edebilecek bir yüreklilik ve inanışla, be­denlerini amaçlarına feda etmekten kaçınmazlar.
İntihar olgusu sosyal ve dinsel anlamda reddedilse bile, bir amaç uğruna ölüme korkusuzca gidebilmek, tarihten günümü­ze hep olumlu bir nitelik olarak değerlendirilmiştir. Örneğin Roma döneminin en sert muhalifleri olan Sicariiler, dava uğru­na ölmeyi çok eğlenceli bir şey olarak telakki etmiş ve Tanrı ta­rafından kurtarılmayı beklemişlerdi. Onlara göre Kudüs, Ro­malılardan kurtarılırsa, günahkâr rejim iktidardan düşecek ve Tanrı onlara kendisini göstererek ödüllendirecek, kurtaracaktı.
Kurtarılmanın bu dünyada gerçekleşmesi de zorunlu bir şart değildir. Zira dinsel inançların çoğu, gerçek selametin an­cak öbür dünyada olduğunu ve bu dünyadaki fedakârlıkların, öteki tarafta ödüllendirileceğini kabul ederler. Sonlu yaşamı­nızda çekeceğiniz sıkıntılar, sonsuz varlığınızın gerçekleşeceği Tanrı katında size sunulacak olan mükemmel ortamın garantisi olarak değerlendirilirler. Bu nedenle acılar ve sıkıntılar birer fırsat olarak kabul edilirken, dinsel bir amaçla kendini feda et­mek, şehadet mertebesine ulaşmak anlamına geleceğinden ka­çınılacak değil, özenilecek bir durum halini alır.
Her ne kadar, sonucu özenilecek bir durum olarak algılansa da, kendisini inancının askeri olarak tanımlayan herkesin, inti­har komandosu olabilmesi söz konusu olamayacağından, baş­ka faktörlerin de göz önünde bulundurulması gerekir. Zira hangi motivasyon ve inançla olursa olsun, sıradan bir insanın psikolojik sorunları olmaksızın bir intihar eylemine girişmesi çok kolay değildir. Bu nedenle intihar eylemcisinin inancını pekiştiren, onu besleyen kişisel travmalarının bulunması, ge­nellemede bir ön koşul olarak kabul edilir.
İntihar komandolarının neredeyse hepsinin karşı tarafa (mücadele ettikleri gruba) kurban verdiği bir akrabasının ya da yakın arkadaşının olduğu görülmektedir. Yani bir kan davası­nın varlığı ve intikam arayışı, intihar eylemcisini tetikleyen en önemli unsurlardan bir tanesidir. Zaten terörist eylemlerde he­men her zaman meşru öfkelerin izlerine rastlamak mümkündür.
İntihar eylemcileri, kendilerini feda etmek suretiyle karşı tarafa kendi acılarını hissettirme şansını yakaladıklarını ve kayıplarını eşitlediklerini düşünürler. Onlar incinmiş, acı çekmişlerdir, Ölüm ise acılarına son verip, onları görevlerini tamamlamış ol­manın huzuruyla en son yolculuklarına uğurlamaktadır. Bu ölümle gelen yıkım, karşı tarafta derin acılar yaratacak ve bun­dan böyle keder, diğerlerine yoldaş olacaktır. Bu tarafta ise ebe­di sükun sağlanmıştır.
Terör eylemcilerinin en tehlikelileri olarak kabul edilen inti­har komandolarının bir başka önemli özelliği de, genellikle 16 ile 28 yaşları arasındaki gençlerden oluşmalarıdır. Genç, gözü pek ve deneyimsizdirler. İnançlarına ölümüne bağlı, mükem­meliyetçi ve devrimci olmaları ortak özellikleridir. Aralarında istisnalar olmakla birlikte çoğu fakir ve az eğitimli ailelerden gelmektedirler, ideolojik tabanlarının ise etnik ya da dini motiflerle süslü olması daha olağandır. Zira en güçlü ideolojiler bu şablonlara oturmakta ve eylem ile sonuçlar açısından bakıl­dığında daha rasyonel bir zemine yerleşmektedir.
İnsanın kendi kendisini ölüme mahkûm etmesinin ve inanı­şı uğruna yaşama veda etmesinin kolayca açıklanabilir bir tavır olmadığı söylenebilir. Üstelik intihar eylemcisi açısından psi­kolojik bir travma ya da nefret ettiği, artık içerisinde bulunmak istemediği bir hayattan kaçış arzusu da bulunmaz. Tersine ya­şama ölesiye bir bağlılık ve onu kendi inancına göre, kendisini feda ederek daha güzel kılma arayışı vardır. Ölüm bir kaçış ya da bir son olarak değil, bir açılış, bir başlangıç olarak tasarla­nır. intihar komandosu hayatla vedalaşırken, onun inandığı değerler adına gerçek mücadele başlamaktadır. Georges Sorel’in çok çarpıcı ifadesi şöyle; “Gerçeklikler için değil fikirler için, bilinenler uğruna değil, inanılanlar uğruna ölünür... İnançlar söz konusu olduğunda, en önemli işareti ve en etkili kanıtı uğruna ölümdür.” Uğruna ölünebilecek bir davaya sahip olması ise, teröristin en büyük gücüdür.
İnsanın davası uğruna, kendi bedenini bir araç olarak kul­lanması ideolojik nitelikli terör eylemlerinde de görülmekle beraber farklı bir içerikte şekillenir. Burada intiharın amacı ka­muoyunun sempatisini kazanma ve soruna dikkat çekme yö­nündedir. Açlık grevleri, kendini yakma gibi eylemler, intihar komandosunun eyleminden farklı olarak çevreye zarar verme ya da kendisini bir silah haline getirme amaçlı olmadığı gibi, yalnızca eylemcinin kendi bedeni üzerindeki bir tasarrufuna dayanır. Eylemci kimseyi yok etme, kan davası gütme ya da in­tikam alma gibi bir hedef gütmeyip, kendi bedeni üzerinden kamuoyuna ve siyasi otoritelere bir mesaj vermeyi amaçlar.
Cinsiyet açısından bir değerlendirme yapıldığında intihar eylemcilerinin yalnızca %15’inin kadın olduğu gözlenmekte­dir. Buna karşın kimi örgütlerin özellikle kadın militanları ter­cih ettiği de bilinir. Örneğin Sri Lanka’nın Kara Kaplanları’nın elinde sınırsız bir kadın intihar eylemcisi potansiyeli bulundu­ğu söylenmektedir. Kadın militanlar kararlı ve tereddütsüz bi­rer eylemci olabildiğinden, çoğunlukla acımasızlıkta erkekleri de geride bırakabilmekte ve son derece tehlikeli bir potansiyel taşımaktadırlar. Nitekim “önce kadınları vurun” sloganı, bu tehlikenin bir uzantısı olarak yerleşmiş ilkelerden birisine işa­ret eder. Unutulmamalıdır ki, ölesiye inanmış bir kadın, gerçek bir nükleer bombadan daha tehlikeli olabilir.(!).
Ölebilmek, daha doğrusu nasıl ve ne zaman öleceğine karar verebilmek kimilerine göre en büyük özgürlüktür. Montaigne’nin denemelerindeki en çarpıcı ifadeler bununla ilgilidir. “Derler ki, bilge yaşayabildiği kadar değil, yaşaması gerektiği kadar yaşar... Hayata giriş yolu bir tek, ama çıkış yolu yüzbinlercedir. Yaşamak için toprağımız olmayabilir, ama ölmek için toprak bulunur nasıl olsa... Hiçbir zaman korkulmayacak, çok kez aranacak bir limandır ölüm... Yaşamak kölelik olur, ölme özgürlüğümüz olmazsa.” intihar eylemcisi de, bir anlamda köleliğine böyle bir son vermekte, ancak başkalarının yaşama, özgürlüğünü elinden almaktan çekinmemektedir. Yaşama öz­gürlüğü ise, ölme özgürlüğünden daha değerli bir şey olsa gerek Özgürlükler elbette değerlidir, ancak bir başkasınınkini elinden almadıkça.
İntihar eylemcilerinin yerleşmiş psikolojik sorunları ve de­nlilere giden travmaları olduğu iddiası çoğunlukla kabul gör­mekle birlikte, genel terörist tipolojisinde böyle bir kriter bu­lunmamaktadır. Kuşkusuz terörü bir mücadele stratejisi olarak benimsemek, yani terörist olmak çok kolay bir seçim değildir. Hiç kimse akşam normal bir insan olarak uykuya dalıp, sabah terörist olma kararını veremez. Travmalar, birikimler, olumsuz şartlar ve beklentiler en temel iteliyicilerdir. Ancak geniş bir toplumsal kabul gören teröristlerin deli ya da sapık olduklarına ilişkin kanaat, oldukça tartışmalıdır. Teröristler arasında ruhsal açıdan sorunlu tiplere pek rastlanmadığı gibi, klinik açıdan kişilik bozukluğuna sahip olarak nitelendirilebilecek olanları bulmak da son derece zordur. Kaldı ki, terör örgütlerinin psi­kolojik problemleri olan dengesiz kişilerle irtibat kurmadıkları, onları güvenilmez buldukları bilinir.
Örgüt üyesinin, yaptığı şeyin doğruluğuna sorgusuz inanan, liderine karşı itaatkâr, işbirliğine yatkın ve mücadeleci olması önemlidir. Buna karşın hayata bakışında çeşitli sapmaların ol­ması da normal kabul edilir. Zira standart terörist, çok farklı psikolojileri bir arada yaşayan, duygusal gelgitleri olan birisi­dir. Sıradan ve hayatı normal gidişinde yaşayan insanlardan ki­mi farklılıkları bulunduğu da açıktır. Terör uzmanlarına göre, olayların gereğinden fazla küçümsenmesi, yoğun hayal kırık­lıkları, risk almaya yönelim, kendi doğruluğuna aşırı güven, hayalperestlik, sosyal izolasyon ve fark edilme arzusu, terörist tipolojisinin en genel nitelikleridir. Bu özelliklerin çeşitli dere­celerdeki varlığı, teröristin başarısı üzerinde de önemli bir be­lirleyicidir. Örneğin risk almaktan korkan, kararsız ve güvensiz kişilerin ya da geniş bir aile çevresinde kuvvetli sosyal ilişkilere sahip olarak yaşayan ve kendisini mutlu, beklentileri karşılanmış olarak nitelendiren kişilerin terörist olma potansiyelinin düşük olduğu farzedilir. Genel nitelikleriyle sıradan bir terörist, sis­temle barışık olmayan, ama o sistemin değerleriyle düşünen, yanlışları şiddet kullanarak düzeltme arayışında olan ve siste­min içerisinde yerleşik bir kimliktir. Oysa terörist örgütlerin li­derleri ve kitle imha silahı kullanmayı hedefleyen sıradışı terö­ristler açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Onlar farklı hedeflere ve kişilik yapılarına sahiptirler. En basit ifade­siyle “başka dünyanın insanlarıdırlar”.
Eylem emrini veren ve örgütte karar verici konumunda olan kişiler, kişisel hedeflerinin yarı sıra, son derece ütopik senaryo­ların da sahibi olabilirler. Özellikle tarikat türü terör örgütlerin­de bunu görmek çok kolaydır. Bin-yılcı, kıyamet günü bekleyen ve peygamber vasıflarına sahip olduğu iddiasında olan terör ör­gütü liderleri, akıl sağlıkları yerinde olmayan, derin ihtiraslara sahip çizgi film kahramanları gibi hareket etmektedirler. Onlar için, dünyayı ele geçirme, tüm insanlığa ceza verme, kıyamet gününün gelişini sağlama gibi amaçlar söz konusu olabilmekte­dir. Lider, örgütün efendisi kimliğini peygamber vasfı ile de do­natarak, Tanrı’nın emirlerini yerine getirmekte olduğuna inandı­ğında, son derece tehlikeli terörist tiplemeleri ortaya çıkmakta ve kitle imha silahlarının kullanımı gündeme gelmektedir.
Kitle imha silahlarının kullanılması emrini verebilecek bir li­derin akıl sağlığının yerinde olma ihtimalinin bulunmadığı or­tadadır. Bu kişilerin paranoid, paranoid-şizofrenik, şizofrenik, pasif-saldırgan kişilik ya da sosyopat olmaları mümkündür. Ancak terörizm konusunda araştırmalarıyla tanınan Jessica Stern’e göre şizofrenikler ve sosyopatlar kitle imhasına dayalı bir eylem hayal etseler bile, bunu gerçekleştirmeleri oldukça güçtür. Zira her şeyden önce büyük çaplı bir kimyasal, biyolo­jik ya da radyolojik saldırı için gerek sosyopatlar, gerekse şizof­renikler grup çalışmasına elverişli değildirler. Bu nedenle her­hangi bir psikolojik bozukluğun varlığı değil, bazı spesifik problemlerin bulunması daha anlamlıdır. Ayrıca liderin zeka düzeyi de son derece önemlidir ve bu tür liderlerin normalin üzerinde IQ düzeylerine sahip oldukları bilinmektedir.
Onlar sistemin bir parçası değil, sistemin potansiyel hakimi gi­bi, sisteme dışarısından bakarlar. Tıpkı nehrin akışının tersine yüzen somon balıklarını avlayan, iştahlı ayılar gibi örgüt üyelerini toparlar ve günü gelince kış uykusundan kalkmak üzere, üç depolarlar. Bekledikleri gün ise bellidir; -çoğunlukla kıya­met ve yeniden diriliş!
İster ruhani ve dini esaslardan güç alsınlar, isterse gerçek yaşamın içerisinde varolan sorunlardan beslensinler, örgüt liderlerinin, örgütün genel politikasını ve uyulması zorunlu ahlaki değerlerini belirleyerek, bunlara uymayanı cezalandırma yetkisi tartışılamaz. Grubun içerisinde herhangi birisinin yapı­lan eylemi sorgulaması ya da “Neden masum insanları öldürü­yoruz?” sorusunu sorması grubun birlik ve bütünlüğünü sek­teye uğratacağından engellenmelidir.
Lider, örgütün tüm üyelerine, gruptan çıkışın tek yolunun, ölümle gerçekleşebileceği mesajını verebildiği ölçüde, gücünü ve otoritesini pekiştirir. Kaldı ki, bir kez grubun içerisine giri­lip, örgütün ideallerinin benimsetilmesi sürecine girildikten sonra, örgüt üyelerinin fikir değiştirmeleri de pek rastlanılan bir durum değildir. Bu nedenle kontr terör politikalarının en önemli ilkelerinden bir tanesi de, örgütten çıkışın sağlanmasın­dan ziyade, öncelikli olarak örgüte girişin engellenmesidir.
Bir kez örgütün içerisine girildikten sonra, bir şeye ait olma duygusu, büyük bir projenin parçası olma hayali, örgütün yeni üyesini sarıp sarmalar. Yalnızlık, yerini silah arkadaşları ile çev­relenmiş kocaman bir aileye bırakır. Örgüt üyesi artık tek başı­na sistemden hoşlanmayan bir adam değil, o sistemin kuralları­nı parçalayan, haksızlıklarla mücadele eden, düzenli bir ordu­nun parçası haline gelmiştir. Tüm zaafları, eksiklikleri örgüt içerisindeki dayanışma ile birlikte kapatılır. Toplum içerisinde kaybolan, silik, kimsenin tanımadığı, önemsemediği bir kişi­lik, yavaş yavaş sert, hedefe kilitlenmiş, saygı uyandıran, ürkülen bir insan modeline doğru evrilmeye başlar. O, artık özeldir ve yemekten, uyumaktan, diş fırçalamaktan daha anlamlı(!) bir şeyler yapabilme fırsatı eline geçmiştir. Öyleyse dünyayı değiştirmenin zamanıdır, bombalar yapılmalı, düş­manlar yakılmalıdır; kadın, erkek, çoluk çocuk demeden.
Teröristler göründüğü kadarıyla dünyayı yorumlamaya çalı­şan filozoflardan değil, değiştirmeye çalışan devrimcilerdendir­ler. Değişim şart olduğuna göre, bunun yapılabilmesi için şiddet kullanılması gerekse de, “vazife” yerine getirilmelidir. Teröristle­re göre, onlar “aklar” ve “karaların” çok net görülemediği bir dünyada, aklan gösterme misyonunu gütmektedirler. Diğerleri­nin aklan görememesi esasen şaşırtıcıdır, ancak göremeyenleri yola getirmek de onların görevidir. Bunun için türlü fedakârlık­lara katlandıklarını düşünürler. Gri renklerle uğraşmaz, kendi doğrularının en ak, karşı tarafın doğrusunun ise en kara olduğu­na sonsuz bir inanç beslerler. Bu sarsılmaz inanç tüm bedenleri­ni ve zihinsel faaliyetlerini esir aldığından, bir tür toplu histeri içerisine girerler. Örgüt aynı anda nefes alıp vermeye, birey, bir organizmanın parçası olarak yaşamaya başlar. Beyin, örgütün li­deri olduğu için üyelerin fazlaca düşünmesine gerek olmaz. Onların yerine düşünen birisi vardır. Onlarsa beyinden diğer or­ganlara giden komutlara, vücudumuzun diğer uzuvlarının ver­diği tepkileri vermekle yetinirler. Koş diyen bir beyine koşan ba­caklar, sindir diyen beyine sindiren mide, öldür diyen beyine öl­düren eller. Aksine bir durum hastalık belirtisi olurdu zaten.
Örgüte dışarıdan bakan birisine çok anlamsız ve akılsızca gelen birçok eylemin ve ritüelin, kimi zaman çok eğitimli, zeki kişilerce benimsenmesinin nedeni de, örgüt içerisindeki bu hi­yerarşik ve yarı mistik yapılanmadır. Tarihteki en büyük mate­matik dehalarından Pisagor’un, kendi tarikatına mensup üyele­re baklagilleri yasaklaması ya da beyaz horoza dokunmanın, ana yollarda dolaşmanın, yere düşeni kaldırmanın yanlış olduğunu kabul ettirmesi bizlere elbette komik geliyor. Oysa bu ilimden yaklaşık 2500 yıl önce yaşayan bu insanlar, üçgenlerde ,a2+b2=c2 formülünün mucidine, dörtlük esasına göre yapıl­mış hiçbir şeyin üstüne oturmayacak, ışığın yanında aynaya bakmayacak, yürek yemeyecek veya ekmeği koparmayacak ka­dar çok inanmışlardı. Tarihin en şaşırtıcı adamlarından birisi ulan Pisagor, bir terör örgütü kurmasa da, tarikatı ve fikirleri İle dönemin en etkili kişilerinden birisi olmuştu. Garip fikirleri ve müritleri ile oluşturduğu sosyal çevre yüzünden Kroton’dan kovulup, güney İtalya’daki Metapontion’a gelene kadar da, kendi polisinde siyasi ağırlığını hissettirmişti.
Aum Shrinkyo tarikatının lideri Shoko Asahara’nın, modem dönemin Pisagor’undan farkı, şiddetin meşruluğuna inanması ve kitle imha silahlarını kullanabilmeyi düşünmesidir. Müritleri­ne bakıldığında dünyanın en yetenekli mühendislerinin, bilgisa­yar uzmanlarının, biyologlarının ve doktorlarının, onun emirle­rini kutsal ayetlermişçesine benimsedikleri görülür. Japonya’nın ya da İngiltere’nin güvenliğe ilişkin software yazılımlarını yapa­bilecek kadar usta bir yazılımcının, Asahara’nın her istediğini yapması nasıl açıklanabilir? Organizma her uzvuna düşünme yetisini verse idi, organik sistemin çalışması tabii ki mümkün olamazdı. “Birey düşünerek ve sorgulayarak varlığını kanıtlasa da, örgüt üyesi düşünmeyerek ve itaat ederek kendi varlığından soyutlanır.” Bu şekilde kimlik başka bir şablonun içerisinde olu­şur ve bireyden, grubun bir parçası haline geçiş mümkün olabi­lir. Ortaya çıkan, teröristin yeni kimliğidir ve bir şeylere ait olma duygusunun yarattığı motivasyonla, şevkle benimsenir.
Grubun iç dinamiği, dışarıdan aldıkları etkilere bağlı olarak şekillenir. Karşı tarafın katılığı ve gücü, grubun dayanışma duygusunu ve bağlılığını kuvvetlendirdiği gibi, ideolojisini keskinleştirerek, eylem stratejisini daha da sertleştirir. Terörist­ler açısından alternatif çıkış bulunamaması halinde en tahrip edici süreçlerin başlaması mümkündür. En sert eylemler, ge­nellikle finişe en yakın dönemlerde gerçekleştirilenlerdir.
Terörle mücadele giderek sertleşirken, “korku” yalnızca top­lum için değil, örgüt açısından da en belirgin psikoloji halini alır. 11 Eylül sonrası, El Kaide militanlarının korkmadığını söylemek, çok hafif bir iddia olacaktır. Her şeyin bir bedeli vardır ve onlar da bunun farkındadırlar. Yalnızca eylemciler için değil, sempatizanlar açısından da durum aynıdır. Eylem­den önce sahip oldukları hareket serbestisini, konforu ve öz­gürlüklerini sürdüremeyecekleri söylenebilir. Nitekim El Kaide üyeleri, daha önce de sabıkaları olmasına karşın, esasen bir tek eylem sonrasında, İslami fundementalizm taraftan, gerici bir grup olmaktan, insanlık düşmanı, şiddet yanlısı terörist şeytan­lar haline dönüşmüşlerdir.
Demokrasi ve insan hakları olguları, güvenliğin öncelikli olduğu bir düzende anlam ifade etmeyeceğinden, düşüncele­rini özgürce ifade etmeleri, diledikleri gibi toplanmaları, gi­yinmeleri, iktisadi faaliyetler sürdürmeleri mümkün olamaya­caktır. Hatta Guantanamo’daki gibi işkence görmeleri, hukuk­suz yargılamalara maruz kalmaları çok muhtemeldir. Buna çok da fazla şaşırmamak gerekir. Zira mücadele eden taraf açısın­dan bakıldığında, insanlığa ve hukuka saygı duymayan, o kavramlarla düşünmeyen insanlara karşı, hukuk ve saygı prensip­lerini geçerli kılmanın gereği yoktur.
Öç alma duygusu ve nefret, öfkeyle birleştiği zaman, kural­ların çiğnenmesi için en mükemmel zemini oluşturduğundan, eylemcilere ve sempatizanlarına karşı hiç de hukuki olamayan tepkiler gösterilmesi olağandır. Mücadele eden ekip elemanla­rının teröriste karşı saldırgan tavırlar içerisine girmesi ve şiddet kullanması çok sık görülen bir durumdur. Hissi bir nedenle gi­rişilmiş bu şiddet gösterisi, teröristin şiddet eyleminden farklı­dır. Zira teröristin kullandığı şiddet araçsaldır, yani şiddet amaç doğrultusunda kullanılan bir araç durumundadır. Belirli bir öfkenin anlık tepkisi olarak değil, uzun dönemli birikimlerin siyasi ifadesi olarak kullanılır. Teröriste ve sempatizana karşı kullanılan şiddet ise, eğer bir tepki niteliğindeyse ve yapılanı cezalandırma amacını taşıyorsa, kendisinden öte bir içeriği bu­lunmaz. Buna karşın teröristlere karşı kullanılan şiddet, terö­rizm potansiyeli taşıyan muhalifleri korkutmak, caydırmak gibi bir üst amaca yönelik olarak ve belirli bir plan dahilinde yapılı­yorsa, teorik düzeyde teröristin kullandığı şiddetin içeriği ile aynı kalıplarda değerlendirilebilir. Uygulanan şiddetin her iki yönlüsü de hukuki değildir. Bir kez uygulanmaya başladı mı, ıtaat-otorite ilişkisinin meşruiyet terazisi bozulur. Roma huku­kunun en temel ilkelerinden birisi olan vis legibus inimica ifa­desi, her yönüyle geçerli hale gelir. Yasalar rafa kalkar, toplum­sal sözleşme tek taraflı feshedilmiş sayılır.
Oysa ki yasaların işlemediği ortamlarda anarşi ve kaosun ha­kim olması kaçınılmazdır. Korku, düzensizliğin en belirgin ürünlerinden bir tanesidir. Teröristin de arzu ettiği sonuç budur. Otoritenin zayıflatılması, insanların geleceklerini görememesi, tedirginlik ve sisteme inançsızlık. Korkularımızla yarattığımız ve sınırladığımız yaşamımızın, aynı zamanda daha da fazla kork­mamız için gerekli tüm şartlan sağladığını fark etmek oldukça zordur. Aslında en çok korkulması gereken şey ise, korkularla dolu bir yaşamdır.
Eğer yaşanacaksa, öcülerle, korkularla dolu bir yaşamın ne anlamı olabilir?
Bir amacı ve uğruna tüm korkularını yenebile­ceği bir inancı, bir hedefi bulunanlar, yaşamın gerçek anlamını keşfedebilenlerdir. Önemli olan uğruna bir yaşam feda edilebi­lecek olan inançların, öfkeyle nefretle beslenenlerden değil, sevgiyle hoşgörüyle güçlenenlerden olması. Hain kalplerin ka­ranlığında beliren “kötü”nün değil, aklın parlak ışığında seçi­len “iyi”nin egemen kılınması. Kazanmanın ön koşulu ise en az şiddete tapanlar kadar inançlı ve dirençli durabilmek. Yoksa onların yaşamlarının ardından mezar taşlarına vixid, yani “ya­şadı”; inançsızların ölümlerinin ardındansa morte, yani “öldü” yazılması kaçınılmaz. Sh: 71-87
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003, İstanbul
***********
“Kötü Haber İyidir...”
O sabah her şey yolunda giderken, gittikçe huzursuzlanmaya başlamıştı. Güneş yedi renkten ışıklarını saçıyor, tatlı bir meltem ile karışan ısısı, insanı rehavete sokuyordu. Siyasetteki monotonluk ve düzen bıktırıcı olmaya başlamıştı. Ne bakanla­rın birbirleri hakkında ileri geri konuştuğu, ne de muhalefetin sesini yeterince yükselttiği uzun süredir duyulmuyordu. Eko­nomi ile ilgili haberlerse her gün birbirinin aynısıydı. Devletler birbirleriyle savaşmıyor, Ortadoğu kaynamıyordu. Sanatçıların bile skandal çıkartmaya niyetleri yoktu. Kısaca sinir bozucu bir sesssizlik ve durgunluk vardı. Doğal afetler bile sanki ona cep­he almıştı. Ne deprem, ne sel, ne sis. Bir iki asparagasın dışın­da medyadaki hareket sıfıra inmişti. Ratingler yerlerde sürünü­yordu. Ta ki...
“Müdürüm, teröristler büyük bir yangın bombası atmışlar. Alışveriş merkezi dumanlar içerisinde.” anonsu gelene kadar. Tanrı’ya şükür! Her şey yoluna girmişti. Haber merkezi inanıl­maz bir telaş ve hevesle koşuşturmaya başlamıştı. Haftalarca süren bir açlığın ardından muhteşem bir sofraya oturmanın he­yecanıyla hepsinin dizleri titriyordu. Müdür yüksek sesle emir­ler yağdırıyor, gelen görüntüler hemen ekrana yansıtılıyordu.
Dumanların içerisinde insanlar, yanan vücutlar, çığlıklar, kendilerini onbeşinci kattan aşağıya bırakan çaresiz kurbanlar. .Dehşet ekranlardan evlerin içerisine taşıyordu. ABD’de, İran’ı da, Fransa’da herkes büyülenmişçesine görüntülere kapılmış olanları izliyordu. Alevlerin sıcaklığı, fiber optik kablolardan dünyanın dört bir yanına sıçramıştı.
Haber müdürü, güneşin önüne perdesini çeken gri dumanlara şükranla baktıktan sonra hafifçe gülümsemesini önleyemedi. O, puslu havaları seviyordu. Ne yapsın! Doktorlar da hastalıklarla savaşmalarına karşın, hastalıkların olmadığı bir dünyayı düşlemezlerdi herhalde. Terörden de, teröristten de nefret ediyordu aslında, ama bir yandan da şu durgun günlerde eylemin ilaç gibi geldiğini kendisine itiraf etmeliydi. Görüntüleri günlerce tekrar tekrar kullanacak, en az bir haftalık haber ihtiyacını buradan karşılayabilecekti. İzleyicilerin bu görüntüleri defalarca izlemesinin ne gibi sosyal ve psikolojik sonuçlan olacağı ile fazlaca ilgilenmiyordu. Ama çocuğunun bu görüntülerden etkilenmesini elbette istemezdi. Hemen rehabilite edici haberleri de hazırlaması gerektiğini fark etti. Rating rakamları muhteşemdi. Gerçi diğer haber kanalları da coşmuştu ama, en  vahşi görüntüleri kendi kanalı verdiği için halk onu ödüllendirmişti. Kan ve gözyaşı ister istemez en yüksek primi sağlıyordu. O da, bunu bilecek kadar akıllıydı.
Teröriste gelince, eyleminin olağanüstü bir ses getirmesinden fazlasıyla memnundu. Defalarca gösterilen yangın görün­tüleri eylemin etkisini kendisinin de beklemediği kadar büyüt­müştü. “birkaç molotof kokteyli ile” diye düşündü, “neredey­se, Eyfel kulesini çökertmiş kadar olduk.” Medyanın muhte­şem gücü sayesinde çok küçük olarak kabul edilecek eylemler bile, büyük ses getirir olmuştu. Kendisini şanslı hissetti. 19. yüzyıl teröristlerinin ancak Çar’a suikast düzenleyince bu ka­dar başarılı olabildiğini hatırladı. 21. Yüzyıl onun çağı olacak­tı. O da puslu havayı severdi. Özellikle Müdürün kanalını çok beğenmişti. Orada yayınlanan görüntüler, ona gücünü hissettirmiş, kibirle dolmuş ve kendisini ölüm Tanrısı olarak görme­ye başlamıştı. Güneşin önünü kesen dumanlara hafifçe gülümseyerek bakmayı ihmal etmedi. Şu müdüre bir teşekkür e-maili çekse nasıl olurdu acaba?
Eylemlerin yapılış biçimleri, yapılış zamanlan, eyleme mu­hatap-olacak kişilerin seçimi özenle yapılırken, terör de kaçı­nılmaz bir biçimde medya merkezli olarak şekillenmekte. Amaç, terör uzmanı Brian Jenkins’in ifadesiyle, “Çok kişiyi öl­dürmek değil, çok fazla kişiye seyrettirmek ve korkutmak olunca, medya da teröristin en önemli silahı halini almakta.” Öyleyse o silahın susturulması, ya da tıpkı bir bumerang gibi onu kullanana geri döndürülmesi gerekiyor.
Susturmak duygusal tepkiler veren, otoriter sistemlerin terci­hi; silahı geri teptirmek ise rasyonel tepkiler veren, demokratik sistemlerin yöntemi. Susturmak varolan bir silahın ortadan kal­dırılması, bir başka deyişle karşı tarafın elindeki artı “bir”in yok edilmesi anlamına geliyor. Eylem yapılıyor ve kimsenin haberi olmuyor. Haberin iletilmesi engelleniyor ve sıfır toplamlı oyun­da her iki taraf da sıfıra sıfır eşitlenerek, eylem yok sayılıyor. “Uluslararası terörizmin yalnızca üçte birinin medya tarafından duyuruluyor” olmasının ardında yatan gerçek de bu. Terörle mücadele anlamında teröristin, eylemini seyircilere aktaramaması, oyun performansını ortadan kaldırıyor. Muhteşem bir dra­ma bile boş koltuklara oynandığında bir anlam ifade etmiyor.
Silahın geri teptirilmesi, yani medyanın teröristin istediği amacın tersine kullanılarak haberin, teröristin hiç de arzulama­dığı bir biçimde şekillendirilmesi ise, eşitliği mücadele eden ta­raf yerine bozuyor. Yani karşı tarafın elindeki silah sizin elinize geçmiş oluyor ve bu da, sıfıra karşı “bir” öndesiniz anlamını ta­şıyor. Bunun çeşitli yöntemleri var elbette. Örneğin teröristin eylemi, esasen bir alışveriş merkezindeki, bol paralı insanlara yönelik olarak planlanmış olmasına rağmen, medya o alışveriş merkezinde görev yaparken hayatını kaybeden zavallı temizlik­çi figürünü ön plana çıkartıyor. “Kapitalizme karşı savaş ve da­ha eşit, daha güzel yarınlar” adına slogan atan, eylem yapan te­röristlere karşı, yarınlarını kaybetmiş çocuklar gündeme getiri­liyor. Ya da terörist, etnik sebeplerle eylem yapıyor, medya ise onu dinsel nitelikli global terörizmin içerisine oturtuyor ve et­nik taleplerden hiç bahsetmiyor. Tıpkı araba lastiğini tanıtmaya çalışan bir reklam filminde, karayollarında kullanılan asfaltın kalitesinin anlatılması gibi. Araba frene basınca duruyor, ama lastiğin yolu iyi tutması konusunda esas neden asla tekerlek değil, yolların kalitesi gibi sunuluyor.
Medyanın, terörizmi haber haline getirirken kullanabilece­ği yön değiştirici yöntemler arasında, terörist eylemin arkasın­daki grubun bilinçli olarak yanlış yansıtılması da bulunmak­ta. Düşünün! Dinsel amaçlı bir terör örgütü üyesi olarak bir eylem yapıyor ve inanıyorsunuz ki, sizinle aynı inancı payla­şan insanlar, sizi benimseyecek ve şeytana karşı mücadelenizi destekleyecek. Ama bir bakıyorsunuz, Avrupa’da gerçekleştir­diğiniz bir saldırıyı Japonya’daki Aum tarikatı, Amerika’daki Yükselen Güneş Grubu, Alman RAF veya Çeçen gruplar üstlenivermiş. Medya ise, olayı sizin gerçekleştirmiş olmanıza ve tüm iletişim kanallarını arayarak eylemi üstlenmenize rağmen, sorumluluğu başka bir gruba yüklemeye çalışıyor. Ne yaparsa­nız yapın, ürününüzü sahiplenemiyorsunuz. Bu acayip düze­nin iletişim kanalları, eyleminize ağız tadıyla sahip olmanızı engelliyor, hatta sizin çocuğunuza başka veli bulmaktan kaçın­mıyor. Kendinizi yaksanız, birileri çıkıp “Kuzey denizindeki balina avcılığını protesto için yaptı” diyebilir. Kısaca ne üretti­ğiniz değil, ne pazarladığınız anlamlı artık. Eyleminizi pazarlayamadığınız zaman elinizde patlaması çok mümkün. Bu ne­denle medya bağlantıları ve tüm iletişim kanallarının istediği­niz doğrultuda yönlendirilmesi hayati önem taşıyor.
Medyanın en fazla reklam saatini sağlayacak biçimde kulla­nımı, terörist açısından özel stratejiler geliştirme zorunluluğu­nu ortaya çıkartıyor. Eylem günleri, saatleri incelikle planlanır­ken, en medyatik günler tespit ediliyor. Günler, saatler, mekan­lar, kurbanlar, hepsinin medya referanslı bir anlamı var. Örne­ğin Kızıl Tugaylar örgütü, gazetelerin en çok sattığı günlerin perşembe ve pazar olduğunu hesaplayarak, çarşamba ve cu­martesi günleri eylem yapmayı tercih etmiş, haberlere girebil­mek içinse prime time’ı kovalamıştı. Bu şekilde daha fazla insa­nın konudan haberdar olması mümkün olabilecekti. 1995 yı­lında gerçekleştirdiği eylemle terörizm literatürüne giren Oklahoma bombacısı Timothy Mc Veigh de, Alfred Murrah binasını seçme nedenini şöyle açıklamıştı: “Çevresinde iyi fotoğraflar çekebilmek ve kameraları yerleştirebilmek için yeterli alan var­dı.” Mc Veigh yalnızca eylemi planlamamış, aynı zamanda onu tüketiciye ulaştırırken en mükemmel ambalajın nasıl yapılabi­leceğine de karar vermişti. Kara Eylül grubu 1972’deki İsrailli sporcuları rehin alma eylemini, neden Olimpiyatlara sakladı, dersiniz. Tüm dünyanın gözü, kulağı ve kameraları Münih’te bulunduğu için olmasın! Eyleminizi yapıyorsunuz ve zaten tüm dünya medyası orada hazır bulunduğundan, milyarlarca insana naklen izletiyorsunuz. Stratejik planlamanın zirve nok­tası bu olsa gerek.
Terör örgütü açısından gerçekleştirdiği eylemlerin nedenlerini ve iddialarını aktarabileceği bir kanala sahip olması, özellikle izleyici potansiyeli varsa, kuşkusuz çok kolaylaştırıcı bir faktör. 11 Eylül sonrasında El Cezire televizyonunun, El Kaide’nin açıklamalarını yayınlayarak ne kadar ciddi bir misyon yüklendiği görülmüştü. Olay sonrasında örgütün ve Usame hin Ladin’in fikirleri ve hareketin toplumsal tabanı hakkındaki bilgi dağarcığımız, alternatif merkezlerden akan haberlerle gelişil Haber kanallarının kontrolünün veya en azından daha verimli kullanılabilmesinin ne kadar önemli olduğu Amerikan yöneti­mi tarafından da bilinmekteydi. Bu çerçevede gerek Araplara, gerekse Arap olmayan Müslüman halklara ulaşabilmek ve kamuoyu oluşturabilmek adına, Colin Powell, Condolezza Rice, Donald Rumsfeld gibi dış politika yapımında en üst düzey yet­kililerin El Cezire’ye ve diğer Müslüman ülke televizyonlarına açıklamalar yapmaktan kaçınmadığı görüldü. Hatta eski Suriye büyükelçisi Christopher Ross, El Cezire televizyonunda yapı­lan röportajda ABD’nin görüşlerini Arapça aktarmayı tercih etti. ABD yönetimi ani bir kararla 2002 Mart’ında yeni bir girişimde daha bulunarak, Arapça Radyo İstasyonu Sawa’yı kurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika’nın Sesi Radyosu’nun kurulmasından bu yana hayata geçirilen en ciddi girişimlerden bir tanesi olan bu istasyon, özellikle gençleri hedef alacak bi­çimde, ABD’nin en iyi radyo kanallarının formatında hazırlan­dı. Arapça, herkesi şaşırtan bir hızla kısa sürede en popüler ya­yın dillerinden birisi haline geldi(!).
Kolombiyalı FARC militanları da eylemlerini yayınlayabil­mek için kendi kanallarını kurmayı tercih etmişlerdi. Eylemin bir şekilde kamoyuna duyurulması her şeyden önemli olduğu için, teröristler açısından bu konuya da özel yatırım yapılması gerekliliği aşikârdı. Mantık belliydi. “Ya varolan kanalları kul­lanırsınız, ya da engelleniyorsanız kendi iletişim kanallarınızı yaratırsınız.” Kaldı ki, iletişim kanallarının yalnızca radyo ve televizyondan ibaret olmadığı da bilinmekte. Artık post-ensdüstriyel toplumun, “post olmaya yakın pre-sanal” âleminde yaşıyoruz. Bu nedenle de yeni iletişim yöntemleri mutlaka el altında olmalı.
İletişim alanında son dönemlerdeki en önemli gelişmeler­di ıı bir tanesi de, hemen her grubun kendi web sitelerini kurmaları. Üst denetimi çok sınırlı bir iletişim kanalı olarak gelişen ınternet aracılığıyla örgütlerin, gerçekleştirdikleri eylemlelerin tüm ayrıntılarını aktarmaları mümkün. Bu şekilde iddiaları­nı dünyanın dört bir yanındaki internet kullanıcılarıyla payla­mak, kendilerini, en kendi istedikleri gibi anlatabilme imkanı­na kavuşuyorlar. Üstelik hiç aracı kullanmadan, direkt ağın m undaki kişiye ulaşarak.
İnternet kullanıcılarının dünya sathında giderek daha kar­maşık, ama daha hızlı hale gelen bilgi edinme süreçlerine kanalize olmaları, özellikle yazılı medya açısından ciddi sıkıntılar yaratabilecek gibi görünüyor. Zira haber, internet ortamında, dakikalar içerisinde ağa girerken, gazetelerin yayın hızlarının 24 saat içerisinde dönmesi, bir hız çağı olarak nitelendirilen 21. yüzyıl şartlarıyla uyuşmuyor. Radyo, televizyon, internet gibi naklen yayın yapabilme ve yorumları anında okuyucuya aktarabilme yeteneğine sahip bu iletişim araçlarının karşısında yazılı basın, işlevsel olarak zayıflamış görünüyor. Matbaalar alışkanlıklarla dönüyor, ancak bir yandan da bergamut kokulu çay ya da taze kahve eşliğinde gazete okuma keyfimiz yavaş ya­vaş tarihe gömülüyor. Artık gazetelerimizi de internetten takip ediyoruz. Haber, odamızda, İşyerimizde her an karşımızda. Aynı web sitesi içerisinde onlarca farklı yorumu bir arada bulmak mümkün. Arama motorlarından birine girip, “terö­rizmi ara” komutunu verdiğinizde teröristler kategorisinde Usame Bin Ladin’i ya da Remzi Yusuf’u bulabildiğimiz gibi, Putin’i veya George Bush’u da görebilirsiniz. Herkesin teröristi ay­nı sayfada alt alta dizili duruyorlar. Size yakın gelen, mantıklı bulduğunuz bilgi hangisi ise alınız. Bilgi, burada bedava!
İnternetin üst kontrollerden görece bağımsız olması da, yazılı basma karşı sahip olduğu önemli bir üstünlük. Ancak henüz ciddi bir kısıtlama veya müdahale söz konusu olmasa da, dünya üzerindeki tüm iletişim ağlarının kontrol edildiği de biliniyor.
ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zellanda hükü­metlerinin 1948 yılında yaptığı, gizli UKUSA anlaşması, 50 yıl öncesinde bile bilginin denetlenmesinin ne kadar önemsendi­ğini gösteriyor. Bu anlaşmayla kurulan ve kod adı ECHELON olan global istihbarat girişimi, dünya üzerindeki tüm telefon, fax, telex ve e-mail mesajlarını denetleyebiliyor. Sistemin işle­tilmesi özellikle son dönemde ciddi bir önem kazanmış du­rumda. İçerisinde belirli kelimelerin geçtiği her mesaj ayıklanıyor. Ses tanıma sistemleri kullanılıyor ve potansiyel(!) terörist­lerin birbirlerine geçtiği mesajlar, yaptıkları konuşmalar hemen tespit edilebiliyor. Kısaca, birileri bizi gözetliyor. Gözetliyor, ancak henüz müdahale etmiyor, zira bu şekilde iz sürmek ko­laylaşıyor, sistem kontrol altında tutuluyor. Özgür bırakıldığı­mız kafeslerimizde, temel haklarımıza saygı duyulduğunu ve serbestçe haberleşme özgürlüğümüzün korunduğunu düşünü­yoruz. Birileri ise haberleşme özgürlüğümüzden daha fazla ko­runması gereken başka özgürlüklerimizin olduğunu düşündü­ğünden, bizlere güvenli bir yaşam sağlamak adına bizi dinliyor. Saklımız gizlimiz yok zaten. Ne de olsa iyi vatandaşların saklanacak sırları bulunmaz. Kötülerse bir şekilde saklamayı başarı­yor. Aksi halde 11 Eylül saldırısı fark edilmez miydi, dersiniz?
İnternet sistemlerinin hızlı, pratik ve en az müdahale edilen iletişim kanalları olması, dünyanın dört bir tarafına yayılmış küçük çaplı terör örgütlerini, yüzmilyonlarca internet kullanıcı­sını, en üst düzey siyasi yetkilileri, askerleri, bürokratları aynı masanın etrafına oturtmayı başarabiliyor. Kartlar ve şanslar eşit­lenmiş durumda. Küçücük bir grup bile iyi hazırlanmış bir web sayfası ve güzel ifade edilmiş siyasal taleplerle onbinlerce sem­patizana kavuşabiliyor. Normal şartlar altında néfret etmeniz gereken bir terör örgütünün web sayfasındaki dramatik ifade­ler, sosyal talepler ve insani haykırış, sizi kolayca gözyaşlarınızı tutamaz hale getirebiliyor. Bu nedenle de terör örgütlerinin medyayı kullanma konusundaki ilgileri, devlet otoriteleri tara­lından dikkatle izleniyor.
Terörizme karşı mücadele konusunda son derece deneyimli olan İngiltere’de, Margareth Thatcher başbakanlığındaki hükü­met, IRA ile ilgili haber ve yazılar konusunda medyaya kısıtla­ma getirirken, teröristlerin oksijenlerini kestiklerini iddia etmiş ve bir anlamda medya olmadan teröristlerin yaşayamayacağını öngörmüştü. Zira kimi terör uzmanlarının iddiasına göre "Medya istemese bile, genellikle güvenliği göz ardı edip, terö­ristlerin imajlarını göz alıcı hale getirerek ve hatta romantikleş­tirerek, onlara inanılmaz bir reklam sağlamaktaydı”. Bu neden­le de reklam saatlerinin ellerinden alınması, teröristlerin ciddi anlamda etkinlik kaybetmesi anlamına gelecekti. Dünyanın en özgürlükçü olduğu iddiasındaki toplumlarından birinde, med­yaya uygulanan bu sansürün mantığı, güvenliğin sağlanması ve teröristlerin işlevsiz kılınmasıydı.
Bu önlemin ne kadar fayda sağladığı tartışmalı olsa da, alı­nan kararlar medya mensupları ile güvenlik güçlerini karşı kar­şıya getirmeyi başarmıştı. Dünyanın en ünlü terör uzmanların­dan Paul Wilkinson’a göre medya ile güvenlik birimlerinin he­defleri zaten temelden çatışan amaçlara sahip bulunmakta. Zira ona göre medya profesyonelleri drama, duygusallık ve şiddet eylemleri ile seyirciyi eğlendirerek, haberlerde birinci olmanın açgözlülüğü içindeler. Buna karşın güvenlik yetkilileri ise halkı korumak, hukukun uygulanmasını sağlamak, suçluları yakala­yarak adalete teslim edilmelerini sağlamak gibi kaygılarla hare­ket etmekteler. Bu nedenle de gerek siyasi otoritelerin, gerekse güvenlik kuramlarının medya üzerinde denetim uygulanması­nı istemesi ve yasaklamalar getirmeye çalışması sıkça görülen eğilimler. Dünyanın her yerinde de bu böyle.
Medyanın kontrolü ve yönlendirilmesi gerek teröristler, ge­rekse güvenlik güçleri açısından öncelikli hedef. Güvenlikçilerin bakış açısıyla medya, terörizme ilişkin haberler yapmak ve onla­rı kitlelere tanıtmak yoluyla terörizmi meşrulaştırdığından, bula­şıcı bir etkiye sahip. Terörizmin tamamlayıcı parçası olarak işlev görüyor ve terörizme destek olan ana unsurlardan birisi olarak kabul ediliyorlar. Bu nedenle de terörizme karşı bir mücadele, ister istemez medyayla karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor.
Medya ise, terörizm haberleri olmadığı takdirde en fazla ha­ber niteliği taşıyan, en ilgi çekici konulardan birinden yoksun kalıyor. Terörizmin haber olarak kullanılmaması, medya pro­fesyonelleri açısından aç karnına oturulan bir sofrada, en sevi­len yiyecekleri reddedip, yalnızca kuru ekmekle yetinmek an­lamını taşıyor. Ya birileri sizin elinize vurup “Sakın o kızarmış tavuğa elini sürme, sana çok zararlı!” diyecek, ya da sorumlu­luklarınız ağır basacak ve nefsinizi kontrol ederek “Bu tavuğu yememin çeşitli olumsuz sonuçları olabilir, ekmek yeterli!” di­ye düşüneceksiniz, ikinci yöntemde, kendinizi kontrol edebil­diğiniz ölçüde, en azından teorik düzeyde, kimsenin sizin eli­nize vurma ihtimali kalmayacaktır. Gerçi bazıları ekmeği bile yemenizi istemeyebilir ama o, konumuzun dışında!
Medyanın haberleri iletme sorumluluğu ile toplumsal gü­venliğin zedelenmemesine ilişkin yükümlülükleri çatıştıkça, denetleyici yasaların, özgürleştirici yasalara ağır basması kaçı­nılmaz hale geliyor. Denetleyici yasalar aracılığıyla haber akışı kontrol edilip, her şeyden önemlisi şekillendirildikçe, birçokla­rı tarafından asalak bir ortak yaşam düzeneği olarak tarif edi­len, terör ile medya arasındaki ilişkinin sekteye uğrayacağı var­sayılıyor. Aradaki ilişki kesildikçe, “Taraflar birbirlerini besle­yemez hale gelecek ve susuz kalan bir fidan gibi kuruyacak­tır.”, diye düşünülüyor. Çok da mantıksız görünmeyen bu id­diayı sahiplenen güvenlik güçlerinin tercihi de, prensipte denet­leyici yasaların kullanılması yönünde. Gelen haberler elekten geçirilirken, bazıları topluma aktarılıyor, bazılarıysa sansüre ta­kılıyor. Haber alma özgürlüğü ise, bir başka bahara dek unutulmaya mahkum, terk ediliveriyor.
Esasen resmi otoritelerin önlemleri “haber alma özgürlüğü­ne” değil, “haber verme özgürlüğüne” yönelik bir tutum oldu­ğundan, tarifi yapılmamış özgürlükler kategorisine dahil olu­yor. Müdahale, haberin toplum tarafından alınması aşamasında değil, topluma verilmesi aşamasında yapılıyor. İsteyenin veri­len tüm haberleri alma imkânı var elbette! Verilemeyenler ise loplumun değil, medyanın sorunu! Bu tür bir algılamanın var­lığının en demokratik sistemlerde bile söz konusu olması ironik bir durum. Ama bir gerçek. Haberler mutlak surette denetime tabi tutulur. Gerekirse toplum için, topluma rağmen!
Haber ne kadar denetlenirse denetlensin, kimi zaman kit­lelere ulaştırılmasının ve sonuçta toplumsal travmalara yol aç­masının önüne geçmek mümkün olmaz. İlginç olan, aktarılan görüntüler, ne kadar korkutucu, ürpertici ve psikolojik olarak yıkıcı olursa, o kadar çok izlenmesidir. Haber değeri taşıyan bir olayı izlemeye direnmek, gerçekten son derece zordur. Bu, insanın yapısının kaynaklanır. Acı çekilir, korkulur, ruhen çö­külür ama, yine de aynı şey defalarca izlenir. Bir aksiyon fil­mini seyretmenin heyecanı ile, sahneler ezberlenir. Ancak gösteri elbette bedelsiz değildir. Yapılan araştırmalar, özellikle çocukların bu tür görüntülere muhatap olmaları halinde “travma sonrası stres bozukluğu” çektiğini ve psikolojik yar­dıma ihtiyaç duyduklarını belirtmekteler. Her ne kadar doğ­dukları andan itibaren izledikleri çizgi filmler vasıtasıyla şid­det dolu bir dünya ile bütünleşseler de, çizgi kahramanların gerçeğe dönüşmesi çok da kolay hazmedilemiyor gibi. Gü­vensizlik duygusu, gereksiz korkular, somutlaşmış öcüler, kü­çücük dünyalarını kuşatıveriyor. Bu nedenle medyanın ve ha­ber akışının denetlenmesi, bir sosyal güvenlik sorunu olarak da algılanıyor.
Güvenlik merkezli bakanlar açısından, elekten geçirilen gö­rüntülerden sonra, izleyicinin gerçekleşen eyleme sempati ile değil, nefretle yaklaşması birincil hedef. Eylem sonrası ortaya çıkabilecek dehşet ve korku ise belirli bir düzeyde tutulmaya çalışılıyor. Ne siyasi otoriteleri acz içinde kalmakla suçlayarak kendi güvenliğini, kendi başına sağlama arayışına yol açacak bir gerilim, ne de herkesin evlerine kapanmasına ve umutsuz­luğa neden olacak bir karamsarlık oluşmalı. Bu da çoğunlukla izlettirilen dehşetin dozunun, meşru devlet otoritelerisinin ilgi­li kurumları vasıtasıyla ayarlanmasını gerektiriyor. Eylem yapıl­dıktan sonra izleyicilere, aktarılması gerektiği kadar, uygun şe­kilde aktarılmalı ve sonrasında gelişen olaylarsa amaca uygun olmalıdır. Kaos, korku ve kendi yaşamını, varlığını birilerine emanet ederek, resmi otoriteye tam itaat. Yaşasın kral!
Savaş ortamlarında medya nasıl denetleniyorsa, terör eylemi sonrasında da aynı ilkeler geçerli. Post modern savaş açısın­dan, enformasyonun önemi savaş alanıyla sınırlı kalmadığın­dan, gerek ülke içerisinde, gerekse uluslararası alanda bilgi akı­şının kontrolü, savaşın sürdürülebilmesi açısından en önemli koşul. Körfez savaşına ilişkin haberlerin nasıl denetlendiğini anlatan Albay Darryl Henderson denetim mekanizmasını şu ifadelerle aktarıyor; “Haberlere erişilmesini kısıtlayarak, bu haberleri tek bir örnek olarak sunarak ve haberlerin günler, haf­talar geçtikten sonra kontrollü bir biçimde sızmasını sağlaya­rak haber akışı kontrol edilir. İyi haberler hemen piyasaya sü­rülür ve hatta kötüleri dengelemek için bazıları uydurulur.” İs­ter savaş ortamında, isterse barış döneminde karşı karşıya kalı­nan bir terör eyleminde olsun, yöneticilerin tavırları aynıdır. “Haber kontrol edilmeden serbestçe dolaşımına izin verileme­yecek kadar tehlikeli bir şeydir.” Şarbon tercih edilir!
11 Eylül eylemi ve sonrasındaki yansımalar, medyanın ne ka­dar profesyonelce yönlendirilebileceğinin en mükemmel örnek­lerinden birini oluşturmuştu. Tüm dünyaya naklen yayınlanan görüntüler içerik açısından olduğu kadar estetik anlamda da gerçekten çok özeldi. İki dev gökdelen, gücü ve hegemonyayı temsil edercesine gökyüzünü de kavrayacak bir heybetle yükselirken, aniden ortaya çıkan iki asi motorlu kuş, alevler içeri­sinde binalara dalıyordu. Göğün berrak mavisi kızıla dönüşür­ken, gri duman bulutları, yeni dünyalı firavunun piramitlerini bir sis perdesiyle kaplıyordu. Binaların çöküşü ise başlı başına bir fenomendi. İsteseniz de, istemeseniz de televizyonlarınızın başından kalkamayacağınız bir seyir harikası! Enkazın altında binlerce beden olduğunu düşündüğünüzde sırtınıza yapışan ürperti, kısa sürede dehşete dönüşecekti kuşkusuz. Sonradan birkaç yürekli kameramanın binanın içerisinden aldığı görün­tülerde ise, hayata son kez bakan insanların, birkaç dakika sonra neler olacağının farkında olmaksızın binadan çıkmak için beklerkenki halleri vardı. Herkes kendisini dışarıya atmaya çalışırken, itfaiyeciler ise kaderlerine doğru, üst katlara çıkma­ya çalışıyorlardı. New York itfaiye teşkilatından 343 itfaiyeci, binanın çelik konstrüksiyonunu bile eriten o cehennem sıca­ğında kavruldu. 6 yıl 8 ayda inşa edilen ve 1 saat 42 dakika içinde çöken binanın enkazının bulunduğu yere “ground zero” adı verildi. Manhattan’ın meşhur siluetinin yerini, laser ışıklar yardımıyla gökyüzüne çizilen Dünya Ticaret Merkezi figürü alırken, bölge New York’un en önemli turistik mekânlarından birisi haline getirildi. Dünyanın dört bir yanından gelen insan­lar, enkazın önünde hatıra fotoğrafları çektirdiler, üzerlerinde dünya ticaret merkezinin eski görüntüsü bulunan baskılı ti­şörtlerden, fincanlardan, anahtarlıklardan aldılar.
Hiç ceset görmedik; kopuk kol, ezik bacak ya da kan yoktu görüntülerde. Aczi, beceriksizliği, otoritesizliği fark edemedik. Kendini yerden yere atan, isyan eden insanlar değil, vakur ve kararlı bireyler vardı cenazelerde. Kederlerini ifade eden şarkı­lar ve dualarla uğurladılar sevdiklerini. Görebildiklerimiz, gör­memize izin verilenler, yalnızca bunlardı. ABD yönetiminin nasıl bir çaresizlik içinde kaldığını anlatan görüntüler, telaş içerisinde koşuşturan görevliler, parça parça toplanan cesetler sanki kut sal emanetlermişçesine gizlendi. Kralın çıplak olduğu fark edil­mesin diye kamuflaj yapıldı. Titrek kral ise, sarayından çıktı­ğında, cesur yürek William Wallace’a dönüşmüştü. Demir yumruk önce Afganistan’a indi. Sonrasında ise, pek muhtemel­dir ki Irak’ inecek.
Hiç kimse Afganistan’da hayatını kaybeden binlerce kurba­nın görüntülerini de izleyemedi. Açlıktan perişan hallerini, bombalarla yıkılmış evlerini, umutsuzca bakan gözlerini göremedi. Medya görmemiz gerekenleri yansıttı sadece. Bir iki gö­rüntü, yasak savarcasına, nispeten daha az denetlenen yerel ka­nallardan aktarıldı. Hep birlikte El Kaide’nin, ABD merkezli Batı hegemonyasına ve ABD’nin de terörizme karşı verdiği sa­vaşı izledik, binlerce masum kurbanın üzerinden. Belki de her gerçeği görmek istediğimizde, o kadar uzaklaştık gerçeklerden. Medya, sanal dünyanın çarpıcı renkleriyle öylesine gözlerimizi kamaştırdı ki, fazlasıyla siyah beyaz ve basit gerçekleri göremez olduk. Ve hatta belki de görmememiz daha iyi oldu. Daha gü­venli, daha mutlu uyuduk, dört duvar arası evlerimizde.
Medya, beğensek de beğenmesek de, camsız evlerin dışarıya açılan pencereleri. Hep aynı bahçeyi görmekten sıkılmayanlar için çok fazla bir sorun da teşkil etmiyor. Bahçe güzel, renkli çiçeklerle bezenmiş. Zaman zaman yağmur yağıp her tarafı ça­mur etse de, güneşin yeniden doğacağını bilmek güzel. Pence­renin önünde uzanan görüntüde hep aynı dağ, aynı nehir, aynı ağaç var. Çiçeklerse mevsimlik. Her mevsim bir başkası açıyor. Kimi zaman en uzak ufuklar bile oldukça net görünüyor, kü­çücük penceremizden. Güneş hep doğudan doğuyor, batıdan batıyor. Kuzey hemen her zaman çok net seçilse de, güney hiç görünmüyor bu pencereden. Güney, duvar! Her daim kuzeye bakmak zorundasınız ve hep aynı bahçe.
CNN’in penceresi de aynı yöne bakıyor, BBC’nin de, NBC’nin de. İnsanların tüm dünyayı bu medya kanallarının açtığı pencereden görülenlerden ibaret sayması ise, doğal karşı­lanmalı. Ne görüyor ve işitiyorsak onu algılıyoruz. Kavramları­mız bizlere öğretilenlerden ibaret. Açılan pencerenin vizyonu ne kadar genişse, dünya o kadar büyüyor, kavramlar o kadar çoğalıyor, düşünceler o kadar farklılaşıyor. Üç beş kelimelik gündelik dergilerden, Dostoyevski’ye terfi ediyoruz. Basit dün­yalarımız, evrensel karmaşa ile tanışıyor. Medya bize, yeni dünyalar kuruyor.
Bu dünyada, kötülük ve şiddet en kök salmış, en kalıcı unsur­lar arasında. Bu nedenle de medya, pencerelerimizi açıp bahçe­mizin en çamurlu hallerini bilgimize sunarken, ister istemez terör ve teröristlerle ilişkisi de farklı içeriklerde kendini gösteriyor. Zira çoğunlukla, o pencereden içeri girmek ve hayatımızın bir parçası olmak isteyen birileri var. Bahçenin altını üstüne getirip ilgimizi çekmeye çalışıyorlar. Ama bazıları da var ki, sessiz sedasız ve hat­la fazlaca görünmeden bahçede istedikleri düzenlemeyi yapma arzusundalar. Kısaca medyaya karşı “tam bir kayıtsızlık” söz ko­nusu. Medyada yer almaya gayret etmiyor ve buna uygun strateji­ler kullanmaktan kaçınıyorlar. Bu tarz eylem yapan teröristlerin arayışı popülerleşme olmadığı gibi, kurbanın dışındaki bir kitleyi korkutma amacı bulunmadığından, medyanın aracılığına da ihti­yaç kalmıyor. Peru’daki Sendero Luminoso örgütünün uzun süre medyadan uzak durması ve ideolojisini yayma girişiminde bu­lunmaması bu duruma verilen en özgün örnek.
Medya ile terörist arasındaki ilişkinin bir başka evresi ise, eylemlerini gazete başlıklarına taşınmaktan ziyade, yerel kanal­ların kullanılmasını hedefleyen örgütlere işaret ediyor. Litera­türde “göreceli kayıtsızlık” olarak nitelendirilen bu durumda, örgüt üyeleri yalnızca kendi gazetelerinde, kiliselerde, camiler­de, üniversitelerde ve kendilerini özgürce ifade edebilecekleri yerlerde propaganda yapmayı tercih etmekteler. Bu, tam pro­fesyonelleşmemiş, gelişmekte olan terör örgütlerinin kullandığı bir yöntem olarak tarif ediliyor.
“Medya yönelimli terörizm” olarak nitelendirilen üçüncü evrede medya, teröristin kullandığı en önemli araç olarak gün­deme geliyor. Tüm iletişim kanalları açık tutularak gerginlik tırmandırılmaya ve izleyici mümkün olduğunca daha fazla et­kilenmeye çalışılıyor. Bu noktada teröristler, medyayı yalnızca kendi kahramanlıklarını ve söylemlerini yaymak için değil, ay­nı zamanda hesaplanmış sosyal bir manipülasyon aygıtı olarak da görüyorlar. Yani amaç, medya vasıtasıyla eylemi tanıtmak ve bir tepki yaratmak, tepkiyi istenildiği biçimde yönlendirmek.
Terörle medya arasındaki ilişkinin evrelerinden en serti ise, “tam kopuş” olarak tanımlanan ve medyanın bir araç olarak kullanılması yerine, mensuplarının birer hedef haline geldiği durum. Bu noktada tıpkı işadamlan, politikacılar, askerler dip­lomatlar gibi, medya mensupları da şiddetten paylarını alırlar. Sistemi yönlendirenlerin işbirlikçisi olarak algılanır ve acımasız­ca cezalandırılırlar. Savaşların, iç savaşların, terörist eylemlerin kurbanları arasında bu kadar çok gazetecinin olması da bu du­rumdan kaynaklanır. Kimi örgütler açısından her medya men­subu, karşısında savaştığı gücün stratejik destekçilerinden biri­dir. Onun ortadan kaldırılması karşı tarafa verdirilen stratejik kayıplar arasında sayılır. Bu nedenledir ki, terör örgütlerinin hedef listelerinde hemen her zaman medya mensupları ya da kanalları bulunur. Şarbonlu zarfların haber kanallarına gönde­rilmesinin gerisinde, daha fazla reklam sağlamanın yanı sıra bir tehdit içeriğinin de bulunduğu açık.
El Kaide militanlarının günlerce rehin tuttukları Washing­ton Post muhabiri Daniel Pearl’ü öldürmelerinin ne kadar bü­yük bir tepki yarattığı hatırlanırsa, bir gazetecinin, sıradan bir kurbandan önemli ölçüde farklı olduğu anlaşılır. Örgüt açısın­dan ciddi bir stratejik hata olarak nitelendirilebilecek bu olay­dan sonra, örgütün medya açılımı oldukça zayıflamış ve medya görevlileri örgütle bağlantı kurmaktan kaçınır hale gelmişlerdi. Oysa Çeçen teröristlerin Rusya’da gerçekleştirdikleri tiyatro baskım sırasında, medya mensupları teröristlerce birer diplo­matik elçi olarak kullanılmış ve onlarla röportajlar yapılmıştı. Rehin alma eylemini gerçekleştirenlerin esas amacı, karşı tarafa kayıp verdirmekten ziyade, kendi sorunlarına dikkat çekmek ve bir anlamda reklam yapmak olunca, medya mensupları “en çok gözetilen insanlar” halini almıştı. Pencere açıldı ve kapat­mak siyasi otoritelere düştü.
Rusya parlamentosu, eylemde medyanın rolünün artması üzerine, vakit geçirmeden terörizmle mücadeleyi sekteye uğ­ratabilecek haberlere kısıtlamalar getiren yasaları kabul etti. Hükümetin fiili baskısını, hukuki kılan anti terör yasaları, ki­mi Rus gazeteciler tarafından ifade özgürlüğüne karşı bir dar­be olarak değerlendirilse de, tiyatronun içerisine kadar giren televizyon muhabirlerinin teröristlerle yaptıkları röportajların yayınlanması, gazetecilerle yaptıkları telefon görüşmelerinin kamuoyuna yansıması ve yapılan bu yayınların bir sonraki te­rörist eylem için özendirici olabileceği endişesi, yasakların önünü açtı. Savunma ve Güvenlik komitesi üyesi Victor Ozerov’un “yasakların demokratik özgürlüklere aykırı olmadığı iddiası ve bu tür durumlarda bilginin ilk elden, yani hükümet kanalıyla aktarılması gerekliliğini vurgulaması”, insanların ya­şamlarının haberin doğruluğundan çok daha önemli olduğu varsayımına dayanıyordu. Nitekim Izvestia gazetesi “Çeçen teröristlerin medya stratejilerini çok iyi hazırlamış ve Rus medyasının tavrını çok önceden tahmin etmiş bulundukları­nı” iddia etmekteydi. Öyleyse onların tuzağına düşen medya, kendini kontrol edemediğine göre, denetim yukarıdan yapıl­malıydı. Yapıldı da.
Devlet otoritelerinin her yerde, medyayı Rusya’daki karar­lılıkla denetleyebilmesi elbette çok kolay değil. Zira dünyada­ki haber akışı, büyük medya devleri tarafından kontrol edili­yor, yani pencerelerimizin ne kadar açılacağına karar verenler belli. Belki bahçıvanlık görevini de onlar yapıyordur ya! Time
Warner, CNN televizyonuna sahip olduğu gibi, dünyanın her yerindeki medya ağlarıyla da kurumsal birliktelikler kurmuş durumda. Onun ardından gelen Disney ise, ABC televizyonu ile Disney Channel, ESPN, History Channel gibi uluslararası ve yerel onlarca televizyon kanalına hükmediyor. Bertelsmann şirketi RTL, Vox gibi kanalları kontrol ederken, Viacom, UPN, VH1, Nickelodeon ve MTV’nin sahibi. General Electric’e bağlı NBC şirketi CNBC, MSNBC gibi kanalları denetliyor. Fox ka­nalları ise News Corporation’ın kontrolünde. Tüm bu dev medya kuruluşları, on milyarlarca dolarlık ciroları ve olağa­nüstü siyasi etkileme kapasiteleriyle, devletlerin kontrolüne girmeyi reddediyorlar. “Biz, dünyayız!” felsefesini güdüyorlar. Kara kalem çizilmiş, yerkürenin resmini kendi renkleriyle boyuyor ve izleyicinin önüne çıkıyorlar. Otoriteler çoğu zaman aciz. Dünyanın nasıl tasarlandığına ve bizlere nasıl pazarlandığına ilişkin söz söyleyebilecek kimselerse çok sınırlı.
Haber, yüz milyarlarca dolarlık bir piyasada üretilen, şekil­lendirilen ekonomik bir ürün. Bir yerlerde bir bomba patlıyor ve oluşan mamül pazarlanıyor. Aktarımda kullanılan termino­loji birçok şeyin belirleyicisi. Aynı eylemi “Kahpe DHA terörist­leri yine masumların kanını içti. Ölenler arasında bebekler de var!” biçiminde de, “DHA gerillaları hükümetin baskısını ve katliamlarını hatırlatmak amacıyla bir eylem gerçekleştirdi.” şeklinde de verebilirsiniz. “Vatansever hükümet güçleri teröristleri yakalamaya çalışıyor.” ya da “Faşist hükümet yine oli­garşinin bekçiliğini yaptı, insanlara işkence yapılıyor!” diyebi­lir, “Teröristleri protesto eden halk, güvenlik güçlerine desteği­ni haykırdı.” yerine “Özel ekiplerin organize ettiği gösteriye, zorlamalara rağmen sınırlı katılım oldu.” ifadesini kullanabilir­siniz. “Terörist örgütün kurbanlarının sayısı 67’ye yükseldi.” ifadesini “Gerillaların ve halkın toplam kayıpları 67 oldu şek­linde yorumlayabilirsiniz. Fırça elinizde olduğu müddetçe, res­mi istediğiniz renge boyamanız mümkün.
Nereye giderseniz gidin ortaya çıkan gerçek, aynı ürünün pazarlanmasında bile farklı ifadelerin kullanıldığı ve eylemin içeriğinin de, sonuçlarının da medyanın yönelimlerine göre farklılaştığı. Gazetenin birisine göre faşist olan, diğerine göre vatansever, birine göre terörist olan, diğerine göre gerilla olabi­liyor. Birileri resmi kırmızıya boyamaya çalışırken, diğerleri mavide ısrarlı. Rengarenk boyanmış bir dünya resminde hangi renkleri daha fazla duyumsarsanız, bilgilendirilme süreciniz de ona göre tamamlanıyor. Bu nedenle aslında terörizme karşı çok olumsuz bir tutuma sahip olsanız da, bazı teröristler size terö­rist gibi gelmiyor. Kaldı ki, terörizme karşı olumsuz tavrınızın oluşması bile, bir bilgilendirme sürecinin ürünü.
Bilgi edinme araçları her geçen gün çeşitlendiğinden, renkle­rin karmaşası da artıyor. Filozof Martin Heidegger, 20. yüzyılın başlarında radyoyu muhteşem bir teknolojik yenilik olarak ni­teleyerek, “Ulaşamayacağım büyüklükte bir dünyayı, benim ve herkesin erişebileceği, kullanılabilir hale getirdi.” derken, renk­lerin ayırdına bizden daha fazla varıyordu muhtemelen. 20. yüzyılın insanları büyük savaşları, çatışma haberlerini radyolar­dan dinlemeye, gazetelerden okumaya alışmışlardı. Bizlerse uy­du bağlantılı televizyonlarımız, internet ağlarımız, cep bilgisa­yarları ve mobil telefonlarımızla Heidegger’e nispet yapıyoruz.
Dünya bir avucumuzun içine sığabilecek kadar küçüldü. Teröristler ise, avucumuzdaki dünyalara müdahale edebilecek, kendi kök boyalarını sürecek kadar donanımlı ve yıkıcı hale geldiler. Oynadıkları tiyatronun sınırsız sayıda izleyiciye ulaşa­bileceğinin bilincinde, beş yıldızlık performansların peşinde, her gün yeni bir oyunla sahneye çıkmaktalar. İşin kötü tarafı gösteri devam ediyor ve bizlerse izlemekten keyif alır hale gel­meye başlıyoruz. Sh:91-109
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003, İstanbul
**********
“Firavunu Öldürmek...”
Günlerden pazartesi, saat 8.30. Ofisinize gitmek üzere evi­nizden çıkmadan önce vitaminlerinizi ve kan sulandırıcı as­pirininizi aldınız. Saçlarınızın biraz ıslak olması doğal, zira her sabah yarım saatlik bir koşudan sonra duş almaktasınız. Sağlıklı yaşam sizin için bir amaç, hatta en belirgin yaşam motivasyonunuz. Asla hastalıklı bir yaşlı olma niyetiniz olma­dığı gibi, dinamik sağlıklı ve uzun bir yaşam için ne gerekirse yapmaktan da kaçınmazsınız. Düzenli doktor kontrolleri, as­la sigara ve içki kullanımı yok, uyumlu bir aile hayatı ve mut­lu, gerginlikten uzak bir iş ortamı. Arabanızı kullanırken asla hız yapmaz, işinize yetişmek için slalomlara başvurmazsınız. Elbetteki o sabah arabanıza biner binmez kemerinizi bağladı­nız. Motoru çalıştırdınız ve her zaman dinlediğiniz radyo ka­nalını açarak yola çıktınız. O da ne! Birileri kırmızı ışıkta du­ran arabanızın yanındaki siyah renkli resmi araca doğru yak­laşıyor. İnanılmaz bir patlama. Allah’tan yanınızdaki araç zırhlı ve içindeki dışişleri görevlisi kurtuldu. Aman Tanrım! ama siz öldünüz.
Eylemin amacı bağımsız bir devletin kurulması ve geçmişte yaşanan kötü şeylerin intikamının alınmasıydı. Buna göre plan yapılmıştı. Amaç, hedeflenen ülkenin diplomatını ortadan kaldırmak olmasına karşın, aksilik bu ya, gerçek kurban ilgisiz bu kişi oldu. Konuyla etnik, dinsel, ideolojik, akrabalığa dayalı, simgesel, kısaca hiçbir biçimde bağlantısı olmayan birisi, yaşamını kaybetti. Esasen hedef alman diplomatın olaylarla ilgisi de, yalnızca hedef ülkenin vatandaşı olmakla sınırlıydı. Ne teröristlere arzu ettikleri toprak parçasını verebilirdi, ne de eski günlerde olanlardan sorumluydu. Özür dilese bile, geçmişi yaşananların çözümü olamazdı. Ölseydi eylem ilk aşamasını başarıyla tamamlamış olacaktı; ancak planlar bazen suya düşe bilirdi. Diplomat kurtulmuştu, buna karşın başka birisi o kadar şanslı değildi. Kötü şans!
Diplomat, gazeteci, güvenlik görevlisi, öğrenci, öğretmen ya da terzi, kim oldukları fark etmeksizin terör kurbanları, terör eyleminin en görünür çıktısıdır. Eylem gerçekleştirilir ve bazı insanlar can verir, kayıplara uğrarlar. Bu kayıpların bir mantığı, bir anlamı vardır. Onlar, belirli bir siyasal amaç uğruna eyleme hedef seçilen ve teorik olarak “masum” kabul edilen insanlar­dır. Eylem sonucu madur olanlar, suçlunun bıraktığı birer par­mak izi niteliği taşımakla beraber, suçun nedeni ya da suçlu­nun amacı değildir (Seçilmiş politik kimliklere yapılan suikastler dışında). Analizci için faillere ulaşılması değil, nedenlerin, yani eylemin geri planındaki siyasal amacın belirlenmesi ana hedeftir. Teröristin eylemi gerçekleştirme nedeni, onun siyasal motivasyonunu ortaya koyar.
Kurban ise, eylemin reklamı aşamasında ön plana çıkar. Tü­keticiye en kolay yoldan pazarlanması gereken bir üründür te­rörizm. Pazarlama stratejisi açısından kullanılan iletişim dilinin büyük önemi vardır. Şiddet ve zarar verme esasına dayalı bu iletişim modelinde, kurban olarak seçilen kişiler ya da grup­lar, özünde ulaşılmak istenen amaç için kullanılan araçlardır. Birileri zarar görürken, diğer binleriyse bundan gerekli dersi çıkararak, iletilen mesajı alırlar. Eylemin gerçek amacı mesajın yerine ulaştırılmasıdır; kurbanlarsa postacılar (yani kitle iletişim araçları) tarafından adrese teslim edilen mektuplardan başka bir şey sayılmazlar. Bu nedenle incelenmesi gereken esas unsur, eylemin niteliğinden ya da kurbanlardan ziyade, mesajın içeriğidir. Kurbanın dini, rengi, siyasal kimliği, adresi gösterir.
İçerisinde siyasal bir mesajın bulunması, terörizm eylemini diğer adi vakalardan ayıran en önemli unsur olarak kabul edilir. Esasen insanları terörize edebilecek birçok farklı durumun söz konusu olması mümkündür. Örneğin günlük, olağan ya­pıntılarımız içerisinde akli dengesi yerinde olmayan birinin ya da bir adi suçlunun hiç beklenmeyen bir saldırısına uğrayabiliriz. Bazen serseri bir kurşun, bazen cüzdanımızı kaptırmama çabamız, hayat ile aramızdaki ince bağı koparıp alabilir. Kendi­mizi güvende hissetmiyor olmamız, her an tehlikelerle baş ba­vı olduğumuzu düşünerek psikolojik çöküntü içerisine girme­miz, terörize olduğumuzun göstergesidir. Bu güvensiz ruh hali, kitlesel bir travma oluşturacak biçimde toplu olarak da yaşana­bilir. Hayat tehlikelerle doludur ve en zor olansa, zihnimizdeki “güven bunalımının” sürekli bir hal almasıdır. “Terör, yaşamın gölgesidir; ona yapışık, onunla birlikte gelişen ve onu takip eden bir çizgide hareket eder.”
İlkel töreler ya da bir kan davası nedeniyle bir köyün basıl­ması ve yüzlerce insanın yok edilmesi de “terör” yaratır. Geliş­memiş, ilkel toplumlara özgü, sıradan bir haldir kan davası gütmek. Hep, öcü alınması gereken birileri vardır. Bir sizden, bir onlardan derken, karşılıklı katliamlar yüzlerce insanın ka­derine yön veren ana unsur haline geliverir. “Terör, törelerin gölgesinde yeşerir, büyür.”
Kimi zamansa tek bir keskin nişancı, örneğin meşhur “sniper”, koca bir devletin tüm güvenlik sisteminin sorgulanmasına ve toplu dehşet yaşanmasına neden oluşturabilir. Masum insan­lar korumasız ve acz içindedir. Düşünün! Marketten alışverişi­nizi yapmış evinize dönerken, sizinle hiçbir ilgisi olmayan birisi tarafından kalbinizden vurularak öldürülüyorsunuz. Adaletsiz, izahı mümkün olmayan bir cinayet. Belki bir delinin, belki de planlı programlı hareket eden soğukkanlı bir katilin hedefi oldunuz. Hiçbir somut neden yokken! “Terör, nefretin ve öfkenin gölgesinde serpilir, gelişir.”
Adi cinayetlerde katil ile maktül arasında bir nedensellik ilişkisi olması, olayla ya da kişilerle bağlantısı olmayanları rahatlatacak biçimde menzil dışında tutar. Olayın dışındaki kim­selerin yaşayacağı dehşet, bir yabancının gözüyle izlenenlerden ibarettir. Kişi kendisini olayla özdeşleştirmez, kurbanla empati oluşturmaz. Oysa sniper örneğindeki gibi rastgele işlenen bir cinayetler serisi, dehşeti kitleselleştirir. Herkes eylemcinin he­def alanına girebileceği inancını taşıyabilir. Buna karşın eyle­min bir kişiyi ya da binlercesini dehşete düşürmesi, terörizm literatürü açısından bir fark yaratmaz. Eylemin mantığı ve ne­densellik kurgusu önemlidir. Patronunun, maaşına istediği miktarda zam yapmamasına kızıp, uçak kaçıran birisinin Pentagon’un üzerine bir intihar dalışı yapması ciddi bir olaydır, ancak ciddiyetle izlenmesi gerekmez. Keza sniper’ın seri cina­yetlerinin siyasal bir içeriğinin olmaması, olayın terörizm lite­ratürüne değil, adi suçlar dosyasına girebilecek bir örnek oldu­ğunu gösterir. Eylemcinin sadece ruh hastası olduğu ya da inti­kam almak istediği için, böyle bir girişimde bulunması ile, ka­pitalizme karşı mücadele verdiğini öne sürmesi, İslamcı mili­tanlara destek vermesi ya da vaktiyle Yugoslavya’nın bomba­lanmasını protesto ediyor olması arasında oldukça önemli bir fark bulunur.
Örneğin Unabomber olarak bilinen Theodore Katzchinsky bir teröristti. Eylemlerini dayandırdığı ideolojik gerekçelerini, “endüstriyel toplum ve geleceği” başlıklı manifestosunda net bir biçimde dile getirmişti. Ona göre sanayi devrimi ve sonuç­ları, insan ırkı için bir felakete yol açmıştı. Teknolojik ilerleme bu süreci daha da kötüleştirecekti. Bunun için girişilmesi gereken öncelikli eylem stratejisi, devrimi mümkün kılabilmek için, toplumsal stresi yükseltmeye çalışmaktı, ikinci olarak sistemi zayıflatabilmek amacıyla teknoloji ve sanayi toplumu karşıtı İm ideolojinin propagandasını yapmak gerekiyordu. En üst ideal ise teknolojiyi ortadan kaldırarak “doğal hale” geri dönüşür. Bombalı mektuplarını teknolojinin simgesi olarak gördüğü İnsanlara göndermiş ve bazılarının ölümüne yol açmıştı.
Amerikan halkını neredeyse 11 Eylül saldırısı kadar dehşete düşürmeyi başaran “sniper” vakası ise, terör yaratmakla birlik­le, bir “terör-izm” eylemi değildi. Zira sniper, eylemlerini hiçbir politik çerçeveye oturmayan bir amaçla gerçekleştirmişti. Bir seri katil tiplemesine ya da adi bir cinayet suçlusu profiline da­lın fazla uyuyordu. Sniper’ın eylemleri süresince güvensizlik, korku ve dehşet tüm toplumsal katmanlara yayılmıştı, insanlar evlerinden çıkamaz hale gelmiş, emniyet birimleri seferber ol­muştu. Buna karşın eylem bir terörizm eylemi değil, sıradan bir kriminal hadise idi.
Gerek “psikopatik terör” yani ruhsal bozukluk nedeniyle gi­rişilen eylemlerin, gerekse “kriminal terör” yani adi suç olarak değerlendirilebilecek eylemlerin, siyasal terörden farklı bir içe­rik taşıdığı açık. Adı üstünde siyasal terör, “siyasi” olmak duru­munda. Bir inancın, ideolojinin ya da ortak bir kimliğin çatış­macı dışa vurumu olarak şekillenmeli. Siyasal bir amaca yöne­lik olarak, benzer taleplere sahip, ortak bir kimliği paylaşan ki­şilerin örgütlenmesi ve şiddete başvurmalarını ifade etmeli. Za­ten böyle bir tanıma sahip olması da, onu diğer suçlardan fark­lı kılan ana unsur.
Terör eylemcilerini aynı yönde düşünmeye ve davranmaya iten, eylemlerinin meşruiyet kaynağı olan ana tema, terörist grubun müşterek paylaşımıdır. Bu ortak motivasyon, ortak kimlik duygusunu ve aidiyet hissini besler. Kimlik hissinin da­yandığı temel, ulusal ya da etnik bağlardan mesleki veya politik özdeşliklere, sınıfsal farklılıklardan paylaşılan ortak bir soruna veya düşmana kadar uzanabilir. Aynı etnik kökene sahip ol­mak, aynı maden ocağında işçi olmak, aynı yoksulluğu paylaş­mak ya da aynı dili konuşmak gibi ortak değerler, bu tür grup­ların birleştirici unsurudur. Benzer değerlere sahip kişiler ola­rak, kendilerini “birleştiren” ve diğerlerinden “farklılaştıran” unsurlar belirginleştikçe grup, sınırlarını daraltarak çizmeye başlar. İç içe geçen zincir halkaları misali en geniş kimlikten, en dar ortak birleştirene kadar grubun kimliği tanımlanır. “Biz” olarak tarif edilenler ve “onlar” yani “bizden olmayanlar” tespit edilir. Bu tespit siyah ve beyaz karşıtlığı misali keskinleştikçe, çatışma ihtimali artmaya başlar. Siyahın ne kadar siyah olduğu beyazla mukayese edilerek ölçüldüğünden, beyaz, siyahı belir­leyen ana referans noktası haline gelir. “Zıtlık” kimliğin ta ken­disi olur ve çatışma kaçınılmazdır.
Çatışmanın tarafları karşı tarafı ötekileştirirken, karşı taraf da “biz” olarak kendi grup kimliğini geliştirir ve pekiştirir. Öte­kinin tanımlanması süreci, karşılıklı dışlama davranışı eşliğin­de iki tarafı birbirine yabancılaştırır ve hatta zıtlaştırır. Sonuçta öteki ne kadar çok ötekileşirse, algılamalar da o kadar netleşir, kolaylaşır. Kavramlar ona göre şekillenir, algılamalar koşullan­dırılır. Örneğin bir suçlu beyaz ise “suçlu”, siyah ise “siyah ya da zenci suçlu”; terörist, Hıristiyan ise “terörist”, Müslüman ise “İslamcı terörist” olarak tanımlanır. Tüm nesnelerin bizden ve ötekilerden olarak kategorik bir ayrıma sahip olduğu görülür. “Bizim dilimiz”, “bizim dinimiz”, “bizim ırkımız”, “bizim mille­timiz” gibi. Bize ait olan değerler iyi ve üstün, ötekilerin sahip oldukları ise, kötü ve aşağı olarak tarif edilir.
Irk, dil, din, etnik grup, cinsiyet gibi farklılıkların yarı sıra, gelişmiş-azgelişmiş, uygar-barbar, sömüren-sömürülen benzeri karşıtlıklar da grup kimliklerinin şekillendirilmesinde önemli rol oynarlar. Bu tarz bir bloklaşmada eğer bir tarafa aitseniz, öte­kine karşısınız demektir. Bir devlet otoritesi açısından, vatandaş­lık bilincinin geliştirilmesi adına “öteki’ni tarif etmek ne denli önemliyse, bir terör örgütü açısından da karşı tarafın belirlenmem o kadar önemlidir. Sömürgeci, beyaz, kapitalist, Yahudi, Hristiyan ya da Müslüman, örgütün kime karşı olduğunun, neyle mücadele ettiğinin sınırlan belirlendikçe, örgütün temel motivas­yonu da ortaya çıkar. Bazen işgalcilerle, bazen kan içici sömürgecilerle, bazen şeytanla ve “her zaman kötülerle savaşılır”.
Hangi motivasyonla beslenirse beslensin, terör örgütlerinin esas hedefi kendi mesajlarını verebilecek faaliyetler gerçekleşti­rerek seslerini duyurmak, popülerleşmek ve siyasal otoriteleri baskı altına alarak, bazı haklar talep etmektir. Hak hukukla, hukuk ise siyasetle ilintili olduğundan, sonuçta her türlü hak talebi, siyasal bir çerçeveye sahiptir. Zira “hak” talebinin muha­tabı, varolan siyasi otoriteler olduğundan ister istemez “ta­raflardan birisidir. Her iki taraf da kendi mücadelesini verir; “bir taraf almak, diğer tarafsa aldırmamak için”.
Eğer terör varsa siyaset, siyaset varsa da ister istemez bir muhalefet ve terör gündeme geliyor. Bu durum, tarihsel bir ger­çeklik. Terörizmin bir kavram olarak literatüre son iki yüzyılda girdiğini kabul etsek bile, siyasal şiddetin insanlık tarihi kadar eski olduğu aşikâr. Zaten “Her firavunun bir Musa’sı vardır.” sö­zü de bu çerçevede değerlendirilmeli. Firavunlar çoğunlukla se­vilmediler. Hatta yüzlerce yıl “firavun” kelimesi, dünyanın birçok yerinde kötülüğün ve acımasız tiranik düzenlerin simge­siydi. Enver Sedat suikastini gerçekleştirenlerden biri, “Firavun’u öldürdüm!” diye bağırmıştı. Firavun, laik kesim açısın­dan Mısır’ın ulusal şanının sembolüyken, Kur’ân’da ise tiranlı­ğın ve despotluğun en yüksek derecesini temsil etmekteydi.
Tarihin her döneminde siyasi otoritenin varlığı muhalefeti, muhalefetin varlığı, baskı ve şiddeti, şiddetin varlığı ise kaçınıl­maz biçimde “direniş”i doğuruyor. Tüm direnişler ise zayıflar, yoksullar, yoksunlar varoldukça meşruiyet zemini bulabiliyor. Meşruiyet arayışı yalnızca yerel düzeyde sağlanmaya çalışılan bir destekten ibaret değil. Nitekim terörist örgütlerin eylemleri belirli bir siyasal hedefe yönelmekle birlikte, bu örgütlerin birçoğu, eylemlerini yalnızca siyasal amaçlarla değil, evrensel dogmalarla da gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Örneğin Hizbullah, yalnızca Lübnan’da Şii İslam anlayışını egemen kılacak bir yapılanma için değil, şeytana karşı sürdürdüğü kutsal bir cihadı devam ettirmek maksadıyla eylem yaptığını iddia ediyor.
Düşmanın şeytan olarak tanımlanması, karşı tarafın ne denli kötü ve zararlı olduğunu gösterdiği gibi, onunla mücadele edenlerin ne kadar kutsal bir dava güttüğünü ve haklılı­ğını da vurgulamakta. Bu şekilde teröristler, kendilerini yal­nızca kendileri için değil, tüm insanlık, ya da mensup olduk­ları grup adına hareket eden, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyen, son derece fedakâr insanlar olarak tarif etmekte­ler. Öylesine fedakârlar ki, kendilerini kurban etmekten çe­kinmedikleri gibi, birçok masum kurbanın kanının sorumlu­luğunu üzerlerine almaktan da kaçınmıyorlar. Onlara göre bunca özverinin ödülü, öteki dünyada onlara bağışlanacak olan huzur!
Tanrı adına savaş ve karşılığında cennete ulaşma düşüncesi, siyasal şiddeti tetikleyen en etkili motiflerden birisi kuşkusuz. Tarihten günümüze Zealotlar’dan, Haşhaşinler’e, Hizbullah’tan Tanrı’nın Ordusu grubuna kadar, birçok terör örgütü dini referanslarla eylem yaptılar. Dini nedenlerle ordular çarpıştı, in­san kıyımları gerçekleştirildi. Haçlı Seferleri, Yüz Yıl Savaşları, 30 Yıl Savaşları hep benzer motiflere sahipti. Katliamlar, dini çatışmaların en vahşi ve kabul edilemez uzantılarıydı. 1572 yı­lının 24 Ağustos’unda Fransa’nın katolik kraliçesi Catherine De Medici’nin emriyle Fransız protestanların yok edilmesi, ta­rih defterinin en kanlı sayfalarından bir tanesi olmuştu. Meş­hur St. Bartholomew gününde başlayan ve bir hafta süren kat­liamlar boyunca yaklaşık 100 bin kişi katledilerek, Seine nehri­ne atıldı. O kara gün, Almanya’da başlayarak Fransa’ya sıçra­yan ve nüfusun yaklaşık üçte birini etkisi altına alan dinde reform çabalarına verilen en büyük ceza olarak kabul edildi. Katolikler, Tanrı’nın böyle istediğine inandılar. Diğerleri Şey­tanın etkisine girmişti ve onlara cezalarını vermek ise, onlara cennetin kapılarını açabilecekti. Böyle inanıyorlardı ve inançları sarsılmaz, sorgulanamaz ölçüde sağlamdı.
Kullanılan şiddetin düzeyi ve niteliği açısından özel bir ko­numa sahip olan dinsel nitelikli eylemlerde, kurban sayısının artmasının çok fazla önemi bulunmaz. Hatta ne kadar çok kurban varsa, cennetin kapıları o kadar aralık görünür. Dinlerin sapkın yorumlan, ölümü ve öldürmeyi birer ibadet içeriğinde sunarken, eylem bir ayin havasında gerçekleştirilir. Dualar, ya­karışlar, ritüeller eylemin bir parçasıdırlar. Kurbanını Tanrıya şükrederek kesenleri, dini liderlerine bağlılıklarını gösterebil­mek adına metroya zehirli gaz salanları, kelime-i şehadet getirerek, bellerine bağladıkları bombaları patlatanları düşünün! Hiçbir ideolojik gerekçe ya da inanış ölüme bu kadar yakın, katliama bu kadar sempatik durmayacaktır. Zira diğer tüm ge­rekçeler, son kertede kitlesel desteğe ihtiyaç duyar ve olayı sey­reden -en azından-kimi insanların olumlu düşüncelerinin var­lığıyla beslenirler.
Dinsel içeriğe sahip terör örgütleri için ise, toplumun onlara sempati göstermesinin hiçbir anlamı olmadığı gibi, karşı taraf olarak algılanan herkes ve her şey şeytanın bir uzantısıdır. He­deflenen amaç Tanrı’nın sempatisini kazanmak olduğuna göre, her türlü eylem stratejisi kullanılabilir. “Cihad”, “haklı savaş” ya da “kutsal emirler” çerçevesinde en sert terör eylemleri ger­çekleştirilebilir. Zira dinsel inançlar ölümle yaşam arasındaki ayrımı kaldırırlar. Ölümle birlikte Tanrı’nın yarattığı bir yer­den, vadettiği bir yere göçüş söz konusudur ve vadedilen yer, şehadet mertebesine ulaşılması halinde, yaratılan yerden çok daha mükemmeldir. Elbette, Tanrı onun için savaşanları takdir edecek ve ödüllendirecektir. Cennetin kapıları ardına kadar açık, onları beklemektedir.
Bir teröristin yapacağı eyleme ikna olması, gerekçesinin ide­olojik gücü ile doğru orantılıdır. En güçlü gerekçelerse, dinsel temalarla desteklenenler arasında bulunur. Bu, doğrudur. An­cak eylemin dini motiflerinin olmasının, onu daha da yıkıcı ve şiddet içeren bir boyuta sürüklediği gerçeğinin yanı sıra, bu kadar insanı sorgusuzca itaate sevk eden dinsel gerekçelerin nereden beslendiği de sorgulanmalı. Zira dinler arasında yaşa­nan çatışmalar yüzyıllardır sürmekle birlikte, modern çağın değerleri ile uyumlu bir içerik sergilememekteler. Bu nedenle, görünen şablonun din olması, arkasındaki diğer motiflerin göz ardı edilmesine neden olmamalı. Hangi “Yaradan” inancı, ona olan sevgisini, onun yarattıklarını yok ederek göstermeyi bir maharet bilir ki? Yaratılana sevgisizlik, “Yaradan”a saygısızlık olmaz mı? Belki de nefretleri, kişisel ihtirasları, grup çıkarlarını belirli kimliklere büründürerek, onlara belirli elbiseler giydire­rek sunmak daha kolay bir yöntem. Sorgulanması mümkün ol­mayan en üst otoritenin referansı ile de desteklenince, kabul edilemez iddialar bile, kutsal hale gelebiliyor.
“Öteki”nin yaratılması adına da en kolay kullanılabilecek kimlik şablonu, dinsel inançlar gibi görünüyor. Farklı bir peygambere, farklı bir ibadet biçimine ya da farklı bir inanç diline sahip olmak, insanlara kendilerini kolayca farklılaştırabilme imkanını sunuyor. Diğer tüm değerleri, yaşam biçimle­ri, zevkleri birbirine benzer olsa da, farklı bir inanç sistemine mensup olmaları, geniş toplulukları birbirlerine düşman hale getirebiliyor. Başka binlerine duyulan nefret, Tanrı’ya olan sevginin nişanesi sayılıyor. Bu sevgi uğruna bin yıllardır ölü­nüyor, öldürülüyor.
Bin yılların düzeninin modem dünya ile uyumsuzluğu ne­deniyle biteceğini ve her dönemde tekrarlanan alışkanlıkların, küreselleşen dünyada yer alamayacağını düşünmekse nafile. Birileri 21. yüzyıla son derece doğru bir tespitle “yeni ortaçağ” adını veriyor. Evrensel değerler yaratma çabasıyla bir yandan küreselleşen dünya, diğer yandan da dinsel referanslar eşliğinde parçalanıyor. Gilbert Achcar’ın deyişiyle “barbarlıklar çatışma­sı”, yeni bir güçle start alıyor.
11 Eylül saldırısının ardından yaşanan “Islami terör” histeri­si bu çatışmanın başlamasında bir mihenk taşı olarak kabul edilmekte. Ortaçağ’ın basit zihinsel tasarımları, son derece so­fistike bir yapıya sahip yeni dünyayı açıklamak için kullanıl­maya çalışılıyor. Birbirinden son derece farklı inanç düzenekle­ri, ortak bir İslam çatısı altında “öteki’leştiriliyor. Birileri ötekileştirirken de, ister istemez diğer tarafta “biz” olgusu gelişiyor. Olabilecek en sert “biz” ve “ötekiler” ayrımının, en ince hattı üzerinde, dört bir taraf uçurum iken seyretmek zor görünüyor. Üstelik uçurumun derinliği her geçen günle daha da artıp, vi­rajlar daha da keskinleşirken!
Son yüzyıllarda eşitsiz gelişimin, dünyanın farklı parçalan üzerinde farklı modeller yarattığı biliniyor. Neoliberal ekono­minin nimetlerinden faydalanabilenler, üstün teknoloji ve emperyal aklı buluşturabilenler. Onlara türlü sıfatlar bulmak mümkün; “gelişmiş”, “modem”, “demokrat”, “liberal”, “uygar” vs. Onlar, uygarca yaşayıp, uygarca savaşıyor, pespembe rüya­lar görüyorlar. Diğerlerinin karabasanları ise uyandıktan sonra bile sürmekte. Onlar “azgelişmiş”, “ilkel”, “totaliter”, “despolik”, “barbar” vs. Barbarların(!) rüyaları olmaz mı, dersiniz? Tüm güzel rüyaların yalnızca bililerine ait olması adil mi?
Görünen o ki, kimileri geleceğe ilişkin pembe rüyalar gö­rürken, kimileri de düşlerini öbür dünyaya ertelemekte. Nite­kim bir iddiaya göre, İslami terörizm denilen şey, esas olarak siyasal düş-kırıklıklarının bir ifadesi. Birileri kabuslarını diğerle­riyle paylaşmak istiyor anlaşılan. Belki de pembe rüyalarını kendilerine saklayanlara karşı bir tepki yaşananlar. Kaldı ki, İslami terör yalnızca Batı’ya karşı değil, liberal doktrine ve onun aşırı bireyciliğine karşı bir tepki olarak da şekilleniyor. Batı’nın toplumsal, ekonomik, siyasal değerlerinin evrensel, kutsal doğ­rularmışçasına empoze edilmesi, o değerleri benimsemeyen, reddeden kesimler üzerinde tahrik edici bir unsur halini alıyor. Kendi yerini modern Batı’nın içerisinde tarif edemeyen insanlar, kendilerini kimlikleri çalınmış, aşağılanmış ve soyutlanmış hissediyorlar. “Aşağılananlar” yalnızca doğuda değil, her yenli' var. ABD’de ya da Avrupa’nın en modern yöresinde bile laik edilebiliyorlar. Onların bazıları “düşsüz”, bazıları “kabus görenler”den. Küçük bir grupsa “kabuslarını ihraç edenler” grubunu oluşturuyor. İşte onlar en tehlikelileri!
Modern dünyanın en ciddi sıkıntısı bu grupları tanımlayamamak, yani “öteki”ni belirleyememek. 11 Eylül saldırısı, İslami terörü namlunun ucuna koyduysa da, bu çatışma ortamının ne kadarının bir mitten ibaret olduğu, ne kadarının ise gerçeklikle örtüştüğü konusu tartışmaya açık. Kimilerine göre İslam tehdidi mitleri, tıpkı meşruiyet ya da milliyetçilik mitleri gibi, iktidarda kalmak veya iktidarı ele geçirmek isteyenlerin siyasi mücadelelerinde kullandıkları söylemin bir parçası. Bu çıkarlar varolduğu sürece mitler meşru kılmak, harekete geçirmek, yanıltmak, susturmak için yaratılmaya devam etmekteler. Daha da önemlisi, söz konusu mitlerin asılsız olduğu gösterilse de, mitler bir kez oluşturulup ifade edildiklerinde, kendi kendi­lerine bir gerçeklik, bir hayat kazanmaktalar. Örneğin ırkçı nefret mitleri, başıboş yabancı düşmanlarının uydurduğu ya­lanlar olarak ortaya atılmış olsa da, bu mitlerin siyasal alana girmesi ve etnik gruplar arasındaki ilişkilerin gergin olduğu ortamlarda yayılmasıyla, daha önce sahip olmadıkları bir kuv­vet ve gerçekliğe sahip oluyorlar. Tıpkı “Bir şeyi kırk kere söy­lersen, gerçekleşir.” sözü gibi.
“Siyah renklilerin kötü kalpli” olduklarını sürekli tekrar et­tiğinizde, en azından birkaç kişinin buna inanması, siyah renk­lilere karşı kötü muamele etmelerine neden olacak, bu da siyah renklileri kötü tepkiler vermeye itecektir. Kötü tepkiler veren siyah renklilere karşı, beyaz renkliler arasında “siyah renklile­rin kötü kalpli” oldukları düşüncesi yaygınlaşacak ve siyahlar kendilerine yönelik bu nefret karşısında giderek daha da kötü hale gelmeye başlayacaklar. Ya da birileri Müslümanların kötü, terörist, uygarlık yıkıcı olduğunu iddia edecek ve bazı olumsuz eylemler tüm İslam dünyasına mal edilecek. İslam bir tehdit olarak algılanmaya başlandıkça bu tehdidi ortadan kaldırmaya Yönelik baskılar artacak, antidemokratik ve eşitsiz yasalar ka­im! edilecek, haklar sınırlanacak ve “öteki” olarak tanımlanan, aşağılanan, farklılaştırılan bu insanlar da bir tepki vermeye yö­nelecekler. Gösterilen tepki önceki baskıları haklılaştıracak, karşılıklı    öfke giderek artacak ve herkes haklı olacak. Ne yazık ki, bu kısır döngü, günün birinde karşılıklı kitlesel imha arayışına ta kadar gidebilecek bir sürecin başlangıcı. Bir kez mitler oluşturuldu mu, sonraki merhale onu “gerçek” hale dönüştür­mek. Gerçek ise, yalanlar üzerine kurulu!
Mitler oluşturarak “farklılaştırmak” ve “dışlamak” edimleri­nin beraberinde getirdiği en ciddi olumsuzluk, tarafların birbir­lerini anlamaya çalışmaktan ziyade yenmeye, yok etmeye uğraş­ması. Üstelik yenme gayreti, sportmence belirlenmiş ilkeler çer­çevesinde cereyan etmediğinden, taraflar her türlü faullü giri­şimde bulunmaktan da kaçınmamakta. Amaç golü bulmak olunca, golün elle atılmış olması da sonucu değiştirmiyor. Bu maçta tarafların kararlarına saygı gösterecekleri bir hakemlik müessesesi de bulunmuyor ve kurallar, küresel ormanın bildik kanunları; “güçlü ve acımasız olan kazanır”. Bombaları 2 kilo­metre yükseklikten aşağıya bırakmakla, birkaç metre uzaktan elle fırlatmak arasında fazlaca bir fark bulunmuyor. Kimin hak­lı, kimin haksız olduğunun da önemi yok. Herkes haklı ve her­kes kendi haklı davası uğruna savaşıyor.
Dünyanın böylesi bir parçalanmaya doğru sürüklenmesi, en çok zıtlıklardan beslenen çatışmacı siyasal yapıların işine geli­yor. Bu yapılar öncelikle kendilerine bir düşman imajı yarata­rak, bu düşmanın farklılığını ve kendi kültürlerine yönelik olumsuz tasarruflarını vurgulamayı tercih ediyorlar. Düşman imajının oluşturulması safhasında tarihsel yalanlar, anılar, soy­kırım hikâyeleri değişmez unsurları. Ya tüm Müslümanları ço­luk çocuk kılıçtan geçiren Haçlılar, ya da kutsal topraklarını Müslüman barbarlardan korumaya çalışırken canlarını veren, inanmış Hıristiyanlar söz konusu. Her iki taraf da kan dökme konusunda birbirlerinden aşağı kalmadıklarından tarihsel da­yanaklar bulmak, onları yeniden hikâyeleştirerek efsaneler ya­ratmak kolay. Karşı taraf hep korkunç, hep kötü ve hep acıma­sız. Şeytan ruha girmiş bir kere...
Düşmanın resmedilmesinden sonraki aşamada ise, taraflar kendi savaşçı potansiyellerinin altını çizerek ne kadar güçlü ol­duklarını gösterme arayışına girerler. Böylece kendi taraftarları adına, sığınabilecekleri, gurur duyabilecekleri bir otoritenin kurulması mümkündür. Düşmana karşı savaş için kurulan oto­ritenin dinsel referanslarla desteklenmesi her zaman anlamlı­dır. Bu nedenle de şeytana karşı savaşmak, başlıca misyon ola­rak kabul edilmelidir. Tanrı’nın inayetiyle de sürdürülen bu büyük mücadelede muhteşem bir direniş gösterilmeli ve yenil­mez, önüne geçilemez bir güç gösterisi sergilenmelidir. Bu şe­kilde yandaşlar çoğalacak, otorite sorgulanmaz hale gelecek ve gücün büyüsü tüm taraftarları esir alacaktır.
ABD gibi bir hiper-gücü, kalbinden vurabilen bir gücün ta­raftar kitlesine saçtığı sinerji düşünülenlerin çok ötesinde. Amerikan imparatorluğunun oldukça abartılmış, soyut bir ha­yalden ibaret olduğunu, birkaç günlüğüne olsa bile, diğerlerine hissettirebilmenin prestiji, (bu noktadan sonra, eylem kendile­rine ait olmasa da) Usame Bin Ladin’i ve El Kaide’yi daha on yıllarca bir efsane olarak yaşatabilir. Onlar, kısa sürede birkaç yüz kişiden oluşan bir terör grubu olmaktan çıkıp, yüzbinlerce sistem muhalifini bünyesinde toplayan, alternatif bir sistemin savunucuları haline geldiler. Teklif ettikleri yapının başarı şansı ve verimliliği hiç mümkün olmasa da, masal yazıldı, efsane tanım­landı bir kez. Efendinin rolünü oynayanınsa tercih seçenekleri sınırlı. Süregiden sistemi savunan taraftarlar kitlesini yanma toplamak ve alternatif önerinin yetersizliğini ispat etmek zorun­da artık. Nelere mal olabileceğini çok fazla umursamadan.
Taraftar kitlesinin mümkün olduğunca kapsayıcı tutulması, stratejik bir üstünlük için ön koşul. Nitekim giderek popüler­leşen İslami terör örgütleri de, söylemleri gereği, eylemlerini yerel taleplerle sınırlı tutmayarak, iddialarını tüm İslam dünya­sını arkalarına alacak biçimde meşrulaştırmayı ve sosyal bir başkaldırının ilk kıvılcımını çakmayı amaçlamaktalar. Ayetullah Humeyni’nin her türlü farkı göz ardı ederek, bundan yıllar önce “İslam’da sınırlar yoktur.” söylemini kullanmasına benzer yöntemler bugün de geçerli. Usame Bin Ladin ve El Kaide’nin ideolojik tabanını Filistin sorunu üzerine oturtmaya çalışması ve anti Amerikan bir söylem benimsemesi, kitlesel desteği artı­rarak, “biz” olarak tanımlanan kitleyi genişletmeye ve birleştir­meye yönelik tavır.
Buna karşılık ABD’nin benimsediği tutum ise, barışsever uy­gar dünyanın, şiddet kültürüne karşı elbirliği ile vereceği bir ce­vabın oluşturulması yönünde. “Haçlı Seferleri”, “Ebedi Adalet” gibi kavramlar, taraftar kitlesini sert ve radikal kılacağı, dolayısıy­la sınırlayacağı için, önceleri yanlışlıkla(!) kullanılmasına rağ­men, uzun dönemli sloganlar olarak tercih edilmediler. Zira böy­le bir mücadelede taraflar kendi gruplarını tayin ederlerken is­ter istemez karşı tarafın çerçevesini de çizmekte, “öteki” olarak tarif edileni de resmederek somutlaştırmaktalar. Karşı taraf ne kadar dar tutulursa, gücünün o kadar azalacağı da aşikâr.
Tüm İslam dünyasını karşıya alacak bir çatışmanın ne denli maliyetli olacağı bilindiğinden olsa gerek, ABD yönetimi, çatış­manın bir uygarlıklar savaşına doğru dönüşmemesi için olduk­ça stratejik hamleler yapmakta. Türlü yöntemlerle İslam dünya­sının bir blok haline gelmesinin önü alınmaya çalışılıyor. Kaldı ki, bu tür bir çatışmanın yalnızca askeri önlemlerle çözümlene­meyeceği de son derece açık. Zira günümüzde terörizm, Soğuk Savaş süresince gündemde tutulan nükleer bir savaş ihtimalinin çok daha üzerinde riskler taşıyor. Kitlesel imha artık gerçekleş­tirilebilir. Kaldı ki, kapasitesi sınırlı, ne yapacağı, ne zaman ya­pacağı belli bir orduyla savaşmak, rastgele, dengesiz ve tehlikeli dinsel motiflere sahip bir terör örgütü ile çatışmaktan çok daha kolay; özellikle de dünyanın en büyük askeri gücü için.
Ordular dünyanın devletsel sınırlar düzleminde parçalan­ması esasına göre yapılanmışlar. Mücadele eden tarafların kul­lanabileceği silahlar, uymaları gereken kurallar aşağı yukarı belli. Ancak yeni tehditler, “savunma” olgusunun yeniden kav­ramsallaştırılmasına ihtiyaç göstermekte. Bir devletle savaşmak bildik, tanıdık bir şey, ama ya bir uygarlıkla savaşmak? Üstelik o uygarlık, ilahi temeller üzerine bina edilmişse çok zor. Taraf­ların kendi kimliklerini ve varoluşlarını, diğerlerine duydukları nefret üzerine inşa etmiş olmaları çatışmanın çok sıcak geçece­ğinin göstergesi. Mücadelenin uzun soluklu olması kaçınılmaz. Motif uygarlığın yüceltilmesiyse ve uygarlığın referansı dinsel değerler ise, ortaçağın kutsal savaşları da kapıda demektir.
Ancak başka binlerinden nefret duyarak, kendinden olanla­ra yönelik bağlılığı kurmanın tek yolu dini inançlar değil kuş­kusuz. Her şeyden önce dinsel kimlik, insanların diğer kimlik­lerinden yalnızca bir tanesi. En güçlü olanlardan birisi olmakla birlikte, tek ve değişmez değil. Tarihin hemen her döneminde büyük çaplı insan kıyımlarının temel nedeni dinsel farklılıklar olmuş, siyah ile beyaz, birbirini kan kırmızıya boyamayı başar­mışsa da, farklı ırklara, milliyetlere, etnik köklere sahip olma­nın da, dinsel gerekçeler kadar etkili olduğu dönemlerin bu­lunduğu ortada.
Sırf renkleri siyah olduğu için, ya da farklı bir milliyete sa­hip oldukları için katledilenler, sırf Yahudi, Müslüman ya da Hıristiyan olduğu için öldürülenlerden çok da az olmasa gerek. Unutulmamalıdır ki, on milyonlarca insanın ölümüne yol açan 20. yüzyıl savaşları dinsel motifli olmadığı gibi, milliyetçilik duygularıyla bezenmişti. Sosyalizmin yerleşmesi adına can veren milyonlarca insanın, yok ediliş gerekçesi ideolojikti. Ne­denler bulmak tarihin hiçbir döneminde zor olmadı. Kralları adına savaşanlar, ırklarını üstün bulanlar, milletlerini ya da devlet anlayışlarını koruyanlar, inançlarını yüceltme peşinde olanlar, tüm insanlık adına savaş verdiklerini düşünenler; hep­si, bir neden bulabilmişlerdi. Tarih, her dönemde kendi vahşi akışını devam ettirebilecek siyasal gerekçeleri hazırlamıştı. Sis­tem krize girdikçe ve değişim kaçınılmaz oldukça, çatışma çık­mış, çatışmalarsa konjonktürel olarak, farklı alt kimliklerle beslenmişti.
Süregiden düzenden “memnun” olanların, alt kimliklerini gündeme getirmeleri ve sistemi acze uğratacak farklılaşmaları desteklemeleri beklenmemeli. Zira sistemle barışık olmak, sta­tükonun devamından hoşnut olunduğu anlamına geliyor. Ça­tışma değil, barışın sağlanması esas kabul ediliyor. Buna karşın genel gidişatı lehlerine değiştirmek isteyenlerse, kendilerini şu veya bu şablonun içerisine yerleştirerek ifade edebilme arayışı­na girmekteler.
Çoğu zamansa “barış, bir dilim ekmekle gelir”. Ekmeği ol­mayana barışın güzelliğinden söz etmek komiktir. Çünkü ek­meksize göre barış diğerlerinin, yani ekmeği olanların barışıdır. Kendisinin o barışı sürdürmeye ikna olması için bir neden bul­mak oldukça zordur. Süren barıştan memnun olmayanlar, kötü ya da uzlaşmaz olduklarından değil, kendi lehlerine oluşturula­bilecek yeni bir barışı yaratmak için savaşa başvururlar. Kurula­cak yeni barış, onları ekmek sahibi yapacaktır; diğerleri ise ek­meksiz kalabilir, ya da ekmeği paylaşabilirler. Biraz iddialı da ol­sa Wilhelm Reich’in şu meşhur sözünü biraz değiştirerek tekrar­lamak anlamlı olabilir; “Asıl açıklanması gereken, aç insanların neden çaldığı ya da sömürülenlerin neden terör yaptığı değil, aç insanların çoğunun neden çalmadığı ya da sömürülenlerin ço­ğunun neden terör yapmadığıdır.”
Açlık ve yoksulluğun terörü besleyen ana kaynak haline gelmesi, kaçınılmaz olarak, sertliğin dozu ve vahşetin biçimini de farklılaştırıyor. Dünya üzerinde günde 2 doların altında bir standarda sahip 2 milyardan fazla insan bulunmakta. Her gün binlerce insan açlıktan hayatını kaybediyor. Ekolojik dengesiz­lik, kuraklık ve açlığın çok daha büyük boyutlarda yaşanabile­ceğinin sinyallerini veriyor. Endüstriyel açıdan gelişmiş ülkeler sürdürülebilir kalkınma için yapılması gereken düzenlemeler­den kaçınıyor, refahlarından ödün vermiyor ve dünyanın kalan bölümünü sefalete terk ediyorlar.
İnsan, kendi çocuğunun açlıktan öldüğü bir dünyada, barış adına mücadele edebilir mi? “Tüm savaşlar kötüdür.”, doğru da, “Tüm barışlar iyi midir?” dersiniz? Kendi barışını kurmaya çalışmak onursuzluk mu? Ya o barışı kurarken, tüm diğerleri­nin barışını yerle bir etmek?
Kurulan tüm barışlara, karanlık bir geceden sonra güneşin doğuşu olarak bakarız da, o barışın kimlerin gününü kararttığı ile ilgilenmeyiz hiçbirimiz! “Savaşlar tüm insanlığın ortak mağ­lubiyetidir.” savı kabul edilse bile, savaşlardan sonra kurulan ba­rışlara “tüm insanlığın ortak zaferi” olarak bakmak çok müm­kün değil ne yazık ki! Her düzen, yeni muzafferler ve yeni mut­suzlar yaratmakta. Mutsuzların yeni düzene karşı mücadele et­melerini engellemekse mümkün olmadığı gibi, adil de değil. Eleştirilebilir olansa, yalnızca mücadelenin yönteminden ibaret.
Mücadelede kullanılan yöntem de, söylem de zamana ve mekana bağlı olarak farklılaşabilir. Irkçı, etnik, milliyetçi, din­sel, ideolojik, birçok farklı söylem kullanılabilir. Ancak “söy­lem” yalnızca şablonu belirler ve muhalife bir kimlik sağlar. Ancak asıl olan ağacın görünen kısmı yani yaprakları, dallan değil, köklerini en derinlere kadar saldığı toprağın içeriğidir. Teröristin inanışına göre, toprak dejenere olmuş, sistem bozul­muştur; hastadır. O, kendisine hastalığa karşı savaşan bir dokj tor rolünü biçmiştir. Bunu hangi kimlik çerçevesinde gerçek­leştirdiğinin de teorik düzeyde çok fazla anlamı bulunmaz.
Ana hedef bozulmuş olan bu sistemi tamamen çökertmek ol­duğundan sistemle uyumlu olanları “öteki”leştirecek herhangi hır kimlik kullanılabilir. Radikal bir hedefin varlığı, eylemlerin çok daha sert ve yıkıcı olmasına sebebiyet verir ve eylemci kit­lesel tahribat yaratabilecek saldırılardan kaçınmaz. Bu da ey­lem stratejileri ve kullanılan silahlar ile eylemcilerin motivas­yonları arasında bir paralellik bulunduğunu gösterir.
Kullanılacak şiddetin dozu, teröristin, eylemini hangi amaç­larla gerekçelendirdiğine bağlı olarak değişir. Radikal talepleri olan dinsel ve etnik iddialar teröristi daha yıkıcı hale getirir­ken, ideolojik talepler sınırlı ve simgesel eylemlere uygundur. Küçük çaplı reform talepleri ise basit eylemlerle geçiştirilebilirler. Aradaki fark, molotof kokteyli ile yapılan bir öğrenci eyle­minden, nükleer kapasiteye sahip radikal dinci bir örgütün kit­le imha saldırısına kadar genişleyebilir.
İdeolojik, etnik veya milliyetçi motivasyonlara sahip terör örgütleri açısından, yapılacak eylemin çok kabul edilemez bir yıkım yaratması amaca terstir. Eylemin performansı açısından amaç ile araçların uyumlu olması gerekir. Örneğin Marksist bir devrim gerçekleştirmeyi amaçlayan bir terör örgütünün içi ço­cuklarla dolu bir okul otobüsüne saldırı düzenlemesi mantık­sızdır. Böyle bir eylem teröristin temsil ettiği hareketi güçlen­dirmeyeceği gibi, aksine toplumdan soyutlanmasına, reddedil­mesine ve hatta daha önce sağlamış olduğu desteği kaybetme­sine yol açabilir. Bu gruplar için bir eylem yapılması halinde hedeflenen kitlenin kapitalist sınıf ya da işbirlikçi olarak tarif edilen kişilerden seçilmesi daha manalıdır. Bu nedenle de ban­kalar, iş merkezleri ya da refahla özdeşleştirilen mekânlar hedef olarak tercih edilirler.
Milliyetçi-ayrılıkçı bir terör örgütünün rastgele bir eylem stratejisi benimseyerek, herkesin bir arada bulunduğu alan­larda eylem yapması da çok sağlıklı değildir ve arzulanan tep­kiyi vermez. Bu tür örgütlerin tercihleri daha ziyade varolan meşru otoritenin, yani devletin temsilcisi olarak kabul edilen kamu görevlileri ile devlete yakın duran kendi etnik kökenle­rine mensup kişilerdir. Belirli bölgelerde devletin, otoritesini yitirdiğini ispatlamak adına kendilerinden kabul ettikleri in­sanlara bile saldırılar düzenlemeleri, bazılarını işbirlikçi ola­rak tanımlamalarıysa stratejileri gereğidir. Zira yaratılan kaos ortamında, devlet aygıtını iş göremez hale getirmeleri halinde, kendi otoritelerini empoze etmeleri mümkün olabilir. Devle­tin asli görevi vatandaşlarını her türlü tehlikeye karşı koru­mak olmasına karşın bunu başaramaması, ona olan güveni sarsacaktır. Ona hâlâ güven duyanlara verilen cezalarsa, di­ğerlerini ürkütecek, devletten daha güçlü gibi görünen alter­natif siyasi yapıya itaat sağlanacaktır. Siyaset, güç oyunları çerçevesinde anlaşıldığına göre, gücünü ortaya koyanın, masadakileri kazanması beklenir. Riskler büyüktür, ama kazanç da büyük olabilmektedir.
Etnik ve ideolojik motivasyona sahip örgütlerde, partileşme ve meşru siyasal zemine çıkma arayışı baskındır. Buna mukabil nihilist, anarşist ya da marjinal arayışlardaki grupların, kitlesel destek arayışları bulunmadığı gibi, “teröristlik” bir kimlik un­surudur. Bu da terörü daha uzlaşılmaz ve tahrip edici kılar. Nitekim son dönemlerde terör eylemlerinin gittikçe daha fazla sertleşmesine paralel olarak, eylemin arkasındaki motivasyon unsurlarının da radikalleştiğini görmek mümkün. Artık talepler daha ütopik, ideolojiler ve inançlar daha katı bir görünüm vermekteler. 60’lı 70’li yıllarda bağımsız bir devlete sahip ola­bilmek, kendi yöneticisini özgürce seçebilme hakkı bağımsız­lık adına mücadele eden terör örgütleri için yeterli motivasyo­nu sağlamakta iken, artık talepler çok daha farklı. Öyle ya, Sartre’in dediği gibi “Eğer insan açlıktan ölüyorsa, seçim hakkı­nın ona ne yararı olabilir?”
Teröristin inanışı ve nedenleri hangi düzlemde açıklanabilir olursa olsun, hiçbir zaman yalnızca eylemin yapılış sebeplerin­den ibaret kalmazlar. Dini, etnik ya da ideolojik tüm gerekçe­ler, eylemin unsurları olmaktan çıkıp zamanla teröristin varlık nedeni haline dönüşürler. Eylemcilerin iddiaları, sahip oldukları kimliklerin bir uzantısı olarak şekillenir, ancak sonrasında kimliklerini şekillendiren birincil faktörler arasına katılırlar. Bu öylesine sert bir geri dönüştür ki, nihayetinde eylemcinin tanı­mı ve tasvirinin yapıldığı öncelikli nitelik haline gelir. Örneğin Hans Alman’dır, Münihlidir, Heidelberg Üniversitesi’nin felsefe öğrencisidir. Varlıklı Weinberg ailesinin ferdi ve üç oğlundan birisidir. Sahip olduğu tüm özellikler bir kimlik unsuru olma­sına karşın, Hans aynı zamanda bir neo-nazi eylemci olduğu ve terörist eylem yaptığı için diğer tüm kimliklerinden soyutlanır. Yalnızca neo-nazi kimliğiyle varlığını bulur. O bir faşisttir ve ırkçıdır. Eylemi yapmakta ona yön veren asli unsur diğer kim­likleri değil, inandığı neo-nazi değerlerdir.
Hans’ın giyim kuşamı, zevkleri, iddialan, yaşam tarzı o de­ğerlere göre şekillenir. Bir kez kendisini belli bir ideoloji ile öz­deşleştirdikten sonra, o ideolojinin ve o ideolojiyi savunanların imajına, onun kahramanlarına göre büyümeye, kendisini bi­çimlendirmeye başlar. Kendi sağduyularına ve deneyimlerine karşı çıkmayı tercih ederek, gördüğünü, duyduğunu algılaya­maz hale gelir. Giderek kendisini hem fiziki görünüş, hem de zihni paradigma bakımından o ideolojinin imajına göre yoğu­rup, kalıba döker. Sonunda ideolojisi yaşamın kendisinden bile daha önemli hale gelir. Ki bu da, bir terör eylemcisinin sahip olabileceği en güçlü kazanmadır. Bu kazanım sayesinde ölür, öldürür, ölürken öldürür.
İnsan zihni, en kabul edilemez davranışları bile sergileyebilme özelliğine sahip bulunuyor. Bir kez yaptığının doğru olduğu­na inanması yeterli. Sir Francis Bacon, ünlü eseri Novum Organon’da insan zihnini “kıvrımlı bir ayna” olarak tarif etmekte. Ona yansıyan nesnelerin doğasını, kendi doğasıyla karıştıran, bozan ve kirleten bir ayna. Her şeyi kirletmeyi başarabilen bir yansıtıcıya sahip olmamız ne kötü! Ya kirlettiklerimizi temizle­me niyetini hiç taşımamamız! Ne kötü! Sh: 113-133
Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003, İstanbul

*****************
1977’nin 18 Ekim gecesi, Stuttgart’taki Stammheim Hapis­hanesi için unutulmaz bir geceydi. Silah seslerine karışan çığ­lıklar kimse tarafından duyulmamıştı. Karanlık gecenin saba­hında Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Irmgard Möller isimli tutukluların cesetleri torbalara konarak taşındı. Jan-Carl Raspe ise hastahanede birkaç gün yaşadıktan sonra hayatını kaybetti. Ölümlerinden 25 yıl sonra bu mahkumların beyinle­rinin yerlerinden çıkarıldığı ve bilimsel deneylerde kullanıldığı yazıldı. Onları terörist yapan şeyin beyinlerindeki bir arızadan kaynaklandığı düşünülmüştü. Beyinlerindeki arıza yüzünden masum insanları ideolojilerine kurban etmiş, açlık grevleri yapmış ve nihayetinde kendilerini öldürmüşlerdi.
Andreas ve Jan-Carl kendilerini nereden buldukları belli ol­mayan birer tabanca ile vurmuşlardı. Baader Meinhoff üyeleri mahkûmiyetlerini duvarları parlak beyaza boyanmış ve 24 saat kuvvetli ışıklarla aydınlatılan küçücük hücrelerinde çekmek­teydi. Kimse ile temas kurmalarına izin verilmiyor ve tam bir izolasyona tabi tutuluyorlardı. Onlar için mahkemeleri bağlayı­cı özel kanunlar çıkarılmıştı. Baader yasalarına göre, örgüt üye­lerinin avukatları, sanıklarla ortaklaşa suç örgütü oluşturdukları gerekçesiyle mahkemeden çıkarılabiliyorlar, açlık grevleri ne­deniyle duruşmalara gelemeyen sanıkların bulunmadığı haller­de de mahkeme sürecine devam edilebiliyordu. Baader üyeleri kendileri ile ilgili alman hiçbir kararı tanımamakta direndiler ve sürekli işkence altında olduklarını iddia ettiler. Ta ki, “ölüm gecesi” olarak bilinen o geceye kadar. Andreas, söylendiğine göre kendisine tabanca ile ateş etmeden önce tabanca ile arası­na bir yastık koymayı ihmal etmemişti. Ses çıkmasın ve ortalık batmasın istiyordu anlaşılan. Tabancayı duvara dayamış, araya bir yastık koymuş ve iki eliyle silahı ateşlemişti. Öyle söylendi!
Gudrun, tıpkı 1976 yılının anneler gününde kendini pen­cerenin demirine asan Ulrike Meinhoff gibi, asarak öldürmeyi tercih etmişti. Irmgrad’ın seçimi ise kendisini dört kez bıçakla­yarak intihar etmekti. Öyle söylendi!
Baader-Meinhoff adı bir gecede listeden çıkarılmıştı. Örgüt üyelerinin çok şüpheli intiharları(!) hukuki bir sorun da çıkart­mamıştı. Ölenlerin hepsi kendi seçimlerini kendileri yapmış­lardı. Zaten bunlar, açlık grevi yaparak ölmekten de kaçınma­yanlardandı. Öyleyse ölümü bilinçli olarak isteyebilecek bir düşünce mekanizmaları vardı. İntihar etmiş olmaları, prosedü­rü kolaylaştırıyordu. Örgüt bitmiş, herkes rahatça uyur hale gelmemiş miydi? RAF sonradan intikam eylemlerine devam et­ti gerçi ama, Baader adı bir daha duyulmadı. Mücadele başarıy­la sonuçlanmıştı.
Dar kadrolu örgütlere yönelik bu tür temizleme operasyon­larının işlevsel oldukları düşünülse de, bu tür mücadelelerin yeni çatışma zeminleri oluşturduğu da ortada. Öldürülen her bir teröristin, kendisini seven insanlar, aileleri, dostları hesaba katıldığında, en azından üç-beş kızgın insana yol açtığı bilini­yor. Tıpkı ağacın dallarının budanması gibi, her kestiğiniz dal­dan birkaç ayrı dal uzuyor ve yeşilleniyor. Canavarı yok etmeye çalışırken, onu güçlendiriyor, varlığını meşrulaştırıyorsunuz.
Düzeni bozanlara karşı mücadele eden bir iktidar görünümün­den, özgürlük peşindeki savaşçıları katleden tiranlara dönüşü­yorsunuz. Bu çelişki, terörle mücadelenin en temel sorunu. Nasıl olup da, teröristleri durduracak ama bunu diğerlerinin özgürlüklerine halel gelmeden yapacaksınız?
Belki öldürecek, ama toplum gözünde meşru kabul edileceksiniz? İstihbarat toplayacak, ama zorlama kullanmayacaksınız?
Teröristi, sem­patizanı ve ilgisiz kişileri farklılaştıracak, masumlara teröristle­rin verdiği zararın daha fazlasını vermeyeceksiniz?
Nasıl yapa­caksınız?
Terörle mücadele edenlerin genellikle bu tür sorulara cevap aramadıkları söylenebilir. Hastalıkla savaş anlamında hedef, “vücudun kurtarılmasından ziyade, mikroba gününü göster­mek” olunca, sertlik gösterisi ve cezalandırma arayışı kaçınıl­maz hale geliyor. Doktorsa, mükemmeliyetini hastayı kurtara­rak değil, mikrobu yok ederek ispat ediyor. Kimi zaman hasta­nın da yok olması pahasına! İlaç tedavisi, moral destek ya da bünyenin kuvvetlendirilmesi gibi yöntemler göz ardı edildiğin­de, hastalıklı organın kesilip atılması çözüm olarak sunulmak­ta. Bu ise hastalık kurutulsa bile vücudun sakat veya eksik kal­ması anlamına geliyor. Oysaki amaç, vücudu en sağlıklı ve kuvvetli kılacak şekilde tedavinin yapılması ve gelecekte tehli­ke oluşturabilecek aynı tür mikroplara karşı bağışıklığın geliş­tirilmesi.
Terörle mücadelede öncelikli hedefin, düzeni bozanların ce­zalandırılması olması, yönetimler düzeyinde esas ilginin bu yö­ne kaymasına neden oluyor. “Terörizm” devlete ve otoriteye, do­layısıyla da huzura yönelik bir “suç” olarak ele alındığından, suçluların güvenlik mahkemeleri ya da askeri mahkemelerde ce­zalandırılması arayışına gidiliyor. Farklılaştırılmış mahkemele­rin bir uzantısı da, farklılaştırılmış hukuk kuralları ve haklar. Bu durum terörizm suçları için hukuk alanındaki evrensel standartların ve hukuk kurallarının geçerli olamayacağını gösteriyor. Devlet mekanizmaları bu tür suçların tamamını ki­şiselleştirerek, kendi varlık ve otoritesine karşı yapılmış sayı­yor. Bombalanan binalar da, soyulan bankalar ya da kaçırılan uçaklar da, öldürülen masumlar da kendi kimliklerinin üze­rinde bir değer taşıyor ve devlete karşı girişilen eylemlerin süjesi haline geliyorlar. Bu nedenle de terörist örgütler siyasal yönetimler tarafından büyük bir kızgınlıkla karşılanıp, öç al­ma duygusu çerçevesinde karşılık görüyorlar. Hükümetler resmi söylemleri olarak da “Benim binama, benim uçağıma, benim vatandaşıma kalkan eller kırılır.” mantığıyla hareket ediyorlar. Eylemler, sivil insanlara ve onların yaşam haklarına değil de, devletin varlığına ve “sahip olduklarına” yönelik davranışlar olarak algılanınca, olağanüstü ve askeri yargılama­lar kaçınılmaz hale geliyorlar.
Siyasi nitelikli suçların askeri mahkemelerde ele alınmaya başlaması, esasen Batı açısından çok yeni bir gelişme sayılmaz. ABD’de askeri mahkemeler 1780’de George Washington tara­fından kurulmuş ve Amerikan topraklarında faaliyette bulu­nan bir İngiliz ajana karşı işletilmiş. Abraham Lincoln yöneti­mi ise, bu tür mahkemeleri kurumlaştırarak, iç savaş süresince yaklaşık 4000 kişinin yargılamasını gerçekleştirmiş. ABD’de askeri mahkemelerin en son uygulaması, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi ajanlarına karşı söz konusu olmuş. Ancak 11 Eylül sonrasında yeniden gündeme gelen askeri yargılamalar, 1776’dan bu yana demokrasinin kalesini koruyan(!) ABD’nin en ciddi tavizi. Artık “güvenlik”, öncelikli tercih, insanlar ya­şamlarını idame ettiremediği müddetçe, onlara tanınan hakların, özgürlüklere ilişkin hukuki korumanın çok anlamlı ola­mayacağı düşünülüyor. Askeri mahkemeler hızlı ve kuralları çok net. Olaylar bir savaş durumu şartları içerisinde ele alını­yor ve yargılamalar o durumun koşullarına göre şekilleniyor. “Ya dost”, “ya düşman” olunur felsefesinin hakim olduğu bu yaklaşımda, düşman olarak algılananlara özgürlükler ve hak­lar tanınması gibi bir lüks yok.
Askeri mahkemeler Çin, Kolombiya, Peru, Mısır gibi birçok ülkede bulunmasına karşın, uluslararası örgütler tarafından hukuki bulunmuyor. Orada gerçekleştirilen yargılamaların ta­rafsız yapılmadığı ve sanığa kendisini savunma fırsatı verecek bir ortam sunulmadığı düşünülüyor. Hatta diktatörlüklerin kendi tiranik otoritelerini sürdürebilmek için bu tür aygıtlara ihtiyaç duyduğu ve yargı denetiminin yürütmenin eline geçe­rek siyasallaştığına inanılıyor. Bu anlamda siyasal muhalifler, direnmenin ve farklı düşünmenin bedelini, “terörist” kategori­sine sokularak ödüyor.
Dünyanın birçok ülkesinde “yargının siyasallaşması” sıra­dan bir hadise. Mahkemeler yargılama merciilerinden ziyade, suçu zaten sabitlenmiş birilerini cezalandırma mekanizmaları haline gelmiş. Haksız ve hukuksuz uygulamalara çok sık rastlanmakta. 1996’da Peru’daki bir askeri mahkemenin insan hakları aktivisti, gazeteci Lori Berenson’u marksistlere yardım ettiği gerekçesiyle yargılaması ve ömür boyu hapse mahkûm etmesi, ABD hükümetinin bile protestosuna hedef olmuş. Peru köylülerinin hakları konusunda araştırma yaparken, terör ör­gütüne yardımcı olmakla suçlanan genç kadın, yıllar süren mücadeleden sonra 2001 yılında sivil mahkemede yargılana­rak, cezası 20 yıla indirilmiş. Halen hapiste ve “Haksızlıklar karşısında sessiz kalmak, ona ortak olmaktır; susmayacağım.” diye haykırmakta. Dört gözle ABD başkanının Peru’ya yapacağı ziyareti bekliyor ve kendi özgürlüğünün, terörle savaş konu­sunda Peru hükümetinden bile daha sert görünen George W Bush’a verilecek politik bir hediye olmasını diliyor. Guantanamo’daki tutuklularınsa, Lori kadar şansı ve umudu yok. Öz­gürlüklerini, hediye olarak kabul edecek birileri de bulunmu­yor. Onlar, tarihin en büyük çaplı terör saldırısının failleri ya da destekçileri olarak algılandıklarından, her türlü eziyete katlan­mak durumundalar. Yeni Amerikan doktrini açık. Suçlu bu­lunmak için yargılanmalarına gerek yok, suç zaten sabit. Hü­kümet yetkilileri açıkça söylemiyorlar mı? “Bir kanıt buluna­maması, o kanıtın olmadığını değil, iyi saklandığını gösterir. Bu da bizi bağlamaz.”
Yaklaşan Irak operasyonunun meşruiyeti de bu temele da­yanıyor. İlk başlarda uluslararası terörizmi ve El Kaide’yi des­teklemekle suçlanan Saddam Hüseyin’in yeni belirlenen suçu, kitle imha silahlarına sahip bulunması. Bunlarla ilgili bir kanıt bulunmasa da, yorum belli “Demek ki iyi saklamış.” Afganis­tan’dan sonra, Irak da 11 Eylül’ün bedelini ödeyecek. Bu tür cezalandırma operasyonları, uluslararası terörizmle mücadele­de yeni yüzyılın temel mücadele stratejisi gibi görünüyor.
Dış politika tavırları giderek daha da küreselleşen bir dün­yanın, küresel mücadele stratejilerine ihtiyaç göstermesinden kaynaklanıyor. Bu tip konularda en demokratik sistemlerde bile devlet adamlarının fazlaca müdahaleye açık olmadıkları kolayca görülebilmekte. Dış politikalar genellikle küçük bir azınlık tarafından denetlenip, şekillendiriliyor. Bundan taviz vermeye de kimsenin niyeti yok. Medyanın ve etnik lobilerin etkinliği ise eleştirilere konu olmakta. Wolfowitz doktrininin destekleyicileri “Eğer bir Vizigot ya da Mısır lobisi olsaydı, Roma varolabilir miydi?” diye soruyorlar. Onlara göre ciddi işlerle, ciddi adamlar ilgilenmeli ve gerek terörizmle mücade­le, gerekse dış politika yapımı son derece ciddi işler. Çünkü insanoğlunun en temel ihtiyacı olan “güvenlik” endişesiyle şe­killeniyorlar.
Uluslararası alanda güvenliğin sağlanması ise neredeyse imkânsız. “Şer eksenleri” var, “haydut devletler” var, “kızıl komü­nistler” ve “kan emici kapitalistler” var. Her yer sarılmış du­rumda. Uluslararası ilişkiler teorisyeni Arnold Wolfers’a göre “mutlak güvenlik dünya hâkimiyetinden geçmekte”. Bu “Ya tüm dünyayı kontrol edersiniz ya da güvende olamazsınız” anlayışına dayanıyor. Tüm dünyayı kontrol edebilecek bir im­paratorluk kurmak, Roma’dan bu yana tüm büyüyen güçlerin ortak fantazisi. Ancak imparatorluklar oldukça maliyetli. Hem ekonomik, hem de sosyal ve siyasal maliyetleri olan bir proje, “imparatorluk”. Direnenlere karşı alınacak önlemler ise ciddi fedakârlıklar gerektirebilir. İmparatorluklar sertliğe meyledip ve geniş topraklar üzerinde kontrol sağlama eğilimi­ne girdikçe, anayurdun korunması güçleşiyor. Bir yandan fet­hetmek, diğer yandan da fethedilenleri korumak zorunlulu­ğu, maliyetleri olağanüstü boyutlara taşıyor. Örneğin 11 Eylül öncesi ABD’nin terörle mücadele bütçesi yıllık 7 milyar dolar civarında seyrederken, 2002 yılının bütçe görüşmelerinde ise, Amerikan topraklarının korunması çerçevesinde 38 milyar dolarlık fondan söz edilmekte. Amerikan savunma bütçesine gelince, en fazla harcama yapan ülkeler sıralamasında kendi­sinden sonra gelen 25 ülkenin toplamını da aşıp, 400 milyar dolarları yakalamış durumda. “Amerikan lmparatorlugu”nun bedelini Amerikalılar da ödemekte.
Ödenen maddi bedellerin daha güvenli bir dünya yaratıp yaratmayacağı da kuşkulu. ABD hükümeti “daha güvenli değil, daha iyi bir dünya” yaratma güdüsüyle hareket ettiğini iddia etse de, dünya halklarını buna ikna edebildiği söylenemez. Tüm dünyada “en nefret edilen” ünvanını ele geçirmiş olmaları da cabası. Kimse Amerikalılarca kurtarılmak istemiyor anlaşı­lan. Kaldı ki, baskı ve zorlama, diyalektik karşıtlarını da besle­yip, sisteme salıyor. Farklı formalar giyseler de, aynı oyunu oy­namaya çalışıyorlar.
Fundamentalist, küreselleşme karşıtı, anarşist, Hıristiyan, ta­rikatçı, antisiyonist ya da her neyse. Devletler arası ilişkiler düz­leminde verilemeyen karşılıklar, devlet dışındaki küresel ör­gütlenmeler aracılığıyla esas olarak, ABD’ye yönelik terörizm akımları çerçevesinde gelişiyor. Amaçları farklı görünse de hedefleri ortaklaşıyor. Tamillerin lideri Prabhakaran bile, ey­lemlerinin güney Asya ile sınırlı kalmayacağını söyleyerek, günün modasına uymayı düşündüğünü belirtiyor. Oyunun sahnesi yer değiştirmeye başlamış görünüyor. Amerikan halkı alınan tüm güvenlik önlemlerine karşın, artık huzurla uykuya dalamayacak kadar tehlike ile yüz yüze ve bunun farkındalar. Dünyanın en kozmopolit, en renkli, en heterojen toplumuna sahipler, işin kötü yanı ise tüm farklılıkların, çatışma potansi­yelini içerisinde barındırması. Ya uyuyan yılan uyanırsa!
Çatışma ve uzlaşmazlığın, su yüzüne çıkmasa da, tüm top­lumlar için potansiyel bir tehdit olarak varolması, devlet otori­telerini telaşlandırmakta. Dış politika alanında, alınan önlemle­rin terörizmle mücadelede son derece önemli bir etkisi olması­na karşın, yeterli olmadığı da biliniyor. Zira esas hedef, anayur­dun korunması. Dışarıda gerçekleştirilen müdahaleler de bu amaca yönelik. Müdahalede bulunulan yerlerin ortak özelliği, anayurdun ve vatandaşların korunması adına stratejik bir öne­me sahip olmaları. Aksi halde Kore’den Afganistan’a, Soma­li’den Panama’ya kadar her yere uzanan bir güç oluşturmaya ne gerek var?!
Dünya çapında gerçekleştirilen ekonomik ve ticari faaliyet­lerin, o ülke vatandaşlarına ayrıcalık sağlayacak ve üstünlükle­rini koruyacak biçimde sürdürülebilmesi öncelikli hedef. Ra­kip ülkelerin gücünü dengelemek ve mümkünse baltalamak zorunlu. Bu nedenle enerji ve özellikle de petrol piyasalarının denetlenmesi gerekiyor. Vatandaşların dünya üzerinde hangi ülkede olurlarsa olsunlar güvende olmaları, yatırım yapmaları ve serbest dolaşmaları arzulanıyor. Bu nedenle muhalif rejimle­rin devrilmesine, pazarların benzeştirilmesine, zıt kültürlerin uyumlaştırılmasına çalışılıyor. Bunlar dış politikaların uzantısı olan genel önlemler; ama bir de özel uygulamalar bulunuyor.
Terörle mücadelede kullanılan özel araçlar arasında en çarpı­cı olanlardan bir tanesi, suikastler. Direnişi örgütleyen, karizmatik lider konumundaki kişilerin ortadan kaldırılmasının, terör örgütlerinin belini kıracağı düşünülüyor. Gerçekten de sıradan bir hareket ve anlaşılmaz bir iddia bile sıradışı, özel bir lider ön­cülüğünde çok etkili bir hareket haline dönüşebilmekte. Kaldı ki, eylemler sonrasında ortaya çıkan toplumsal infialin ve örgüt­çe yapılan eylemlerin tüm sorumluluğunun örgütün liderine yüklenmesi, “kötü” algılamasını sınırlı kılıyor. Lider ortadan kal­dırıldıktan sonra örgütün diğer üyeleri göz ardı edilebiliyorlar. “Esas kötü”ler temizlenince, devlet otoriteleri de rahatlıyor ve prestij kazanıyorlar. Bu nedenle de suikastler, terörle mücadele­de kullanılan etkin yöntemlerden birisi olarak kabul ediliyor.
Örgüt liderlerine suikast düzenleyerek mücadele konusunda en atak yönetimler, İsrail hükümetleri. Her dönem, bu yöntemi bir araç olarak kullanmışlar. ABD yönetimi de bunlara sıcak ba­kıyor. Üstelik Amerikan halkının da bu konuda hükümete deste­ği var. Christian Science Monitor’da yayınlanan bir Gallup araş­tırması gösteriyor ki, ABD halkı eğer terörizmi sonlandıracak yöntem buysa, suikastlere “evet” diyor, ilginç olan 1981’de yapı­lan bir kamuoyu araştırmasında, ABD halkının %82’sinin siyasi suikastleri her ne şartla olursa olsun “kabul edilemez” bulmaları. Bugünkü araştırma sonuçları ise çok farklı. Amerikan halkının %60’ı suikastleri benimsemekte. Sonuçlar Amerikan demokrasisi ve değerleri açısından şok edici, insanlar kendilerini güvenlikte hissetmedikleri zaman, daha önce sahip çıktıkları tüm değerleri bir kenara bırakıp, en kötü araçlara, senaryolara bile razı olabili­yorlar. Tarihçi Michael Birkner’in sorusu da bu noktada çok an­lamlı; “Kötü bir şeyden iyi bir sonuç çıkarmak mümkün mü, ya da amaçlar araçları meşru kılar mı?”
Suikastlerin hangi şartlar altında olduğu fark etmeksizin hukuki bir dayanağı bulunmuyor. Nitekim ABD hükümeti tarafından görevlendirilen ya da onun adına davranan hiç kim­senin suikast düzenleyemeyeceği ve suikast eyleminin hiçbir aşamasına dâhil olamayacağı yasalar çerçevesinde belirlenmiş bir ilke. Oysa kimilerine göre suikast, kişiye özel ve ölçülü bir eylem olduğundan olumsuz etkileri de yaygın değil, sınırlı. Bu nedenle de terör eylemleri sürdüğü müddetçe tavsiye edilen bir önlem biçimi. Kısa yoldan, etkili bir temizlik faaliyeti oldu­ğu düşünülüyor. Hem temizleyene prestij kazandırıyor, hem de liderini kaybeden grubu moral açıdan çökertiyor. Kısaca ol­dukça işlevsel.
Terörle mücadele edenler adına en büyük sıkıntı ve engel, sıkça ifade edildiği üzere hukuki kısıtlamalar. Suikastlerse, hu­kuki prosedürlerle uğraşmadan, kanıt ihtiyacı gözetmeden ve fazla maliyet çıkarmadan kullanılabilen bir yöntem. Hedef kişi­nin suçu da önceden sabitlendiğinden, suikast eyleminin etik bir sorun teşkil etmediği düşünülmekte. ABD hükümeti açısın­dan suikastleri bir silah olarak kullanmak çok yeni bir olgu de­ğil, hatta bir savaş aracı olarak da değerlendirilmiş. Örneğin Phoenix programı, Vietkong’a karşı geliştirilmiş özel bir müca­dele stratejisi. İçeriği, özel timler ve keskin nişancıların şüpheli­leri temizlemek amacıyla bölgeye gönderilmesi ve kullanılması. Ancak bu, hukuksuz olduğu kadar verimsiz de bir program ol­muş. Zaten Vietnam macerası, ABD açısından kesin bir hayal-kırıklığı ve başarısızlık. Uygulanan yöntemler uluslararası top­lumda her düzeyde eleştirildiği gibi, mücadele stratejilerinin hukuki bir çerçeveye oturmaması ciddi bir prestij kaybı. Bazen hatalar yapılabilir, ama ya onu tekrar etmek!
İster uluslararası düzeyde, isterse ulusal alanda olsun huku­ki sınırlamaların varlığı, terörle mücadelenin en büyük handikapı olarak değerlendiriliyor. Zira hukuk devreye girince, pro­sedürler ön plana çıkıyor, bürokrasi uzuyor ve sanıkların hak­larından konuşulmaya başlanıyor. Bu da mücadele edenlerin elini kolunu bağlıyor; önce eylem bekleniyor, sonra kanıtlar aranıyor, bağlantılar tespit ediliyor, şüphelinin hukuka uygun şekilde yakalanarak, gözaltına alınması gerekiyor, sanığın hak­larına saygı olgusu gündeme giriyor, mahkemeler sürüyor, ka­rarlar alınıyor ve bu süreç uzadıkça uzuyor. Oysa ki terörle mücadele edenler hızlı hareket etmek durumunda olduklarını iddia ediyor ve şüpheliye eylemden önce müdahale edebilme hakkı talep ediyorlar.
1995 yılında Japonya başbakanı Tomiichi Murayama’nın, Aum tarikatının kapatılması amacıyla Soğuk Savaş dönemi ya­salarının bazılarını uygulamaya sokmak istemesi, bu durumun ciddiyetini gösteren önemli bir örnek. Zira başbakanın Aum’u hedef alan bu teklifi, Japon hukukçular ve entellektüellerin yo­ğun tepkisi ile karşılaşmıştı. Oysaki devlet güvenlik görevlileri tarikatın kamu güvenliğini tehdit edebilecek ölçüde karanlık işlere bulaştığını, otomatik silahlar satın aldığını ve silah niteli­ğinde kimyasallar ve zehirler edindiğini tespit etmişlerdi. Baş­bakanın tarikatı kapatma istemiyse, anayasaya aykırı olarak ni­telendirildi. Kör lider Sohoko Asahara, tonlarca kimyasal silah üretebilecek bir fabrikanın inşası emrini daha 1990’ların başla­rında vermişti bile. O, gereksinim duyduğu her şey için önce­den yatırım yapabiliyordu, oysa hükümet önceden haber ala­bildiği halde, önceden önlem alabilme konusunda birçok en­gele takılmaktaydı. Kısaca suç işlenmeden önce yapılabilecek bir şey yoktu. Önlem alabilmek için insanların ölmesini bekle­mek gerekirdi. Öyle de oldu. Önce Tokyo metrosuna sarin gazı saldırısı yapıldı, sonra müdahale geldi.
ABD hükümetinin ulusal güvenlik stratejisinin en önemli parçası olarak kullandığı “önceden vuruş” ilkesi, bu tehlikeye dikkat çekerek geliştirilen uluslararası bir tavır. Eylemin yapıla­bileceği şüphesinin ve eylem potansiyelinin varlığı, yeterli kabul edilmekte. “Şer ekseni harekete geçmeden biz önlemimizi alalım.” diye düşünmekteler. Bu inanışları, iç politikalarına da yansı­yor. Ülkedeki tüm İslamcılara terör potansiyeli olan kimseler olarak bakıldığından, Guantanamo’nun nüfusu her gün daha da kalabalıklaşıyor. Ruslar Çeçenlere, Fransızlar Cezayirlilere, Çinliler Doğu Türkistanlılara karşı aynı hisleri duyuyor. On­lar sistemden hoşnut olmayan, değişiklik yapmayı arzulayan gruplar ve terörizme başvurma ihtimalleri de, emsaller çoğal­dıkça artmakta.
Oysa ki bilinir ki, “Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahat­sız etmez ve değişiklik hep kötülüğe, zorbalığa yol açar.” Dev­let kurulu statükonun temsilcisi ve mutlak koruyucusudur. Statükonun sorgulanması onun işi olmadığı gibi, her ne şart al­tında olursa olsun devam ettirilmesi, bizatihi devletin varlık se­bebidir. Kurulu düzenin devam ettirilmesi ana amaç olunca, onu değiştirmek isteyenlere karşı baskı uygulanması da kaçı­nılmaz hale gelir. Değişiklik isteyenlerin sayısı arttıkça, şidde­tin dozu da artar, “zorbalık” siyasetin hakim karakteri biçimine bürünür. Değişiklik talep eden en masum istekler bile “tehlike­li” kabul edilmeye başlanır.
“Tehlikeli” kavramının buradaki en önemli ayrıntı olduğuna dikkat çekmek gerek. Bir şey, tehlikeli bulunmaya başlandığı andan itibaren, objektif olarak değerlendirilme konforunu yi­tirmekte. Suç işlenmeden suçlular tespit edilmekte ve cezalan­dırılmakta. Hollywood senaryolarındaki “insan aklını okuma” fantazileri gerçeğe dönüşmekte. Acaba tüm Araplar ya da Müslümanlar birer Usame Bin Ladin olabilir mi? Olabilir; o zaman tüm Araplar ve Müslümanlar göz hapsine alınmalı, bazen tu­tuklanmalı, kimi zamansa Guantanamo’ya götürülmeli. Ondan sonrasını bilmiyoruz.
Acaba Irak’taki bütün ilaç üretim fabrikaları biyolojik ve kimyasal silah üretim merkezleri mi? Olabilir; o zaman ilaç üre­timine izin verilmeyip, yüz binlerce çocuğun ölümüne seyirci kalınmak, bu tür merkezler saptandığında, hatta saptanmayıp varolduklarından şüphelenildiğinde bile, o topraklar bomba­lanmak, yakılıp yıkılmalı. Başka türlü düzenin sağlanması mümkün değil. “Güvenlik” ancak böyle sağlanabiliyor. En azından sistemin efendisi(l) böyle öngörüyor.
Olası terör saldırılarına karşı önceden müdahale edilmesi gerektiğini düşünenlerin iddialan da yabana atılır gibi değil. “Eylemin gerçekleşmesini mi beklemek gerekir; göz göre göre insanların ölümüne seyirci mi kalınmak?” diye düşünüyorlar. Japonya’da gerçekleşenler onlara göre en net gösterge. Eğer ön­lem alınmazsa, binlerce masum insanın eylemden etkilenmesi söz konusu olacağına göre, eylemi beklemek korkunç bir ay­mazlık, umursamazlık. Ve buna izin verilemez.
Kendisini böyle bir tehlike ile yüz yüze gören ve güvenlik endişesi taşıyan devletlerin terörizmle mücadele çerçevesinde ne kadar sert önlemler alabileceği biliniyor. Bu nedenle de, terö­rizmle mücadele kimi zaman terörizmin bizatihi kendisinden çok daha tehlikeli sonuçlara yol açabiliyor. Artan güvenlik kay­gılarının bedeli, kendi vatandaşlarını bile düşman olarak gören, merkezi devlet anlayışı oluyor. Ancak bu tür bir yaklaşım “dev­let otoritesinin” güçlü bir biçimde tesisi yerine, tam tersine so­nuçlara da yol açabilmekte. Özellikle motivasyonları fark et­meksizin ülke içerisinde kitlesel desteğe sahip olan örgütlere karşı yapılan mücadele, otoriteye karşı toplu bir başkaldırının öncüsü olabiliyor. Birkaç kişi ile başlayan ve dar bir çekirdek kadroya sahip olan örgüt, alınan baskıcı önlemler nedeniyle di­ğer hoşnutsuz kimseleri de ardına alarak güçleniyor. Güçlenen örgüte karşı alınan önlemler de sertleşiyor, sertleşen otorite hoş­nutsuz sayısını artırıyor. Bu bir kısırdöngü.
Terörist açısından eylemleri ne kadar sertlikle karşılaşırsa, arzulanan hedefe de o kadar çok yaklaşılıyor. Terörist, devlet otoritesinin zayıflamasını, devlete olan güvenin sarsılmasını arzu ediyor. Herkese göstermek istiyor ki, bu düzenin, bu sta­tükonun sahibi değiştirilmeli. Yeni bir anlayış ve düzen kurul­malı. Yapılan eylemin kendi başına bir devleti yıkması, orta­dan kaldırması zaten mümkün değil. Oysa oluşacak tepkinin, yuvarlanarak büyüyen bir kartopu misali giderek büyümesi ve bir çığa dönüşmesi mümkün. Çığın altında kalanlarsa, yalnız­ca teröristler olmayacak kuşkusuz. Uçakları birer füzeye dö­nüştürüp binalara çarpma eyleminin, ABD’yi ortadan kaldır­masına imkan yok belki ama, terörle mücadele adına dünya­nın dört bir tarafına fütursuzca saldırmanın ABD’nin liberal demokratik ilkelerin savunucusu, tüm dünyanın koruyucusu(!) imajını tepetaklak edeceği ortada.
İlk Dünya Ticaret Merkezi saldırısında yalnızca bombalama­yı gerçekleştirenlerin yakalanması yöntemi izlenmesine karşın, 11 Eylül’de bir savaş durumu ilan edilmesini ve tüm Afgan halkına yönelik bir operasyon düzenlenmesini dünya üzerinde kaç kişi içine sindirebilmiştir acaba?
Kaç kişi Irak operasyonu­nun meşruiyetine Amerikalılar kadar inanıyor dersiniz?
Dünya üzerinde kaç kişi Amerikalılarca kurtarılmayı arzu ediyor?
Na­sıl oldu da, bir anda dünyanın en çok nefret edilen ulusu hali­ne geliverdiler?
“Efendilerden a priori (muhtemel) nefret edilir.” söylemi ile açıklanabilir mi her şey?
Yoksa tarihte bundan daha başarılı bir terör eylemi hiç gerçekleşmedi mi?
Yalnızca ikiz kuleleri değil, ABD egemenliğinde şekillenen koca bir uluslararası sistemi çö­kerttiği, dünya çapında genel geçerliliği olan ortak düşman al­gılamasını değiştirdiği, güvenlik kavramının içeriğini yeniden doldurduğu için. Kim hayal edebilirdi ki, 20. yüzyıl içerisinde önce faşizme, sonra kızıl komünizme karşı tüm dünya halkla­rını savunan(!) ABD, bir gün gelip bütün olumlu imajını yitiriversin. Hani tarihin sonunun gelmiş ve liberal demokrasiler ABD’nin nezdinde zaferlerini ilan etmişlerdi?
Tam şampiyonluk kutlamaları sırasında, bunca yuhalamanın ne âlemi vardı?
Ne ol­muştu bu insanlara?
“Neden bizi bu kadar çok seviyorlar?” sorusunun cevabını tartışmak varken, Amerikan medyası niçin “Neden bizden bu kadar çok nefret ediyorlar?” sorusunun pe­şine takılmıştı. Yanlış giden bir şeyler olmalıydı. Terörle çok da iyi mücadele edemiyorlardı anlaşılan. Terör ağacını budarken, bir anda balta girmemiş bir ormanla karşılaşmak da mümkün­dü bu işte.
Terörle mücadele, en zorlu savaşımlardan birisi ve bu sa­vaşta herkesin aynı hisleri duyması, alınan önlemleri doğru bulması ve omuz omuza çarpışmasını beklemek anlamsız. Ni­tekim Samir Amin’in de belirttiği gibi terörizme karşı birleşik bir cephe oluşturabilme ihtimali yok. Umutsuzca bu tür dav­ranışlara başvuran sistem kurbanlarının eylemleri, yalnızca uluslararası eşitsizliğe, sosyal adaletsizliğe karşı kurulacak bir cephe ile anlamsız ve sürdürülmesi imkânsız kılınabilir. Ön­lemlerin bir uzlaşma ile hayata geçirilmesi ve terörizme karşı mücadelenin teröristle savaş yerine, uluslararası bir sorunla baş etme mücadelesi olarak ele alınması en önemli adım. Mü­cadelenin standartlaşması ve herkese mal olması adına ortak kavramlar ve kurallar konulması, benzer hukuk sistemleri uy­gulanması esas. Ancak bunu gerçekleştirmek de pek kolay görünmüyor. En standart uygulamaları olan Avrupa Birliği bünyesinde bile, pek çok devlette terör suçlarıyla ilgili belli kanunlar bulunmuyor. Terör eylemlerinden muzdarip İngilte­re, Almanya, İrlanda gibi ülkelerle, Danimarka, İzlanda gibi ülkelerin teröre bakışı farklılaşıyor. Bu farklılıklar terör ey­lemlerinin tanımlanmasından, zanlıların yakalanması ve ceza­landırılması konusundaki prosedürlere kadar uzanıyor. Her­kesi ortak bir noktada buluşturmak gerçekten çok zor. Zira her sistemde devlet-toplum ilişkisi farklı dizayn edilmiş. Bire­ye, topluma, devlete farklı değerler atfedilmiş. “Terör”, “terö­rist”, “örgüt”, “terörle mücadele” gibi kavramlar değişik içe­riklere sahip. Bazısı denize bakıp su görüyor, bazısı balık, ba­zısı martı. Destroyer, denizaltı, uçak gemisi görenler de var kuşkusuz. Tümünü aynı potaya sokmak da olanaksız gibi. Te­rörle mücadeledeki en temel handikap bu.
Sıkıntı, mücadele yönteminin belirlenmesinde değil, daha neyle mücadele edildiğinin saptanması aşamasında ortaya çıkı­yor. Kısaca çatışma kaçınılmaz. Buna mukabil özellikle 11 Ey­lül sonrasında devletlerarası işbirliği anlamında oldukça ciddi mesafelerin alındığı da söylenmeli. Terör örgütlerinin malvar­lıklarını dondurma konusunda dünya çapında bir ortak tavır söz konusu. Toplam 161 ülkede 100 milyon dolarlık malvarlı­ğına el konmuş. Polis ve istihbarat servisleri arasında bilgi alış­verişi öngörülmüş ve ortak çalışmalar başlatılmış. Terörle mü­cadelenin uluslararası ve çok taraflı çabalarla sürdürülmesi ge­rekliliğinde herkes hemfikir. Küresel terörizmle, küresel düzey­de mücadele edilmeli. Dünya Ticaret Merkezi kurbanları 80’den fazla ülkenin vatandaşlarından oluşmaktaydı, Şüpheli­ler ise yaklaşık 60 değişik ülkeden toplandılar. Küresel bir ağın bölgesel düzeyde ele alınması ve yok edilmesini hayal etmekse yersiz görünüyor. Üstelik hâlâ birilerinin teröristi, diğerlerinin özgürlük savaşçısı iken.
Mücadelenin verimli bir gelişme sağlayabilmesi “terörizm”in doğru bir tanımının yapılmasıyla yakından alâkalı. Onu, sadece yasadışı bir şiddet gösterisi olarak algılamak ve zararlı bir davranış olarak nitelendirmek yetersiz bir yakla­şım. Ancak terörizmi, tiranlara karşı bir mücadele stratejisi olarak düşünmek ve “başka çareleri yoktu ya da “hak ettiler” düşüncesiyle ele almak da aynı derecede sığ. Her şeyden önce terörizm, “ekonomik ve sosyal nedenlerden kaynaklanan siya­sal taleplerin, felsefi dayanaklarla beslenen şiddet kullanımı yoluyla, çatışmacı yöntemlerle karşı tarafa iletilmesi” olarak düşünülmeli. Yani terörizm, olgusal olarak iktisadi, sosyal, si­yasal, felsefi ve çatışmacı dinamikleri bünyesinde barındıran son derece karmaşık bir yapıya sahip. Devletler açısından or­dular arası “savaş” deneyiminden farklı ve anlaşılması daha zor.
Belirli bir hukuku ve sınırlamaları yok. Ne “Sivil hedefler bom­balanmaz, esirlere kötü muamele edilmez” tarzı savaş hukuku kuralları, ne de “Kadına çocuğa kurşun sıkılmaz.” tarzı gele­neksel mafya kanunlarıyla bağlı. Kısaca kuralsızlık, terörizmin genel kuralı.
Terör uzmanı Paul Wilkinson, terörist şiddetin özellikleri­ni şöyle sıralıyor; doğası gereği rastgele ve etkileri önceden tahmin edilemez; savaş kuralları ve teamülleri reddettiği gibi, ahlaki sınırlamaları da yadsır; araçsal ve gerekçelendirilebilir. Olabildiğince daha fazla ölüme yol açabilmek için, IRA’nın Londra’daki bombalama eylemlerinde yaptığı gibi, bombalara bilye ve civatalar ilave etmek bile, teröristin gözünde bir açık­lamaya sahip. Meşru bir amaçla yaptıklarım düşündükleri ey­lemlerinin daha fazla ses getirebilmesi adına, bombanın daha da tahripkâr hale getirilmesi gerekiyor. Amaç öylesine kutsal ve meşru ki, tüm araçları müsait kılıyor.
Buna karşın mücadele edenlerin, tüm araçları kullanabilme lüksüne sahip oldukları söylenemez, ister istemez belli kurallar içerisinde kalmak durumundalar. Bu nedenle de hayıflanmaktalar; “Bir taraf kuralsızca dövüşmekte iken, diğerini kurallar içerisinde tutmaya çalışmak reva mı?” diye. İşin ilginç tarafı te­rörizmi kullanarak çatışanların da aynı argümanı kullanması. Onlar da kendilerine ve temsil ettikleri gruba karşı uygulanan şiddetin ve baskının kuralsızlığından şikâyet etmekte ve başka çarelerinin kalmadığına dikkat çekmekteler. Ne de olsa asimet­rik bir savaşın güçsüz tarafını temsil ediyorlar ve ordulara, uçaklara, gemilere sahip bulunmuyorlar. Kısaca her iki taraf da muzdarip bu garip çatışmada.
Terörizmle mücadelenin en zor yönlerinden birisi de amaçla­rın ve motivasyonların büyük bir çeşitliliğe sahip olması. Her türlü kimlik ifadesi tahmin edilemeyen bir süratle terörist bir potansiyele dönüşebiliyor. İdeolojiler, etnik talepler, milli kim­likler, iktisadi dinamikler gibi birçok dinamit bulunuyor. Fitilleri ateşlenmediği müddetçe orada bir yerlerde öylece duran, ama ateşe kavuştuğundaysa inanılmaz bir tahribat yaratan silahlar onlar. Bir de küçücük molotof kokteylleri var, ateşle kucaklaş­mayı bekleyen. Küçük radikal gruplar, tarikatlar, aktivistler gi­bi. Radikalleşerek ve örgütlenerek karşı taraf olarak nitelendir­dikleri kişilere yönelik şiddet eylemlerine girişmeleri onları “te­rörist” kategorisine sokmakta, iddiaları siyasal nitelikte görün­memekle birlikte, muhalif duruşları itibariyle varolan otoritenin benimsediği hukuk kurallarının ya da ahlaki normların dışındalar. Kolayca şiddet kullanma yoluna gidebildikleri gibi, ken­dilerince yanlış buldukları davranışı cezalandırmaktan da çe­kinmiyorlar. Kürtaj karşıtlarının ve hayvan haklan aktivistlerinin bebeklerin katledilmesi ya da masum hayvanlara zarar ve­rilmesi gibi son derece insani nedenlerle geliştirdikleri muhale­fet, eylem aşamasında kuralsız, gayr-i insani ve vahşi bir şiddet gösterisine dönüşebiliyor. Eylemleri ve muhalefet biçimleri hu­kuki olarak tanımlanmış özgürlükler çerçevesinin dışına taştığı andan itibaren de örgütlü suç işleyen gruplar arasında yer ala­rak terörist kimliğini ediniyorlar. Örneğin kürtaj karşıtları ey­lemlerini protesto gösterileri ve karşı propaganda ile sınırlı tut­tukları zaman, demokratik muhalefet haklarını kullanıyor ko­numunda olmalarına karşın, kürtaj yapan doktorlara ve klinik­lere zarar vermeye başladıkları noktada terörist olarak kabul ediliyorlar. Muhaliflerin siyasi nitelikli bir iddia gibi görünme­yen talepleri, varolan hukuk sistemine yönelik bir tutum olarak değerlendirilip, çoğunlukla da dini sebeplerle gerekçelendirildiğinden, eylem stratejileri güvenlik güçlerince terörizm olarak nitelendiriliyor, ona göre cezalandırılıyorlar. Yani iddianın insa­ni yönü ya da cazibesi eylem biçimlerini meşrulaştıramıyor.
Terörizmin, küçük çaplı ve marjinal grupların kullandığı bir araç olarak da son derece tehlikeli olabildiği biliniyor. Kimi za­man tek bir kişinin giriştiği bireysel terör saldırısı, yüzlerce insa­nın ölümüne yol açabiliyor. Bir kamyona doldurulan bombalar, bir binanın yakınına bırakılıyor ve uzaktan patlatılıyor. Bina çökerken, yüzlerce insan altında kalıyor. Oldukça basit bir ey­lem! Planlama yaparken kimseye danışma ihtiyacı yok, güven­lik güçleriyle işbirliği yapan diğer örgüt üyeleri tarafından ih­bar edilme korkusu yok, cesaretsiz ve başarısızlığa mahkûm ortaklar yok, planları beğenmeyip eleştiren ya da alternatif sunan yok. Yalnızca birey olarak terörist var. Yakalanması en zor, izi sürülmesi en imkansız olan kişi. Takip altında değil, kimse tarafından tanınmıyor, sıradan bir kimya profesörü ola­bilir. Devlete kızgın, sistemden hoşnutsuz. En kolay yapabil­diği şey bir bomba. Arzu ederse kimyasal bir saldırı da düzen­leyebilir. Solunan havaya karışan zehirli bir maddeyi, bir tor­banın içerisinde toplu taşıma araçlarından birinin içine bırak­ması ya da büyük bir binanın havalandırma sistemine giriş yapması yeterli. Her alınan nefeste ölüme biraz daha yaklaşan yüzlerce, binlerce insanın kaderinin avucunda olduğunun bilincinde. Kimse tarafından tanınmıyor, bilinmiyor. Torbayı bırakıp evine gidiyor ve arkadaşları ile akşam yemeğine çıkıyor. Güvenlik güçleri açısından tam bir kabus!
Oysa bir terör örgütü ile muhatap oldukları zaman eylemin biçiminden, kullanılan silahın tipinden, örgüt üyelerinin aralarındaki mesajların içeriğinden eylemin kime ait olduğu saptanabilir. Kaldı ki, terör örgütleri ilkesel olarak yaptıkları eylemi sahiplenirler; zira varlık sebepleri bu eylemlerdir. Ey­lemi gerçekleştirip sonra yapmadıklarını söylemeleri mantık dışı olduğu gibi, bazı eylemleri kendileri yapmadıkları halde üstlenirler. Taleplerini herkese duyuracak yükseklikte seslendirebilmelerinin vazgeçilmez önkoşulu, çok çarpıcı eylemler gerçekleştirebilmeleridir. Bu nedenle bir örgütün kendilerine atfedilen bir eylemi kabul etmemesi, ilkesel olarak eylemin, o örgütçe yapılmadığım gösterir. El Kaidenin, 11 Eylül eylemini gerçekleştirdiği halde üstlenmemesi neyi gösteriyor olabilir dersiniz? Ya da o eylemi Japon Kızıl Ordu Fraksiyonunun, Filistin Demokratik cephesinin ve daha onlarca değişik terör örgütünün üstlenmesi ne anlama geliyor? Esasen bir örgütün gerçekleşen eylemi üstleniyor olması, eylemin mutlak surette o örgüt tarafından yapıldığını göstermez, ancak üstlenmemesi ise eylemi yapmadığının işaretidir. Ne kadar aksi iddia edilir­se edilsin!
Eylemin bir örgütün üzerine yüklenmesi, bir devlet poli­tikası olarak da şekillenebilir. Tıpkı bir okun atılmasından son­ra hedef tahtasının yerinin değiştirilmesi gibi, eylem, devletin arzu ettiği sonuçları verecek şekilde yönlendirilebilir. En etkili mücadele stratejilerinden bir tanesi de budur. Örneğin siyasi bir kimliğe karşı düzenlenen bir suikastin, terörist açısından nedeni, o kişinin ideolojik yaklaşımı olabilir. Kurbanın ideolo­jisi, teröristin muhalif olduğu esas çizgidir. Buna karşın kur­ban, aynı zamanda bir etnik gruba da mensup olabilir ve güvenlik güçleri, stratejik bir tercih olarak, medyayı da yan­larına almak suretiyle, suikasti kişinin etnik kimliğine karşı düzenlenmiş gibi gösterebilirler. Tepkinin güvenlik güçlerinin istedikleri yönde oluşması, mücadele stratejisinin başarılı ol­duğunu gösterir. Terörist yaptığı eylemlerin yön değiş­tirebileceği riskini göze almak durumundadır.
Bu tarz hedef değiştirme operasyonları, dış politika dav­ranışlarını etkileyecek kadar büyük de olabilir. Örneğin büyük çaplı bir terör saldırısının failleri tespit edilmemiş olsa da, “yaratılan failler” o devletin dış politikada gerçekleştirmeyi düşündüğü operasyonları kolaylaştırabilir. Sarışın, mavi gözlü bir eylemci arzu edildiği takdirde, siyah bıyıklı, kara yağız Arap militana dönüştürülebilir (!). Bu bir mücadele stratejisi ve uluslararası politikanın bir uzantısı olarak algılanır. Madem ey­lem yapılmıştır, o zaman en fazla faydayı sağlayacak şekilde kullanılmalıdır. Eylem ardından gelecek büyük çaplı operasyonları meşrulaştıracaktır.
Terörizmle mücadelede hedefin değiştirilmesi, tepkinin yön­lendirmesi, örgüt üyelerine suikastler düzenlenmesi, farklı hukuk sistemlerinin uygulanması, uluslararası düzeyde yap­tırımlar uygulanması gibi birçok farklı önlem kullanılabiliyor. Direkt olarak örgüte yönelik stratejilerin en fazla kullanılanı ise, örgüt üyeleriyle silahlı çatışmalara girmek. Kırsal bölgelerde yer­leşik örgütlerle gerilla mücadelesine girmek, çok tercih edilir bir yöntem olmasa da, sıklıkla karşılaşılan bir durum. Bu tür örgüt­lerin toplumsal tabanının da genellikle geniş olduğu bilindiğin­den, mücadele edilmesi en zorlu gruplar arasında yer almak­talar. Özel olarak eğitilen yarı askeri birlikler ve hatta zaman zaman ordularla, örgüt üyeleri arasındaki çatışmalar neredeyse bir savaş kadar maliyetli olabilmekte. Hem insan kaybı, hem de iktisadi maliyetler nedeniyle son derece yıpratıcı olabiliyorlar. Kaldı ki mücadele süresince terörist ile bölge insanını birbirin­den ayırmanın güçlüğü, çatışmanın geniş kesimlere yayılmasına neden olabiliyor. Terörist örgüt üyelerinin “vur-kaç” esasına dayalı gerilla taktikleri uygulamaları ve kendi yaşam alanlarında kolayca saklanabilmeleri nedeniyle, dar kadrolu kentli gruplara oranla daha tehlikeli kabul ediliyorlar. Genellikle etnik veya ide­olojik motivasyonlara sahip olan bu grupların kitle imha silahlarına yönelmemeleri tek olumlu durum olarak kabul edilmekte. 20. yüzyılın esas korkulan teröristleri onlar değil. Üçüncü dün­yanın ürünleri olarak değerlendirildiklerinden, küresel terörizm dinamiklerinin dışında yer aldıkları düşünülüyor.
Geniş desteğe sahip gruplara karşı uygulanan stratejilerde en önemli unsurlar, doğru istihbaratın toplanması ve psikolo­jik savaş çerçevesinde alınacak çeşitli önlemlerin hayata geçiril­mesi. Medyanın yönlendirilmesi ve terörizmin yalnızca askeri bir fenomen olmaktan çok sosyal, iktisadi ve siyasal boyutları ile değerlendirilmesi gibi. ABD uçaklarının Taliban’a ve El Kaide’ye karşı mücadele ederken, bir yandan Afgan toprak­larım bombalayıp diğer yandan da yiyecek, içecek kutuları atıyor olmasının mantığı, bu. Kadınların “burka”larını çıkart­tıkları ve artık özgürlüklerini kazandıkları tarzındaki senaryolarsa, uluslararası propaganda faaliyetlerinin bir uzantısı. Karşı tarafın bir blok haline geldiği bir mücadelenin kazanıl­ması mümkün değil. Mutlak surette, farklı düşünen binlerinin yaratılması gerekiyor.
Terörle mücadelenin kolay olmadığı ve ciddi maliyetler yarattığı açık. Ancak devletler açısından özellikle önümüzdeki dönemde daha da gündeme gelecek bir zorunluluk. Zira küre­sel sistem, artık yalnızca devletlerarasında şekillenen bir iliş­kiler alanından ve ağından müteşekkil değil. Devlet dışındaki birçok aktör sistemin içerisinde dâhil olduğu gibi, güvenlik al­gılamaları da yalnızca devletler arasında meydana gelebilecek savaş senaryolarından ibaret bulunmuyor. Nükleer bir savaş riskinin ortadan kaldırılabilmesi için devletler arasında bir dehşet dengesi kurulması mümkün olsa da, bu dengenin terör örgütleri ile gerçekleştirilmesi imkânsız. Zira onlar kimyasal, biyolojik ve nükleer bir saldırıya geçmeden önce “Savaş hukuku kuralları bunu yasaklıyor; sonradan devletlerarası bir blok bana bunu ödetebilir!” korkusunu taşımıyorlar. Terör yanı başımızda. İkiz kuleler, Bali adası, Moskova tiyatrosu ya da Filistin’de birileri büyük bedeller ödüyor. Üstelik birileri yüz­lerce yıl önce hepimizi uyarmış; “Vulnerant omnes, ultima necat.”, yani “Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür.” Sh: 203-224

Kaynak: Deniz Ülke ARIBOĞAN, Tarihin Sonundan Barışın Sonuna Terörü Anlamak Ve Anlamlandırmak, Timaş Yayınları, 2003, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar