Print Friendly and PDF

FERİDÛN-İ MUŞİRÎ

Bunlarada Bakarsınız



Feridûn-i Muşirî, 30 Şehrîver 1305 hş./22 Eylül 1926 yılında Tahran’da doğdu. Baba tarafından dedesi olan Mîrzâ Mahmud Han Muşirî, memurluk görevinden dolayı Hemedân’a taşındı. O, Nadîr ıah’ın generallerindendi. Döneminin Necm  mahlâslı ünlü şahsiyetlerindendi. Aynı zamanda bir tarihçiydi ve şiir de yazardı.  Basılmamış bir şiir divânı vardır. Muşirî’nin soy ağacı, soyunun baba tarafından Nadîr ıah dönemindeki askerî ve feodal politikalarından dolayı, muhalif güçleri bastırmaya katıldığı için Nadîr Şah’ın himayesi altındaki generallerinden biri olan Davûd Kulî’ye dayandığını gösteriyor. Babası İbrahim Muşirî-yi Efşâr, 1275 hş./1896 yılında Hemedân’da doğdu ve gençlik yıllarında Tahran’a geldi. O da şiire ilgi duyuyordu. 1298 hş./1919 yılında Posta, Telefon-Telgraf Müdürlüğü'nde telgrafçı olarak işe başladı ve emekli oluncaya kadar adı sonradan İletişim Bakanlığı olarak değişen aynı kurumda işine devam etti. İbrahim Muşirî-yi Efşâr, Âzâmu’s-Saltana lâkaplı Hurşîd’le evlendi. Bu evliliğinden Mansur, Feridûn ve Menûçehr isminde üç çocuğu oldu. İbrahim Muşirîyi Efşâr, Hurşîd’le evlenmeden önce Dırahşânde adlı bir kadınla evliydi ve o kadından Feridûn’un üvey kardeşi olan Furûğ adlı bir kızı vardı.
 Muşirî, lise son sınıftayken, 1325 hş./1946’da annesini ve babasını kaybetti. Annesi otuz dokuz yaşında, kalp rahatsızlığından dolayı vefat etti. Annesinin ölümü Muşirî’yi çok üzdü. Muşirî annesiyle ilgili yazdığı yazılarında annesinin sabrını, şefkatini ve evliliğiyle ilgili söyleyemediği birçok acısını anlatmakta, birçok röportajında annesinin ölümünün onu çok sarstığını dile getirmekte ve her zaman annesini saygıyla anmaktadır.
Feridûn-i Muşirî, 1333 hş./1955 yılında, 1304 hş./1926 doğumlu İkbâlu’z-Zemân Ehevân-i Zencanî ile evlendi. Feridûn ve İkbâl Mayıs 1333 hş./1955’te bir davette tanışmışlardı. Muşirî, bu konuyla ilgili şöyle diyor: “O zamanlar evlenmeye karar vermiştim. Belki de o daveti, kendisine Anna diye seslendiğimiz, bugün hak rahmetine kavuşmuş, o iyi kalpli kadın bizim için düzenlemişti. Ben ve İkbâl hem bu görüşmede hem de sonrasındaki iki görüşmede açık açık konuştuk. Elbette İkbâl’in söyleyeceği bir şey yoktu. Ona, gelecekteki hayatımızı ve nasıl geçineceğimizi açıklamak zorundaydım. Onunla hayattaki sorunlarla ve eşlerin yapacakları fedakârlıklarla ilgili konuştum. O, iki kişinin birlikte yaşamak istemesi halinde, bütün zorlukların ve problemlerin çözüleceğine inanıyordu. Onun bu düşüncesi çok hoşuma gitti. Ben de onunla aynı fikirdeydim. Temmuz ayının başlarında onu istemeye gittim. 21 Temmuz 1333 hş./1955’te nikâh kıydık. On gün sonra İkbâl evimize geldi. On beş ay sonra da benim güzel kızım Bahâr doğdu.” 1334 hş./1956 yılında Muşirî’nin hayatında iki önemli olay yaşandı: Kızı Bahâr’ın doğumu ve Teşne-yi Tûfân adlı ilk şiir mecmuasının yayımlanması. Muşirî’nin, 22 Kasım 1334 hş./1956 doğumlu Bahâr ve 13 Mart 1338 hş. /1960 doğumlu Bâbek adlı iki çocuğu vardır.  Feridûn-i Muşirî yetmiş dört yaşındayken, 1379 hş./25 Ekim 2000 tarihinde Salı günü sabahleyin Tahran Klinik Hastanesi’nde kan kanserinden vefat etti. 28 Ekim 2000 tarihinde Cuma günü Tahrandaki Bihişt-i Zehrâ mezarlığının 808. sanatçılar bölümüne defnedildi.
TARİH GEÇİDİNDE BİR DAMLA GÖZYAŞI
--------------------------
Hazreti Kâbil’in elinin
Hazreti Hâbil’in kanına bulandığı o günden beri,
Âdem’in çocuklarının damarlarındaki kanda,
Acı düşmanlık zehrinin dolaşmaya başladığı o günden beri;insanlık öldü!
Her ne kadar Âdem diri olsa da.
Kardeşleri, Yusufu karanlık kuyuya attığı o günden beri,
Baskı, zulüm ve kanla Çin Seddi’nin duvarlarının yükseldiği o günden beri,
İnsanlık ölmüştü!
Sonra, dünya insanlarla doldu ve bu değirmen,
Döndü ve döndü,
Âdem’in ölümünden sonra asırlar geçti.
Yazık!
İnsanlık bir daha geri dönmedi!
Asrımız
İnsanlığın ölüm çağıdır
Dünyânın sinesi iyiliklere kapalıdır
Özgürlükten, doğruluktan, cömertlikten söz etmek aptallıktır!
Musa’dan, Isa’dan, Muhammed’den söz etmek yersizdir.
İnsanlığın ölüm zamanıdır:
Ben, bir gül dalının solmasından,
Hasta bir çocuğun sessiz bakışından,
Kafesteki bir kanaryanın inleyip sızlamasından,
Zincirlere, prangalara vurulmuş birinin üzüntüsü yüzünden
-idam sehpasında asılmak üzere olan bir katilin bile-
Gözleri yaşlı, kızgınlığı boğazında düğümlenen biriyim.
Onun ölümüne nasıl inanayım?
Bir yaprağın kurumasından bahsetmiyorum.
Ah, yazık! Ormanları çöle çeviriyorlar.
Kana bulanmış ellerini, halkın gözleri önünde saklıyorlar!
Bu namertlerin insana reva gördüklerini,
Hiçbir hayvan diğer bir hayvana yakıştıramaz!
Bir yaprağın solup pörsümesinden bahsetmiyorum.
Kanaryanın kafeste can verişinin ölüm olmadığını farzet.
Dünya üzerinde bir gül dalının bile yetişmediğini farzet.
Ormanların ta yaratılıştan beri çöl olduğunu farzet.
Bütün bu musibetlere, sabırla direnen insanlar arasında,
Sevginin ölümünden, aşkın tükenişinden söz edilmektedir.
Dillerde dolaşan, insanlığın ölümüdür!
------------------

BARIŞ DİYARINDAN BİR ESİNTİ

Birisi günün birinde bana:
“Bunca yaşadın. Ne yaptın?” diye sorarsa,
Ben, defterimi gözlerinin önünde açıp Ağlayarak ve gülerek başımı kaldırırım:
O zaman şöyle derim: “Yeni bir tohum attım toprağa,
Dirilip boy atacak, meyve verecek”.
Ancak çok bekledi, geç kaldı
Avazımın çıktığı kadar her şarkıda
Aşkın yüce adını tekrarladım, durdum.
Bu yorgun, bu kısık sesimle,
Dünyanın bir köşesinde uykuda kalmış birini uyandırırım diye.
Ben şefkati övdüm.
Ben kötülükle savaştım
Bir gül dalının, bir çiçeğin solmasına üzüldüm.
Kafesteki kanaryanın ölümüyle yasa boğuldum.
Halkımın sıkıntılarından dolayı, bir gecede yüz defa öldüm.
Ancak, akılsızlarla savaşmak gerektiğinde,
Kılıç bile kullandım.
Beni kınama, ben sevda yolunda yürüdüm.
Yürüdüğümüz daracık ve upuzun yolda,
Cehalet karanlıkları kol geziyordu!
İnsana inanmak, yolumun kandiliydi!
Kılıç, Ehrimen’in elindeydi!
Bu meydanda benim tek silahım vardı, o da sözdü!
Şiirim, gönüllere ateş salmakta.
Fakat gönlüm kuru bir ağaç gibi her tarafından alevlenip yanmakta.
Bu defterin tek bir sayfasını olsun oku, belki:
“Acaba bundan daha fazla yanılır mıymış? !” dersin.
Sabahı olmayan gecelerde hiç uyku tutmadım
İnsanın mesajını, insana ulaştırmaya çalıştım
Sözüm, barış diyarından bir esintiydi.
Düşmanlıklar dikenliğinde
Bütün bu şeytanlıkları kökünden kazımak için

---------------------------

DÜNYA GEÇİDİNDE

Acaba gül seyrine doyan kimse var mı?
Acaba gül ile sohbet ederken yaşlanan kimse var mı?
Yüzlerce dağ büyüklüğünde üzüntün ve
Bir arpa kadar mutluluğun olsa bile,
Onu karanlığın derinliklerine at, bunu koru.
Dünya bir geçittir
Başlangıcı ve sonu belirsiz
Yol, ama düzgün değil.
O yoldan bir defa geçmek isteyeceksin.
Ah,
Bir defa...
Bir defa.
Bir defa.
Görürsün, bir gün seni gülden daha nazik bir şekilde doğurur,
Sıkıntılarla besler büyütür,
Ertesi gün soldurur ve yapraklarını yerlere serer!
O zaman
Toprağını çöl kasırgalarının pençesine teslim eder!
Dünya bir geçittir.
Yüz yıl ömrünü tüketsen de,
Yüz asır üzerinde yürüsen de
Varlığının sırrının ne olduğunu anlayamazsın.
Karanlık ve aydınlık,
Çirkinlik ve güzellik,
Acı ve tatlı,
Gözyaşından ve gülümsemeden oluşmuş bir karışım.
İnsan bu geçitte bir şaşkın, bir an üzüntülü,
Bir an mutlu
Hem Hâfız’ın şiirleri var, hem Cengiz’in kılıcı.
Hem benim tozlu köşem
Hem Perviz’in sarayı!
Hem tatlısı var, hem acısı
Hem baykuşu var, hem kanaryası.
Hem düşmanın kini ondadır, hem de dostun iyiliği.
Buna sımsıkı tutun
Ondan sakın.
Ölüm, görünüşte çirkin ve acı olsa da,
Dünyaya gelmek, tatlı ve güzeldir.
Yükselmek, dal budak salmak, meyve vermek, çiçek açmak,
Her an, bir dünya dolusu manzaradır.
Üzüntüyü eğer iyi tanırsan
Mutluluğun var oluşunun sırrıdır.
Gam olmazsa, dünyada mutluluk olmaz.
Gam, bu alın yazısıyla her zaman yoldaştır.
Boş yere üzülmek, boşunadır.
Dünya, bir aynadır.
Onda ne görmek istiyorsun?
Bu aynadaki iyilik de kötülük de bizdendir.
Sen hangisini istersen, onu seçebilirsin.
Bu geçitte
Senin işin, iyilik ordusuna katılmaktır
Senin işin, güzelliklere gönül bağlamaktır
Senin işin, sert taştan mücevher üretmektir.
Senin işin, ömrün her anından zevk almaktır.
Senin işin, karanlıklarla mücadeledir.
Senin işin, dünden daha iyi olabilmektir.
Senin işin, yarını güzelleştirmektir.
Ben, güzelliklere ve iyiliklere gönül veriyorum; inancım budur.
Ben, şefkati övüyorum; yolum budur.
Ben, sıkıntıları sabırla karşılıyorum.
Ben, yaşamayı seviyorum.
İnsanı, yağmuru, yeşili övüyorum.
İnsanı, yağmuru, yeşili söylüyorum.
Bu geçitte
Bırak kendimi aşkta, aşkta kaybedeyim.
Bırak bu yoldan dostumla, dostumla geçeyim...
Ey dünyanın en güzel çiçekleri!
Ey varlığın en tatlı gülücüğü!
Ey bu geçitte benim yolumun şefkati ve ışığı!
Her zaman senin yüzüne dikeceğim...
Doymak bilmeyen gözlerimi,
Senin adını tekrarlamak, gülistana çevirmiştir
İçimdeki ölü sahrayı.
Ben seni seyrederek yemyeşil kaldım, bir genç gibi
Ben seninle yepyeni, ebedî bir ruha kavuştum...
Acaba gül seyrine doyan kimse var mı?
Acaba gül ile sohbet ederken yaşlanan kimse var mı? 

 Feridûn-i Muşirî’nin mesaj, anlam yüklü ve seçkin tasavvufi şiirlerinden biri olan Kurt (Gorg) adlı şiirinde şair nefis kurdundan bahsetmektedir. Doymak bilmeyen arsız kurt, insanoğlunun yaratılışından içerisinde gizli olarak hayat sürmektedir. Bu kurdu alt edebilmenin güçle, bilek gücüyle olmadığı ortadadır. Bu kurt ile iyi geçinen ve onun dediklerini yerine getiren onun huyunu öğrenir. Ancak ve ancak o kurdun kafasını kopararak bir tarafa atabildiği durumda insan temizliğe ve yüceliğe kavuşur.
-------------------

SOKAK

Sensiz, mehtaplı bir gecede yine o sokaktan geçtim,
Bütün bedenimle göz oldum şaşkın şaşkın senin peşinden arandım,
Seninle görüşmenin şevki dolup taştı vücudumun kadehinde,
Yine o bildiğin çılgın âşık oldum.
Canımın gizli evinde, senin hatıranın çiçeği parladı.
Yüz hatıranın bahçesi güldü,
Yüz hatıranın kokusu yayıldı:
Aklıma geldi, bir gece birlikte o sokaktan geçmiştik
Kanatlanıp o muhteşem (gönül isteyen ıssızlıkta) halvette gezinmiştik.
Bir saat o çayın ucunda oturduk.
Dünyanın bütün gizemi dökülmüş siyah gözüne,
Ben, bakışını bütünüyle izlemekten mahvoldum.
Gökyüzü saf, gece sessiz
Baht gülümser ve zaman evcil.
Ayın salkımları dökülmüştür suya,
Mehtaba el kaldırmıştır dallar.
Gece, ova, çiçek ve taş.
Bülbülün şarkısına gönül vermiştir hepsi.
Hatırlıyorum, sen bana: “Aşktan sakın!
Birkaç dakika bu suya gözünü dik!
Su, geçici aşkın aynasıdır,
Sen ki bugün, bakışının bir bakışa kaygısı!
Ola ki yarın gönlün başkalarıyladır!
Unutasın diye uzaklaş bir süre bu şehirden! ” demiştin.
Sana diyorum: “Aşktan çekilmek mi? Bilmem
Senin yanından ayrılmak mı? Asla yapamam,
Yapamam.
Daha ilk gün seni arzulayarak kanat çırptığında kalbim
Güvercin gibi çatının ucuna oturmuştum
Sen bana taş attın! Ben, ne ürktüm ne de korktum.”
Yine söylüyorum ki: “Sen bir avcısın, ben de ova ceylanıyım!
Tuzağına düşmek için her yeri dolaştım durdum!
Aşktan sakınmak mı, bilmem, yapamam.”
Daldan bir gözyaşı aşağı düştü!
Gece kuşu acı bir inilti çıkardı ve kaçtı!
Gözyaşı senin gözünde titredi
Ay da senin aşkına güldü!
Aklıma geldi, artık senden hiçbir cevap almadım.
Ayağımı kederin eteğine çektim.
Korkmadım, ürkmedim...
Gitti kederin karanlığında o gece ve diğer geceler bile!
Artık o incinmiş âşıktan bir haber almadın bile!
Bir daha o sokaktan geçmedin bile.!
Sensiz, ama ne halde, ben o sokaktan geçtim.

--------------------

RÜZGÂR VE YAĞMUR

Bir gece, hüzün evinin köşesinde, hazin bir ruh haliyle
Üzüntü ve elem birlikte oturmuşlar
Güzün son soğuk geceleri ve dışarıdan
Yağmur, rüzgâr ve korkunç tufanın gürlemesi
Heybetli rüzgâr nara attı ve camlar kırıldı
Yağmur tavandan döküldü çamur çaylak yeryüzüne
Lanet ettim binlerce kez onun hışmına ve kahrına
Beddua ettim binlerce kez yoluna yordamına
Ansızın gönlümü çelen yoldan geldi çattı
Sanki isfend’in gönlüne ulaştı Ferverdîn'
Saçları dağınık, elbisesi çamurlu
Rüzgârın ve yağmurun zulmünden hışımlı, ah nazlı ay
Geldi ateşin yanına ve çırılçıplak soyundu
Çiçek harmanı ve yasemin yükü gibi
Kırık camdan şu anda sert rüzgâr
Titrek mumun üzerine yen savurdu!
Ettim binlerce kez hayır duası
Binlerce kez rüzgâra aferin dedim!
-----------
SİMYA

Çiçekçiden, bir lale yüzlü lale satın alıyordu
Tebessümsüz evin çiçeği sefasızdır diyordu
Ben de evin sefası yeterli kalmıyor dedim    
Ruhun sefasını bulman gerekiyor o da artık simya
Ne kadar güzeldir ki ey hayat bahçesindeki kişi,
Senin yüzün lale gibi sefa bağışlayandır ve gönül çalandır
Senin ruhun da çiçeğin yüzü gibi sefalı olur
Senin evinin Allah’ın evi olduğunu göresin diye

-------------------
GİZLİ ATEŞ

Güneş ateşinin sıcaklığı azaldı
Mihregân başka renk çaldı dünyaya
Bu yaşlı çenginin yorgun pençesi
Yeni bir yol açtı ve başka ahenk.
Zamanın sapa yolunda ölmüş hayat,
Kısa kılmış varlık efsanesini!
Yazık demeden gülmüyor güneş
Keder dışında ışımıyor ay.
Yine, seherin kederli gözünde
Doğanın hasta ruhu belirgindir.
Yine gün batımının gülümsemesinin soğukluğunda,
Sırlar uyumuştur mutsuzluktan.
Dallar rüzgârın cümbüşünden muzdarip,
Birbirlerine karışıyor, çekiniyorlar.
Yapraklar ölüm öpücüğünde yanmışçasına,
Tek tek daldan aşağıya dökülüyor!
Bir güz rüzgârı bastırıyor,
Yazın taşkın alevini!
Ölümün elidir ve bir an dinmez
Bostanı yağmalayana kadar!
Kalbim titrer güz adından
Çünkü ben yazın doğmuşum.
Şiirim gizli ateşimdir

---------

GİZLİ ATEŞ
Güneş ateşinin sıcaklığı azaldı
Mihregân183 başka renk çaldı dünyaya
Bu yaşlı çenginin yorgun pençesi
Yeni bir yol açtı ve başka ahenk.
Zamanın sapa yolunda ölmüş hayat,
Kısa kılmış varlık efsanesini!
Yazık demeden gülmüyor güneş
Keder dışında ışımıyor ay.
Yine, seherin kederli gözünde
Doğanın hasta ruhu belirgindir.
Yine gün batımının gülümsemesinin soğukluğunda,
Sırlar uyumuştur mutsuzluktan.
Dallar rüzgârın cümbüşünden muzdarip,
Birbirlerine karışıyor, çekiniyorlar.
Yapraklar ölüm öpücüğünde yanmışçasına,
Tek tek daldan aşağıya dökülüyor!
Bir güz rüzgârı bastırıyor,
Yazın taşkın alevini!
Ölümün elidir ve bir an dinmez
Bostanı yağmalayana kadar!
Kalbim titrer güz adından
Çünkü ben yazın doğmuşum.
Şiirim gizli ateşimdir
-------------
İNAN İLKBAHARA

Aç pencereleri çünkü müjdeci esinti
Akasyaların doğum gününü
Kutluyor
Ve bahar
Her dalın üzerinde, her yaprağın yanında
Mum yakıyor.
Bütün kırlangıçlar döndü
Ve güzelliği haykırdılar
Sokak baştan başa şarkılarla örüldü
Ve kiraz ağacı
Akasyaların şenliğinin hediyesi olarak
Eteğine çiçek doldurdu.
Aç pencereyi sonuna kadar, ey dostum
Hiç hatırlar mısın?
Vahşi bir susuzluğun yeryüzünü nasıl yaktığını?
Ya da yaprakların nasıl solduğunu?
Susuzluğun toprağın ciğerine ne yaptığını?
Hiç hatırlar mısın?
Uzun ve karanlık gecelerde
Ne yapmıştı asmalara rüzgârın soğuk silleleri?
Beyaz güllerin üstüne başına
O öfkeli rüzgâr ne yapmıştı gece yarısında?
Hiç hatırlar mısın?
İşte, inan mucizesine yağmurun
Ve gör cömertliğini çayırlığın gözlerinde
Ve meltemin ruhundaki muhabbete
Bu daracık sokakta
İşte bu boş ellerle
Akasyaların doğum gününü kutluyoruz

--------------------

ŞİKAYET NAMAZI

Komşu bağın kızıl yaban gülü
Balkonun kenarından güneşe selâm gönderdiğinde
Ve serçelerin neşeli gazellerinin neşeli çağlayanı
Ağaçların yeşil doruğundan sokağa döküldüğünde,
Ve ev, yaseminin sıcak ve soğuğuyla dopdoluyken;
Ben yeni bir şiir söylemekten geliyorum,
O yüzdendir vücudum zerre zerre o acı şarkıda,
Gariban bir hıçkırıkla gözyaşı dökmüştür!
Komşu bağın kızıl yaban gülünün yanında,
Sabahın şeffaf yıldızına soruyorum:
- “Sen şiir bilir misin?”
Yıldız cevap yerine,
Umursamadan güneşe bakıyor.
-          “Sen hiç görür müsün?”
Tekrar soruyorum.
Yıldız ama sabahın kıyısız kırında,
Bana, serapta kaybolmuş birisi gibi bakıyor!
“Baksana!
Beni neşeli serçelerin dostu görme!
Beni yasemin yapraklarının arkadaşı bilme!
Çünkü ben, bütün gece,
O uzak kıyıda,
Ateş ormanı ortasında,
Kan pınarı ortasında,
Ölümün ürkütücü kanadı altında yaşamışım!
Ve sabahın aydınlığına kadar,
İnsanoğlunun kara alın yazısına ağlamışım!”
-          “Sen hiç ağlar mısın?”
- Tekrar yıldıza soruyorum -
Yıldız, -ama- yaşlı gözlerle
Cevabı olmayan bir soruya bakıyor!
- “Söyle!
Benim sesim gecenin ötesinde birine ulaşır mı?
Söyle, o yukarıda birinin kalbi atıyor mu?”
Yıldız titriyor!
- Söyle, belki ancak sen söylersin,
İşte bu hüzün çardağında,
Birisi benim gibi şikâyet namazına durmuş mudur?
Yıldız yanıyor,
Yıldız ölüyor ve ben bitkin ve üzgün bir hâlde yola düşüyorum.
Ve güneş, öylesine asi ve mağrur,
Bu virane dünyanın çöküşüne bakıyor!
----------
NİLÜFERİN ÇANI

(Nilüferlerin ölümünde çan çalan ve artık burada olmayan bir çocuk için)
Sabahın altın saçlı güzel çocuğu,
Seherin ğöğsünden süt emiyor,
Ayın kıymetli taşını elde etsin diye,
Beşiğin sinesinden uzatıverir başını.
Güneşin gökkuşağının alevi,
Bulutların tozuna düşmüştür.
Hayatın oyuna tapan küçüğü
Gönlünü böylesi renkli bir rüyaya kaptırmış.
Bağın sarhoş serçelerin gürültüsü
Usul usul uyandırır uykudan
Üzüm asması, gece yağmurunun şarabından sarhoş
Salıveriyor vücudunu güneşin eline.
Komşu çocuğu, çatı üstünden gülümseyen,
Lale kızları, kır üzerinden gülümseyen,
Keklik yavruları dam üzerinden gülümseyen,
Benim çocuğum, leğen üzerinde bir kan pıhtısı!
Rüzgâr, kederin kokusunu dağıtıp geçti,
Kuş, kan kokusu alıp kanatlandı,
Göğü, dağı, bağı ve kırı,
Nilüferin çan gürültüsü kapladı!
Benim ruhum, dertten bahar bulutu gibi,
Hasretin gözyaşı düğümlerini açtı.
Onun ruhu, mümkün olmayan arzu gibi,
Bulutların kanadı üzerinde uçuştu
------------

GÜLBANK

Seher çağının lacivert renkli duruluğunda,
Tatlı uykularından uyanmadan önce,
Kuş ya da balık;
Ben, evimin balkonunda yorgun,
Susuz bir yaralıya benzerim tam da:
Uykunun kuruntu dolu çöllerinden canını kurtarmış,
Gece devlerinin pençesinden bedenini dışarı çıkarmış,
Yüzyıllarca ve yüzyıllarca uzak kalmış güneşten!
Gözümün önünde gökyüzü mücevher yüklü bir deniz,
Hayat bağışlayan şaraptan dopdolu,
Kollarımı açıyorum, daha fazla açıyorum,
Ve bu saf duruluğu dikiyorum,
Dikiyorum,
Son damlasına kadar...!
Aydınlıktan doymuş oluyorum!
Işık, şimdi ışık benim damarlarımda akmakta.
Eğer bu çığlığım bu evden sokağa ya da geçide kadar gitseydi,
O zaman şöyle bağırırdım:
“Ey, siz uyumuşlar!  
Uyanma zamanıdır!”

-----------

SIKINTI

Bilmiyorum,
-Ve içimdeki bu dert canımı yakıyor-
Neden insan,
Bu bilge, bu peygamber,
Mücadelesinde,
-Bir mucizeden öte-
Aşkın acizliğine yol bulamamıştır,
Hangi sebepten?
Hangi sebepten?
Hâlâ
Şefcati tanımamıştır.
Ve bilmemiştir hayretin,
Bir tebessümde saklandığını.
inanıyorum bu dünyada
-Allah için- en kolay iş iyi olmaktır!
Ama bilmiyorum
Neden insan,
iyiliğe bu kadar yabancı.
Ve içimdeki bu dert ruhumu acıtıyor!

----------------

GÜNEŞE TAPAN

Kendi evimde oturmuşum ansızın
Ölüm gelir ve bana: “Kalk yerinden,
Fırlat bu eğreti giysiyi uzaklara
Ve dök ağzına şu can yakan şarabı” der.
Belki ölümden kaçıp kurtulmak isterim
Gülerek kucağına çekiyor beni,
Ölümün elinden kadehi alıyorum
Titriyorum ve korkuyla içiyorum!
O uzak, o dehşet uyandıran diyarda
Ruhsuz, bunaltıcı mezarda yatmışım
Dudağıma dudak koymuş akrepler
Yılanın oyuncağı, karıncanın yemiyim
Gece yarısının karanlığında, ölüm yalnız
Derme çatma barakalara oturmuşken uyanık,
Yılanın, akrebin ve karıncanın geriye
Bıraktığını arayarak ulur sırtlan...!
Bir iki gün leşin üzerinde bir yaygara vardır
O anda, yaygara diner
Ölümün esintisinden biter birkaç diken
Korku doğuran o mağaranın yüzünü kaplar
Daha bir yıl geçmeden benim kemiğim
Mezarın eteğinde toprak olacak
Ve zamanın bitimsiz hatırından
Bu dert dolu masal çıkacak.
Ey varlık vadisinin yolcuları!
Ölümün dehşetiyle feryatediyorum
Mezarın soğuk göğsü üzerine yatmak gerek
Her an yılana öpücük vermek gerek!
------------


HATIRANIN YOL HEDİYESİ

Bizim gürültümüzden hiç mi hiç huzuru olmayan bu yaşlı akkavak!
Bu okul bahçesi,
Bizim günlük yem verdiğimiz masum güvercinler,
Bu aynı sokak, bu aynı çıkmaz.
Bu aynı ev, bu aynı eşik!
Bu aynı balkon, bu aynı kapı, ah!
Kuru ve susuz çöllerden,
Her taraftan yüz fersah!
Erguvanî2.2 bir renkten bir gün batımında,
Belirsiz ve uzak izlerle,
Geldim, serüvenimden yedi yılını 
Duyayım -belki-
Bir kapının işaretlerinden!
Sessiz bakışından bir pencerenin, bir camın, bir duvarın,
Haremde,
Sokakta,
Pazarda!
Geldim kendimi belki bulurum diye,
Küçük sarı bir çanta sırtımda asılı,
Sazdan yapılmış kalemlerden bir mızrak avucumda,
Kulaklar soğuğun donduruculuğundan kızarmış,
Engebeli yolun taş döşemeleri üzerinde yoldan geçen birisi.
Geldim -belki-
Ansızın bir sokağın dönemecinde,
Gözlerimi annemin gözlerinde açayım!
Hay hay yılların özlemini çığıralım.
Ve candan ciğerden bir ömür sakladığımızı!
Başımızı birbirimizin kucağına alalım ve birbirimize verelim.
Hiç!
Ziyaretçilerin izdihamı arasında,
-Ayaktan baş ve kulağa kadar-
Belki ondan bir inilti şu kadar feryadın kargaşasında,
Kalmış olsun fezada,
Her ne kadar anlaşılmasa da!
Saçakta soğuk ve sessiz,
Koşuyordum yüz bin küçük aynanın bakışında,
Belki onun çehresinden belki, tüm bu görüntünün ebedî yansımasında!
Kalmış olsun gölgen!
Her ne kadar anlaşılmasa da ...!
Hiç!
Mezarın karanlık öfkesinden başka hiç,
Mumlar ve gözyaşında çırpınma öyküsünden başka hiç,
Mihrabın hayretinden başka hiç, ah!
Ayakkabı bekleyişinden başka hiç!
Geri döndüm!
Ölümcül yara almışsın, -ebediyete kadar canı sıkkın-
Kurak ve çorak topraklardan, yüz bin fersah, yüz bin fersah
Gözümün önünde, bir kasırga çölün kumunu
-Kalbim gibi- döndürüyordu ve uzayın ucuna kadar götürüyordu!
Bilmiyorum,
Şu bîçare adamın bedduasından bir dalga mıydı ve gökyüzünün kör gözlerine mi
dökülüyordu?
Ya da yoldan geçen rüzgâr insanın adağını
 Allah’ın dergâhına götürüyordu!
Toprak olacaksın,
Aynaların yanağından da silineceksin!
Sersem, kayıp bir toz gibi felaketlerde başı dönen, avare olacaksın..!

--------------
SERVİ

(Kardeşlerim Mansur ve Menûçehr’e)
Çok uzak bir çölde,
Diken dışında bir şeyin bitmediği,
Rüzgâr dışında bir şeyin kükremediği,
Ölüm dışında bir şeyin kalmadığı,
Bir nefesten bir nefesin kımıldamadığı;
Uyumuş toprakta birisi,
Mavi bir taşın altında,
Kara toprağın bağrında,
Bahtsızlıkla bu sıkıntı yurdundan,
Varlık efsanesini kısaltmış;
İki bakış parlar.
Yine gülümser güneş,
Yine parlar ay,
Yine de varlığın kafile başı,
Yokluk çölüne doğru yol kateder.
Yorgun ve kederli bir kalple, her sene,
Bu coşkunluktan ve gürültüden uzak,
Gidiyorum o suskun kıra doğru,
Öpücük vermek için o gökmavisi taşa,
Yüz süreyim diye o kara toprağın üzerine
Ve bu uzun yolda,
İhtiyaç gözyaşı yanağımın üzerine damlar,
Sıkıntının zehri benim damarımda koşar.
Ben varım bugün işte uzun yol.
Ben varım şimdi ve işte suskun kır.
Ben ve o sıkıntı zehri.
Ben ve o ihtiyaç gözyaşı.
Seyredeyim uzaktan o soğuk ıssızlıkta,
Bir nefesten bir nefesin kımıldamadığı diyarda,
Durmuştur birisi!
“Kimin avare ruhudur?
Gün batımı esnasında,
O gökmavisi taşın ayağına,
Kanat çarparak inmiştir buluttan? ”
Göğsüm çarpar ölümün dehşetiyle,
Ürker ruhum o uzak gölgeden,
Yarılır yüreğim sessizlik zehrinden!
Şaşkın şaşkın yola bakakalmışım,
Ne bana kaçışın ayağı,
Ne bana bakışın gücü!
Yersiz ürkülerimden utanıyorum,
Baharın sabahından daha taze nazlı bir servidir,
Boy atmış çölün bağrında,
Kendi yalnızlık şarabından sarhoşçasına!
“Belki bu gün batımının kederli tanığının
Gözü benim yolumdadır!
Belki de bu yokluk çölünün tutsağının
Bana bir sözü vardır!”
Dikenden başka bir şeyin bitmediği,
Rüzgârdan başka bir şeyin kükremediği,
Ölümden başka bir şeyin kalmadığı,
Bir nefesten bir nefesin kımıldamadığı...
Uzak bir çölde,
Ben, düşüncesindeyim, bu uzun servi,
Ve tüm bu tazelik ve neşe.
Bu şaşırtıcı gizemin karanlığına dalmışken, ansızın!
Bir gülücük ulaşıyor taştan kulağa,
Bir gölge oluyor serviden ayrı,
Gün batımının geçidinde,
Ufuğun keder avizesinde,
Bir an birbirimize bakıyoruz,
Gölge gülüyor ve görüyorum eyvah:
Annem gülüyor!
Anne! Ey iyi anne!
Bu ne biçim ulu bir ruhtur,
Ve bu ne biçim büyük bir aşk ki,
Ölümden sonra bile huzura ermiyorsun?
Senin cansız vücudun toprağın bağrında,
Bu keder evinde yalnız kalmış olan bir fidana,
Yine can bağışlar!
O soğuk endamda kalakalmış bir damla kan
Serviye güç ve takat bağışlar!
Gece,
Sessizlikle de kucaklaşmış
Varıyor yoldan yavaşça
Ben o sessiz çölden
Yine yüz çevirmiş bu coşku ve gürültü dolu şehre,
Giderim hoş, rüzgârın hafif kanadıyla,
Vücudumun her zerresi özgür,
Vücudumun her zerresi çığlık!
------------
ŞUKUR

(Sevgili okurlarıma)
Eğer uzak bir samanyolunda
Bir yürek, yüzyılda bir an,
Beni yâd etse,
Kuşkusuz gönlüm ömrün bütün anlarında,
Onun anısıyla çarpar, heyecan dolu.
Ben şimdi bu ışık samanyolunun kalbinde
Güneş sisteminde,
Bu öpücük ve gülücük güneşlerine,
Bu neşeli yanaklara,
Letafetinin görkemine,
Hangi yüzlerce yıllık ömürle cevap verebilirim?
Beni bu sıcak eller
Sefadan dopdolu şu canlar.
Bir ömür beslemiştir.
Yüreğim bu renkli sevgilerin ışığında,
Ve kokusunda yaşamıştır.
Sevgi bakışınız, güneş gibi can bağışlayan
Benim anlarımın üzerine parlamıştır.
Canıma konuşma gücü bağışlamıştır.
Sevginizin sefasını tepeden tırnağa tüm vücudumla
Tamamı örülmüş benliğimle,
Benimsiyorum, götürüyorum kendimle.
Beni sonsuza kadar sarhoş edecek,
Eskiden bile daha fazla
Sevginizin sefası hep benim üzerime ışık saçar
Eğer benim canımdan, dünyada bir zerre kalırsa,
Uzak bir samanyolunda.. .

------
YARI AÇMIŞ GONCALAR NE GÜZELDİR

Yağmur kokusu, çimen kokusu, toprak kokusu,
Kurumuş dallar, yağmur yağmış, tertemiz
Gökyüzü mavi ve bulut beyaz
Söğütün yeşil yaprakları,
Nergisin kokusu, rüzgârın dansı,
Mutlu kırlangıçların neşeli nağmesi,
Mahmur güvercinlerin kederli yalnızlığı...
Yavaş yavaş, şimdi bahar geliyor,
Ne güzel bir vakittir!
Çeşmeler ve ovalar ne güzeldir,
Tohumlar ve yeşillikler ne güzeldir,
Yarı açmış goncalar ne güzeldir,
Karanfil kız - nazlı nazlı ne güzel gülüyor -
Şarap dolu kadeh ne güzeldir
Güneş ne güzeldir.
Ey kalbim, her ne kadar - bu zamanda -
İsteyerek süslü giysiyi giymiyorsan,
Kadehteki renkli şarabı görmezsin
Sofranın ortasında yeşillik ve meze olmasa da,
O şarap kadehinin boş olması gerekir;
Eğer taşla gam şişesini kırmazsan;
Onun yedi rengi yetmiş renk olur!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar